Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SİTARE

Sivil
  • Content Count

    170
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by SİTARE


  1. ALLAH DE...

    Fakir bir çobandır... Hükümdarın kızını görür, aşık olur. Aşkı onu mecnunlaştırır..... Her nasıl olursa olsun o kıza kavuşmayı kafasına koyar... "Acaba nasıl olabilir?" diyerek memleketin ulu kişilerini, aklı erenlerini dolaşmaya başlar. Her huzuruna vardığı mübareğe durumu anlatır ve sorar "Acep ben ne etsem de hükümdara damat olabilsem?" Dinleyenler tebessümle cevap verir. Sırt sıvazlar, teselli ederler:

    "Be evladım," derler, "bu olacak iş mi, davul bile dengi dengine... Var git köyüne, kendi dengini bul...Hükümdar kızını unut." Fakat kaç kere bu ümit yıkan cevabı almış olsa da yılmaz, garip çoban.Nihayet gerçek bir arif, gerçek bir "bilen kişi" bulana kadar...

    O, arif kişi:

    "Kolay" der, "ama söyleyeceğimi aynen yapacaksın."

    Aşık çobanın gözleri ümitle parlar, heyecanla atılır...

    "Ne istersen söyle, yaparım" der.

    Arif kişi anlatır...

    "Şehrin kapısının karşısına bir divan kur. Üzerine otur. Ve 24 saat boyunca sürekli olarak sadece 'Ya ALLAH,de'. Yanına kim gelirse gelsin, sana ne derse desin, ne yaparsa yapsın, sakın ara verme, 'Ya ALLAH' demeyi terk etme... Ta ki bir gün hükümdar kendi ayağıyla gelip, kendi diliyle kızını sana teklif edeceği ana kadar. O zaman, ki artık, istediğin olmuştur, 'Ya ALLAH' demeyi bırakabilir, eski hayatına dönebilirsin..."

    Aşkının imkansızlığı karşısında, çok sabit ve kolay gelen arif kişinin bu teklifini hemen gerçekleştirir, aşık çoban... Şimdi o bir tahta sıranın üzerine oturmuş, 24 saat boyunca 'Ya ALLAH' demektedir.

    Genç çoban kısa zamanda şehirde ünlü olur. Hep 'Ya ALLAH' demenin verdiği nurla da ayrı bir çekiciliğe bürünür... Ve aşık çobanın meraklıları, hayranları hızla artar. Herkes birbirine şehrin kapısındaki o gencecik Hak dostunu, o nurlu veliyi anlatmaktadır...

    Şöhreti ve ziyaret edenleri hızla çoğalır... Her gelen, gence başka bir şey dedirtmek, dikkatini dağıtmak 'Ya ALLAH'ı bıraktırmak için aklına gelen her şeyi yapmakta, fakat hiç kimse başarılı olamamaktadır... İleri gelenler, vezirler derken, duyduklarıyla iyice meraklanan hükümdar da bir gün ayağına gelir genç çobanın...O da gözleriyle görür bu nura kesmiş delikanlıyı, kulaklarıyla duyar ve o da hayran kalır.

    O günlerde düşünmektedir hükümdar:"Bizim kız evlenme çağına geldi. Acaba damatlığa en uygun kimdir" diye

    Hayran olduğu bu genç Hak dostu ise aradığı kişidir. Hükümdar çekinerek edeple 'Ya ALLAH' diyen çobanın kulağına fısıldar:

    "Oğlum bir dakika beni dinler misin?"

    Aşık çobanın hali değişmez:

    'Ya ALLAH'

    Hükümdar başını iki yana sallar:

    "Peki" der, "hiç olmazsa kulağını bana ver. Benim damadım olur musun?"

    Genç çoban susar...'Ya ALLAH' kesilir... Herkes dehşete düşer

    Ağır ağır başını hükümdara çevirir, gözlerine "derin" bakar, ağzından kelimeler tane, tane dökülür. "Olamam efendim" der, "siz kızınıza başka bir koca arayın."

    Genç çobana 'Ya ALLAH' dedirten sebebi, olayın arka planını bilenler hayretle sorarlar:

    "Bütün istediğin, derdin bu değil miydi? Şimdi niçin hayır diyorsun."

    Genç cevap verir ve soru sahipleri oldukları yerde donarlar:

    "Ben kullarından birine duyduğum bir aşk nedeniyle, riyakarca 'Ya ALLAH' dedim, Rabbim hükümdarı ayağıma getirdi, kendi diliyle kızını bana teklif ettirdi. Bundan sonra sadece Allah için, 'Ya ALLAH' diyeceğim, bakalım ona ne verecek."


  2. Şiirin Kartalı idi

     

    Aramızdan ayrılalı yirmi üç yıl olmuş, günler nasıl da akıp gidiyor. Değişik, üstün vasıflara sahip Necip Fazıl'dan söz edince, ilk önce akla mutlaka şiir gelir.

     

    Eskiler şiirde şu üç özelliğin bulunması gerektiğini söylerlerdi: "Gür bir ses, keskin bir ifade ve hayaller belirgin olmalıdır." Bu üç özelliği de şu dörtlüğünde ne kadar canlı müşahede ediyoruz:

     

    Hangi hissin parmağı dokundu ki derine

    Düştü gizli bir alev salkımı içerine

    Hangi kâbus bastı ki seni uykularında

    Birdenbire cehennem kaynadı sularında

     

    Fakat Necip Fazıl'ın şiirine bakarken, bunlara ilaveten başka özellikleri de görüyoruz: Metafizik ürperti, yakıcı hayal, kuşatıcı hassasiyet ve çileli tecrit.

     

    Şiirindeki ahenk madeni bir hassasiyet, mekanik bir kimlik çağrıştırmaz; ruhî bir derinlikten gelir. Ruhî sıkıntıları, bunalımları sayısız şair ele almıştır; fakat diğerlerininki genellikle sosyal sebeplere bağlı kalırken, Necip Fazıl'ınki daha çok metafizik bir mahiyet taşır. Gerçi o da sosyal problemlerin dışında kalmamış, yeri gelince, "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak" diye seslenmiştir. Ama ondaki ağırlık, bütün büyük sanatkarlar gibi ferdî ve metafizik konulardadır. Emsaline az rastlanabilecek kadar üstün bir sezgiye sahip olduğundan içinde bulunduğu şartları en vurucu şekilde anlatabilecek sembolleri yakalıyor, gerekli atmosferi oluşturmak maksadıyla çarpıcı benzetmeler yapıyor.

     

    Güçlü bir estetiğe, kuvvetli bir şiir tekniğine sahiptir. Kelimeleri kılıktan kılığa sokar, onlara takatlarının çekebileceği benzer anlamlar yükler. İmaj konusunda ise hemen hemen tüm şairlerden ayrılır. Diğerleri imajlarla şiirlerini süslemek amacını güderlerken o imajları fonksiyonlu hale getirir; onları şiirindeki etkiyi artırmak için kullanır.

     

    Bizdeki şairlerin tümünden farklı olarak o felsefe ve düşünceyi şiire sokmuştur. İnsan ona göre evrenin mihrabıdır; nasıl evrenin sırrı çözülmez, çözdük sandığımızın altında yeni bir sırla karşılaşırsak, zübde-i âlem olan insan da onun gibidir. Adeta gizli düğümlerden oluşmuştur. Şu dörtlük kadar hangi beşerî söz bu gerçeği ifade edebilir:

     

    Ne yalanlarda var, ne hakikatta

    Gözümü yumdukça gördüğüm nakış

    Boşuna gezmişim yok tabiatta

    İçimdeki kadar iniş ve çıkış

     

    Günümüzün seçkin şairlerinden Sedat Ümran onu şöyle değerlendirir: "Necip Fazıl ile ilk kez on dokuzuncu yüzyılın yaşantı (itiraf) şiiri aşılmış ve Modern Türk Şiiri tamamlanmıştır. Tevfik Fikret'le başlayan, ama derinlikten yoksun olan Avrupai Türk şiiri, Cenap Şehabeddin ile şuh bir kılığa bürünmüş, Haşim ve Yahya Kemal ile tabiatlaşmış, Necip Fazıl ile tepe noktasına ulaşan bir kimlik kazanmıştır."

     

    Necip Fazıl'ın bütün yeteneklerini göz önünde bulundurursak, onun fani âlemimize şair olarak ayak bastığını görürüz. Bu demektir ki ruh dünyası sık sık bombardımana tutuluyordu. Bir de ömrünü verdiği bir ideali vardı; bu ideal ona çileli bir hayat sunuyor, onu mahkemelere sürüklüyordu. Şair olarak doğması iç, yalınkılıç "İslam" demesi dış sarsıntılarına sebep oluyordu. İçeriden ve dışarıdan sarsılan bir insanın yetmiş dokuz yıl ayakta kalması olağanüstü bir durumdur. Bu ayakta kalışını inandıklarına ölümüne sarılmasında aramak gerekir. Bir insan ne kadar inanırsa inansın, nihayet et ve kemikten ibarettir; onların da dayanma gücü sınırlıdır. Ömrünün son yıllarında artık o kükreyen bir Necip Fazıl değildi; yönünü tamamen ahirete çevirmiş, hayatını ona veren, bütün sevgilerinin ve buğzlarının kaynağı olan Rabb'ine ve Resul'üne "Artık geliyorum." diyor, ardında bıraktıklarına "Beni de Allah ve Peygamber divanesi olarak hatırlayın." cümlesiyle veda ediyordu.

     

    Şiirden, sanattan zerre kadar nasiplenmiş herkes onun zirve olduğunun farkındadır. Siyasi mülahazalardan, ideolojik sebeplerden dolayı onun büyüklüğü ancak mecbur kalınınca teslim edilmiş, o da en fazla kulaktan kulağa fısıldanmıştır. Kim ne derse desin, hangi gerekçeyle görmezlikten gelinirse gelinsin, onun kadar etkili bir şairi, son dönemlerde bu topraklar görmedi. Onun sanatı ve düşüncesindeki derinlik, sevenlerinin ve düşmanlarının ruhlarına sinmiştir. Bu ufuklarda kalıcı savrulan her çığlıkta onun damgası sezilmektedir.

     

    Mehmed Niyazi

     

     

     

    (Zaman Gazetesi,29 Mayıs 2006, Pazartesi )


  3. MEDENİYETİN MAYASI OKUMAK

     

    Medeniyetlerin en güçlü taşıyıcıları kitaplardır. Eski zamanların kitabeleri ile günümüzün kitapları, farklı fonksiyonlara sahip olmakla birlikte ortak bir misyona da hizmet etmektedir.Bilgi, kitapla tanıştığında kalıcılığını ve sağlamlığını kuşanmış olur. Nesiller arası irtibat, kitap ile kurulur ve muhafaza edilir. Eski akıl, kitap sayesinde buluşur yeni akılla. Kitap, hayatın merkezindedir ve hayat onun etrafında döner. Ehl-i kitap olan, sırtını sağlam yere dayamıştır. Kitabî bilgi, sahiplenilmesi ve müdafaa edilmesi kolay olan bilgidir. Kitap yâr-ı mihribandır, vefalı dosttur, zenginliktir. Konfüçyüs zenginlik ve mutluluğu, kitaplarla dolu bir eve benzetir. "Kitabına eğilmiş çocuk, tarlasını süren çiftçi, tezgâhtaki sanatkar ve mutfakta yemeğini pişiren kadın, fenalık düşünmeye vakit bulamaz." der Ahmet Yesevi. Güzele ve güzelliklere davet eden kitaplar insanı şerden alıkor, hayra yönlendirir ve hayrın kapısını aralar. Sıcak bir nefes, munis bir dost ve vefalı bir rehberdir kitap. Âlemin serencamı, lehv-i mahfuzda kayıtlıdır.

