Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

KURT

Sivil
  • Content Count

    95
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by KURT


  1. Elinize emeğinize sağlık gerçekten çok güzel olmuş. Ben de bir ara heves etmiştim PS programına, hatta ismi de Reyhan olan bir ablam öğretmişti biraz. Ufak tefek çalışmalar yapıyorum ben de ama sizinkiler çok farklı. Ben bir kaç resimi bir tek resimde buluşturuyorum ama sizinki adeta yenibaştan bir resim ortaya çıkarmak gibi bir şey.

     

    Tekrar tekrar elinize sağlık. Faydalı ve hayırlı işlerde Allah yardımcınız olsun...


  2. Biraz vaktinizi ayırıp şu harika yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum, hatta rica ediyorum. Dr. Mehmet Güneş'in tatlı üslûbuyla birlikte üstadı bir kez daha gözümüzde gönlümüzde canlandıralım.

     

    20. ASRIN “ÇİLE” HARMANI : ÜSTAD NECİP FÂZIL KISAKÜREK

     

    O, Türkçe’yi emsâlsiz bir mahâretle kullanan, kelimeleri bir kuyumcu titizliliğiyle işleyip taçlandıran, infilâk hâlindeki yanardağlar gibi için için yanan, rûhu fırtınalı ummanlar gibi dalgalanan, engin muhayyilesiyle has şiirin şafağına dayanan ve “her mısraı bir şiir mecmuası” olan “Şâirler Sultânı”ydı… O, çölleşen fikir dünyamıza düşünceleriyle hayat veren, kandilleri sönmeye yüz tutmuş bir kubbenin rûhunu kalemiyle ateşleyen, kendimize ait mukaddes rüyâları görmemiz için “küllî bir tefekkür şuuru” oluşturmayı hedefleyen ve yeniden câmi merkezli bir medeniyet inşâ etmeyi gâye edinen eşsiz bir mütefekkirdi…

     

    O, hem tasavvuf deryâsının derinliklerine dalan, hem de şâirliğin zirvesine ulaşan; mekânla zamanı, ezelle ebedi, idrâkle sezgiyi, akılla duyguyu, coşkuyla ritmi, biçimle ahengi birleştiren; fikrî yazılarında sanatkârlığını tebârüz ettiren, sanat eserlerinde de mütefekkirliğini terennüm eden müstesnâ bir edipti...

     

    O, mücerredi müşahhas sembollerle ifâde eden anlatım biçimiyle nesri canlandıran, makâlelerini çarpıcı cümlelerle şâha kaldıran ve müthiş hitabetiyle kitleleri heyecanlandıran muazzam bir kalem ve kelâm ustasıydı…

     

    O, maddede vârolan ihtişâmın sırrına eren, maddenin esrârında Allah(c.c.)’ın azâmetini gören, madde-ruh problemini iç âlemindeki coşkuyla bütünleştirip, zekâsının kıvraklığı sayesinde tadına doyulamayan muhteşem bir üslûpla dile getiren,

     

    “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,

    Mârifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”

     

    diyerek poetikasını en veciz bir biçimde ortaya koyan büyük bir sanatkârdı...

     

    O, kendine has tarzı, büyülü anlatımı, estetik kaygıları, sembollere yüklediği mânâların modern yansımaları, zıtlıkların ahengini ortaya koymadaki ifâde gücünün erişilmezliği, metafizik derinliği, kelime zenginliği, fikrî ve felsefî alanlardaki düşünce bütünlüğüyle kendine has bir nesir dili inşâ eden mükemmel bir nâsirdi...

     

    O, el attığı her alanda şahikalaşmış, üç hâneli rakamlarla ifâde edilen telif eserlere imza atmış, keyfiyette olduğu kadar kemiyette de Türk Edebiyat ve tefekkürünün yüzünü ağartmış; şiir, tiyatro, hikaye, din-tasavvuf, roman, polemik ve tefekkür sahalarında “kitaplık çapında” eserler vermiş bir velût yazardı...

     

    O, karanlık devirleri aydınlatmış, kendini bütün varlığıyla inancına adamış, “Türk’ün ruh köküne bağlı” nesillerin yetişmesi için çıra gibi yanmış, beyinlere ve gönüllere ışık tutmuş, gençliğe istikâmet vermeyi başarmış, millî kalarak evrenseli yakalamış müthiş bir fikir ve aksiyon kasırgasıydı....

     

    O, mağdurların, mâsumların, mazlumların safında yer aldı, çiğnenen mukaddesat ve unutturulmak istenen millî değerler için mücâdele verdi, her zaman zora tâlip oldu… İslâm’ı müdâfaadan aslâ geri durmadı, emniyet-mahkeme-cezaevi arasındaki baskılardan hiç çekinmedi, fikir kılıcını çekerek fildişi kuleleri tek başına yıkmaya çalıştı… Türk Milleti’nin akıl almaz bir zillet içinde boğulmasına karşı isyan etti; baş koyduğu yolda tatmadığı eziyet, görmediği cefâ, çekmediği çile kalmadı; dûçâr olduğu baskılar karşısında azâmetinden, asâletinden, cesâretinden, metânetinden ve izzetinden hiçbir zaman tâviz vermedi… O, mahcup tavırlı bir kitleye, zâlimler karşısında nasıl bir mağrur duruş sergilenmesi gerektiğini tebliğ ve temsil eden ser-âzâd bir kahramandı...

     

    O, “Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir” “ diyerek fikirde aksiyon arayan, “aksiyon düşmanı fikir adamı, dişleri sökülmüş ve pençeleri törpülenmiş bir sirk aslanı kadar merhamet telkin edicidir” hükmünün “Çerçeve”sini çizen ve aksiyonerliğini hayata geçirirken;

     

    “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes

    Ey kahpe rüzgâr artık nereden esersen es”

     

    diyen büyük bir davâ adamıydı...

     

    O, İslâm’ı yok sayan, millî değerlerimizi göz ardı eden zihniyete karşı “ ciddî, tutarlı ve seviyeli ilk hesaplaşmayı başlatan” korkusuz bir şâir ve mütefekkirdi…O’nun mısraları ilkbahar çiçeklerinin üzerine yağan rahmet misâli gönüllerimize damlarken, nesri de inkârın buz dağlarını bir ağustos güneşi gibi eritti ve “Tarihteki Yobazların” yobazlıklarını ispat etti…

     

    O, herkesin kullandığı kelimelere hiç kimsenin tasavvur edemediği anlamlar yükleyerek çarpıcı nüanslar kazandıran, onlara yeni ufuklar açan, duyguları söylenebilme imkânlarının son haddiyle dile getiren, insan muhayyilesinin müntehâsını zorlayacak ifâdeleri terennüm eden muhteşem bir erbâb-ı kalemdi...

     

    Bu yüzden O, isminin müterâdifi olan “Üstad” sıfatını kâmil mânâsıyla hak etmiş, hiç boşluk bırakmadan, hatta taşacak bir biçimde üstad kelimesinin içini bihakkın doldurmuş ve hatta, üstad sıfatı bile O’nu ifâde etmek için yetersiz kalmıştı...Çünkü üstad kelimesi, Hâşim’in ifâdesiyle, “ehliyetin son olgunluk mertebesi” olup “dâhînin bir derece aşağısıydı”... O, üstad kavramını aşan birisi, hakkıyla ifâde etmek gerekirse ‘Üstadların Dâhîsi’ydi...

     

    Hülâsâ O; şiirde, nesirde, tefekkürde, hitâbette zirveyi tutan; edebiyatın bir çok sahasında, tiyatro, hikaye, roman, tarih, biyografi, inceleme, deneme, fıkra, makâle ve mizah dallarında, fikrî ve felsefî alanlarda, din ve tasavvuf mevzuunda mühim eserler veren; ilgi çekici bir hayatın, müstesnâ bir sanatın ve çaplı bir şahsiyetin sahibiydi...

     

    O, şiirdeki tartışılmaz büyüklüğünün yanında; bir çok konuya derin vukûfiyeti olan bir muharrirdi…

     

    O, “şiirdeki kudreti ve bir dâvâ adamı olarak samîmiyeti naif taraflarını setreden”; inandıkları ve yazdıkları ile yaşadıkları arasında “kendini arayan” bir insandı...

     

    O; kâbiliyetinin, özelliklerinin, üstünlüklerinin ve dehâsının farkında olan ve bu konuda hiç de mütevâzılık göstermeyen, aksine mütehâkkim olan, kendini beğenen ve kendine güvenen bir insandı… Hayatı boyunca ruhundaki cezbesi hiç eksilmeyen, yüreğindeki coşkusu hiç durulmayan, hitabetindeki hükmedici üslûbu hiçbir şartta zevâl bulmayan, enerjisi hiç tükenmeyen, yazılarında ve özel hayatında da otoriter tavrından hiç taviz vermeyen güç bir adam, hükümranlığını her an hissettiren güçlü bir adam, yaşarken klasik olmuş müstesnâ bir adamdı …

     

    O, inanılmaz medler ve cezirler yaşayan, buhranlar geçiren, fırtınalar atlatan, iç dünyasındaki hafakanları dağıtmak için fikir çilesiyle baş başa kalan nev’i şahsına münhasır bir yazardı...

     

    O, insan ve toplumun içinde bulunduğu sıkıntıları, çatışmaları, psikolojik hâlleri, eşyâ ve tabiatın künhüne vâkıf olmak için yaşanan hafakanları, ölüm gerçeği karşısında kulun acziyetini, mustarip “ben”in yalnızlığını, “ben” içinde yaşanan çatışmaları, hesaplaşmaları ve çözüm yollarını gösteren bir tefekkür burcuydu…

     

    O; katıksız bir îman şâiri, müstesnâ bir yazar, muhteşem bir sanatkâr, dâhî bir mütefekkir, muazzam bir hatip, gerçek bir münevver, yılmaz bir inanç ve dâvâ âbidesi, ideâlist bir aksiyoner, tâvizsiz bir “Büyük Doğucu” ve başlı başına bir “Mektep Adam”dı…

     

    O, şiirde farklı bir çıkış yaparak çağımızın buhranlarını dile getiren, Yunus’un derûnî sesinin, Fuzûlî’nin yakıcı nefesinin, Nedim’in sevgisinin, Nef’i’nin öfkesinin, Nâbî’nin hikmetli söyleyişinin, Şeyh Galip’in İlâhî aşkının, Zîyâ Paşa’nın hicvinin, Abdulhak Hâmid’in metafizik ürpertisinin, Mehmet Âkif’in dînî duyarlılığının, Yahyâ Kemâl’in tarih şuurunun terkibini yapan ve “ “Anamızın ağzımızdaki ak sütü” olan güzel Türkçe’mizi çok efsûnkâr bir biçimde “hâlis şiir”le buluşturan ve bu yüzden de “Sultân-üş Şuarâ” unvânını her yönüyle hak eden dâhî bir îman şâiriydi. ...

     

    O, bütün şiirlerini hece vezniyle yazmış, millî veznimize kentli bir muhtevâ kazandırmış; modern şiir ölçüleriyle, insanın kâinattaki yerini, hayatın soylu acılarını, iç âlemin gizli duygu ve ihtiraslarını, ölüm ve ölüm ötesini, madde ve ruh problemlerini, ebedî dünyayı ve “Sonsuz’a varmayı” anlatmıştı…

     

    O, şiirlerinde, “boşluğu ense kökünde” gezdiren insanın “kızılca kıyâmet” kopartarak “öz ağzından kafatasını kusmasını”, “kül ettiği can elmasını” terennüm ederken çok orijinal söz gruplarını ve sıra dışı benzetmeleri edebiyatımıza kazandırmıştı...

     

    O, sürekli infilak hâlindeki bir yanardağdı...O, ufuklarımızdaki zifiri karanlığı fecr-i sâdıka çevirecek olan tek istikâmetin Kıble, bu menzile ulaşabilme vâsıtasının “Sonsuzluk Kervanı” ve tek gerçeğin “Mutlak Hakîkât” olduğunu dünyaya haykıran bir volkandı...

     

    O, sadece şâirane hayallerin peşinde olan, depresif tiyatro densizlikleriyle vakit geçiren, sathî düşüncelerle zaman öldüren bir edip değildi...

     

    O, öyle bir erbâb-ı kalemdi ki; kalemi sadece ufukları zorlamakla kalmaz, ufkumuzda olup da göz ardı edilenlerle birlikte, ufuk çizgimizin ardındakileri ve Mâverâ’dan gelen lâhutî esintileri de en lâtif ifâdelerle dile getirirdi...

     

    O, bilip de farkında ol(a)madığımız güzellikleri, unutturulmak istenen bize ait değerleri, unutulmaz bir biçim ve çok etkili bir tarzda bizlere anlatırdı...

     

    O, İslâm’ın özünü anlayan ve anlatan, yaratılış gâyesini idrâk edemeyen hiçbir muhâkemenin idrâksizliğin ötesine geçemeyeceğini bilen ve bildiren, İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi gerektiğini kavrayan ve kavratan, hayâtın ve ölümün murâkabesini eserleriyle en güzel bir biçimde yapan ve yaptıran, aksiyonsuz bir îmana düşüncelerinde aslâ yer vermeyen, nesillerin muhtaç olduğu fikir yoksulluğunu hayatı boyunca telafi etmeye çalışan ve bütün eserlerinde ”olağan”ın ötesine geçerek, “Aşkın” olanla, yâni “Müteâl” olanla irtibâtımızı sağlayan inanç âbidesi bir mütefekkirdi...

     

    O, büyük kalabalıkları teshir edebilen mükemmel bir hatipti...O’nun gür sesi ve müthiş hitâbet gücü dinleyenleri büyüler, gönülleri dalgalandırır, konuya hâkimiyeti, felsefî derinliği ve millî yorumlarıyla muhataplarını etkiler, kısa sürede ruhlara nüfuz eder, meydanları aşka getirirdi..

     

    O, tâvizsiz bir kişilikti...Yılmayan bir irâde, tükenmeyen bir enerji, eğilmeden dimdik ayakta duran kendinden emin bir insandı... Gerektiğinde noktasız, virgülsüz hitap etmiş, dur-durak bilmeden yazmış ve söylemiş, rakiplerini yıldırmış bir polemik erbâbıydı... O, taşı gediğine koyan bir nüktedandı...

     

    O’nun hayatından hiç eksilmeyen “tefekkürün çile hâline gelmesi”, insanlığın yetiştirdiği çok büyük dâhîlere münhasır bir hâlettir... İşte bu hâlet-i rûhiye bütün ihtişâmıyla; Üstad’ın hayatında, sanatında, ve düşüncelerinde tezâhür etmiştir... O’nun çilesi, bedeninin çektiği ıstırapların çok ötesinde olan; ruhta, gönülde ve beyinde yaşanan “hafakanlar”, “burkuntular”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve “mukaddes azaplar”dır... Üstad’ın bedenen dûçâr olduğu sıkıntılar, mücâdele zorlukları, karşı karşıya kaldığı yokluklar, uğradığı haksızlıklar, cezaevinde çektiği çileler; tefekkür çilesine göre bir hiç mesâbesindedir...

     

    O, “Allah, ıstırabını çektirmediği şeyin nîmetini vermez” dediği için devamlı çileye tâlip oldu, çile çekti, çileyi tâlim etti..

     

    O, bastığı “Kaldırımlar”a, baktığı “Ayna”lara, duvarları yaralı “Otel Odaları”na, ölüm çanından daha acı bulduğu kampana seslerine, kesik çığlıklı trenlere, içinde korku dumanlarının kıvrıldığı bacalara, hülâsâ haricî âlemin her şeyine çile nazarıyla baktı, yağmurda bile “kanını boğan bir ipliğin “çilesini tasvîr etti.. O, çehresinde sayılamayacak kadar çok çile çizgisi olan, çektiği ruh ve fikir çilesini bütün eserlerine yansıtan, çileyi yaşayan, çile içine yeni bir “Çile” parantezi açan ve 79 yıllık çileli bir ömrün “Çile”sini “hayâl kanatları kan içinde” kalarak kaleme alan 20. ASRIN ÇİLE HARMANI’ydı…

     

    O, “hor, öksüz ve büyük” olan bir dâvânın “mukaddes yüküne” bir ömür boyu “rütbe” ve “mal” beklemeden “hamal”lık yaptı...

     

    O, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” durumuna düşürülenlerin kısıl(a)mayan sesi oldu... O, solan ümitlerimizi yeşertti... Ulvî bir gâyeye yönelmenin mutluluğunu tattırdı bizlere... “Allah yolunun divânesi” olan “Anadolu” insanına; güvenilmesi gerekenle, yapılması icâp edeni anlatmak için:

     

    “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;

    Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk. Sakarya!..”

     

    dizelerini haykırdı…

     

    O, bizim her alandaki sancaktarımızdı...

     

    O, çilesini çekmediği, bedelini ödemediği bir dâvânın dâvâcısı değildi…

     

    O, “Vîrân olası hânede evlâd ü ıyâl var” demeyen, hânenin vîrân olmasına rızâ göstermeden umrâna imkan olmadığını bilen “bir inanmış insan”dı..

     

    O, Allah demenin yasaklandığı, elifin bile dar ağacına çekilmek istendiği devirlerde mangal gibi yüreğiyle ortaya çıktı, her türlü tehlikeyi göze alarak sesini yükseltip küfre giden yolların yanlışlığını anlattı… Hayatının hiçbir döneminde zâlimlerin hiddetini çekmemek için kısık sesle yapılan duâların gizli âmincisi olmadı; “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” demenin ötesine geçip, zindanları umursamadan insanlığı kurtaracak tek yolun “İlâhî Nîzâm” olduğun en yüksek perdeden ve en gür biçimde haykıran yılmaz bir mücâhitti…

     

    O, inancını yılmadan savunan bir insan olarak sayısız tâkibata uğramış, dokuz defa “Taşmedrese” görmüş, dört yıla yakın bir süre Yusufiyeli olmuş, inancının çilesini çekmeyi şeref bilmişti..Hiç recûliyyet eksikliği göstermemiş, hiç ümitsizliğe düşmemiş, yenilgiyi ve alt edilmeyi aslâ kabul etmemişti:

     

    “Mehmet’im sevinin başlar yüksekte,

    Ölsek de sevinin, eve dönsek de,

    Sanma bu tekerlek kalır tümsekte,

    Yarın elbet bizim, elbet bizimdir,

    Gün doğmuş-gün batmış ebed bizimdir”

     

    diye haykıran, zafere bütün kalbiyle inanan, her zaman ümitvâr olan bir yiğit insandı…

     

    O, ömür boyu “Ölümsüz Gerçek” in peşinden yürüyen, “ağrıyan akıl dişi”nin ilacını arayan, “göklerin kamçısıyla yediği dayaklar” sebebiyle metafizik gerilimler yaşayan, suyun kaynağında susuzluk çeken bir mustaripti…

     

    O; İslâm’ın nâmütenâhi ikliminde kendine gelmesiyle, Allah Resûlü’nün izinde doğru yolu bulmasıyla ve Abdülhakîm Arvâsî’nin rahlesinde irşâd olmasıyla “Mutlak Hakîkati” en güzel bir biçimde anlamış ve onun ruhlara sükûnet veren âsûde iklimine vâsıl olmuş bir bahtiyârdı……

     

    O, Anadolu insanının derûnunda -küllenmiş olsa da- bütün saflığıyla yatan İslâm’ın ihyâ edilmesi gerektiğine inanan bir Müslümandı... O, “Yiğit, düştüğü yerden kalkar” “Yitik, kaybedildiği yerde aranır” diyen “hâlis bir Türk”tü...

     

    O, “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle” diye târif ettiği gençliğin Anadolu’da yeniden ayağa kalkması ve medeniyet tasavvuru olan bir hareketin yeniden kendi “ruh köküne” sahip çıkması gerektiğine gönülden inanırdı…

     

    O, Batılılaşma mâcerâmızı en güzel bir biçimde ve en basit ifâdelerle anlattı…

     

    O, “Benim adım Bay Necip, babamınki Fâzıl Bey” dizesiyle ciltler dolusu bir kitabın anlatabileceği gerçeği; bu kadar yalın, bu kadar çarpıcı ve bu kadar hüküm verici bir şekilde bir mısrada ifâde etti… “Cebimizde unuttuğumuz evimizin anahtarını yâd ellerde arar olduk” diyerek çıkış yolumuzu tek cümlede özetledi... .. Bu günkü geldiğimiz noktayı, üç katlı bir ev sembolüyle, her katın durumunu bir nesle hasrederek târif etti, üç katta 80 yılın tahlîlini en çarpıcı bir biçimde ortaya koydu, sehl-i mümtenî tarzıyla bir mîzân çıkardı ve müthiş bir “Muhâsebe” yaptı…

     

    İnsanoğlunun şu fânî dünyadaki sevinci de, çilesi de elbette gelip geçer, elbette bir gün biter; ama Üstad’ın altın işlemeli “Çile”si asırlar boyu yaşayacak, yeni nesillerin gönül sevincine, fikren istikâmet bulmasına ve “Türk’ün ruh kökünü” yeniden idrâk etmesine vesile olacaktır…

     

    Bu sebeple “Meçhûller caddesinin bu kimsesiz seyyâhı”na kimsesiz olmadığını gösterelim… “Vasiyet”inin son cümlesinde: “Beni de Allah ve Resûl aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divânesi olarak arada bir hatırlayınız!” diyen Üstadımıza olan vefâ borcumuzu ödeyelim ve O’na “Vasiyet”i mucibince hediyeler gönderelim... Üstad’ın “Yemeğim Fâtihâ, günde beş öğün” mısraından ilhâm alarak, O’nu hiç olmazsa “arada bir” yâd edelim ve “Fâtihâ”sız bırakmayalım… Cenâb-ı Hakk, Üstâdımıza ganî ganî rahmet eylesin, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in şefaati O’nun üzerinden hiç eksilmesin; kabri nûr, rûhu şâd, mekânı Cennet olsun... Âmîn…

     

     

    Dr. Mehmet GÜNEŞ


  3. YEŞİL YAPRAK

     

    Yeşil yaprak döndüğünde gazele

    Yazın ardı güz görünür sevdiğim

    Ayrılırken kaşım çatmam güzele

    Belki acı söz görünür sevdiğim

     

    Bilir misin sevda neden turnanın

    Diyarından kaçıp giden turnanın

    Yükseklerden uçup giden turnanın

    Sinesinde köz görünür sevdiğim

     

    Nazar eyler enginlerden yüceler

    Garip gönlüm simdi neyi heceler

    Çoban yıldızına hasret geceler

    Bu sevdalar az görünür sevdiğim

     

    Dağı yaran göğü ağlatan vardır

    On sekiz bin rengin cümlesi yardir

    Varlığın yokluktur yokluğun sırdır

    Her zerresi toz görünür sevdiğim

     

    Sefai'yem gecelere hilal et

    İster cemal eyle ister celal et

    Bir lokma ekmeğin yedim helal et

    Ölüm bize tez görünür sevdiğim!

     

    ÂŞIK SEFÂİ


  4. sorular mı soracaksınız? :lol: bizim tarih hocası vardı kulakları çınlasın.. derste konuyu anlatırken durdu ve şunu sordu "ikinci maltepe nerde" diye.. ya hu hocam ne alaka? neyse cevap verelim Ankara ...

    -yanlış cevap..

    -nasıl yani hocam?

    -hadi cevap verin..

    sonra derse devam etti ve tekrar:

    -buldunuz mu?

    -hayır hocam :)

     

    şaka bir yana.ben de şimdi ciddiyetimi takınayım,tamam haber vereceğim efendim..merak etmeyiniz..

    hoşçkln

     

    İstanbul'da iki tane Maltepe yok mu? Belki onu sormuştur...

     

    Sorular sormaktan ziyade fikirlerinizi almayı düşünüyorum, fikirlerinizde gelişmeye dayalı bir değişme olacağından eminim. Hadi hayırlısı... Bu arada madem İstanbul'dasınız, bahsettiğim kitabı Dergah Yayınları'nın kendi satış yerinden alın. Mesela Alkım'da var Kaplan Hoca'nın kitapları ama bütün kitaplar gibi çok pahalı.

     

    Hadi yolunuz açık olsun.


  5. evet anlıyorum.. yine her zamanki gibi biliçli olmanın gereği çıkıyor ortaya... ben siysetle fazla ilgilenmem. biraz okuyor,birilerinden bir şeyler dinliyorsam o da ülkemde olup bitenlerden habersiz kalmamak içindir.

     

    ama bu Kürt sorununu konuştuğumuz vakit,bir süre sonra iş çığırından çıkıyordu. anlattığım gibi.. bu da bede belli bir süre olumsuz tutum sergilememe yol açtı.. takdir edersiniz ki, rahatsız edici şeylerdi.

    sizin anlattğınız gibiyse ki öyledir, sorun yok.. değil mi :)

     

    1 ay dediniz.. kaç sayfaydı acaba? 500.. 600 ? :) :) :lol: :)

     

    Bu ülkedeki sorunun adı Kürt sorunu değil, terör sorunudur. Kendimizi anlatabildiysek ne mutlu.

     

    Kitap 300 sayfadan fazla değil yanlış hatırlamıyorsam. Kaplan Hoca'nın makalelerinden oluşuyor zaten. İlginiz varsa, merak ediyorsanız sıkılmazsınız. Okuduktan sonra haberim olsun.

     

    Saygılarımla...


  6. şimdi şöyle bir şey de var. bazen bu konuda tutarsızlıklar görüyorum.. bir arkaşla konuşuyorduk da,ocaklara falan gidip geliyordu. kendisinin Kürtler hakkında olumlu şeyler söylemediğini öncelikle belirtmek isterim .. ben de ona sizin yazdıklarınızı (Zira insanların milliyetlerini seçme gibi bir hürriyetleri yok. Allah ü Teala "Sizleri birbirinlze tanışısasınız diye ayrı ayrı yarattım" demektedir ) vs. anlatana kadar canım çıktı.. aşırıcılığa kaçan bir tavır koyuyordu. diyorum senin bu yaptığın milliyetçilik değil ırkçılık.. hadisleri de ayetleri de döktüm ortaya,yarım yamalak,kendimce.. bilmiyorum ki ne kadar etkili olundu..

     

    Kitabı alıp okuyacağımdan emin olabilirsiniz :lol: ilginize teşekkür ederim

     

    hoşçkln

     

    Mevzuyu "ocak"la bağdaştırıp siyasete kaydıktan sonra yöneticilerden uyarı almaktan çekiniyorum. Bu yüzden cevap yazacaklardan ricam bana cevap hakkı doğuracak şekilde cevap yazmamaları. Şimdiden teşekkür ediyorum.

     

    Mevzuya gelince; Kürtlere karşı olan tutumu ocaklarla bağdaştırmamak lazım. Ben dinî-siyasî her kesimden kimseyle görüşmelerim sonucu anladım ki bütün kesimlerde Kürt düşmanlığı da var dostluğu da. Ocaklarımızdan bahsetmişsin, o konuda da haklısın. Bu konu yeterince zihinlerde yer edinmiş değil. Kürt düşmanı olanlar da var, olmayanlar da. Ama şunu bilmenizi isterim ki genel fikir elbette ki düşmanlık değildir. Bu konuyu tekrar tekrar belirtmeliyim ki siyasete dökmek istemiyorum, bu yüzden burada kesiyorum. Ocağın fikirlerini öğrenmek isteyenler özel iletişim yoluyla ulaşabilirler. Burası n-f-k.com, yönetici arkadaşla görüşmemiz sonucu siyasete kayması tedirginliği konusunda hemfikiriz.

     

    Kitabı alıp okuyacağına inanmak istiyorum. Bu yüzden 1 ay süre veriyorum, bana en azından aldığını ispatlaman gerekecek. Bu cümlenin sonuna mütebessim çehre eklemiyorum, çok ciddiyim.

     

    Neyse yine eklemeden olmuyor... :)

     

    Saygılarımla...


  7. Ziya Gökalpin Kürt olduğunu duymuştum, okulda arkadaşlarla uzun uzun konuşmuştuk bunu.. siz ne diyorsunuz buna?

     

    oturgaçlı götürgeç falan filan:) biraz komik geliyor insana.. Türk dil kurumunun bize kazandırıdığı en güzel kelime bilgisayardır..

    bir de Türkçe hocamızın ağzından örütbağ diye bir kelime çıktı.. sordu bize, yine uzun uzun konuştuk,tartıştık.. şimdide ben size sorayım :lol: sizce örütbağ hangi kelimenin yerine çıktı ? :)

     

    bilene bir adet geniş kapsamlı Türkçe Sözlük :)

     

    hoşçkln

     

    Ziya Gökalp'ın Kürt olduğu konusunda haklısınız. Ama o Türk Milliyetçiliğini benimsemiştir, bu fikrin öncülüğünü yapmıştır. Kürt olmuş bunun bir önemi var mı? Ayıp değildir, kusur değildir bence.

     

    Zira insanların milliyetlerini seçme gibi bir hürriyetleri yok. Allah ü Teala "Sizleri birbirinlze tanışısasınız diye ayrı ayrı yarattım" demektedir (tam ifade bu olmayabilir ama meali bu).

     

    Seyyid Ahmet Arvasi Hocamız da Arap'tır, fakat Türk milliyetçiliğini benimsemiştir. Türk-İslam Ülküsü adında 3 ciltlik eser yazmıştır. O kendini Türk kabul etmiştir ve Arap asıllı biri olarak Türklüğe ömrü boyunca hizmet etmiştir. Peki Türk görünen ruhsuzlar ne yapmaktadır? Türklüğü zerre zerre ruhunda bedeninde hissetmeyen kimsenin Türk olduğu sadece kanıyla tescillidir. Ama bizim kanla, kafatasıyla işimiz yok. Bu iş gönül işidir.

     

    Örütbağ meselesine gelince: Dilde ne tasfiyeciliği ne de uydurmacılığı savunuyorum. Yani; ne kültürümüzle yoğurduğumuz kelimeleri sırf Arapça-Farsça köklenli diye atalım, ne de dilimize "öztürkçe" masallarıyla uydurma kelimeler sokalım.

     

    Dil konusunda Mehmet Kaplan'ın "Kültür ve Dil" adlı Dergah Yayınları'ndan çıkan eserini okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Onu okuduktan sonra söyleyin, bir kaç kitap daha tavsiye edeyim.

     

    Ü.Y senden bir söz alabilir miyiz bu kitabı okuyacağın hakkında. En azından kitabı alacağını taahhüt et (Dergah Yayınlarıyla herhangi bir menfaat ilişkim yoktur :)


  8. Ü.Y.'nin belirttiği eksikliğimize üzülerek katılıyorum. Maalesef anlatamıyoruz kendimizi.

     

    Ben bu "anlatamayışlığın" en iyi çözümünü durmadan yorulmadan okuyup çalışmakta görüyorum. Bizler okullarda, üniversitelerde, gazetelerde, televizyon kanallarında, hastanede, postanede vb. mevkiilerde belli kademelere gelemedikçe; kısacası söz sahibi olamadıkça kendimizi yeterince anlatmamız çok zor.

     

    Bu yüzden idealimiz, ülkümüz; üniversite bitirmiş olmak değil, para kazanıp zengin olmak değil Allah davasına hizmet etmek olmalıdır. Bu yolda yol arkadaşlığı edebileceksek ne mutlu bize.

     

    Saygılarımla...


  9. Yasin kardeşim anladığım kadarıyla sen bir neticeye varmıyorsun. Süreci görüyorsun ama kararı ortaya koymuyorsun. Bu da insanların günahını almama gibi bir hassasiyetle sergilenmiş bir tavır olabilir tabi, saygı duyarım.

     

    Aramızda anlaşmazlık yok; sadece fark var. O da şu; dediğim gibi sen 2+2+9 diyorsun ben 2+2+9= 13 diyorum, ya da yanılıyorsam 14 diyorum.

     

    Seni anladığımı düşünüyorum iyi niyetli kardeşim.


  10. Türkçemiz konusunda Karamanoğlu Mehmet Bey'i aramanızı tavsiye etmem. