Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SİTARE

Sivil
  • Content Count

    170
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by SİTARE


  1. [seyyid Ahmed Arvasî] İnandığı gibi yaşayan bir buzdağı

     

    Seyyid Ahmed Arvasi, fikir ve gönül adamı olmanın yanı sıra mücahid ve 20. asrın ender yetiştirdiği bir deryadır. Benzetmek gerekirse o bir buzdağıdır. Görünmeyen yönü görünenden çok daha fazladır.

     

    Başka ülkelerde olsaydı baş tacı edilirdi. Yıllarca çektiği çilelere, yattığı hapislere, iftiralara ve hastalığa asla şikâyetçi olmadı. O ve onun gibi Allah ü Teâla' nın nice dostları, kendilerine takdir edilen ömürlerinin her nefesini rıza-i İlahi'ye kavuşmak için harcadılar. Dünya nimetlerinin geçici, ahiretin ise sonsuz olduğunun sırrına ererek yaşadılar. Kabrin erkek ve kadın herkesin çeyiz sandığı olduğu idrakine vardılar rıza-i İlâhi'ye uygun ameller yaptılar. Mal ve makam peşinde koşmadılar. Ama gök kubbe altında gizlenen değerli kullardan oldular. Oysa zaman seyri içinde nice kişiler unutuldu. Sadece tarih kitaplarında veya magazin sayfalarında kaldılar. Fakat Allah ü Teâlâ dostları inananların ufkunda bir güneş gibi yükselmektedir. Kaldı ki dünya malı ve şöhret zahmetle elde edilir. Kıskançlıkla saklanır. Ölüm neticesi hasretle terk olunur. Ancak Allah dostları ölümle daha çok yükselirler ve yalnız dünyada kıyamete kadar unutulmadıkları gibi, ahiret âleminin de yıldızlarıdır. İşte S. Ahmed Arvasi de bu yıldızlardan biridir.

     

     

    Evi bir okul gibiydi

     

    Evet, Arvasi Hoca'nın düşüncelerini ciltlere sığdırmak mümkün değildir. Ama birkaç satır da olsa onun düşüncelerine kulak verelim: "... İslamiyet, hiçbir din ile kıyaslanmayacak kadar ileri, ilmin verilerine açık, dinamik, birleştirici ve kaynaştırıcı bir sistem getirmektedir. O kapitalizm, sosyalizm, komünizm, faşizm ve Nazizm gibi yabancı ideolojilerin saçtığı zehiri bertaraf ederek bir panzehir ve hayat kaynağıdır. Bu noktada belirtelim ki, Türk milletinin ve Türk milliyetçiliğinin âlemşümul davası ve ideolojisi Allah'ın ve Resûlünün davasıdır ve bunun adı İslamiyet'tir." Evi adeta bir okul idi. Bir grup ayrılırken hatta ayrılmadan başka bir genç grubu odayı doldururdu. Son derece misafirperver idi. Gençlere şu sözü sık sık tekrar ederdi: "Türk'e düşmanlık, İslamiyet'e düşmanlık ile eşdeğerdir. Anadolu Türk'ü güçsüz olursa bütün İslam ve Türk dünyası esaret altında olur. Bu iki dünyanın kurtuluşunun Türkiye'nin maddî ve manevî güçlenmesi ile mümkün olacağına yürekten inanıyorum."

     

    Kendisi için ne yazsam azdır. Hiç şüphe yok ki, her biri birbirinden değerli yazıları içinde bana en çok tesir eden ve dostu, sırdaşı olarak S. Ahmed Arvasi'nin de çok sevdiği "İnsanlık Kimi Özlediğini Bir Bilse!" yazısından hatırasına binaen çok az kısmını sizlere naklediyorum: "İnsanlığın içinde bulunduğu 'ahvali' düşündüm ve Şanlı Peygamberimi ve O'nun aziz kadrosunu özledim. Şu anda, hepimiz, O'na ne kadar muhtacız!

     

    'Kara' ve 'Kızıl' zulüm idareleri altında inleyen, sömürülen, 'sahte tanrılar' karşısında boyun eğen, 'putlaştırılan' kanlı diktatörlerin hayalleri ile ürperen milyonlarca hatta milyarlarca insanın halini düşündüm. Bütün bu zulüm idarelerini, bu 'sahte tanrıları' yıkmak, asrımızda yontulan bütün putları kırmak ve insanlığı, bunların kanlı pençesinden kurtarmak gerektiğini gördüm. Fakat, güçsüzlüğüme esef ettim. Bütün bu işleri, muhteşem bir kadro kurarak başaran Sevgili Peygamberimi düşündüm."

     

    Kuyumcu dükkânında çalışan S. Ahmed Arvasi'yi gören Arvasi büyüklerinden kalb ve keramet ehli bir zat; S. Ahmed Arvasi'nin babasına "Bunun burada işi ne? Bırakın okusun, pırlantalar yetiştirsin, cevahirin hakikisiyle (insanlarla) uğraşsın." buyurdular. O hayatı boyunca dostlarına âşıktır. Onları Allahü Teâlâ (celle celâlühû) için sever. 'Bugd-ı Fillah' zirvededir. Hiç sevmediği kişiler ise gayesiz ve hedefsiz yaşayanlardır. Ona göre yarım sevgi ve yarım hizmet olmaz. Bana naklettiği bir hatırasında: Ortaokulu bitirince liseye kayıt için hazırlık yaparken, herkesin meczup biri olarak tanıdığı yaşlı bir kadın, evlerinin kapısını çalar. Ve şu sözleri söyler: "Ben görevliyim. Ahmed'i liseye göndermeyin. Öğretmen okuluna gönderin." der ve öğretmenlik hayatı bu söz ile başlamış olur.

