Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedmanün

Editor
  • Content Count

    245
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedmanün


  1. ŞEYDA BÜLBÜL

     

    Ey bülbül-i şeyda yine efgane mi geldin

    Azm-i gül edip zar ile giryane mi geldin

    Pervane gibi ateşe daim can atarsın

    Evvelde bu aşk oduna sen yane mi geldin

    Yağmur gibi yağarsa bela sen baş açarsın

    Can veremeye dost yoluna kurbane mi geldin

    Her şey çalışır bir sıfatı eyleye ma'mur

    Sen cümle sıfat ilini viyrane mi geldin

    Vech-i Ehadiyyet ki şu eşyada görünmüş

    Bu kesrete ancak anı seyrane mi geldin

    Bir kimse senin olmadı hiç raz'ına mahrem

    Bilmem bu cihan içine yekdane mi geldin

    Bu haste Niyazi'ye şifa remzin edersin

    Derde düşen derdine dermane mi geldin

     

    Niyazi mısri


  2. Kayseri'ye ne kadar?

     

    Yoldaki adam at arabasındaki adama sordu:

     

    "Kayseri'ye ne kadar sürer?"

     

    "Yarım saat."

     

    "Ben de binebilir miyim?"

     

    "Buyur!"

     

    Bir süre arabayla yol aldılar, adam yine sordu:

     

    "Buradan sonra ne kadar sürer?"

     

    "Bir saat."

     

    "Nasıl iş bu? Demin yarım saat demiştin!.."

     

    "Elbette. Aksi yönde gidiyoruz."


  3. Biletsiz Seyahat

     

    Almanya'ya giden iki Kayserili tirene binerken bir bilet almışlar. Sonra da geçip bir yere oturmuşlar. İki Alman, bunların bir tâne bilet aldığını farkedip, merakla sormuş :

     

    "Siz iki kişisiniz, neden bir tâne bilet aldınız?"

     

    "Biz sâdece bir biletle seyâhat edeceğiz" demiş bizimkiler.

     

    Almanlar şaşırmış :

    "Nasıl olacak bu iş?" demişler.

    "Bekleyin ve görün."

     

    Biraz sonra uzaktan kondüktör uzaktan görünmüş. Bizimkiler hemen kalkıp, birlikte tuvalete girmişler. Kondüktör biletleri toplayarak gelmiş, en son tuvaletin

    kapısını tıklamış. Kapı aralanmış, içeriden bir bilet uzatılmış. Kndüktör bileti yırtıp, geri uzatmış ve öbür vagona geçip, uzaklaşmış. Tabii Almanlar o biçim şaşkın.

     

    Neyse dönüşte bizim Kayserililer yine aynı Almanlar'la karşlılaşmışlar. Bakmışlar ki, bu sefer Almanlar da bir bilet alıyor. Demişler ki :

     

    "Biz bu sefer hiç bilet almadan gideceğiz."

    "Hadi ya! O nasıl olacak?"

    "Bekleyin ve görün."

     

    Uzaktan kondüktör görününce Almanlar hemen tuvalete koşmuşlar. İkisi berâber bir tuvalete girmişler. Bizimkiler biraz beklemiş, biraz sonra gidip Almanlar'ın girdiği tuvaletin kapısını tıklamışlar. İçeriden bir bilet uzanmış. Bizimkiler de bileti aldıkları gibi yürümüşler öbür tuvalete...


  4. bu dua tam size uygun olur öyleyse : ;)

     

    "Değiştiremeyeceğim şeyler için huzur,

    değiştirebileceklerim için cesaret

    ve ikisi arasındaki farkı anlamam için akıl ver."

     

     

    Reinhold Niebuhr

    (1892-1971) Amerikalı İlahiyatçı


  5. Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere’de bu işlerin nasıl yapıldığımı düşünün.

     

    1500'lerde İngilterede işler şöyle yapılıyordu:

     

    Insanların çoğu Haziranda evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziranda hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

     

    Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana

    geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.

    Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar,

    sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda

    yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki

    içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. Ingilizcedeki

    banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın? (Don't throw the

    baby out with the bath water) deyimi buradan gelmektedir.

     

    Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor,

    kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların

    ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler

    ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu.

    Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar

    kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizcedeki kedi-köpek

    yağıyor (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

     

    Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey

    yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine

    düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek

    direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar

    buradan gelmektedir.

     

    Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir

    şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri

    buradan çıkmıştır. Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri

    vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu

    önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca

    saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı

    açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere

    kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı

    "thresh hold" (saman tutan; Türkçesi "eşik") idi.

     

    Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki

    büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor

    ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze

    yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar

    kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün

    tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok

    uzun süre kazanda kalıyordu. Bezelye lapası sıcak, bezelye

    lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük (peas

    porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot

    nine days old) tekerlemesinin menşei budur. Bazen domuz eti

    buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı. Eve ziyaretçi gelirse

    domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin

    eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük

    bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna

    yağ çiğnemek (chew the fat) adı veriliyordu.

     

    Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar

    alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek

    yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine

    ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu

    için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin

    zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun

    alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta

    tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat

    ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun

    zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için

    içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü

    tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında "tabak ağzı"

    (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

     

    Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt

    kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı. Bira

    ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim

    insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu.

    Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için

    hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının

    üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp

    uyanmayacağına bakıyordu. Buna "uyanma" nöbeti deniyordu.

     

    Ingiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek

    yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp

    tabutları çıkarıyor, kemikleri bir "kemik evi"ne götürüyor ve

    mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25

    tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.

    Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna

    çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi

    tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi

    bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık

    nöbeti "graveyard shift" denirdi.

     

    Bazıları zil sayesinde kurtulur ("saved by the bell") bazıları da "ölü zilci" (dead ringer) olurdu.

     

    Gerçekler bunlar. Kim demiş tarih sıkıcıdır diye. ;)

     

    iktibasdan alınmıştır ..


  6. bir iki yıl öncesinde iktibastan ecevit fıkraları toplamıştık en sevdiklerimden birisi :

     

    Muhteşem Cerrahlar

     

    Uluslararası Cerrahlar Konferansı bittikten sonra bir Amerikalı, bir İngiliz, bir de Türk cerrah birlikte birşeyler içmeye giderler.

     

    İngiliz başlar anlatmaya:

    -Geçen gün bir iş kazası geçirmiş birini getirdiler. Adam presin içine sıkışmıştı. Sadece sol küçük parmağı vardı. Bizim elemanlarımız öyle iyi çalıştılar ki önce parmağa bir el, sonra kol, sonra da vücut yaptılar. Adam taburcu olunca o kadar verimli bir işçi oldu ki onun yüzünden 5 işçi işsiz kaldı.

     

    Amerikalı söz alır:

    -Bana ise geçen gün saç getirdiler. Adam nükleer reaktörün içinde kalmış. Sadece saçı vardı. Oldukça iyi bir çalışma ile önce saça bir baş, sonra vücut vs yaptık. Adam taburcu olduğunda o kadar verimli oldu ki onun yüzünden 20 kişi işsiz kaldı.

     

    Türk söz alır:

    -Geçen yolda gidiyordum. Bir de baktım, yerde bir tik kendi kendine atıyor. Hemen yerden alıp çantama koydum. Laboratuvara gidip önce o tike uygun bir göz sonra o göze uygun da bir baş, o başa uygun da bir vücut yaptık. Ortaya bir adam çıktı. Adamın adını Ecevit koyduk. O kadar verimli oldu, o kadar verimli oldu ki bütün ülke onun yüzünden şimdi işsiz...


  7. Beş Maymun

     

     

     

    Bir gün bilim adamlarının kafalarına esmiş, çok enteresan bir deney yapmışlar...

     

    Önce bir kafesin tavanına bir hevenk muz asmışlar. Sonra bu kafese hiçbir şeyden habersiz beş zavallı maymuncuğu doldurmuşlar. Muzu gören maymunların gözleri parlamış tabii. Hemen birisi atılmış, kafesin tellerine tırmanarak muza doğru seğirtiyormuş ki... dışarıdan tazyikli su tutarak maymunu aşağı indirmişler. Gariban, başına ne geldiğini pek anlamamakla beraber paldır küldür yere inmiş. Derken öbürü atılmış muza, tabii onu da ıslatmışlar hemen. Öbürü, öbürü ve hepsi aynı şekilde ıslatılmışlar böylece. Ve sonuçta, tavanda sallanan enfes muzlar ve onları almaya cesâret edemeden altında bekleyen beş ıslak maymundan müteşekkil bir manzara çıkmış meydana.

     

    Ardından ıslak maymunlardan biri kafesten çıkartılıp, yerine bir kuru maymun koyulmuş. Yeni gelen, tavanda sallanan güzelim muzları görür görmez atılmış hâliyle. Öbürküler tecrübeliler tabii. Hemen yakalayıp alaşağı etmişler kuru maymunu. Sonra da belki dersini almamıştır diye bir güzel de dövmüşler. Böylece, dördü ıslak biri kuru ama hiç biri de muzları almaya yanaşamayan maymunlar elde edilmiş.

     

    Bir sonraki aşamada bir ıslak maymunla hiçbir şeyden habersiz bir kuru maymun daha değiştirmişler. Aynı şeye teşebbüs edince, üç ıslak bir kuru maymundan ve bilhassa da kuru olanından esaslı bir sopa da o yemiş.

     

    Bu işlemi tekrar etmişler. Sırayla önce iki kuru iki ıslak sonra üç kuru bir ıslak maymun kafese yeni giren kuru maymunu ilk teşebbüsünde hemen cezâlandırmışlar. Nihâyet son denemede, kafesteki son ıslak maymunu da çıkartarak yerine bir kuru maymun koymuşlar.

     

    Netice ibretlik olmuş. Niçin olduğunu bilmedikleri halde dört kuru maymun niye olduğunu anlayamayan bir kuru maymunu muzu alma teşebbüsüyle hemen yakalayıp bir güzel pataklamışlar. ;)

     

    İşte ideolojilerin tabulara dönüşümünün hoş bir anlatımı...

     

    ***

     

    bize inançlarımız doğrultusunda yaşama, düşünme hakkı tanımayanların, kuru maymunlardan olduğuna şüphe yok bana göre ..


  8. amin kardeşim amin ..

     

    çok güzel çok akıcı yazıyorsun, gece gece okumayim, sonra okurum belki diye bi göz attım bide baktım şiir bitmiş ;) maşallah anlatımın harika ..