     

    Bî- kitab nesillerle terakki ne mümkün, heyhat

    Sahrada bağ-ı irem görmek ne mümkün heyhat!

    Âdeme sırr-ı hayat kitap iledir, gayrı ne mümkün,

    Dilşâd olana huzur, irfan iledir, gayrı ne mümkün.

    Geri kalmışlık sebeplerinin muhasebesi yapılırken siyasî, iktisadî, içtimaî ve tarihî sebepler ve bunlara eşlik eden sayısız komplo teorileri bulunur. Bunların her biri sorgulanır ve ayrı birer günah keçisi olarak teraziye konur. Ancak bu bedbahtlğı netice veren en mühim şeyin, kitap ve kütüphane ile olan âşinalığımızın zayıflaması olduğu hep göz ardı edilir. Kitap, millî aklın tecelligâhı, millî şuurun müşahhas vitrini ve irfanımızın seviyesini gösteren en önemli mikyaslardandır. Kitap alma, okuma, telif etme, hediye etme; kitap tenkidi ve sohbeti, hâsıl-ı kelâm kitaba ait gündemlerin içtimaî hayatın bir parçası hâline getirilmesi elzemdir.

    İnsana bir şey kazandırmayan, bir ihtiyaca karşılık gelmeyen neşriyatın topluma bir faydası yoktur. Geçen asrın büyük muharrirlerinden Ahmet Rasim, 1910'lu yıllarda yazdığı bir makalesinde " Bir cemiyette yaşayan fertlerin ana harcama kalemlerinden birisi kitap olmadıkça, o cemiyette kalkınmadan bahsedilemez." demektedir.

     

    Kitaplar yetim, kütüphaneler mahzun

    İlim, irfan sara nöbetleri geçirir.

    Cehalet derin, anarşi terviç, şer füzûn

    Gençler ömrünü bâd-ı heva geçirir.

    Kitapla olan irtibatın zayıflaması, marifetin kaybolmasına yol açmış; ilmî ve kültürel hayatımız sadece gündelik gâyeleri gerçekleştirmeye yönelik malzemeyi üretir hâle gelmiştir. Marifeti hayatımızın merkezine oturtmazsak, kâinat kitabını da iyi okuyamayız. Medeniyet treni mütemadiyen yol almaktadır ve bu yola revân olacak milletlerin de bileti, kitap olmalıdır. Batı dünyasının ilmî ve teknolojiksahalarda elde ettiği üstünlük, aslında bayrak yarışının bir safhasından daha fazlası değil. İslâm dünyasının olgunlaştırdığı süreci onlar devraldı. Mamafih nâ-ehil ellerde şekillenen bu yeni safha, dünyayı bir tüketim alanına çevirdi ve bu ellerin değer üretmek gibi bir derdi de olmadı. Âlem-i İslâm, yolun bir yerinde düşürdüğü ve ihmal ettiği kitaplarını yeniden eline aldığında dünya, yitik değerleri ile yeniden buluşma şansı yakalayacaktır.

    Üniversiteleri istilâ eden fotokopi illeti ile hakikate kapı aralamaya çalışan nesiller, beyhûde bir gayretle akıntıya kürek çekmektedir. Meselenin özünü kavramak, ancak hâdiselerin merkezinden yol alarak ve bütün safhaları fiilen idrak ederek mümkün olur. Bizi modern dünyanın üretim devlerinin pazarı ve tüketim alanı hâline getiren sebepler üzerinde iyi düşünmeli, bu hastalığın tedavisinin bir kitap medeniyeti inşa etmek olduğunu hatırdan uzak tutmamalıyız. Merakımız ve endişemiz; denizin derinliğine, fezanın enginliğine yöneldiğinde, dünyada sözü dinlenen ve hakkı temsil eden bir millet oluruz. Böyle bir yolda en güzel rehber ve faydalı kılavuz kitaptır!

    Dil fukaralığı, mantık zafiyetleri, edebiyatın nefsî hezeyanlar çöplüğü hâline gelmesi, Türkçenin asırların rengini ve keyfiyetini taşıyan zenginliğinin tarumar olması, müziğin mânâ değeri taşımayan güftelere mecbur kalması, çarşı pazarı istilâ eden maganda üslûbu, nezaketin kaybolması, içtimaî hayatımızın en önemli harcı olan adâb-ı muaşeretin yitirilmesi gibi problemlerin büyük kısmı kitaba mesafeli duruşumuzun ve okumama hastalığımızın neticesidir. İnce ve rafine zevkler küsmüş, kabalık ve hoyratlık yaygınlaşmışsa, ölçüsüzlük hâkim olmuş demektir.Hakiki kitap ölçüdür, terazidir, mikyastır, mihenktir, aklı kuşatan sis dalgasını dağıtan ve insana hakikatte nerede bulunduğunu gösteren bir ışıktır. Karanlığın hâkimiyetine direnmenin, nuru hükümferma kılmanın vesilesidir kitap.

     

    Beşikten mezara kadar ilim tahsil etmek, bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olmak, peygamberlere vâris olmak, bilenin bilmeyenden üstün olması, hakkı gereği gibi takdir edebilme gibi temel esaslar, aslında ruh dünyamızın ilim ve irfanla olan kavi irtibatının en mühim göstergeleridir. Biz yitik hikmetimizi bulmak mecburiyetindeyiz.

    Ömrümüz, bizi hayata bağlayacak güzel ve doğru vesileler bulmak ile geçer. Bir sahil-i selâmet bulma umuduyla şarktan garba savrulur, tutunacak bir dal ararız. Başkalarının aklını kullanma, aklımızdan geçmeyen, zihin dünyamıza uğramayan düşünce ve bakış açılarına muttali olma, temiz bir sineden neş'et eden hakikate hissedar olma, gaybın perdesini aralayanlara kulak verme imkânını yakalarız kitaplarla.

     

    Kitap ile ülfet edenin

    Mürşidi marifet olur.

    İlm u irfana müşterinin

    Tezgâhı sim u zer olur.

    Kitabı gücendirerek hiçbir yere varılmaz.Kitabın tek alternatifi daha iyi kitaptır. Başta televizyon olmak üzere medya vasıtalarının verdiği bilgi,"fast-food"(hızlı yemek) tarzı bir bilgidir. Servisi daha kolay olmakla birlikte her türlü hazımsızlığı da beraberinde getirir. Zamane enstrümanlarının nefse hoş gelen cazibesi son derece aldatıcıdır. Harcadığımız, ömür sermayesidir. Telâfisi ve nedamet dışında neticesi olmayan bu vesileleri aradan çıkarıp kalıcı, sağlam ve muhkem bir sığınak olan kitapla buluşmalıyız.

    Makûs talihimizin kadere verdirdiği fetvada kitapla teması unutmuş günahkâr ellerin ve gözlerin payı vardır. Ellerini kitaplara uzatmadan, sırtını kütüphanelere dayamadan medeniyetten, terakkiden ve gelecekten bahsedilemez.

    Şunu unutmayalım ki, elimize aldığımız her kitap ile kendi aklımızı ve gönlümüzü inşa ettiğimiz gibi mensup olduğumuz insanlık âlemi, his ve iman birlikteliği taşıdığımız ümmet adına da faydalı bir iş yapmış oluruz.

     

    Mehmet Adıyaman,"Medeniyetin Mayası Okumak",Sızıntı Dergisi,sayı: 344(Eylül 2007)s.37-38


  4. Selamlar,

     

    Kur'an-ı Kerim Ramazan ayında nazil olmaya başlamıştır. Bu nedenle Ramazan ayı bir yönüyle Kur'an ayıdır.

     

    Onbir ayın sultanı Ramazan-ı Şerif'e sayılı günler kala sitemizin üçüncü hatmini başlatmış bulunuyoruz. Cüz almak isteyen arkadaşlar bize bu başlıkta bildirebilirler.

     

    Müsadenizle ilk beş cüzü(1,2,3,4,5) ben alıyorum.

     

    Alınması beklenen cüzler:

    6.7.8.9.10.11.12.13.14.15.16.17.18.19.20.21.22.23.24.25.26.27.28.29.30

     

    "Kim Allah'ın kitabı Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır. Her sevabın karşılığı da on kat verilecektir."

     

    Dua ve muhabbetle...


  5. Necip Fazıl:

    Maraşlı; ama İstanbul'da doğmuş büyümüş bir İstanbul efendisi. Amerikan Koleji, Bahriye Mektebi o müthiş istidâda bağrını açan kuvve-i inbâtiye nev'inden iki saksı dolusu toprak ve kendine sıçramanın minik rampaları... Dârülfünûnun felsefe bölümü de muvakkat konakladığı menzillerden biri... Paris'in Sorbon'u, batıya nazar ettiği ilk küçük menfez... Banka müfettişliği, içine sindiremediği gelip geçici işportacılık... Devlet Konservatuvarı ve Güzel Sanatlar Akademisi, sanat ruhunu istidatlı-istidatsız her sineye üflediği ilk ocak... Büyük Doğu ekolü ve aynı ünvanla çıktığı kadar kapanan, kapandığı kadar da çıkan; ama arkasındaki müthiş iradeyle çıkmamazlık edemeyip, kapanırken dahi gidip çıkma programı üzerine kapanan bir büyük mecmuânın bânisi, mimârı ve çilekeş sahibi... Son dönemin en önde gelen şiir ve nesir üstâdı ve geleceğin fikir mimarlarından biri... Tasavvufî düşüncedeki enginliği, metafizik derinliği, ömrü boyunca Mutlak Hakimiyet'e karşı duyduğu engin saygısı... Rûh-u Seyyidi'l-Enâma karşı olan olağanüstü ihtiram ve temkini, onun pek çok sahadaki deryalar gibi enginliğinden sadece birkaç damla... Böyle birkaç küçük damla ile işaret edilip geçilen bu dev insanın, değişik yanlarıyla tahlil edilip Türk gençliği ve dünyaya tanıttırılması; hatta bir Necip Fazıl Enstitüsü kurulması kadirşinaslığımızın sesi ve kadirşinaslardan temennimiz.

