Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kanijeli

Üye
  • Content Count

    110
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    5

Posts posted by kanijeli


  1. "Müslüman cemaatçilik yapmaz, cemaatleşir"

     

    cemaat olabilmek ne kadar önemli. "Müslümanlar kardeştir" beyanına nazaran dünyanın 4 bir tarafında din olarak İslamı seçmiş insanların kardeşimiz olduğunu bilerek yaşama şuuru... Dünyanın bir ucundaki kardeşinin ayağına diken batsa onu yüreğinde hissedebilmek...

     

    içimizin kan ağladığı günlerden kurtuluşa ermeyi Allahu Teala nasib-i müyesser eylesin inşallah...

     

    cami cemaati mevzusuna değinmeden de geçmek olmaz. ben, sen, o, kısacası biz 5 vakit namazımızda imkanlar nispetinde camileri doldurmuyorsak vah halimize!!!

     

    camiler cemaatten yana mahzun, 2-3 saf yatsı cemaatlerinin ortalaması? yaş ortalaması ise 60 civarı! Nerde bu gençlik? Yatsılarda, sabahlarda neden boş camiler?

     

    Allahu Teala yatsı ve sabah namazlarımızı da cuma ve bayram kalabalıklarıyla kılmayı nasip eyler inşallah...

     

    Her zaman ümitliyiz çünkü Müslümanız...

    • Like 1

  2. Amr bin Fuheyre (r.a.)

     

     

    Davetin ilk günlerinde İslam safına katılan bahtiyarlardan birisi de Hz. Aişe’nin anne bir kardeşi olan Tufeyl bin Abdullah’ın zenci kölesi Âmir bin Füheyre (r.a.) idi. Hz. Âmir, Peygamberimiz, Erkam’ın evinde bulunduğu sırada iman etmişti.

    Âmir bin Füheyre’nin Müslüman olduğunu haber alan müşrikler, kendilerine bir kurban daha bulmuşlardı. Peygamberimizin etrafında toplananların çoğal­ması onları çileden çıkarıyordu. O sıralar Hz. Bilâl de (r.a.) iman halkasına gir­mişti. Her gün ayrı bir işkence, değişik bir azap ile karşılaşıyordu. Müşrikler, Âmir bin Füheyre’yi onun yanına katarak birlikte eziyet ettiler.

    Bir gün Hz. Bilâl ile Hz. Âmir bin Füheyre’yi birlikte bir ipe bağlayarak hay­laz çocukların eline verdiler. Mekke sokaklarında sürüklenirdiler.[1]İnançların­dan döndürmek için her türlü zorluğu tattırdılar. Fakat gözü dönmüş nasipsizle­rin işkencesi bu Peygamber âşıklarına hiç tesir etmiyor, eziyetin şiddeti arttık­ça, iman çağlayanlarının sebat ve metanetleri kuvvetleniyordu.

    Sonunda Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu iki mazlumun imdadına yetişti. Sahiplerine bedellerini ödeyerek azat etti. Onlar âdeta sabırlarının ilk mükâfatını dünyada almışlar, dünya ve ahiret hürriyetine kavuşmuşlardı.

    Ebû Kuhâfe, oğlu Hz. Ebû Bekir’in, Müslüman olan köleleri, kurtuluş akçele­rini vererek azat etmesine bir mana veremiyordu. Bir gün oğlunu çağırarak, “Oğulcağızım, bakıyorum da, hep zayıf, köle ve cariyeleri satın alarak azat ediyorsun. Böyle yapacağı­na, güçlü, kuvvetli olanlarını satın alıp kurtarsan da, onlar senin koruyucun ve destekçin olsa, daha iyi olmaz mı?!” diye konuştu.

    Hz. Ebû Bekir, babasına yüce maksadını şöyle anlattı:

    “Babacığım, ben böyle yapmakla onlardan faydalanmayı değil, sadece Allah’ın rıza­sını düşünüyorum

    Hz. Âmir, Bedir ve Uhud Savaşlarına katıldı. Üstün kahramanlıklar göster­di.

    Âmir bin Füheyre, Suffe Ashâbı’ndandı. Sahabilerin kurralarından, yani güzel Kur’ân okuyanlarından birisiydi. Peygamberimizin kâtipleri arasında da yer alı­yordu.

    Uhud Savaşı’ndan dört ay sonra Necid bölgesinde oturan Âmiroğulları kabi­lesinin reisi Ebû Berâ, Peygamberimize gelerek, kavmine İslamiyet’i anlatma­ları için birkaç sahabi göndermesini istedi. Peygamberimiz göndereceği sahabileri himaye etmesi için Ebû Berâ’dan söz alarak Suffe Ashâbı’ndan 40, bir ri­vayette 70 kişiyi irşat heyeti olarak gönderdi. Bu heyetin içinde Âmir bin Füheyre de vardı.

    Heyet, Bi’r-i Maûne (Maûne Kuyusu) bölgesine vardığında konakladı. Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir bin Tufeyl, amcasını dinlemedi, etraf kabilelerden adam toplayarak, istirahat hâlinde bulunan sahabilere saldırdı. 39 sahabiyi şehit ettiler.

    Müşriklerden Cebbar bin Sülmâ, mızrağını Âmir bin Füheyre’ye saplayınca, “Valla­hi kazandım, gitti!” sözünü işitti. Hz. Âmir şehit düşünce, göğe yükseldi. Bu sözü işiten ve semaya yükselişini gören Cebbar gelerek durumu Hz. Dahhak’a (r.a.) sorunca, Dahhak da Hz. Âmir’in cenneti kazandığını bildirdi. Bu manzara karşısında Cebbar iman etti. Böylece bir kişinin şehadeti, bir diğerinin imanına vesile oldu.

    Katliamın müsebbibi Âmir bin Tufeyl, sağ kalan Hz. Amr bin Ümeyye’yi (r.a.) getirterek, şehit olanların kimliklerini öğrenmek istedi. Hz. Amr, hepsini teker teker söyledi, fakat Âmir bin Füheyre’yi göremediğini bildirince, Âmir bin Tufeyl, Cebbar’ı göstererek, “Ben sana onun durumunu haber vereyim mi? Şu adam ona mızrağını sapladı. Çekip çıkardıktan sonra adam göklere yükseldi, yükseldi, kayboldu. Vallahi onu bir daha görmedim!” dedi.

    Hz. Âmir bin Füheyre’nin durumu Peygamberimize ulaşınca, “Melekler onun cesedini göğe yükselttiler ve defnettiler.”[2]buyurdu. Hz. Âmir bu sırada 40 yaşında idi.

    Allah ondan razı olsun!



    [1]Tabakât, 3: 230.
    [2]Üsdü’l-Gàbe, 3: 91; Tabakât, 3: 231.

     

     

    • Like 1

  3. burada eleştirmeyi istediğim nokta illa ki bir yerlere birşeyler yapma zorunluluğu altındaymışız gibi hareket edilmesidir. mesela akm'yi yıkıp yerine daha kullanışlı bir yapı yapma projesi ya da emek sinemasını ykıp yerine daha iyisini yapmak ya da son günlerdeki gezi parkı projesi.

     

    elbette ülkemize katkı sağlayacak herşey güzeldir lakin bazen abartılı olduğunu da düşünüyorum. diğer illerimizin belediye faaliyetlerine bakıldığında özellikle büyükşehir merkez ilçelerinde yoğun olarak sosyal belediyecilik namına bir yarış almış başını gitmektedir. yaşlılar emekliler için konaklar, hanımlar lokalleri, meslek edindirme kursları, gençlik merkezleri, vs,... akıl almaz derecede yatırımlar yapılmaktadır. bunların kararları verilirken gereklilik değerlendirmesi yapılıyor mu ya da bunlara karar verilirken göz önünde tutulan kriterler nelerdir bilmiyorum ama her mahallede bu denli merkezlerin yapılmasını gereksiz görüyorum. ayrıca bunların topluma fikir namına ne katacağını da merak ediyorum. elbette faydası belli noktalarda olacaktır ancak fikir dinamosuna bağlanmadığı müddetçe boş!

     

    sözün özü emek sineması çok da umurumda keşke eski çöplük haliyle kalsa bana ne? ya da akm kalsın böyle yıkılana dökülene kadar kullansınlar umrumda olmaz! yapsan da yıksan da yaranamazsın salıver gitsin kendi mezbeleliklerine...

     

    bu zihniyet bizim camilerimizi ortadan kaldırdı, yıktı, depo yaptı, sattı, parti binası olarak kullandılar, ne zulümler gördük ne berzahlardan geçtik. bu vatan Müslümanım diyenlerindir ve inşallah kıyamete kadar da öyle kalacaktır.

     


  4. arada sahafları dolaşmak lazım, belli mi olur belki Üstadın eski eserlerine rastlarız...

     

    elbette ki belli bir Üstad hassasiyetine sahip olan kişiler nazarında bu eserin satılığa çıkarılması kabul edilebilir değildir. İnşallah çaresizlikten satılmıştır, sadece para için satıldıysa çok yazık!

     

    alana da hayırlı olsun ne diyelim.


  5. NELER OLDU?

     

    2000 yılında başlayan Milli Gazete yazarlığı serüvenimizin 2013 Nisan'ında sona ermesi üzerine kamuoyunda belli bir hassasiyet oluştu. Benim irademle ve bakışımla/duruşumla örtüşen-örtüşmeyen birçok yorum yapıldı, yapılıyor. Meselenin hakikatini açık ve net bir şekilde ifade etmek kaçınılmaz oldu bu durumda.

     

    Adına "Arap Baharı" denen süreç, Büyük Ortadoğu Projesi'nin metot değiştirerek, daha "soft", "rıza üretimi"ne dayalı, geniş kitleler üzerinden yürütülmeye başladığı döneme damgasını vurdu. Ancak bu gerçeğin bir başka gerçeğin üstünü örtmesine izin vermemek durumundayız: "Arap Baharı" denen süreç hakkında üretilecek yorumların, her ülkenin kendi özel şartları dikkate alınarak üretilmemesi durumunda vahim genellemeler yapmak, dolayısıyla gerçeği yansıtmayan neticelere ulaşmak kaçınılmaz olacaktır.

     

    Söz gelimi Libya ve Tunus'ta yönetimler, Batılı güçlerin açık, doğrudan ve "iştahlı" destekleriyle alaşağı edildi. Bu ülkelerin, başta petrol olmak üzere Batılı güçlerin ilgisini cezbeden potansiyelleri, sürecin bildiğimiz şekilde neticelenmesinde elbette birinci derecede belirleyici oldu.

     

    Ancak mesela Mısır söz konusu olduğunda Batı'nın, Libya ve Tunus'taki gibi açık, doğrudan ve iştahlı desteğinden söz etmek mümkün değil. Mısır'da iktidara gelen İhvan, devrim öncesinden gelen ve devrim sürecinde katlanarak büyüyen ekonomik, sosyal, siyasî… pek çok problemle boğuşuyor ve uzun bir süre bu problemlerle tek başına boğuşmak zorunda…

     

    Batılı güçlerin Libya ve Tunus'a verdiği yakın desteği Mısır'dan esirgemesi elbette son derece anlamlıdır. İktidara gelir gelmez İsrail'i ve Batılıları rahatsız eden politikaları uygulamaya koymakta tereddüt etmeyen İhvan'a bunun faturasını ödetmekte kararlı olduklarını her fırsatta gösteren Batılı güçlerin İhvan'ı "dönüştürdüğünü" söylemenin elbette inandırıcı bir yanı olamaz!

     

    Öte yandan "Arap Baharı" sürecinde Yemen ve Bahreyn'de de halk ayaklanmaları oldu. Başta Mısır olmak üzere süreç içinde iç savaş yaşayan ülkelerin hiç biriyle ilgilenmeyen İran'ın bu iki ülkede yönetim karşıtı bir pozisyon belirlemesi ve isyan hareketlerini desteklemesi konusunda neler söylemeliyiz? Eğer "Arap Baharı" başta sona Batılı güçlerin planlayıp uygulamaya koyduğu bir süreçse İran'ın Yemen ve Bahreyn'de Batılılarla iş tuttuğunu mu söylemeliyiz?

