Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

The Spirit of Islam

Üye
  • Content Count

    428
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by The Spirit of Islam


  1. EBÛ ABDULLAH MAĞRİBÎ

     

    Evliyânın büyüklerinden. Adı Muhammed bin İsmâil Mağribî, künyesi Ebû Abdullah'tır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 892 (H.279) veya 911 (H.299) senesi Tûr-i Sinâ'da vefât etti. Hocası Ali bin Ruzeyn'in kabri yanına defnedildi.

    Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasan Ali bin Ruzeyn hazretlerinin sohbetlerinde ilim ve edeb öğrenerek yükseldi ve zamânının en büyüklerinden oldu. Talebe yetiştirmekte fevkalâde mâhir idi. Pekçok büyük zâtın yetişmesine vesîle oldu. İbrâhim bin Şeybânî, İbrâhim bin Havvâs, Ebû Bekr Bîkindî bunlardandır.

    Çok az yemek yerdi. Yediği şeyler ise insan eli değmemiş, yemeği âdet hâline getirdiği bâzı ot kökleriydi. Yolculuğa talebeleriyle berâber çıkar, devamlı ihramlı durmaya çalışırdı. Onu yakından tanıyanlar; "Elbisesi hiç kirlenmez, saçı sakalı hep aynı halde durur, büyümezdi." dediler. Dört oğlu vardı. Herbirine bir sanat öğretti. "Hepsinin, sanat sâhibi olması için niçin bu kadar gayret ediyorsunuz, sebebi nedir?" diye soranlara; "Vefâtımdan sonra geçim sıkıntısına düşerler. Sonra da, bizi sevenlere; "Ben falanın oğluyum." deyip, onlardan bir şey isteyip, üzerler, korkusuyla herbirinin sanat sâhibi olmasını istedim. Böylece, ihtiyaç ânında geçimlerini temin edip güçlük çekmezler." buyurdu. Güzel halleri ve kerâmetleri çoktu.

    Talebelerine ve sevdiklerine çoğu zaman dünyâ sevgisinin kötülük ve zararlarından anlatırdı. Bu hususta; "Kalbini dünyâya bağlamayan, nefsine bu yolda bir varlık tanımayan fakir bir kişi, faziletli işlerden pek azını yapsa dahi şu dünyâ hırsını kalbinde taşıyıp, âdeten ibâdet edenlerden daha kıymetlidir. Bu fakir kişinin çok az bir ameli, dünyâ sevgisine kapılmış kimselerin dağlar gibi yapacağı amelden çok daha kıymetli ve fazîletlidir." buyurdu. Sonra da; "Bir kimse, samîmî olarak, dünyâdan yüz çevirir, Allahü teâlâya yönelirse, o kimse, dünyânın şerrinden ve âfetlerinden, sıkıntılarından emin olur, kurtulur." buyurdu.

    Ebû Abdullah Mağribî zâhir ve bâtın (kalp) ilimlerinde Allahü teâlâya tevekkül etmekte, güvenmekte çok yüksek bir derecede olup, şaşılacak sözler sâhibi idi. Vakitlerini Allahü teâlânın rızâsına uygun bir şekilde geçirir, bu hususta; "Amellerin en kıymetlisi, vakitlerini, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak değerlendirmektir." buyururdu.

    Herkese karşı çok şefkatli idi. Talebelerine bir gün; "Mâsiyet günah irtikâb etmiş, işlemiş olan müslümanlara rahmet gözüyle bakmayan kimseler, bizim yolumuzdan ayrılmış sayılır." buyurdu.

    Kendisine insanların en aşağısı kimdir? diye sordular. O; "İnsanların en aşağısı, zengine zengin olduğu için, kıymet verip, onun karşısında zelîl olan kimsedir. İnsanların kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip tevâzu gösteren zenginlerdir." buyurdu.

    Fakir fukarâya merhâmetli olmayı anlatırdı. Bu hususta; "Allahü teâlânın takdirine râzı olup sıkıntılara sabreden fakirler, yeryüzünde, Allahü teâlânın emin kullarıdır. Onlar hürmetine, Allahü teâlâ diğer insanları belâlardan muhâfaza eder." derdi.

    Kulun, Allahü teâlânın emirlerine göre hareket etmesi gerektiğini söylerdi.

    "Kul olduğunu iddiâ edip, şahsî arzuları da bulunan kimse bu iddiâsında yalancıdır. Çünkü, kulun arzuları bulunmamalı, sâhibinin irâdesi istikâmetinde hareket etmelidir." buyurdu.

    Gurbete çıkanları üç şeyin süslediğini anlatırdı; "Bunların birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk, üçüncüsü şüpheli kimselerden uzak kalmaktır." derdi.

    İbrâhim bin Şeybân anlatır: "Hocam Ebû Abdullah Mağribî hazretlerinin sıkılıp rahatsız oldukları bir gün gördüm. O da Tûr Dağına çıktığımız gündü. Orada bir ağacın altına oturup sırtını o ağaca dayadı ve bize; "Kişi ancak yalnız kalmak sâyesinde Rabbiyle olmakla rahata kavuşur." buyurdu. Sonra titredi ve sarsıldı. O zaman etraftaki kayalar da bir müddet titredi. Hocamın bu hâli geçince, sanki kabirden kalkmış gibi bir hâli vardı."

    KAYNAKLAR

     

    1) Tabakât-us-Sûfiyye; s.242

    2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.335

    3) Risâle-i Kuşeyrî; s.130

    4) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.142

    5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.130

    6) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.94

    7) Tabakât-ı Evliyâ; s.402

    8) Tabakât-ı Ensârî; s.204

    9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.101

    10) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.276

    11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.161

    12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.132

    13) Nefehât-ül-Üns; s.91


  2. EBÛ ABDULLAH EL-KUREŞÎ

     

    On ikinci yüzyılda Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış olan büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ahmed bin İbrâhim'dir. Hazret-i Hasan'ın soyundan olup, Kureşî ve Hâşimî nisbeleriyle bilinir. Ebû Abdullah künyesiyle meşhûr olmuştur. 1150 (H.544) senesinde Endülüs'te doğdu. 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.

    Endülüs'te dünyâya gelen Ebû Abdullah el-Kureşî, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Memleketinin âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Hem zâhirî hem de mânevî ilimlerde yükseldi. Fıkıh, tefsîr, hadîs gibi ilimlerde yüksek âlim, tasavvuf yolunda ise, üstün bir velî oldu.

    Büyük velî Ebû Yezid el-Kurtubî'den feyz aldı ve uzun müddet hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocası Ebû Yezîd el-Kurtubî'den tasavvuf yoluna girişini sordu. O da buyurdu ki: "Beni bu yola sevk eden şu hâdisedir: "Ticâretle meşgûl oluyordum ve benim ıtır ve koku sattığım bir attar dükkanım vardı. Bu dükkânda kıymetli ve pahalı şeyler satıyordum. Giydiğim elbiselerim de kıymetliydi. Bir gün sabah namazını kılmak için câmiye girmiştim. Namazı bitirir bitirmez büyük bir halka hâlinde insanların toplanmaya başladıklarını ve bir şeyler okuyup anlattıklarını gördüm. Bir kenara çekilip dinlemeye başladım. Topluluktan biri bir kitaptan sâlihlerin hal ve menkıbelerini okuyordu.

    Kendi kendime yanımdaki kimsenin işitebileceği kadar hafif bir sesle; "Sübhânallah, bu kitaba şu hikâyeleri de almışlar. Hayret edilecek şey doğrusu." dedim. Yanımda bulunan bir kimse; "Ya bu kitapta neler anlatılmasını beklerdin?" dedi. Ben; "Bu anlatılan şeyler yalan veya çok abartılmış sözlere benziyor. Adam bir sene müddetle su içmiyor, fakat yaşıyor." dedim. O kimse; "Bu anlatılanları inkâr etme. Çünkü ben buradaki insanlar arasında sâlih ve velî kimseler görüyorum." dedi. Bu sırada halkada oturan zayıf, elbisesi yıpranmış bir kimse başını kaldırıp bana baktı ve; "Sâlih kimseler hakkında böyle konuşmaktan sıkılmıyor musun" dedi. Ben; "Nerede o senin dediğin sâlih kimseler?" dedim.

    Bu konuşmalardan sonra oradan ayrılıp şaşkın bir hâlde dükkanıma geldim. Öğleye yakın, dükkanda her zaman olduğu gibi oturuyor, alış-verişe devâm ediyordum. Bakınca câmide gördüğüm o kimsenin dükkanın önünden geçtiğini gördüm. Beni görmeden geçti. Az sonra geri dönüp geldi. Beni arıyordu. Selâm verdi, selâmına cevap verdim. Bana; "Senin ismin nedir?" diye sordu. Ben de; "Abdurrahmân'dır." dedim. "Beni tanıyor musun?" diye sordu; "Evet tanıyorum. Sen câmide konuştuğum kimsesin." dedim. Bana; "Sâlih kişiler hakkında hâlâ aynı düşünce ve inanışa sâhip misin? Yoksa tövbe ettin mi?" dedi. Ben ona; "Benim inanışımda tövbe edilecek bir yer yoktur." dedim. O kimse dükkanın masasına dayandı ve bana;

    "Ey Ebû Yezîd! Sâlih kimseler hakkında ne diyorsun?" dedi. Ona; "Nerede senin dediğin sâlih kimseler?" dedim. O da; "Çarşıda yürüyorlar. Eğer onlardan birisi, şöyle şöyle söylese" derken dükkanın boşluğundaki taşa işâret etti. Onun işâreti ile dükkan sarsılmaya başladı. Dükkanın depo kısmının duvarında iki yarık meydana geldi. Hayretle o yarıklara bakıp; "İnsanların böyle yapabilmek gücü var mıdır?" dedim. O kimse; "Bu gördüklerin,Allahü teâlânın sâlih ve velî kullarına verdiği kerâmetler yanında nedir ki." dedi. "Bundan daha büyük hâller de mi var?" dedim. O kimse; "Eğer o kimseler senin bu dükkanın tamâmen sarsılmasını dileseler, bu dükkanın içinde cam ve kap cinsi bir şey kalmazdı." dedi. O kimsenin bu sözleri karşısında hayret ve şaşkınlık içinde bakıp kaldım. Sonra yanımdan ayrılıp gitti.

    Olanlar karşısında korku ve dehşete düştüm. Kendi kendime; "Benim gibi bir adamın ömrü o sâlih kimselerin bir işâretiyle yıkılabilecek olan bu dükkanı beklemekle geçiyor. Halbuki sâlih kimseleri her zaman bulmam mümkün değildir." dedim. Ertesi gün câmiye gidip o zâtın ders halkasına dâhil oldum. Sonra dinlemeye başladım. Dinlediğim şeyler benim hâlimde büyük değişikliklere yol açtı. Dükkana gidecek hâlim kalmadı. Sonunda gidip anahtarları dayıma verdim. Dükkanın sâhibi dayım oldu. Dayım bana; "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca; "İnşâallahü teâlâ geleceğim." deyip ayrıldım. Dayım asıl maksadımı bilmiyordu. Bundan sonra dükkana dönmedim. Böylece dünyâ işlerini terk edip tasavvuf yoluna yöneldim. Kısa bir müddet içinde yüksek hâl ve derecelere kavuştum."

    Ebû Abdullah el-Kureşî bir müddet sonra Mısır'a gidip âlim ve velî zâtların sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulundu. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp, onların kurtuluşu için çalışmaya başladı. Mısır'da bulunduğu sırada pekçok kimse onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Kâdıl-Kudât İmâdüddîn bines-Sükkerî, Allâme Şihâbüddîn Ebü'l-Hasan, Ebü'z-Zâhir Muhammed el-Ensârî, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Ali el-Ensârî el-Kastalânî ve daha birçok âlim ve velî ondan ders aldılar.

    İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan Ebû Abdullah el-Kureşî, birçok âlim ve velî yetiştirdi. Güzel ahlâkı, güler yüz ve hoş sohbetleriyle insanların gönüllerini fethetti. Herkes onun yüksek bir velî olduğunu kabûl edip, uzaktan yakından gelerek sohbetlerinden istifâde ettiler. İlim ehline son derece saygılı olan Ebû Abdullah el-Kureşî halk arasında hikmetli sözleriyle onların kalplerine şifâ akıttı. İnsanlar onun hikmetli sözleriyle ilim ve ihlâs sâhibi oldular.

    Sohbetlerinde Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tavsiye etti. Bir defâsında buyurdu ki:

    Evliyâya dil uzatan, onlara karşı edep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.

    Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaşları terk etmesi, maksaddan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmasıdır.

    Verâ yâni şüphelilerden kaçmak, amellerin, ibâdetlerin esâsı, temelidir.

    Bir işin başı, sonuna delildir, alâmettir.

    Dünyâ mezbelelik gibidir. Hiç bir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, sâdık mümin, dünyânın ne sevgisi, ne buğzu ile uğraşmaz.

    Dostlarının, arkadaşlarının hukûkunu gözetmeyen, onlarla sohbetin, berâber olmanın bereketine kavuşamaz.

    Ömrü uzadığında iyi amelinin artması, ihtiyâcı çoğaldığında cömertliğinin artması, ilmi arttıkça tevâzûunun artması, evliyânın alâmetlerindendir.

    Kul, ibâdetlerinde doğru olursa, ummadığı yerden yardımlara kavuşur.

    Mâsiyetin, günâh işlemenin sebebi gaflettir. Yâni Allahü teâlâyı unutmaktır.

    Rehberi olmayan yolunu şaşırır.

    İhtiyâcın olmadıkça, kimseden bir şey isteme.

    Her makâmın kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.

    Kalben hocasını beğenmeyen, hocasından gelen hiç bir feyze kavuşamaz.

    Allahü teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü işleri yapmaya bir vesîledir.

    "Her kim Allahü teâlânın ârif bir kulunu veya bir velîsini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye devâm eden, îtikâdı bozulmadıkça ölmez."

    Allahü teâlâya kulluk vazîfelerini ihmâl etmemek ve O'na tevekkül etmek husûsunda da buyurdu ki:

    "Allahü teâlâya kullukta edepten ayrılma! O'na karşı haddini aşma! Seni isterse kendisine ulaştırır."

    "Allahü teâlâya kavuşturan doğru yoldan ayrılmayınız. Çünkü O'na bu yoldan başka bir yolla kavuşulamaz."

    Fıkıh âlimi Ebû Tâhir şöyle anlatır: "Bir gün Kudüs'te bir medresenin önünden geçtim. Fıkıh âlimleri medresenin kapısında, üzerlerinde süslü elbiseler olduğu hâlde toplanmışlardı. Oradan geçip Ebû Abdullah el-Kureşî hazretlerinin yanına döndüm. Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün Ebû Abdullah Kureşî bana; "O medreseye git. Orada hoca ol!" dedi. Bu, büyük ve olması imkânsız bir işti. Oraya gidince, kapıcıların beni içeri almayacaklarını zannettim. Fakat hiçbiri, içeri girmeme mâni olmadı. İçeri girdim. Müderrisin bir yere oturduğunu ve etrâfında birçok zâtın dâire hâlinde ders halkası teşkil ettiklerini gördüm. Ben de onların arasına katılmak istedim. Beni hakîr görerek yer açmadılar. Bunun üzerine arkalarına oturdum. Sonra medreseye bir zât geldi. Müderris onu görünce, yüzünün rengi değişti ve ona doğru giderek karşıladı. Oradakiler de peşi sıra gittiler. Ben, orada birisine gelenin kim olduğunu sordum. Ondan, münâkaşa ve münâzarası çok kuvvetli biri olduğunu, o gelince kimsenin ona cevap yetiştiremediğini, herkesin ondan korkup çekindiğini öğrendim. O kişi baş köşeye oturup konuşmaya başlayınca, bende birşeyler olduğunu hissettim ve sorularına cevap vermeye başladım. Neticede, söyleyecek bir şeyi kalmadı. Oradakiler ve müderris, benim böyle ona hiç zorlanmadan cevap vermeme çok şaşırdılar. Sırf bu yüzden hürmet ve saygı göstermeye başladılar. Münâzara eden o zât, müderrise dönerek benim kim olduğumu sordu. Müderris bilmediğini söyleyince; "Medreseler bu gibiler için inşâ edilmiştir." dedi. Müderris buna çok sevindi ve yanıma gelerek benim kim olduğumu sordu. Ben de söyleyince; "Sizi bu medreseye hoca kabûl ettik." dedi. Ben, Ebû Abdullah el-Kureşî'nin yanına gitmek üzere kalkınca, hepsi kalkarak bana; "Bizim âdetimiz medresemize hoca kabul ettiğimiz kişiyi, evine kadar uğurlarız." dediler. Medreseden çıkınca, büyük bir kalabalık arkamdan yürümeye başladı. Gelmemelerini söyleyince geri döndüler. Ebû Abdullah Kureşî'nin huzûruna varınca; "Ey Tâhir! Niye onların gelmelerine mâni oldun? Âdetlerini yerine getirselerdi." buyurunca; "Efendim, zâtı âlinizin hatırını düşünerek onlara mâni oldum." dedim. Bu olanlar onun kerâmetiydi. Ebû Abdullah Kureşî'nin vefâtına kadar o medresede hocalık yaptım."

