Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kanijeli

Üye
  • Content Count

    110
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    5

Posts posted by kanijeli


  1. edebiyatçıların anlatıldığı bir dizi ancak bu kadar maksatlı olabilir. İşin edebiyat kısmı bir yana, dizinin işlemeye çalıştığı çok tehlikeli fikirler bulunmaktadır. Bunların en başında alevileri ehli sünnetin bir mezhebi gibi gösterme gayesi ne seviyede bir akıl tutulmasının eseri, nasıl bir hayalgücünün tezahürüdür anlamak çok güç, aslında güç değil elbette şuurlu yapılan bir propaganda.

     

    Ehli sünnetin amelde 4 hak mezhebi vardır. Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki ve bu mezheplerin kendi içlerinde hiç bir problemi bulunmamaktadır. Bu mezhep imamlarının hepsi birbirlerinden hürmetle bahsederler. Ancak alimlerimiz bu mezheplerden birisini taklid etmeyi vacip, mezhepsizliği ise dinsizliğe köprü olarak tarif etmişlerdir.

     

    Alevilik tarihte hiçbir zaman olmadığı gibi günümüzde de uzaktan yakından ehli sünnetle alakası olmayan bir sistemdir. Bu böyle olduğu halde dizide ısrarla bunun aksinin iddia edilmesi Müslümanlara açıkça hakaretten başka bir şey değildir. Kim kiminle dalga geçiyor, kafa buluyor, ve Müslümanlar bu diziyi mal bulmuş mağribi gibi nasıl da sahipleniyor, inanın anlamak çok güç.

     

    Keşke bir edebiyat dizisi olarak kalsaydı.

    • Like 2

  2. ÂKİF’İN SULTAN HAMİD’E HUSÛMETİ NEREDEN GELİYOR?


    08 Ekim 2014 Çarşamba

    Mehmed Âkif, modernist zihniyeti ve İttihatçı kimliği ile Sultan Hamid’in amansız muhalifleri arasında yer almıştır. İslâm birliğini müdafaa eden bir şairin, yine bu uğurda tahtını veren bir padişaha, böylesine düşmanlığı, doğrusu çoklarını şaşırtmıştır.

    Epey oluyor, bir gazete, Âkif’in Safahat’ını promosyon vermiş. Önsözünde de adeta bir mukaddes kitap gibi ballandıra ballandıra övmüş. Yeri geldikçe de, “bu mısralarda kast edilen Sultan Hamid’dir” diye de not düşülmüş. Güler misin ağlar mısın, dedim içimden. Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936), İslâmcı vasfına rağmen, Sultan Hamid ile yıldızı hiç barışmamış bir şairdir. Her ikisini de, delicesine sevenlere rastladıkça, iki zıt şey nasıl bir araya gelir, diye düşünüyor insan.

    akif.jpg

    “İnkılâb istiyorum ben de!”

    Arnavut müderris İpekli Tahir Efendi’nin oğlu olarak Fatih’te doğdu. Adını Ragîf koymuşlardı; ama Âkif kolay geldi; ismi öyle kaldı. Sultan Hamid’in yaptırdığı baytar mektebinde okudu. Memuriyete girdi. Cami derslerinden biraz dinî kültür elde etti. Edirne’de hükümet baytarı iken tanıyıp sevdiği Alliance Mektebi muallimi Talat Paşa vesilesiyle İttihatçılara karıştı. Ölene kadar da öyle kaldı. Ateşli nutukları ve şiirleri ile davalarını destekledi. Teşkilat-ı Mahsusa (istihbarat) ajanı olarak çalıştı; bu uğurda diyar diyar gezdi. Halifenin tahttan indirilmesinde rol oynayarak, İslâm dünyasında bugün bile sönmeyen yangını ateşleyenler arasında yer aldı. 1913’den sonra Ziya Gökalp’in Türkçülük fikri yörüngesine giren arkadaşlarını tenkit edince, bu sefer onların gazabına uğradı; işinden oldu ve mecmuası da kapatıldı. Hempâları, imparatorluk gemisini batırdıktan sonra, Anadolu’ya geçerek Yeni-İttihatçı hareketin içinde yer aldı. Burdur mebusu oldu. Taceddin Tekkesi şeyhi, evini kendisine tahsis etti. Burada Sebilürreşad’ı çıkarttı. Bir yandan İstanbul’u ağır dille zemmederken; öte yandan Ankara’yı destekleyen vaazlar verdi; destanlar yazdı. Bunlardan biri, dostu Hamdullah Suphi sayesinde millî marş kabul edildi. Sultan Hamid’e kükreyen şair, saltanatın ve hilâfetin kaldırılmasına sesini çıkarmadı.

    İslâm dünyasında modernizmin lideri ve İngiliz siyasetinin destekçisi Cemâleddin Efgânî ve talebesi Mısır Müftüsü Abduh ile tanışması, Âkif’in hayatını değiştirmiştir. Bu iki mason biradere medhiyeler yazmıştır: “Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer/Oradan âlem-i İslâma Cemaleddinler”. Âsım adlı şiirinde de şöyle der: Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh/Konuşurken neye dairse Cemâleddinle/Der ki Tilmizine Afganlı; Muhammed dinle/İnkılâb istiyorum hem çabucak/Öne bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak/Nazariye ile bir şeyler olur zannetme/O berâhini de artık yetişir dinletme/İnkılâb istiyorum ben de, fakat Abduh gibi”. Merhum Ahmed Davudoğlu, “Berâhini (burhanları, âyetleri) dinlemek istememek, doğrudan kelâm ilmine ve teselsülün butlanına [yaratılışın başı bulunduğuna, yani Allah’ın kadîm, başka her şeyin yaratılmış olduğuna] itirazdır ki, maazallah dine dokunur” der.

    akif%20baytar%20mektebi%20talebesi.JPG

    Âkif, baytar mektebi talebesi

    Efgânî ve Abduh’un, Sultan Hamid’in gelenekçi siyasetine şuurlu düşmanlığı, kendisine de sirâyet etti. Londra’nın, sömürgeciliğin en parlak olduğu o zamanki dış politikası, Sultan Hamid’i ve onun otoriter halifelik siyasetini bertaraf etmek üzerine kuruluydu. O gitmedikçe, İslâm dünyasında modernizmin yerleşemeyeceğini iyi biliyordu. Yerli gafiller sayesinde, bu emeline kavuştu. Böylece Âkif’in de, emsalleri gibi, hiç sevmez göründüğü İngilizlere büyük hizmeti geçti; İstanbul’un işgalinde tutuklanmayıp, Ankara’ya gidişine göz yumulması da, muhtemelen yeni ufuklara yelken açması içindi. İttihatçılar, Sultan Hamid’in “istibdadına”; hakikatte ise, onun sahip çıktığı Ehl-i sünnet vurgulu dindar hayata karşıydı. Hürriyetten kast ettikleri, dinî geleneklerden âzâde, alabildiğine serbest bir hayattı. Âkif dindardı; ama fikriyat itibarıyla modernistti. Sultan Hamid’e düşmanlığı bundan ileri gelir; siyasî sebeplerden değil. Dolayısıyla, pişmanlık mevzubahis olmamıştır; olması da beklenmez.

    Sultan Hamid’i sık sık edebli! tabirlerle anar: “Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb [karışık] işler/Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer”; “Çoktan beridir vardı benim bir derdim/Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim/Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid/Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid”; “Ah efendim o ne hayvan, o nasıl merkepti!”; “Ah efendim o herif yok mu, kızıl kâfirdi”; “Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad/Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yâd/Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se/Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e”; “Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek/Otuz üç yıl bizi korkuttu şerîat diyerek”.

    afgani-abduh-residriza.jpg

    Soldan Abduh, Efgani, Reşid Rıza

    Midesi bulanıyormuş

    “Kardeşim” dediği Mithat Cemal (Kuntay) anlatıyor: Âkif, üç padişahtan Reşad’a kızıyor, Hamid’den iğreniyor, Vahdettin’e hem kızıyor, hem iğreniyordu… Eşref’in “Besmele gûş eyleyen şeytan gibi/Korkuyorsun höt dese bir ecnebi/Padişahım öyle alçaksın ki sen/İzzet-i nefsin Arab İzzet gibi” kıtasına bayılırdı. Abdülhamid’den yalnız mânen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 Meşrutiyeti’nde Meclis-i Meb’usan’ın açılacağı gündü. Âkif’le Büyük Reşid Paşa türbesinin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması sâridir; biz de koştuk. Âkif beni bıraktı, kalabalığı yardı; yarmasıyla beraber geri kaçtı; sapsarıydı. “Bir cinayet mi var?” dedim. “Aman dur, midem bulanıyor” dedi. Midesinin bulanması ifade tarzı değildi; bütün safrası yüzündeydi. “Hasta mısın yoksa?” dedim. Hasta filan değildi; ömründe ilk defa Abdülhamid’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclis-i Meb’usan’ın küşad resmine [açılış merasimine] gidiyordu. Âkif: “Boyalı sakalı ile suratı birdenbire karşıma çıktı; fena oldum” dedi. Halk geçip giden arabayı hâlâ alkışlıyordu. Âkif: “Aman yarabbi, otuz üç sene bu! Hâlâ alkışlıyorlar, kaçalım. Bir sokağa sapalım!” dedi. Bu alkışların duyulamayacağı bir yer arıyordu. Bir müddet sonra Sultan Hamid mebuslara Yıldız köşkünde bir akşam yemeği verdi. Yemekten sonra bazı meb’uslar Abdülhamid’in ellerini öptüler. Âkif buna haftalarca kızdı… [Mehmet Akif, İst. 1939, s. 242-243]

    akif%20edebiyatci%20arkadaslari%20ile_sa

    Âkif, edebiyatçı dostlarıyla. arkasında Midhat Cemal

    Ha gayret!

    Medine-i Münevvere’de kalırken, ailesiyle burada yurt tutmuş ve Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey kütüphanesi müdürlüğü yapmış Ali Ulvi Kurucu ile ahbablık kurmuştum. Konyalı Hacıveyiszâdenin yeğeni idi. Çok fazla ilmi yoktu; ama saf ve temiz bir insandı. Hicaz’a giden Türklere yardımı çoktu. En bariz hususiyeti, inkılâpçılara reaksiyonun lideri sandığı Âkif’e aşırı hayranlığı idi. Onunla oturur, onunla kalkardı. Onun gibi konuşur; onun üslûbuyla şiir yazma kudretine sahip idi. Birgün evinde sohbet ederken, söz Âkif ve Sultan Hamid’e geldi. Ben bilmez gibi, buna şaşırdığımı söyledim ve Âkif’in pişman olup olmadığına sordum. Bu mevzuyu çok araştırdığını, ama pişmanlık eserine rastlamadığını üzülerek itiraf etti. Sonra şunu anlattı: “Ben bu hadiseyi temize bağlamak için, Âkif’in ağzından Sultan Hamid’i öven ve pişmanlık gösteren bir şiir yazmak istedim. Bunu Âkif’in dostu Fuad Şemsi’ye verip, neşrettirecektim. Güya Âkif vefat etmeden evvel bu şiiri yazıp, ona vermişti. Nitekim böyle yaptığı başka şiirleri vardı. Ancak kendisine danıştığım, Âkif’in yakın dostlarından rahmetli Mahir İz mâni oldu. Sakın yapma, iş ortaya çıkar, daha da kötü olur, dedi.”

     

    Ekrem Buğra Ekinci

     

    http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=539


  3. Kadın da erkekte Kuranı Kerim'in, sünneti seniyyenin emrettiği gibi olmalıdır. Ayrıca kadının sosyal hayattaki yeri ile ilgili yorum yapan arkadaşlardan, muteber fıkıh kitaplarında kadının sosyal hayattaki yeri ile ilgili kendi fikirlerini destekler mahiyette fıkhi hüküm istiyorum?

     

    @Fatma topçu?

    • Like 2

  4. bu kadar ihanetin içinde Osmanlıyı doğru anlamak, anlayabilmek! Müslüman gençliğin işi gerçekten çok zor. Okumalıyız, hem de çok, yalan söyleyen ve söylemeyi bir devlet politikası haline getirmiş olan bir eğitim sisteminin tezgahından çıkan ve 1000 yıllık bir medeniyetin evladı olma yükü altında ezilen bizler okumalıyız. mesleğimiz ne olursa olsun tarihimizi bilmek zorundayız!


  5. Tazir ve Hacegan kardeşlerime kıymettar cevapları için teşekkür ediyorum. Yazdıklarına paralel olarak ben de birşeyler yazmak istedim…

     

    İDDİA:

    Etrafına talebe bulsaydı, Anıtkabir’i basardı, yıkardı… Yıkmaya memurdu, yapmaya değil…

    (Başka bir konuşmasında da Üstad’ın M.Kamal hayranı olduğunu, Büyükdoğu’nun ilk sayılarında M.Kamal’i öven yazılar yazdığını da belirtiyor…)

     

    CEVAP:

    Yıkmaya memur olan insan, etrafına adam toplamayı da bilir. Tarih de buna şahit ki, yıkmaya memur olanlar, adam toplamasını da bilmişlerdir. Kaldı ki Üstad’ın bir söz sultanı ve büyük bir hatip olduğunu düşünürsek, bunu kolayca gerçekleştirebilirdi.

    Üstad’ın yanında 25 yıl kaldığını iddia eden adam, Üstad’ın şehir şehir dolaşıp verdiği konferansları da bilirdi. İddiacının hayatı boyunca bulamayacağı insanı, vefatından 30 yıl sonra bile bulan bir şahsiyettir Üstad…

     

    Büyük bir çelişki daha…

    İddiacı, hem “M.Kamal hayranıydı” diyor, hem de “Anıtkabir’i yıkardı” diyor. Çelişkili sözleri olmayan biri, ya parantez içindeki iddiayı gündeme getirip, “Necip Fazıl, M.Kamal hayranıydı” diye suçlama yapar ve “Anıtkabir’i yıkma” meselesini hiç açmaz; yahut parantez içindeki iddiayı gündeme getirmeyip, “Anıtkabir’i yıkardı” gibi berheva bir söze sarılırdı.

     

     

     

    İDDİA:

    Necip Fazıl ile 25 sene beraber kaldım…

     

    CEVAP:

    İddiacı aynı sohbette diyor ki: “Ben Necip Fazıl ile bir defa bile yemek yemedim!..”

    25 sene yanında ol ve bir defa bile yemek yeme… Olacak iş değil!

     

    İddiacı yemek yememe olayını da aynı sohbette tekzib ediyor:

    “Yemekleri hep ben ısmarladım…”

    Hani bir defa bile yemek yenmemişti. Hangisi doğru?

     

     

     

    İDDİA:

    Canavar bir nefsi, azgın bir nefsi vardı… Necip Fazıl’ın benliğini gördüğüm için, kendi benliğimden korkuyorum…

     

    CEVAP:

    Bu iddiaya, Üstad’ın birkaç şiiri ile cevap vermek isterim. Ehl-i vicdan olan, Üstad’ın nefsinin Allah diyene karşı mahviyet içinde olduğunu görür.

    İddiacı, “Onun nefsinin canavarlaşması, Allah düşmanlarına karşıdır” deseydi, bir bakıma doğruya yaklaşacaktı. Ben, Üstad’ın nefsinin müberra olduğunu savunmuyorum. Hata ve günah, insanlığın getirisidir.

    İddia sahibi de nefsinin müdafaasını, başkasının kusurlarını görüp yapmakla, nefsine büyük oranda pay biçtiğinin farkında değildir.

     

    Canavar nefs sahibi bir insan, heralde şu şiirleri yazmaz:

     

    Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben,

    Üç ayakla seken topal köpeğim!

    Bastığınız yeri taş taş öpeyim.

    Bir kırıntı yeter kereminizden!

    Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...

     

    Ellerime uzanan dudakları tepeyim;

    Allah diyen, gel, seni ayağından öpeyim!

     

    Son gün olmasın dostum , çelengim top arabam;

    Alıp beni götürsün , tam dört inanmış adam...

     

    İlâ ahir…

     

     

     

     

    İDDİA:

    Namaz kılmıyor, oruç tutmuyordu; bir rekat namaz kıldığını görmedim (buna da delil olarak Üstad’ın vasiyetini gösteriyor); o nesilde hepsi böyleydi, namaz kılmazlardı… Hayatında tasavvufun zerresi yoktu…

     

    CEVAP:

    Bu sözü söylemek, büyük bir mesuliyettir. Zira Üstad, 1973 yılında Hacc’a gidip, Hacc farizasını yerine getirmiş ve bir de bu yolculuğu ile ilgili kitap yazmıştır.

    Kaldı ki Üstad, seccadesini serip, herkesi kendini izlemeye davet edecek değil ki. İddia edildiği gibi, azgın nefs sahibi olsaydı, gösteriş için bile bunu yapardı…

     

    Vasiyetindeki namaz meselesinin delil gösterilmesi gülünçtür. Acaba iddiacının kaçırmadığı vakit mevcut mu? Kazaya kalan namazı hiç yok mu? Nefsi hatadan müberra mı? vs. vs..

     

    Ayrıca Üstad’ın ve o dönemin neslinin namaz kılmadığını bilmek için, sabah namazından, yatsıya kadar her vakit, onlarla beraber olmak lazım gelir. İddiacı, güya araştırmacı-tarihçi olduğu için, buna pek imkanı olmadığı kanısındayım.

     

    Sözün özü, kimse, kimsenin ibadetlerinin muhasibi değildir.

     

    Tasavvufun zerresi olmayan bir insan, tasavvuf hakkında kitap yazamaz. Üstad’ın tasavvuf üzerine yazdığı kitapları okumamış belli ki…

     

     

     

     

    İDDİA:

    Kumar meselesi…

     

    CEVAP:

    Ahmet Emin Yalman onu bastırdı, diyor…

    “Bastırmak” fiilininde kasıt aranır. Bu sözde bile, olayın komplo olduğunu, farkında olmadan itiraf ediyor. Belli ki bu meselenin komplo olduğunu söyleme yiğitliğinden oldukça uzak.

    Kimsenin aklında kuşku kalmasın, zira bu mesele sitede mevcut. Merak eden linkten bulabilir.

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/5290-kumarhane-baskini/

     

     

     

     

    İDDİA:

    1954’te İstanbul’a geldim. Necip Fazıl 1956’da hapisteyken, hastaneye kaldırıldı. Hapishanede Çöle İnen Nur’u yazıp, benden basmamı istedi; sonra aynı yıl çıkıp, benden değiştirmek için, nüshasını istedi…

     

    CEVAP:

    Çöle İnen Nur’un ilk baskısı (izinsiz baskı) 1950’de yayınlanmıştır. Bakınız;

    http://www.nfk.com.tr/eskizler.htm

     

    Üstad, 1956’da hapis yatmamıştır. 1953’te 64 gün, 1957-58 yılları arasında 8 ay 4 gün hapis yatmıştır. Bakınız;

    http://www.nfk.com.tr/mahkumiyetler.htm

     

    Tarihçilik iddiasında bulunan kişi, 1954’te İstanbul’a gelip, 1950’de basılan bir kitabı, 1956’da hapis yatmayan bir insandan, hapishanede nasıl almış hayret doğrusu!..

     

    Daha da sustum…

     

     

     

    İDDİA:

    Kimseye bir şey öğrettiğini görmedim…

     

    CEVAP:

    n-f-k.com’un varlığı bile, Üstad’ın neler öğrettiğinin ispatıdır…

    Ayrıca başta Başbakanımız (hayırlısıyla yeni Cumhurbaşkanımız) Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Enerji Bakanımız Sayın Taner Yıldız, merhum eski Cumhurbaşkanımız Sayın Turgut Özal ve bu ülkeye hizmet etmiş daha nice önemli şahiyetler, Üstad Necip Fazıl’ın rahle-i tedrisatından geçmiştir.

     

    Görülen o ki iddiacı, söylediği sözleri büyük bir kıskançlık ve benlik ateşinde söylemiş ve Üstad Necip Fazıl gibi olamamanın üzüntüsü içinde bu hezeyanları savurmuştur…

     

     

     

     

    İDDİA:

    Necip Fazıl’ın eserlerinde tarihe dair yanlışları yazdım…

     

    CEVAP:

    Bu sohbet videosunun dışında, izlediğim ilk sohbetinde, iddiacının tarih hakkında söylediği bir yanlışı da belirteyim o zaman.

     

    İddiacıya: “4.Murad Han, içki içer miydi?” diye sorulunca, diyor ki:

    “Bilemiyorum. Bu konuda Hoca Sadeddin Efendi, onun içtiğini söylüyor…”

     

    El-insaf, tarihçiye bak yahu. Hoca Sadeddin Efendi 1599’da vefat etmiş, 4.Murad 1612’de doğmuş. Tarihçilik iddiasında bulunan iddiacımız, 4.Murad Han ile 3.Murad Han’ı birbirine karıştırıyor. Hem Hoca Sadeddin Efendi, hem 4.Murad Han hakkında yanlış bilgi veriyor. İnsanları da kuşkuya düşürüyor. Bu mudur doğru tarihçilik?

     

    Videoyu görmek isteyen için, yazımın sonunda linkini atıyorum.

     

     

     

     

    İDDİA:

    Yalçın Küçük’ü örnek göstermesi…

     

    CEVAP:

    Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nden, Ahmed Mekki Üçışık Hazretleri’ne; Bediüzzaman Hazretleri’nden, Süleyman Himi Tunahan Hazretleri’ne kadar, hakkında övgü ile bahsedilmiş bir dava adamının kusurlarına şahit olarak Yalçın Küçük isminin gösterilmesi, kıskançlıktan başka bir şey değildir.

     

     

     

    İDDİA:

    Kötü zamanki ahlakından hiçbirşey terkedemedi, irade sıfırdı…

     

    CEVAP:

    Bu iddiaya kendi sözüyle cevap veriyorum:

    Aynı sohbette diyor ki: “İslâm’a döndükten sonra, bütün eski bohem hayatını silmiştir..."

     

    Bütün bunlar dahilinde, iddiacı diyor ki:

    “İslam evveli siler; adamın eski yanlışlarını konuşmak İslam’a aykırıdır; kendini inkar etmeden bu alemden gitti… Yanlıştan doğruya dönenin yanlışı konuşulmaz… Unutmayın ölünün de hakkı vardır…”

     

    O zaman, iddiacının bu yorumlarına ve Üstad hakkında söylediklerine bakarak, iddiacının İslam’a aykırı bir iş yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Üstad’ın hakkına girdiğini de görebiliriz. Öyle ya, Üstad’a 3000 lira verdiğinden, Mehmet Kısakürek’in fukaralığına kadar herşeyi söyle. Hakaret et, gerekirse vur, kır, dök sonra da “bunlar konuşulmaz, söylenilmez” diyerek, çelişkiye düş.

     

    80 küsür yaşına gelmiş bir insan için, hele hele Müslümanlık iddiasında bulunan biri için bu konuşmalar doğru mu? Ben takipçisi olsam, dakikasında uzaklaşırdım bu şahıstan.

     

    Üstad’ın benliğine bakıp, kendi benliğinden korkan bu şahsın da kibrine ve kıskançlığına bakıp, bizler de kendimizden korkmalıyız…

     

    Edep Ya Hû…

     

     

     

    Bahsettiğim video…

    https://www.youtube.com/watch?v=kg0B3XCR84Y

     

     

    Tövbe estağfirullah, neler demiş öyle...

     

    Sadece 4. Murad ile ilgili konuşacağım, gerçi arkadaşımız izah etmiş doğru bir şekilde.

     

    Hoca Sadeddin Efendi'nin tarih kitabının adı Tacüt Tevarihtir. Hoca Sadeddin efendi Yavuz Sultan Selim Han'ın en yakın yardımcısı "Hasan Can" ın oğludur. Yavuzdan sonra tahta Kanuni, ondan sonra 2. selim, sonra 3. Murad, sonra 3. Mehmed, sonra 1. Ahmed, sonra 1. Mustafa, sonra 2. Osman sonrasında ise 4. Murad tahta çıkmıştır. Bu nasıl bir iftira. Böyle konuşmaktansa bıraksın konuşmayı falan, çeksin gençlerin elinden yakasını, otursun köşesine, tövbe istiğfar ile ölümü beklesin. Necip Fazıla tarihçi değildi diye kızana bak hele! sen tarihçi olmuşsun da ne olmuş,


  6. yarışma bahanesiyle yıllardır bu ihanet numunesi eseri çoluğa çocuğa okuttular. hiç siyer kitabımız yokmuş gibi taze dimağların önüne servis ettiler. yıllardır yapılan sistematik çalışmaların sadece ucuz, basit ancak tesirli bir örneğidir.

     

    Ayrıca müslümanların bunları da bilmeye hakkı var;

     

    "Müslümanlık-Hristiyanlık ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hristiyan ruhaniler ve misyonerler, uyanık olmalıdır."

    (Emirdağ Lahikası, I, (s.1712); Tarihçe-i Hayat, 434)

     

    "Birinci Dünya Savaşı'nda, bizimle savaşmış da olsa, bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır."

    (Kastamonu Lahikası, 45)

     

    "İman ehli, değil müslüman kardeşleriyle, hristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak etmek, ihtilafları nazara almamak, niza etmemek gerekir."

    (Emirdağ Lahikası, I, 27.Mektup, 1766)

     

    Alıntıların Kaynağı, dinlerarası diyalog ihaneti, dini-psikolojik-sosyolojik tahlil, Yümni Sezen, Kelam Yayınları


  7. bilenler bilir, msp ilk meclise girdiğinde de Necmettin Erbakan önderliğinde CHP ye destek vermiştir. yıllar sonra kaldığı yerden devam. aradan geçen 40 seneye rağmen çizginin korunması manidar!

     

     

     

    Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak, CHP ve MHP'nin ortak cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu ile ilgili "Düşünün neredeyse Allah kelamına, hatta Lafza-i Celal'e bile karşı çıkan bir zihniyet neticede, İslam İşbirliği Teşkilatının Genel Sekreterliğini yapmış olan bir ismi ortak aday olarak sunabiliyor. Bu kanaatimce hem Türkiye bakımından hem milletimizin açısından hem de Cumhuriyet Halk Partimiz bakımından sevindirici bir durum" dedi.