     

    Gülen,M. Fethullah, Ruhumuzun Heykelini Dikerken,Nil yayınevi,İstanbul,1998.S.75-76


  6. ŞEHİDİN DESTANI

    Fişekler patlıyor, güneş tutuk, hilal berrak,

    Dağ taş can evinden tekbir tekbir çağlayarak

    Sultanım seni uğurlar bu ebedi bayrak

    Sen ki kevseri namluyla içtin ırmak ırmak

    Sen bir köprü düştün de geçit verdi uçurum

    Al kanlar içinde boyuna kurban olduğum

    Şehidim,yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

    Al beni, al al beni

    Nur yüzün, gök alnın boyadı al ben

    Cennet tanıdım bağrındaki al beni

    Al beni, al al beni

    Uçtu bulut yeleli civanım gökten emin

    Kanından tapusuyla ocağımdır bu zemin

    Yemin, dövüşte secdeye kırılan kalemin

    Silahın, bayrağın, Kur'an'ın üstüne yemin

    Cephanem hatırandır, gece-gün yudum yudum

    Sen gayret pınarım, suyuna kurban olduğum

    Şehidim,yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

    Yüreğim, kor yüreğim

    Pir yandı bir daha sönmez kor yüreğim

    Kim demiş haini canda kor yüreğim

    Yedi kat yerin dibine kor yüreğim

    Yüreğim, kor yüreğim

    Gördüğüm tabut mu, köy ufkunda seher vakti

    Tabut değil, yıldız yıldız mahyam yola çıktı

    Dağ dağ omuzlarda geliyor ecelin tahtı

    Semalar kıskanır ey makber sendeki bahtı

    Sabrında vurulan, iç içe bin kerre mazlum

    Varını vakfetmiş, huyuna kurban olduğum

    Şehidim,yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

    Özür özüm kanayan

    Özümün özü bu girdapta kanayan

    Sen asıl yar için akmayan kana yan

    Oyar o gözü kim bakar bu kana yan

    Özüm özüm kanayan

    Müjde ey toprak tubadır bu fidan, bu civan

    Şehidim ölümsüz fani, gönüllerde divan

    Onbinler, yüzbinler göz göz, saf saf Hakk'a revan

    Diyet alacağız billah, topyekün bir cihan

    Ölmedin sen, bir oluştur bu, bir şanlı doğum

    Kütüğü göklerde, soyuna kurban olduğum

    Şehidim,yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

    Yakın ha candan yakın

    Kardaş bil şehidimi öz candan yakın

    Bugün sana tatlı gelen candan yakın

    Sönmesin bu ak ateş, ta candan yakın

    Yakın ha candan yakın

    İşte namazındayım, işte veda bayramı

    Sundular bu mercan sükûtta sonsuz meramı

    Gayrı rahatta buldum canıma ilk haramı

    Yalnız senin rütbene hasret sarar yaramı

    Kalmayacak gümüş hilal okçusundan mahrum

    Irz diye devraldık, yayına kurban olduğum

    Şehidim,yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

    Senden aldım kanadım

    Her çağda uçmak için sel sel kanadım

    Boy adım, soy adım, can adım, kan adım

    Yâdınla gerilir, gerilir kanadım

    Senden aldım kanadım


  7. Kebapçıda namaz, otobüste mola

     

    Medyayı çok eleştiriyoruz, hak ediyorlar. Halktan kopuk oluşlarını, önyargılarını, kendilerini toplum ve siyaset mühendisi zannetmelerini yazıp duruyoruz. Hiçbir şey mi bilmiyorlar? Elbette hayır. Mesela psikolojik harbi çok iyi uyguluyorlar. Alakasız haberleri yan yana getirip şuur altlarına gönderme yapmayı pekala becerebiliyorlar. Basit tekil örneklerden hareketle pireden deve silueti çıkarmayı başarıyorlar. Ama toplumdan uzak olmalarının zararını burada da görüyorlar."Buldum" diye fırladıkları şey onlarca yıllık rutin uygulama olabiliyor. Lakin teslim etmek lazım, bozuntuya vermeden devam edebiliyorlar.

     

    En çok da namaz gözlerine batıyor. Geçen hafta Yalçın Doğan yazdı, en güzel kebapçılarda bile mescit açılmaya başlamış. Çok meşhur bir kebapçı içkili bölüm yapmayı düşündüğü "bir katı" mescide dönüştürmüş." Gelen AKP'li gruplar, sofradan kalkıyor, önce erkekler, arkadan kadınlar, lokantanın mescidinde grup ve sıra halinde namaz kılıyor. Yemek yerken namaza gitmek, daha önce böyle bir âdet var mı, sırf gösteri. Bu farklı bir tarz-ı hayat, farklı bir yaşam biçimi." diyor Doğan. Onu, Milliyet gazetesindeki şehirlerarası otobüsün namaz molası izledi. Rivayete göre Samsun Terme'den yola çıkan bir otobüsün yolunu eşkıyalar kesip namaz molası vermesini sağlamışlar. Eşkıyalar benim eklemem, doğrusu bazı yolcuların talebi üzerine mola verilmiş. "Bunun haber değeri, hele manşet değeri nerede?" diye soracağınızı bildiğim için önceden tedbir aldım.