     

    Ve Suriye… Sözün bittiği yer!

     

    Suriye'de halk, yıllardır tepesinden inmeyen demir yumrukla hesaplaşmak için sokaklara döküldü. Süreç bütün dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Geldiğimiz noktada Rus yapımı silahlarla Şii katiller karadan, Nusayrî Esed'in İsrail'e karşı kullanmadığı uçakları havadan Suriye halkını katliama tabi tutuyor. Bizse oturduğumuz yerden "Suriye'de kardeş kanı akmasına karşıyız" temcidini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz! Haklı olsak bile bu söylemin son tahlilde kimin işine yaradığını düşünmeyi dahi akledemiyoruz!

     

    Suriye meselesine böyle baktığım için Milli Gazete'de bu doğrultuda yazılar yazdım. Nihayet nisan ayında üstüste yazdığım 3 yazıdan sonra Milli Görüş camiasının tabanından ve tavanından gelen tepkiler arttı. Bu konuda yazmamam istendi.

     

    Önümde iki seçenek vardı: Ya Suriye meselesinde yazmamayı kabul ederek Milli Gazete'de yazmaya devam edecektim veya yazmayı tamamen bırakacaktım. Tereddüt etmeden ikincisini tercih ettim ve 12-13 yıldan sonra Milli Gazete ile yollarımı ayırmış oldum.

     

    Bütün detayların ötesine geçerek şu yalın soruların cevabını dürüst bir şekilde vermek bu ülkede İslamî hassasiyete, tarih şuuruna ve itikat bilincine sahip olduğunu söyleyen herkesin vicdan ve iman borcudur:

     

    1. İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık bakımından ABD-Batı-İsrail troykası ile Rusya ve Çin arasında nasıl bir fark var? Çeçenistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Rusya değil mi? Doğu Türkistan'da bir halkı soykırıma tabi tutan Çin değil mi? Bu iki emperyalist ülkenin elinde de Müslüman kanı yok mu?

     

    2. Nusayrî Esed katilini kayıtsız-şartsız-limitsiz destekleyen İran'ın bunu, Ümmet'i ABD ve İsrail'in zulmünden korumak için yaptığını düşünmek doğruysa, 1979 devrimi esnasında ve sonrasında İran'da katledilen Sünnîler için ne söylemeliyiz?

     

    3. Hizbullah'la birlikte uyduruk bir "mukavemet hattı" söylemi üzerinden, mevhum ve muhayyel ABD ve İsrail karşıtlığı üzerinden İslam coğrafyasındaki etki alanını hızla genişletmekte olan İran'ın asla samimi olmadığını ABD'nin Irak işgali esnasında izlediği tutum yeterince açık biçimde göstermedi mi? İran'ın yanıbaşında ABD 1 milyon insanı katlederken, bir coğrafyayı yağmalayıp kimliğini değiştirirken bu "mukavemet hattı" neredeydi? Bu ne menem bir "mukavemet"tir ki, ABD burnunun dibine kadar sokulduğu halde kılını kıpırdatmamıştır?

     

    4. Bir önceki maddenin son cümlesi yanlış oldu; düzeltiyorum. Bu "mukavemet" kılını kıpırdatmıştır: Irak topraklarında ABD ile birlik olup Sünnî katliamı yapmıştır!! İşin en can yakıcı yanı nedir biliyor musunuz: Şia bütün bu icraatları öyle ustaca kamufle etmiştir ki, ben ve benim gibi tekil birkaç ses bu katliamlara dikkat çekerken "mezhepçi/bölücü" oluyoruz; Şia ise birleştirici oluyor, ümmetçi oluyor! Bunun insafala, iz'anla, firaset ve basiretle bağdaşır yanı var mıdır?

     

    5. Ali Şeriati gibi, Muhammed Hüseyin Fadlullah gibi zatların dikkat çektiği bir gerçek var: "Ali taraftarlığı" anlamındaki Şiilik ile Safevi Şiiliği birbirinden farklıdır. Bugünkü İran'da yaşatılan ve yayılan Şia, "Ali Şiası" değil, "Safevi Şiası"dır. Safevi Şiası'nın diğerinden farkı itikadî, siyasî ve kültürel anlamda ayrıştırıcı, kin ve nefret üzerine kurulu kurgusal bir millî din anlayışına sahip olması ve en az bunun kadar önemlisi, bu tutumu bir "ideoloji" olarak yaşatıp propaganda etmesidir. Bugün Suriye coğrafyasını ateşe veren ideoloji budur ve Ali Şiası nezdinde "heretik" olan Nusayrîlik, Safevi Şiası'nın "kankası"dır. Bütün bu gerçekler gün gibi ortadayken, bugünkü İran'ı bu ümmetin "hamisi" olarak görmek en hafif tabiriyle "gaflet" değil midir?

     

    6. Küresel ve bölgesel problemlerin İran Şiiliğiyle karşılıklı güven ve "kardeşlik" anlayışı içinde çözülmesi ancak bir şekilde mümkündür: Ya Sefevi Şiası tarihî, kültürel ve ideolojik saplantılarından vaz geçtiğine Ümmeti ikna edecek veya Ümmet Safevi Şiası'nın takiyyesine aldanarak onun dümen suyunda yürüme basiretsizliğine düçar olacak! Safevi Şiası itikadından ve ideolojisinden vaz geçmediğine göre Suriye meselesinde İran'ın yanında durmak, ABD ve İsrail'in bölgeyle ilgili projelerinin karşısında durmaktan çok, Safevi Şiası'nın Ümmet'le savaşında Ümmet'in karşısında durmak anlamına gelmeyecek midir?

     

    7. Suriye'de Nusayrî Esed yönetimine karşı savaşan gruplar içinde ideolojisini, siyasetini, ilişkilerini doğru bulmadıklarım var. Selefi çizgiyi benimseyenlerden Batı yanlısı sekülerlere kadar birçok grup Esed'le mücadelede yan yana gelmiş durumda. Esed'in zulmüne karşı çıkmak, Esed'in zulmüne karşı çıkanları desteklemek, otomatik olarak bunları da desteklemek olarak algılanıyor. Bunlar içinde Batı'nın bilhassa destekledikleri de var, kara listeye aldıkları da. Zaten Esed sonrası "İslamcılar"ın iktidarı ele geçirmesinden endişe ettiği için ABD ve Batı Suriye meselesinde ayak sürüyor. Bu durum bütün çıplaklığıyla ortadayken Esed'in karşısında yer almak niçin ABD ve Batı yanında yer almak olsun?

     

    8. Suriye meselesinde tutum belirlerken Suriye'de canını dişine takarak topyekün bir direnç ortaya koyan Müslümanları dinlemek, onların meseleye bakışını esas almak yerine Batı medyasının veya İran'ın dezenformasyonunu esas almanın inandırıcılığı olabilir mi?

     

    9. Suriye'de kardeş kardeşi öldürmüyor; seyrettiğimiz, Müslümanlara karşı içinde yüzyıllardır biriktirdiği kini mazlum bir millet üzerine boşaltan Safevi torunlarının katliamıdır. Kadın-çocuk demeden, cami-hastane demeden, sivil-asker demeden her yeri, her şeyi, herkesi bombalayan, eline geçirdiği insanları en vahşi muamelelerle inleten canavar ruhlu sadistler söz konusu. Hani biz mazlumdan yanaydık, zalim "kardeşimiz" bile olsa?

     

    10. En kötü senaryo, Esed'in gitmesi halinde bunun Batı'nın ve İsrail'in işine yaraması. O zaman safların belirginleşmesini sağlayacak en önemli soruyu soralım: Bizim hariçten gazel okurken gördüğümüzü orada fiilen savaşan Müslümanlar göremiyor mu?

     

    Ve son söz: Ben İran'ın ve Hizbullah'ın ve Rusya'nın ve Çin'in yanında yer almaktansa, Suriye'de canını dişine takmış bir kurtuluş savaşı yürüten Sünnî Müslümanların yanında yer alıyor ve fiilen olamasa da dualarımda onların yanında yer almayı adalete, hakkaniyete, tarihe ve vicdana saygının gereği olarak görüyor, bütün benliğimle Suriye'deki kardeşlerimin muvaffakiyeti için dua ediyorum.

    Ebubekir Sıfil

     

    http://www.ebubekirsifil.com

     

     

     

    bu duruşundan ötürü Ebubekir Sifil Hoca'yı tebrik ediyorum. Allah kendisinden razı olsun ve kendisi gibilerin sayısını arttırsın. Kalemini satmamanın, fikrini peşkeş çekmemenin örneğini göstermiştir. Bu arada kendisini yazı hususunda uyaran "milli görüş" e de hayret! Pes ki ne pes! Yani böyle kör muhalefet olur mu? chp den mhp den ne farkın kalıyor? hakikatleri kör eden muhalefet anlayışına yazıklar olsun! Basiretini kendi elleriyle bağlayanlara da yazıklar olsun!


  6. Ayasofya: “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”

     

     

    Belçika’nın en büyük kentlerinden Gent’te 2007 yılında yürürlüğe konan ve başörtülülerin gişelerde çalışmasını yasaklayan kararın Gentli vatandaşların 10 bin imza toplamasıyla yürürlükten kaldırılması, bana yıllardır Ayasofya ile ilgili yürütülen çalışmaları ve toplanan milyonlarca imzayı hatırlattı.

    Ayasofya, Cumhuriyet tarihinin en gizemli, en mahrem ve en tabu konularından biri. Yıllardır üzerinde konuşulur, tartışılır, eylemler düzenlenir ama nedense bu konuda karar verme durumunda olanlardan hiçbir ses çıkmaz. Bu durum, demokratik açılımların zirve yaptığı Menderes ve Özal devirlerinde değişmediği gibi yüzde elliyi aşan çoğunlukla 11 yıldır iktidarda bulunan Erdoğan zamanında da değişmedi. Değişmesi şöyle dursun, konuşulmadı bile.

    Bu ülkede Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması meselesi açıkça tartışılabilirken, hükümet her fırsatta okulun açılması konusunda her türlü desteğin verileceğini dile getirirken, kimsenin yaşamadığı bir adada bulunan ve yıllardır harabeye dönen tarihi Ahtamar Kilisesi restore edilip 95 yıl sonra ibadete açılırken, Bursa’nın Nilüfer ilçesinde bulunan tarihi Aziz Pandeleimon Kilisesi'nde 90 yıl, Trabzon’daki Sümela Manastırında 88 yıl, Diyarbakır'da bulunan Surp Gragos Ermeni Kilisesi'nde 31 yıl aradan sonra ilk kez ayin düzenlenirken Ayasofya’nın bırakın ibadete açılması, tartışmasının bile yapılmaması, en hafif deyimiyle fethe, Fatih’e ve tarihe ihanettir. Kiliselerin restore edilmesine ya da oralarda Hristiyan vatandaşların ibadet etmesine elbette diyecek bir sözümüz olamaz. Bizim sözümüz, kiliseler ihya edilirken Ayasofya’nın 79 yıldır sessizliğe ve ibadetsizliğe mahkûm edilmesinedir.

    Terör gibi her alanda ülkenin önünü tıkayan kangrene dönüşmüş bir sorunu çözme iradesi gösteren, çeteler ve cuntalarla mücadele ederek ülkenin demokratikleşmesi yönünde önemli adımlar atan, Türkiye’nin Ortadoğu’da dengeleri kontrol eden en önemli güçlerden biri ve Avrupa ile boy ölçüşme aşamasına gelindiğini iddia eden, IMF’ye olan borcu bitirmekle övünen, Balkanlar’da, Orta Asya’da ve Afrika’da açılımdan açılıma koşan ve yüzlerce kiliseyi restore ederek ibadete açan hükümet, nedense iş Ayasofya’ya geldiğinde sessiz kalmayı tercih ediyor.