     

    31 Aralık 1988'den bu yana zaman seyri içinde, onun büyüklüğü ve değeri ufuktan giderek yükselmektedir. O, sıradan bir kişi değildir. Son asırlarda ender rastlanan mütefekkir, pedagog, eğitimci ve sosyologdur. Asrımızın Ahmed Yesevi rolünü üstlenmiş mübarek bir mücahiddir. Aramızdan çok genç ayrılmasına rağmen, yaşamına büyük hizmetler sığdırmış nadir bir kişidir. Yazıları dün ve bugün olduğu gibi yarınlara da ışık tutacaktır. 31 Aralık Cumartesi günü saat 11.00 sularında daktilosu başında makalesini hazırlarken Allahü Teâlâ'nın rahmetine kavuşmuş idi. Elbette onu makalelere şöyle dursun, ciltlere sığdırmak imkânsızdır. En önemli özelliği örnek bir Türk-İslâm ülkücüsü idi. O, kendisine yaratılanların en üstünü ve güzeller güzeli Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimiz'i (sallallahü aleyhi ve sellem) örnek almış, imanı kâmil bir "mü'min" ve büyük bir "Hakk âşığı" idi. O, bütün hayatı boyunca son nefesine kadar Türklüğe ve İslâm'a hizmet etmek için çırpınan, son derece ihlâslı ve yazdıklarını yaşayan samimi ve dürüst idi.

     

    "Dünyada bekâ, halkta vefa yoktur"

     

    Hazreti Adem Aleyhisselam'dan bu yana; Allahü Teâlâ'nın nice dostları fani dünyadan ebedi âleme göç ettiler. Onlar kendilerine takdir edilen ömürlerinin her nefesini rıza-i İlâhi'ye kavuşmak için harcadılar. Dünya nimetlerinin 'deniz köpüğü' gibi geçici, ahiretin ise 'sonsuz' olduğu sırrına ererek yaşadılar. Ne mal ne şöhret ve şan ne de makam peşinde koştular. Kaldı ki dünya malı ve şöhret zahmetle elde edilir. Kıskançlıkla saklanır. Hasetlerden korunur. Ama ölüm ile hasretle terk olunur. Akıllı kişiler nihayetsiz olan ahiret hayatına yatırım yaparlar. Ahiretlerini satın alırlar. İslam dünyasında yetişen son derece kıymetli değerler, gizli hazinelerdir. Buzdağı misali görünmeyen yanları, görünene nazaran çok daha fazladır. En yüksek dağlardan bile uzaklaştıkça, o gökleri deler gibi görünen dağlar küçülür. Oysaki onların büyüklüğü her geçen gün sevenlerinin ve inananların ufuklarında giderek yükselmektedirler. Bu insanlar Allahü Teâlâ'nın gök kubbesi altında gizlenen dostlarıdır. Her asırda sıradan olmayan sembol ve örnek insanlardır. Bu mübarekler; Allahü Teâlâ'nın dostluğunu almışlardır. Kendilerini insanlığa hizmet için vakfederler. Onların vasıfları ise, âlemlere rahmet, yaratılanların en efdali, güzeller güzeli, şan ve şerefi çok yüce; Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimiz'in (sallalahü aleyhi ve sellem) ahlâkı ile ziynetlenerek şereflenmiş olmaktır. Onlar, şu gerçeğe kesin olarak inanmışlardır. Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimiz'in (sallalahü aleyhi ve sellem) yolu İslamiyet'tir. O'na uyan Müslüman'dır. İbadet için yaratıldık, O'na uyan Rabb'imize ibadet etmiş olur. Allahü Teâlâ, sayısız nimetler vermiştir. O'nun Resulü'ne uyan bu nimetlere şükretmiş olur.

     

    M. Necati ÖZFATURA, Zaman Gazetesi, 31 Aralık 2007


  2. BİZ BUNLARA BAĞLIYIZ

     

    Bu iman:

     

    “İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz”

    Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Sûresi

     

    Bu parola:

     

    “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır."

     

    Bu sevgi:

     

    “Vatan sevgisi imandandır.”

     

    Bu din:

    “Müslümanların derdini kendisine dert edinmeyen bizden değildir.”

     

    Bu rütbe:

     

    “Şehitler mahşerde benim yanımdadır.”

    Hz. Muhammed

     

    Bu dert:

    “Dinle neyden, çün hikâyet etmede,

     

    Ayrılıklardan şikâyet etmede”

    Hz. Mevlâna

     

    Bu iddia:

     

    “Dönersek kahpeyiz, millet yolunda bir azimetten!”

    Namık Kemal

     

    Bu prensip:

     

    “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

     

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”

     

    Bu karakter:

     

    “Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam!

     

    Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam”

     

    Bu yürek:

     

    “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

     

    Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim”

    Mehmet Âkif

     

    Bu anlayış:

     

    “Ben sen yoğuz, biz varız”

     

    Bu ümit:

     

    “Düşman yurtları viran olacak

     

    Türkiye büyüyüp Tûran olacak”

    Ziya Gökalp

     

    Bu ses:

     

    “Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır

     

    Susmak ne demekmiş, yere haykır, göğe haykır

     

    Vicdan bile duymaz sesi çıkmazsa bir ahı

     

    Sessiz kölelerdir yaratan bin bir ilâhı”

    Mithat Cemal

     

    Bu Ateş

    “Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm!

     

    Ben bu iman yolunda çılgınlara dönmüşüm!

     

     

    Osman Yüksel Serdengeçti,"Bu Millet Neden Ağlar",Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,s.197-198


  3. Gün oluyor ki, en yakınlarına bile yabancılaşıyor insan, hatta kendine bile…

     

    Bazen yanlış yaptığımız şeyler yüzünden en yakınlarımız-yakın bildiklerimiz- bile bizi affetmiyor, bize şefkat göstermiyor…

     

    Ama şu fani dünyada bizi her halimizle kabul eden- biz O’na ne kadar uzak olursak olalım- bize kapılarını sonuna kadar ve her daim açan, bize karşı merhameti sonsuz olan yalnızca “Allah(c.c)”tır

     

    Eğer O’nun sevgisinden mahrumsak, O’nu sevmekten uzaksak bizi hiçbir şey tatmin etmeyecektir şu fani âlemde.