    Hanımı şöyle anlatır: "Bir gün onun yanından çıkmıştım. Odada yalnız idi. Sonra bulunduğu odadan bâzı sesler işittim. Birisiyle konuşuyordu. Konuşmaları bitinceye kadar bekledim. Sonra odaya girerek kiminle konuştuğunu sorduğumda; "O Hızır aleyhisselâm idi. Bana uzak bir yerden meyve getirmiş. Onu yememi istedi ve şifâ olacağını söyledi. Ben de, bu hâlimle daha iyi olduğumu belirterek ona teşekkür ettim ve o meyveye ihtiyâcım olmadığını söyledim." buyurdu."

    Ebû Abdullah Kureşî oturduğu şehrin vâlisi ile bir yerde yemek yerken, vâli yemekten elini çekti. Ebû Abdullah; "Eğer elinizi çekmeniz, benim şu yaralı elim sebebi ile ise mesele yok." buyurdu ve eli gümüş gibi parlayan bir el oldu. Onda hiç bir hastalık kalmadı.

    Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri duâsı makbul bir zât idi. Mısır'da bulunduğu sırada büyük bir kıtlık olmuştu. Rüyâsında ona; "Bu hususta sizin hiçbirinizin duâsı kabûl olmaz." denildi. Bunun üzerine Mısır'dan ayrılıp Kudüs'e gitti. Filistin'deki Halîlürrahmân denilen yerdeki İbrâhim aleyhisselâmın makamını ziyâret etti. Ziyâret sırasında İbrâhim aleyhisselâmın makâmı yanında uyuya kaldı. Rüyâsında İbrâhim aleyhisselâm tarafından karşılandı. Ebû Abdullah el-Kureşî, İbrâhim aleyhisselâma; "Ey Halîlullah! Mısır'da büyük bir kıtlık var. Duâ buyurunuz." diye arz etti. Hazret-i İbrâhim de kıtlığın kalkması için duâ etti. Ebû Abdullah el-Kureşî daha sonra uyanıp Kudüs'e döndü. Çok geçmeden kıtlığın kalktığı haberini öğrendi.

    Ebû Abdullah bin Es'ad, Ebû AbdullahKureşî'nin şöyle anlattığını nakletti: Bana hocam Ebü'r-Rebî bir gün şöyle dedi: "Sana bitmek tükenmek bilmeyen bir hazîne öğreteyim mi?" Ben de; "Evet." deyince, Ebü'r-Rebî bana; "Şu duâyı devamlı oku." dedi.

    Okumamı istediği duâ şöyle idi: "Yâ Allah, yâ Vâhid, yâ Mûcid, yâ Cevâd, yâ Bâsit, yâ Kerîm, yâ Vehhâb, yâ Ze't-Tavl, yâ Ganî, yâ Mugnî, yâ Fettâh, yâ Razzâk, yâ Alîm, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Bedîassemâvâti vel-ard, yâ Ze'l-celâli vel ikrâm... Yâ Hannân, yâ Mennân infehnî minke bi nafhat-i hayrin tugnînî bihâ ammen sivâk... in testeftihü fekad câekümü'l-feth... İnnâ fetehnâleke fethan mübînâ... Nasrun minellahi ve fethun karîb... Allahümme yâ Ganî, yâ Hamîd, yâ Mubdî, yâ Muîd, yâ Vedûd, yâ ze'l-arşil-Mecîd, yâ Fe'âlen limâ yürîd, ikfinî bihelâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke ihfaznî bimâ hafizte bihizzikr... Vensurnî bimâ nasarte bihirrusül... İnneke alâ küllî şey'in kadîr..." Sonra bana şöyle dedi."Her kim bu duâyı namazlardan özellikle Cumâ namazından sonra okursa, Allahü teâlâ onu her türlü kötülükten muhâfaza eder. Düşmanlarına karşı muzaffer kılar, ona ummadığı yerlerden rızıklar verir, geçimini kolaylaştırır. Borcu dağlar kadar büyük ve kabarık olsa dahi, Allahü teâlânın lütfu keremi ve inâyeti ile öder."

    Kendisi şöyle anlatır: "Bir gün Abdullah el-Muâvirî'ye gittim. Bana; "Ey şerîf! Başın darda kaldığı zaman, yapacak olduğun bir duâ öğreteyim mi?" diye sordu. Ben de; "Evet." dedim. Bunun üzerine şu duâyı öğretti: "Yâ Vâhid, yâ Ehad, yâ Vâcid, yâ Cevâd, İnfehnâ minke bi nefhati hayrin inneke alâ külli şey'in kadîr..." Abdullah el-Muâvirî bu duâyı bana öğretmek için okuduktan sonra başım hiç darda kalmadı, rızkım çoğaldı."

    Ebû Abdullah el-Kureşî hac için Mekke-i mükerremeye gitmişti. Minâ'da bulunduğu sırada çok susamıştı. Fakat su bulamadı. Su alacak parası da yoktu. Bir kuyunun yanına gitti. Kuyunun başında bâzı insanlar vardı. Su kabını uzatarak, biraz su vermelerini istedi. Onlar ona ezâ edip, su kabını uzak bir yere fırlattılar. Kırık bir kalp ve üzgün olarak kabını almak için oraya gittiğinde içi tatlı su dolu bir havuz gördü. Kanıncaya kadar o sudan içti ve kabını doldurdu. Başka yerde olan arkadaşlarına haber verdi. Onlar da gelip o havuzdan içtiler. Sonra başından geçen hâdiseyi onlara anlattı. Daha sonra, önceden gittiği kuyunun yanına hep berâber gittiler. Orada sudan hiç bir eser yoktu. O zaman bunun Allahü teâlânın bir imtihanı olduğunu anladı.

    Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri çok cömert ve hayır sâhibi idi. Çarşıdan kendi evinin ihtiyâcı için un satın alır, eve getirirken de ihtiyaç sâhibi kimselere verirdi. Fakat eve geldiğinde un kesesinden hiç eksilme olmadığı görülürdü. Bir gün yine çarşıdan un satın alıp geliyordu. Yolda muhtaç birine rastladı. Bu kimse kendisinden un isteyince, her zamanki gibi verdi. Yolda giderken; "Eve vardığımda un isterlerse ne diyeceğim?" diye düşünerek gidiyordu. Elinde bir şeyin var olduğunu hissetti. Avucuna baktığında fakire verdiği unun değeri kadar para vardı. Tekrar çarşıya dönüp o parayla un aldı ve evine götürdü.

    Bir kişinin, gece devamlı ağlayan bir çocuğu vardı. Annesi ile babası, Abdullah Kureşî hazretlerinin huzûruna gelerek dört yıldır durmadan ağlayan çocuklarının durumunu anlattılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî, çocuğun annesi ve babası ile evlerine gidip, çocuğa; "Ey Yûsuf! Bu gece ağlama." dedi. Çocuk o günden sonra hiç ağlamadı.

    Ebû Abdullah Kureşî hazretlerinin, vefâtına yakın gözleri görmez oldu. Hanımının yanına girince cüzzam hastalığından kurtulduğu gibi, gözleri de açılıyordu. Bir gün gözleri açılmış, vücûdu cüzzam hastalığından kurtulmuş bir hâlde, gümüş gibi bembeyaz bir tenle dostlarının yanına girdi. Onlar Abdullah Kureşî'nin bu hâline çok şaşırdılar. Sonra; "Bu hâl ne?" diye sormaktan kendilerini alamadılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî; "Allahü teâlâ bana önce âfiyet, sonra da, beni imtihân için, hastalık elbisesini giydirdi. Şimdi ise gördüğünüz gibi, yine âfiyet elbisesini giymiş bulunuyorum." diye îzâh etti.

    Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti. Orada defnedildi. Eski Kudüs'de olan kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Burada yapılan duâların kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir.

    Ebû Abdullah el-Kureşî'nin sohbetleri ve hâllerini talebeleri Fusûl adlı eserde toplamışlardır.

    KERÂMET VE MENKÎBELERİ

     

    İHTİYAÇ KADAR

     

    Kendisi şöyle anlatır: "Bir arkadaşımla berâber gemiyle bir yere gidiyorduk. Arkadaşım çok susadı. Su alacak paramız yoktu. Yalnız bende, kadifeden bir ihram vardı. Onu verip, su satın almak istedik. Gemidekilerden hiç kimse su satmadı. Arkadaşıma ihrâmı verip; "Bunu geminin kaptanına götür." dedim. Arkadaşım gitti ve üzüntülü bir hâlde geri geldi. Kaptanın kendisini yanından kovduğunu ve elindeki su testisini fırlattığını söyledi. O zaman; "Allahü teâlâ bizlerin yardımcısıdır." dedim. Su kabını alıp, denize daldırıp çıkardım ve arkadaşıma verdim. Allahü teâlânın izniyle deniz suyu tatlı bir su olmuştu. Arkadaşım kanıncaya kadar içti. Sonra ben içtim. Sonra yanımızda suyu olmayan bir başkası da içti. İkinci sefer daldırdığımda, Allahü teâlânın ihsânıyla su kabı, un ve et ile dolu çıktı. Unu ve eti pişirerek yedik. Üçüncü defâ kabı denize daldırdığımda, bildiğimiz tuzlu deniz suyu çıktı. Anladım ki, bizim ihtiyâcımız tamam olmuştu."

    BENİ EBÛ ABDULLAH KUREŞÎ İLE EVLENDİR

     

    Ebû Abdullah el-Kureşî'yi sevenlerden bir kişi bir gün evinden işine giderken, hanımına bir arzusu olup olmadığını sordu. Hanımı; "Kızına sor." dedi. O zât kızına dönerek; "Ne arzu ediyorsan söyle." deyince, kızı; "Benim isteğime senin gücün yetmez." dedi. Bunun üzerine o zât kızına; "Allah'ın izniyle dediğini yapmaya çalışırım, istersen bin altın olsa bile." deyince, kızı; "O hâlde beni Ebû Abdullah Kureşî ile evlendir." dedi. O zât buna çok şaşırdı. Çünkü, Ebû Abdullah Kureşî cüzzamlı olduğu için, dış görünüşüne göre hiç bir kadın onunla evlenmeye râzı olmazdı. Bunun üzerine, kızına söz verdiği için Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına gitti ve durumu ona anlattı. Ebû Abdullah Kureşî o zâta; "Kâdıyı çağır." dedi. Adam kâdıyı çağırdı. Kâdı geldi ve kızla nikâhlarını kıydı. Kızı, Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına girmesi için hazırladılar. Bütün hazırlıklar bitince, herkes evden ayrıldı. Ebû Abdullah Kureşî ile kız evde yalnız kaldıklarında, Ebû Abdullah Kureşî hamama girdi. Hamamdan çıktığı zaman, uzun boylu ve yakışıklı bir sûret almıştı. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Değişik bir hâlde gören kız onu tanıyamadı. Kendine yakın olmamasını söyledi. Ebû Abdullah el-Kureşî; "Benden çekinme, ben yabancı değilim. Nikâhlın Ebû Abdullah el-Kureşî'yim." deyince, kız; "Sen Kureşî değilsin." dedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah el-Kureşî;

    "Allah adına yemin ederim ki, ben Kureşî'yim." deyince, kız inandı ve;"Bu ne hâldir?" diye sordu. Ebû Abdullah Kureşî, "Bundan sonra, seninle olduğum zaman böyle kalacağım. Ama başkaları ile berâber olunca, öbür şeklimle, yâni cüzzamlı olacağım. Fakat bu durumu, ben ölünceye kadar kimseye söyleme." dedi. Bunun üzerine gelin hanım;"Kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. İstersen benim yanımda dururken de cüzzamlı olarak kalabilirsin." dedi. Ebû Abdullah Kureşî, onun kendisiyle dış görünüşü için değil de, ilmi ve takvâsı için evlendiğini anlayarak; "Allahü teâlâ sana bolca hayırlar ihsân etsin." diye duâ etti. Hanımı bu durumu, Ebû Abdullah Kureşî hazretleri ölünceye kadar kimseye anlatmadı.

    ELLİ ALTINIM VAR

     

    Annesinden kendisine bir ev mîrâs kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu kesip; "Neyin var?" dedi. "Elli altınım var." buyurdu. Eşkıyâ; "Altınları ver!" deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve; "Buyurunuz efendim, deveme bininiz!" dedi. Ebû Abdullah hayret edip; "Sana ne oldu?" buyurdu. O kimse; "Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tövbe ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum." dedi. Berâberce hacca gittiler. O kimse, hazret-i Ebû Abdullah ile olan bu berâberliği ve sohbetinde bir müddet bulunmasıyla Allahü teâlânın velî kullarından oldu.

    KAYNAKLAR

     

    1) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.159

    2) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.33, 247, 248, 255, 269, 270

    3) Nevâdirü'l-Âlem; s.58

    4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.114

    5) Kalâidü'l-Cevâhir; s.123

    6) El-A'lâm; c.5, s.319

    7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.342

    8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.162

    9) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.8, s.226

    10) Füsûl (Fâtih Kütüphânesi numara 5375)

    11) Brockelman; Gal.1, s.461, Sup.1, s.833


  3. ABDURRAHMÂN BUCEYREMÎ

     

    Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi belli değildir. Mısır'ın Buceyrem köyünde doğdu. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Devrin âlimlerinden ilim öğrendi. Halvetî tarîkatı büyüklerinden Şeyh Ömer Yâfî ile arasında dostluk ve yakınlık vardı. Sık sık mektuplaşırdı. Sonraları Hayfa'nın Tantura köyüne yerleşti ve burada insanlara doğru yolu anlattı. Hayfa bölgesinde büyüklüğü ve kerâmetleri ile meşhûr oldu. Mısır Hidivi İbrâhim Paşa Şam'a kadar olan bölgeyi ele geçirdikten sonra sık sık Abdurrahmân Buceyremî'yi ziyâret etti ve nasîhatlerini dinledi. Abdurrahmân Buceyremî on üçüncü hicrî asrın ortalarında vefât etti. Kabri Tantûra köyündedir.

    Yûsuf Nebhânî'nin babası İsmâil Nebhânî humma hastalığına yakalandı. Tantûra'ya, Abdurrahmân Buceyremî'den hastalıktan kurtulmak için duâ istemeye gitti. Huzûruna girip elini öptü ve durumunu arz etti. Abdurrahmân Buceyremî; "Sen odanın kapısından içeri girerken, o hastalık da senden geçti. Seninle beraber odaya girmedi." buyurdu. Gerçekten onda hummadan hiçbir eser kalmamıştı. Elini öpüp huzûrundan sevinçle ayrıldı.

    KAYNAKLAR

    1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.67


  4. EBÛ ABDULLAH-I RODBÂRÎ

     

    Evliyânın büyüklerinden. Onuncu yüzyılda Bağdât ve Şam diyarlarında yaşamıştır. İsmi Ahmed bin Atâ'dır. Büyük velî Ebû Ali Rodbârî hazretlerinin kız kardeşinin oğludur. Ebû Abdullah künyesiyle ve Rodbârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Bağdât'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 979 (H.369) senesinde Sûr şehri yakınlarındaki Menvas köyünde vefât etti. Kabri Sûr şehrindedir.