     

    Hadi yazarlar ve yöneticiler sırça saraylarda yaşıyor, muhabirlerin bu aymazlığını anlamakta zorlanıyorum. Pek çoğu halkın içinde yaşayan gariban çocuklar. Herhalde bir arz talep meselesi. Ancak kendimize böyle yer bulabiliriz diye düşünüyorlar. Biz de arz talep çizgisinden devam edelim. Kebapçılar, normal ticari müesseseler olarak müşterilerin taleplerini yerine getirmeye çalışır. Dinî vecibelerini önemseyen müşterileri için irili ufaklı mescitler pek çoğunda var. Mescidi olmayanlar muhakkak seccade bulunduruyor. Alın size daha büyük bir haber. Milletvekili eşlerini fişlediğiniz gibi kebapçıları da bir solukta raporlayın ve korkunç(!) tabloyu göz önüne serin.Hatta asıl bomba haberi şimdi söylüyorum: Şehirlerarası otobüs şoförlerinin yüzde 90'ı meslekten "hacı". Yani görevli olarak hacca gitmiş, dolayısıyla pek çoğu itibarıyla namaz kılıyor. İspiyoncu okuyucularınıza tembihleyin gözlerini dört açsın. İhtiyaç molası veriyoruz diye durduklarında, yolcularla birlikte gizli gizli namaz bile kılıyorlar. Petrol Ofisi dahil birçok istasyonda namaz kılanlara yardım ve yataklık edip mescit bulunduruyor.

     

    Namazın günde beş vakit kılınan bir ibadet olduğunu bilmiyor olabilirler. En azından yazmadan önce bilenlere sormalılar. Aksi halde 1400 yıldır devam eden bir ibadeti sanki AK Parti iktidarı ile ortaya çıkmış yeni bir uygulama sanma yanılgısına düşülebiliyor. Ben şahsen lokantaya giderken iki şeye dikkat ediyorum. Sigara içilmeyen bölümü var mı ve namaz vakti geldiğinde eda edebileceğim hiç olmazsa bir seccade bulunuyor mu? Hiçibir yemeği kendimi zehirletmeye veya ibadetimi aksatmaya değer bulmuyorum. Olay aslında bu kadar basit.

     

    "Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu, dinciler gemi azıya aldı" başlıklı psikolojik harekât yürütülecekse daha ayakları yere basan ve ikne edici örnekler bulunmalı. Otobüste namaz ve kebapçıda mescit bayat haberler. Nereden baksanız 40-50 yılı var. Hz. İsa'yı çarmıha gerdikleri gerekçesiyle Yahudi'ye tokat atan Temel'in "O, 2000 yıl önceydi" itirazına verdiği cevabı verecekseniz olur:"Biz yeni öğrendik."

     

    Bülent Korucu,Zaman gazetesi,07.09.2007


  8. Selamün Aleyküm

     

    Arkadaşlar çok güzel fikirler beyan etmişler. Fakat kitapların pahalı olmasının korsana yol açtığı mevzuunda yanıldıklarını düşünüyorum. Çünkü günümüzde herşeye para bulan insanlar nedense kitaba para bulamıyorlar. Hadi kitap almaya gücümüz yok diyelim, bizim bilgi merkezlerimiz ne güne duruyor?Kütüphanelerden tüm insanlar ücretsiz şekilde yararlanabilir.Ve korsana gerek kalmaz. Dolayısıyla kul hakkına girilmez.Şimdi kitapçılarda bulamayacağımız birçok yayına derleme yasasından yararlanan kütüphanelerden erişebiliriz.

     

    Dua ve muhabbetle...


  9. TESADÜF YOKTUR! TEVAFUK VARDIR

     

     

    Selamlar

     

    Bediüzzaman Said Nursi bu konuyu şöyle izah etmiştir:

     

    "Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği akla getiren dehşetli kelimeler var; imanlı insanlar da bu kelimeleri bilmeyerek kullanıyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz. Birincisi: Varlık ve hâdiseleri sebepler icad ediyor. İkincisi: Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor. Üçüncüsü: Tabiîdir, tabiatın gereği oluyor, tabiat icad ediyor."

     

    "Tesadüf" yerine "tevafuk","yaratmak" yerine de "doğmak, doğurmak" sözcüklerini kullanalım lütfen!

     

    Dua ve muhabbetle...


  10. "Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk

    Ta ki Mecnun bitirir nutkunu Leylâ söyler"

    Fuzulî

     

    (Aşk hikayesi yılın en uzun gecesinde bile şafak sökene kadar sürer;

    öyle ki Mecnun sözünü bitirse Leylâ başlar;Leylâ sussa Mecnun anlatır...)


  11. Türk Olmayan Türkçüler

     

    Cennetmekân Sultan Abdülaziz Sadrazam Ali Paşaya sorar:

     

    -Paşa, şu bizim Paris'teki çocukları sadece Fransızlar değil, sizler de "Jön Türk" diye tabir ediyorsunuz,nedendir?

     

    Paşa şu manalı cevabı verir:

     

    -Padişahım, bunların bir kısmının Türklükle hiçbir ilgisi yoktur,bir kısmı da Türk olmakla ilgilerini kesmişlerdir. Hal

     

    böyle olunca, Türkçe'de onlar için bir tabir aramak yerine, Fransızca'yı tercih ederiz.

     

     


  12. YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN DİNDARLARI AŞAĞILAMA YÖNTEMLERİ

     

    Sevmedikleri dindarların hiç olmazsa kendi aralarında, yani dindarlıkta, öne geçmelerine izin vermezler. Nerede olursa olsun, "birincilik" onların hakkıdır.Dindarlık skalasında da "üste çıkmak için, derhal "hacıdan hocadan" "çarşaflıdan sakallıdan" kötü örnekler bulurlar.Yürüyüş biçimlerinden başlanıp, yere tükürmelere varıncaya kadar olmadık magandalıklarla, akla gelmedik kazmalıklarla konu edilirler. Namaz kılanlar, oruç tutanlar, hacca gidenler üzerinde "kaypaklık " ve "dönmelik" tarifleri yaparlar.Böylece "Benim kalbim temiz..." deme hakkını elde tutarlar. Namaz kılanın " Benim kalbim de temiz..." deme hakkı yokmuş gibidir. Onlar ki Araplara para kaptırmazlar. Onlar ki daha çok vatanseverdirler. Onlar ki vergi kaçırmazlar.Onlar ki kırmızı ışıkta geçmezler. Onlar ki karanlık emelli "ideolojik iç çemberler"e bulaşmamışlardır. Böylece,dindarların onlar gibi olma iddialarının hepsi baştan naylonlaşır.Asla sahici vatandaş olamaz dindarlar. Onların onayladıkları yere kadar, onayladıkları kadar var olurlar. Onların şimdilik idare ettiği "kendini bilmezler" olarak ortalıkta dolaşırlar.