     

     

    Üstadın Aynadaki Yalan adlı eserinden bir bölüm:

    --Boş konuşuyoruz, boş!.. Bütün bir ömür içinde söylediğimiz bir milyon kere bir milyon lâf, arayıp da bulamadığımız tek cümle için… Arayıp da bulamadığımız, arayıp da bulur gibi olduğumuz, bulur gibi olup da yine elden kaçırdığımız, elden kaçırıp da tekrar bulur gibi olduğumuz, tekrar bulur gibi olup da artık aramaya lüzum görmediğimiz tek cümle için... O cümle nedir, o cümle?.. Ben o cümleyi bilmiyorum… Fakat bütün mevcutlarla beraber, bütün cümlelerin, içinde eridiği ve yok olduğu tek bir kelime biliyorum. Her ân söyleyip de hiçbir ân hakikatine yaklaşamadığımız ve yaklaşamayacağımız tek kelime: “Allah”…

    Ve:

    --Gerisi boş, bomboş konuşmaktan, bir hastalıklı dırdırdan başka nedir ki?.. Keşke ben “Allah” kelimesinden başka, ağzından tek söz çıkmayan bir dilsiz olsaydım…


  4. KANLI BAHAR

     

    İnsanlık nâr içinde,

    Kanlı bahar içinde…

    Başka âlem isteriz,

    Biz bu diyar içinde...

     

    Âkif’ in gür sesinden,

    Yunus’ un nefesinden,

    Gökalp’ in hevesinden,

    Bir şeyler var içimde...

     

    Ben dağların oğluyum,

    Tarihim Niğbolu’ yum,

    Fetih, zafer doluyum,

    Deli rüzgâr içimde…


  5. NAAT

    Seccaden kumlardı…

    …………………………………

    …………………………………

    Devirlerden, diyarlardan

    Gelip göklerde buluşan

    Ezanların vardı!

     

    Mescit mü’min, minber mü’min...

    Taşardı kubbelerden Tekbir,

    Dolardı kubbelere “âmin!”

     

    Ve mübarek geceler, dualarımız;

    Geri gelmeyen dualardı...

    Geceler, ki pırıl pırıl,

    Kandillerin yanardı!

     

    Kapına gelenler, yâ Muhammed,

    - Uzaktan, yakından –

    Mü’min döndüler kapından!

     

    Besmele, ekmeğimizin bereketiydi;

    İki dünyada azîz ümmet,

    Muhammed ümmetiydi...

     

    Konsun – yine - pervazlara

    Güvercinler;

    “Hû hû” lara karışsın

    Aminler…

    Mübarek akşamdır;

    Gelin ey Fâtiha’ lar, Yâsin’ler!

     

    Şimdi seni ananlar,

    Anıyor ağlar gibi...

    Ey yetimler yetimi,

    Ey garipler garibi;

    Düşkünlerin kanadıydın

    Yoksulların sahibi…

    Nerde kaldın ey Resûl,

    Nerde kaldın ey Nebi?

     

    Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed;

    Çağlar ne çağlardı:

    Daha dünyaya gelmeden

    Mü’minlerin vardı...

    Ve bir gün ki gaflet

    Çöller kadardı,

    Halîme’ nin kucağında,

    Abdullah’ın yetimi,

    Âmine’ nin emaneti ağlardı!

     

    Hadice’nin goncası

    Aişe’nin gülüydün.

    Ümmetinin göz bebeği,

    Göklerin Resûlüydün…

    Elçi geldin, elçiler gönderdin…

    Ruhunu Allah’a,

    Elini ümmetine verdin,

    Beşiğin, yurdun, yuvan

    Mekke’de bunalırsan

    Medine’ye göçerdin.

    Biz, bu dünyadan nereye

    Göçelim yâ Muhammed?

    Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet

    Altın devrini yaşıyor...

    Diller, sayfalar, satırlar

    (Ebû Leheb öldü). diyorlar:

    Ebû Leheb ölmedi yâ Muhammed;

    Ebû Cehil, kıtalar dolaşıyor!

     

    Neler duydu şu dünyada

    Mevlid’ine hayran kulaklarımız:

    Ne adlar ezberledi, ey Nebî,

    Adına alışkın dudaklarımız!

    Artık, yolunu bilmiyor,

    Artık, yolunu unuttu

    Ayaklarımız!

    Kâ’be’ne siyahlar

    Yakışmamıştır, yâ Muhammed,

    Bugünkü kadar!

     

    Haset, gururla savaşta;

    Gurur, Kafdağı’nda derebeyi…

    Onu da yaralarlar kanadından,

    Gelse bir şefkat meleği…

    İyiliğin türbesine

    Türbedar oldu iyi!

     

    Vicdanlar sakat

    Çıkmadan yarına.

    İyilikler getir, güzellikler getir

    Âdem oğullarına!

     

    Şu gördüğün duvarlar ki

    Kimi, Taif’tir, kimi Hayber’dir...

    Fethedemedik, yâ Muhammed,

    Senelerdir!

     

    Ne doğruluk, ne doğru;

    Ne iyilik, ne iyi…

    Bahçende en güzel dal,

    Unuttu yemiş vermeyi...

    Günahın kursağında

    Haramların peteği!

     

    Bayram yaptı yabanlar:

    Semâve’yi boşaltıp

    Sâve’yi dolduranlar…

    Atını hendeklerden – bir atlayışta –

    Aşırdı aşıranlar…

    Ağlasın Yesrib

    Ağlasın Selman’lar!

     

    Gözleri perdeleyen toprak,

    Yüzlere serptiğin topraktı...

    Yere dökülmeyecekti, ey Nebî

    Yabanların gözünde kalacaktı!

     

    Konsun – yine - pervazlara

    Güvercinler;

    “Hû hû” lara karışsın

    Aminler…

    Mübarek akşamdır;

    Gelin ey Fâtiha’ lar, Yâsin’ler!

     

    Ne oldu, ey bulut,

    Gölgelediğin başlar?

    Hatırında mı, ey yol,

    Bir aziz yolcuyla

    Aşarak dağlar, taşlar ,

    Kafile kafile, kervan kervan

    Şimale giden yoldaşlar?

     

    Uçsuz bucaksız çöllerde,

    Yine, izler gelenlerin,

    Yollar gideceklerindir.

     

    Şu Tekbîr getiren mağara,

    Örümceklerin değil;

    Peygamberlerindir, meleklerindir.

    Örümcek ne havada,

    Ne suda, ne yerdeydi…

    Hakkı göremeyen

    Gözlerdeydi!

     

    Şu kuytu, cinlerin mi;

    Perilerin yurdu mu?

    Şu yuva-ki bilinmez,

    Kuşları hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?-

    Kuşlarını, bir sabah,

    Medine’ye uçurdu mu?

     

    Ey Abva’da yatan ölü,

    Bahçende açtı dünyanın

    En güzel gülü;

    Hatıran, uyusun çöllerin,

    Ilık kumlarıyla örtülü!

     

    Dinleyene, hâlâ,

    Çöller ses verir:

    ”Yâleyl!” susar,

    Uğultular gelir.

    Mersiye okur Uhud,

    Kaside söyler Bedir.

    Sen de, bir hac günü,

    Başta Muhammed, yanında Ebûbekir;

    Gidenlerin yüz bin olup dönüşünü

    Destan yap, ey şehir!

     

    Ebûbekir’de nûr, Osman’da nûrlar…

    Kureyş uluları karşılarında

    Meydan okuyan bir Ömer bulurlar;

    Alî’nin önünde kapılar açılır

    Alî’nin önünde eğilir surlar.

    Bedir’de, Uhud’da,Hayber’de

    Hak’kın yiğitleri şehîd olurlar…

    Bir mutlu günde, ki ölüm tatlıydı;

    Yerde kalmazdı ruh… Kanadlıydı.

    Konsun – yine - pervazlara

    Güvercinler;

    “Hû hû” lara karışsın

    Aminler…

    Mübarek akşamdır;

    Gelin ey Fâtiha’ lar, Yâsin’ler!

     

    Vicdanlar, sakat çıkmadan,

    Yâ Muhammed, yarına;

    İyiliklerle gel,güzelliklerle gel

    Âdemoğullarına!

     

    Yüreklerden taşsın

    Yine, imanlar!

    Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;

    Evliyâ, okusun Kur’an’lar!

    Ve Kur’an’ı göz nûruyla çoğaltsın

    Kayışzade Osman’lar!

     

    Na’tını Galip yazsın, Mevlid’ini Süleymanlar!

    Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle

    Geri gelsin Sinan’lar!

    Çarpılsın, hakikat niyetine

    Cenaze namazı kıldıranlar!

     

    Gel ey Muhammed, bahardır…

    Dudaklar ardında saklı

    Âminlerimiz vardır!..

    Hacdan döner gibi gel;

    Miraçtan iner gibi gel;

    Bekliyoruz yıllardır!

     

    Bulutlar kanad, rüzgâr kanad;

    Hızır kanad, Cibril kanad;

    Nisan kanad, bahar kanad;

    Âyetlerini ezber bilen,

    Yapraklar kanad...

    Açılsın göklerin kapıları,

    Açılsın perdeler, kat kat!

    Çöllere dökülsün yıldızlar;

    Dizilsin yollarına

    Yetimler, günahsızlar!

    Çöl gecelerinden, yanık

    Türküler yapan kızlar

    Sancağını saçlarıyla dokusun;

    Bilal-i Habeşi sustuysa

    Ezanlarını Dâvûd okusun!

     

    Konsun – yine - pervazlara

    Güvercinler;

    “Hû hû” lara karışsın

    Aminler…

    Mübarek akşamdır;

    Gelin ey Fâtiha’ lar, Yâsin’ler!

     

     


  6. HEM DİKKAT ETTİMDE BİR TANE I WAR

     

    Haklısınız, dikkatinize maşallah diyelim :rolleyes:

     

    (Sanırım bu vizeler beni ziyadesiyle yordu :D Sarıkamış kelimesi de tarih vizesine çalıştığım için aklıma gelmişti.)

     

    Dua ve muhabbetle...


  7. NECİP FAZIL KISAKÜREK

    Şair ve yazar.Büyük İslam Alimi Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin talebelerindendir.

     

    26 Mayıs 1904 yılında İstanbul Çemberlitaş'ta bir konakta dünyaya geldi.Dedesi Cinayet Mahkemesi İstinaf Reisi Maraşlı Kısakürekzade M.Hilimi Efendi,babası Abdülbaki Fazıl Bey, Annesi Mediha Hanımdır.

     

    Dedesi 1912 yılında sekiz yaşındayken Necip Fazıl'ı Gedikpaşa'da bir Fransız mektebine gönderir.Buraya alışamayınca aynı semtte bulunan Amerikan Koleji'ne yazdırırlar.Buradan da usanınca sırasıyla Büyükdere'de Emin Efendi'nin Mahalle Mektebi,İstanbul'da Büyük Reşit Paşa numune mektebi, Vanköyü'nda Rehbet-i ittihat ilk dolaştığı mekteplerdir.