     

    diğer toplumsal sorunlaramızada el atmışsındır kesin :( , onlarıda bekliyoruz..

     

    el attığın her işte başırılı ol inşallah .. selam ederim


  9. Umut

     

    Kırk yaşlarındaki adamın elleri koynuna gitti, çabucak koynundan çıkardığı kağıdı yine aynı yaşlardaki diğer adamın ellerine tutuşturdu. Karanlık sokakta yalnızdılar ama korkuyla çevresine baktı, sonra fısıldadı;

     

    -Gardaş gider değil mi?

     

    -Merak etme sen, kendi ellerimle büyük elçiliğe vereceğim.

     

    Gülümsemeye çalıştı, ağzında dişlerinin nerdeyse yarısı yoktu.

     

    -Herhal haberleri yoktur. Yoksa bize yardım ederlerdi, değil mi?

     

    -Yok dedim ya... Benim gitmediğim ülke kalmadı nerdeyse. Oralara da gittim. Kimsenin haberi yok.

     

    -Kağıdı yetkililere verirsin gardaş, hem sen de söylersin neler çektiğimizi.

     

    Türkçeyi iyi konuşan Rus genç acele etti:

     

    -Tamam tamam yakalanacağız hadi parayı ver.

     

    Adam yeni hatırlamış gibi koynundan yıllarca biriktirdiği parayı çıkardı:

     

    -Al. Açız, iş bulamıyoruz ama bu iş için helal olsun.

     

    Genç Rus parayı sayarken, o anlatmaya devam etti:

     

    -Çinliler bizi aç bırakıyor, işsiz birakıyor. Bir çocuktan fazlası yasak, işsiz olanların çocuk yapması bile cezalandırılıyor. Erkeklerimiz, onların kızlarıyla evlenemiyor ama onlar topraklarımıza sahip olmak için, bizim kızlarla zorla evleniyor. Bazılarımız, hiç olmazsa kızları aç kalmasın diye evlendiriyor.

     

    Genç sıkılmıştı:

     

    -Yakalanmadan ben gideyim.

     

    Adam gözü yaşararak aceleyle sözlerini tamamladı: "İbadetimize de engel oluyorlar. Kadınlarımızın zorla başını açıyorlar."

     

    -Tamam hepsini söyleyeceğim, hadi eyvallah.

     

    Bir an durakladı, adamın altmışında gösteren yüzüne baktı, sanki kuşkulanmış gibi sordu:

     

    -Kaç yaşındasın?

     

    -Kırk...

     

    Cevabı duyduktan sonra hızla uzaklaştı. Geride kalan adam, oğlu gibi görünen gencin ardından acılarla bezenmiş yüzüyle gülümseyerek el salladı. Bir süre, karanlık sokaklara baktı sonra yüzüne gülümseme yayıldı. İçinde yeşeren ümidi hissetti, dizlerine yeni bir can geldi. Hayata yeniden bağlandı. Oysa ülkesinde, Doğu Türkistan da ölüm yaşının çok düşük olduğunu iyi biliyordu.

     

    * * *

     

    Genç Rus, parayı alıp, mektubu atmayı düşünmüştü ama eksik dişleriyle kendisine bakan Türk'ün hayali peşini bırakmamıştı. Sonunda Çin'den ayrılmadan, Türkiye elçiliğine uğramış, mektubu vermişti. Yetkili mektubu alıp kendisine beklemesini söyledi. Ticaret için çoğu ülkeye giden Rus, bildiği bir kaç dilin içinde en iyi Türkçeyi öğrenmişti. Beklerken sehpadaki 1998 tarihli ama birkaç ay öncesinin gazetelerine gözü takıldı. Birini eline aldı ismini okudu; "Radikal" . Doğu Türkistanla ilgili bir yazı olduğunu farkedince okumaya devam etti; "Doğu Türkistan'daki Kökten Dinci Akımlar Çin'i Tehdit Ediyor"

     

    Bir görevli, elinde geri gönderilen mektupla dalgın Rus'a yaklaştı;

     

    -Büyük elçi meşgul, sizinle görüşemeyecek.

     

    Rus, gazeteleri göstererek, şaşkın bir ifadeyle sordu:

     

    -Bu gazeteler hangi ülkenin?

     

    Görevli gülümsedi:

     

    -Türkiye.

     

    -Hepsi mi ?

     

    -Evet hepsi.

     

    Adam elindeki gazeteyi bırakıp giderken, gözünde Doğu Türkistanlı adamın yüzü canlandı, sanki kendisiyle konuşur gibiydi:

     

    -Sağol gardaş, sağol... sağol...

     

    İçinin burkulduğunu hissetti.

    ***


  10. “Birgün gelir din bilgileri Hilmi’den sorulur” buyuran Abdülhakim Arvasi hazretleri; pek sevgili bu talebesinin hizmetini müjdelemişti..

     

    Hüseyin Hilmi Işık hazretleri:

    "Bizim kitaplarımız hep Ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarından nakildir, bize ait bir kelime bile yoktur. Elhamdülillah. Ehl-i sünnet alimlerinin kitablarının tercümesidir, nakildir" buyurdular.

     

    "Efendim, bizim dini hiçbir bilgimiz yoktu. Ehl-i sünnet alimlerini tanımazdık, evliyayı bilmezdik. Arabi ve farisi bilmezdik. Bunları hep Efendi hazretlerinden öğrendik. Arabi ve farisi öğrenmeden önce, arabi ve farisi kitaplara bakar; (Bu harekesiz yazılar nasıl okunur acaba? derdim. Fakat şimdi arabi ve farisi kitapları okuyup tercüme yapabiliyoruz efendim, Elhamdülillah. Hep Efendi hazretlerinin himmet ve bereketiyle efendim. Efendi hazretleri bana arabi metinler verirdi. Onları ezberler, Efendi hazretlerine okurdum, çok hoşlarına giderdi" buyurdular.


  11. ne kadar çok öss öğrencisi varmış sitede :) keşke bunca dua talebini erken alsaydık, bu gün Eyübe gitmiştim ..

     

    benim de canım sıkkın ama ondan yazmıyorum:) bozmak gibi olmasın da yahu sistemde değişti işiniz baya zor, bide siz internette dolaşıyosunuz .. bizim zamanımızda böylemiydi :) kütüphaneden çıkamazdık ..

     

    Allah hepinize kolaylık versin , bol bol puan ve hayırlı yerler nasip etsin inşallah :D ama Cile54 haklı önünüzde daha çoook sınav var bütün gücünüzü bunda harcamayın ..

    selametle


  12. bu konu ilgisini çekenlere :

    Hasan Hüseyin Ceylan' ın "Dİn ve Devlet ilişkileri" adlı üç ciltlik eserinin 3 . cildini tavsiye ederim doyurucu derecede pislik açıklanmış, bi okuyun bir sene yolsuzluk haberlerini takip etmezsiniz garanti veririm.. Cumhuriyet dönemi , vettabi İstiklal mahkemeleri, bir milyona yakın insanımızın katl belgeleri .. sırf tek başına bir celladın 5 bin küsür kişiyi astığını söylemesi belki size ip ucu olur ..

     

    (NOT:Ayrıntılı bilgi için sınavlarım bittikten sonraki hafta yazacaklarıma bakınız :) )

     

    selametle


  13. ÜSTAD NECİP FAZIL’LA EVİNDE YAPILAN SOHBET

    (Türk Edebiyatı Dergisi – Necip Fazıl Özel Sayısı- Temmuz 1983 S. 117)

     

     

    Kısakürek: Ademe mahkûm etmek, komünistlerin metodudur... Bu nizam denilen hadise o kadar muazzam bir şey ki... Nizama bağlı olduğum kadar hiçbir şeye bağlı değilim. Goethe’nin bir sözü var, der ki: “..... bir nizamsızlık yapmaktansa haksızlık yapmayı tercih ederim.” En büyük haksızlık, nizamsızlık... İslâm, serâpâ nizamdır. Hakkıyla kılınan bir namazda da öyle... (A. Songar’a hitaben) (.... Hava puslu değil mi?... Söndürdün mü doktor etrafı ne yaptın?) Bismark... hafiye romanları okumaya bayılırmış... Bir kere televizyondan gelmişlerdi, doktorun âlâtı edevatı gibi yaydılar... Doktor parasını iki üç yere sarfediyor...

     

    A. Kabaklı: "Doktor mütevazi adamdır efendim... beğenirim. Efendim bir zamanlar şu A. Hamid’e... (Süleyman Yalçın gelir...)

     

    A. Songar: Nâzım Hikmet ne diyor: “Trum tikitak makinalaşmak...” Biz makinalaştık efendim! (Gülüşmeler)

     

    Kısakürek: Ama hâfızlığın kıymetini ifâde için, yine İslâm’dan çalıyor meseleyi, “Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum” diyor. ... Zavallı “yanık kafa”, bir şiir nefesi olan adam...

     

    A. Kabaklı: Efendim, zâtıâlinizin onun beğendiniz tarafları var mı?

     

    Kısakürek: Nâzım, şiir kumaşı olan adam... Muhtevâsı, nakışı, estetiği olan adam değil... Ama bomboş teneke adamlar var ya, onlardan da değil...

     

    A. Kabaklı: Efendim, dostluk münasebetiniz oldu mu Nâzım’la... Meselâ Peyâmi ile olduğu kadar.

     

    Kısakürek: ... Hayır (Bahriyede) benden iki, üç sınıf kadar ilerdeydi. O zaman sınıflar arasında münasebetler de yasaktı... Mecmua çıkarırdık... O da bize karşı çıkarırdı. Zıt kutuplardık. Düşman olduk.

     

    A. Kabaklı: Mücadele ideolojik miydi?

     

    Kısakürek: Evet, ... şöyle derdi: “Sen eskinin yenisisin ve en iyisisin. Ama eskisin.” Ama o yeni olmayı, yeninin en gerisi olmayı, eskinin en iyisi olmaya, tercih ederdi.

     

    A. Kabaklı: Ama bu daha sonraki düşüncesi değil mi... Bahriye’de iken...

     

    Kısakürek: Bahriye’de çocuk şiirleri gibi şeyler yazardı. “Ben de Müridinim İşte Mevlanâ...” diye şiirleri var. Nâzım bir satıhtır., bir profondör değildir, bir derinlik değildir ama nakışları olan satıhtır, sanatkâr denebilir. Mayakovski’nin mukallididir denebilir. Mayakovski büyük ıstırap çekti... Sonunda, “Ben bu Lenin’e inanmıyorum” dedi ve intihar edip gitti. "Niçin oraya kadar takip etmedin?" dedim.

