Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SİTARE

Sivil
  • Content Count

    170
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by SİTARE


  1. Bir de dünkü Erciyes-Telaviv maçından önce Telavivli sporcular uçakta terbiyesizlik yapmışlar:

     

    http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=265692

    Böyle haberleri okuyunca cinlerim tepeme çıkıyor, elim ayağım titriyor.Bu insanlar için Allah'tan hidayet diliyorum.

    Anlamadığım şey biz neden bu gibi konularda hep sessiz kalıyoruz!..Bizler müslüman değil miyiz?NEDEN PEYGAMBER EFENDİMİZ'E HAKARET EDİLMESİNE GÖZ YUMUYORUZ!...O( sas) öyle bir peygamber ki, kainat O'nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.Allah'ın bizi helak etmesini mi bekliyoruz acaba?!..

     

    (Erciyes Sporu da tebrik etmek lazım çok güzel cevap olmuş haysiyetsizleri 3-1 yenmek!...)


  2. Hayır kullanmıyorum kütüphaneleri :rolleyes:

     

    Sıkıcı mekan gibi gözüküyor bana.

    Her millet bir tarihi mirasın sahibidir.Bu tarihi mirasın çok önemli bir bölümünü arşivler, kütüphaneler ve eski değerler gibi maddi ve manevi kültür varlıkları teşkil ederler. Millet olabilme ve kalabilmede bu kültür varlıklarının büyük yeri ve rolü vardır.

    Bu kültür varlıklarının gelecek nesillere intikali ise, şüphesiz bunların muhafazası ve değerlendirilmesiyle mümkündür.

    Bilgi merkezlerini kullanmanız dileğiyle :)

    Dua ve muhabbetle...


  3. Öğrenciyken not endişesiyle proje çalışmaları için araştırmak amacıyla giderdik.

     

    bizim buralarda kütüphane yok zaten.Bilgi edinmek için google amca imdadımıza yetiştiği de oluyor. :rolleyes:

    Bulunduğunuz yerde bir kütüphanenin olmamasına çok üzüldüm :( (Gerçi mevcut kütüphanelerin kullanıcı sayısı da içler acısı bence)

    Bu arada google amca çoğu zaman size istediğiniz bilgi ve belgeyi veremeyebilir ona göre :)


  4. Bir Zamanlar Biz de Okurduk

    Oku! İlk emri ile Allah(c.c), dikkatimizi okumaya ve "Kitab"a çevirmiştir. Oku! emrine muhatap olan Müslümanlar, Allah Resulü'nün(sas) yol göstericiliğinde ilme öylesine sarılmışlar ki, kısa sürede İslam alemi bir ilim merkezi haline gelmiştir. Çünkü, Allah(c.c), Kur'an'ın ilk ayetlerinde, "Yaratan Rabbinin adıyla oku. İnsanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir." (Alak/1-5) buyurarak ilmi sistematiğin de nasıl olması gerektiğini bize bildirmektedir.

    Bu sistemde, okuma ameliyesi önceliklidir.Yani insanlar önce kendi yaşadıkları zamana kadar yazılmış olan ilmi okuyarak öğreneceklerdir.Allah(c.c) bu okuma ameliyesi içinde insanların boğulmaması, türlü düşüncelerin altında buhrandan buhrana yuvarlanmaması için de, okurken Allah'ın adıyla okumayı emretmekte; O'nu aramaya, anlamaya vesile kılan okumayı bize takdim etmekte, ancak mutlaka okumak gerektiğinin altını çizmektedir. Okuyup öğrendikten sonra insanın karşısına ilmi silsilenin ikinci basamağı olan araştırma çıkmaktadır. Allah(c.c) nazarlarımızı yaratılışa ve insanın mahiyetine çekmektedir; gözümüzü sonsuz keremini görmemiz için kainatın üzerinde dolaştırmamızı, her şeyi araştırmamızı, sikke-yi rahmetini ve vahid-i ehadiyyetini bulmamızı, sonunda da öğrendiklerimizi neşretmemizi istemektedir.

    İslam dünyasında bilhassa Asr-ı Saadet'te ve takip eden asırlarda bu ilmi sistematiğe uygun bir tarihi süreç izlendiğini görüyoruz.İslam tarihinde miladi 700-830 yılları arası tercüme dönemi olarak adlandırılır.Bu dönemde Müslüman ilim adamları Hintçeden, Yunancaya; Farsçadan Sanskritçeye kadar hemen her eski medeniyetin dilinden Arapçaya tercümeler yapmışlar, kendi dönemlerine kadar olan ilimleri okumuş, öğranmiş ve tetkik etmişlerdir.Tabii ki bu dönemde telif çalışmaları da olmuştur; ancak bu dönemin ağırlığı başka dillerden Arapçaya yapılan tercümelerdir.Eşzamanlı olarak araştırmalar da devam etmiştir.830'dan yani öğrenme safhasından sonra ise araştırma ve geliştirme artmıştır.