     

    Necip Fazıl'ın dedesi Mehmet Hilmi Efendi, Halep Valisi Saim Paşa'nın kızı Zafer Hanım'la evlidir. Dedesinin babası Ahmet Necip.Maraşlı Kısakürekzadelerin asılları Dulkadiroğulları'na uzanıyor.Üstadın büyükbabası,bu tek erkek torununa kendi babasının adı olan Ahmet Necip ismini verir.Konaktaki dokuz torun içinde en sevdiği Ahmet Necip'dir.Dört-beş yaşlarında okuyup yazabilmekte, günlük gezetelerin dilini anlayabilmektir.

     

    Necip Fazıl,Heybeliada Numune Mektebini bitirdikten sonra Bahriye Mektebi imtihanlarını kazanır.Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru bu okulun talebeleri arasına girer.Bu arada ona ilk dini telkini veren dedesi olur.Bahriye Mektebi'ndeki hocaları Yahya Kemal'den tarih,İbrahim Aşki Bey'den tasavvufi edebiyat zevkini alır.Nazım Hikmet,Nizamettin Nazif ve Fahri Korutürk'le Bahriye Mektebi'nde arkadaş olur.Burada şiir yazmaya başlar.

     

    1921 yılında Bahriye Mektebi'nin son sınıfından ayrılarak Darülfünun Felsefe şubesine kaydolur.Babası bu sırada vefat eder.1922'de Ahmet Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar'la Darülfünun'da arkadaş olur.Peyami Safa ile Beylerbeyi'ne taşınınca tanışma imkanı bulur.1925 yılında Maarif Vekaleti'nin açtığı imtihanı kazanıp Paris'e gider.Okula devam etmediği için Avrupada tahsil hakkını kaybedip memlekete döner.Vapur' da muhabirliğe başlar ve ilk şiir kitabı olan"Örümcek Ağı"nı bastırır.

     

    1926'da çeşitli bankalarda çalışır.Peyami Safa idaresindeki Cumhuriyet Gazetesi edebiyat dergisi sayfalarında yazı ve hikayeleri yayınlanmaya başlar.Bohem hayatını herkesi şaşırtacak derecede yaşamaya başlar ve bu yaşantısını yazılarında belli eder.1932 yılında şiirlerini "Ben ve Ötesi" adı ile yayınlar.

     

    1934 yıylında Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile tanışır.Nakşi tarikatına girer.Hayat görüşünü şeyhinin sohbetlerine göre baştan aşağıya yeniler.Necip Fazıl, büyük veli ile tanışmasını,

     

    "Tam otuz yıl saatim işlemiş,ben durmuşum;

     

    Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum"

     

    beyti ile anlatır.

     

    1934 yılında, oturduğu Beylerbeyi'ne giden vapurda,Abdülhakim Arvasi'nin müritlerinden birisiyle karşılaşır.O zat Necip Fazıl'a,efendi hazretlerinin Beyoğlu'nda Ağacamii'nde Cuma günleri ders verdiğini duyurur.Şu öğüdü vermekten de geri kalmaz:"Orada dinleyecekleriniz halk için,nâs için söylenene sözler...Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!"

     

    Gider birkaç cuma sonra,Beyoğlu Ağa Camiine... Yanında da ressam arkadaşı Abidin Dino.

     

    Cuma... Efendi hazretlerini dinliyorlar.Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek istiyorlar.Efendi hazretleri bir müddet onlara baktıktan sonra şöyle diyorlar:

     

    "-Biz Eyüp Sultan'da oturuyoruz.Ne zaman isterseniz buyurun"

     

    Artık üstad, efendi hazretlerine gidiş gelişlerini sıklaştırır.Efendi hazretleri sorar üstada:"Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu?" Bahriye Mektebi'nde okuduklarını söyler .Efendi hazretlerinin cevabı:"Bu iş kitapla olmaz.Akılla da varılmaz.Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?"

     

    Necip Fazıl'ın dünyası alt-üst olmuştur.Bu hali Çile adlı şiirinde şöyle dile getirir:

     

    "Ve uçtu,tepemden birden bire dam

     

    Gök devrildi künde üstüne künde..."

     

    ***

     

    "Sanki burnum değdi burnuna yok'un

     

    Kustum öz ağzımdan kafatasımı"

     

    Necip Fazıl Kısakürek, mürşidi Seyyid Abdülhakim Arvasi'yi"Tanrı Kulundan Dinlediklerim","O ve Ben","Son Devrin Din Mazlumları" ve "Başbuğ Velilerden" adlı eserlerinde anlatır.Üstad şu beyti mürşidi hakkında yazmıştır:

     

    ""Allah dostunu gördüm,bundan altı yıl evvel;

     

    Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel"

     

    Necip Fazıl, ilk tiyatro eseri olan "Tohum"u Muhsin Ertuğrul'un teşvikiyle yazar ve oyun Muhsin Ertuğrul'un yönetiminde sahneye konur.Ayrıca "Bir Adam Yaratmak"adlı piyesi yazar ve çok beğenilir.

     

    1942 yılında Babanzadelerden Nelihan Hanımla mürşidinin huzurunda evlenir.Son devir din adamlarından Babanzade Ahmed Naim de bu ailedendir.

     

    CHP Genel sekreteri Mahmut Şevket Esendal tarafından milletvekili adayı gösterilir.Fakat İsmet İnönü adını listeden çıkarır.17 Eylül 1943'te "Büyük Doğu" yayınlanmaya başlar ve devrin meşhur yazarları bu dergide yazarlar.Hasan Ali Yücel'in imzasıyla Maarif Bakanlığı, hocalıkla neşriyat arasında tercih yapması konusunda bir yazı gönderir.Üstad hocalığa veda eder.Büyük Doğu ise,"Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez" hadisini yayınladığı gerekçesiyle kapatılır.

     

    Necip Fazıl'ın mürşidim ve kurtarıcım dediği Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri ,27 Kasım 1943'te vefat eder.Vefat sırasında Ankara ve çevresinde hafif zelzele olur.