     

    A. Kabaklı: Nâzım intihar edecek kadar cesur değildi ama buna benzer şekilde öldü o da... Mayakovski şövalye adammış... Değil mi efendim? Bir yiğitlik var.

     

    Kısakürek: Doktor n’oluyor yahu?... Her şeyimiz kaybolacak, bir takım gölgeler kalacak, sesler... hece taşları... Yunus’un dediği gibi...

     

    A. Songar: Siz o gölgelerin çok üstünde milyonların gönlünde kalacaksınız. Hepimiz milyonda bir yer edebilsek ne mutlu, bunlar bir oyun...

     

    Kısakürek: Evet... Hece taşları... Şiirde varılmaz derece; Yunus’tadır. Hiç kimse ölümü onun kadar duymamıştır... Ve ölümden sığınmanın cehdini onun kadar, varılmaz bir derinlikle ölçememiştir.

     

    Başları ucunda hece taşları

     

    Ne söyler ne bir haber verirler

     

    Yunus der ki, gör Takdir’in işleri

     

    Başları ucunda hece taşları...

     

    ......

     

    Konuşmalı o halde...

     

    S. Yalçın: .... Derinliği olmayan nesiller içinde bizler bir takım imalât hatalarıyız...

     

    A. Kabaklı: .... Efendim bizleri tanıyorsunuz. İki doktor ve benden başka, Türk Edebiyatı Vakfı Md. Ve Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Bey, Edebiyat öğretmeni ve dergimiz yazarlarından Mehdi Ergüzel, yine dergimiz yazarlarından ve Edebiyat öğretmeni Aylâ Ağabegüm, Reyhan Songar ve sonra da benim eşim... Hepimiz saygılarımızı ve sevgilerimizi arzetmeğe geldik... Sonra da bugün lûtfedeğiniz ölçülerde sizinle sohbete müştâkız. Maksadımızı da arzedeyim: Türk Edebiyatı dergisi zâtıâlinizle yaptığı bu sohbeti geniş bir Necip Fazıl sayısı içerisinde sizi seven sevgili milletimize takdim etmek arzusunda... Bendeniz daha evvel en eskiler için Yunus, Mevlânâ, Fuzulî ve İbrahim Hakkı Hz. için yaptığım mülâkatların bir benzerini çağımızdan –ki çağımızda düşünebildiğimiz tek insansız- sizden başlayarak geriye doğru götürmek suretiyle yeni bir döneme geçmek doğru istiyoruz. Pazar sohbetlerinin de bugünkü görüşmemiz belki bir esasını teşkil eder; bunları arz edelim dedik. Ancak konuşma alabildiğine serbest olacak... Takdirinize uygun olacak. Arkadaşlarımızın suallerinin de ilâvesiyle konuşmalarımızdan bahtiyar olacağız.

     

    Kısakürek: Çok lütûfkârsınız... Yalnız sohbetin spontane dedikleri kendi kendine olmasını, resmîleşmemesini isterim. Bir bahis açmak... Ruznâme işi olmamalıdır. Bahsimiz umûmiyetle tek: Türkiye... Dünü, bugünü ve yarını... Başka bahsimiz yok... N’olacak halimiz? Bunu sadece edebiyat sahasında yapsak... Bugünün kısırlığı her şeyi ifade eder. Düne kadar inhitat halinde idik... Tanzimat’tan bugüne doğru... İnhitatın gene kademe kademe... Sakil bir tarafı var. Bugün koma halindeyiz... Birçok cepheden... Benim piyesler içinde bir (Ahşap Konak) vardır. Nesli tükenen konaklar mâlum... Orada üç kat vardır: Yukarıda 75-80’likler, orta katta 40-50, daha aşağıda, en üsttekilerin torunları... Günün gençleri. Yukarı kat, namaz katıdır. Orta kat, olgun yaştaki hanımların kumar bilmem, ne katıdır. En alt da nebatlaşmanın katı... Bu üç kat arasındaki nesillerin kavgaları... Nihayet piyesin kahramanı olan Recâi evi yakar, piyes öyle biter. Bu piyesi Balmumcu Garnizonunda... Süleyman götürdüydü. Ertuğrul Muhsin’e... En sevdiğim meselelerden biridir. Şimdi o üçüncü kata bodrum katı ilâve etmek lâzım. Vaziyet bu.

     

    A. Kabaklı: Efendim bir şiirinizde de bu muhtevayı, ana fikri dile getirmiştiniz... Kendi sesinizden okuduğunuz bir plâktan, dinlemiştim

     

    Kısakürek: Bugünün M. Eğitim Bakanları... Neyse eskiden Maarif Vekili, Nazırı, okuttuğu Türkçe üzerinde bir kere umûmî mânâda entelektüel, orta münevver seviyesi olmak gerekmez mi? Mualimlerin terfiinden bahsederken “terfisinden” diyor. Bizim Emrah böyle konuşur. Görülmemiş şey, “fariza” ile “faraziye”yi karıştırıyorlar. “Kur’ân faraziyeler” diyor bir meb’us... Hâle bakın. Düne kadar ahlâk dediğiniz zaman ne istediğiniz ve ne dediğiniz mâlûmdu. Ona karşı çıkıyorlar. Lisân-ı halleriyle bunu söylüyorlar... Ben kendimi düşündüğüm zaman, mâzimî... Bir muradım var. Allah bana bu eserî kaleme almadan...

     

    A.Kabaklı: İnşallah efendim...

     

    Kısakürek: (Kafa Kağıdı) diye... Gelişi, gidişi, ruhîmuamma (muğmân) Marcel Proust’ta var. Bizde olmayan bir şey... Orada kendimi şey görüyorum. Her şeyde tekâmül olduğu gibi,yoklukta hiçlikte mütemadî bir tekamül hâlindeyiz... Çıkıyor Anayasa Prof’u... T, ileri vekilken... Dava açtı vekil aleyhinde, “çocuğuma din dersleri öğretiliyor” diye. Geliyor bununla radyoda röportaj yapılıyor.

     

    Diyor ki; Yavuz sordu: "Bu şeriatın üstüne çıkmam için ne yapmak lâzım.” “Halife olmam lâzım” demişler. Böyle nasıl konuşur bir adam yahu? Bugünün Avrupa’dakileri anlamış değiliz. Bir gün Avrupalılık dâvâsını iyi anlamış bir Frenk bana, “Sen –utanıyorum söylemekten- en ileri kıvamda bir Avrupalısın” demişti. Buyrun. O münkiri... Realite diye bir şey var... 12 cilt eser yazar, İslâm aleyhinde Kaytona ve şu sözü söylemeden duramaz: “O ne fışkırıştır ki o, bir tane hâini çıkmamıştır!” Bu ne kuvvettir?

     

    Öbürü Halifeliği şeriâtın karşısına çıkmak diye alıyor ve bunlar muâsır adamlar... Yani şey, çağdaş, uygar bilmem ne... Avrupalılaşma dâvâsının adamları bunlar... Tanı evvelâda ondan sonra konuşalım...

     

    A.Kabaklı: Peki, İslâm nedir efendim?.. Müslüman ve İslâm.

     

    Kısakürek: Şu Japonları alır mısınız? Müspet ilimler tezgâhı kuruyor. Evine potininizi çıkarmadan giremezsiniz. Dünyanın en geri, en olmaz şeyi olan alfabesini muhâfâza ediyor... Bu ne iş? Bu misalleri görememek, anlayamamak ne iş? Döndü dolaştı bu iş şuraya geldi. Size burkuk gelebilir sözüm. Bir şeyi tenkit hakkı o şeye mensup olanlara mahsustur. O bakımdan, Türklüğünüzle iftihar edebilirsiniz. Ben de ederim. Bunu söylememe rağmen. Ben düşündüm taşındım. Şu işe 15 yaşında başlamışsam 60 senedir düşündüm. Irkî bakımdan bizim çok münhat bir arazi sahibi olduğumuzu kabul ettim. Başka çâresi yok bu işi halletmenin. Müşâhede lâzım. Allah, ıstırabını çektirmediği şeyin nimetini vermez. Hakikaten ıstırap. Bu söylediklerim, şeye kaydediliyor mu... Video... Bu makine gide gide öyle bir yere gidecek ki, bir âleme, beşerî hiçbir cehde yer kalmayacak hiç... Benim resmim çekilirken hazirûn görülüyor mu?

     

    A.Songar: Hepsi görünüyor efendim... Yalnız onların zaman zaman... Şarlo’nun filmi vardır hani vida sıkıştırır...

     

    Kısakürek: Şarlo... Nasreddin Hocanın hemen arkasından gelir. Millî kahraman dediniz mi işte onlar... Büyük insandı... Düşünün siz Lenin’in içindeki ukdeyi, başucu eseri olarak bir Alman generalinin eseriyle Şarlo’yu alıyor... Bir maddeci olarak, onun en büyük düşmanı olmak lâzım halbuki... Meselâ onun kadere ait şeyleri, korkunç... Bu sahte liderlere ait buluşu... Bir amele grevine katılır. Giderken yolda bir otobüs, kamyonette küçük bayraklar var ya... Eline alır onu, “Haydi amele bunun arkasına...” N’oldu, onun cenazesini çaldırdı?

     

    Reyhan Songar: Çaldılar efendim bir daha da bulunmadı, öyle biliyorum ben...

     

    S. Yalçın: Müsaade ederseniz... Ahmet Bey de izin verirse... Türk Edebiyatı dergisi okuyucuları, N. Fazıl –üstâdın- özel sayısını ellerine aldıkları vakit... Bir kısmı az bir kısmı oldukça yakından tanıyor... Ama baştan sona doğru gidişin bir kısa özeti tarzında ve söylediğiniz “Kafa Kâğıdı”ndaki rûhî hareketlerinizin küçük bir aksi şeklinde kendinizi ele alsanız.

     

    ..... Adadaki talebelik devriniz var... Aileniz, anneniz... Eski Osmanlılardan gelme bir havanız var, hayatınız var. “Şâir olacağım” diye verdiğiniz bir karar var. Sonra bir askerî mektep dışında tahsil ve Avrupa’ya gidişiniz var... Ondan sonra maddî bakımından istikbâl vâdeden N.Fazıl, hepsini bir tarafa atıyor ve ortaya çıkıyor; ve “bu yol çıkmaz sokak” diye haykırıyor. Bunun kısa bir açıklamasını yaparsanız belki daha tatlı bir giriş olur.