    Bütün bu faaliyetler sonrasında Müslüman ilim adamları kütüphaneler dolusu araştırmaya dayalı eser yazmışlardır.İslam dünyasında şimdiki üniversitelerin karşılığı olan birçok büyük medrese açılmış ve kütüphaneler kurulmuştur. Mesela, Endülüs Emevi Halifesi el-Hakem'in, Kurtuba'da kurduğu kütüphanede 400.000 cilt kitap bulunuyordu. Gırnata'da her birinde 400.000 cilt kitap bulunan 70 kütüphane mevcuttu.Bu kitapların kataloğu bile 24 cilt tutuyordu.Fatimilerin Kahire'de kurdukları büyük kütüphanenin her birinde 18.000 cilt kitap bulunan 40 odası vardı.

    Kahire'deki Halk Kütüphanesi'nde 1.600.000; Saray Kütüphanesi'nde 1.000.000; Lübnan'daki Trablusşam şehrinde ise 3.000.000 cilt kitap mevcuttu. Türkmenistan'daki Merv şehrinde içlerinde 700.000 cilt kitap bulunan 10 kütüphane vardı. Bu kitaplar astronomiden tıbba, sosyolojiden biyolojiye dönemin hemen hemen bütün ilimleriyle ilgiliydi.Bunlara karşılık 10. yüzyılın Avrupa'sında durum çok farklıydı.984 yılında İtalya'da Po nehri yakınlarındaki Demuna şehrindeki bir katedralde 95 el yazması vardı.İspanya'da Katalonya'da bir katedralde 10 el yazması vardı.Bu sayı 961-965 yılları arasında ancak 65 oldu.Büyük manastır kütüphanelerinde 500 veya daha fazla kitap varsa, bu Avrupa'da dev kütüphane kabul ediliyordu.Bu dönemde Avrupa'daki kitapların toplamı 10.000'i bile zor buluyordu.

    İslam dünyasındaki kütüphanelerin hemen hepsinde okuyucuları rahatlatmak için müzik yayını ve bugün bile tam olarak nasıl çalıştığını çözemediğimiz merkezi ısıtma sistemi vardı.Kütüphanelerde haftanın yedi günü yirmi dört saat üç vardiya halinde devamlı kitap çoğaltılıyordu. Bir okuyucu bir odada çoğaltılacak kitabı okur, yaklaşık 20 ile 30 yazıcı da bunu çoğaltırdı.Vardiya bittiğinde noktacı denen vazifeli, vardiyası biten yazıcıların kitaplarına yeni gelenlerin devamı için işaret koyardı.

    O dönemde üretimin güç oluşu sebebiyle, çok pahalı olan kağıt,kalem ve mürekkep gelen okuyucu ve araştırmacılara ücretsiz olarak kütüphane vakıfları tarafından temin edilirdi.Kütüphanelerde açık raf usulü uygulanıyordu.Kütüphanede, araştırmacılara çalışabilecekleri odalar, çalışmaktan yorulanların dinlenebilecekleri yatakhane ve kantinler sunuluyordu.Buralarda ilmi sohbetler yapılır, herkesin ilgi sahasına göre bir sohbet grubu bulunurdu.Öğrenciler, araştırmacılar, ilim adamları ve ilgili çalışma grupları bu kütüphanelerde toplanırdı.

    Avrupa'dan gelerek İslam topraklarını ziyaret eden Hristiyan din alimleri İslam dünyasının ilmi büyüklüğü karşısında şaşkına döndüler.10 ve 11. asırlarda İslam dünyasına göre geri kalmış olan Avrupa'da buna bir çözüm olarak 1104 yılında Papa'nın başkanlık ettiği Okümen Konsil'de,"...Gidin, Doğu dillerini öğrenin, bize karşı üstünlük sebeplerini araştırın,yazdıkları bütün kitapları dilimize çevirin..." kararı alındı.

    Hristiyan din adamları kısa sürede Doğu dillerini öğrenmeye, Papa'nın emrine uyarak tercümeye ve Doğu'daki bilgiyi ve tekniği kendi ülkelerine götürmeye başladılar."Sıfır" başta olmak üzere, günümüzdeki rakamlar,Avrupa matematiğine geçti. Arapça "naure" denilen su değirmeni "noria" ismiyle Hollanda'nın en büyük sıkıntısı olan su baskınlarına karşı kullanılmak üzere getirildi ve daha sonra tarım alanlarının sulanması için bütün Avrupa'ya yayıldı. Günümüz İngilizcesinde on bine yakın, İspanyolcada da en az altı- yedi bin, diğer Avrupa dillerinde de binlerce Arapça menşeli kelime mevcuttur.Şehir güvenliğini sağlayan teşkilatı ifade eden "zabıta", "zabazoque" olarak; köşk ve inşaat tekniği manasına gelen "el-kasr", "alcasar" olarak Batı'da konuşma diline girdi.Yeni kuşatma silahları, ağır taşları çok uzaklara fırlatma kabiliyetine sahip "mancınık", bir çeşit petrol yan maddesi olan "neft" İslam dünyasından Avrupa'ya götürüldü.Orta Çağ Avrupası'nda feodalizmin yıkılmasında bu savaş vasıtaları kullanılmıştır.