     

    Necip Fazıl Kısakürek,mürşidinin ölümüyle ilgili hatırasını şöyle anlatır:

     

    "1943'te ilk Büyük Doğu'ları hazırlamanın buhranı içinde, kendilerini uzun müddet görememiştim.Nihayet ilk sayı çıkınca onu elime aldım bir arabaya atladığım gibi doğru Eyübe...Eyüb Camii'nin kenarından sağa sapıp Kağıthane'ye giden caddeye çıkar çıkmaz, birkaç adım ileride ,Gümüşsuyu tepesine tırmanan mezarlık yolu...Efendi hazretleri bu dik yoldan bağlılarının kollarında yavaş yavaş çıkarlar ve bu hallerini "ihtiyarlık" diye tarif ederlerdi.

     

    Yoldan koşarak çıktım ve dergahın her zaman yarı açık kapısından içeri daldım.

     

    Ne o?

     

    Dergahta kimsecikler yok.Şadırvan boş,camekanlı kısım, zaten her zaman olduğu gibi bomboş..Mescid boş ve harem tarafı kapalı.

     

    Kimse yok mu?

     

    Harem tarafından ve uzaklardan bir kadın sesi cevap verdi:

     

    -Kimi istiyorsunuz?

     

    -Efendi hazretlerini

     

    -götürdüler!

     

    -Kim götürdü, nereye götürdü?

     

    -Polisler alıp götürdü!

     

    Yıldırım hızıyla Eyübe indim ve oradaki alakalılardan öğrendim ki,Efendi hazretlerini o sabah, Örfi idare emriyle polis birinci şube memurları alıp müdüriyete götürmüşlerdir;belki de Anadolu'nun herhangi bir köşesine sürgün edecekler.

     

    Soluğu hemen Polis Müdüriyetinde aldım.Hüviyetimi belirttim ve Efendi Hazretlerini görmek istediğimi söyledim.Akşam vakti olmasına rağmen Birinci Şebe'den dileğimi kabul ettiler;fakat Efendi Hazretleri yerine onunla beraber sürülen nedimi Şakir Üçışıkla görüşmeme müsaade ettiler.

     

    Çocukluğundan beri Efendi Hazretlerinin yanından bir lahza ayrılmamış ve hususi hizmetlerine bakmış olan Şakir, o benim canım kadar sevdiğim insan,mahzun bir yüzle geldi.Öpüştük.Fakat böyle anların manevi baskısı yüzünden midir,nedir,hiçbir şey konuşamadık.Örfi idare emriyle İstanbul'dan çıkarılıyorlar;Efendi Hazretleri İzmir'e,Şakir'de Mersin'e sürülüyor,bütün bildiğimiz bu kadar.

     

    Şakir'e aptal aptal:

     

    -Bir şeye ihtiyacınız var mı?

     

    diye sordum.

     

    O da gayet tabii:

     

    -Yok

     

    diye cevap verdi.

     

    Halbuki her şeyi bir tarafa bırakmalı,geceyi müdüriyette veya müdüriyetin kapısı önünde geçirmeli,Efendi Hazretlerine vapura kadar refakat etmeli,oradan zıplayıp Ankara'ya gitmeli,Efendi'nin İstanbul'a döndürülmesi için çırpınmalı,olmazsa İzmir'e gitmeli,yanından ayrılmamalı,son nefesine kadar beraberinde kalmalıydım.Bütün bunlar,vaktiyle yapamamış olmaktan döğündüğüm şeyler...Zaten ondan ayrı olduğum her dakika için döğünsem yeri değil mi?

     

    Şakir'e Mersin yolunu tuttursunlar;Efendi Hazretlerini bir gece nezaret altında bulundurduktan sonra ertesi sabah vapura bindiriyorlar ve Marmara açıklarına doğru,o çok sevdiği İstanbul'dan ayırıyorlar.

     

    İstanbul hakkında derlerdi ki:

     

    "-İyiliğinde kötülüğünde en ileri şekli İstanbul'dadır.İyi veya kötü,kim ne olmak dilerse İstanbul'a gelsin"

     

    Daha sonra Borazan adında haftalık dergi çıkaran Necip Fazıl,Başbakan Menderes'i İslami yönde teşvik eden yazılar yazar.Bu arada eski davalardan hapsedilir ve af kanunu ile serbest bırakılır.

     

    1952'de Hüseyin Üzmez tarafından vurulan Ahmet Emin Yalman'ı öldürmeyi teşvik suçundan yargılanır.Çöle İnen Nur,Sonsuzluk Kervanı ve İdeolocya Örgüsü adlı eserlerini sırayla yayınlar.1960 yılında ihtilal olur ve Büyük Doğu kapatılır.Necip Fazıl da böylece hapsi boylar.Büyük Doğu,1943'ten 1972'ye kadar çeşitli aralıklarla 15 sayı çıkar.

     

    TRT'de "Bir Adam Yaratmak" adlı piyesi üç bölüm halinde dizi yapılır ve ilgi görür.Şiirlerini televizyonda okur.

     

    25 Mayıs 1980'de,Türk Edebiyatı Vakfı tarafından "Sultan'üş Şuara"(şairler sultanı) ilan edidi.Bu ünvan birçok vesikayla birlikte Türk Edebiyatına geçti.Bu vesikanın altına eski Milli Eğitim Bakanları'ndan Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu,devrin Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr.Emin Bilgiç ve Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Ahmet Kabaklı imza attı.Ayrıca Kültür Bakanlığı,Necip Fazıl'a "Büyük Kültür Armağanı" verdi.Üstadın"İman ve İslam Atlası" adlı ilmihaline ise Milli Kültür Vakfı Armağanı verildi.