    Ayasofya ile ilgili yapılması gereken en önemli iş, öncelikle Ayasofya üzerindeki bu gizemin kaldırılmasıdır. Ayasofya’nın nasıl müzeye çevrildiği ve niçin açıl(a)madığı tüm yönleri ile birlikte çıkılıp açıkça halka açıklanmalıdır. Önceki yıllarda Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi sürecinde yaşanan sahte imza tartışmaları ve ilgili Bakanlar Kurulu kararının Resmi Gazete’de yayınlanmaması gibi konular açıkça halkla paylaşılmalıdır.

     

    Fethin yıldönümü hangi yüzle kutlanıyor?

    Ayasofya ile ilgili hiç konuşulmuyor derken, Başbakan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamadan habersiz olduğum sanılmasın. Konuyla ilgili ilk kez konuşan Başbakan Erdoğan’ın sözleri, Ayasofya ile ilgili yıllardır yetkili ağızlardan gelecek bir müjde kırıntısına ayarlı Müslüman yüreklere su serpmekten ziyade ipe un sermekten öteye gidemedi. Hatta daha da ötesi Müslüman yüreklerde yeni ve derin bir yara daha açtı. “Etraftaki diğer camiler dolsun, ondan sonra düşünürüz.” anlayışındaki başbakanın öncelikle Ayasofya’nın sadece bir camiden ibaret olmadığını bilmesi gerekiyor. Kültür eski Bakanı Ertuğrul Günay’ın, “Böyle kalması daha iyi!” şeklindeki açıklaması ise başbakanın açıklamalarına rahmet okutacak cinsten olmuştur.

    İlginç olan diğer bir nokta da Fatih’in, fethin sembolü olarak nitelemesine ve camilikten çıkarılmasına karşı açık bedduasına rağmen yıllardır sessizliğe mahkûm edilen Ayasofya ortada dururken her yıl İstanbul’un fethinin kutlanmasıdır. İçerisinde ibadet etmeye cesaret dahi edemediğin camileri bulunan bir kent, fethedilmiş sayılabilir mi?

    Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, en basit deyimiyle fethin sulandırılmasıdır, bir ülkenin egemenliğine karşı apaçık bir saldırıdır, 481 yıl aradan sora fethin rövanşının alınmasıdır.

    Yıllardır bu duruma seyirci kalan mirasyedi torunlar olarak hangi yüzle fethin yıldönümünü kutluyoruz?

    Tarihe saygı, her yıl ihtişamlı gösterilerle fethin yıldönümünü kutlamakla ya da köprülere isim vermekle olmaz. Ayasofya’yı ibadete açın da görelim saygınızı!

     

    Ziya Müezzinoğlu / Habervaktim

     

    • Like 1

  7. Bugünlerde Ayasofya açılsın diye milleti sokağa dökenler vakti zamanında meclise girdiklerinde kendilerine yapılan "Ayasofya açılsın" talebine karşın "Bu tür mevzular fuzulidir, Ayasofya gündemimizde yok" diyerekten asıl maksatlarını ve davalarında ne derece samimiyet! sahibi olduklarını göstermişlerdir. Bu günlerde kendisi için vefa geceleri tertiplenen ve gençliğin önderi gibi gösterilenlerden refah partisinin kültür bakanı İsmail kahraman Ayasofya ile ilgili fikrini o zaman beyan etmiştir. Şimdi ise Anadolu Gençlik Derneği ve asıl adı Talebe Birliği Federasyonu olan ve hakkı olmadığı halde MTTB ismini kullanan gençlik oluşumlarının fikri yönlendiricisi olan gerçek İsmail Kahraman'ın kim olduğu ve hangi amaca hizmet ettiğini gösterir bir vesikadır bu Ayasofya cevabı. Ayasofya'ya karşı hassasiyet besleyen Anadolu Gençlik Derneği mensubu kardeşlerimizi ve diğer kardeşlerimizi tenzih ederekten bilinmesi namına bu hakikatleri açıklamakta fayda görmekteyim...

     

     

    • Ayasofya

    Refah Partisi tarafından yıllardır sahiplenilmeye, politik getiri elde etmeye ve popülist politikalarına dayanak edilmeye çalışılan, iktidar dönemlerinde ibadete açacaklarını vaat ettikleri Ayasofya konusunda, iktidardaki Refah Partisi’nin görüşünün değişip değişmediğini öğrenmek için bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na, Başbakan Erbakan tarafından yazılı olarak cevaplandırılması istemiyle bir Soru önergesi verdim. 26.7.1996 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na verdiğim Soru Önergesi’nde, “Ayasofya Camii’ni ibadete açmayı düşünüyor musunuz? diye sormuştum. İşte cevap vermedikleri ve kitap yayına hazırlandığı sırada bu defa sözlü olarak cevaplandırılması istemiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na tekrar verdiğim Soru Önergesi...
    • TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
    • ANKARA
    • Aşağıdaki sorumun Başbakan Sayın Necmettin Erbakan tarafından yazılı olarak cevaplandırılması hususunda delaletlerinizi arz ederim.
    • Mustafa TAŞAR
    • Gaziantep Milletvekili
    • Ayasofya Camiini ibadete açmayı düşünüyor musunuz?
    • Yıllardır Ayasofya’yı iktidara gelir gelmez ibadete açacakları söyleyenler, bu konudaki soruyu dahi cevaplandırmaktan kaçınmıştı. İşsize yakın tarihli bir örnek. 16.8.1993 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Erbakan’ın beyanatına dayatılarak yazılan haberde Erbakan, 199, Martında Ayasofya önünde olacağız” diyor. İşte belgesi!..
    • Cumhuriyet
    • 16/08/1993
    • Erbakan : 1994 martında
    • Ayasofya önünde olacağız
    • Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN partilerinin iktidara gelmesinin en büyük devrim olacağını ileri sürerek 1994 martında Ayasofya önünde olacaklarını söyledi.
    • Necmettin ERBAKAN, Güngören Belediyesince Kamer ve Kazım Karabekir mahallelerinde yaptırılan iki sağlı ocağının açılışını yaptı. Havaalanı Mahallesi’nde tapu dağıttı. Düzenlenen törenlerde yaptığı konuşmada, ERBAKAN Refah Partili olmayan belediyeleri taklitçi olarak nitelendirdi. 1994 martında yapılacak yerel seçimlerde başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere bin belediye başkanlığını kazanacaklarını ileri süren ERBAKAN, mart ayında Ayasofya önünde olacaklarını ve burasını ibadete açacaklarını söyledi. Erbakan, 440 bin öğrencinin üniversiteye alınması ile ilgili şöyle dedi:
    • “İnsanlar okumak öğrenmek istiyor. Eğitim kelini böyle kapatıyoruz. Martta bir kuş, iki kuş değil, bin kuş birden vuracaksınız. Kazakistanlı, Cezayirli, Kuveytli Müslüman, dünyadaki bir buçuk milyar Müslüman Refah Partisi’nin Türkiye’de iktidara gelmesini istiyor.”
    • Refah Partisi’ne mensup belediyelerce düzenlenen tapu dağıtma ve açılış törenlerinde konuşan Erbakan, Refah Partisi’nin iktidara gelmesinin en büyük devrim olacağını, 1994 Martında Ayasofya önünde olacaklarını ve ibadete açacaklarını söylüyordu. Oysa iktidardaki Refah Partisi’ne bu konuda sorduğum Soru Önergesi’ne cevap dahi verememişlerdi.
    • Refah Partisi’nin maskesini bir kez daha düşürmek için Ayasofya konusunda verdiğim Soru Önergesi’ne yazılı cevap veremeyen ve kaçmayı tercih eden Erbakan, bu konudaki maskesini saklamayı tercih etmişti. ma, maskeyi bu defa Refah Partili Kültür Bakanı İsmail Kahraman üşürmüştü. 5.8.1996 tarihli Sabah gazetesindeki beyanatında, “Bizim gündemimizde Ayasofya yoktur. Konu bulmak için bunu eşeliyorlar” diyerek, adeta Refah Partisi’ni bu konuda tekzip ediyor ve maskesini üşürüyordu. İşte haberin kupürü...
    • Sabah
    • 05/08/1996
    • “Ayasofya Gündemimizde yok”
    • Refah Partili Devlet Bakanı Ahmet Cemil Tunç’un “Ayasofya ibadete açılmalıdır” sözlerine, Kültür Bakanı İsmail Kahraman’dan cevap geldi. Kahraman, “Bizim gündemimizde Ayasofya yoktur. Konu bulmak için bunu eşeliyorlar.” Dedi. Kahraman, Ayasofya tartışmasının “fuzuli” olduğunu belirterek, “Bu konu ne Kültür Bakanlığı’nın ne de hükümetin gündemindedir. Gereği olmayan bir hadisedir” dedi. Ayasofya’nın cami olarak mı, yoksa şimdiki haliyle mi kalması gerektiğini konusunun ne Kültür Bakanlığı’nın ne de hükümetin gündeminde olmadığını vurgulayan Bakan Kahraman, “Ayasofya diye bir konu yok. Gündemde mevzubahis bile değil” diye konuştu.
    • Bu itirafı yorumlamaya ihtiyaç var mı?

     

     

    http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/refahgercegi/ayasofya.htm

     


  8. Protestan Müslümanlık ve Peygambersiz İslam

     

     

    Tesettürü baş örtüsüne , Peygamber (sav)'i notere indirgeyen bir zihin kirlenmesi yaşıyoruz.İslam inancını simgeleyen anahtar kavramların içinin boşaltılarak anlamlarının çarpıtılması cahilane veya masumane bir tavır değil, İslamı protestanlaştırma projesinin ürünüdür.

     

    Gözden geçirmek ve yeniden anlamlandırmak anlamına gelen revizyonizm , Müslümanların gündemine hep reform olarak gelmiştir. Revizyonizm ; bir düşünce sisteminin temel ilkelerinden , varsayımlarından ve hedeflerinden bir kısmının değiştirilmesinin ve düzeltilmesinin istenmesi , değiştirilmesi ve düzeltilmesi mümkün olmayan değer ve kavramların ise anlamlarının çarpıtılması ve içlerinin boşaltılması anlamını taşımaktadır. Burada asıl olan o düşünce sistemine ilişkin gerçeklerin üstünün örtülmesidir.

    İslam dünyasında yaygınlaşmaya başlayan revizyonist yaklaşımların nedenleri üzerinde ciddi bir şekilde durmak gerekmektedir.

    İslamofobi ile birlikte hız kazanan İslam akidesi ve düşüncesini hedef alan projeler, İslam'ın yeniden dünyanın gündemine özne olarak gelmesi gerçeğinin bir sonucudur.

    İslam;halkı Müslüman olan ülkelerde artık bir kimlik, bir aidiyet, bir taraf olma, bir saf tutma, bir var olma kavgasının adıdır. Elbette böyle bir ortamda Müslümanlar da toplumsal muhalefetin öncüleri ve ülke iktidarlarının da alternatifsiz adayları konumundadır.

    Bu gerçek, emperyalizmin askeri ve finans gücünü devreye sokarak, düşmanı, yani İslam'ı alternatif olmaktan çıkarma girişimlerini yoğunlaştırmasına neden olmaktadır. Aslında emperyalizme karşı direnme potansiyeline sahip toplumların bu direncini kırmak için onların dayanakları olan yerel, milli ve dini değerlerini tahrip etmek için izlenen yöntem oldukça sade ve nettir. Öncelikle bu değerlerin içi boşaltılmakta, kavramları yozlaştırılmakta, öğretileri sulandırılmakta ve ardından hükümsüzleştirilerek yaşam alanından uzaklaştırılmaktadır.