     

    Kısakürek: .... Uzun zaman alır... yarım kalır... bilmem, ama birkaç kelime söyleyebilirim. Burada en mühimi, benim Efendi Hazretlerini tanıdığım zaman kadar gelen hayatımla... Ondan sonra bir müddet daha devam etmiş fakat daha sonra beni –tabirinizle- meydan yerine sevketmiş olan o ilce (itiş)... İş Bankasında müfettiştim. Oturuyordum odamda... Büyük bir konfor içindeydim, öyle sırmalı elbiseli hademeler bir ayağa kalkışım var orada... Nedir bu? Bu mu gâyem? Böyle muayyen umum müdürün karşısına bir çıkışım var. Muammer Eriş o zaman... “Bana imkân verin, yardım edin istifa edeyim”.. Ve oradan işte bildiğiniz hayata atıldık... Kısa bir zaman sonra Büyük Doğu çıktı. Gerisi mâlûm... Hapisler... Şunlar, bunlar filânlar falanlar... Şimdi hâlâ o tehlike içindeyiz. 80 yaşının arefesinde bu tehlikeyi yaşıyorum...

     

    S. Yalçın: Ufak birkaç cümleyle de olsa o İş Bankasındaki düşünce, gönlünüze vuruncaya kadar ki geçen hayatınızın kısa bir değerlendirmesini nasıl yaparsınız?

     

    Kısakürek: Tercüme-i haller sıkıcı olur Süleymancığım. Kafa Kağıdı’nda çalışacağız ama...

     

    A.Kabaklı: Fenomen sayabileceğiniz şeyler. Dönüm noktaları, işâret taşları... Onları belki.

     

    Kısakürek: Onlar ancak masa başında düşünülebilir veya yazılabilir. Çünkü bir yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütemadiyen beğenmeyiz, çizeriz, yazarız.

     

    Burada... Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda... İçimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz. Pişiyor... pişiyor... Birden küçük bir detay gibi görünen bir vesile ile patlayıveriyor... İşte Kafa Kağıdı’nda düşündüğüm o.. Patlama anlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları... İş Bankasından istifam sıralarında ben paranın değeri ölçüsünde 500 liranın üstünde gelir sahibiydim. Bine yakın... Korkmadan üç sıfır daha koyabilirsiniz. Demek ki istifa ettiğimde, o devrin iştirâsına ve yaşama şerâitine göre ayda 1 milyon lira (bugünün parasına göre) yı tepen bir hararet bastı beni... Nitekim çıkar çıkmaz H. Ali Yücel Bey, vekil o zaman bana bir takım “Titr”ler verdiler. Bir gün Akademideki odamda Burhan geldi yanıma, müdür... “Bak” dedi. “Vekaletten ne geldi, senin için.” “Ya mektepteki dersi, ya mecmua, birinden birini tercih etmesi lâzım geldiği ihtar olunur” Vekilin imzâsıyla... Verin bir kâğıt kalem dedim. İşte, "54 kişilik bir sınıftansa bütün bir memleket gençliğine hitap etmeyi tercih ettiğimi bil mukabele ihtar ederim” dedim ve gittim, bir daha uğramadım... Sonra mâlum tard edildik.

     

    A. Taşgetiren: Affedersiniz üstadım, bir şey sorabilir miyim? Böyle bir dâvâyı üstlenmeye karar verirken insan dâvânın sonunu, nereye varacağını düşünüyor mu? Bugünden bakılınca o düşündüklerinizden ne kadar gerçekleşmiştir?

     

    Kısakürek: Kahramanlık ahlâkında –biz kahraman filan değiliz ama- mücerret kahramanlığı konuşabiliriz... Kahramanlık ahlâkında sonları hesap etmek diye bir şey yoktur. Bu Şark’ın, Bizans ve Fars tesiri bize: “Virân olası hânede evlad ü iyâl var” tesellisini verir. Bu tamamen İslâm’a zıttır. Hânenin virân olmasına râzı olmadan umrâna imkân yoktur. Ama tedbirde de büsbütün boşta bulunacak değildir. Son nereye varır? En sonu, Allah’ın takdirine varır.

     

    ... Bir Hitler düşünün siz... İmkânı mı vardı, bir takım hesaplar sahibi olsaydı, Almanya’ya hâkim olacağına... Ama romantik millet, heyecanın milleti... Çabuk inanmanın milleti... Fransız gibi istifham işâreti vâzeden bir millet değil nidâ işâretinden ibaret bir millet oldu... En sonunda ne oldu? Gördünüz, başka ne olabilir? Allah bilir... Bin tane Hitler çıkabilir aksi çıkabilir... Ben bu işe giriştiğim zaman, rûhiyatını, bütün bir tarihî hata haline gelen şeyini alıp, zemini hazırlamak onun kült denen kültürünü, irfanını vermeyi sonra aksiyonunu düşündüm. Dâima aksiyon... Fikir-sanat-aksiyon. En sevdiğim şey o.. Ağaç mecmuasındaki... Benim neler çektiğimi biliyorsunuz... Fakat şunu da size ilâve edeyim: Ben mâzime baktığım zaman ürperiyorum. Nasıl yazabilmişim bunları? Bir çoğundan nasıl kurtulabilmişim? En olmayacağından dahi nasıl gene ayakta durmuşum? Hayret ediyorum.

     

    A. Kabaklı: Bilhassa zâtıâlinizle ilgili bir sorum var efendim. Bu “hafakan” meselesi zâtıâlinizin daha “bunalım” kelimesi dünyaya bile gelmeden, Türkiye’de moda olmadan kullandığınız ve yaşadığınız bu “Hafakan” meselesi ve bunun şiirlerinizdeki akisleri üzerinde acaba?... Bunlar beyliğe benzer sualler ama siz nasıl takdir buyurursanız... Bunlar beni çok yakından alâkadar ediyor...

     

    Kısakürek: Estağfurullah... Çay içmeye başlayalım mı? Ne buyurdunuz? Hafakan... Kelimeyi beğenirim. Eski tıbbî tabirlerdendir. Onu belki edebiyata, fikriyata intikal ettirmekte rolüm olabilir... Ruhî hafakan mânâsındadır o.. Splin.

     

    A. Songar: Anguas karşılığı mı kullanıyorsunuz?

     

    Kısakürek: Splin... İngilizcesi... Voltaire’in (?) “Spliner İdeal”i var ya? Splin’e çok uyuyor.

     

    A.Songar: Almanların “anks” dedikleri sıkıntıdan farklı.

     

    Kısakürek: Bir Paris düşünün, bir Avrupa düşünün. Bir müthiş anguas hayatı yaşanıyor içinde, farkına varılmadan... İşte onun habercilerinden biri Bodler... Beşeri inanma sefaletini derinden duymuş adam... İşte o dikkat ettiklerim, sevdiklerim arasında... Çok enteresan adam... Hatta onun, bir şüphe halinde bahsediyoruz ama... İnşaallah hakikat odur. Müslüman öldüğü ihtimali var. Çünkü bu adam öyle bir ruhi hayat yaşadı ki, şiiri en genç çağında bıraktı, çıldıracaktı... Ve Afrika coğrafya cemiyetinin bir raportörü olarak senelerce çalıştı... Yani, Arapların içinde. Kuru kuru raporlar gönderiyordu. “Güneş doğdu, güneş battı...” gibi. En son Marsilya’da ölüyor. 39 yaşında... Ve ölürken şu iki kelimeyi söylüyor, “Allah Kerim” diyor. Onun için şüphe hâlinde bile desem... O korkunç adam. Bir de –şiirle alakası yok ama- saf tefekkürde Pascal’a çok dikkat ediyorum.

     

    A.Kabaklı: Efendim, bu "hafakan"ın en fazla hangi şiirlerinize...

     

    Kısakürek: Öyle bir fasıl açtım ben, hepsini de koyabilirsiniz. Ama fasıl zor oluyor. Hepsinde her şey oluyor... Şehir diye bir fasıl var. Mücerretleştikçe mânâ değişiyor. Siz de seviyorsunuz bu tabiri, değil mi?

     

    A. Kabaklı: Evet, çok seviyorum, efendim.

     

    Kısakürek: Şömineden ilk defa bir sıcaklık geldi...

     

    A. Kabaklı: Çatırdattım ben efendim. Onun usûlünü bilirim. Ocak yakmışımdır çocukluğumda çok... Efendim, Çile...

     

    Kısakürek: En mühim şiirim benim odur.

     

    A. Kabaklı: En mühim şiiriniz o, şüphesiz efendim. Tabiatıyla şerhe, anlatmaya çalıştığımız, ama avucumuzda, boşlukta kalan, boşluk olan, noktalar vardır. Belki zatâlinizden dinlemek bazı bölümlerini, mümkün olabilir mi, acaba?

     

    Kısakürek: Çile’yi mi okumamı istiyorsunuz?

     

    A.Kabaklı: Çile’yi okumanız ve belki yorulmazsanız ne demek istediğinizi yer yer ifade buyurmanız.

     

    Kısakürek: Çok zor şey o... Çile’yi ben (Bir Adam Yaratmak) piyesinden evvel yazdım.

     

    A.Kabaklı: (Bir Adam Yaratmak) piyesini oynamış Ayla Hanım efendim. Onun da soracağı sualler var.

     

    Kısakürek: Öyle mi? Nerde oynadınız talebeliğinizde mi?

     

    A. Ağabeğüm: Talebeliğimde, ben Elazığ Lisesi’ndeydim. Elaziz...

     

    Kısakürek: Kaç sene oldu? Hayli var?

     

    A. Ağabeğüm: Hayli var. 20 sene oldu.

     

    Kısakürek: Kim oynadı? Baş rolü filan.

     

    A. Ağabeğüm: Baş rolü, şimdi Devlet Film Arşivi Müdürüdür. Sami Şekeroğlu Bey oynadı.

     

    Kısakürek: Yapabildiler mi bari?

     

    A.Ağabeğüm: Çok güzel oynadılar. Civar illerden hep tebrik geldi. Davet ettiler ve halk çok beğendi. Eser güçlüydü şüphesiz. Halkın çok beğendiği bir eserdir ki o zaman halk, Elazığ tiyatroyu bilmiyordu, televizyon yok. Buna rağmen çok beğenilmişti.