     

    Üstad şairdir,şairler sultanıdır.O'nun bütün eserleri imanın ya arayışı ya hasretidir; ya da yücelişi ve takdir edlişidir.Daha doğrusu şairliği iman içindir.Üstad kendi ifadesiyle bunu şöyle açıklar:"Biz şiiri iman için bilmişiz ve bu mihrak bilgiyi,her bilginin geçtiğini binbir yol ağzı biliyoruz."

     

    Mehmet Niyazi Özdemir de, üstad Necip Fazıl'ı şöyle anlatır:"Omuzladığı İslam davasının her şeyiyle uğraşırdı.'Ben bir şövalyeyim,mutfağında bulaşıkları yıkamaya memur,düşmanlarına kılıç sallamaya mahkum bir şövalye'derdi.Bir yandan 'İdeolocya Örgüsü' adlı eserleriyle fikriyatını lif lif dokur,dünya görüşünün sanatını yapar,diğer yandan imanı uğruna günlük politikada boğuşur,en acımasız hücumlara uğrar, o da Allah'a sığınıp hasımlarına öldürücü yumruklar indirirdi."

     

    Necip Fazıl, fikirlerini,dünya görüşünü Büyük Doğu adı ile sistemleştirmiştir.'Büyük Doğu,İslamiyetin emir subaylığı,Büyük Doğu,İslam içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir ictihat kapısı...Sadece sünnet ve Cemaat ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak pazarlıksız ve çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet'e yol açma geçidi ve çotan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti,Yirmibirinci asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi.Galiba işlerinde en değerli ve pahalısı.

     

    Büyük Türk Milliyetçisi ve Türk İslam Ülküsü'nün mimarı S.Ahmed Arvasi'ye göre ise Necip Fazıl,Türkiye'nin tek Nobel adayıdır.Arvasi, bu konuda şöyle der:"Büyük Doğu'yu çok severim ve ondan çok istifade ettiğimi belirtmek isterim. Ve hakikaten Necip Fazıl bizim fikir babamızdır.BD Mektebi de davaya giden yoldur.BD davanın adı değildir.Davanın adı İslamdır.O bizi davaya götüren merhalelerden biridir.Kök olarak BD Mektebinden yetişmişizdir.BD'nin de davasının ne olduğunu bilerek Büyük Doğu'cu olmak gerekir.Ve ben bu konuda Necip Fazıl'ı tavizsiz bir üstad olarak bilirim.Fikirlerinin bugünkü Türk gençliğine büyük tesiri olacağına inanıyorum.

     

    Ben kendi adıma söyleyeyim,Büyük Doğu'nun davasının ne olduğunu bilerek Büyük Doğu'cuyum.İslam aleminin 20. yüzyılda yetiştirdiği ender dahilerden biri Necip Fazıl'dır.Hatta diyebilirim ki,Türkiye'nin tek Nobel adayı O'dur...ama hiçbir zaman alamayacak olan yine O'dur."

     

    Arvasi'ye göre,Türk İslam Ülküsü,Büyük Doğu İdeolocyasının bir parçasından başka hiçbir şey değildir.Arvasi Hoca,bu sözüne şöyle açıklık getiriyor:"Türk-İslam Ülküsü,Büyük Dou'nun devamından başka bir şey değildir.Biz Necip Fazıl'ı kendi şairimiz,kendi edibimiz,kendi mütefekkirimiz ve kendi bayraktarımız kabul ederiz.Hatta bana göre, Necip Fazıl,20. yüzyılda Resulullah'ın şairidir,edibidir.Bizim dehasına inandığımız,sevgisini kazandığımız ve kendisini çok sevdiğimiz Necip Fazıl Bey,bizim hayatımızda ve hareketimizde etkili olacaktır.Bu etkiyi her geçen gün biraz daha farkedeceksiniz."

    Necip Fazıl şiirden siyasete sosyal sorgulamadan,ekonomik sistematiğe kadar düşüncesini yoran ve hal çareleri arayan bir mütefekkirdir aynı zamanda.Başta da söyledik,'Kitaplık Çapta' bir şahsiyet o.Mesela İdeolocya Örgüsü bir toplum anayasası gibidir.Alın,uygulayın devlet rayına oturur.Bir üslup adamıdır Necip Fazıl...Peyami Safa ile Cemil Meriç'te olduğu gibi.Bir yazıyı okuyunca altında imzası olmasa da sahibini tanıyıverirsiniz hemen...İşte üslup budur.Sağlam, oturmuş,sarıcı ve sarsıcı...

     

    "Necip Fazıl,mücadelesinin bütün cephelerinde zaferi kazanmış bir kumandan olarak göçtü."

     

    Kaynak:Hüdavendigar Onur,"Asrın Yesevisi S.Ahmet Arvasi",Burak yayınları,Temmuz 1999,S.51-60


  8. KRİZANTEM ÇİÇEĞİ

     

    O gün eve biraz erken gelmiştim.Ekranda yine bir şehit cenazesi...Şehit, son örtüsüne bürünmüş kalabalığın arasından yapayalnız ilerliyor,

     

    Guruba koşan bir kızıl küheylan gibi Hakk'a yürüyordu...

     

    Analar,gelinler sarılmış tabuta, ayrılmıyorlar...

     

    Kalabalığın elinden almak istercesine,"Götürmeyin onu!" diye yalvarıyorlardı.

     

    Acılar sessizce sızıyor kalabalığın arasına.

     

    Baharda bir taze yaprak düşüyor cami avlusundaki koca çınardan.

     

    Ananın kanayan yüreği daha fazla dayanamıyor, o da yıkılıyor bir çınar gibi olduğu yere.

     

    Şehidin masum çocukları henüz hiçbir şeyin farkında değil,çakır gözleriyle olup biteni anlamaya çalışıyor.

     

    Perişan gencecik bir kadın takılıyor gözüme,belli ki şehidin eşi.

     

    Bitkin bedenini bırakıyor son defa,şehidinin kan kızıl kollarına.