    Sonra da toplumlara yeni kimlik ve aidiyetler takdim edilerek bunların evrensel değerler olarak benimsetilmesi projesi yürürlüğe konulmaktadır. Elbette bu, Batı kültürünün tarihi asimilasyon politikasının yeni bir versiyonudur ve emperyalizmin bütün dünyayı aynileştirme politikasının zorunlu sonucudur.

    Bunları gerçekleştirmek için de; İslami söylemlerin Müslüman elitler tarafından sekülerleştirilmesi sağlanmakta,İslam'ın Protestanlaştırılması ve "dinde reform" adı altında revizyonizmi düşünce dünyasında hâkim kılma projeleri ustaca uygulamaya konulmaktadır.

    Genel olarak revizyonistler , özelde de İslam revizyonistleri şu yöntemlere başvururlar ,

    1. Düşüncenin veya inancın dayandığı temel kaynaklar arasında çelişki iddiası ve bu kaynaklardan birinin tasfiyesi istemi. Burada hedef İslam'ın pratik hayata intikali anlamına gelen Sünnet ile Kuran arasında çelişki olduğu iddiasını ortaya sürüp , Sünnet hakkında kuşkular uyandırmak ve böylece hadis ve Sünneti reddetmek.Bunun için de direk ret yolu seçilmemekte , hadislerin çoğunun uydurma olduğu , sünnetin bağlayıcılığının olmadığı v.s gibi örtülü eleştirilerle işe başlanmaktadır.

    Oysa sünnet; Kur'anın pratik hayata yansıması, bir başka ifade ile yaşayan Kur'andır.

    Protestan Müslümanlığın peşinde koşanların en temel hedefi Peygambersiz bir Müslümanlık algısını yaygınlaştırmak, bir başka ifade ile sünneti saf dışı etmektir.

    2.Bir inanç sistemine o inanç sistemi ile uyuşmayan başka inanç ve düşünce sistemlerinin eklenmesi yani sentezcilik. İslam ile kapitalizm , komunizm , veya ırkçılığı harmanlama teşebbüslerinin nasıl bir sonuç doğuracağı ortadadır. İslam sosyalizmi , liberal İslamcılar , demokrat Müslüman , Türk İslam'ı , Kürt İslam'ı , Arap İslam'ı gibi isimlendirmelerin oluşturduğu iman kirlenmesinin boyutlarını açıklamaya gerek yoktur.

    İslam vahye dayanır. Vahye dayalı bir dinin beşer zihninin ürünü olan herhangi bir felsefe veya ideoloji ile harmanlanması, kirletilmesi küfürdür.

    3.İnancı simgeleyen anahtar kavramların içinin boşaltılması ve anlamlarının çarpıtılması. Örneğin , İslam'daki "ulu'l emre itaat" ilkesinin İslam'ın söz konusu olmadığı bir ortam ve yöntemle iş başına gelmiş melik,kral,sultan gibi yönetici ve hükümetlere itaat olarak gösterilmesi , zekatın devlete ödenecek vergi olarak tanımlanması, cihat,şehadet,imamet gibi dini ıstılahların kirletilmesi…

    4.Sulandırma , tahrif… İnanç ve düşüncenin temel kavramlarının anlamlarının daraltılarak , sulandırılarak anlamsız hale getirilmesidir. Örneğin İslam'daki hicap ve tesettürün bir metrelik başörtüsüne dönüştürülmesi, veya horoz ve tavuk kurban edilmesine

    fetva verilmesi gibi değerleri sulandırmaya matuf teşebbüsler.

    5. İnanç ve değerler sisteminin hafızasının silinmesi ve geçmişle bağların koparılması.İçtihat,kıyas,icma,zühd,takva,tasavvuf vs birikimlerin unutturulması veya itibarsızlaştırılması…

     

    Ömer Vehbi Hatipoğlu

     

    http://www.haber7.com/yazarlar/omer-vehbi-hatipoglu/1027938-protestan-muslumanlik-ve-peygambersiz-islam


  9. vakti zamanında biz de az toplamadık kapı kapı dolaşarak. torba torba şeker, biksüvi, kuruyemiş, gofret, çikolata,vs,... Konyalı çocukların bayramıdır şivlilik. Hiç bitmemesi gereken bir etkinlik. Mübarek 3 ayların başlangıcında çocuklar seviniyor. Bu mübarek günlerin bereketinden onlar da nasipleniyor... Ne güzel... Konya'da “Şivlilik” Etkinliği
    Konyalı çocuklar, 'üç aylar'ın gelişini yöreye has şivlilik etkinliği ve fener alayları düzenleyerek kutlayacak.
    583556.jpg

    Selçuklu Belediyesi, her sene düzenlenen kutlama sevincine bu yıl ilk defa ortak olacak. Üç ayların başlamasıyla birlikte oluşan manevi atmosferin içinde yer alan çocuklar, Selçuklu Belediyesi’nin düzenleyeceği etkinliklerle şivlilik ve fener alayı geleneğini yaşatacak.

    Selçuklu Belediyesi’nin organize ettiği şivlilik ve fener alayı kutlamaları yarın saat 20.00’de belediye binası önünde gerçekleşecek. Fener alayı yürüyüşünün yapılacağı etkinlikte çocuklara özel tasarımlı ledli fenerler ve balon dağıtılacak. İllüzyon, Hacivat Karagöz, tahta bacak, maskot, palyaço ve havai fişek gösterilerinin düzenleneceği etkinlikte çocuklar sandalye kapmaca, yoğurtta sakız bulma, halat çekme, kaşıkla yumurta taşıma ve çuvalla koşu gibi geleneksel çocuk oyunlarıyla eğlenceli anlar yaşayacak. Hem çevreye hem insan sağlığına zarar veren lastiklerin yakılması yerine, yüzlerce dilek feneri havaya uçurularak gökyüzünde görsel şölen sağlanacak. Şivlilik ve fener alayı kutlamalarına atılanlara mini poşetlerde şivlilik ikramı yapılacak. Şivlilik ve fener alayı etkinliğine tüm Konya halkının davetli olduğu belirtildi.

    BİR KONYA GELENEĞİ: ŞİVLİLİK
    Şivlilik, Konya’da çocuklar tarafından üç ayların başlangıcında yapılan kutlamadır ve önemli bir kültür mirasıdır. Her Regaib Kandili’nin sabahı erken saatlerde gruplar halinde toplanan Konya’nın çocukları, tek tek evlerin kapılarını çalarak, açılan kapıdan kendilerine uzatılan kuru üzüm, nohut, şeker, çikolata vb. yiyeceklerle ellerindeki poşetleri, öğle saatlerine kadar doldurmaya çalışır.

     

    Cihan/ http://www.habervaktim.com/haber/326458/konya039da-sivlilik-etkinligi.html

     

     

     

     


  10. Bilmediğimiz ne kadar çok şey var. En basitinden bir ilmihali bile okumuyoruz halbuki ilk okumamız gereken ve hayatıma nakşetmemiz gereken ilmihaldir.

     

    Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu,

    Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu

     

    Üstada kulak vermemiz lazım, ilmihal ve fıkıh eserleri başucu kitabımız olmalı.

     


  11. Öyle bir manzara ki bir insana ilahiyat okumasını tavsiye mi etmeli yoksa etmemeli mi? İlahiyatların günümüzdeki karışık haline bakınca insan endişe ediyor, diğer taraftan aklı başında düzgün kişilerin gitmemesi halinde topyekün meydan bu adamlara kalacak. "Konuşsam olmuyor, sussam gönül razı değil" tarzında bir durum. Ancak meydandaki 3-5 adama bakıp da bütün tabloyu kötülemek de doğru değil. Ehli sünnet itikadında gayret sarfeden ilahiyatçılar da mevcut ancak diğerlerinin arkalarındaki destekler vasıtasıyla ön planda olmaları onların etkisini arttırıyor. Bir de insanımızda "yahu adam koskoca profesör, vardır bir bildiği" mantığı da olunca bu tür liyakatsiz adamlara maalesef haddinden fazla itibar ediliyor.

     

    Gerçek manada ilim adamının "profesör" etiketine ihtiyacı olmadığı gibi "profesör" etiketi de herkesi ilim adamı yapmaz. Bunun bilinmesi lazım.

     

    Mesela bir İhsan Şenocak örneği var. Geçtiğimiz yıllarda "İnkişaf" adlı bir dergi çıkarmıştı. Bu derginin yükü kendisinin omuzlarındaydı. 19 Mayıs İlahiyatta görevli. O dergi 8-10 sayı çıktı ve bayağı da önemli mevzulara değindi Allah razı olsun. Şimdi de "Hüküm" adlı mecmuayı çıkarıyor. Böylelerini de gözardı etmemeliyiz. Ehli sünnet çizgisinde böyle Müslümanların sayıları artar inşallah.

     

    Ancak ilahiyat ucu meçhul bir kuyu, dikkati elden bırakmamak lazım...


  12. "Türkiye'de İslamcılık Sempozyumu" adlı bu program başlığını afişte kendisini gördüğümüz merhum Necip Fazıl Kısakürek Üstad şayet görmüş olsaydı zannımca "İslam" ne başına ne sonuna herhangi bir şekilde ne ek ne de kelime kabul eder itirazında bulunurdu.

     

    Okuyunca kanaatimi belirtmek istedim.


  13. İlahiyatçılar camiasının kıdemli yüz karalarından Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın, bir televizyon programında kendisini arayan bir kişiyle arasında şöyle bir telefon görüşmesi olmuş:

     

    –Siz diyormuşsunuz ki, “Allah bir kimsenin evlenene kadar kimle evleneceğini bilmez”.

    – Onu ben demiyorum, onu Allah kendisi söylüyor. Allah bunu nereden kararlaştırmışsa sana emreder mi “Şununla evlen, bununla evlenme”, ne manası kalır?

    –Yani kiminle evleneceğimizi bilmez mi?

    –Hayır! Böyle olacak olsa emretmesinin manası var mı?!

    –Peki bunun dayanağı nedir?

    Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet var bu konuda. Ayetlere yanlış anlamlar vermişlerdir.... Bu tür ayetlere genellikle Süleyman Ateş doğru mana verir. Ali İmran 140-142’nci ayetler. Bu bir.. İkincisi de Tevbe Suresi 16’ncı ayeti....

    –Bu konuda bir ders yapacak mısınız?

    –Hayır ama bir kitap yazacağım. Çünkü millet hep kaderciolmuş. Kaderdeki iman esası olmuş. Dolayısıyla insanların hoşuna gidiyor aklını kullanmamak.... Allah, senin cehenneme gideceğini bile bile seni yarattıysa, bundan sonra seni neden sorumlu tutuyor?!

    –Peki bu konuda mezhep imamlarının görüşü nedir?

    –Yaa mezhep imamlarını boş ver kardeşim. Onların Kur’an’la bir alâkaları yoktur zaten.

     

    Abdülaziz’in sözünü ettiği ayet mealleri ise (Süleyman Ateş’e göre) şöyle:

     

    Eğer size bir yara dokunduysa, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... onları biz insanlar arasında çevirip dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine gâlibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazan ötekine). Allâh inananları ortaya çıkarmak, sizden şehidler edinmek için (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allâh, zâlimleri sevmez.

    Ve inananları iyice özleştirmek, kâfirleri de mahvetmek için (günleri insanlar arasında böyle çevirmektedir).

    Yoksa siz, Allâh, içinizden cihâd edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Ali İmran, 3/140-142)

    Yoksa siz, Allâh içinizden cihâd eden ve Allah'tan, Elçisinden ve mü'minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allâh yaptıklarınızı haber almaktadır. (Tevbe, 9/16)

     

    Abdülaziz’in ifadelerine bakıldığında, asıl amacının kaderi inkârolduğu görülüyor.

    Allahu Teala’nın geleceği bilmesinin bile kader (takdir etme) anlamına geleceğini düşündüğü için, O’nun c. c. geleceği bilmemesi gerektiği sonucuna varıyor.

    Delil olarak da, yukarıdaki ayet meallerinde geçen ifadeleri öne sürüyor.

    Ancak, Allahu Teala, şunu da bildirmektedir:

     

    Dileseydik, herkese hidayetini verirdik, (herkesi doğru yola iletirdik). Fakat benden “Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmiyle tamamen dolduracağım!” kararı çıkmıştır. (Secde, 32/13)

     

    Evet, Allahu Teala, insanlar ve cinler Cehennem’e girmeden, onların Cehennemlik olacağını bilmektedir. Hatta bunu kararlaştırmış,takdir etmiştir. O insanların ve cinlerin kaderi böyledir.

    Böyle olmakla birlikte, Allahu Teala, onlara, iman etmeyi ve salih amel işlemeyi teklif etmiş (onları mükellef tutmuş), karşılığında Cennet vaad etmiştir. Onların Cehennemlik olduklarını, iman etmeyeceklerini bile bile..

    Bununla birlikte, Allahu Teala’nın kaderinde bir zulüm de yoktur.

    Böylesi bir kader inancının, insan aklının sınırlarını aştığı doğrudur. Allahu Teala, insanlara, aklı bu kadar vermiştir.

    Eğer müslümansanız, kadere inanır ve Allahu Teala’nın kaderinde zulüm olmadığını da kabul eder, buna da yürekten inanırsınız.

    Kadere inanmamaya gelince, kimse kimseyi zorla müslüman yapamaz. İsteyen inanır, istemeyen inanmaz.

    Abdülaziz efendi de, kadere inanmıyor. Hatta, Allahu Teala’nın geleceği bildiğine de inanmıyor.

    Secde Suresi’ni okurken aklını nereye gönderiyor, onu da bilmiyorum, merak da etmiyorum. (“Aklı var mı ki bir yere göndersin?!” derseniz, cevap bulamam.)

    Burada, Abdülaziz’in sözlerini uzun uzadıya tartışmayı dagereksiz buluyorum.

    Ancak, pekçok kişinin, Bayındır’ın patolojik bir vaka olduğunu söyledikleri görülüyor.

    Bence, patolojik değil, kriminolojik bir vaka..

    Patolojik olsaydı, acırdık, “Allah şifa versin” derdik. Tam aksine, kafasının yanlış yorum üretmek için hiç durmadan fazla mesai yaptığını görüyoruz.

    Aslında, delil olarak gösterdiği ayetlerin, iddiasını ispatlamaya yetmeyeceğini o da bilir. Bilecek kadar “aklı” vardır.

    Burada asıl sorun şu, Abdülaziz ve onun gibi tipler, neden böyle yapıyorlar? Bunun ardındaki temel saik nedir?

    Boş yere Abdülaziz’e cevap vermeye çalışmak yerine, bu konu üzerinde durmak daha yararlı olur.

    Konuya bu açıdan bakıldığında, ortada beş ihtimal bulunduğu söylenebilir:

    Bir: Abdülaziz patolojik bir vakadır, tımarhaneliktir.

    İki: Abdülaziz, “kafayı sıyırmamışsa da”, okuduğunu anlamayan bir eblehtir, zekâ özürlüdür.

    Üç: Abdülaziz, Kur’an’ın konuyla ilgili diğer ayetlerini ve iman esaslarını beyan eden Cibrîl hadîsi gibi hadîsleri bilmemektedir. Zır cahildir.

    Dört: Abdülaziz, Mehmet Şevket Eygi’nin yüzlerce, binlerce kez tekrarladığı gibi, modernist ve mezhepsiz bir ilahiyatçı olarak, Sabatayistlerin, Pakradunilerin ya da başka türden bir dönme taifesinin Müslümanlar’ın içine soktuğu bir ajandır.

    Beş: Abdülaziz, bile bile “mahallenin delisi” rolünü oynamakta, karanlık bir odak tarafından kendisine verilen görevi ifa etmektedir.

    Şimdi bunları sırayla ele alalım.

    Birinci ihtimali geçerli kabul edip, Abdülaziz’in patolojik bir vaka olduğunu düşünmek abes olur. Bu şahıs, kendisini Mehdî, kurtarıcı, peygamber, melek, tanrı vs. ilan eden biri değil. Bununki tam tersi, Allahu Teala’yı, geleceği bilme bakımından hâşâ firaset ve basiret sahibi insanlardan bile aşağı derekeye indirmeye çalışıyor.

    İkinci ihtimal çerçevesinde, Abdülaziz’in bir ebleh ya da ahmakolduğunu düşünmek de yanlış olur. Genelde ahmakların zararı kendilerine olur, bununki ise başkalarına.. Keşke ahmak olsaydı; prof. dr. unvanını alamaz, konuşup yazmayı beceremez, böylece kimseye fazla bir zararı da dokunmazdı. Tam aksine, hinoğlu hin bakışının gösterdiği gibi, oldukça uyanık ve kurnaz biri.

    Üçüncü ihtimal de geçersiz görünmektedir. Bununki bilgisizlik ya da cehaletten kaynaklanan bir kafası karışıklık değil, taammüden işlenen bir cinayet.

    Dördüncü ihtimale gelince.. Bu konular aslında Mehmet Şevket Eygi’den sorulur. Ancak, Mehmet Şevket efendinin, nedense isim vererek hiç tartışmadığını, “Mezhepsizler, alçaklar, modernistler vs.” diyerek gölgelerle savaştığını görüyoruz. Hani İbn Teymiyye ve Muhammed bin Abdülvehhab gibi ölmüş insanların ismini vermese, isim vermeme gibi bir hassasiyetinin ya da ilkesinin bulunduğunu düşünüp saygı duyacağız. Ama, kazın ayağı öyle değil. Şimdiye kadar hiç kimse İbn Teymiyye’nin hatalarını dile getirmemiş olsa, gerekli uyarıyı yaptığı için, yine tutumuna saygı duyacağız, ama İbn Teymiyye'nin cumhura muhalefet ettiği konular bilinmektedir ve belki bir milyon kez yazılıp söylenmiştir. Şevket bey ise, sayıyı neredeyse iki milyona tamamlamak için bütün gücünü sarfediyor. Abdülaziz gibilere gelince de, suspus oluyor. Abdülaziz Ermeni mi, Yahudi mi, Rum mu, Pakraduni mi, Sabatayist mi, yoksa Türk oğlu Türk mü?.. Şevket beyin, bu konulardaki engin ve derin bilgilerini konuşturarak acilen bu meseleye açıklık getirmesi bekleniyor.

    Abdülaziz Bayındır kripto mu, değil mi?.. Muhterem Şevket bey, bir kez olsun delikanlı ol, açık konuş, şuna cevap ver..

    Gelelim beşinci ihtimale.. Öncelikle şunu söyleyelim: Ehl-i Sünnet ulemasına göre, Abdülaziz Bayındır gibilerin yukarıya aldığımız türden ifadeleri küfürdür. Nitekim Âliyyü’l-Kârî, Fıkhı Ekber Şerhi’nde şöyle demektedir: “Evet, kim ki, Allah Teala’nın (bir şey) vuku bulmadan önce (onu) bilmediğine itikad ederse bunu söyleyen her ne kadar bid’at ehlinden olursa da kâfirdir.” (çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., s. 434-435)

    Yani, böyle bir herzeyi, bir hristiyan ya da yahudi değil, Müslümanlar arasındaki bid’at (Ehl-i Sünnet dışı) fırkalardan birinin mensubu da söylese, kâfir kabul edilir. “Ehl-i kıble tekfir edilmez” kaidesi dikkate alınmaz.

    Doğal olarak, “Mezhep imamlarını boş ver” diyen Abdülaziz efendi, Âliyyü’l-Kârî’yi dünden boş verecektir. (Nasıl boş vermesin ki, mealini aktardığımız Secde Suresi ayetini ve daha pekçok ayeti bile boş vermektedir.)

    Kendisi açısından Abdülaziz, Kur’an’ı mezhep imamlarından bile daha iyi anlayan müthiş bir müctehid.. Ehl-i Sünnet açısından ise, küfre düşmeyi umursamayan bir bid’atçi..

    Meseleye Ehl-i Sünnet açısından bakıldığında, kâfir olmaktan hiç çekinip korkmayan Abdülaziz’in, kendisine verilmiş birtakım karanlık görevleri yapıyor olmasının doğal karşılanması gerektiği ileri sürülebilir. (İsteyen meseleye Abdülaziz açısından bakıp, 1400 yıldır aldatılan Müslümanlar’a Abdülaziz’in, çağdaş Türkiye’nin laik ve demokratik cennet düzeninde kurtuluş yolunu gösterdiğini düşünebilir.)

    Abdülaziz, kendisine verilen Müslümanlar’ın itikadını çağdaş zihniyet çerçevesinde düzeltme, “çağdaş ve bilimsel düşünmeyi” sağlayacak şekilde kaderciliğin prangalarından kurtarma, “aklın hür ufuklarına taşıma” misyonunu kabul eder mi, etmez mi?..

    “Hayır, ben böyle gizli görevleri kabul etmem” mi der, yoksa, “Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz” diye mi düşünür?..

    “Hem Müslümanlar’ı mezhep imamlarının Kur’an’a aykırı görüşlerinden kurtar, hem de kader inancıyla uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan modern odaklardan beslen.. Oh, çift katlı ekmek kadayıfı” diye bıyık altından güler mi?..

    Hani tilkiye sormuşlar, “Tavuk sever misin?” diye de, “Ağzımın suyu aktığından konuşamıyorum ki” demiş ya..

    Doğal olarak bu tür konular, Mahir Kaynak gibi yazarların uzmanlık alanına giriyor, fakat nedense o, İslamî kesime yönelik oyunlar konusunda bizi aydınlatmıyor.

    O yüzden biz de, sadece soru sormak ve düşünmekle yetinmek zorunda kalıyoruz.

    Tabiî meselenin bir de, karanlık odak boyutu var..

    Karanlık odaklar, Müslümanlar’ın itikadının bozulması (ya da kendileri açısından bakıldığında “fikri hür, vicdanı hür” hale gelmeleri,kadercilik bataklığından kurtulmaları için) birtakım adamlara görevler verirler mi, vermezler mi?..

    Abdülaziz’le ilgili sorulara cevap veremesem de, bu suale hiç tereddütsüz evet diyebilirim.

    Onların, tavşana kaç, tazıya tut deme becerisini gösterebildiklerini biliyoruz. Bir yandan Ehl-i Sünnet inancını tahrip etmek için adamlar istihdam edebilir, tazıya tut diyebilirler, diğer yandan da, Ehl-i Sünnet’i savunanlar arasına elemanlar yerleştirip, o mecrayı da kontrol altına alabilir, tavşana kaç diyebilirler.

    Filmin rejisörü açısından, hikâyenin iyi adamları ile kötü adamları arasında bir fark yoktur. Onun açısından iyi adam, rolünü en inandırıcı biçimde oynayan adamdır.

    İyi adam, seyirci kendisini onunla özdeşleştiriyorsa, kötü adam da, seyircinin nefretini ve öfkesini toplayabiliyorsa, yönetmen açısından başarılıdır, iyidir.

    Böylece, filmin sanal dünyasına insanlar kendilerini kaptırır, hayal dünyasına dalıp giderler.

    Günümüzde Müslümanlar arasında tartışılan meselelere de bu açıdan bakmak gerekir.

    Maalesef maç, Müslümanlar’ın yarı sahasında oynanıyor. Türkiye Müslümanları'nın önemli bir kısmı ne yazık ki, Şeriat’sız bir İslam’ı,ahlâk edebiyatına indirgenmiş bir din anlayışını, laiklik ve demokrasi idealleri çerçevesinde yeniden şekillendirilen bir fıkıh ve devlet düşüncesini, Batılılar’la birlikte İslamcılık karşıtlığı yapan bir dindarlık tasavvurunu benimsemiş durumdalar.

    İşin o tarafını hallettiler..

    Şimdi iş, itikad aşamasında.. Saldırılan ilk kale, kader inancı..