    12. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar geçen dönemde binlerce kitap( tıp, astronomi, fizik, matematik, felsefe ve dini) Avrupa dillerine tercüme edildi. Ancak İslam alimlerinin din ve felsefe ile ilgili eserlerindeki fikirler, Avrupalıların Müslüman olmasına yol açabilir düşüncesiyle, sakıncalı görülmüş ve yasaklanmıştır.Bu konu ile alakalı Umberto Eco'nun "Gülün Adı" isimli eserinde geniş bilgiler vardır.Batı'da Fransız İhtilali'nin yapıldığı 1789'a kadar Gazali, İbn-i Rüşd ve Farabi gibi İslam düşünürlerinin eserlerinin basılması ve dağıtılması kilise tarafından hala uygun görülmüyordu.Ancak Fransız İhtilali'nin doğurduğu ortam bu kitapların serbestçe basılmasını sağlamıştır.

    Batılılar, eserlerini dillerine tercüme ettikleri İslam alimlerinin isimlerini değiştirdiler: Büyük tıp ve felsefe alimi İbn-i Sina'nın adı "Avicenna"; büyük din ve astronomi alimi Fahruddin el Razi "Rhazes"; optik ilminin kurucularından Ebu'l-Heysen"Alhazen veya Alghazen"; ünlü matematik alimi el-Cabir bin Hayyan'ın adı "Algabir" ve matematik tekniği de "el-cebir" iken "algebra" oldu.Bugün sıradan bir Avrupalıya "Avicenna" kimdir diye sorsanız size İbn-i Sina'dır demeyecek, onun İtalyan veya Latin asıllı bir bilim adamı olduğunda ısrar edecektir.

    İslam dünyasının geçmişte ilmi sahadaki göz kamaştırıcı üstünlüğüne rağmen günümüz Müslüman topluluklarının gerek ilmi seviyeleri gerekse kütüphanelerinin durumu iç açıcı değildir.Türkiye'deki kütüphanelerde resmi kayıtlara göre on milyon civarında kitap vardır.Buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bir ünüiversitenin (Michigan Üniversitesi) kütüphanesinde sekiz milyon kitap bulunmaktadır.Bu kütüphane asırlar önce İslam dünyasında görülen kütüphanelerde olduğu gibi gerekli donanıma sahiptir.Araştırıcılara okuma aralarında oturabilecekleri kantinle, istirahat edebilecekleri dinlenme odaları, ücretsiz ve sınırsız fotokopi, internet gibi imkanlar sunulmaktadır. ABD'de üç bin üniversite bulunduğunu göz önüne alırsak şu an içinde bulunduğumuz durum daha iyi anlaşılabilir.Kütüphanelerimizi, üniversitelerimizi aktif okuma ve araştırma yerleri haline getirmeden ülkemizin gelişmesi söz konusu olmayacaktır.Dolayısıyla da ülkemizin en büyük problemi ekonomi değil, eğitimdir.

    Günümüzde içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmamız için ilk olarak, Kur'an'ı asılı olduğu yerden indirip, anlayarak okumak gerekmektedir.Ancak bu şekilde Allah'ın insanoğluna bahşettiği ilimlerde ilerlememiz mümkün olacaktır.

    "İnmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyla bilin,

    Ne mezarlıkta okumak, ne de fal bakmak için."

    M.Akif Ersoy

    Kaynak:Doğan Demir"Bir Zamanlar Biz de Okurduk"Sızıntı Dergisi,sayı:333(2006),s.8-10.


  5. FELLUCE'DE BİR SERÇE

    Giriş:

    De ki,

    -Ey millet! Var gücünüzle elinizden geleni yapın! Ben de (memur olduğum) vazifemi yapıyorum.

    -Güzel akıbetin kime ait olacağını yakında bileceksiniz. Muhakkak olan şu ki zalimler felaha eremeyeceklerdir.(Kur'an, En'am 135)

     

    Dekor:

    Perdeleri yarı indirilmiş melal boyalı bir oda. Ortada bir kadın, köşede bir çocuk; yerde upuzun, sütbeyazı bir çarşaf...Çarşafın üstünde gittikçe genişleyen kanlı desenler ve altında boylu boyunca uzanmış, ayakuçları günün son ışığıyla gıdıklanan taze bir ölüm. Tebessüm dolu dudağının ucunda bir mutluluk, ve donuk yüzünde birdenbire gelen kutlu meleğin aydınlık sevinci. Zulmün ve zalim güllelerin arasından giriliveren bir hadika... Nefeslerden başka kımıldama yok odada. Uzaktan uzağa kurşun ve top sesleri bölüyor muhteşem sükutu, ve bir de ölü saçların çığlığıyla çırpınan aynanın görüntüsü. Bu, koynuna doğduğu yurttan, sonsuz sılaya dönüvermesi ansızın bir yiğidin. Oğlunun başına dokunamadan ve belki kırkıncı mevlidi okunamadan; eşinin yüzüne doyunca bakamadan ve vatanının sevgisine bir çivi çakamadan... Hangi bahçelerde kaldığını bilmeden özlediği çiçeklerin; ve hangi kurşunla devrildiğini anlayamadan dilediği dileklerin... Bir dönüş vatana apansız... Göğsünde bir yara yalnızca ve şahadetinin mermisini İlahi bir çağrıya uçurup götüren bir can kuşu... Karşı dünyadan umut ve tebessümle bakıyor geride bıraktıklarına...