    Kamalak, Saadet Partisi Genel Merkezindeki "İl Başkanları ve İl Müfettişleri Toplantısı"nda yaptığı konuşmada, Türkiye'nin kritik bir dönemden geçtiğini ifade etti.

    Milli Görüş'ün bugüne kadar söylediği her şeyin zamanla hayata geçtiğini belirten Kamalak, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini gündeme kendilerinin getirdiğini ve 40 yıl sonra ancak bunun gerçek olabildiğini söyledi.

    KAMALAK: CUMHURİYET HALK PARTİMİZ BAKIMINDAN SEVİNDİRİCİ

    Muhalefetin ortak cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu'na ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Kamalak, "Cumhuriyet Halk Partimizin böyle bir ismi cumhurbaşkanlığına aday olarak göstermesi kanaatimce, Türkiye'nin tarihi seyiri bakımından son derece önemlidir. Düşünün neredeyse Allah kelamına, hatta Lafza-i Celal'e bile karşı çıkan bir zihniyet neticede, İslam İşbirliği Teşkilatının Genel Sekreterliğini yapmış olan bir ismi ortak aday olarak sunabiliyor. Bu kanaatimce hem Türkiye bakımından hem milletimizin açısından hem de Cumhuriyet Halk Partimiz bakımından sevindirici bir durum diye düşünüyorum. Her şey ama her şey aslına rücu edecektir" diye konuştu.

    Saadet Partisinin tutumu ne olacak?

    Kamalak, kendilerine "Kim cumhurbaşkanı olmalı, Saadet Partisinin tutumu ne olacak, parti hangi adayı destekleyecek" sorularının yöneltildiğine işaret ederek, "Bizim için, daha önce de ifade ettik; kimin cumhurbaşkanı olacağından ziyade, nasıl cumhurbaşkanı olacağı önemlidir. Özü itibariyle diyoruz ki biz, cumhurbaşkanı, bu milletin ruh köküne bağlı, aziz milletimizin tarihi değerlerine saygılı, mazlumun hakkını koruyan birisi olmalıdır" ifadesini kullandı.

    Partilerinin yetkili organlarıyla ve gönüldaşlarıyla bir araya gelip durum değerlendirmesi yapacaklarını anlatan Genel Başkan Kamalak, ilk etapta diğer adayları da görmek istediklerini, cumhurbaşkanlığı seçimine daha 50 gün olduğunu ve zamanın sonuna kadar da bir değerlendirme yapacaklarını bildirdi.

    Kaynak: AA

     

    http://www.haber7.com/partiler/haber/1171515-saadetin-ekmeleddin-ihsanoglu-memnuniyeti

    • Like 1

  8. İhtilal Fransız İhtilalini merkezine almış bir eserdir. Sonunda 60 ihtilaline de değinir.

     

    hiç unutmam eserde şu olay geçer.

     

    Fransa'da bir kimyacı var "Lavosier" diye ve adam önemli bir buluşa imza atacak ancak ihtilal olunca onu da zindana atıyorlar. adam diyor ki "yahu bana 1 hafta müsaade edin, çalışmamı tamamlayım, ondan sonra ne yaparsanız yapın"

    "olmaz" diyorlar ve adama savunmasını yapacağı güne kadar zindanda işkence ediyorlar, uyutmuyorlar, savunmasını hazırlamasına engel oluyorlar ve neticede "Lavosier" de başını giyotine teslim ediyor.

     

    Bu Avrupa'nın tarihi şimdi olduğu gibi geçmişte de zulümlerle doludur.

     

    Bir Hristiyan ölür dünya ayağa kalkar kamera kayıtları, soruşturmalar neticede katili bulurlar, yüzbinlerce Müslüman katledilir katili de bellidir ancak kılları bile kıpırdamaz!

     

    yazıklar olsun sizin insanlığınıza!

     

    (nerden nereye geldik)


  9. Mehmet Kısakürek abimizin ayıp ettiğini düşünmüyorum. Bir kere mevzu bahis Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Mehmet Kısakürek de onun oğlu. Kadir Mısıroğlu diye de biri var ve Mehmet Kısakürek'in babası hakkında yani Üstad hakkında ileri geri, lafın önünü arkasını düşünmeden amiyane tabirle "destursuzca" ağzını geleni söylüyor. Sabır, sabır, sabır ve nihayet o kibar ve latif insanın dudakları arasından bu tür ifadeler çıkmış. Düşünün siz olayın vehametini. Mehmet Kısakürek gibi biri bile bu şekilde düşüncelerini ifade etmek ihtiyacını hissediyorsa daha bizim bilmediğimiz kim bilir neler var!

     

    İnsanların kızdığı temel husus şu. Mısıroğlu'nun Üstad hakkındaki düşüncelerini Üstadın ölümünden sonra kitaplaştırmasıdır. Madem ki sen dava arkadaşısın ve İslam adına tarih adına konuşma iddiasındasın neden Üstad hayattayken fikirlerini beyan etmedin. Ayrıca velev ki Üstad belki senin eserlerinde yazdığı gibi biriydi, "Müslüman Müslümanın ayıbını örter" hükmünden de mi haberin yoktu?

     

    yazacak husus yine çok da neyse!

     

    ve neyse!

     

    ve yine neyse!


  10. Ben düz adamım abi; erkek olursa Mehmet, kız olursa Fatıma.

     

    böyle düz adamlığa can kurban. millet şimdi çoluğuna çocuğuna farklı isimler bulacağım diye saçma sapan isimler koymaktalar. çocuğun anne baba üzerindeki 3 hakkından birisi de anne babanın evladına güzel bir isim koymasıdır. o kadar güzel sahabe isimleri varken, peygamberlerin isimleri varken bu maceraperestlik neden?


  11. 3edcf37a-dd54-e311-b6da-14feb5cc1801.jpg

     

    Adamdaki laflara bakar mısın??

     

     

    hocasını savunuyor garibim, ne yapsın?

     

    hoca dediğiyse bir hikmeti vardır, değil mi???

     

    şu soruyu sormak istiyorum. şu anda Türkiye 1923 den bu yana belki de en rahat ortamı yakalamış durumda. hoca neden hala pensilnavya'dan ahkam kesmeye devam ediyor? gel memleketine şivan perverler bile geldi, sen onlardan daha mı kötü durumdasın da gelemiyorsun? ya da birileri ya da bazı teşkilatlar mı gelmene izin vermiyor? sen bizim elimizin altında, gözümüzün önünde mi dur diyorlar. şu anki durum itibariyle artık maskelerin yüzde zor durduğu tespitini yapabiliriz. inşallah tez zamanda düşer de maskenin altındaki gerçek yüz görülür.