    Bağdât'ta doğup büyüyen Ebû Abdullah-ı Rodbârî küçük yaşından îtibâren ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh ve tefsîr gibi zâhirî ilimlerde yüksek ilim sâhibi oldu. Uzun müddet Bağdât'ta kaldıktan sonra Şam taraflarına gitti. O bölgenin âlimlerinin ilim meclislerinde ve velîlerin sohbetlerinde bulundu. Ebü'l-Kâsım el-Begâvî, Ebû Bekir bin Ebî Dâvûd, Kâdı el-Mehâmilî, Yûsuf bin Yâkub bin İshak bin Behlûl ve daha pek çok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyet etti. Tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaştı. Şam'ın sâhil tarafında bulunan Sûr şehrine geldi. Buradaki âlim ve velîlerle de görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ve mânevî ilimlerde yükseldikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İlim meclislerinde talebe yetiştirdi. Vâz ve nasîhatlarda bulunup insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hikmet dolu sözleriyle kalplere tesir edip insanların kurtuluşuna vesîle oldu.

    Yaşadığı devirde Şam bölgesinin en büyük velîsi olarak tanınan Ebû Abdullah-ı Rodbârî bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Sâdece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."

    Güzel ahlâklı kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini bildiren Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki:

    "Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur."

    "Berâberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"

    Ebû Abdullah-ı Rodbârî hazretleri bir vâzı sırasında namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:

    "Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."

    Namazda huşû ve hudû: Bütün âzâların hareketsiz kalıp tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan korku üzere olması demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza Allahü teâlâ bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman, kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz için kalktığı zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve; "Yedi kat göklere ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı geldi." derdi. Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı doğru olmaz." derdi. Bunun için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla." buyurdu. Bir defâ da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in (aleyhisselâtü vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Yine; "Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz." buyurdu. Bir kere de; "İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz." buyurdu. Bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz kılarken, rükûdan kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp; "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana, benim ümmetimden demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.

    Bir mümin, namazını güzel kılar, rükû ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu olur. Melekler, o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ eder ve sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza etsin, der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göğe götürmezler. O namaz, kılmış olana, fenâ duâ eder. "Sen beni zâyi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zâyi eylesin." der. O halde, namazları tamam kılmaya çalışmalı, tâdîl-i erkânı yapmalı, rükûu, secdeleri, kavmeyi yâni rükûdan kalkıp dikilmeyi ve celseyi yâni iki secde arasında oturmayı iyi yapmalıdır. Başkalarının da kusurlarını görünce söylemelidir. Din kardeşlerinin namazlarını tamam kılmalarına yardım etmelidir. Tumânînet ve tâdîl-i erkânın yapılmasına çığır açmalıdır."

    Yüksek ilmi, güzel ahlâkı yanında birçok kerâmetleri de görülen Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri, hac ibâdetini yerine getirmek ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek için Hicâz'a gitti. Bu yolculuğu sırasında şöyle bir kerâmeti görüldü:

    Yolculuk esnâsında kervandaki develerden biri, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelip konuştu. Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri kendi kendine develere ağır yükler yüklendiğini düşünüyordu. Bu sırada develerden biri boynunu uzatarak; "O yüklere tahammül ettiren zâtı tesbîh ederim." dedi. Bir başka deve de; "Allahü teâlânın şânı yücedir. Allahü teâlânın şânı yücedir." dedi. Bu hal karşısında Ebû Abdullah-ı Rodbârî Allahü teâlâya şükredip secdede bulundu.

    Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri temizlik hususunda titizlik gösterirdi. Bir gece, gusl, boy abdesti alırken titizliği sebebiyle çok su kullandığını düşünerek kalbi daraldı. Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Beni affet." diye duâ etti. Bu sırada gâibden bir ses; "Sen affedildin." dedi. Bundan sonra kalbindeki sıkıntı gidip, şükretti.

    "Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kimse helâk olur. Ondan istifâde edemez."

    "Sultanlara akılsızca hizmet eden kimsenin câhilliği, kendisini ölüme götürür."

    "Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez."

    İnsanlara söylediği şiirleriyle de nasihat eden Ebû Abdullah Rodbârî'nin bir beytinin mânâsı şöyledir: İnsanlarla arkadaşlık yaptığın zaman her arkadaş için, sanki kölesi olan bir genç ol. Susuzluktan ciğeri yanan her arkadaş için tatlı ve serin suyun tadı gibi ol."

    Hayâtını, İslâm dînini öğrenmek, öğretmek ve insanların iki cihanda kurtulmalarına sarf etmekle geçiren Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri 979 (H.369) senesinin Zilhicce ayında Sûr şehri civârındaki Menvas adlı köyde vefât etti ve Sûr şehrinde defnedildi. Kabri orada olup, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

    KERÂMET VE MENKÎBELERİ

     

    EN ÇİRKİN ŞEY

     

    Bir gün dervişlerin peşi sıra gidiyordu. Sofîleri arkadan tâkib etmek âdeti idi. Hepsi bir dâvete gidiyordu. Bunları gören bir bakkal; "Bunlar halkın malını yemeyi helâl sayıyorlar." diyerek sofîler hakkında ileri geri konuştu. Devam ederek; "Dervişlerden biri benden yüz dirhem aldı, fakat getirip vermedi. Adamı nerede arayacağımı da bilmiyorum." dedi. Dâvet yerine vardıklarında, sofîleri seven ev sâhibine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Kalbim sükûn ve huzur içinde olsun dersen, bana yüz dirhem getir." Ev sâhibi derhal istenen parayı getirdi. Ebû Abdullah Rodbârî talebelerinden birine; "Bu parayı al, falan bakkala git. Bu parayı arkadaşlarımızdan biri sizden borç almış, zamânında ödemesine mâni olan bir mâzereti çıkmış, parayı ancak şu anda gönderebildi. Özrünü kabûl et, de." buyurdu. Talebe hemen gidip Ebû Abdullah Rodbârî hazretlerinin dediklerini yaptı. Dâvetten dönerken dervişler bakkal dükkanının önünden geçtiler. Bakkal, sofîleri medhetmeye başladı. "Bunlar emin, güvenilir ve sâlih insanlardır." diyordu. Bunun üzerine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Bütün çirkinliklerden daha çirkin olan bir çirkin şey vardır. O da bir sofînin, velînin cimrilik yapmasıdır. Yâni hem kendisi iyilik etmez, hem de iyilik edene mâni olur. Bu hal herkes için çok kötü bir huydur. Hele tasavvuf ehli için fenâlıkların en fenâsıdır. Bu hâlin kötülüğü sırf cimrilik olsun diye yapıldığı zamandır. Ancak bir hikmet bir fayda düşünüldüğü için yapılıyorsa, o zaman iş değişir. Çünkü bâzı kimselere vermemek, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir. Bunu iyi anlamak lâzımdır. Rabbimiz işin doğrusunu en iyi bilendir."

    KAYNAKLAR

     

    1) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.497

    2) Netâicü'l-Efkâr el-Kudsiyye; c.2, s.131, c.4, s.555

    3) Mîzânü'l-Îtidâl; c.1, s.56

    4) Sefînetü'l-Evliyâ; s.154

    5) Hazînetü'l-Asfiyâ; c.2, s.204

    6) Nefehâtü'l-Üns; s.248

    7) Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.383

    8) Risâletü'l-Kuşeyriyye; s.29

    9) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.293

    10) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.123

    11) Şezerâtü'z-Zeheb; c.3, s.68

    12) Târih-i Bağdâd; c.4, s.336

    13) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.11, s.296

    14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.13


  5. CEZÛLÎ

     

    Fas'ta yetişen velîlerden ve hadîs âlimi. İsmi Muhammed, babasının ki ise Süleymândır. Künyesi Ebû Abdullah olup, Cezûlî nisbesiyle meşhur oldu. Şerîflerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Fas'ın Sus şehrinde doğdu. 1465 (H.870) senesinde zehirlenerek şehîd edildi. Fas'ın Fugal bölgesinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Seneler sonra Merrâkûş'e nakl edilerek, kendisi için yaptırılan türbeye defn edildi. Türbesi günümüzde ziyâret yeridir.

    Muhammed Cezûlî, önce memleketinde bir süre sonra da Fas şehrine giderek, Saffârin Medresesinde tahsîline devâm etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra tekrar memleketine döndü. Fakat yeniden ayrılmak zorunda kaldı. Bu hâdise şöyle anlatılır: "Muhammed Cezûlî'nin bulunduğu bölgede, iki kabîle arasında şiddetli kavga olmuştu. Bu kavga sırasında bir genç öldürüldü. Her iki kabîle, bu gencin kendileri tarafından öldürülmediğini iddiâ etti. Aralarındaki bu iddiâlaşma o kadar ileri gidince, tekrar kavga edecek duruma geldiler. Bu arada oraya gelen Muhammed Cezûlî, kan dökülmesini önlemek için, o genci kendisinin öldürdüğünü söyledi. O beldenin âdeti; bir adam öldüren kişi, kabîleden kovulurdu. Onlar da bu âdet üzerine, Muhammed Cezûlî'yi aralarından çıkardılar. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî memleketinden ayrılarak, Arabistan yarımadasına gitti. Orada uzun bir müddet kaldı; Mekke, Medîne ve Kudüs şehirlerini dolaştı. Buralarda çeşitli âlimlerin sohbetinde bulundu.

    Bir süre sonra memleketine dönen Muhammed Cezûlî, Tit şehrinde bulunan Ebû Abdullah Muhammed'in sohbetlerine katılarak, Şâzilî tarîkatına girdi. On dört sene müddetle halvete, yalnızlığa çekildi. Sonra talebe yetiştirmeye başladı. Talebelerinin sayısının on binleri bulduğu rivâyet edilen Muhammed Cezûlî, bir gün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. Kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi: "Sen kimsin ve niye şaşırdın?" Muhammed Cezûlî, onun kova getireceği ümîdi ile kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. Kız bunun üzerine ona; "İnsanlar seni hayır ve kerâmetle överler. Sen ise kuyudan su çıkarmaktan âciz kaldın ve şaşırdın." dedi ve gelip kuyuya seslendi. Allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. Muhammed Cezûlî abdest aldıktan sonra kıza; "Sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nâil oldun?" dedi. Kız da; "Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devâm ederek kavuştum." diye cevap verdi. Muhammed Cezûlî, bu duruma hayret ederek; "Acabâ hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devâm etsem?" diye düşünmeye başladı. O gece, bu düşünceden dolayı uyuyamadı. Bu düşünce içerisinde yatakta yatarken, hanımı yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip, örtüsünü örtüp evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından dışarı çıktı ve onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan ona bekçilik ediyordu. Merakı daha fazla arttı. Hanımı kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Arslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. "Hanım bunu her gece mi yapıyor?" diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. Hanımının her gece böyle yaptığını gördü.Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. Hanımı ona; "Siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun senelerdir ben böyle yapıyorum." dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî; "Acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz?" diye sorunca, hanımı; "Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum." dedi. Muhammed Cezûlî; "Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?" diye suâl etti. Hanımı cevap vermedi. Isrâr edince; "Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm." dedi. Sabahleyin hanımı; "Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, "Vardır" diye haber veririm." dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; "İçinde birkaç yerde vardır." dedikten sonra; "Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur." dedi. Muhammed Cezûlî bu eserine; Hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr ismini verdi.

    Cezûlî'nin kabrinin bulunduğu belde küffâr eline geçince, talebesinin talebesi, hocamızı orada bırakmıyalım diyerek kabrini açtırdı. Aradan yetmiş sene geçmesine rağmen, mübârek bedeninin nasıl defnedilmiş ise o hâlde olduğunu gördüler. Onu sevenlerden birisi, Muhammed Cezûlî'nin alnına parmağını bastırdı. Alnındaki kan dağıldı. Parmağını kaldırınca, yine toplandı. Sanki canlı idi. Oradan mübârek bedenini alıp, Merrâkûş'a getirip defnettiler. Kabrinin üzerine bir de türbe yaptırdılar.

    Muhammed Cezûlî'nin Delâil-ül-Hayrât'tan başka eserleri de vardır. Fakat en meşhûru bu eserdir. Hizb-ül-Felâh ve Hizb-i Sübhân ed-Dâim yazmış olduğu eserlerdendir.

    Delâil-ül-Hayrât'ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden bâzıları şunlardır:

    "Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

    "Allahümme salli alâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

    "Allahümme salli alâ Muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli Muhammed."

    "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve terahham alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ terahhamte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve tehannen alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ tehannente alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve sellim alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sellemte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

    "Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

    "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehl-i beytihî ve eshârihî ve ensârihî ve eşyâihî ve muhibbihî ve ümmetihî ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn."

    "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve alâ ehl-i beytihî."

    KAYNAKLAR

     

    1) Neyl-ül-İbtihâc

    2) Brockelmann; Gal-2, s.252

    3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1042

    4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.313


  6. İBN-İ ÂRİF

    Endülüs evliyâsının büyüklerinden. Kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Mağrib'den gelip Endülüs'e yerleşen Berberîlerden Senhâce kabîlesine mensûb olduğu için Senhâcî, Meriyye şehrine yerleştiği için Meriyyî ve Endülüsî diye de meşhûr olmuştur. 1088 (H.481) senesinde doğdu. 1142 (H.536) senesinde Merrakeş'te vefât etti. Kabri oradadır.

    Küçük yaşta Kur'ân ilimlerini öğrenmeye başlayan İbn-i Ârif; Mevla-i Mu'tasım Ebû Hâlid Yezîd, Ebû Bekr Ömer bin Ahmed, Ebû Muhammed Karvî, Ebü'l-Kâsım Arabî, Kâdı İyâd ve daha birçok âlimin ilminden istifâde etti. Kâdı İyâd ve İbn-i Beşküvâl'le mektuplaştı. Değişik ilimlerde söz sâhibi oldu.Bilhassa kırâat ilmine karşı ayrı bir arzu ve isteği vardı. Yedi kırâat imâmının kırâatlarını, rivâyet ve tuttukları yollarını, aralarındaki farklılıkları ve okunuş şekillerini çok iyi bilirdi. Kırâat râvîlerinin bütün husûsiyetlerine hakkıyla vâkıf oldu. Mâlikî mezhebî fıkıh bilgilerinde ve târih ilminde husûsî ihtisas sâhibiydi. Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi.

    İlimde ve fazîlette yüksek, velî bir zât olan Ebü'l-Abbâs Ârif insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanlar onun sohbetlerine uzaktan ve yakından gelerek ilim ve feyzinden istifâde ettiler. Pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Gazâlî, Ebû Rebî', Kefîf-i Mâlikî gibi büyükler onun talebelerindendir. Çok güzel şiirler söyleyen, tatlı ve hoş sohbetleriyle insanları peşinden sürükleyen İbn-i Ârif kıymetli eserler yazdı. Ehl-i sünnetin savunuculuğunu yaparak İbn-i Hazm gibi doğru yoldan ayrılan kimselerin sapık fikirlerini kuvvetli delillerle çürüttü. Keskin zekâsı, kuvvetli delilleri ve engin deniz gibi ilmi karşısında tutunamayan bozuk düşünceli kimseler, onun aleyhinde çeşitli dedikodular yayarak, hîle ve tuzaklar hazırlayarak susturmak istediler. Fakat o, hak bildiğini söylemekten çekinmedi.

    İlimde çok yüksek, ibâdette gayretliydi. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, eline geçenleri fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Bir şeye başkasının ihtiyâcı varken, kendi ihtiyâcına harcamazdı. Haram ve şüpheli şeylerden kaçar, günâha düşerim korkusuyla mübahları da zarûret mikdârı kullanırdı. Vaktini, namaz kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak, ilim öğrenmek ve insanlara emr-i mârûf yapmakla geçirirdi. YalnızAllahü teâlânın rızâsını kazanmak için gayret eder, O'nun dîninin yayılması için çalışırdı.

    Güzel ahlâkı, hoş sohbetleri ve derin ilmiyle insanlara örnek olarak onların dünyâ ve âhirette mutluluğa, saâdete kavuşmaları için çırpınan İbn-i Ârif hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Onun sohbetinde yetişen zâtlar da pekçok yüksek hallere kavuştular.

    Talebelerinden Ebû Abdullah el-Gazâlî şöyle anlattı: "Hocamız Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in sohbetinde hazır bulunuyorduk. Onu dinleyenler arasında hiç konuşmayan ve hiç soru sormayan biri vardı. Ben kendi kendime; "Bu kimdir?" diye sorup onunla tanışmak ve nerede kaldığını öğrenmek istedim. Akşam olup meclisden ayrıldıktan sonra o zâtı onun anlayamayacağı bir sûrette geriden tâkib ettim. Şehrin bâzı sokaklarını geçtikten sonra gökyüzünden elinde bir ekmek ve yanında katık bulunan bir kimse inip, elindekileri o kimseye verdi ve ayrılıp gitti. Bu hâdise benim daha çok dikkatimi çekti, yanına yaklaşıp selâm verdim. Beni tanıdı ve selâmıma cevap verdi. O kimseye, kendisine ekmek verenin kim olduğunu sordum. Benim kimseye anlatmayacağıma dâir söz aldıktan sonra bana; "O bir melektir. Her gün bana Allahü teâlânın takdîr buyurduğu rızkımı getirir. Allahü teâlâ bu hâli bana tasavvuf yoluna yönelip, İbn-i Ârif'in sohbetleriyle şereflendiğim zamandan beri ihsân etti. Nafakam bittiği zaman gökyüzünden, içinde ihtiyâcım olan şeylerin bulunduğu bir zenbil iner, ben onların bir kısmıyla ihtiyâcımı giderir, geri kalanını ihtiyaç sâhiplerine dağıtırım. İşte böyle bir haldeyken o melek gelip bunları bana getirdi." dedi. Fakat o kimse benim gözümden kayboldu, ben onu göremez oldum."

    Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in bir sohbeti sırasında talebelerinden biri bir kimseye sadaka olarak bir şeyler vermek istedi. Bir diğeri; "Sadakayı akrabâna vermek daha evlâdır." dedi. Bu hâli gören Ebü'l-Abbâs ibni Ârif; "Sadakayı Allahü teâlâya yakın olanlara vermek daha iyidir." buyurdu.

    İbn-i Ârif hazretlerinin üstünlüğünü çekemeyen, onun kuvvetli delilleri ve engin ilmi karşısında tutunamayan sapık kimseler, insanların, onun etrâfında toplanmasına hased ettiler.

    Onu, Sultan Ali bin Yûsuf bin Taşfîn'e şikâyet ettiler. "Etrâfına halkı toplayıp, senin saltanatına göz dikiyor." dediler. Sultan, adamlarını gönderip onu gemiyle Merrakeş'e getirtti. 1142 (H.536) senesinde yolda veya Merrakeş'e ulaştığı günün akşamı vefât etti. Sultan, İbn-ül-Ârif'in böyle bir şeyle ilgisi olmadığını anlayıp, kendisinin aldatıldığını öğrenince, yaptıklarına pişman oldu. İftirâcıların elebaşısı olan Meriyye şehri ileri gelenlerinden Ebü'l-Esved'i cezâlandırdı. İbn-ül-Ârif, sultanın da katıldığı kalabalık bir cemâat tarafından kılınan cenâze namazından sonra Merrakeş'te toprağa verildi.

    Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve talebe yetiştirmekle geçiren İbn-i Ârif hazretleri kıymetli eserler de yazdı. Bunlar; Metâliu'l-Envâr ve Menâbiü'l-Esrâr ile Mehâsinü'l-Mecâlis olup, Mehâsinü'l-Mecâlis adlı eserinin el yazması Süleymâniye Kütüphânesi Fâtih kısmı 2650/2 numarada, Bâyezîd Kütüphânesi Veliyyüddîn Efendi kısım 1821/20 ve 1828/4 numaralarda kayıtlıdır.

    KERÂMET VE MENKÎBELERİ

    FİLAN HASTALIĞA İYİ GELİRİM

    Talebesi Ebû Abdullah Gazâlî anlatır: "Bir gün hocam İbn-i Ârif'in huzûrundan dışarı çıktım. Boş bir arâzide yürümeye başladım. Gördüğüm her ağaç, yaklaştığım her ot dile gelip bana; "Beni kopar! Ben filan hastalığa iyi gelirim. Filanca hastalığın şifâsı bendedir." demekteydi. Bu hâle hayret ettim. Geri dönüp durumu hocama anlattım. Bana; "Biz seni böyle diyesin diye mi terbiye ettik. Allahü teâlâ takdîr etmedikçe, hiçbir şey sana fayda ve zarar veremez. Sana fayda veririz diyen otların ve ağaçların sana bir faydası oldu mu?" buyurdu. "Efendim! Tövbe ettim." dedim. Devâm ederek buyurdu ki: "Hak teâlâ seni imtihan etmiştir. Ben sana Allahü teâlânın yolunu gösterdim. Seni O'ndan başkasına ısmarlamadım. Eğer gerçekten tövbe ettiysen, geri dön, o ağaç ve otlar sana söz söylemezler." Geri dönüp, ot ve ağaçların yanından geçtim. Hiç bir kelime işitmedim. Allahü teâlâya şükredip, hocamın huzûruna gelerek durumu arzettim. "Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sana kendi yolunda bulunmayı nasîb etti. Seni, bir kısım insanlar gibi yanlış yollara saptırmadı." buyurdu.

    KAYNAKLAR

    1) Nefehâtü'l-Üns; s.607

    2) Ravdü'r-Reyyâhîn; s.254, 271

    3) Vesâyay-ı İbn-i Arâbî; s.316

    4) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.2, s.164

    5) Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.168

    6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.231

    7) Brockelman; Gal.1, s.434


  7. EBÜ'L-ABBÂS SEBTÎ

     

    Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed olup, babasınınki Câfer'dir. Künyesi Ebû Abbâs olup, Sebtî diye bilinir. 1130 (H.524) senesinde Sebte'de doğup, 1204 (H.601) târihinde Merrâkûş'ta vefât etti. Merrâkûş'un dışında bir yere defnedildi. Sebtî, Muvahhidîn sultanlarından Yâkub bin Mensûr'un zamânında yaşadı. Çok meşhûr idi. Menkıbeleri herkesin arasında yayıldı. İnsanları, fakirlere ve muhtaçlara sadaka vermeye teşvîk ederdi. Garîb bilgilerden olan ve hesâb ilmine benziyen "Zâyırce" ilmi ona nisbet edilir. Bu ilim, Sehl bin Abdullah'a da nisbet edilmiştir. Şihâb el-Mukrî, Nefh-ut-Tayyib ismindeki eserinde, onun hayâtını anlatmış, büyük âlimlerin onu övdüğünü, en büyük velîlik derecesinde bulunduğuna şehâdet ettiklerini bildirmiştir.

    Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin yakınlarından olan Ebû Hasan Senhâcî, Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'den, başlangıcından sonuna kadar hâllerini anlatmasını isteyip, Allahü teâlânın izni ile eşyâ üzerinde nasıl tesirli olduğunu, yaptığı duâların kabûl olma sebebinin, hâlinden şikâyette bulunanlara ve dileklerini elde etmek istiyenlere niçin sadaka vermesini ve îsâr sâhibi olmasını emrediyorsun? diye sorunca, ona şunları anlattı: "Ben, insanlara sâdece faydalarına olan şeyleri tavsiye ediyorum. Yirmi yaşında iken, Kâdı İyâd'ın talebesi olan büyük âlim Ebû Abdullah Fahhâr'ın yanında, ahkâmla ilgili kitapları okudum. Yirmi yaşıma geldiğimde Nahl sûresi 90'ıncı âyetine rastladım. Bu âyet-i kerîme üzerinde düşündüm. Kendi kendime; senden, adâlet ve ihsân sâhibi olman isteniyor, dedim. Bu âyet-i kerîme üzerinde yine düşünmeğe devâm ettim. Bundan sonra elime geçen az çok ne olursa olsun, üçte birini kendime bırakıp, geri kalan üçte ikisini Allah rızâsı için fakirlere ve muhtaçlara sarfetmeye karar verdim. Sonra Allahü teâlânın ihsân makâmında olan bir kimseye, ilk önce farz kıldığı şeyin ne olduğunu araştırınca, bunun, nîmetine şükür olduğunu anladım.

    Ebû Abbâs Ahmed Sebtî, bir gece ilim ile meşgûl olan talebelerin yanında bulunuyordu. Derslerini müzâkere ettikleri için, fazla gürültü oluyordu. Bu sırada bekçiler, talebelerin kaldığı evin kapısını çaldı. Talebelerin hizmetleri ile uğraşan hizmetçi, onları karşıladı. Bekçiler, hizmetçiye; "Geceleyin gürültü yapanların cezâlandırılacağını bilmiyor musunuz?" dedi. Sonra bekçilerden ikisi, sabah olunca oradaki talebeleri karakola götürmek için, medresenin kapısı önünde beklemeye başladı. Hizmetçi, bu durumu talebelere haber verince, çok korktular. Eğer götürürlerse, bizi mutlakâ öldürürler, diyorlardı. Bu sırada orada hazır bulunan Ebû Abbâs gülüyor ve talebelerin endişe ettikleri husus için hiç aldırmıyordu. Seher vakti bir müddet yalnız kaldıktan sonra, talebelere; "Hiç korkmayın! Ben, Allahü teâlâdan sizi muhâfaza buyurması için duâ ettim. Onlar size hiçbir şey yapamıyacaklar." dedi ve dediği gibi çıktı. Bekçiler, bir şey yapmaya muvaffak olamadılar.

    Bâzıları Ebû Abbâs Ahmed bin Âfir'e evliyânın kerâmeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: Ölüm ile velînin kerâmeti kesilmez. Merrâkûş'da defnedilmiş bulunan Ebû Abâs Sebtî'yi işâret ederek; fakirlere sadaka verdikten sonra, onun kabrinin yanında, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eden kimsenin ihtiyâcının nasıl giderildiğine bak!" dedi."

    Nefh-ut-Tîb kitabının sâhibi Makkarî şöyle anlatır: "Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin kabrinin yanında birkaç defâ durup, Allahü teâlâdan dileklerde bulundum. Dileklerimden birisi de; ilim sâhibi olmam ve öğrenmek istediğim bazı kitapları bana anlamayı nasîb etmesi idi. Ebû Abbâs Sebtî'nin kabrinin yanında duâ ettim. Allahü teâlâ benim bu duâmı kısa zamanda kabûl etti."

    Abdurrahmân bin Yûsuf Hıstî, Ebû Abbâs Sebtî'nin aleyhinde konuşan biri idi. Bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü: "Ey Allah'ın Resûlü! Sebtî hakkında ne buyurursun?" diye sordu. Resûlullah efendimiz tebessüm ettikten sonra, Sebtî'nin iyi kimselerden olduğunu, buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bana bunu açıklar mısın?" dedi. O zaman Resûlullah efendimiz onun Sırat köprüsünden şimşek gibi, pek süratli bir şekilde geçeceğini buyurdu.

    KERÂMET VE MENKÎBELERİ

     

    SUYA KANDI

     

    Ebû Hasan Habbâz, Ebû Abbâs Sebtî'ye; "İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindeler" deyince, ona; "Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi." dedi. Ebû Abbâs'ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip, yardımda bulundu. Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini kesmişti. Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı.

    KAYNAKLAR

     

    1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.303

    2) El-A'lâm; c.1, s.107

    3) Keşf-üz-Zünûn; s.748

    4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.201


  8. ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ

     

    Fas evliyâsından. Ebü'l-Hasan Şâzilî'nin hocası. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Peygamber efendimizin mübârek soyundandır. Hazret-i Hasan'ın soyundan olduğu için Hasenî denmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1228 (H. 625) senesinde şehîd oldu. Hayâtı hakkında bilgi azdır.

    Yedi yaşında mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalırken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi. Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgûl olduğunu, kavuştuğu hâlleri tek tek söyleyince ona intisâb etti, bağlanıp talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu.

    Talebelerinin büyüklerinden olan Ebü'l-Hasan eş-Şazilî şöyle anlatır:

    Irak'a vardığım zaman, sâlih bir zât olan Ebü'l-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin huzûruna gittim. Çünkü, Irak'ta birçok âlim olmasına rağmen, onun gibisi yoktu. Ben, zamânın büyüğünü arıyordum. Yanına girince bana; "Sen, Irak'ta zamânın kutbunu, büyüğünü arıyorsun. Hâlbuki o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin." dedi. Bunun üzerine hemen memleketime döndüm ve evliyânın büyüğü Ârif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhda ikâmet ediyordu. Huzûruna çıkmadan önce gusl abdesti aldım. Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamâmen boş bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim. Bulunduğu yere çıkarken onunla karşılaştım. Bana; "Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin Abdülcebbâr." buyurup, Resûlullah efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı ve; "Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve âhiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana verdik." dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allahü teâlâ, kalb gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız kerâmetler gördüm.

    Bir gün huzûrunda oturuyordum. Kucağında küçük bir çocuk vardı. O esnâda İsm-i âzamı sormak hatırıma geldi. O çocuk kalktı ve elini kuşağıma uzatıp; "Ey Ebü'l-Hasan, sen, İsm-i âzamı sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet edilmiş bir sırdır." dedi.

    Zamânın Kutbu Abdüsselâm bin Meşîş; "Bu çocuk, bizim yerimize sana cevap verdi." buyurdu. Daha sonra Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş bana; "Ey Ali, şimdi Afrika'ya git. Şâzile denilen yere yerleş. Allahü teâlâ, bundan sonra senin eş-Şâzilî diye çağırılmanı nasîb eder. Oradan Tunus'a git. Tunus'ta pek çok kimse sana tâbi olur. Daha sonra Meşrık beldelerine gidersin. İnsanları irşâd edersin doğru yolu gösterirsin." buyurdu. Bunun üzerine ben; "Efendim, bana vasiyette bulunur musunuz?" deyince; "Allahü teâlâdan kork. İnsanlardan sakın. Dilini insanların boş sözlerinden koru. Kalbini onların kötü düşüncelerinden muhâfaza et. Âzâlarını gözet ve onları harama düşmekten, günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlar ise, onları o vazîfede kullan. Allahü teâlânın farz kıldığı işleri zamânında yap. Böyle yaparsan, Allahü teâlânın hıfz u himâye ve korumasında olursun. Allahü teâlânın sana emrettiği işleri yaparsan, verâ sâhibi (haramlardan sakınan) olursun. Şöyle duâ et: Yâ Rabbî! Senden alıkoyan her şeyden beni koru. İnsanların şerlerinden beni muhâfaza et. Senin rızân ile kalbimi zenginleştir. Sen her şeye kâdirsin" buyurdu.

    Yine biri ona; "Efendim! Bana bâzı vazîfeler verseniz de onlarla meşgul olsam." dedi. Buyurdu ki: "Farzları yerine getir, mâsiyetleri, günahları terket. Kalbini dünyâyı istemekden, kadın ve makam sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allahü teâlânın sana verdiği ile kanâat et. Allahü teâlânın beğendiği bir şeye kavuşursan şükret."

    Buyururdu ki:

    "Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. Allahü teâlânın sevgisine yapış. Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası odur.

    Sevaba kavuşamayacağın yere ayağını koyma. Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere oturma.

    Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmakta yardım isteyeceğin kimseden başkası ile oturup kalkma.

    En güzel nasîhatçı seni Mevlâ'ya sevk edendir.

    Kendisi hatırlanınca, Allahü teâlâyı hatırlatanlarla berâber ol."

    Abdüsselâm bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dînin emir ve yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak hep ibâdetlerle meşgûl olurdu. Muhammed bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede kendi hâlinde yaşamayı bırakıp, onunla mücâdele etti ve bu sırada şehîd oldu. "Şehîd kutb" diye meşhûr oldu. Benî Arûs mıntıkasındaki Cebelialem denilen yere defnedildi. Türbesi Fas'taki önemli ziyâret yerlerindendir. Çocuklarına ve torunlarına dâimâ hürmet edilegelmiştir.

    Okumuş olduğu Salevât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla açıklaması yapılmıştır.

    KAYNAKLAR

    1) Câmiu-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.69

    2) Tıbyân-ul-Vesâil; c.3, s.124-129

    3) Brockelman; Gal-1, s.569, Sup-1, s.757

    4) El-Kutb-üş-Şehîd Sîdî Abdüsselâm bin Meşîş (Abdülhalîm Mahmûd, Kâhire, 1976)


  9. bismi2.gif

    KÂDI BEYDÂVÎ

     

    Abdullah ibn Ömer ibn Muhammed Nâsiruddin el-Beydâvî Iran'da yetismis H. VII. asrin meshur müfessirlerinden biri. Siraz yakinlarindaki Beydâ'da dogmus, tahsil ve terbiyesini burada tamamlamis, yetistikten sonra Siraz'da kadi olmus ve burada baskadiliga kadar yükselmistir. Rivayete göre daha sonra seyhi Muhammed ibn Muhammed Kethânî'nin tavsiyesiyle kadiligi terketmis (Ömer, Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 350) ve 650/1252 senelerine dogru Tebriz'e gelip yerleserek 685/1286'da vefatina kadar orada kalmistir.

    el-Gâyetu'l-Kusvâ adli eserinin mukaddimesinde belirttigine göre birinci derecede hocasi Siraz baskadisi olan babasi Ömer ibn Muhammed'dir. (Mahmud Besyunî Fûde, Nes'etu't-Tefsîr ve Menâhicuhû, Kahire 1986, s. 211).

    Eserleri ve bu arada tefsîri Islâm âleminde çok meshur olmasina ragmen hayati, hocalari ve talebeleri hakkinda kaynaklarda yeteri kadar bilgi yoktur. Yalniz onun, Tebriz'e geldigi sirada bir mecliste gösterdigi maharet ve ilmi seviye anlatilmaktadir ki bu sayede o mecliste hazir bulunan bir vezir tarafindan itibar gördügü kaydedilir. (Davudî, Tabakâtu'l-Müfessirîn, Beyrut, t.y. I, 248-249).

    Tefsir, Hadis, Fikih, Usûl-i Fikih, Kelâm, Mantik ve Dil konularinda te'lif etmis oldugu eserlerden önemli olanlari sunlardir:

    1. Minhâcul-Vusûl ilâ ilmi'l-Usûl: Fikih usulüne dairdir.

    2. Serhu Mesâbîhu's-Sünne: el-Begavî (ö. 516/1122)'nin hadise dair Mesâbîhu's-Sünne adli eserinin serhidir.

    3. Nizâmu't-Tevârîh: Farsça olan bu eseri Hz. Âdem'den baslayarak 674/1275 yilina kadar gelen genel ve özet bir tarihtir.

    4. el-Gâyetu'l-Kusvâ: Sâfiî mezhebine göre kaleme alinmis olan bu eser furûu'l-fikha dairdir.

    5. Tavâliu'l-Envâr min Metâlii'l Enzâr. Kelâm ilmine dairdir.

    6. Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't Te'vil. Kâdî Beydâvî "Kadî Tefsiri" diye de bilinen bu eseri ile söhret bulmus, ilim erbabinca çok degerli bir tefsîr olarak kabul edilen bu tefsir asirlar boyunca ehl-i sünnet dünyasinda medreselerde okutulagelmis, üzerinde 250'den fazla serh, hasiye ve ta'lîka yazilmistir. Fikihta Sâfiî, akaidde Es'arî mezhebine göre te'lif edilmis olan bu tefsîri özellikle Osmanli medreselerinde asirlarca ders kitabi olarak okutulmustur. Osmanli âlimlerince Hanefî-Maturudî mezheblerine uygun Nesefî tefsiri "Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl"in degil de Kâdî'nin bu eserinin medreselerde okutulmak üzere seçilmis olmasi ger çekten önemini ve degerini ortaya koymaktadir.

    Envârü't-Tenzîl doguda ve batida defalarca basilmis olmakla birlikte yazmalari karsilastirilarak ilmî bir nesirle simdiye kadar yayinlanmamistir.

    Bu eserin hâsiyeleri arasinda Muslihiddin ibn Temcîd (ö. 890/1485), Muhammed ibn Mustafa Seyhzâde (ö. 950/1543) Abdülhakîm es-Siyalkûtî (ö. 1067/1485) Sihâbuddîn el-Hafâcî (ö. 1069/1659) ve Ismail Ibn Muhammed el-Konevî (ö. 1195/1781)'nin hâsiyeleri basilmistir. Bunlar içinde de Sihâb, Seyhzâde ve Konevî hâsiyeleri çok meshurdur.

    Kâdî tefsîrini -hemen bütün müfessirlerde oldugu gibi- hayatinin sonlarina dogru Tebriz'de kaleme almistir. 650/1252 yillarina dogru buraya geldigine göre tefsîrin yazilisi H. VII. asrin ikinci yarisindadir.

    Tefsirinin basinda Kâdî Beydâvî bir müfessirde bulunmasi gereken sartlari ve tefsirinin özelliklerini söyle açiklar: "Tefsir ilmi dînî ilimlerin baskani ve basi, seriat binasinin temelidir. Onun hakkinda konusmaya ancak usul ve fürûu ile dini ilimlerin hepsinde yüksek bir mertebeye ulasmis, Arap dil ve edebî sanatlarin bütün çesitleri üzerinde bütün akranlarinin üstünde olanlar lâyiktir. Uzun zamandir bu sahada bir kitap yazmayi düsünmekteydim. Bu kitab Sahâbe, Tâbiûn ile onlardan sonraki selef ve halef âlimlerinin büyüklerinden bana ulasan tefsire dair sözlerin özünü, parlak nükteleri, parlak lâtifeleri, gerek benim, gerekse benden önceki faziletle müteahhir âlimlerin Kur'ân'dan çikardiklari hükümleri ihtiva edecek, meshur sekiz imama nisbet edilen kirâat vecihlerine, muteber kurradan rivâyet edilen sâz kirâatlere yer verecekti." (Mecmau't-Tefâsîr, Istanbul 1984, I, 7-13). Gerçekten Kâdi tefsirinde, bu giristeki sartlarina uymus, söylediklerini ihtiva eden kisa, öz bir tefsir meydana getirmistir.

    Kâdî tefsirinin en önemli kaynaklari Zemahserî (ö. 538/1144)'nin el-Kessâf adli tefsîri ile Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210)'nin Mefâtihu'l Gayb (el-Tefsîru'l-Kebîr)'idir. Zaman zaman Râgib el-Isfahânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l-Kurân'indan da istifade etmistir.

    Bir âyetin tefsîrinde büyük çogunlugunu el-Kessâf'tan naklederek muhtelif te'villeri sirayla vermekle yetinmeyip bunlar arasinda tercihler de yapar. Bir de bu te'villerin eserde, sihhat derecelerine göre siralandigi; kuvvetli sayilari te'vil, açiklama ve rivâyetlerin önde zikredildigi görülür.

    Kâdî tefsirinde Isrâiliyyâta rastlanir. Özellikle sûrelerin faziletlerine dair surelerin sonlarinda verdigi hadisler ihtiyatla karsilanmalidir. Çünkü çogunlugu ya zayif, ya da uydurma hadislerdir. Mâturîdî mezhebine uymayan te'villeri görüldügü zaman da bu eserin Es'arî mezhebi kelâm ekolünün görüslerine uygun olarak yazildigi hatirlanmalidir. Ahkâm âyetlerinin tefsirinde de hep kendi mezhebi olan Sâfiî mezhebini teyid edecek te'vil ve açiklamalara yer verir. Hadislerden istifade ederken bu mezhebin görüslerinin delilleri olan hadisleri verir. Bu tefsir bir rivâyet tefsîri olmadigi için tefsirde malzeme olarak kullanilan hadislerin isnâd zincirleri zikredilmemistir.

    Envârü't-Tenzîl, kelâm ilmi konulari itibariyle Es'arî mezhebinin görüslerini aksettirmekle beraber -belki de farkina varmadan- Mu'tezile mezhebinin görüslerine uygun te'villere girmistir. Bunda, tefsirin el-Kessâf'tan kisaltilarak alinmasinin etkisi olmalidir. Yani Kâdi, el-Kessâf'tan alintilar yaparken ondaki Mu'tezile mezhebini destekleyen görüs ve te'villeri ayiklayarak almaya çalismis ama bunda pek basarili olamamistir. Bu özellik maalesef el-Kessâf'in tesîrinde kalan pekçok ehl-i sünnet müfessirinde görülmektedir.

    Bu özelliklerine ragmen Kâdi tefsiri sahabe, tabiûn ve kendinden önceki müfessirlerin Kur'ân tefsirine dair açiklamalarini kisa ve özlü bir sekilde toplayan, bu açiklamalarin degerlendirmelerinin de yer aldigi, Kur'ân-i Kerim'in dil yapisi, belagati ve icâz yönlerini açiklamaya öncelik veren, bunun yaninda arapça ibaresi oldukça dügümlü bir tefsirdir.

    Bedreddin ÇETINER

    Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

    by Muhammed Faruk


  10. kaaba2.jpg

    MUHAMMED BIN HASAN es-SEYBANI

     

    Hanefi mezhebinin üç büyük Imamindan biri. Eserleriyle Hanefiligin sistemlesmesinde ve yayilmasinda etkili oldu. Ebu Yusuf'la birlikte, kendisine Hanefi mezhebinin iki Imami anlaminda "Imameyn" denir.

    Adi Muhammed, künyesi Ebu Abdullah'dir. Babasi Hasan b. Farkad'dir, Benî seyban'larin azatlisi oldugu rivayet edilir. Hasan b. Farkad, sam dolaylarinda Haksati köyündendir. Daha sonra Irak'a yerlesti. Oglu Muhammed, 132/749 da Vasit'da dogdu. Kufe'de yetisti. O tarihlerde Kufe, fikih, dil ve gramer ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Muhammed b. Hasan'in kültürünün olusumunu hazirlayan bu çevre, onun dil, fikih, siir ve hadis'e yönelmesine de neden olmustu.

    Babasindan otuz bin altin miras kalmasi, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylastirmis ve bütün servetini bu ugurda kullandi. Muhammed b. Hasan, birçok bilginden ders aldi. Küçük yasta Ebu Hanife'nin derslerini takibe basladi. 150/767'de Ebu Hanife'nin ölümü üzerine, fikih tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamladi. Imam Muhammed b. Hasan, Ebu Hanife'nin öldügü tarihte on sekiz yasindaydi. Ali el-Kâri, Imam Muhammed'in Ebu Hanife'nin akrabasindan oldugunu rivayet eder (Sava Pasa, islâm Hukuku Nazariyati, I, 97-100).

    Muhammed b. Hasan, çesitli yerlere seyahatlerde bulunarak birçok bilginle görüstü. sam'da Evzai'nin, Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek'in yanina giderek bunlardan ilim tahsil etti. Basra'da da birçok ilim ehlinden ders aldi. Bu seyahatlarinin en önemlisi, Medine'ye olanidir. Imam Muhammed burada üç yil Imam Malik'in derslerine devam etmis ve defalarca Muvatta'yi kendisinden dinlemisti.

    Medine'deki bu tahsiliyle Muhammed b. Hasan, Rey ehlinin usulüyle, hadis ehlinin usulünü birlestirdi. Irak'a döndügünde söhreti her tarafa yayildi ve kendisine talebe akini basladi. Bu talebelerin en önemlilerinden biri Esed b. Furat'tir. Daha önce Imam Malik'den ders alan Esed, Imam Muhammed'e gelerek talebelik yapti. Daha sonra Afrika'ya dönüp Muhammed b. Hasan'in etkisiyle Afrika ve Magnb'de Ebu Hanife'nin fikhî ictihatlarini ve görüslerini halka anlatti. Bir diger önemli talebesi ise, Imam safiî'dir. Imam safiî, Imam Muhammed'den ilim tahsil etti ve onun eserlerini istinsah etti (Siyeri Kebir Ter. ve serhi s.12). Diger önemli talebeleri ise, Ebu Hafs el-Kebir, Süleyman el-Ctircani, Ebu Ubeyd Kasim b. Sellam, Yahya b. Eksem, ismail b. Tevbe gibi bilginlerdir. Hanefi mezhebi ilk yayilmasini Imam Muhammed b. Hasan ile Imam Ebu Yusuf'a borçludur. Çaginda yayginlasan problem ve tartismalara Imam Muhammed de katilarak, görüslerini açikladi. Imam Muhammed'in kültürü, Arap dilindeki mahareti ve fikihtaki derinligi bütün açikligiyla eserlerinde kendini gösterir.

    Imam safiî, Imam Muhammed'den çok istifade ettigini belirtip, ondan aldigi ilim ile bir çok kitap yazdigini ifade eder (ibn Nedim, el-Fihrist, s. 295). Nafi de, Imam Muhammed'in insanlarin en fasihi oldugunu söyleyerek, onun dil sahasindaki bilgisine dikkat çeker (ibn Abdilber-el-intika, s.174).

    Imam Muhammed'in Abbasi halifeleri ile iliskisi olmakla beraber, kendisinin ve ilmine haysiyetini daima korudugu belirtilir. Hükümdarlarin önünde egilmezdi ve onlara yüzsuyu dökmezdi (Hatib el-Bagdadi- Tarihu Bagdad, II, s.173).

    Harun Resid, baslangiçta kadilik görevini kabul etmedigi için Imam Muhammed'i iki ay hapsetti. Daha sonra Imam Muhammed bu kararindan vaz geçince, geçici bir müddet için bassehir yapilan Rakka'ya kadi tayin edildi (Sava Pasa, islâm Hukuku Nozariyati, I, 97-98).

    176/792'de Zeydi Imam Yahya b. Abdullah'in isyani meselesinde, Harun Resid, Imam Muhammed'le istisare etti. Bu istisarenin sonucu olarak Halifenin güvenini kaybetti ve Ali ogullari taraftari olmak süphesi altinda kaldi. Eserleri teftis edilerek, isyana sürükleyen parçalarin olup olmadigi kontrol edildi ve bu arada da kadilik görevinden de azledildi (Taberi, Tarih, el-Ümam..., III, 619).

    Imam Muhammed, kadiliktan azledildikten sonra,189/805 yilina kadar Bagdad'da kaldi. Bu arada Halifeyle aralari düzeldi ve yeniden göreve getirilerek Horasan kadiligina tayin edildi. Ayni yil içinde de Rey civarinda vefat etti (el-Kerderi-Menakibu'l-Imamil-A'zam, II,187). Ayni gün Kisaî de vefat etmisti. Harun Resid; "Bugün Arapça ve fikih defnedildi" diyerek kaybin büyüklügünü dile getirdi (Hayreddin Karaman, islâm Hukuk Tarihi, s. 96).

    Imam Muhammed'in Fikihtaki degeri özellikle iki yönde ortaya çikar. Birincisi; eserleri ile Ebu Hanife'nin mezhebinin yayihnasinda talebelerinin en etkilisi olmasi ve ikinci asir fakihleri arasinda en çok eser vermesidir. (Imam Muhammed'in görüslerindeki asalet, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir.) ikincisi ise, bir çok büyük bilgini etkilemesidir. Sözgelisi el-Müdevvene, el-Esediye, el-Ümm ve el-Hücce gibi Fikih kitaplarinin sahipleri ondan etkilenmisler, eserlerini onun kitaplari isiginda yazmislardir.

    Hanefi mezhebi usulünde, Imam Muhammed ile Imam Ebû Yusuf'un görüsü bir konuda birlestiginde, Imam Ebu Hanife'nin görüsü tercih edilerek, o konuda Hanefi mezhebinin görüsünü temsil eder.

    Imam Muhammed'in fakihler tabakasindaki yeri hakkinda farkli görüsler ileri sürülür. ibn Âbidin fakîhleri yedi tabakaya ayirarak, Imam Muhammed'i ikinci tabakadan sayar. Buna göre Imam Muhammed mezhepte müctehiddir. Fakat bu görüs umumiyetle kabul görmemistir. Çünkü Imam Muhammed, Ebu Hanife'y,i veya bir baska müctehidi taklid etmemistir. Görüslerinde tamamen müstakil oldugu için mutlak müctehid kabul eden bilginler daha çoktur (M. Ebu Zehra. Ebu Hanife, s. 653-657).

    Kadilik yaptigi için fikhi pratik alanda uygulama imkâni bulmustur. Irak ve Hicaz ekolüne mensup ilim adamlarindan ders aldigi için bu iki ekol arasindaki görüs ayriliklarini azaltmistir. Fikha büyük hizmeti geçmis hatta, "fikhi Abdullah b. Mes'ud 32/652 ekti, Alkame (62/681) biçti, ibrâhim en-Nehaî (ö. 95/713) harman yapti, Ebû Hanîfe ögüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardi, Imam Muhammed pisirdi. Diger insanlar hazir yiyorlar" sözü meshur olmustur (Osman Keskioglu, Fikih Tarihi ve islâm Hukuku, Ankara 1980, s. 106).

    Eserleri:

    Imam Muhammed'in lisani kuwetli ve kalemi akici idi. Kolay yazardi. Hanefi fikih meselelerini toplayip sonraki nesillere aktaran o olmustur. Degerli eserler birakmis, hemen hepsi de zamanimiza kadar intikal etmistir. Eserleri genel olarak iki kisma ayrilir:

    A- Zâhiru'r-Rivâye: Bunlar alti tanedir.

    1- el-Mebsût, buna "el-Asl" da denir.

    2- ez-Ziyâdât,

    3- el-Câmiu's-Sagîr

    4- el-Câmiul-Kebîr

    5- es-Siyeru's-Sagîr

    6- es-Siyeru'l-Kebîr.

    Bunlarin hepsinde fikih (islâm Hukuku) ile ilgilidir. Bu kitaplari Imam Muhammed tevâtür yoluyla Ebû Hanife veya Ebû Yusuf'tan rivâyet ettigi için "açik rivâyetli, rivâyetinde süphe olmayan" anlaminda "Zâhiru'rrivâye" denilmistir. Kendisinin görüsleri de bu kitaplarda bulunmaktadir. Bu alti kitab içindeki konular Hanefi fikhinin temelini teskil ettigi için bunlara "el-Usûl" ismi de verilmistir (Bu eserlerine dünya kütüphanelerinde bilinen nüshalari için Brockelmann'in "Gal"ina ve Fuad Sezgin'in, "Gas''ina bk.).

    Zâhiru'r-Rivâye kitaplari, Hakim es-sehîd Ebul-Fadl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafindan kisaltilarak bir araya getirilmis ve eser "el-Kâfi" adini almistir. Bu kitap, kendi devrinde Hanefi mezhebinin görüslerini, fürû meselelerini ögrenmek isteyene yeterli kabul edilmistir. Bu müellifin "el-Müntekâ"adinda bir eseri daha vardir ki, nevâdir meselelerini de içine alir.

    "el-Kâfi", daha sonra, Ebû Bekr Muhammed semsü'l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafindan serhedilmis ve el-Mebsût " isimfi bu eser otuz cilt halinde basilmistir. es-Serahsi, bu eserinin bir bölümünü zindanda iken ögrencilerine yazdirmistir.

    Hanefi mezhebinde el-Mebsût adini tasiyan baska eserler de vardir. Diger Mebsûtlar sahibinin adlariyla anilirlar. Bunlar, Imam Muhammed'in el-Mebsût isimli eserinin serhidir. Diger mezheplerde de Mebsût isimli eserlere rastlanir. es-Serahsî'nin el-Mebsût'u Hanefi fikhinin en muteber kitaplarindan biridir. Meselelerin dayandigi deliller zikredilir, münakasasi yapilir. Önemli noktalarda diger mezhep görüsleriyle karsilastirmali incelemeler yer alir. Konularin islenisinde görülebilen daginiklik, son yillarda çikarilan el-Mebsût Fihristi ile giderilmeye çalisilmistir.

    B- Nâdiru'r-Rivâye Kitaplari:

    1- Keysâniyyat kitabi. Imam Muhammed'den suayb b. Süleyman el-Keysâni rivayet ettigi için bu ad verilmistir.

    2- Hârûniyyât. Harûn er-Reside takdim edildigi için bu ad verilmistir.

    3- Cürcâniyyât. Cürcan'da yazildigi veya Ali b. Salih el-Cürcânî rivayet ettigi için bu ad verilmistir.

    4- Rakkiyât. Imam Muhammed Rakka kadisi iken kendisine gelen meseleleri içine almaktadir.

    5- Ziyâdetü'z-Ziyâdât ez-Ziyâdât'in tamamlayicidir.

    Bu kitaplara Nevâdiru'r-Rivaye veya Gayru Zâhiri'r-Rivâye denilir, çünkü bu kitaplarin rivayeti tevatür derecesine ulasmamistir.

    Bu kitaplarda da Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve kendisinin görüsleri bulunmaktadir.

    Bunlarin disinda

    1- Er-reddû alâ Ehlil-Medîne. Ebû Hanife'nin reyleriyle Medine'lilerin reylerinin münakasasini yapar.

    2- Kitâbu'l-Asâr: Bu eserinde, Ebû Hanîfe'den rivayet etmis oldugu merfû, mevkûf ve mürsel hadisleri toplamistir (M. Ebu Zehra, Tarihu'l-Mezâhibi'l-islâmiyye, Kahire, t.y., s. 171,172; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l-islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 30; Osman Keskioglu, a.g.e., s. 95, 96; Ali safak, Islam Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 87 vd.; islâm Medeniyeti Dergisi (Muhammed es-seybânî Özel Sayisi)sy: 20; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm Hukuku, istanbul 1983, s. 74, 75; i.A. "es-seybanî" mad.).

    Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi


  11. bismill0.gif

     

    HASAN-I BASRİ

     

    Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.

    Adi, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babasi Yesâr, Irak'in bir kasabasi olan Meysânlidir. Yesâr, Meysan'in fethedilmesi sirasinda esir düsmüs ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettigi, daha sonra da Hasan-i Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendigi Medine'ye götürülmüstür. iste, Hasan-i Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliginin son ikinci yili olan Hicrî 21 senesinde dogmustur (21/641).

    Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanimi Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmustur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan'i emzirdigi ve ondaki hikmet ve belâgatin bundan dolayi oldugu söylenir. Ayrica, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdügü ve onun için söyle dua ettigi de rivâyetler arasindadir; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kil ve insanlara sevdir (Ibn Sa'd, Tabakât, VII/I, 114).

    Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüs ve çocuklugu orada geçmistir. Gençliginde Dogu iran'in fethine (43/663) katilmis, bundan kisa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'in kâtipliginde bulunmustur. Bundan sonraki hayatinin geri kalanini çogunlukla Basra'da geçirmistir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüstügü rivâyet edilir. Bu bakimdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsi ile meshurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasani Basrî'nin tasavvuf yolunda imamlari oldugunu söylemistir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele soruldugunda, onun Hasan-i Basrî'ye de sorulmasini, onun derin ilim sahibi oldugunu söylerdi (Ibni Sa'd, a.g.e., s. 128).

    Insanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bagli olarak da hayir ve serrin islenmesinde kisinin tamamen hür oldugunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-i Basrî, persembe aksami vefat etmis ve cuma günü defnedilmistir (110/728). Halkin cenazesine katilmasi muhtesem olmus ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazi kilinamamistir (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüsleri, D.E. Ü.ilâhiyet Fak. Dergisi, II, izmir- 1985).

    Hasan-i Basrî'nin çesitli konulardaki görüslerini söylece özetleyebiliriz:

    Hasan-i Basrî, "Allah, mahlûkati ve tabiati yaratti. Hersey yaratilisina uygun olarak hareket eder" demekle kadere inancini açiklayip, Kaderiyye gibi düsünmedigini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfik oldugunu söyler.

    Ibâdet hayatinda bütün kaide ve emirlerin siki sikiya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya siddetle düsman olup, amelde ihlâsin bulunmasi gerektigini söyler. "Biz insanin dindarligini sözleriyle degil, fiiliyatiyla anlariz" diyerek de uygulamaya önem verdigini belirtir.

    O'nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarini, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardi. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanin menfaati, onlarin fânî mallari için kullaniyorlar. Dünya ehli mallariyla, alimlerden yüz çevirdi ve onlarin ilimlerinden mahrum kaldi. Çünkü alimlerin verdigi hükümlerde talihsiz sonlarini gördüler" der.

    Gerçek fakîhin, takvâ sahibi oldugunu, kimseden himmet beklemedigini, kimseye hakaret nazariyla bakmadigini, ilmine karsilik bir dal bile beklemedigini, çesitli sözlerinde belirtmektedir.

    Hasan-i Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra'dakilerin ilki degildir. O'nun zühd anlayisi, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklasma ve Allah askina dayanmaktadir. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadir";

    "Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabi, âhirette kolay olacaktir. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktir" dedigi bilinmektedir.

    O, karsisindakileri egitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasini isterdi. Çünkü kisilerin yalniz ölüp, yalniz gömüleceklerini, yalniz dirilip, yalniz baslarina hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine isaret ederdi. Ona göre, düsüncesini âhiret üzerine yogunlastiranlarin, dünyadan ve fânî seylerden sevgisini kesmeleri ve her iste Hazret-i Peygamber'in yolunu izlemeleri sarttir.

    Hasan-i Basrî, hüzünlü olmayi kendine siâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmistir. Dünyadan kaçis, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunlarin hepsi, O'ndan hükmün kaynagini teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynagidir" demektedir" "Yaptiklarinin cezasi olarak, bundan böyle az gülsünler, çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/82) âyetinin isaret ettigi emir çerçevesinde fazla gülmemeyi ögütler, fazla gülmenin kalbi öldürdügünü söylerdi. Kisi bir bütün olarak Kur'ân-i Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmus olur. Bunu, Hasan-i Basrî'de su ifadelerle billurlasmis görüyoruz.

    "Amellerine bak, onlari incele. Çünkü birbirinden kesin sinirlarla ayrilan hayir ve ser tartilacak. En küçük bir hayiri degersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülügü zararsiz sayma, ahirette aleyhinde olacaktir." Hasan-i Basrî'de Allah aski (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldigi güçle saglamistir. "Bana, kendilerine farz kildigim seyleri edâ ettigi gibisi ile yaklasani yoktur. Eger kul, bana nâfile ibadetlerle yaklasirsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulagi, gözü, eli, dili ve ayagi olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konusur, benimle tutar ve benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38). O'na göre Allah aski manevî hayatin en yüksek noktasidir. Çünkü bu ask, Allah'a dogru yükselisin meyvesidir.

    Cennette Allah'in zâtinin ihatasiz olarak görülebilecegini kabul eder. iyiligi emir kötülügü nehyetmek kurali, O'nun hareket noktasini olusturmaktadir.

    Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüse sahiptir. Müslümanlarin ibâdetlerinde mevcûd Israiliyyat'i biliyor ve onlari bu yanlis inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yaninda isyan etmeden, halifelere bile açikça hatalarini söylemekle, cesaret örnegini göstermistir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karsi, ona kafa tutmustiir. Rûhu sâd olsun... (Hayranî Altintas, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, ilâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65).

    Hasan Fehmi KUMANLIOGLU

    Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

    by Muhammed Faruk


  12. Es Seyyid Eş Şerif Ahmed Rufai Hz.

     

     

    1.jpgDedesi Seyyid Yahya, Abbasi halifesi tarafından Basra'da bulunan Şiiler ve Sünniler arasındaki kavgalara son vermek üzere görev verilmiş o da bu görevi en iyi şekilde yerine getirerek Basra, Vâsıt ve Batâih bölgelerinde huzuru sağlamayı başarmıştı. İşte Ahmed er Rufâi'nin babası olan Seyyid Ali bu zatın oğludur. Ahmed-er Rufâi, Bağdat ile Basra arasında Bataih (bataklık yerler) bölgesinde Ümmüabide köyünde dünyaya teşrif etmiştir.

     

    Seyyid Ahmed-er Rufâi Hazretleri, yedi yaşına kadar babası Seyyid Ali'nin nezdinde kaldı. Yedi yaşında iken babası vefat edince, devrin büyük mutasavvıflarından olan dayısı ve şeyhi Mansur el Batâihi, annesi ve kardeşleri ile birlikte Onu himayesine aldı. Küçük yaşta hafızlığını tamamladıktan sonra Peygamber Efendimiz'in manevî işareti üzerine dinî ilimlerini tahsil için Şeyh Ali Ebu'l fazl el Vasıtî'ye teslim edildi. Şey Aliyyül Vasıtî hazretleri Peygamber efendimizin manevî emrine imtisalen Ahmed-er Rufâi'nin tahsil ve terbiyesinde büyük bir dikkat ve titizlikle hareket ederek son derece ihtimam ve gayret gösterdi. Ahmed-er Rufâi aklî ve naklî ilimlerde çok üstün bir gayret ve başarıyla ilim kariyerine sahip oldu.

     

    Hakiki bir fıkıh, hadis, tefsir alimi ve hakiki bir mutasavvıftı. Ayrıca çok mükemmel bir hatipti de... Seyyid Ahmet Rıfai (r.a.); orta boylu, nur yüzlü ve buğday benizli idi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, devamlı tebessüm eder halde bulunurdu. Öyle güzel konuşurdu ki, kalpleri harekete geçirir, sohpetine doyum olmazdı. Hatta bir keresinde cemaate vaaz-ü nasihat ediyordu. Cemaatte bulunan alimlerin Ahmet Rıfai Hazretlerine çok fazla soru sorduğunu gören Ebu Zekeriyya (r.a.) onlara müdahale etti. Bunun üzerine Ahmet Rıfai (r.a.) tebessüm edip, "Ey Ebu Zekeriyya! Bu dünya fanidir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar." buyurdular. "Bu dünya fanidir" buyurduğunda, cemaat fevkalade heycana kapıldı, içlerinden beş kişi orada vefat etti. Orada hazır bulunanlar içinden, ibadetlerini tam olarak yapamayan binlerce kişi tövbe edip doğru yola geldi.

     

    Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'dan hem icazet aldı, hem de hırka giydi. Vasıtî Onun için : "Herkes üstadıyla, ben ise talebem Rufâi ile iftihar ederim" demiştir.

     

    Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'nun vefatından sonra dayısı Mansur el Batâihî'nin terbiye ve irşad halkasına girdi. 27 yaşına kadar dayısından tasavvuf dersleri alarak çok kısa zamanda seyr-i sülûkunü tamamladı. Daha sonra dayısı tarafından Ona "Şeyhü'ş-şüyûh" unvanı ile birlikte halifelik vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini verdi. Dayısı'nın vefatı üzerine bu yaşta posta oturdu. Kuddise Sirruhu, bütün tekkelerin şeyhliğine getirilince, Onu çekemeyenler, iftira atanlar eksik olmadı.

     

    Yıllar geçtikçe müritlerin sayısı artıyor, şanı şöhreti her tarafa yayılıyordu.Bu durum Irak'taki bazı şeyhlerin Onu kıskanmalarına sebep oldu. Bir çok iftira, itham ve dedikodu ortaya atıldı. Neticede Abbasi Halifesi el Muktefî'ye, erkek ve kadın müritlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurduğu iddiasıyle hicrî 550 yılında şikâyet ettiklerinde, halife durumu yerinde incelemek üzere bir müfettiş gönderdi. Durumu araştıran ve inceleyen insaf sahibi müfettiş inceleme sonunda kanaatlerini bir rapor haline getirerek şöyle demişti: "Bu Seyyid ve müritleri sünnet yolunda değillerse, yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir." Bunun üzerine Halifesine, yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup göndermiştir.

     

    Misafirler için verdiği yemek haricinden başka bir şey yemezdi. Kendisine ait olan misafirhane, devamlı olarak dolup boşanırdı. Eli ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Çok mütevazi idi. Daima az konuşurdu ve "Sukutla emrolundum." buyururdu. Namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Bir gün kendisi, "Namaza kalktığım zaman sanki ALLAH Teala bana Kahhar sıfatıyla tecelli edecek diye korkuyorum." buyurdu. Ahmet Rıfai Hazretleri hayvanlara karşı çok şevkatliydi. Kimsenin bakmadığı temiz olmayan ve cüzzamlı bir köpeğe baktı, onu yıkadı ve besledi. Bir gün paltosunun eteğinde evin kedisi uyuya kaldı. Namaz vakti geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı ve bir müddet onu şevkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca kedisinin yattığı yeri kesti. O haliyle namaza gitti. Geri geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti.