     

    Dr. Seyfi Say

    • Like 2

  14. derhal hayata geçirilmeli diyorum. mevzubahis Üstad olunca bu bilgi kirliliğini ortadan kaldırmak için gayret sarfedilmelidir.

     

    o değil de; bu işten ilk rahatsız olması gereken Büyük Doğu yayınları değil mi? İnsan biraz sıkılır, Üstadın mirasını yiyip de bunlara seyirci kalmak, gerçi pekçok şeye seyirci kalıyorlar ya...

     

    böyle bir tepkinin bu siteden çıkması, buradaki samimiyeti ve Üstad sevgisini ispat ediyor.

     

    bu davranış bir "yanık kafa" örneği. mütereddid gönüldaşıma teşekkür ediyorum.

    • Like 1

  15. Hazreti istismar
    Hz. Mevlana'yı kullanarak Peygamberimiz (s.a.v)'e alternatif oluşturmak isteyen çevreler her yolu deniyor.Mevlana hazretleri Ilımlı İslam, Diyalog ve Hümanizm gibi, emperyalist projelerin bir parçası haline getirilmek isteniyor. Artık çirkin istismarı bırakıp, Mevlana hazretlerinin üzerinden elinizi çekin.


    Mevlana’ya ait olmayan sözleri kullanılarak ‘Diyalog’ ve ‘Hoşgörü’ adı altında; Şeriatsız bir Müslümanlık, İslâm’sız bir tasavvuf için çalışılıyor. Bunu yaparken de Mevlana’yı tarihsel kimliğinden kopararak, Mevlana’ya ait olmayan fikir ve düşünceleri O’na aitmiş gibi yayıyorlar. Mevlana’nın arkasına gizlenen bu çevreler, yeri geliyor kilisede sema gösterisi düzenliyorlar, yeri geliyor içkili tanıtımlarla Mevlana’yı bir araya getiriyorlar. Son yıllarda Mevlana adının geçtiği her programda ne yazık ki ayrı bir istismar örneği yaşanıyor. Adeta istismar kutsanıyor. Son olarak George Mason Üniversitesi’nde organize edilen ‘Diyalog ve Dostluk Yemeği’nde yine Mevlana istismarı vardı.. Mevlana hazretleri “Ilımlı İslam”, “Diyalog” ve “Hümanizm” gibi, emperyalist projelerin bir parçası haline getirilmek isteniyor. Artık çirkin istismarı bırakıp, Mevlana hazretlerinin üzerinden elinizi çekin.

    George Mason Üniversitesi Rumi Kültürlerarası Diyalog Kulübü’nün her yıl düzenli olarak organize ettiği ‘Diyalog ve Dostluk Yemeği’ üniversite öğrencileri ve akademisyenleri bir araya getirdi. Kültürlerarası diyalog ve çok kültürlü ortak yaşama katkıda bulunmak amacıyla düzenlenen yemeğin bu yılki sloganı ‘Mevlana’nın çok kültürlü toplumlarda barış içinde yaşam formülü’ olarak belirlendi. Üniversitede gerçekleşen programa, üniversite personeli, akademisyenler ve çok sayıda öğrenci katıldı. Programın ana konuşmacısı George Mason Üniversitesi Teoloji ve Güzel Sanatlar Departmanı Profesörü Dr. Ori Soltes, Mevlana’nın felsefesi ve hayatı hakkında bir konuşma yaptı. Rumi’nin Afganistan’da doğup, bir süre Bağdat’ta yaşadıktan sonra Türkiye’ye göç ettiğini ifade eden Soltes, Rumi’nin bu yönüyle bir çok kültürden etkilendiğine dikkat çekti.

    KENDİ ÇARPIK FİKİRLERİNE ŞİİRLİ DESTEK
    Mevlana’nın inanç ve insan farklılıklarının bilincinde olduğuna vurgu yapan Soltes,bu vurguyu desteklemek için Mevlana’ya ait olmadığı bilinen “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen. Ne bir din ne de bir kültürel sistem. Ne Doğu’danım ne Batı’dan, ne de denizden veya topraktan, ne et kemik ne de ruhum, ne hava, ne su, ne ateş ne de toprağım. Yokum, ne bu ne de öteki dünyada, ne Âdem ve Havva’dan geldim ne de herhangi bir yaratılış hikâyesinden. Yerim yersizdir, izsizliğin iziyim. Ne vücut ne de ruh! Ben sevgiliye aidim iki dünyayı bir gören ve o bir çağın ve bilgi, ilk, son, dış, iç, sadece nefes alan bir insan.” sözlerinden oluşan ‘Son nefes’ adlı şiiri okudu.

    BU SÖZLER KESİNLİKLE MEVLANA’YA AİT DEĞİL
    Mevlana’ya ait olduğu iddia edilen şiiri Milli Gazete’ye değerlendiren Sosyolog-Yazar Ali Bulaç: “Mevlana İslam tasavvufuna mensup bir zattır. Mevlana’nın referansı Kur’an ve sünnettir. Mesnevi Kur’an ayetlerinin ve peygamberin hadislerinin şiirsel bir dille anlatımıdır. Mevlana Mesnevi’nin başında “Yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in ayağının tozuyum” diyerek Kur’an’a ve sünnete olan bağlılığını ifade eder. “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen.” dizelerinin yer aldığı şiir kesinlikle Mevlana’ya ait değil. ‘Postmodern Kaosta Kıble Arayışı’ kitabımda kaynaklarıyla beraber bu şiirin sözlerin Mevlana’ya ait olmadığını sonradan Mevlana’ya izafe edildiğini yazdım. Üzerine basarak söylüyorum bu sözler Mevlana’ya ait değil” dedi.

    ŞERİATSIZ BİR MÜSLÜMANLIK İSLAMSIZ BİR TASAVVUF İSTENİYOR
    “Hümanizm adı altında şeriatsız bir Müslümanlık İslamsız bir tasavvuf isteniyor” diyen Bulaç “Bu açıkça Mevlana’yı su Batı İslam dünyasını askeri olarak işgal ederek, ekonomik olarakta sömürüyor. İslam dünyasında haklı bir direniş var. Bu direnişi kırmak İslamı ve Müslümanları pasfize etmek için bu tip girişimlere başvuruyorlar. Oluşturulan Mevlana imajına göre, Mevlana’nın şeriatla bir ilgisi yoktur, hümanisttir, herkesi sever; inanmış-inanmamış farkı gözetmez. Dolayısıyla Müslüman, Hristiyan, Yahudi, ateist, kim olursa olsun herkese kapısını açmış biridir. Bu Mevlana imgesi ne Mevlana’nın kendisiyle ne İslam’la ne de İslam tasavvufuyla bir alakası var. Amaçlanan Peygamber Efendimiz’e alternatif bir imaj ve figür üretme işlemidir” şeklinde konuştu.

    O SÖZÜN DE MEVLANA’YA AİT OLMADIĞI ORTAYA ÇIKMIŞTI
    Geçtiğimiz günlerde “Gel, ne olursan ol gel” diye bilinen sözünde Hz. Mevlana’ya ait olmadığı ortaya çıkmıştı.
    “Sevgi Medeniyetine Mevlana Çağrısı” başlığıyla çıkarılan Diyanet dergisinin mayıs sayısında yayınlanan makalelerde, “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya değil, Ebu Said Ebu’l- Hayr’a ait olduğu belirtilmişti

    MEVLANA İSTİSMARI DÖRT KOLDAN SÜRÜYOR
    Mevlevi zikirlerinin en önemli ritüellerinden olan sema ne yazık ki son yıllarda büyük bir dejenere ile karşı karşıya. UNESCO Uygarlıklar arası Diyalog İhtisas Komitesi işbirliğiyle 2007 yılında Aya İrini’de düzenlenen etkinlikte kilise ilahileriyle kadın semazenlar birlikte gösteri sunmuşlardı.
    “Mevlana’yı İslam’dan soyutlayarak dünya hümanizmine açma” çabasını sürdürenler, İslam dairesi içinde yer alan Mevlana’yı, dinler arası garip bir figüre dönüştürmek için büyük yoğun çaba sarfediyor.
    2011 yılında da Konya Büyükşehir Belediyesi Sema ekibi, Litvanya’nın başkenti Vilnuius’daki St. Catherine Kilisesi’nde sema gösterisi yapmıştı. Ardından Fransız içki firması Don Perignon’un Esma Sultan Yalısı’nda düzenlediği şampanyalı tanıtımda konuklar sema gösterisi eşliğinde kadeh tokuşturdu.
    Böylelikle ilk defa alkol ve Mevlana yan yana gelmiş oldu.

    AMAÇ TOPLUMUN RUH VE KÜLTÜR KÖKÜNÜ ZAYIFLATMAK
    Mevlana üzerine çalışan Prof. Dr. Abdullah Özbek’de Mevlana’nın istismar edilirek toplum mühendisliği yapılmak istendiğine dikkat çekti. Özbek “Mevlanâ kendisini, “Hz. Peygamber’in ayağının yolunun tozu ve Kur’an’ın kölesi” olarak tanıtıyor. Bunun dışında bir tanıtım yapanları da, kesinlikle hoş karşılamıyor! Mevlanâ’yı gündeme getirerek “hoşgörü muhabbeti” yapanlara, özellikle bu gerçeği hatırlatmakta yarar vardır. Meseleye bütüncül olarak bakmak lazım. Mevlana büyük bir ummandır. Bir toplumu onun görüşlerini yanlış tanıtarak başka istikametlere yönlendirmek isteniyor. Amaç toplumun ruh ve kültür kökünü zayıflatmak. Peki biz ne yapıyoruz asıl önemli olan o.” şeklinde konuştu.

     

    http://www.milligazete.com.tr/haber/Hazreti_istismar/279199#.UXlWo9FrNjo

     

    • Like 2

  16. “Hz. Muhammed’siz (s.a.v) Kutlu Doğum” 1

    Bir e-posta aldım, başlığı bu idi. ““Hz. Muhammed’siz (s.a.v) Kutlu Doğum olur mu yahu? Dedim haliyle ve kim göndermiş diye baktım. Eskişehir’den Ali İhsan İyibilen.

    Kendisini tanımadım. Tabi her gün öven, yeren, söven bir sürü mail aldığımdan önce yazıya baktım. Bayağı uzun bir yazı olunca içimde isteksizlik uyandı. Ama tam da kutlu doğum için konferanslara hazırlandığım bu günlerde bu başlık da ne demekti?

    Erinmedim okudum. Üstünde düşündüm. Benden başkasına da yollanmış mıdır, bilmiyorum. Faydalı olur diye iki yazı serisi ile konuya girmek istedim. Bu ilk yazıda siz de erinmeden o mektubu okuyarak konuyu tanıyın ve içindeki faydalı bilgilerden istifade edin istedim. İşte o mektup:

    “Muhterem Cemal NAR Beyefendi,

    Kutlu Doğum Haftası kapsamında Eskişehir Milli Eğitim Müdürlüğü, Eskişehir Müftülüğü, Gülen Cemaati mensuplarınca teşekkül ettirilen YUSEV, ESED, EDİMDER ve EMEDER dernekleri tarafından 20Nisan 2013’te 'Eskişehir O'nu Okuyor' adlı kitap okuma yarışması düzenlenecektir. Bu yarışma için öğrencilere ve vatandaşlara binlerce ücretsiz siyer kitabı dağıtılmıştır. Yarışmada lise 9, 10, 11, 12. sınıflar ve yetişkinler Dr. Reşit HAYLAMAZ’IN “Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz" isimli siyer kitabından sorumlu olacaklardır. Bu kitabın “Cennet” konu başlığı altında Peygamber Efendimize (s.a.v) çirkin bir iftiraya yer verilmiştir. Lise öğrencilerine ve yetişkinlere okutulması hedeflenen bu kitabın 252. sayfasında şu ifadeler yer almaktadır:

    "Ancak O'nun hedefi, öncel ikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da kelime-i tevhidin ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile La ilahe illallah diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O (s.a.v), 'Kim La ilahe illallah derse cennete girer' buyuracaktı. Daha baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı hâlde gelişi sona denk getirilmiş; peygamberlik güftesine kafiye koyacak son sultan olduğu için de, bedeniyle ruhunun buluşması risâlet açısından en sona bırakılmıştı.