     

    Dindarlık skalasında üste çıkmak için akademik usuller de kullanılır. Bunun için kafası az buçuk çalışan, ağzı laf yapan, icabında köşe verilecek bir figür bulunur. Bu figür her türlü tartışma programının gediklisi yapılarak, biraz da galip getirilerek otoriteleştirilir. Kısa zamanda, dindarların uygulamalarını küçümseyerek, örtünenlerin cahilliğini açık ederek, "İslamcı"ların kirli çamaşırlarını ortaya dökerek, kendilerini onlardan "daha iyi" hissettirecek bir söylem kıvamı yakalar.Bu figürün dindarlara yüksekten bakmaya arzulu hasat ehlinin heveslerine göre "kendin pişir kendin ye" dini icad edip, onlara dindarlık skalasında da "iktidar" zevki tattıracak "yanar, döner", "kıvırma ustası"," fetvabaz" ilahiyat teorisyenleri içinden seçilmesine özen gösterilir.

     

    Eğer yeterince zeki ve demagog bir figür bulunamazsa, daha düşük profilli bir "otorite" icad etmekte mümkündür.Kendini ispatlamaya hevesli, tatmin edilmemiş arzuları olan bireyler mutlaka vardır.Bunlar ya "itirafçı" olarak takdim edilirler ya da herkesten farklı söylemleri olan "İslamcı yazar" orijinalliği ile sunulurlar.Anahtar deliğinden yatak odasını gözetleyen çocuklar kadar heyecanlı konuşurlar.İçten içe bir yaranma gayretleri vardır.Şöhret olup TV ekranlarında vaftiz olma arzuları da vardır.Yeri geldikçe, laylaylom yaşamların üzerine sos diye sıkılmak üzere saklanırlar. Yanakları sıkılır. Ciddiye alınmazlar. Söylediklerinden geyikler üretilir. Rezil edilse de önemli değildir. Yine puan kazanır. Asla harcanmaz. Aksesuar diye bir kenara iliştirilmek üzere soldurulmadan, yıpratılmadan saksıda bekletilir. Kandil gecelerinde, cuma sabahı programlarında "süs hocası" olarak gösterilir. "Bakın, dindarlar da böyle, idare edelim işte..." şeklindeki bıyıkaltı gülmelerle, kendi nefislerine ve iktidar heveslilerine rahatlama mesajı gönderirler.

     

    Kendi aralarından biri dindar olacak olursa, en gizli silahlarını çıkarırlar. Evvelâ, " Kendini dine vermiş..." diyerek "öteki"leştirirler onu. Sanki enfeksiyon bulaşmış gibidir ona. "Ah, zavallı!" iççekişleriyle ardından acınarak bakılır. Sonra, "Çok değişmiş..."de olur aralarından kopan... Artık "normal" değildir. "Kandırılmış olabilir." Yakında düzelir..." Vitrinlerde etek bluz peşinde koşmaktan vazgeçmesini, araba modelini yenileme telaşının durulmasını belirgin hastalık septomları sayarlar. Nişantaşı'nda görülmeyişler, o meşhur cafede oturmayışlar, her an "kapanabilir" oluşlar çok ciddi fonksiyon bozuklukları olarak görülür. Böylece, belki farkında olmadan, kendi "dindarlık"larını ele verirler: Teşvikiyede buluşmaya "hacca gitme" heyecanı yükleyen bir "din"lerinin olduğunu ancak o zaman farkedersiniz. Cihangir'de bir cafede görünmeyi "vecibe" sayan bir "din"e ilgi duyuyorlarmış meğer. Kullarının ayakkabılarını çoğaltmasını "vacip" eyleye, araba modelini yükseltmelerini "farz" kılan, etek bluz peşinde koşturmalarını "ibadet" sayan bir "din"in mensubuymuşlar. Dudağına içki değmedikçe kendini "abdestli" saymayan, saçının tek telini bile gizli bırakmayı saçının tek telini bile göstermek kadar "cehennemlik" sayan bir mutaassıp "dindarlık"mış yaşadıkları.

     

    Tanımlayan onlardır; dindarlar ise tanımlanandır. Tanımlayan, tanımlananın patronudur. Onlar öznedir, dindar nesnedir. Diledikleri biçime sokabilirler dindarları. Kendi kafalarındaki şablonları dindarlara da yükleme hakları saklıdır. Örneğin, kendilerinin örtülüyü dışarıda bırakan bir kamusal alanları varsa, ilk fırsatta, dindarlarında örtüsüzü dışarıda bırakan bir kamusal alan kuracaklarını düşünürler. Kafalarındaki besledikleri rövanşist, misillemeci, intikamcı din anlayışını dindarlara yamarlar ki, kendi ettikleri konusunda "haklı" çıksınlar. İslam'ın zorla baş açtırmak kadar, zorla baş örtmeye de karşı olduğuna bir türlü inanmak istemezler. "İslam'ın şartı insan olmaktır;insanın tercihini iptal eden, iradesini inciten her türlü zorlama İslam dışıdır" desem aldırış etmezler.İnanmak istedikleri üzerinden dindarlara gizli niyetler atfetmeyi sürdürürler. Çünkü burası "öteki"ne hükmetme zevkinin en tatlı yeridir.