     

    Aşırı derecede alçakgönüllü ve takva sahibi idi. Bir gün, "İçinizde benim ayıbımı, kusurumu görüpte söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular. Orada bulunanlardan bir tanesi dedi ki: "Efendim, ben sizde bir kusur görüyorum." Bunu işiten Seyyid Hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve, "Ey kardeşim, lütfen kusurumu söyleyiniz." buyurdu. O kimse, "Bizim gibi, size layık olmayan kimseleri huzurunuza kabul buyurmanızdır."deyince, başta Ahmet Rıfai (r.a.) olmak üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir ara Ahmet Rıfai Hazretleri, "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve ben sizlerin hizmetçinizim." buyurdu. İbrahim Besti isminde birisi, bir gün Ahmet Rıfai Hazretlerine hakaretlerle dolu bir mektup yolladı. Bu mektubu alan Ahmet Rıfai (r.a.), yanında bulunan birisine mektubu okuttu. Her türlü iftiranın içinde bulunduğu bu mektup okununca, Seyyid Hazretleri sükunetle dinlediler ve, "Doğru söylemiş. Eğer ALLAH Teala'nın indinde şüpheli bir durumum yoksa, insanların bana ettiği iftiralara hiç aldırış etmem." buyurdular ve mektuba cevap olarak şunları yazdırdılar: "Muhterem İbrahim Besti Hazretleri, ALLAH Teala beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı. Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır dualarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve haklarınızı helal etmenizi yüksek zatınızdan istirham ediyorum."

     

    Ahmed er Rufâi Hazretleri, Hicri 555 senesinde hacca gitmiştir. Hac dönüşü Medine'de Ravzaı Mutahhara'yı ziyaret etmiştir. Peygamber Efendimizin kabri önünde şu nidada bulunmuştur. "Esselâmü Aleyke ya Ceddi!" Peygamber Efendimizin kabrinden: "Aleyküm Selam Ya Veledi" cevabı duyulmuştur.. O sırada orada bulunan bütün ziyaretçiler bu sesi işitmişlerdir. Bunun üzerine vecde gelen Seyyid Ahmed-er Rufâi" Hazretleri, titreyerek diz çöküp şunları söylemiştir. "Uzakta iken ruhumu gönderiyordum. Bana, vekâleten toprağını öpüyordu, şimdi ise huzurundayım şu mübarek elini uzatıver de dudaklarım onunla haz duysun !.." Peygamber Efendimiz'in kabrinden nuranî eli dışarıya uzanmış ve bütün ziyaretçilerin gözleri önünde O, bu eli öpmüştür.

     

    Bu hadise (Burhan) bir tevatür derecesinde hacılar arasında yayılmış, bütün İslâm ülkelerinde duyulmuştur. Şahidler arasında devrin tanınmış sofileri de vardır. Abdukadir Geylâni Hazretleri, Seyyid Ahmed-er Rufâi Hz.leri için : "Sahabe-i Kiram, müçtehidinden mada tabakat-ı evliyadan hiç kimse Ahmed er Rufaî Hazretlerinin makamına vasıl olamamıştır." Demiştir.

     

    Hicri 560 yılında Abbasi halifesi olan el-Müstencid, kendisini Bağdat'a davetinde karşılamak üzere oğlunu vazifelendirmiştir. Sarayda davetliler arasında devrin ileri gelen Şeyhleri- mutasavvıfları da hazır bulundular. Her biri sırayla sohbet eder, söz sırası Ahmed-er Rufâî hazretlerine gelince bir konuşma yapmış Halife el Müstencid, Ahmed-er Rufâî'nin sohbetini ağlayarak dinlemiştir. Daha sonra Seyyid Ahmed-er Rufâî babasının Bağdad'taki türbesi civarında zikir meclisi tertip ederek, Halifenin de bizzat bu mecliste bulunmuştur. Kaynaklarda Rufâî hazretlerinin, ikinci bir defa daha hacca gittiği , arafatta Hızır (a.s) ile karşılaştığı ve Hızır'ın kendisine tac ve hırka giydirdiği ifade edilmektedir.

     

    İlk eşi Hatice binti Ebi Bekir el Vasıt- en Neccavi'den Fatıma ve Zeynep adlı iki kızı olmuş, eşinin vefatından sonra evlendiği ikinci eşi Rabia'dan sonra Salih isminde bir oğlu olmuş ve küçük yaşta vefat etmiştir. Nesli iki kızı ile devam etmiştir. Fatıma'dan İbrahim Azeb (609) ve Ahmed-el Ahdar (645) adlı devrainde meşhur olan iki Sûfî, Zeyneb'den ise ikisi kız, altısı erkek torunları olmuştur. Bunlardan İzzeddin AHMED Sayyad (574-670) Rurâîye'nin Sayyadiye kolunun kurucusu olup, Rufâî Tarikatının İslâm âlemine yayılmasında tesiri olmuştur.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Hicrî (578), Miladî (23 Ağustos 1182) tarihinde şiddetli bir ishal hastalığı sonunda vefat etmiştir. Vefatından önce ; "Beni dilenci keşkülü yerine koymayın, tekkemi bugün harem, öldükten sonra mezar etmeyin. Ben Hakk Tealâ'dan tek olarak yaşamayı diledim. O beni toplum içinde yaşattı. Öldükten sonra belki o muradıma erişirim. Toprak üstünde her ne varsa eninde sonunda yine toprak olacaktır." Bu sözü ile keramet buyurmuşlardır. Türbe-i Saadetleri yanında kimse yoktur. Kırın ortasında tenha bir yerde Bağdad'ın güneyinde Vasıt yakınlarında bulunmaktadır.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin tasavvuf ve Tarikat anlayışı, kitap ve sünnete tabi olan bir anlayıştır. Onun ifadeleri içerisinde İslâm dini, zahir ve batını ile bir bütündür.

     

    Kalp cesetsiz olmaz, Kalbi olmayan bir cesed ise çürür. Tasavvuf ilmi, kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat şeriat demektir. Hakikat, Şeriata muhalefet etmez. Tasavvuf, söz konusu ettiği Tarikat, şeriatın bizatihi içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf, Yün hırka ve taç giymek değildir.

     

    Tasavvuf; hüzün hırkası, sıdk tacı, tevekkül elbisesinde bürünmektedir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi........,, benliği yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde tasavvuf yolunda bulunmuştur.

     

    Mükemmel sofi her halde Hz. Peygamber (a.s)'a tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek derecede olarak benimseyen kimsedir. Kul ancak Allah'dan gayri herşeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit, mükemmel bir kul olabilir.

     

    Tasvvuf edeptir. Bu da Peygamber'in sünnetine tabi olmakla kazanılır. Derviş olmak için cemiyet hayatından uzaklaşmak gerekmez. Müridler, dünyevi meşguliyetlerini terk etmeksizin helâl ve harama dikkat ederek gafletten uzak kalmak suretiyle Hakk yolunda ilerleyebilir. Bütün iş, kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Kerametlere rağbet etme. Çünkü veliler bundan kaçınmışlardır. Müritler için ne bir noksanlıktır, ne de Allah'ın kapısından ayrılma Kalbini Rasulullah'a yönelt, şeyhin ve mürşidin vasıtalarıyla O'nun yüce kapsından yardım iste..

     

    Karşılıksız, garazsız şeyhine hizmet et. Ona karşı son derece terbiyeli ve edepli ol. Gıyabında dahi onun şerefini koru. Kendini onun hizmetine ver, evinde hizmeti arttır. Huzurunda az konuş. Ona tanzim ve vakarla bak. Ona sakın küçümseyici bakışlarla bakmayasın. Kardeşlerine öğüt ver, kalplerini kazanmaya çalış. İnsanların arasını bul. İnsanları Allah'a yöneltmeye bak. Sadakat ve ihlasla dervişlerin yolundan gitmelerini sağla.

     

    Kalbini Zikir ile, kalıbını da fikirle tamir edip güzelleştir. Gayen su üstünde yürümek, havada uçmak olmasın. Bunları balıklar ve kuşlar da yapıyor. Himmet kanatlarıyla sonsuzluklara uçabiliyor musun ? Sen ona bak...

    Ahmed-er Rufâî hazretleri, kendisinin tevazu, zül, inkisar yoluyla matlubuna vasıl olduğunu, bunları tarikinde bir esas olarak tercih ve tespit ettiğini söylemektedir.

     

    Menkıbeler içinde fevkalede tevazuunu gösteren örnekler vardır. Bunlardan birinde kendisine iftira, hakaret ve küfür dolu sözler sarf eden bir şeyhe karşı, "Efendim, sizin hilminiz büyüktür, affınız geniştir. Ben neyim ki, ne kıymetim var ki bu kadar hiddete kapılıyorsunuz. Ben, sadece hizmetkarlarınızın en miskiniyim, ayaklarının tozuyum." Şeklinde yumuşak ve mütevazi bir söz ile mukabele etmesi üzerine, Ahmed-er Rufâî Hazretleri"ni kızdıracak başka bir söz bulamayan Şeyh "Görüyorum ki siz nefsinizden sıyrılıp çıkmışsınız. Şimdi mülk sizindir., nimet sizindir ve sizin neslinize aittir. Beni de bağışlayın" demiş ve müritleri arsına girmiştir. Bu nevi menkıbeler ve eserlerindeki ifadeler Onun şahsiyetini ve tarikat pirleri arsındaki hususiyetini gösteren çizgilerdir.

     

    Şu nokta dikkat çekicidir ki birkaç keramet olayı istisna ondan bahseden menkıbeler daima Onun davranış ve ahlâkını, insanlarla münasebette tevazu ve hoşgörüsü ve ağırbaşlılığını anlatmaktadır. Bu özelliği ile Tasavvuf Güzel Ahlaktır. Tarifinin müşahhas bir örneği olarak görülmektedir.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri, dört büyük kutuptan biridir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinden sonra Kutbiyet makamına yükseldiğini kaynaklar belirtmektedir. Gavsiyet ve Kutbiyet âlemi kendisine bundan önce de bir kere daha tevdi edildiği ve onun bu vazifeden af dilediği, bunun üzerine Abdulkadir Geylani'ye verildiği, O'nun ölümü üzerine tekrar kendisine tevdi edilince bu vazifeyi kabul ettiği ve onaltı sene birkaç ay bu makamda bulunduğunu ifade etmektedirler. Kendisine Ebül Alemeyn (iki sancak sahibi) künyesinin bu duruma işret olarak verildiği kaydedilmektedir.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri müritlerini şöyle müjdeliyor:

    "Rabbim bana lütf'ü ihsanınla gözlerin göremediği, kulakların işitmediği, beşerin akıl ve hayaline gelmediği, bir çok nimetler ihsan etti. O'nun kerem elçisi Rasulullah, (s.a.v.) beni temin edip söz vermiştir ki Müridlerimi, sevenlerimi, zürriyetimi sevenleri, yerinde kaim olanları ellerinden tutup kaldıracak ve kurtaracak. Bu hal, kıyamete kadar böyle sürecek. İşte ruhen biat böyle hasıl oldu. "Allah (c.c) verdiği sözden dönmez." Şu halde Onun yolunda gidenlerin sahip oldukları büyük nimet ve müjdeyi bütün açıklığı ile ifade eder.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Mecal bin Yunus ve Abdül Mü'min adında iki müridi ile sahrada geziyorlardı. Birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleri pek ziyade idi. Onların bu yakınlığı ve duydukları manevi haz, her ikisini de sarhoş etmişti. Bu durum onları zaman zaman kendilerinden geçiriyordu.. Cezbeye tutuluyorlardı. Hatta müridlerden biri;

    -Sana bu kadar zamandır Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin yakınlığından sana ne erişti?

    Diğeri:

    -Ne dilersem kabul edilme lutfu.

    -Dile bakalım Allah (c.c) lutfedecek mi ?

    -Ya Rabbi ateşten azad olduğuma dair şu aciz kuluna bir ferman göster.

    Diye niyaz etti.

    -Allah (c.c)sonsuz kerem sahibidir. Fazlına nihayet yoktur. Ve iki müridin önüne bir yaprak sağa sola yalpa yaparak bir kâğıt düştü. Kâğıda baktılar, Kâğıt bembeyazdı. üzerinde hiçbir yazı yoktu. Alıp Seyyide götürdüler. Ve hiçbir şey söylemediler. Seyyid bu bembeyaz kâğıda baktı ve hemen şükür secdesine kapandı. Secdeden başını kaldırınca:

    - "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun ki bağlılarımın cehennemden kurtuluşunu bana dünyada gösteriyor." Buyurmuş. "Bunun üzerinde yazı bulunmayan beyaz kâğıt" diyen oradakilere:

    - "Evlatlarım kudret eli siyahla yazmaz, bu nurla yazılmıştır." Cevabını vermiştir.

     

    Ahmed-er Rufâî Hazretleri, çok farklı özelliklere sahipti.

    Peyamber Efendimize çok yakın idi. Ona her şeyi ile tutkundu.Cenab-ı Hakk, yaradılışında onunla kader birliği içinde yaratmış, bir takım hikmetlerle onun isminin müsemması kılmıştır. Dünyaya gelmeden annesi ve dayısı Mansur el-Bataîhi'ye rüyalarında isminin Ahmed olması müjdelenmiş ve emredilmiştir. Küçük yaşta Peygamber Efendimiz gibi yetim kalmıştır. Nesli kız evlatları ile devam etmiş, erkek evladını küçük yaşta kaybetmiştir. Hayatında kendisine hakaret edilmiş, eziyet görmüş, O ise PEYGAMBER Efendimiz gibi sabırla, dua ile mukabelede bulunmuş, hasımlarına karşı tevazu göstermiştir.

     

    Eserleri

     

     

     

     

     

     

     

    el-Hikemü'r Rufaiyye

     

    en-Nizamü'l-Has li-Ehli'l-İhtisas

     

    Hadis-i Erbain Şerhi

     

    el-Burhanü'l-Müeyyed

     

    el-Mecalisü's-Seniyye

     

    el-Eş'ar

     

    el-Ahzab ve'l-Evrad

     

    Mecalis-i Ahmediyye

     

    Kitabü'l Hikem

     

    Ahzabu'r Rufaiyye

     

    es-Sıratu'l-Müstakim

     

    er-Rivaye

     

    et-Tarik İlallah

     

    el-Akaidü'r-Rufaiyye

     

    Şerhü Tenbih

     

    Tefsirü Sureti'l Kadir

     

    Rahiku'l Kevser

     

    el Bahçe fi'l Fıkh

     

     

     

    Nasihatları

     

     

     

     

     

    İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurura kapılan kimse, marifet sahibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sahipti. mantık yürütmek suretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddia etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü tealanın gadabına uğradı ve lanete müstehak oldu. Ebedi olarak rahmet dergahından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! iyi ibadetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'am-ı Baura ve Bersisa en çok ibadet edenlerdendirler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyaya bağlandılar. Ahiretlerini ziyan ettiler. Rezil rüsva oldular.

     

    Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hali iyi bilen Allahü tealaya yalvarmaya, sızlanmaya başla.

     

    Bilgisizlik ölümdür. Allahü teala ilim verdikçe canlanmaya başlar. Her bilgi bir vebaldir. Bu vebalden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teala için yapılmaya bağlıdır. İhlas elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.

     

    Salih müslümanlar, Allahü tealanın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belalara sabrederler, aza kanaat ederler. Allahü tealadan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allahü tealadan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren aziz ve zelil edenin Allahü teala olduğunu bilirler.

     

    Salih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerifine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefislerinin arzularını yapmazlar. Allahü tealayı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak. hep o'nunla beraber olmaya bakarlar. Böylece nefislerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.