     

    Olay:

    Babalar ölür, saçlarına dolaşır çocukların hasret; ve dillerine anaların...Kuşlar havalanır uzaklardan; ikindi kısmetlerini aramaya...Duadayken elleri ananın, hasretini aramak üzere süzüldü kapıdan çocuk...Ellerinde tane tane bulgurlar ve yüreğinde bulgur bulgur umutlar. Dağlardan kentin üstüne bir serçe; ve ölümlü odadan sokağa bir çocuk...Caddelere serpilmiş umutların peşinde iki yanlı bir koşu, kan tere batmışçasına, durmadan dinlenmeden ve dinlenmeden durmadan... Yüzyüze kanatlar ve adımlar... Birbirine umutlar ve hüzünler... Ve kaderleri kilitlenerek hızla çarpan minicik yürekler... Savaş kentinin sokaklarında gündelik çırpınmaları yöneten acıların doyumsuz yoldaşlığına doğru iki can. Köşe başlarında toprağa uzanmış yığın yığın gölgelerin üstünden; kimliksiz ölüleri başında nereye ve kime gideceğini şaşırmış atların kıyısından; ve düşürüldü mü gelişleri gidiş eyleyen zalim tetiklerin arasından; bir daha görünmeyecek olan görüntülerin içinden; ve bütün güzellikleri geride bırakarak donup kalan güneşin altında lirik bir mısra gibi, içli bir rüya gibi ve hüzzam bir şarkı gibi birbirine... Neden sonra düğümlendi kanatlar ve adımlar bulgur tanelerinde... Dışarıdaki ölüler, ve içerideki ölüler arasında...( Ya dışımızdaki ölüler; ya içimizdeki ölüler arasında!?) Masum yüzlü delikanlılar, umut sözlü kızlar... Bir merminin, ya şarapnellerin kurbanları... Caddelere korku ve dehşet, evlere şiddet ve vahşet olarak akan istilanın damıtılmış acıları... Pencerede yanan son karanfil dalı ve dehşetle gözünü göğe çeviren toprak şiddetli bir sesle dağılıp büyük bir alevle yandı... Bir gülleydi, bir çığlık, bir ölüm oldu. Anaların, kardeşlerin, arkadaşların ve arkadaşlıkların ölümü; insanın ve insanlığın ölümü!... Ve de bir serçenin... Ve de bir çocuğun...

     

    Düğüm:

    Sen ey!... kuş seslerine gömülesi çocuk!.. Parmaksız avucuna düşen serçenin en hafif teleği adına; pas tutsun inşallah zulümler ve öfkeler artık, inşallah pas tutsun namlular ve tetikler. Ayak ucuna gurubu, başucuna şafağı dikelim biz senin. Sen ey!.. Mor ikindilere verilesi serçe!... Küçücük dilinin üstünde bekleyen son bulgur tanesi adına; artık vakitsiz solmasın tomurcuklar ve kurşunların yerinde papatyalar açsın.Siz ey, gelinlerin ölüleri, ve aşıkların, ve anaların, ve kardeşlerin ölüleri... Bir vatanın ölüleri... İnşallah sizden sonra ilk mezar mezarcının mezarı olsun ve inşallah dünyada zalimlere arka çıkan bütün anneler bebeklerinin gözlerine kapanırken, dünya kapansın gözbebeklerine.

     

    Sonuç:

    Gülüm!... Bugün bir oyun daha bitti... Perde indi, çığlıklar, gürültüler, ağıtlar kaldı geriye... Yarın, melekler yeniden gelecek ölen çocukların üstüne örtülecek atlasın kalıbını almak için; ve serçeler yeniden konacak şefkatli avuçlarına çocukların... Sen dur demezsen eğer, kim bilir ne zaman, hangi baharda bitecek çocuğun üstünde güller; kim bilir ne zaman, hangi nisanda yağacak toprağına yağmurlar!...Gülüm!... Sahi, yalnızca sessiz harflerle konuştukları için mi duyuramazlar seslerini bize ölüler?Yoksa kurşunlar kalplerimizi de kulaklarımız gibi sağır ettiği için mi işitmeyiz onları!?.. Bir an gülüm, yalnızca bir an, evinde şefkatle başını okşadığın çocuğu, dağlardan gelen serçeyle birlikte güllerin arasında, kanlar içinde düşün... Peki de, zalimlerin ürünlerini boykot etmek de mi gelmez elinden!?..

    İskender Pala,"Kırkıncı Kapı",Kapı yayınları(İstanbul 2005),S.123-126


  6. Tarihçilerden destek: Amerikan Ulusal Arşivi, Prof. Dr. Halaçoğlu'nu doğruluyor

    Türk Tarih Kurumu(TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun kendisini "Kürt Alevi" olarak gösteren Ermeniler ve Kürtleşen Türkler'le ilgili açıklamalarına tarihçilerden de destek geldi. İnönü Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Cöhce, Halaçoğlu'nun "100 bin mühtedi(dönme)Ermeni var" bilgisini Amerikan Ulusal Arşivi'nin de doğruladığını söylerken, Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman ise "o belgesiz konuşmaz" dedi.