  12.  

     

    Malazgirt: Bizans’ın Hakk’a Secdesi

     

     

    Yıl 1071. Anadolu yeni bir uyanışa ve yeni bir dirilişe hazırlanıyordu. Horasan erleri, Horasan erenlerinin yumuşatmış olduğu yürekleri, fethetmiş oldukları gönülleri perçinlemeye geliyorlardı.

    O erenler, yüreklerin, gönüllerin, beyinlerin fethi sağlanmadan toprakların fethinin mümkün olamayacağının, böyle bir hareketin ancak işgal anlamına geleceğinin şuurunda oldukları için topraktan önce insana yönelmişlerdi.

     

    Yüzyıllar boyunca, Doğu Roma’nın ve kilisenin baskı ve zulmüyle dünyaları kararmış, ümitleri sönmüş, iman ve ahlakı sükut etmiş Anadolu sakinlerinin, kışları bahara dönüyor ve ümitlerini yeşertecek rahmet bulutları üzerlerini kaplıyordu. Teslis’in uyuşturucu havasına, hurafelerle örülü yapısına kafasını ve kalplerini kurban edenler, “Hayya ale’l-felah” nidasını Horasan erenleri sayesinde duyuyor, dünya ile mücadeleden nefs ile mücahadeye, onların ilim, irfan ve aşk dolu soluklarıyla kavuşuyorlardı.

    Zulmü ve zalimi tarumar eden, gayesi cihanı adaletle şenlendirmek olan Türkler de onların terbiye potasında pişmişlerdi. Alparslan’ın amcası Tuğrul Bey, Dandanakan Zaferi’nden sonra Hamedan’a dönerken devrin erenlerinden Baba Tahir ve Baba Cafer ile karşılaşmış, derhal atından inerek ellerini öpmüştü. Baba Tahir kendisine “Ey Türk! Allah’ın halkına ne yapmak istiyorsun?” diye sorması üzerine, Tuğrul Bey şeyhe “Ne emredersen onu icra ederim” diye mukabelede bulunmuş, şeyh “Muhakkak Allah adalet ve ihsan yapmayı emreder” ayetini okuyarak “Allah’ın emrini yerine getir” tavsiyesini yapmıştı. Tuğrul Bey “Ben de öyle yapacağım” deyince, şeyh sultanın elinden tutup, abdest aldığı kırık ibriğin kapağını parmağından çıkarıp onun parmağına takarak “Bunu parmağına taktığım gibi dünya ülkelerini de senin eline koydum. Adalet üzere ol” diye buyurmuştu.

    Horasan erleri, şimdi Alparslan’ın komutasında, zulmün her çeşidinin yaşandığı, köleliğin olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü, hak, hukuk ve hürriyetlerin gasp edildiği, bir avuç Doğu Roma Derebeyi ve müstekbirinin sömürdüğü Anadolu yaylalarının üzerine rahmet bulutları gibi akıyorlardı.

    Doğu Roma (Bizans) orduları, doğudan Anadolu’ya girmekte olan “Rahmet Ordusu”nun önünü kesmek için, zaten viran olmuş Anadolu’yu kasıp kavurarak harekete geçmişti.

    Sultan Alparslan, kaçınılmaz olan çarpışma öncesinde Bizans İmparatoru’na elçiler göndererek savaştan vazgeçirmeğe çalıştı. Türk elçileri mağrur imparatora, “Ordunla beraber geri dön ve bu savaş olmasın, kan dökülmesin. Barış olsun. Aksi takdirde biz azimliyiz. Sonucu, yürekten bağlı olduğumuz Allah’a havale etmişiz.” dediler.

    İmparator küstah bir eda ile “Barış görüşmelerini Rey şehrinde yaparız.” diyerek amacının, Türkleri hezimete uğratarak Selçuklunun başkenti Rey’i almak olduğunu ima edercesine “İsfahan mı daha güzeldir yoksa Hamedan mı?” diye alayla konuşmasını sürdürmeğe devam etti. Elçi İbnü’l-Mübelhan “İsfehan” dedi. Bunun üzerine İmparator “Hamedan’ın soğuk olduğunu haber aldım. B iz İsfahan’da, hayvanlarımız da Hamedan’da kışlayacak” diyerek alayı sürdürmek isteyince, Sav Tekin şu anlamlı mukabelede bulundu “Atlarının Hamedan’da kışlayacakları doğrudur, ama senin nerede kışlayacağını bilmiyorum!”

    Savaş mukadder olmuştu. Alparslan yapmış olduğu meşverette Buhara imamı Ebu Cafer Muhammed’in şu sözleriyle karşılaştı: “Ey Sultan! Sen, Allah’ın zafer vaad eylediği İslamiyet uğrunda cihad yapıyorsun. Bütün Müslümanların, minberlerde sana dua eylediği Cuma günü savaşa giriş; ben Allah’ın, zaferi senin adına yazdığına inanıyorum.” diyerek bir keramet müjdesi verdi ve Alparslan’ın maneviyatını yükseltti.

    Gerçekten de Şii Büveyhoğulları’nın tahakkümüne son vererek, esaret altındaki Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah’ı zindandan kurtarıp tekrar makamına oturtan, Mekke ve Medine’de “Sünni Halife” adına hutbe okutan bu sebeple de kendisine “Burhanü Emiri’l-mü’minin” (Halifenin delili, halifenin meşru halife olduğunu ispat eden) ünvanı verilen Alparslan’ın başarısı için camilerde okunmak üzere şu dua metni gönderilmişti: “Allah’ım! İslam’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma; Alparslan’ı düşmanlarına muzaffer kıl ve askerlerini meleklerin ile destekle. Zira o, senin rızanı kazanmak için varını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O, senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihad ediyor ise, sen de onu öylece koru, düşmanlarını kahret!” Halka hitap eden kısımda ise: “Ey Müslümanlar! Temiz bir kalp ile sultana dua ediniz; küfrün kökünü kazımak ve İslam’ın bayraklarını yüceltmek için yalvarınız” deniyordu.

    Alparslan bu manevi hava ile son hazırlıklarını yapıp Cuma günü askerlerini topladı. Atından inerek secdeye vardı ve “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allahım! niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diyerek başını secdeden kaldırdı ve askerine dönerek şu hitapta bulundu: “Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur, emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

    “Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların bizim için dua ettikleri şu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehid olur cennete giderim. Beni takip etmek isteyenler arkamdan gelsin. Takip etmek istemeyenler diledikleri yere gitsinler. Bugün burada emir veren bir sultan yok. Ben sizlerle birlikte savaşan bir gaziyim. Peşimden gelen ve nefislerini Allah’a adayanlardan şehid olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş, dünyada ise şerefsizlik beklemektedir.”