     

    Kısakürek: Ahmet Bey... "Bir Adam Yaratmak" benim ruhî kaynaşmamın maketleri hâlinde... Bütün eserlerimin sosyal sahadaki, fikri sahadaki tezâhürü (Bir Adam Yaratmak) da vardır...

     

    O şiir Paris’te galiba A. Dino tarafından tercüme edildi. Ve radyoda verildi. Ondan bir mısra var:

     

    Yandı sırça saray ilâhi yapı

     

    ... bir avizeyle sonsuz maddede...

     

    Komünistler, bu mısraı yakalayarak mâletmeye çalışıyorlar şiiri kendilerine... Açıkgözlüğe bakın siz canım? Maddeci ya bunlar... Maddeye “sonsuz” diyorsun ya... Maddenin sonsuzluğundan Allah’ın azametini görüyorum.

     

    A.Kabaklı: Elbette.

     

    Kısakürek: Bir çok formüllerinde bizden diyalektik çalıyorlar.

     

    ...

     

    A.Kabaklı: Bu "hafakan"... Ben, onun üzerinde lûtfen konuşmanızı istirham edecektim. Bu şiirlere aksedenleri siz nasıl yaşadınız? Neler vaki oldu?.. Yaşadığınız mı?

     

    Kısakürek: Zannederim.

     

    A.Kabaklı: Yaşadığınız muhakkak tabi... Tezâhürleri neler oldu... Şiirinize akseden tarafıyla biz anlamaya çalışıyoruz.

     

    Kısakürek: Cevabı, bir nevi bir psikolog veya psikiatr karşısında kendi kendini tahlil eder gibi konuşmakta kabil... Umumî olarak mesele şöyle konabilir: Goethe, -takdir ettiğim zekâlardandır- der ki, “İnsanlar hayatlarında bir kere bülûğ ıstırabı çekerler. Fakat dehânın çocukları onu sık sık çeker. Çünkü her defâsında gençleşirler...” Goethe’nin bir ifadesidir. Dehânın çocuğu olmak, ona özenmek, hatırımızda geçmez. Şu var ki, “cins kafa” muhakkak kurcalayacaktır. Mücerretlerden mücerrede geçecektir.

     

    Ulâya doğru gidecektir. Bu gidiş arasında, kafanın hudutlu olması, müthiş bir ıstıraptır... Ve bu cins kafanın bir nevi kaderidir. Demin size söyledim, at üstünde giden adam ufka doğru bakıp ufka doğru düşme vehmine giriftâr oluyor. Bu ne demek? Bunu kime anlatsanız anlamaz... Öyle anlarım vardır ki benim birkaç tablo istiyorsanız eğer, söyleyeyim... Mesela İş Bankası’nın Edirne Şubesi’ni ben tesis ettim. Ben memur edildim. Dayım da orda polis müdürüydü. Dayımda yatıyordum. Öyle bir ıstırap içindeydim ki sanki gözümü, kulağımı, burnumu takma diş gibi çıkarıp konsolun yanına koyuyormuş ve öyle buluyormuşum gibi, sabahleyin kalkınca gözümü takmak filan... Normal görünmek gibi... Hiçbir ser-rişte vermemek hâlimden... Bu hal nedir? Şudur. Ayağımı atarken bastığım yerdeki toprak çökecekmiş gibi geliyordu. Buna öyle inanıyordum ki ayak atma imkânı yok. Ama hiçbir zaman inanmadım. Çünkü burda, cinnetle şahsiyet arasında çok ince bir çizgi var. Kendisini frene edebilendir... O zaman hepsi dehâ olur, kıymet olur. Onun tam mahkûmu oldunuz mu olmaz. Bütün bunun hâkimi olacaksınız. Nitekim bu bahis tasavvufta çok mühimdir. Hatarat bahsidir, bu imân vesvesesi, küfür vesvesesi halinde gelir adama. Bir gün Resûlullaha şikâyet ediyor sahâbiler, çektikleri hatarattan... Tebessüm buyuruyorlar ve diyorlar ki (Arapçasıyla) aynen söylüyorum: “İmânın kemâlinden olur”. Arz edebildim mi? Böyle... İ. Gazalî... Bir eser daha yazmak isterim. Allah izin verirse, (Büyük Mustaripler) diye... (Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar), yazdık amam bunu yazmadık. Bu Büyük Mustariplerin Şarktan ve Garbtan olması lâzım gelir. Şark’ta en büyük mümessili İmam-ı Gazalî’dir. Şimdi garibinize gidecek bir şey söyleyeyim size... Bir gün Efendi Hazretlerine sordum, “İmam-ı Gazalî’nin buhranı mı büyüktü, benim ki mi?” dedim. Ne dese beğenirsiniz? “Seninki” dedi. Onunla her konuşman, virgülüne kadar hatırımdadır. Meselâ, “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök” var ya bu daha evvel “Diz çök ey zorlu kader önümde diz çök” idi... Şiiri okuduğum zaman kendisi dikkatle dinledi ve sükût etti. Ne tasvip ne şey... Ondan ben ürperdim... Ve hemen Şeriataen küçük mikyasta bir zıtlık ifâde eden bir nokta var mı diye baktım, bunu buldum. “Kader” diz çökmez, onu “nefs” yaptım.

     

    A.Kabaklı: Niçin efendim, İmam-ı Gazalî ki mi, sizin ki mi? Cevabı verdi mi, efendiniz?

     

    Kısakürek: Ben, niçinini sormadım. Meselenin fizik tarafını söyleyeyim. Bir lokma ekmek yesem, bir bardak su içsem onu temsil edemiyorum. Temessülüm gitmişti. Yuvarlanıyordum yerde. Sonra, Allah’ın lûtfuyle kurtuluşunu şöyle buluyorum. Gördüm ki bu akıl, çıkmaz sokaktır. Müşkâk-ı Nebevîye, Peygamber kokusuna, ruh feyzine yapışmadan olmaz bu iş... Böyle yaptım. Çünkü zâhiri ilimde çok üstündü mevkii... En büyük eserleri ondan sonradır. (Gazalî’nin)

     

    Bana uzun zaman "sâbık şâir” dediler. Bu kelimeyi çıkaran Fikret Adil’dir. Ölmeden, kısa bir zaman önce evine gittikti... Ona “Perdeler” isimli şiirimi okumuştum, yeni yazmıştım. Bir iki senelik mesele... Başladı ağlamaya, “Ben sana SÂBIK şair diyordum. Meğerse LÂYIK şâirmişsin” dedi. Sonra hastalığı için ne güzel teselli bulmuştu. O parkinson hastalığı mı ne? “Bu çektirir ama öldürmez diyorlar” dedi. Gitti ameliyat oldu, öldü... İşte benim de buna benzer böyle krizlik şeylerim var... Meselâ böyle bir anda tutun siz 70 kilodan 59 kiloya, 58 e inin, size o devri anlatıyorum. Bir yalıda oturuyorduk, Beylerbeyi’nde, yalının bahçesinde yürüyorum. Bir Kur’ân-ı Kerîm sesi geldi. Bir ayeti okuyor. Onu duyar duymaz kendime geldim. Demek dedim, tâkat veriyorsun ki, bu yükü de yüklüyorsun. Bütün mesele muvâzeneyi teminde... Bir şeyin, sizi ya tersinden ya yüzünden inanmaya sevk eden “hatar”ın yükünü çekebilmek lâzım... Ayhan Bey, doğru buluyor musunuz?

     

    A. Songar: Doğru buluyorum efendim?

     

    Kısakürek: Telefonla söylüyorum... Efendiyi öpüyorum rüyamda, burasında da bir “ben” var. Beni görüyorum ve öpüyorum. Bütün bir hayatta ben, o ben’i görmedim. Bilmiyorum ben olduğunu. Bu da rüyanın sıhhatine ayrı bir delil... “Tebrik ediyorum” dedi. Doğrudan doğruya seni “Ehl-i Beyt...” kabul ediyorum dedi. Ehl-î Beyt, yani "Nebî ehlil"in en yakını...

     

    A. Kabaklı: Efendim, daha biraz açık konuşmama müsaade buyurur musunuz?

     

    Kısakürek: Estağfurullah. İstirham ederim.

     

    A. Kabaklı: Gerçi siz bunları bütün açıklığıyla yazdınız. Bâbıâli’niz bana Russo’nun İtirafları gibi bütün açıklığıyla ortada bir hadise göründü. Ama siz tabiatıyla N. Fazıl’sınız. İtiraflarınız elbette ki aynı edep içinde yaşadığınız hayatı, edebini aksettiriyor. O ayrı bir mesele. Yalnız ben açıklığı itibariyle arzediyorum. Şimdi siz bir şâir, uçarı şâir biraz başlangıcında... Memleketin gözünde şâir, ders kitaplarına giren şâir... Efendim, yani resmî dünyayı yadırgatmayan şâir olarak... Nasıl oldu da Efendiniz gibi sizi ömür boyunca kuvvetine, manevî pençesine alan bir insanla tanıştınız ve ona nasıl mağlûb oldunuz? Mağlûb olmak değil, nasıl teslim oldunuz? Tabiri mâzur görün. Nasıl... Ve nasıl bunu hâlâ yaşatmak... Yani bu nasıl değişiklik, bu nasıl büyük değişiklik... Bu nasıl bir şahsiyetti ki, tanıdığımız N. Fazıl olarak...

     

    Kısakürek: Teşekkürüm ederim... Şimdi bu suallerin bence en enteresanı. Bir çoklarında bir ukde olmuştur. Ben ömrüm boyunca, hâlâda ufak tesirlerden âzâde kalmış olabilen bir insan... Şimdi Efendim Hazretlerine intisabım, bağlanışım ve bu bağlanış daima idealize ederek gidişim... Bu güzel sual... Çünkü ben nicelerini gördüm o ana kadar, sahtelerini...

     

    Şimdi ben Efendi’yi gördüğüm zaman... Tam mîzanını yapacağım ve bunun not edildiğine çok memnunum. Gördüğüm zaman, Fransızların “Et le Miracle ca complire...” (... ve işte mucize meydana geldi) dedikleri hâl oldu, infilak... Ufukta gibi bir tesiri altında kaldım. Ve mütemadiyen kendimi muayene ettim... Oraya A. Dino ile birlikte gittik. Abidin: “Ya bizden şüphe ederse?” dedi.

     

    Polis molis her şey olabiliriz... Ona dedim ki, “Biz Mürşid’i arıyoruz. Eğer oysa şüphe etmeyecektir. Ciğerimizi okuyacaktır. Değilse zaten bu budur... Neticesi yok zaten” ve gittik.