     

    Nefse, Allahü tealanın kaza ve kaderine rıza göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. çünkü, kadere razı olmak, Allahü tealanın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saadete kavuşmak, nefsin rızasını terk edip, Allahü tealanın rızasına koşmakla mümkündür. Saadete kavuşanlara müjdeler olsun.

     

    Menkıbeleri

     

     

     

     

    Ahmed er Rufaî Hz.leri fakîh idi, seyyid idi. İltifat-ı nebevîye'ye mahzar idi. Peygamber Efendimizin iltifatına nasıl mahzardır ? diyeceksiniz..

    555 Hicrî (Miladi 1160) tarihinde Doksan bin hüccacın gözleri önünde cereyan eden bir hadise size bu gerçeği gösterecektir.

     

    Dünyanın muhtelif yerlerinden insanlar, ziyaret için Ravza-i Mutahhara'ya toplanmışlardır. Bu esnada derinden gelen bir inilti şöyle terennüm ediyordu:

     

    Fiy hâletil bu'di ruhu küntu ursilihe

    Tukabil-ul arda inni vehiye naibeti

    Vehezihi devlet-ül eşbehu kad haderat

    Femdut yemiyneke key tahza bihe şefeti..

     

    "Arada uzak mesafeler varken saygıyla elinizi öpmek için vekâleten ruhumu gönderiridim. Şimdi ise cismanî varlığını görmek gözle nasip oldu. Mubarek elini uzatasın ki şu hasretli dudaklarım haz ve sevinçle dolsun.!"

     

    Nefesleri kesecek bir hadise , elektriklenmiş vücutların derin bakışları utulmayacak bir tabloyu seyrediyordu.

    Bunun üzerine Nebiler nebisinin mübarek eli nuranî cismiyle Merkad-i şerifinin altından uzandı. Ve Rufaî Hz. O yılki hacılardan çokça kalabalık şahitler huzurunda onu öptü..yeri ve göğü velveleye boğmuş bir halde sarhoş bakışların önünde Seyyid Rufaî (k.s.) mübarek başını Ravza-i mutahhara'nın eşiğine koyarak "Bu mukaddes eşiğe yüzümü koyuyorum, beni çiğneye çiğneye geçiniz" Bunun üzerine alimler, arifler başka kapılardan çıtılar, Müridan kendisinden geçti Ellerine o anda ne geçti ise vücutlarına sokmaya başladılar. Çivi, şiş, bıçak, kama vs. neye ve nerye rastlarlarsa sapladılar.

     

    Bir kısım müptedi ise O'nu çiğneyerek çıkarlarken büyük Veli şöyle diyordu:

    -"Allah'ım manevî gücümü, îmanımı zât-ı Ecelli-Âla-na ve bilgimi de peygamberine karşı arttır. Bu hali yoluma bir hüccet kıl.."

    Bu hadiseye Abd'ül Kadîr Geylanî (ks.) Cenab Zağferanî,Şeyh Adi b.Müsafir., Şeyh ve Aliyyul Heyti b.Kays, Şeyh Ali b.Umeys, Şeyh Ali Taberi şahid olmuşladır.

     

    Bu vak'a o kadar doğrudur ki, bir çok ulemanın şu şekilde bir fetva vermesine sebep teşkil etmiştir.:

    "Her kim bu kerameti inkâr ederse .. delâlete düşer ve sapar"

    Bu vak'a aynı zamanda Dönemin Tasavvuf akımları arasında büyük dalgalanmalara yol açtı. Bu olay üzerine pek çok şeyh dergâhını kapatıp Ahmed-er Rufaî 'ye mürid olarak geldi. Seyyid ile aynı yıllarda yaşamış Gavs'ul Azam Abdulkadir Geylanî (Ks.), O'nu evliya üzerine hüccet-i ilahî olduğunu söyledi.

     

    Ahmed_er Rufaî'nin haline nigahban olan Abdulkadir Geylani hazretleri O'nu en güzel şekilde tarif ediyordu. Ashab-ı Güzin Al-i Beyt-Rasûl-ül Emîn ile cümlesi müctehidin hazeratından maada tabakat-ı evliyada Ahmed-er Rufaî mertebesine kimse vâsıl olmadı. Buyurdukları mervîdir..

     

    Nesebi

     

     

     

    turbe.jpg

     

    Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir.

    Anne tarafından da nesebi hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'ye dayanır.

    Bu yüzden kendisine Ebu'l Alameyn, iki sancak sahibi künyesi verilmiştir. Ebu'l Abbas da denir.

    Beni Rufae kabilesine mensub olduğu için Rufai nisbeti ile tanınmıştır.

    Ali bin Ebu Talib (r.anhüm)

    Hüseyin bin Ali

    Ali Zeynel Abidin bin Hüseyin

    Muhammed Bakır bin Ali Zeynel Abidin

    Caferi Sadık bin Muhammed Bakır

    Musa Kazım bin Caferi Sadık

    İbrahim Murteza bin Musa Kazım

    Musa bin İbrahim Murteza

    Ahmed Salih bin Musa

    Hasan bin Ahmed Salih

    Muhammed bin Hasan

    Mehdi bin Muhammed

    Rufae Hasan bin Mehdi

    Ali İşbili bin Rufae Hasan

    Ahmed Murteza bin Ali İşbili

    Ebu'l Fevaris Hazım Ali bin Ahmed Murteza

    Sabit bin Ebu'l Fevaris Hazım Ali

    Yahya bin Sabit

    Seyyid Ali bin Yahya

    Ahmed (Rufai) bin Seyyid Ali

     

     

    Kaynak : http://www.rufai.com/


  13. Selamün aleyküm arkadaşlarım, abilerim, ablalarım ... Biz büyüklerimizin de görüşüne danışaraktan böyle bir konu açmaya karar verdik. Elimizden geldiğince Evliyalarımızın , Alimlerimizin ve Yolumuza ışık tutanların hayatlarını anlatmaya çalışacağız bu bölümüzde. Sizler de bize destek olursanız seviniriz. Sizler de elinizden geldiğince bu konu ile alakadar olursanız seviniriz(paylaşım)...

     

    Selam ve dua ile kalalım.

     

    Saygılarımla.

     

    Vesselam.


  14.  

    ayrıca bu husus yani hapşırana "yerhamukellah" demek, müslümanın müslüman üzerindeki 6 vazifesinden de biridir. aslında bir müslümanın bunu bilmemesi abes. yalnız şu da unutulmamalıdır ki hapşıran kişinin "elhamdulillah" demesi lazımdır ki biz "yerhamukellah" diyelim. hapşıran birisi yanımızda ise ve "elhamdulillah" demeyi unuttuysa hatırlatmak için bizim "elhamdulillah" dememiz de hadis-i şeriflerde tavsiye edilmektedir.

     

    Anladım abi Eyvallah...


  15. Ben de hayırlı yaşa diyorum :) Çok yaşamak kötü birşey çünkü :) Ama dediğiniz en güzeli ve doğrusu abim.Sizden Allah razı olsun.

     

    Öğrendiğim iyi oldu dur bakalım ezberleyelim de bir daha öyle diyelim ama şöyle bir sorun var ki her hapşıran kişi Müslüman değil :) Keşke öyle olsaydı... Mesela kafire yada dindar olmayan bir Müslümana öyle diyecek olsak birşey demez :) Bilmez çünkü haksız mıyım abi ?

     

    Ayrıca Hz.Mevlana(k.s)'dan bir söz :

     

    Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.

    • Like 1

  16.  

     

    Arkadaşım burada herkes görüş bildiriyor. Sen yazdıklarının ispatını yapıyorr musun burada? Ben gereken herşeyi ispatrlarım. Yeter ki samimiyetinden emin olayım. Emin ol ki vesikalarım sağlam. Benim Tarik-ı Aliyye nin devamı olduğunu idda eden , ben de şu koldanım bu koldanım diyerek insanların imanlarıyla oynayan kişilerin dedelerimle hiçbir bağlantısı olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

     

    Peki kardeşim tamam sen haklı ol bakalım ! Senle tartışmaya lüzüm yok !.. Zira sen en baştan hatalısın.Konuyu okuyup etmeden yazdığımı anlamadan yorum yazan sensin kardeşim ben değil ! Ben ikisi de Peygamber Efendimiz(s.a.v) soyundan demek istiyorum anlamıyorsun.Akıllı kardeşim nasıl olmadığını kanıtlayacakmışsın ? Git gör evliyayı hadi cesaretin varsa git de yüzüne karşı eleştir böyle arkadan konuşma aynı zamanda iftira attığının farkında ol ! O hak evliyadır.Milletin imanıyla oynayan biri varsa o da hakkı reddedendir !..

     

    Saygısızlık yaparak konuşmak istemem fakat sen gerçekten ki beni sinirlendiriyorsun bu tavrın ile ! En sevmediğim şey de iftiradır.Peki sen inanmayabilirsin ama böyle demeni gerektirmez. Sen ki Seyyid Abdulhakim el Hüseyni(k.s) Seyyid Muhammed Raşid Hüseyni(k.s) ve Seyyid Abdulbaki el Hüseyni(k.s) reddediyorsun. Git hayatlarını oku bakalım ! Böyle desem de fikrinin değişmeyeceği bellidir biliyorum ama ben sana karşı doğruyu söyledim zira kabul edip etmemek sana kalmıştır.Ve ben senle helalleşip barışmaya da açığım yani istersen iddialaşmamızı bırakıp barışabiliriz ben asla Müslüman tartışmasını seven biri değilim.Ama sen devam edersen ben ne yapabilirim ? Zira kabul etmemen değil de o lafın ağrıma gitti.Lütfen saygılı olalım !

     

    ''ben de şu koldanım bu koldanım diyerek insanların imanlarıyla oynayan kişiler '' İşte iftiraya giren kelimen budur açık olmasa da üstü kapalı olarak ne demek istediğin aşikardır.

     

    Saygılarımla...


  17.  

     

    Arkadaşım hassasiyetin için teşekkür ederim. Araştırmadan veyahut bilmeden yazdığımı sanma sakın. Gerçekten sen araştırmalısın bence. AYNI SOYDAN gelip gelmediğini ve aynı tarikate mensup olup olmadığını. Ben de sağlam ispatlar mevcut inşallah sağlam bir ortamda vesikalarımızı karşılaştırırız. Allah-u Teala razı olsun ....

     

     

     

    Sen öyle bir hal halmişsin ki bildiğinden vazgeçecek değilsin senle tartışmaya lüzüm yok. Allah haksızı bilip görmektedir.Sen Allah'ın evliyasına iftira atıyorsun ve böylece cehennemdeki yerini hazırlıyorsun keyfin bilir çok istiyorsan gir ateşe zira iftiranın günah olduğunu herkes bilir ! Saygılarımla...

     

    NOT : Hiçbir şey düşünemeyenler ile gerçeği görmezden gelen insanlar arasında bir fark yoktur.


  18. Aynen öyle kardeşim.İşimiz gereği Babam Cübbeliyle neler yaşadı zamanında ben bilirim.Harun Yahya zaten muamma...

     

    Lütfen Müslüman kardeşlerimizi(Cübbeli Ahmet Hoca'yı) lekelemeyelim kardeşim... Aranızda hususi bir sorun olmuş olabilir buna birşey diyemem ama bunu o kişinin İslami hayatına dahil görmenizin doğru olduğunu düşünmüyorum.Yani kul hata yada günah işledi diye sahtekar olduğu anlamına gelmez.Harun Yahya'ya zaten birşey demiyorum Allah biliyor, fazla lafa gerek yok :) Ayrıca mesajıma yorum yapacaksanız yanlış anlamadan ve sabır kaidelerini bozmadan yapalım lütfen kardeşim... Kötü niyet dahilinde birşey yazmadığımı da belirtmek isterim. Müslüman Müslüman'ın kardeşidir lafını da hatırlatmadan geçmek istemiyoruz...

     

    Selam ve dua ile ; Saygılarımla.

     

    Vesselam.


  19.  

    Zaragoza yakınlarındaki Merhamet Mabedi Kilisesi'ndeki 100 yıllık İsa Peygamber freski nem yüzünden zarar görmüştü.

     

    Ecce Homo (İşte İnsan) adlı portre, ressam Elias Garcia Martinez'in imzasını taşıyor.

     

    80'li yaşlarında olduğu bildirilen kadının freskin yıllardır harap halde olmasına üzüldüğü ve fırçasını alarak düzeltmeye giriştiği belirtiliyor.

     

    Ancak İsa'nın yüzü tanınmayacak hale gelince yaşlı kadın belediyeye başvurarak yardım istemiş.

     

    Yetkililer yaşlı kadının iyi niyetle hareket ettiğini ancak resmin restore edilip edilemeyeceğini henüz bilmediklerini söyledi.

     

    Sanat tarihçileri yakında kilisede bir araya gelerek neler yapılabileceğini tartışmaya hazırlanıyor.

     

    BBC Avrupa muhabiri Editistian Fraser, ressam Martinez'in zarif fırça darbelerinin bol miktarda boyayla gelişigüzel kapatıldığını kaydediyor.

     

    Muhabirimize göre bu asil portre şimdi üstüne uymayan bir gömlek giymiş, bol tüylü bir maymunun mum boya resmine benziyor.

     

    "Üstelik" diyor muhabirimiz, "Ressamın torunu da kısa süre önce resmin restore edilmesi için yerel bir kuruluşa bağış yapmıştı."

     

     

     

    120822184146_fresco_spain_botched_restoration_304x171_centrodeestudiosborjanos_nocredit.jpg

     

    http://www.bbc.co.uk...in_fresco.shtml

     

     

     

    İşte Allah peygamberinin resminin gösterilmesine razı olmuyor ki başına böyle bir iş geliyor.Tabii anlayana ... :) Ne ağlıcan kardeş hayırlısı olmuş.Peygamber resmi göstermek doğru değildir zaten benim bildiğim.Zaten eski hali sanki Hz.İsa(a.s)'mıydı ? Mutlaka o resim de kurmacadır. Ama şöle birşey var ki bu Hristiyanlar Hz.İsa(a.s) sevdiğini söyler iken(ki gerçekten sevseler böyle olmazlardı) O'na karşı saygısızlık yaptıklarının farkında değiller mi ?

     

    Selam ve dua ile; Saygılarımla.

     

    Vesselam.


  20. Hani nerde bileği bükülmeyen

    Şahlandığı zaman önünde durulmayan

    Çok devletlerin sınırlarını değiştiren

    Bir çok hükümdarlara taç çıkartıp,taç giydiren

    BİLEĞİ BÜKÜLMEYEN OSMANLIM...

    Nazlı Budin,Kosova,Belgrad,Üsküp

    Sınırlar ötesinde Viyana Kapıları

    Ezenin karşısında, ezilenin yanında

    Onun doğruluk ve adalet var kanında

    BİLEĞİ BÜKÜLMEYEN OSMANLIM...

    Öyle bir devlet ki; dinine ve halkına hizmet için var

    Ayırmamıştır hiç bir zaman insanları etmemiştir istismar

    Kur'an, İncil,Tevrat,Zebur onun için hepsi kutsaldır

    Toplumda o yaşayanlar, sanki hepsi kardeştir

    NERDE BENİM BİLEĞİ BÜKÜLMEYEN OSMANLIM

    Yüz yıllar boyu tarih hep seni yazdı

    Kaldırdığın kılıç ölüm değil, adaletten yanaydı

    Onun için senin adın OSMANLI' ydı

    Nerde benim bileği bükülmeyen

    O MUHTEŞEM OSMANLIM ???

    Bir zamanlar ki senin önünde diz çökenler

    Yaşamalarına izin verdiğin toplumlar

    Hepsi şimdi sana düşman oldular

    Unutmasınlar,her gün batan güneşin bir de doğuşu vardır

    NERDE BENİM BİLEĞİ BÜKÜLMEYEN O MUHTEŞEM OSMANLIM ???

     

    Mustafa UZ

     

     

     

    Çok güzel yazmışssın abi haddime değil ama biraz daha yoğun yazsan daha güzel olur. Maşalllah... Allah başarılarının devamını versin İnşallah.

     

    Selam ve dua ile; Saygılarımla.

     

    Vesselam.

×
×
  • Create New...