     

    Gözyaşları kırmızılaşarak sızıyor tahtaların arasından.

     

    Şehidin örtüsü, al bir tülbent gibi süzüyor can yoldaşının saf ve berrak gözyaşlarını.

     

    İnce ve zarif gelin, hiç uyanmak istemediği kızıl bir rüyada şehidiyle beraber yürüyor.

     

    Bir aleve bırakırken dudaklarından son buseyi,zorla iki el koparıyor onu en tatlı rüyasından.

     

    Bir buse uğruna feda etmiştir şehit canını.

     

    Ay yıldızlı bayrağa sarılmış anaların,taze gelinlerin perişan halini gördükçe yanar yüreğim.

     

    Yakıcı ağıtları duydukça,acıların avucunda titrer halsiz bedenim.

     

    Geçenlerde bir dostum beğeneceğinizi umduğum bir hikâye göndermiş.

     

    Her çiçeğin bir hikâyesi vardır ya,bu da krizantem çiçeğinin sevdalı hikâyesi...

     

    Küçük ve şirin bir kasabada,Ante isminde soylu bir kız yaşarmış...

     

    Bir güzel bahar sabahı bahçeye çıktığında,bir gencin çiçekler arasında dolaştığını görür.

     

    Genç, krizantem çiçeğinin önünde durur.

     

    Eğilir ve yüreğindeki bütün sevgisiyle dudaklarını dokundurur.

     

    Ante çiçekleri kendi gibi seven bu gence bir anda sevdalanır.

     

    Ne yazık ki genç geldiği gibi ansızın kaybolur.

     

    Sevda ateşi yakar Ante'yi,alevlere atılmış taze bir gül gibi yanar.

     

    Gencin öptüğü krizantem çiçeğinin yanına gider gencin az önce durduğu yerde durur ve eğilerek onun öptüğü yerden öper.

     

    Gencin busesinin sıcaklığı hâlâ durmaktadır.

     

    Ante utanır,yanakları al al kızarır.Bu haliyle o kadar güzel olur ki,Krizantem onun güzelliğini kıskanır.

     

    Antenin dudaklarından bütün kanını bitirinceye kadar emer.

     

    Yapraklarından başlayarak kırmızılaşır krizantem...

     

    Ortasına geldiğinde Ante'nin kanı biter ve krizantemin ortası sarı kalır.

     

    Canını bir buse uğruna feda eden Ante,krizantem çiçeğinin altına gömülür.

     

    Yaptığına pişman olan krizantem her bahar bir sürü tomurcuk açar ve Ante'nin üzerine yapraklar dökerek onun yeniden dirileceğine inanır.

     

    Ay yıldızlı bayrağımız,krizantem çiçeği gibi gelir bana.

     

    Nice yiğitler bir buse uğruna feda etmiştir canlarını.

     

    Ante'nin vücudundaki kanını içine çektikçe kırmızılaşan bir krizantem çiçeği gibidir.

     

    Ante gibi,nice kınalı kuzular kanlarını Gök bahçemizde açan bu sevdalı çiçek için vermiştir.

     

    O sarılır da, öper şehidin sımsıcak dudaklarından.

     

    O buseyle yeniden dalgalanır.Yeniden canlanır özgürlük çiçeğimiz.

     

    O buseyle yeniden dirilir şehitlerimiz.

     

    Onun sarıldığı şehitler hep diridir.

     

    Abanır şehidin üzerine de kimselere vermez onu.

     

    Kıskanır onu anasından,babasından,nazlı yârinden bile.

     

    Şehit, o bayrak için terk etmiştir her şeyini.

     

    Onun için akıtmıştır kanını,onun için vermiştir canını.

     

    Kansızlıktan solgunlaşan bedenine kan verir kırmızılığından...

     

    Şehidini ısıtır kendi kızıllığında, son yolculuğunda.

     

    Ben bayrağımızı krizantem çiçeğine benzetiyorum.

     

    Kaç kendine sevdalı gencin dudağından içine çekmiştir kanlarını.

     

    Nice analar kınalayıp yollamıştır,onun uğruna baharındaki yiğitlerini,

     

    Nice gençler dul bırakmıştır taze gelinlerini.

     

    Bizim insanımız kadar ülkesini,bayrağını seven ikinci bir millet var mıdır?Bilmiyorum.

     

    Vatan yoluna, kınalanır nice yiğitler.

     

    Bayrak uğruna kanlarını sebil eder nice civanlar.

     

    O,hep özgürce dalgalanmıştır.

     

    Rüzgarlar ondan aldığı özgürlük kokularını taşımıştır Anadolu'ya...

     

    Tokak,Harun,Önden Giden Atlılar,Ufuk kitapları,Haziran 2007,S.155-158


  9. BU VATAN KİMİN

     

    Bu vatan toprağın kara bağrında

    Sıradağlar gibi duranlarındır,

    Bir tarih boyunca onun uğrunda

    Kendini tarihe verenlerindir.

     

    Tutuşup kül olan ocaklarından,

    Şahlanıp köpüren ırmaklarından,

    Hudutta gaza bayraklarından

    Alnına ışıklar vuranlarındır.

     

    Ardına bakmadan yollara düşen,

    Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,

    Huduttan hududa yol bulup koşan,

    Cepheden cepheyi soranlarındır.

     

    İleri atılıp sellercesine

    Göğsünden vurulup tam ercesine,

    Bir gül bahçesine girercesine

    Şu kara toprağa girenlerindir.

     

    Tarihin dilinden düşmez bu destan,

    Nehirler gazidir, dağlar kahraman,

    Her taşı yakut olan bu vatan

    Can verme sırrına erenlerindir.

     

    Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil,

    Bu sevgi bir kuru ifade değil,

    Sencileyin hasmı rüyada değil,

    Topun namlusundan görenlerindir.

×
×
  • Create New...