    Hz. Peygamber'e imanın, Müslüman olmanın zorunlu bir unsuru olmadığı inancını işleyen bu ifadeler, bir bütün olarak peygamberlik kurumunu, özel olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'in risaletini inanç sistemi dı= Eına itmektedir.

    Paragrafın sonunda yer alan: “Daha baştan O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunun için yaratılmış ve onun için de, ilk yaratıldığı hâlde gelişi sona denk getirilmiştir.” cümlesinde Allah (c.c.)’ın Peygamberimizi, kendisini kabul etmese bile “La ilahe illallah” diyen insanları getirmek için yarattığı, O’nun yaratılış sebebinin bu olduğu söylenerek Allah(c.c)’a iftira edilmektedir.

    Dinler Arası Diyalog çalışmalarında sıkça işlenen: Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühi m olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed’i kabul ve tasdik etmek şart değildir, inancının Kutlu Doğum” gibi ulvi bir faaliyetin içinde hayat bulması, ödüllü yarışmalarla öğrencilerimize, gençlerimize, vatandaşlarımıza aşılanmaya çalışılması çok üzücü ve aynı zamanda düşündürücüdür. Peygamberinin hayatını okumak, öğrenmek isteyen halkımız bu yarışma ile hiç farkında olmadan kirli bir oyunun propagandası ile karşı karşıya kalmıştır.

    Muhterem Cemal NAR Beyefendi, sizden yarışmayı tertip eden kurum ve kuruluşların ikaz edilmesi, kamuoyunun bu konuda bilgilendirilmesi ve aydınlatılması, sağduyulu basınını meseleyi sahiplenmesine matuf girişimlerde bulunulması hususlarında yardımlarınızı talep ediyorum.

    Nevşehir’de düzenlenecek “Nevşehir O'nu Okuyor' adlı yarışmada yarışmaya esas teşkil eden Dr. Reşit Haylamaz’ın “Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz" isimli siyer kitabında yer alan vahim ifadelere Avanos Anadolu Gençlik Derneği itirazda bulunmuştur. Derneğin durumu Diyanet İşleri Başkanlığına bildirmesi üzerine Diyanet İşleri başkanlığı Nevşehir Müftülüğüne aşağıdaki yazıyı göndermiş bunun üzerine Nevşehir Müftülüğü yarışmadan çekildiğini açıklamıştır. Aynı yarışmanın yapıldığı Mamak’ta da tepkiler üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü ve Müftülük bu yarışmadan çekilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yazısını dikkatinize sunuyorum:

    "Nevşehir Müftülüğünün de katıldığı "Nevşehir O'nu (s.a.v) Okuyor" isimli kampanya kapsamında öğrenci ve vatandaşlara okutulması hedeflenen Reşit HAYLAMAZ isimli yazarın "Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz" adlı kitabının 252. sayfasında şu ifadeler yer almaktadır:

    "Ancak O'nun hedefi, öncelikle bütün insanları rahmet ve şefkatle kucaklayıp, ümmeti arasında da kelime-i tevhidin ikinci yarısını söylemekten kaçınarak kendisini kabul etmese bile La ilahe illallah diyen herkesi buraya getirmekti. Çünkü O, 'Kim La ilahe illallah derse cennete girer' buyuracaktı."

    Hz. Peygamber'e imanın, Müslüman olmanın zorunlu bir unsuru olmadığı intibaını uyandıran bu ifade ler, bir bütün olarak peygamberlik kurumunu, özel olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'in risaletini inanç sistemi dışına itmiş algısı oluşturmaktadır. Zira;

    1. Kur'an'ı Kerim pek çok ayet-i Kerime'de Hz. Peygamber''e imanı açıkça emretmiştir:

    "Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur" (Nisa-136).

    2. Yazarın zikrettiği ve kaynaklarda yer alan "Kim La ilahe illallah derse cennete girer" (Tirmizi, İman, 17; İbn Hanbel, Müsned, XXXII, 465) hadisindeki Tevhid ifadesi sını rlayıcı bir şekilde anlaşılmamalıdır. Zira bu rivayetin farklı ve pek çok tarihinde Hz. Peygamber'e iman açıkça bir şart olarak zikredilmiştir. Buhari'de yer alan "Kalben tasdik ederek Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v)'in O'nun elçisi olduğuna şehadet eden kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır" (Buhari, Camî', I, 37; Tirmizi, Sünen, IV, 320) rivayeti bu hadislerden sadece biridir.

    Nitekim böylesi temel bir meselede ayetleri görmezden gelerek ve hadisleri parçacı bir anlayışla değerlendirmek yanlış bir yaklaşımdır.

    3. Yazarın zikrettiği tarikte, kelime-i tevhidin sadece ilk kısmının yer alması, âlimler tarafından "Esasında kelime-i tevhidin ilk kısmı (La ilahe illallah) sonraki kısmını da (Muhammedün Resulullah) kapsayan nitelikte bir şiar olduğundan, bazı rivayetlerde birinci kısımla yet inilmiştir (İbn Hacer, Fethu'lbari, I, 194)" şeklinde yorumlanmaktadır.

    4. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v)'in mezkûr hadisini delil olarak kabul etmek, zorunlu olarak O'nun Peygamberliğini de kabul etmeyi gerektirir.

    Sonuç olarak, yukarıda geçenlere benzer şekilde, hadisleri bağlamından koparıp ilgili ayet ve hadisleri dikkate almaksızın yanlış algılar oluşturacak şekilde yorumlamak dini hassasiyetle bağdaşmamaktadır." Diyanet İşleri Başkanlığı

    Muhterem Cemal NAR Beyefendi, Bu hususta yapacağınız hizmetleriniz için şimdiden teşekkür ediyorum.

    Saygılarımla.”

     

    http://www.habervaktim.com/yazar/58638/hz-muhammedsiz-sav-kutlu-dogum-1.html

     

    • Like 1

  17. Ya “Süt Bankası”nın başındaki adam “sütü bozuk” ise!

     

     

     

    Aslında, bu tartışmalar geçen yılın Mayıs ayında başlamıştı... Uzun süre Doğan Grubu’nun çıkardığı “Anneyiz Biz” adlı dergide çalışan Derya Taşdiken adlı bir hanım, o günlerde ekranlara çıkıp, “proje”sini şöyle anlatıyordu:

    “Anne sütü olanlar,

    Olmayanları bulsunlar!”

    Biz, işte o günlerde;

    “Peki nasıl olacak bu iş?” diye sorup, “tereddüt”lerimizi dile getirmiştik.

    Demiştik ki;

    Eğer “süt veren” kadının da bir çocuğu varsa, çocuklar otomatikman “süt kardeşi” olacaklar ki, normal kardeşe “haram” olan, süt kardeşe de “haram” olacaktır... Peki, o çocuklar büyüyüp de “aynı memeden süt emdiklerini” bilmeden, meselâ “evlenmeye” kalkarlarsa ne olacak?..

    Ortaya; “kardeşin kardeşle evlenmesi” gibi bir “sapıklık” çıkmayacak mı?

    Bankadan “sperm” almakla, meçhul bir anneden “süt” emzirtmenin hiçbir farkı yoktur!..

    Çünkü, bu işin “kontrolü” ve “takibi” mümkün değildir, en azından imkânsıza yakın zordur!.. Hele hele, “İslâmi şuuru” olmayan biri, bu kontrolü hiç yapamaz!..

    Dolayısıyla “nesep”ler karışır!..

    Zaten, birçok konuda “kân dâvâsı” yaşıyoruz, bir de “Süt Dâvâsı” çıkarmayın başımıza!..

    SAĞLIK BAKANI NE DİYOR?

    Geçen yıl söylediklerimiz özetle bunlardı... Bugünlerde görüyoruz ki, bu konu yeniden ısıtılmış ve yeniden gündeme getirilmiş.

    Önceki gün Bursa’da temaslarda bulunan Yeni Sağlık Bakanımız Mehmet Müezzinoğlu, gazetecilerin ‘’Anne sütü bankası oluşturma yönünde bir çalışmanız vardı. Bununla ilgili din adamlarının ‘süt kardeş’ konusunda sıkıntı olabileceği yönünde haberler yer aldı. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?’’ şeklindeki sorusunu şöyle cevaplamış:

    ‘’Böyle bir çalışma var... Yanılmıyorsam 8 Mart’ta İzmir’de ilk Süt Bankası’nın açılışını yapacağız... Bir defa anne sütü çok önemli. Anne sütünün yerini alabilecek dünyada bir ürün yok. Dolayısıyla bir defa merkeze anneyi, anne sütünü, bebeği ve bebeğin sağlıklı gelişimini alıyoruz. Bebek için, hele hele anne sütü bulamayan bebek için en iyi nimeti ona sunmamız lazım.

    Bu en iyi, en doğal, en tabiî nimeti sunabilmek adına inançlar gereği bazı sıkıntılar varsa, buradaki nedir; kayıt sistemidir.

    Bugün parmağın ucunda milyonlarca işlemi yapabildiğin bir teknolojide, hangi anne sütü hangi bebeğe verildi, bu bebeğin künyesi nedir? Sütünü aldığımız annenin künyesi nedir? Bütün bunları paralel bir şekilde yürütebiliriz. Dolayısıyla bu konuda duyarlılığı olan insanımıza da bu süt nüfus cüzdanını eline veririz.

    Dolayısıyla bunda bir sıkıntı olacağı kanaatinde değilim. Kesinlikle kayıt olacak.

    Banka cümlesi, bir defa sistemin A’dan Z’ye kayıt sistemidir. Bir dernek sistemi değil, banka sistemi. Bu konuda bir sıkıntı olacağı kanaatinde değilim ama tabii ki bütün duyarlılıkları da önemsiyoruz. Hele hele bu konudaki duyarlılıklara teşekkür ediyoruz. Onların da vicdanen rahatlayacağı sistemi onlara da anlatırız. Onlara da bu sistemin yine varsa açıkları, o açıkları da telafi edecek tedbirler alırız.’’

    Sayın Bakan’ın açıklamaları böyle...

    8 Mart’ta İzmir’de “İlk Süt Bankası” açılmaya karar verilmişse, bu demektir ki;

    “Tartışmaya gerek yok... Biz kararımızı verdik, açacağız bankayı!”

    YA “SÜTÜ BOZUK”SA!

    Sayın Bakan’ın bu kararı vermeden önce kimlerle “istişare” ettiğini, bu işin “sakınca”larını araştırıp araştırmadığını bilmiyorum.

    Lâkin, Nisa Sûresi 23. ayette “sütanne” ve “sütkardeş”lerle evliliğin “haram” olduğu açıkça belirtiliyor... Bunun, sayın bakan tarafından da bilindiğinden şüphem yok.

    Ne var ki;

    “Parmağın ucunda milyonlarca işlem” yapabilen “teknoloji”ye aşırı güven duyması, “süt alan bebek” ile “süt veren anne”nin kayıt altına alınacağını açıklaması, yine de “tereddüt”leri gidermeye yeterli değil...

    Zira, “teknoloji” ne kadar gelişmiş olursa olsun, nihayetinde onu kullanacak olan “insan”dır!..

    O teknolojiyi kullanacak olan insan; eğer “samimi, dürüst ve dindar” ise, herhalde “duyarlı” davranır ve bir süt ile diğer sütü karıştırmaz!..

    Peki, ya o adam;

    “Sütü bozuk” biri ise!..

    “Kanı bozuk” biri ise!..

    Hem sonra;

    “Teknoloji” ne kadar “ileri” olursa olsun, ne kadar “tedbir” alınırsa alınsın, “insan”ın olduğu her yerde “karışıklık” olur.