    Kayseri'de katıldığı bir sempozyumda yaptığı konuşmayla tartışmaların odağına yerleşen TTK Başkanı'nın açıklamalarını değerlendiren Prof. Dr.Salim Cöhce, Halaçoğlunun söylediklerinin tamamen doğru olduğunu kaydetti.Halaçoğlu'nun söylediklerinin yeni olmadığını da belirten Prof. Dr. Cöhce, "Bu işle uğraşan tarihçilerin bildiği konulardır.TTK Başkanı bunu dillendirmek suretiyle gündeme taşıyarak büyük bir görevi yerine getirdi.Bizim açımızdan da bu işlerin yolu açılmış oldu."dedi.Cöhce,Amerikan Ulusal Arşivi'nde yer alan bir belgede de, Ermenilerin dünyadaki sayısı 817 bin olarak verildiğini belirtirken "Bu sayıda milletler cemiyeti verilerine göre, İslam'a geçmeye zorlanan 95 bin Ermeni'nin yer almadığı ifade edilmekte. Bu durumda, 100 bin muhtedi rakamı gerçeğe yakın." diye konuştu. Ayrıca bugün kendini Arap ve Kürt aşireti zanneden aşiretlerin büyük bir kısmının da Türk aşireti olduğunu söyleyen Cöhce, "örneğin Malatya yöresinde Kürtçe konuşan Boranlılar, Karahanlılar'a bağlı büyük bir Türkmen grubudur."diye konuştu.

    Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman, Halaçoğlu'nun tartışmaya neden olan sözleriyle ilgili "O belgesiz konuşmaz" dedi.Kopraman, Halaçoğlu'nun Osmanlı'daki aşiretlerle konusundaki en önemli uzmanların başında geldiğine dikkat çekti.Halaçoğlu'nun ifadelerinin daha önce yabancı bilim adamlarınca da yazıldığını anlatan Kopraman," Bunu, Türklük, Kürtlük, Alevilik değil tarihi bir mesele olarak ele almak lazım.Bazı çevreler meseleye yanlış yaklaşıyorlar.İnsanımız okumadığı için, sanki ilk defa duyuyor gibi linç etmeye kalkıyor."dedi.

    TTK Başkanı birilerinin nasırına bastı

    Türk Eğitim-Sen Kayseri 2. No'lu Şube Başkanı Ali İhsan Öztürk, bizzat dinlediği Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun konuşmasında yadırganacak bir tarafın bulunmadığını söyledi.Öztürk,"Halaçoğlu, ne Alevileri ne de Kürtleri aşağılayan bir tek cümle kullanmadı.Tepkiler anlamsız. Halaçoğlu, memleketi bölüp parçalayanların nasırına basmış olmalı ki bu kadar gürültü koparılıyor.Eğer bu görüşlere katılmıyorsanız siz de belgelerinizi sunar, bu görüşü çürütürsünüz."diye konuştu.Türk Eğitim-Sen İstanbul Bölge Başkanı Yard. Doç. Dr. Hanefi Bostan, TTK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun sözlerinin çarpıtılarak, linç edilmek istendiğini söyledi.Bostan,"derin alınganlık gösteren kampanya sahiplerini kınadıklarını" bildirdi.

    Osmanlı- Safevi çekişmesi Türk Boylarını Kürtleştirdi

    TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun "Kürtlerin bir bölümü Türkmen, Alevi Kürtlerin de bir bölümü Ermeni kökenli" açıklamalarıyla gündeme gelen "Kürtlerin Türkmen kökenli oldukları" iddiasının yeni olmadığı ortaya çıktı.Gazeteci Macit Gürbüz tarafından kaleme alınan "Kürtleşen Türkler"adlı kitapta da aynı iddia ortaya atılıyor.Gürbüz'ün 2007 Selenge yayınlarından çıkan kitabında, Selçuklulardan Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar birçok Türk boyunun mezhep çatışmaları ve iskan politikaları nedeniyle Kürtleştiği iddiaları yer alıyor."Asimilasyon adeta Türklüğün kaderi olmuş" diyen Macit Gürbüz, 3 yıl süren araştırma sonucu 400'ü aşkın kaynaktan derlediği bilgilerle bu sonuca vardığını belirtiyor.Gürbüz, kitabında, "Ben tarihi kaynaklara dayanarak bir gerçeği gözler önüne sermeye çalıştım."diyor.Kitapta, Osmanlı-Safevi çekişmesinin Anadolu'da birçok Türk boyunun Kürtleşmesine sebep olduğu anlatılıyor.

    (Zaman Gazetesi'nin 23.08.2007 tarihli haberi)


  7. YİĞİDİ GAM ÖLDÜRÜR

    Yiğidi gül ağlatır gam öldürür

    Nice namert ava çıksa

    Tuzak kursa kurşun atsa

    Yiğidi çökertmez kahır

    Bir dem yar hüzünle baksa

     

    Yiğidi gül ağlatır gam öldürür

    Düşman yılan olup soksa

    Dokuz kavim taşa tutsa

    Yiğidi çökertmez kahır

    Bir dem yar hüzünle baksa

    Yiğidi gül ağlatır gam öldürür


  8. Tövbe, tövbe!...Allah Allah ya!Saçmalığa bak.Bu insanların psikolojik sorunları var herhalde!!!Adamların Kur'an-ı Kerim'i okumadıkları çok belli oluyor değil mi arkadaşlar?.Okumuş olsalardı Kur'an-ı Azimüşşan'ın barışı istediğini anlamaları gerekirdi yani beyinlerinde herhangi bir özürleri yoksa!Neymiş efendim Kur'an-ı Kerim şiddeti çağrıştırıyormuş.Allah akıl, fikir, hidayet nasip eylesin!....................