     

    Sanıyorum ki, öğle yemeğinden biraz sonra, ikindiye yakındı... Döndüğümüz zaman, çoktan akşam olmuştu... Haliç’i gören Gümüşsuyu denen bir tepe var orada, eskiden kalma bir Dergâh vardı, orda oturuyordu... Nasıl zaman geçti. Akşam nasıl böyle halı gibi yayılıp da ortalık kapkaranlık oldu, farkında değilim. Vapurda, dönerken Abidin’e dedim ki –daha henüz alev almamıştım-, “besbelli bu insan tekdir, bir madenin üstünde oturuyor ve gizliyor madenini”... Ve insan bir incizab altında kalıyor... Ama ben bu tarafta bu ahmakça sözü de söyledim... Şimdi gider gitmez oraya, zaten bir müminin rûhun harikalarına inanmış bir adam olarak beni dinliyorsunuz. Öyle konuşmaya çalışıyorum. Beklendiğime kani idim, saatına kadar... İlk sözlerinden biri şu oldu, “Lezzeti çatal bıçakla bulabilir misin? (Gıda maddesinde...) Arayabilir misin?”

     

    Ondan sonra yavaş yavaş dikkat etmeye başladım ki, bu adamda (nebatîve- hayvanî hayatımız var ya) yeriz, içeriz, bir an gelir gaflete geliriz... Başımızı kaşırız... Eh.. Deriz, olur deriz... Hiç böyle bir şey görmedim. Kerâmet de beklemedim. İstemedim. Muhtaç da olmadım. Çünkü o oturuşu, o edep, o hâl, o her an huzur da da... Lütfen sizin huzurunuzda... Bu mânâyı öyle yaşadım, öyle duydum, öyle içtim ki, bana işte (Et Pemiraca Complire) düşürüldü... Bir tek toz parçası görmedim sırtında... Bir kere esnediğini, öksürdüğünü, bunlar mâzeretlerdir, yapılacaktır tabî...

     

    Helâya çıkmayacak mıdır? Böyle bir edebin içinde bu kadar... Anlatılmaz bir şey... Şiir idrakı lâzım bunu anlamak için. Bu da sizde var. İşte bu sebep... Gittikçe tahkim ettim... Gittikçe tahkim ettim... Bir gün huzurunda yemek yendi, yukarı çıktık. Karşımda bir hasır iskemlede oturuyor. Hep orda otururdu zaten. Bir sükût anı oldu. Diğer müritler de isterlerdi, ben geleyim, onlar da... Çünkü ben konuşturuyordum Efendi Hazretlerini... Onlardan da epey vardı etrafımızda. İçimden bir his geçti. “Biz ne alçak adamlarız. Her an böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz. Çıkar çıkmaz kapıdan gene aynı kapkara adamız. Bir tasarruf lâzım bize... Biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. (Tasarruf bayılırım bu kelimeye. Bu da Arapçanın en güzel kelimelerinden birisidir. Tasarruf. İktisat diye alırız kâh... Değil o, hâkim olmak, yakalamaktır). Bizi yakalasın ve yerinde oturtsun... Ben böyle düşünürken –ki dâima beni, tesir altında kalmaya en müsait olduğumu hesabederek dinleyin- bir hal geldi bana “...Aa... N’oluyorum?” dedim ben kendi kendime... Bir acı, kalbimde. Anlatılmaz bir acı hissediyorum... Bağıracağım... Ve bu arada bir lezzet... Dayanılmaz bir lezzet... Acıyla lezzet bir arada... Bir de başımı kaldırıyorum, bakıyorum ki; Efendi Hazretleri iki mübârek gözünü dikmiş bana bakıyor. Hemen teslim oldum orda. Kalbim –ki bir lastik çelik gibi çekiliyordu- yerine geldi o anda... Ve şu mânâyı çıkardım: Sen mi tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin? Bu bir... İkincisi bana hatarattan bahsediliyor ve müritler etrafında dolu. Böyle velâyet rütbesinde hiç şüphesiz bir şey vardı yakınlarda. Muhibbullah. Hacc’a felan beraber gitmiştik –neyse- yanında o oturuyor veya Abidin Bey diye biri... Bir kitap istedi nediminden. Şâkir Bey’di. “Burdan oku” dedi. Başladım okumaya. Gayet fasih, sarih, âhenkli okumaya gayret ediyorum. Hatarat bastığı zaman adamı... Bir şeyler söylüyor... Tedbir... Lâfza-ı Celâli diyor. Allah lâfzını... Kalbinden kafasının üstüne doğru çeker: Allah... Medd ile çeker... “Çek” dedi bana. Hemen “Allah” çektim. O sırada yanımdaki adam –Şimdi beni doktor sıfatıyla dinlesin doktorlar - birdenbire sıkılmış bir çamaşır gibi tek damla suyu kalmadı... Burkuluverdi. Aa! Hiç kimsede bir telâş yok, ama benden başka... Yani ağızdan bir köpük geldi, gözleri kaydı, orada bir tıbbî müdahale lâzım gelseydi hiç değilse bir iki saat sürmesi gerekirdi. Anlıyor musunuz?... O halde bunun taklidi maklidi yok. Görmek lâzım. Ne kadar söylesem, yaşanamaz... Şöyle döndü ismini söyle dedi. “Muhib!” dedi meselâ “Rak” oturdu yerinde adam. Dehşetler içinde kaldım... “Beyefendiyi sen indirirsin” dedi. Bu da kalpten kalbe intikallerdir ki, bu, rûhiyatta da tedailer halinde falan vardır... En basiti bile velinin, kalbinizi okur... Evet...

     

    Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını “Terki Terk” dedikleri makam... Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Her an bir büyük huzurda olmanın kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir.... Ama sizinledir... Bu irşad kutupluğu makamıdır.

     

    Şimdi düşünüyorum. Nasibim nasıl takdir edilmişse edilmiş... O, esrâr-ı ilâhiyedir... O ayrı... Kendisini tanımaktan büyük bahtiyarlık olur mu benim için? Çünkü ben O’nun dergâhının kapısının önünden geçip de, Efendi’nin yüzünü görmüş olan bir basit kedinin, köpeğin bile kendi hayvanî mertebesi içinde bir hisse aldığına kaniim... Bu budur. Zannederim bu izahat, sûâlinize cevap teşkil etti?...

     

    A. Kabaklı: Etti efendim, eksik olmayın.

     

    Kısakürek: Yani... Alelâdeliklerden, filanlardan, taklitlerden, şunlardan bunlardan hiçbir zaman doymadım. Hemen keşfettim, hemen yaldızı döküldü... İhlâs, samimiyet, gayrî kabil-i taklittir. Bir hali vardır ki adamın, bellidir. Taklidi kabil olmayan bir yere gelir iş... Bir gün, bir uzvun kesilmesi yahut hayatın tehdidi şekliyle... “Kelime-i küfür”den bahsediliyordu. Bunu söylemeye mecbur olursa adam, ne olur? “Eğer böyle bir ciddî tehlike varsa, kelime-i küfri lisânen söyleyin, kalben mümin kalmaya ruhsat-ı şer’iyye vardır... Ruhsat... İzin vardır. Amam söylemeyen şehid olur” deyince, bendeki şeye bakın ki, edepsizlik derecesine varıyor şımarıklığım, dönüp: “Efendim böyle bir halde ben ne olurum?” dedim. Böyle, Eflatun, Sokrat’ı tarif ederken “Arslan gibi başını çevirdi” der. Öyle bir arslan gibi çevirdi başını bana: “Sen şehid olursun” dedi...

     

    Bu lûtfu da bana ihsan etti. Nitekim demin, B. Toprak burda mıydınız demin?... Süleyman burdaydı... Onunla gittiğimiz zaman, B. Toprak’a, “Sende anlıyorsun ki, nasibin yokmuş!” dedi. Doğrudan doğruya yüzüne... Valla... Allah’ın Rızası yolunda gidelim de kalabalık içinde gidelim ziyanı yok... Öncüsü, artçısı yok bu işin... Bir gün İmâm-ı Rabbânî Hazretleri okunuyor huzurlarında... Herkes gûyâ dinliyor. Döndü dedi ki: “Ah, biz de gûyâ İmâm-ı Rabbânî’yi okuyoruz, değil mi?..." "Ne kadar gaflet halî!"

     

    S. Yalçın: O bahs buyurduğunuz görünüşünden. Oturuşundan, konuşuşunda, o edep hali çok müstesna...

     

    Kısakürek: Müthiş bir şey efendim! Müthiş... Bazı teferruat vardır ki, bu sinema rejisörlerine kadar bilinir. Bütünü gösterir. Hz. Ali’nin meşhur sözüdür: “Parça, bütünün habercisidir” Şimdi sadece el düşer böyle... Yüzünü göstermeye lüzum yok, anlarsınız... Süleyman’ın bahsettiği parça, bütünün habercisi, işâretçisi olarak çok kişi tarafından sahtekârca istismar edilir... İstismar şu: İhmâl edilir. Halbuki ihlâs ile hakikati yaşayanda bu ihmâl kabul etmez... Bana böyle, en büyük hârikanın ne olduğunu gösterdi O...

     

    "Kaba softa, ham yobaz!". Bu iki tâbir, doğrudan doğruya Efendi Hazretlerinindir.

     

    Bizde softa, yobaz, kuru bilmem ne diye ifâde edebilirdik. O ayrı. Fakat formül halinde O’nundur.

     

    A Kabaklı: Efendim, müsaade buyurulur mu? Sizi çok yorduk.

     

    Kısakürek: Beni hiç yormadınız, ihyâ ettiniz, lûtfettiniz.

     

    A. Kabaklı: Lûtuf bulan biziz efendim. Sofranıza da teşekkürlerimizi arzederiz. Her zaman olduğu gibi bereketli ve nefis.

     

    Kısakürek: Âfiyet olsun, zevk verdiniz bana.

     

    A.Kabaklı: Efendim, Ahmet Bey kardeşim, zâtıâlinize birkaç suâl hazırlamış, bunlar da sizi yoracak şekilde değil. Uygun görürseniz.

     

    Kısakürek: Tabi tabiî.

     

    A.Taşgetiren: Üstadım, benim şöyle bir suâlim olacak. Batı’da da konuşuluyor, “Yeni Asır, İslâm Asrı olacaktır.” tarzında düşünceler var. Siz ruh muhtevası yönünden İslâm ülkelerini böyle bir hazırlık içinde görüyor musunuz?

     

    Kısakürek: Hah, enteresan. Cevap: Bu Ramazan’da, bilmiyorum, Allah tâkat verecek mi bana Tercüman için... Orada bir yazı hazırladım. Takat verecek mi bir...

     

    A.Kabaklı: İnşaallah, efendim.

     

    Kısakürek: Orada, "İSTİKBAL İSLÂM’INDIR” DİYE GÜVENDİĞİM BİR GENCE ETÜD YAPTIRDIM. GÜZEL OLDU ETÜDÜ... Bu Dr. Kusto’yu alıyorum ele. O İslâm’a giriyor, biliyorsunuz. Bir “mucize-i Kur’ân’iye”yi görüyor. Bir de profesör var. Birbirinden intikaldir bunlar... Onun da bir kitabı var. Enteresan bir zat, tercüme etmiş biri bunu... Uyudu kaldı. 8 sütunla verilecek bir hâdisedir. Toynbee, aynen kelimesini kullanarak, “İstikbal İslâm’ındır. Tecrübe etmediğimiz bir o kalmıştır” der.

     

    Bu, siyasî aksiyon şeklinde belli olmaz. Tıpkı şöminenin yanması için şu ateşi elde edinceye kadar ne kadar zahmet çektik bugün...

     

    ... Hele temel... büyük... fikrî sahada olur hidâyetler çoğalır., şu olur, bu olur... Yarı aksiyoncu bir adam harekete geçer: Yok kulüpler, dernekler filan... böyle yürür... Bir an gelir iş büyük aksiyona dönebilir. Bu mânâda Avrupa’da bir bâtınî hazırlanış olduğuna kaniim... Farkında olduğumuz, olmadığımız. Bâtınî, iç... hazırlanış olduğuna kaniim. Bu arada biz her zaman olduğu gibi İslâm’ın hakikatının üstüne küf üstüne küf buluyoruz. Ve gazeteler yapamıyor... İçimizde kurtulmuş değiliz ki, başkalarını kurtarmaya ehil olalım... Başkası var mı?

     

    A.Taşgetiren: Aslında geniş belki... Konuşmanızı gerektirir, üstâdım. Benim merak ettiğim bir başka mevzû şu idi. Türkiye’de İslâmî mânâda bu davâyı üstlenmek üzere ortaya çıkmış pek çok kadrolanma teşebbüsleri olmuş. Hepsi ilk kıvılcımı mutlaka Büyük Doğu’dan almıştır.

     

    Kısakürek: Sözünü keseyim. Benim bu soruya cevabım çok kısadır. Biz Allah kelimesini söylemenin yasak olduğu devrin insanıyız. O zaman buz gibiydi ortalık, yâni hiç bahsedilemezdi. Ne müsbeti, ne menfisi vardı ortada. İşte biz hohlaya hohlaya biraz fikrî değişiklik elde eder olduk. Şimdi de çamurdan geç geçebilirsen!... Cevâbınızı aldınız zannederim... Bu muydu muradınız?

     

    A.Kabaklı: Efendim çok teşekkür ederiz. Biz müsaadenizi alalım. Saat 6 oldu. Yine rahatsız edeceğiz efendim.

     

    Kısakürek: Buyurun... Rahatsızlık değil rahatsızlık halime müdahale etmiş olacaksınız.

     

     

     

    Erenköy, 5 Şubat, Cumartesi


  14. ÜSTAD'IN DUASI

     

    Duayı kabul eden, dilekleri veren, vermeyi murad edince el açtıran, ancak sevdiği kuluna dua ettiren, sevmediklerinin elini ve dilini bağlayan ve kendisine yönelmekten alıkoyan Allahım!..

     

    Bizi affet!..

     

    Biz, Sevgilinin nuruna lâyik olmaktan düstüğümüz için bu hâle geldik.

    O'na lâyık olabilmek kimsenin haddi değil... Fakat lâyık olunamayacagini bilmenin liyâkati herkesin vazifesi...İşte bu son inceliğe lâyık olamadığımız için bu hâle geldik.

     

    O nur öyle bir nur ki, ona lâyık olmakta, topyekûn zaman ve mekâna, bu dünyaya ve ötelere mâlik olmak var... Bu liyâkatten düşmekte de, her türlü mahrumluk ve mahkûmluk...

     

    Her türlü mahrum ve mahkûm olduk.

    Bizi affet!..

     

    O Nur'un vecd ve aşkı üzerimizdeyken, denizlere, yelkenleri ipekten ve çıpaları altından kalyonlar indirdik; karalara da, yolunu virâneye çevirmek yerine mamureye döndüren ordular saldık. Padişahlara «ayağa kalk, kanun huzurundasın» diye ihtar eden hâkimler yetiştirdik. Müsbet bilgiler, madenî âletler, keşifler ve buluşlar, hep o Nur'un kendi fert ve cemiyet aynalarımızda tecellisinden... O Nuru körleştirince de Şarkın son 5 asırlık macerası içinde bir zamanlar yaban domuzu hayatı süren Garplının sürü hayvanı olduk.

     

    Son 150 yil içinde bizi bu hâlden kurtarmak isteyen hiçbir davranış şifa getiremedi. Zira o Nur'a yeniden liyâkat ve bu liyâkati yeni zaman ve mekâna tatbik etmek şuurlaştırılamadı. Ters yollara sapıldı. Bu, ilerinin ilerisi şuurun sahiplerine «mürteci» dediler; ve onları, asıl din gözünde suçlu, o Nur'a liyâkati sıfıra indirici, vecd ve aşk mahrumu, din ve hikmet cahili kara yobazdan ayıramadılar.

     

    Onları, bize böyle muamele ettikleri için değil bizi, bu muamelenin altından kalkamadığımız için affet!..

     

    Yıldızların, içinde birer cam zerresi gibi küçük kaldığı, pırıl pırıl kaynaştığı sonsuz rahmet denizinin sahibi, sen bizi affet!..

     

    Bizi, boynumuza taktıkları asırlık idam ipini kravat diye taşıdığımız için affet!.. Tek kelimeyle, «Müslüman» yaftası altında Müslüman olamadığımız için affet!..

    Ve, bize; kendi öz yurdunda asırlardır lütfen iskâna tâbi muhacirlere benzeyen gerçek Müslümanlara, o Nur'a liyâkatin en ileri derecesine bahset; ve ebediyet bestesinden şarkımızı âhenk helezonlariyle gönüllere nakşet!..

     

    Duamıza öyle bir tesir ver ki, kezzabın mermeri yediği gibi nefesimizin bütün oyuncak mabutları yakıp erittiğini, senin mücerret ve münezzeh birliğin etrafında hiçbir inanış pürüzü bırakmadığını görelim; ve sun'i teneffüsle açılan bir baygın şeklinde bu milletin yavaş yavaş doğrulduğuna şahit olalım!..

     

    150, derken 50 yıldır ruhumuzu ve maddemizi helâk edici her ne yapılmışsa bütün bunların karşısında salhane koyunu gibi seyirci kaldığımız ve hâlâ böyle kalmakta devam ettiğimiz için bizi affet ve sen imdat et!..»

     

    "vecdimin penceresinden "


  15. Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana

     

    Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana

    Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana

     

    (Sevgili!) İçimdeki dertler ile, yaş dolu gözlerim senin için ağlayacak olsa, (gönlümdeki) gizli sırlarım (gözyaşlarıma) gâlip gelir ve (sırlar) sana aşikâr olurdu.

     

    Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl

    Mûr hâlin nice arz ede Süleyman'ım sana

     

    Sen güzellik tahtında (oturuyorsun): bense yolunun toprağında pâymâl (ayaklar altında) kalmışım. Hâl bu iken a Süleyman'ım, sana bir karınca (denli âciz olan) durumumu nasıl arz edeyim? ' Divân edebiyatında Süleyman ihtişâmı; karınca da acziyet ve zayıflığı temsil ettiği için şair de kendini karınca; sevgilisini Süleyman olarak nitelendirmiştir.'

     

    Şem'i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar

    Hoş yanar yıkılır ey şem'-i şebistânım sana

     

    Muma da bak! Senin (bulunduğun) meclisinde ağlayıp baştan çıkmakta. Ey odamı aydınlatan! O mum senin için ne de hoş yanıp yıkılıyor. 'Mum yanarken, baştaki fitilin kenarlarından ağlıyormuş gibi akar. Şair buna gıpta ediyor ve onu sevgilinin aşkı ile baştan çıkmış veya o uğurda başını vermiş olarak gösteriyor.'

     

    Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben

    Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana

     

    Ey ay gibi parlayan sevgilim! Benin sana karşı, aşkının yolunda sabah kadar sâdık olduğum, (doğrusu) gün gibi âşikârdır.

     

    Dün rakîbin cevrini men' eyledin ben hastadan

    Eyledi te'sir gûyâ âh u efgânım sana

     

    Dün rakiplerimin, aşkının hastası olan bana yaptıkları eziyetleri meneyledin. Galiba âh ve feryatlarım sana tesir etmiş!

     

    Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum

    Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana

     

    Dostum! Anlaşılan o ki (bağrımdaki) ayrılık yarasının şerh etmek mümkün görünmüyor. (Bari) açık duran şu yakam, (aşkından dolayı) göğsümdeki (şerha şerha olmuş) yarıkları sana göstersin (de insafa gel!)

     

    Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî'nin harâb

    Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana

     

    (Sevgilim!) Eziyetlerinle Avnî'nin gözlerini ve gönlünü harap etme! Zira bu deniz (gibi coşkun gözlerim) , sana inciler; bu maden ocağı (gibi gönlüm) de mücevherler sunar.

     

     

    Avnî (Fatih Sultan Mehmet)

     

    açıklamasız hali ::

     

    Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana

    Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana

     

    Mesned-i hüsn üzre sen ben hâk-i rehde pâymâl

    Mûr hâlin nice arz ede Süleyman'ım sana

     

    Şem'i gör kim meclisinde ağlayıp başdan çıkar

    Hoş yanar yıkılır ey şem'-i şebistânım sana

     

    Subh gibi sâdık olduğum gam-ı aşkında ben

    Gün gibi rûşen durur ey mâh-ı tâbânım sana

     

    Dün rakîbin cevrini men' eyledin ben hastadan

    Eyledi te'sir gûyâ âh u efgânım sana

     

    Zahm-ı hicrân şerhi çün mümkün değildir dostum

    Sîne-çâkinden haber versin girîbânım sana

     

    Eyleme gönlün gözün cevr ile Avnî'nin harâb

    Dürr ü gevherler verir bu bahr ile kânım sana

    • Like 1

  16. Hak Bir Gönül Verdi Bana

     

    Hak bir gönül verdi bana

    Ha demeden hayrân olur

    Bir dem gelir şâdân olur

    Bir dem gelir giryân olur

     

    Bir dem sanasın kış gibi

    Şol zemheri olmuş gibi

    Bir dem beşâretden doğar

    Hoş bağ ile bostân olur

     

    Bir dem gelir söyleyemez

    Bir sözü şerh eyleyemez

    Bir dem dilinden dür döker

    Dertlilere dermân olur

     

    Bir dem çıkar arş üzere

    Bir dem iner taht-es-serâ

    Bir dem sanasın katredir

    Bir dem taşar ummân olur

     

    Bir dem cehâlet de kalır

    Hiç nesneyi bilmez olur

    Bir dem dalar hikmetlere

    Câlînus u Lokmân olur

     

    Bir dem dev olur yâ peri

    Vîrâneler olur yeri

    Bir dem uçar Belkîs ile

    Sultân-ı ins ü cân olur

     

    Bir dem varır mescidlere

    Yüz sürer anda yerlere

    Bir dem varır deyre girer

    İncil okur ruhbân olur

     

    Bir dem gelir Îsâ gibi

    Ölmüşleri diri kılar

    Bir dem girer kibr evine

    Fir'avn ile Hâmân olur

     

    Bir dem döner Cebrâil'e

    Rahmet saçar her mahfile

    Bir dem gelir gümrâh olur

    Miskin Yunus hayrân olur

     

    (nedmanün de sana hayran olur :) )


  17. Seyyid Abdülhakîm efendinin vasıyetnâmeleri:

     

    Hüvelmuvaffık

     

    Evlâdım ve ekâribim ve sevdiğim ve sevenlere hitâben yazıyorum. Ömrüm hitâma karîbdir. Benden sonra bâis-i abes ve güft olsun. Beni halk, bigayr-ı ilm, paralı ve zengin biliyor. Halbuki hakikat bu değildir. Zaten izhâr-ı fakr etmeyen böyle zann olunur. Benim Karamürsel fabrikasında beş hisseden başka bir şeyim yokdur.

    Benim ne refikam Bedriye’de, ne de sâhib-i serim Şâkir’de ve ne gelinim Emine’de ve ne Mekkî’de ve ne Münîr’de ve ne ahbabımda ve ehibbamda hiçbir şeyim yokdur. Ne nakd-i mevcudum ve altun-ı meskûk ve gayrı meskûk ve gümüşüm ve ne kâğıd param yokdur. Ve ne emlâk ve akar ve arâzi ve dükkân ve han ve apartmanım yokdur. Ve ne eşyâm ve ne elbisem yokdur. Hiç para eder bir şeyim yokdur. Ve vârislerime, evlâd ve zevcem olan Bedriye’ye terk edecek bir malım yokdur. Bedriye’ye hayatımda verdiğim her ne ise vermişim. Başka ne onun bende ve ne benim onun kendisinde ve dolabında hiçbir şeyim yokdur. Dolabı ve eşyası onundur. Karyolam ve yataklarım onundur. Ondan alınmaya ve kimse isti’mâl etmeye. Odasındaki sanduk içerisinde bir şeyim yokdur. Ve elbisem üzerimdeki elbisedir. Başka da yokdur. Şâkir’in odasındaki eşya bitemâmihâ onundur. Mekkî’nin evinde ve odasında benim bir şeyim yokdur. Yanlış zan ve tahminler, bedbinlerin gördükleri gibi değildir. Kab kacak, zaten evin eşyasını hepsini Bedriye’ye terk etmişim. Kimsenin ondan bir mütâlebesi olmasın. Nene hanımın pek eski iki kilimi vardır. Onu vârislerine verirsiniz. Bunu üç yüz altmış bir sene-i hicriyesinin rebi’ülmevlidinin on üçüncü Salı günü ba’dezzuhr küçük odada yazıyorum. Yazı benim el yazımdır. Aklım başımdadır. Benim için hiçbir kimse ağlamasın. Ben dünyada hiçbir şey terk etmemişim. Ve bir şey götürmüyorum. Kimseyi incitmeyiniz. Devr ve hatmimi Ziyâ bey yapacakdır. Abdülhakîm. 1361, 13. Rebi’ülmevlid.

     

    Vefatları münasebetiyle sevenlerinin yazdıkları mersiyeler:

     

    Ağlasın, kan ağlasın her müslimân,

    Çünki Seyyid Abdülhakîm terk etti cân,

    Âlmi ü âmil, veliyyi kâmil idi,

    Zâtına mevdu’ idi sırr-ı nihân.

     

    Kaldılar birden yetim ü bi nevâ,

    Hem şerîat, hem tarîkat bi gümân,

    Gördü amma, kim inanmaz gözlerim,

    Oldu mu cidden ol hazret kün fekân!

     

    Şevk ile raks eyledi yer bir gece,

    Ertesi gün, etti derâğuş hemân,

    Hayf kim Hurşidimiz etti gurûb,

    Bir ferîd-i asr idi ol bî gümân.

     

    Oldu hazret son zamanda çok elîm,

    Derd ile âlama bir seng-i nişân,

    Âlem-i islâm için bu cidden mühîm

    Bir musîbettir, ey gönül! Kan ağla, kan!

     

    Rûh-i hakîsinden istimdâd edip,

    Söyledim tarihini nâgehân

    Hayl çıkdı, kaldı bî ser-i râhdan,

    Mâtem-i islâma ağlar âsumân.

    Mehmed Süleyman Timuroğlu


  18. işte alıntı yapmamın nedeni sizin gibi aklımın yoluna uyup dinimi aklımla anlamaya çalışmamamdandı.. yahu kusura bakmayın ama yazınız çürük çarık dolu .. ibni asakir, müslim , Mektubat gibi kitaplardan alıntı yaptım , anlaşılan İngiliz casusunun itiraflarını nasıl okuduysanız , o alıntılarıda öyle okudunuz .. alimlerin dediklerine laf yetiştirmek bizim sizin gibilere düşmez . hem kendinizde kabul ediyosunuz kendi fikirlerimi değil islam alimlerinin kitaplarında geçenleri kopyala yapıştır gönderdim, bide kendinizi aynı kefeye koyup bu yazılara laf yetiştiriyosunuz..

    fen ilmine ne kadar vakıf olduğunuz(!) ortayada çıktı, tıpkı dini islam ilmine olan hakimiyetiniz gibi "hoparlördeki ses, başkasının değil, bizzat namazı kıldıran imamın sesidir" dediniz ve bunca fen kuralını görmezden geldiniz .. neyse efendim size nereden başlayalım ki .. tutup burda fen bilgisi veremem , alıntı yapamam konu uzuyo , hem anlaşıldı ki böyle tartışmalarla asla doğruya varılmıyo , yani inkar ettiğiniz şeyleri görünce cidden pes dedim , kuran-i kerim in açıklamasını islam alimleri yapar lafına bile bi kulp budunuz

     

    ""Sözgelimi, bir mezhebin vacib dediğine başka bir mezhep sünnet diyorsa, her iki mezhebin de delillerini incelemeli ve hangisinin getirdiği delil daha kuvvetliyse ona uymalıdır.""

     

    lafınızdan sonrada vay be(!) dedim demek karşımızda mezhep imamlarının delilini anlayacak biri var .. yahu onların yanında karınca hükmü kadar değeriniz yokken hangi tasavvurla delilleri inceliyorsunuz ..

     

    “”Fakat bazı meseleler vardır ki sınırları asr-ı saadette çizilmemiştir, o çağın gereği olarak da çizilmesi mümkün olmamıştır.""

    Asrı saadette çizilmemiştir ne demek

    ((((((((Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum.) [Maide 3]

    Dini noksan sanıp, tamamlamaya [asra göre, çağdaş tefsir yazmaya] çalışmak bu âyet-i kerimeye inanmamak olur.) [c.1, MEKTUBAT 260])))))))))))))))))))))))ikinci mesajı insafla okuyan anlar .. ama İNSAFLA okuyan ..

     

    madem necip fazıl üstadımız gibi bir mübareğin peşinden gittiğinizi söylüyorsunuz .. dini konularda da bir nebze olsun onu örnek alsaydınız ya.. SUYU BİLE ARITIP İÇİYORSUNUZ , DİNİ BİLGİLERİ NEDEN HER KAYNAKTAN ALIYORSUNUZ ..

    ya islamiyeti olduğu gibi öğrenip yaşayın , yada kafanızdan uydurduğunuz şeylere islamiyet demeyin ..

    yazılarınıza delil bulmaya çalışmadım .. birazcık islami bilgi almış olan her kişi sizin yazılarınızın çürük olduğunu anlayacaktır zaten .. Allah hepimizi selamete erdirsin

    diyorum ..

     

    yazınızı okuduğumdaki halimi ancak şu fıkra izah edebilir.. ama ben o fıkradaki hoca gibi olmadığım için yanlışlarınızı sabırla tek tek düzeltmiyeceğim.. azıcık ta olsa kabul edebileceğiniz ışığını görseydim, size bu konuları izah etmek için çok saatlerimi feda ederdim .. ancak kapalı kaba nisan yağmuru dolmaz ... o önceki mesajlarımı göndermek için harcadığım vaktime yanıyorum.. siz istemedikten sonra benim ne haddime size bir şeyler izah etmeye çalışıyorum… sizinde, benimde vaktim boşa gitti ..

     

     

    Adamın biri, bir şeyler bildiğini ima ederek, biraz da huzurda bulunanlara hava olsun diye: ”Hocam!” demiş. Hani bir peygamber vardı ya! Onu, amcaları kaçırıp, havuza atmışlardı. Sonra onu, oradan, eşkıyalar alıp götürmüştü… O, Musa Peygamber miydi? Hoca şöyle bir düşünmüş… “Yahu (demiş), ben bunun neresini düzelteyim! Bir kere o, Musa değil, Yusuf Peygamberdi. Ona, amcaları değil; kardeşleri tuzak kurmuştu. Sonra onu havuza değil kuyuya atmışlardı. Onu, eşkıyalar değil; oradan geçen bir kervan bulmuş ve alıp götürmüştü…”

     

     

    siz bu düşüncelere ben yazıyı yazmadan öncede sahip olduğunuzdan fitne çıkarmadığımı düşünüyorum,

     

    selametle

×
×
  • Create New...