  13. YUSUF İDİM

    Öfkem volkan lavlarım güneş boyu

    Deniz dediğin ne, bir ufak kuyu

    Şu deli yüreğimi söndürmez suyu

    Buzullar tutamaz bu ateşi

    Kestim işi koydum başı

    Bir oldu beş duyu

    Hepsi de ateş duyu

    Sildim dünyayı

    Kara sevdayı

    Kuru sevdayı

    Koptu deli yüreğim

    Koptu kıyamet

    Çıkma önüme koca dap yıkıl git

    Budur benim tufan olup yağdığım vakit

    Hangi güç vurabilir bana kilit

    Yusuf idim Davut oldum

    Bulut oldum barut oldum

    Bir oldu beş duyu

    Hepsi de ateş duyu

    Sildim dünyayı

    Kara sevdayı

    Kuru sevdayı

    Koptu deli yüreğim

    Koptu kıyamet


  14. DUA

    Biz, kısık sesleriz... minareleri,

    Sen, ezansız bırakma Allah'ım!

     

    Ya çağır şurda bal yapanlarını,

    Ya kovansız bırakma Allah'ım!

     

    Mahyasızdır minareler... Göğü de,

    Kehkeşansız bırakma Allah'ım!

     

    Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

    Müslümansız bırakma Allah'ım!

     

    Bize güç ver... Cihad meydanını,

    Pehlivansız bırakma Allah'ım!

     

    Kahraman bekleyen yığınlarını,

    Kahramansız bırakma Allah'ım!

     

    Bilelim hasma karşı koymasını,

    Bizi cansız bırakma Allah'ım!

     

    Yarının yollarında yılları da,

    Ramazansız bırakma Allah'ım!

     

    Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,

    Ya çobansız bırakma Allah'ım!

     

    Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız;

    Ve vatansız bırakma Allah'ım!

     

    Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

    Müslümansız bırakma Allah'ım!

     

    Arif Nihat Asya


  15. İnsanların dinini yaşaması zorunuza mı gitti sayın Yalçın Doğan hazretleri?!..Sizene ya istediği yerde namaz kılar insan.Neymiş efendim lokantanın ikinci katı içkili mekan olcakmış da Akp'liler yüzünden mescit yapılmışmış.Allah Allah ya!.Müşteri memnuniyeti diye birşey var, arz talep meselesi efendim!

    Namaz kılan cemaat dışarı taştı diye rahatsız olmuş beyefendi!...O zaman biz de Sakarya caddesinden geçerken ya da Yüksel caddesinden geçerken içki içen insanlardan rahatsız olalım.Hoşunuza gider mi?!...Tabi ki gitmez

    Ne oldu ya Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu diye laiklik elden gidiyor safsatalarıyla mı ortaya çıkıyorsunuz?Yoksa sizin bu ülkede laiklik dışında ele alacağınız başka konu mu kalmadı?Türban sizi kesmedi artık insanların kıldığı namaza mı karışır oldunuz?!.....

    Allah hidayet versin.


  16. Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

    Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felahı!

    Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

    "Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun

    Esmezse eğer bir ilahi nefha, yakında,

    Yâ Râb, o cehennemle bu tûfan arasında,

    Toprak kesilip, kum kesilip Alem-i İslam;

    Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm;

    Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,

    En sonra, salîb ormanı görmek Haremeyn'i!...

    Bin üç yüz otuz senedir, arz-ı Hicaz'ın

    Âteşli muhîtindeki sûzişli niyazın

    Emvâc-ı hurûş-âver olurken melekûta;

    Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?

    Sönsün de, İlahi, şu yanan me'şal-i vahdet,

    Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

    Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman

    Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

    Enfâs-ı habîsiyle beş on rûh-i leîmin,

    Solsun mu parlak yüzü Kur'ân-ı Hâkim'in?

    İslam ayak altında sürünsün mü nihâyet?

    Yâ Râb, bu ne hüsrandır, İlâhî, bu ne zillet?

    Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

    Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!

    Cânî geziyor dipdiri...Can vermede mâsûm!

    Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?

    Lâ yüs'el'e binlerce suâl olsa da kurban;

    İnsan bu muammâlara dehşetle nigeh-ban!

     

    Eyvâh! Beş on kâfirin îmânına kandık;

    Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık!

    Mâdâm ki, ey adl-i İlahi yakacaktın...

    Yaksaydın a mel'unları...Tuttun bizi yaktın!

    Küfrün o sefîl elleri âyâtını sildi:

    Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi!

    Kalmışsa eğer bir iki ma'bed, o da mürted:

    Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

    Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,

    Bir geryede bin ailenin mâtemi çağlar!

     

    En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından,

    Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

    İslamı elinden tutacak, kaldıracak yok...

    Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!

    Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?

    Ağzım kurusun...Yok musun ey adl-i İlahi!

     

    (Safahat-Üçüncü Kitap)


  17. "Ey Nefs! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise senin elinde senet yok ki, ona maliksin.Öyle ise hakiki ömrünü bulduğun gün bil.Laakal günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at.Hem bil ki, her yeni gün sana, hem herkese bir yeni alemin kapısıdır.Eğer namaz kılmazsan, senin aleyhinde alem-i misale şehadet eder!..."

     

    Said Nursi

×
×
  • Create New...