  9. SEVGİLİNİN ADINI DİLE DÜŞÜRMEMEK

    Bir şiire en ziyade yakışan konular arasında, bir kadının güzelliğinden alınmış ilhamlar bulunur.Şair, maksadı ve fikri ne olursa olsun, kadın güzelliğinden istifade ederek onu dillendirme imkanına hep zengin bir konu olarak bakmıştır.

    Aşkın tasavvuf bahçesinde açan gülü Yunus'u ele alalım; Hüsn-i Mutlak'ı terennümünde İlahi aşkın merkezine doğru sehil adımlarla yürürken,

     

    Karlı dağların başında

    Salkım salkım olan bulut

    Saçın çözüp benim için

    Yaşın yaşın ağlar mısın

     

    der ve Taala'nın yüce harem dairesine varan yolda, yine O'nun ahsen-i takvim üzere yarattıklarından bir cins-i latifin tavrından hareket ederek mısralarını örer.Yani ki, bir söğüt dalına bakarak yukarıdaki dörtlüğü terennüm eden Bizim Yunus'un, gür ve uzun saçlarını, büyük bir acının tesiri altında darmadağın (perişan) edecek şekilde savurarak ağlayan bir kadının hüzünlü güzelliğini görmeden söylediğini iddia etmek haksızlık olur.O halde, Rabbı'na yönelerek "Bana Seni Gerek Seni" mertebesinde içli ve dışlı bir aşkı yaşayan bu yiğit adamın, daha önceden bir kadını çok sevmiş, hem de büyük bir yürekle sevmiş olması pekala mümkündür.Daha da ileri gidelim, bir adım ötesini söyleyelim; coğrafyamızın en güzel desenlerinden biri olan bu sevimli dervişin hayatında bir kadın hayalinin bulunmadığını düşünmek, belki de onu asıl bulunduğu beşeriyet noktasından uzaklaştırmak olur ki, bu da onunla bizim aramızdaki mesafeleri uçuruma dönüştürür, onu bizden uzaklaştırır.Oysa Yunus bize yakın olduğu için biz onu sever, onu kendimiz gibi bir beşeriyet ikliminde yoldaş bildiğimiz için ona değer veririz. Bu hal, zihinlerimizde melekleşen bir Yunus'tan bize daha sıcak ve yakın gelir çünkü.Binaenaleyh hiçbir kadının aşkı, Allah'a varılacak aşk yolunda bir engel teşkil etmez.Engel, belki de kadının rolünü Tanrı'ya ulaşan yolda bir şerik haline getirmeye kalkmaktır, o kadar.Peki o halde soralım:Neden Yunus'un şiirlerinde o kadının adı yok?!...

    * * *

     

    Bütün zamanların lirizmle süslenen bahçesinde açan en rana gülü Fuzuli, sevdiği kadında Cemal-i Mutlak'ın güzelliğinden yansımalar bulup İlahi ve beşeri aşkın her ikisini bir yüreciğinin iki odacığında yaşatırken,

     

    Değildim ben sana mail

    Sen ettin aklımı zail

    Bana ta'n eyleyen gafil

    Seni görgeç utanmaz mı

     

    diyerek sevgiliye sitemde bulunur.Acaba kimdi o ince ve nazenin Bağdat güzeli ki Hilleli Fuzuli'nin aklını başından almış olsun ve şairimiz tutulduğu o güzelin aşkıyla bunca coşkulu ve duygulu beyitleri yazmış olsun?!... Dediğine göre, görür görmez gayriiradi gönlünü aldırdığı ve bunun için de halkın kendisini ayıpladığı( bu aşk yüzünden şairi ayıplayanlar, sevgiliyi görseydiler kendileri de elbette ona aşık olacak ve ayıplanacak hale düşeceklerdi) sevgilinin aşk menzillerinde yoldaşsız yürüyen bu adam, gerçekten de nasıl bir güzele tutulmuş, onu nasıl görüp sevmiş, hayalini kaç yıl gözlerinin önünde, sevgisini kaç zaman kalbinin içinde taşımıştı? Söz gelimi onun için beşeri acılara katlanmış mıydı, hakkında fedakarlıklar yapmış mıydı?Yahut hiç kavuşmuş muydu, kavuşmaya mecali var mıydı?!... Ve daha bir yığın soru... Peki o halde yeniden soralım: Neden Fuzuli'nin şiirlerinde o kadının adı yok?!...

     

    * * *

     

    Bir kadının bütün beşeri güzellikleri sıralansa, kaşı, gözü, dudağı, yanağı, kaşı, kirpiği için sayısız şiirler yazıp defterler ve divanlar dolduran yüzlerce şairin tutulduğu, aşık olduğu, tutkuyla sevdiği o kadim yüzyılların yaşmaklı, feraceli zarif İstanbul kadınlarının kimler olduğunu bilebilseydik; acaba onları şimdiki gibi seçkin bir aşkla sevebilir miydik?!...

    Peki o halde yeniden soralım:Neden Baki'nin, Nedim'in, Necati Bey'in ve nicelerinin şiirlerinde andıkları o eski zamanlar güzeli kadının adı yok?!...