    Erler ve kumandanlar hep bir ağızdan şöyle haykırdılar:

    “Ey yüce Sultan! Biz seninleyiz ve senin yanındayız. Yürü dediğin yerde yürür, dur dediğin yerde durur, öl dediğin yerde ölürüz!”

    Alparslan, askerlerinin tavrından son derece memnun olarak konuşmasını, üzerindeki beyaz elbiseyi göstererek bir vasiyetle tamamladı:

    “İşte şehitlik kefenim. Savaş meydanında ölürsem, beni bu elbise ile gömersiniz. Yerime oğlum Melikşah geçer. Ona itaat ediniz.”

    Kuyruğu bağlanmış atına binen Sultan, yay ve okunu bırakıp yakın muharebe silahları olan kılıç ve topuzunu eline aldı. Ardından ordusunun önüne geçerek “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber!” nidasıyla hücum emrini verdi.

    “Nal sesleri bir zafer marşı gibi yükseldi

    Şimşek şimşek hızlandı, zulmü, zulmeti deldi”

    Savaş, İslam’ın galibiyeti ile sonuçlanıp, Ehl-i Salip’in temsilcisi Bizans, büyük bir mağlubiyet almış ve Anadolu kapıları bir daha kapanmamak üzere İslam’a açılmıştı.

    Bu zafer, İslam dünyasında büyük bir sevinçle karşılandı. Halife, bir mektupla sultanı tebrik edip kazanılan zaferin Hz. Ömer (R.A.) döneminde İslam ordularının kazanmış oldukları Yermuk ve Kadisiye kadar önemli olduğunu belirtti.

    Batılı tarihçilerin “Ebu Şuca” (çok cesur, yiğit, kudret sahibi), İslam tarihçilerinin “Adudüddevle” (devletin gücünü temsil eden) dediği; adaletiyle ün saldığı için de “es-sultanü’l-adil” olarak anılan; dindarlığı ve fethettiği her şehre cami yaptırmasıyla meşhur, fakir-fukara koruyucusu Sultan Alparslan, dokuz yıllık hükümdarlıktan sonra ne yazık ki, hain bir saldırı sebebiyle 42 yaşında hayata veda etti.

    Suikasta uğradığı zaman şunları söylüyordu: “Türkistan seferinde bir tepe üzerine çıktığımız vakit, ordumun azametinden ve askerlerin çokluğundan altımda yerlerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime ‘ben dünyanın hükümdarıyım, hiç bir kuvvet bana karşı çıkamaz, bu ordu ile Çin’i de fethederim’ diyordum. İçine düştüğüm durum, bu gurur yüzünden başıma geldi. Halbuki her sefere çıkışımda daima Allah’tan yardım dilerdim.”

    Dini menkıbelere de konu olmuş “gazi ve şehid” Alparslan’a, tıpkı Yavuz Sultan Selim gibi bir takım velilik kerametleri atfolunmuştur. Mevlana ve Akşemseddin gibi bazı velilerin de zaman zaman yaptıkları gibi Sultan Alparslan da, başını açarak Allah’a yalvarmış ve duasının bereketiyle yağan yağmur sayesinde ordusunu susuzluktan kurtarmıştır.

    Sultan Alparslan, Türk milletine Anadolu’da yeni bir vatan kurmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşuna sebep olmakla da tarih ve gönlümüzdeki yerini almıştır.

     

    Şairin dediği gibi:

    Adı göğe yüceldi,

    Allah’ına yaklaştı,

    Gözlerde gönüllerde

    Alparslan bayraklaştı.

     

     

    Muzaffer Taşyürek |

     

    http://semerkanddergisi.com/malazgirt-bizansin-hakka-secdesi/

     

     


  13. Osmanlı'nın kemiklerini sızlatacak satış!

     

     

    İngiltere bugün ilginç bir müzayedeye ev sahipliği yapacak. Londra'daki 'High Road Auctions' tarafından Türkiye saatiyle 20.00'de gerçekleşecek müzayedede Osmanlı mezar taşları da satışa sunuluyor. Açık artırma öncesi 18. yüzyıla ait bu taşların İstanbul'daki Karacaahmet Mezarlığı'ndan çalındığı belirlendi.

    Akşam'ın haberine göre; Tarihçiler, "kimsesiz kalmış Osmanlı mezarlarının parça parça ticari objelere dönüştürüldüğü' gerekçesiyle satışın durdurulmasını istiyor. Uzmanların Kültür Bakanlığı'nın el koymasını istediği satışta, dört adet Osmanlı mezar taşı satılacak. Müzayedenin 244 No'lu eseri 127 cm'lik mezar taşına 500 Sterlin; 177, 106 ve 130 cm boyundaki diğer üç taşa ise 600 Sterlin değer biçildi.

    SIKIŞAN "GİRİT'TEN ALDIM" DİYOR

    Osmanlı mezar taşı uzmanı Necdet İşli, Türkiye'de son yıllarda Osmanlı mezar taşı kaçakçılığının görüldüğünü belirterek "Bu konuda uluslararası organizasyon öyle çalışıyor ki, 2 metre boyundaki süslemeli lahitleri bile götürebiliyorlar. Bu konuda Türkiye'de açılmış 6-7 dava var. Taşların nereden çalındığını belirtseniz bile, sıkıştıkları zaman 'Karacaahmet'ten değil Girit'ten aldık' formülünü kullanıyorlar, Osmanlı'nın yayıldığı diğer coğrafyaları söylüyorlar" dedi.

    KÜLTÜR BAKANLIĞI EL KOYSUN

    Yıldız Vakfı Başkan Yardımcısı Ali Serim müzayede evini arayıp, eserlerin iadesinin gerektiği konusunda uyarıda bulunduğunu, 'mal sahibini ve eserin nereden geldiğini' sorduğunu ancak bilgi alamadığını belirtti. "Bunun üzerine İngiltere'deki arkadaşımı müşteri gibi müzayede evine gönderdim. Yetkililer, mezar taşlarının 'Üsküdar'daki büyük mezarlıktan' olduğunu söylemiş" diyen Serim şöyle devam etti: "Kimsesiz kalmış Osmanlı mezarlarının parça parça ticari objelere dönüştüğü gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Bu üzücü duruma Kültür ve Turizm Bakanlığı el koymalı, mezar taşı satışları yasaklatılmalı."

    YASAL DÜZENLEME ŞART

    "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası'na göre Türkiye'de arkeolojik eserlerin alım-satımı sadece koleksiyonerlik belgesi bulunan kimseler için serbesttir" ifadesini kullanan Serim, "Bu eserlerin yurt dışına çıkarılması kanunen yasak. Osmanlı mezar taşları ne yazık ki bu kapsamın dışında tutulabilmektedir. Yasal düzenleme hızla yapılmalı. Ecdada sahip çıkma zamanıdır. Kimsesiz kalan Osmanlı mezar taşları ticareti yapılacak sanat objeleri değildir" dedi.

    8 BİN 500 LİRA VER KAVUĞU AL

    İngiltere'nin Osmanlı mirasına bu 'ticari' ilgisi yeni değil. 19 Nisan 2007'de Londra'da yapılan bir müzayedede 29 cm yüksekliğindeki 17. ve 18. yüzyıllara ait mezar taşı kavuğu (solda) 7. 800 Sterlin'e (8.500 lira) satılmıştı. 7 Ekim 2010'da ise 19. yüzyıla ait 67x31.5 cm ebatlarındaki Osmanlı mezar taşı (sol başta) 3 bin Sterlin'den (9.100 TL) satışa çıkarken, 27 Nisan 2012'de Londra Sout Kensington'da yapılan müzayede 120 cm'lik 18. yy Osmanlı mezar taşına 2. 750 sterlin (8 bin lira) değer biçilmişti.

     

     

    http://www.haber7.com/guncel/haber/1064265-osmanlinin-kemiklerini-sizlatacak-satis

     


  14. bir yazının vahhabilik fikirleri ile dolu olup olmadığını nasıl anlarız sorusunu soranlara cevap mahiyetinde öğretici bir köşe yazısıdır. Övgüde Aşırılık ve Peygamberimizin İlk Nebi Oluşu
    02 Ağustos 2013 Cuma 01:29

    Kişide olan meziyetleri söylemek “tahdis-i nimet”tir. Kişide olmayan vasıflarla onu övmek ise kınanmıştır. Mübalağalı övgüler “meddahlık” sayılır. Rasulüllah(a.s): “Meddahların yüzüne toprak saçın”(Sahih-i Müslim) buyurarak hoşnutsuzluğunu dile getirmiştir.

    Nimet’in kaynağı insan değil, Allah’tır. Nitekim, “Rabbinin nimetini yâd et”(Duha,11) ayetinde nimet Allah’a nispet edilir. Kişi, nimetin kendinden olduğunu iddia ederse, bu “küfran-ı nimet” olur. Kemâlât ise, Allah’a mahsustur. Peygamberler dahil, yaratıklardan hiçbiri eksiksiz, kusursuz, noksansız ve mükemmel varlıklar değildir. Bu sebeple gerçek övgü, medh ve sena sadece Allah’a aittir(Fatiha,1).

    ***
    Bazı insanlar, övgüde aşırı giderek hem kendilerini hem de muhataplarını tehlikeye atarlar. Hele bu, din alanında olursa daha da tehlikelidir.

    Hoca, âlim, imam, müçtehit, şeyh, mürşit, ağabey, reis, kim olursa olsun, bunlarda olmayan sıfatlarla onları övmek, yüceltmek, derecelerini yüksek göstermek, onları hata yapmaz, yanılmaz, günahlardan korunmuş masum kişiler olarak takdim etmek, bu cümledendir. Bu gerçek dışı anlatım ve uydurma rivayetler zamanla gerçekmiş gibi algılanmaya ve o kişileri tabulaştırmaya başlar. Artık onlar, halk nezdinde her söylediği hakikat ve her yaptığı hikmet olan dokunulmaz varlıklar olur. Allah’ın vahyi ve Peygamberin tatbikatı ikinci planda kalır.

    Bu aşırı övgüler ve olmayan sıfatlarla kişileri niteleme hastalığı, zaman zaman Peygamber efendimiz için de yapılmaktadır. Ne yazık ki bazı Müslümanlar, Hz.Peygamber’i Allah’ın Kur’an’da övmesini sanki yeterli görmeyerek kendileri farklı nitelemelerle onu övme çabasına girerler. Bunu yaparken de hataya düşerler. Çünkü, Peygamber’i övme adına yaptıkları isnatların pek çoğu asılsız, mesnetsiz, uydurma haberlerle doludur. Peygamber’i öveyim derken, onun söylemediği sözleri ona söyleterek, “cehennemdeki yerini hazırlamış” olurlar. Rasulüllah(a.s) mütevatir bir hadiste şöyle buyurur: 'Her kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın" (Buharî,İlm,38; Müslim,Zühd,72; Ebü Dâvud,İlm, 4;vd.).

    ***
    Bir örnek olması bakımından, sohbet meclislerinde çokça anlatılan bir rivayeti aktaralım: “Adem, su ile çamur arasında iken ben nebi idim.” Başka bir rivayette: “Adem, toprak ve su yokken ben nebi idim.”

    Hadis uleması, Peygambere isnat edilen bu sözlerin aslının olmadığını, bunun uydurma bir hadis olduğunu hem de “müttefekun aleyh” olarak zikrederler. Başta, Suyûti olmak üzere, İbn Hacer, Beyrutî, Elbanî, Aclûnî gibi kadim büyük âlimlerle İzmirli İsmail Hakkı gibi yakın geçmişimizin büyük üstatları, mezkur rivayetin kesinlikle hadis olmadığını tespit ile “uydurma hadis” olduğuna hükmetmişlerdir.

    Zaten, hiçbir hadis kaynağında da bu rivayetler geçmez ama her nasılsa bunlar tasavvuf kitaplarında yerini almıştır. Sohbetlerde de, sevgili Peygamberimizi övme adına bu rivayetler derin bir duygu yoğunluğu içinde gözyaşlarıyla anlatılır.

    Peygamberimizi övmek için, bu tür uydurma rivayetleri anlatmaya ihtiyaç var mıdır? Daha kimse yaratılmadan önce ilk yaratılan ve yaratıldığında da kendisine nebi’lik verilen bir Peygamber, nasıl olur da Kur’an’da “Hateme’n-Nebiyyîn=Nebilerin Sonuncusu” (Ahzab,40) diye vasıflandırılır?! Şimdi, bu rivayetlerdeki sözler mi doğrudur, yoksa Kur’an’daki ayetler mi?!..

    ***
    Sahih nakli esas alan ana kaynaklardan uzaklaşınca, Kur’an ve Sünnet tatbikatında yer almayan rivayet kültürünün itikadımızı nasıl kaydırdığına sanırım bu “uydurma hadis” çarpıcı bir örnektir. Rabbim, bizi sırat-ı müstakim üzere daim kıl, amin.

     

    Mehmet Emin Parlaktürk

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/60616/ovgude-asirilik-ve-peygamberimizin-ilk-nebi-olusu.html

     

     

     

×
×
  • Create New...