    Ne yani;

    Hastanelerde, yeni doğan bebeklerin bileklerine “kimliği” yazılıyor da ne oluyor?.. Hiç mi “bebek karışıklığı” yaşamadık?..

    Bunca “teknoloji”ye rağmen, insanlara verilen “kan”da karışma olmadı mı?.. “Tahlil” yapılmadan verilen kanlar yüzünden insanlar AIDS’e ve daha başka hastalıklara yakalanmadılar mı?..

    Hadi, bunlardan vazgeçtik;

    Bu ülkede, “röntgen”ler ve “film”ler karışınca “ameliyat”lar da karışmadı mı?.. Meselâ; “guatr”dan ameliyat olacak bir hastanın “rahim”ini almadılar mı?.. Rahmi alınacak hastanın da guatrını almadılar mı?

    Bunlar gibi;

    Yığınla örnek var.

    AT ETİ SKANDALI!

    Alın size son örnek:

    Biz, şimdi “süt”ü tartışıyoruz ya, gazeteler son günlerde “et” haberlerinden geçilmiyor.

    Sadece 17 Şubat-22 Şubat arasındaki 5 günde gazetelerdeki “haber başlıkları”nı aktarmak istiyorum;

    “Avrupa’nın gündemine oturan at eti skandalı süpermarket reyonlarından okul, hastane ve otel gibi kurumların yemekhanelerine sıçradı... İngiltere Parlamentosu’ndaki restoran, lokanta ve kafelerin mönüsünde bulunan dört et ürününün at eti içerdiği belirlendi... Skandalın son yaşandığı ülke Çek Cumhuriyeti oldu. Pizen’deki Tesco marketlerde satılan lazanyalarda at eti tespit edildi... Romanya’da at arabalarının yasaklanmasıyla boştaki atların kesiminin ardından, Belçika’da yarış atlarının et ürünü yapıldığı anlaşıldı... Avrupa’yı sarsan at eti skandalına Nestle’nin de adı karıştı. Dünyanın önde gelen gıda şirketlerinden Nestle, İtalya ve İspanya’daki bazı ürünlerini raflardan kaldırdı... Romanya’da kayıp 50 bin atın kesilerek market raflarına çıktığı; afiyetle yendiği iddiası ortalığı karıştırdı... İngiltere’de toplatılan etlerde ağrı kesiciler tespit edilmesi, yarış atlarının da kesilerek piyasaya sürüldüğünü ortaya koydu... Skandal, İngiltere Kraliyet Ailesi’ni de vurdu... Kraliçe II. Elizabeth’in de at etinden yapılmış kıymayı yediği ortaya çıktı.”

    Niyetim, “midenizi kaldırmak” değil... Ama, görüyorsunuz işte; “teknoloji”nin ileri olduğu Avrupa’da bile, insanlara “at eti” yediriliyorsa, Allah bilir, bizim insanımıza neler yediriliyordur?.. Artık, “nallı kuzu” denilen “eşek eti”ni kanıksadık da, yediğimiz “et, sucuk ve sosis”lerin ne kadarı “domuz eti”dir, bilmiyoruz!..

    AVRUPA’NIN KAYGISI YOK!..

    Demek istiyorum ki;

    Bunca ince eleyip sık dokumaya rağmen, hele de Avrupa’daki etlere “at eti” karıştırılıyorsa, Türkiye’de “anne sütlerinin karışmayacağını” kim iddia edebilir?..

    Unutmayalım ki;

    “Teknoloji”yi de kullanan “insan”dır!..

    “Sütü bozuk”, ya da “kanı bozuk” bir insan, nasıl ki diğer insanlara “at eti, eşek eti, domuz eti” yedirmiştir, “Süt Bankası”nın başına geçirilecek bir insan da “sütü bozuk” olursa, ayıkla pirincin taşını!..

    Malûm;

    İlk anne sütü bankası 1909’da Viyana’da kuruldu, 1940’larda tüm Avrupa’da yaygınlaştı. Avrupa’daki süt bankalarının oluşturduğu ağa HUMANE adı verildi. 1985’te Kuzey Amerika Anne Sütü Bankası Birliği’nin (HMBANA) kurulmasıyla ABD, Kanada ve Meksika’da profesyonel bir yönetmelik oluşturuldu.

    Ne var ki;

    “Avrupa böyle yapıyor” diye, biz de illâ Avrupa’yı “örnek” almak zorunda değiliz... Çünkü Avrupa ülkelerinde; “sütlerin karışması” diye bir endişe yoktur.

    .......

    Haa, bütün bunları yazıyorum diye, “anne sütü”ne ve “süt anneliği”ne karşı çıktığım düşünülmesin.

    Karşı çıkamam, zira; Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) de “süt anne”nin sütünü emmiş ve Peygamberimiz, sütannesi Hazreti Halime’ye çok hürmet etmiş, ona “gerçek annesi” gibi davranmıştır.

    Bunun da dışında; çok çok iyi biliyoruz ki; “anne sütü”nün bebek için birçok faydası vardır... Hem bebeği astım, obezite, diyabet gibi hastalıklardan korur hem de emzirmek; annede doğum sonrası rahim kanaması, meme ve yumurtalık kanseri risklerini azaltır... Bebek ölümlerini de yüzde 21 azaltır...

    KAŞ YAPAYIM DERKEN!

    Ne var ki; İslâm Hukuku Profesörü Saffet Köse’nin de dediği gibi;

    “Aynı anneden süt emen çocuklar, aynı anne-babadan dünyaya gelmiş gibi kardeştirler... Evlenmeleri de Kur’an ve hadislerde yer alan kesin hükümlerle haramdır... Bu nedenle süt bankası gibi bir çalışmada kimin kimden süt emdiği net bir şekilde belli olmalıdır... Kim kimden ne emdi, net olması lazım... Yani bu şartlar sağlanırsa caiz olur.

    Yoksa caiz olmaz.

    Buradaki bir diğer konu da süt, temiz kabul edilen bir şeydir. Bu maksatla süt veren kadının Müslüman olması şartı yoktur. Yine de çocuğun annesi gibi olur ve nikâh düşmez. Eğer, bunun kaydı tutulmazsa bebek için çok önemli olan anne sütü hizmeti verilir ama bir harama kapı açılmış olur. O nedenle kaş yapayım derken göz çıkarılmış olur. Sütannelik durumunda süt emen çocuk sütanneden olan bütün çocuklarla evlilik durumu haramdır. Bu sebeple çocuk, sütannesinden olan bütün çocuklarını tanımalıdır.”

    PROF. KARAMAN DİYOR Kİ

    İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman’ın da uyarısı aynı şekilde;

    “Süt bankalarıyla ilgili verilen bilgiye göre bu sütler ayrı ayrı verildiği gibi birbirine karıştırılarak da verilmekte, hangi kadının sütünün hangi çocuğa verildiği bilinmemektedir...

    Başka dinlerde ve topluluklarda ‘sütanneliği’ ve bundan doğan evlenme engeli bulunmadığı için böyle bir uygulamada sakınca görülmemiş, bebekler için en uygun gıda olan kadın sütünden yararlanmak tercih edilmiştir.

    İslâm’da ise sütanneliği ve bundan doğan evlenme engeli vardır...

    Bu sebeple bebek, ilk iki yaşı içinde emdiği kadının ‘süt çocuğu’ olur, o kadınla, onun usulü, fürûu ve bazı yan akrabası ile evlenemez.

    Eğer kadın sütü alınacak ve bebeklere verilmek üzere bir yerde bekletilecekse bu sütün kime veya kimlere ait olduğu hem kabının üzerine hem de uygun bir yere kaydedilmelidir. Süt bir bebeğe verilirse bebeğin de kimlik kayıtları sütanneninkinin yanına kaydedilmeli, ayrıca ailesine bilgi verilmelidir.

    Bir bebek ayrı zamanlarda veya birbirini takiben birden fazla kadını emse bu kadınların hepsi bebeğin sütannesi olur. Buna göre sütleri karıştırılarak verilmiş kadınlar da verilen bebeğin sütannesi olurlar. Sütanneliğinin oluşmasında etkili/belirleyici olan, sütün bebeğe nereden ve nasıl verildiği değil, sütün bebeğin midesine girmesidir. Süt bankalarından yararlanmak isteyen Müslümanların bu konularda hassas davranmaları gerekir.”

    BANKA DEĞİL, BULUŞMA!

    Görüşleri aktardığımıza göre, şimdi de kendi önerimizi söyleyelim:

    Malûm, şu anda bir “Aile Hekimliği” uygulaması var ve gayet de başarılı yürüyor.

    Bundan hareketle diyorum ki;

    Bir hasta, nasıl ki; “Belirlenen aile hekimi”nden başkasına gidip, muayene olamıyorsa, “sütü gelmeyen” ya da “yeterli sütü olmayan anne”nin de, “belirlenen süt anneleri”nden başkasına gitmesi engellenmelidir.

    Peki, nasıl olacak bu?..

    Önemli olan; “Sütü olan anneler ile olmayanları buluşturmak” değil mi?..

    O halde, bu buluşturma; “sağlık ocakları”nda olduğu gibi herhangi bir “merkez”de de olabilir, “sütanne”lerin, “belirlenen saatlerde eve gelmesi” ya da “bebeğin onun evine götürülmesi” şeklinde de olabilir...

    Böylece, muhtemel karışıklıkların da önüne geçilmiş olur ve herkes rahat eder.

    Aksi halde, kuşkular sürer...

    Öyle ya;

    “Et”lerin karıştığı şu “teknolojik çağ”da, “süt”ler hayda hayda karışır.

    Bunlar benim fikrim.

    Ama, Sayın Sağlık Bakanı “karar”ını vermiş ve illâ da “Süt Bankası”nı açacaksa, diyecek bir sözümüz yok...

    Öyle ya;

    “Karar” verilmişse, “tartışma”nın ya da “teklif”te bulunmanın ne önemi var?!?..

    Biz istiyoruz ki;

    “Vebal”e girilmesin!..

    Biz istiyoruz ki;

    Muhtemel “sütü bozuk”lar yüzünden “nesep”ler karışmasın... Derdimiz bu!..

    Bunu dert edinen varsa!..

     

     

     

    Kaymakam Muammer Balcı, Vali Yardımcısı olmuş!

    Hatırlarsınız... 30 Ocak günkü Ayna’da; “K.T. isimli genç bir asker eşi” ile “gayrıahlâki ilişki yaşayan Niğde’nin Bor ilçesi Kaymakamı Muammer Balcı’dan söz etmiş ve bunun belgesi olan “fotoğraf”ları yayınlamıştım...

    Demiştim ki; “İlgilisinden ve bütün yetkililerden cevap bekliyorum.”

    Bir aydır ses-seda yoktu... Adeta yer yarılmış, herkes içine girmişti... Tam, “olayı ciddiye almadıklarını” düşünmeye başlamıştım ki; dün Niğde Muhabirimiz Dursun Suna’dan bir haber aldım... Dursun Suna’ya konuşan Niğde Valisi Alim Barut demiş ki; “Bor Kaymakamı Muammer Balcı, İçişleri Bakanlığı tarafından Karaman iline geçici görevle Vali Yardımcısı olarak atanmıştır... Soruşturma devam ediyor, Bakanlık ne yapar bilemem.”

    Bizim Dursun; “Abi” dedi; “Şimdi, Kaymakam Bey terfi mi ettirilmiş oldu?.. Hem gayrıahlâki ilişkiye gir, hem de Vali Yardımcılığı’na atan... Hiç olacak şey mi?”

    Dursun’a dedim ki, “Takma kafana... Kaymakam Bey’e süslü kaydırma yapmışlar!.. Dün Bor’un kralıydı, şimdi Karaman’ın bürokratlarından biri olacak!.. Aslında, tenzil-i rütbeye uğramış!”

    Gelişmeleri yakınen takibe devam edeceğim.

     

    Hasan Karakaya

×
×
  • Create New...