    Ve cavap verelim; çünkü eskiden bir kadının adını anmak, onun adını dillendirmek ayıp, hem de çok ayıptı ve üstelik onlara duyulması gereken ihtiram ve sevgiyi zedelerdi.Sevdiği kadının adını dile düşürmektense uğruna can vermek, bir aşık için şerefti, şandı.Aşk kitabının ilk maddesi de zaten bunu söylerdi.Hem doğru söyleyin Allah aşkına, kaçımız Leyla'nın kara kuru bir kız olduğunu öğrenince onu yine coşkuyla sever, kaçımız hayalimizdeki Şirin'lerin, Aslı'ların 60 yaşındaki durumlarını öğrenmek isteriz.Onlar bizim için birer protip, birer kızıl elmadır ki beşeri hayatlarında ayrıntılara indikçe güzelliklerinin büyüsü kaybolur.

     

    İskender Pala,"Kırkıncı Kapı",Kapı yayınları,(İstanbul 2005),S.82-85


  10. Çok doğru tespitlerde bulunmuşsunuz.Paylaşımınız için teşekkürler.Şimdi hiç televizyon seyretmeyen biri olarak televizyon müptelalarına ne kadar gıcık olduğumu anlatamam!...Tamam hiç televizyon izlenmesin demiyorum ama televizyonda 3,5 saat ne izliyorlar, bu kadar saat izlemeye değecek doğru dürüst program mı var ki?(Bundan yaklaşık 10 yıl öncesine kadar ben de televizyona fazlasıyla takılırdım şimdi onun başında heba ettiğim saatlerime ne kadar üzülüyorum anlatamam :( )


  11. SEVGİLİNİN ADINI DİLE DÜŞÜRMEK

     

    Leyla, Şirin, Zeliha, Aslı ve Azra'lar...Nicolet, Juliet veya Floire'lar...Her biri dillere destan aşkların kahramanları...Adları saygıyla anılan aşk ikonları.Şairlerin daim dilinde olan uzak sevgililer...

    Ve şairlerin yakınlarında olan, hemen yanı başlarında hissettikleri sevgilileri de var. Hercai veya tutkulu, vefalı veya ihtiraslı, ama mutlaka duygulu bir aşkın eseri olarak şiire yansıyan kadınlar... Bu çeşit kadınlar mı şairler için bir lütuftur, yoksa bu kadınlar için şairler mi başa konan birer talih kuşudur, doğrusu pek müşkil bir soru. Ama bilirim ki bir şairin yakınında olmak, bir kadın için çetin bir azaptır. Burada azap kelimesini iki zıt anlamıyla; hem olumsuz(acı,keder,elem,ıstırap) hem de olumlu(tatlı içimli su, dimağ lezzeti) anlamıyla kullanıyorum. Bir yandan şair gibi çılgın birisine tahammül, diğer yandan varlığını tarihe armağan bırakma fırsatı. Acaba Tanpınar'ın ancak rüyada gördüğü Leyla'sı, Attila İlhan'ın kalben mecbur kalıp da aşk şarkıları yazdığı Müjgan'ı, Asaf Halet'in Mariyye'si veya Bedri Rahmi'nin şuh kadını Karadut'u, Bekir Sıtkı Erdoğan'ın gizemli Marya'sı, Abdürrahim Karakoç'un erişilmez Mihriban'ı bu bakımdan azabın hangi çeşidiyle daha aşina yaşamaktaydılar?!....İçimizde Dante'yi hatırladıkça onun nahif ve narin sevgilisi Beatrice için iç geçirmeyen; Edgar A. Poe'dan bahsederken romantik deniz kokulu Annabell Lee'yi düşünmeyen, yahut Floransalı Petrorca'yı okurken nazenin güzel Laura'ya kalbini kapatan kaç nadan bulunabilir?!...Bütün bu fani kadınların her biri şiirlerde hala zarif güzellikleri ve ince parmaklarıyla, mest edici kokuları ve iç gıcıklayıcı endamlarıyla, hayal tüllerini andıran saçları ve esrarlı bakan gözleriyle yaşayıp durmakta ve bize kendilerini tanıtmaktadırlar.Onların şairlerle aşinalıklarından doğan acılarını ve ıstıraplarını bilemiyorum ama yıllar ve yüzyıllar sonra bugün hala yaşıyor olmanın kendileri için bir nimet olduğunu söyleyebilirim.Bir kadını yalnızca cismiyle değil, gizli veya aşikar bütün ruh çalkantıları, duygu ve düşüncesiyle seven bir aşığın aynı zamanda şair olması, o kadının "Sevenler ve Sevilenler Kitabı"nda müstesna bir yer edinmesi de demektir.Çünkü sonraki çağlarda meraklı aşk maceralarının gizemli kahramanlarını tanımak isteyen her şiir okuyucusu, şairin kadınını yine şairin gözüyle tanıyacak, hayranı olacak ve sevecektir.

    Öte yandan, sevgililerin adını anmak bakımından doğu şiiri ile batı şiiri arasında telifi imkansız uçurumlar vardır.Batılı şair sevgilisinin adını anmakla her zaman bahtiyar olmuş, onunla geçen maceralarını, duygu yüklü birliktelikleri, hatta beşeri ve cinsi mahremiyetleri terennümden kaçınmamış, belki bundan gizli bir haz da duymuştur.Oysa doğulu şair kendi özel hayat çemberinin sınırlarını başkalarına açmak istememiş, sevgilisini mevhum bir varlık, hayali imkansız bir güzellik olarak yansıtmış, ondan bahsederken mahremiyetine ve özel hayatına hassasiyetle yaklaşmış, adını bile söylemeye çekinmiştir.(Yar ismini desem olmaz/Düşer dillere dillere-Erzurumlu Emrah).Böylece şair ile okuyucu arasında oluşan saygıya dayalı ilişki,okuyucuya,şairin anlattığı kadını kendi sevdiği kadını ile yer değiştirtebilecek bir imkan sunmuş, dizeler arasında gezinen özel bir sevgili yerine her okuyanın kendi zihnindeki sevgiliye giydirebileceği desenler ve atlaslardan dokunmuş şiir kumaşları üretilmiştir. Böylece okuyucu da aşk panoramasının bir yerinde kendi resmine de yer bulmuş, şiiri dışarıdan anlamaya çalışmak yerine, içeriden hissetmeye başlamıştır.Bunun tabii sonucu olarak da batı edebiyatının özel hayatları mercek altına alınan, bazen en mahrem çizgilerin bile ötesine geçerek teşhir ettiği kadınlarına mukabil doğunun kadınları biraz daha gizemli, gönül maceraları daha bir heyecanlı, suretleri, endamları, gözleri, kaşları daha bir merak edilir konumda yaşamışlardır. Doğunun şairi kendi sevdiği kadını bir masal veya efsane içine gizler gibi sunmaktan hoşlanır; ta ki okuyucu o masalda kendisine de bir rol biçerek özlemini çektiği sevgilisinin izini sürebilsin.Onun için ben Dıranas'ın Fahriye Ablası'ndan çok Yahya Kemal'in Mehlika Sultan'ını, Oktay Rıfat'ın Türkan'ından çok Sezai Karakoç'un Mona Roza'sına tutkunum. Bu yüzden olsa gerek Nedim'in Sadabad'da gördüğü ve Beşiktaş'taki evine davet ettiği dilber, Karacaoğlan'ın kınalı ellerini öperek düğmelerini çözmek istediği yaban çiçeği, beni Galip'in gizliden gizliye niyaza durduğu, kimliği belli, saraylı sevgilisinden daha fazla etkiliyor.Evet, itiraf etmeliyim ki Fuzuli'nin onca şiirini terennüm ederken düşündüğü kadını bilmeyi, tanımayı, dünya gözüyle bir kere görmeyi çok istemişimdir, ve görsem bu isteğim yine devam eder mi, bundan emin değilim...

    Şimdiki gençler galiba gizli kalması gerekeni açık ettikleri( ne ayıp!...) ve sevgililerinin adlarını dillendirmekle kalmayıp aradaki macerayı başkalarıyla paylaştıkları için aşkın gülümseyişlerini ve zenginliğini ıskalıyorlar... Çünkü sırlara hükmetmek ayrıcalık ve olgunluktur.

     

    İskender Pala,"Kitab-ı Aşk",Alfa yayınları,S.33-35


  12. GÜLCE

    Uçurumun kenarındayım Hızır

    Ulu dilber kalesinin burcunda

    Muhteşem belaya nazır

    Topuklarım boşluğun avucunda

    Derin yar adım çağırır

    Dikildim parmaklarımın ucunda

    Bir gamzelik rüzgar yetecek

    Ha itti beni, ha itecek

    Uçurum kenarındayım Hızır

    Cihan hazır

    Divan hazır

    Ferman hazır

    Kurban hazır

    Uçurumun kenarındayım Hızır

    Güzelliğin zulme çaldığı sınır

    Başım döner, beynim bulanır

    El etmez

    Gel etmez

    Gülce'm uzaktan dolanır

    Uçurumun kenarındayım Hızır

    Gülce bir davet

    Mecaz değil

    Maraz değil

    Gülce bir afet

    Peri değil

    Huri değil.

    Gülce beyaz sihir

    Gülce ölümcül naz

    Buram buram zehir

    Yar gözünde infaz

    Bir gamzelik rüzgar yetecek

    Ha itti beni, ha itecek

    Güzelliğin zulme çaldığı sınır

    Uçurumun kenarındayım Hızır

    Ben fakir

    En hakir

    Bin taksir

    Ateşten

    Kalleşten

    Mızrakla gürzden

    Dabbet'ül-arz'dan

    Deccalden,yedi düvelden

    Korku nedir bilmeyen ben

    Tir tir titriyorum Gülce'den

    Ödüm patlıyor Gülce'ye bakmaktan

    Nutkum tutuluyor,ürperiyorum

    Saniyeler gözlerinde birer can

    Her saniyede bir can veriyorum...


  13. "Sanman ki taleb-i devlet ü cah etmeğe geldik

    Biz aleme bir yar için ah etmeğe geldik"

    Yenişehirli Avni

     

     

    (Dünyaya gelişimiz ne mevki ve ne makam , ne de mal ve mülk peşinde koşmak için...

    Biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar...)

    • Like 1
×
×
  • Create New...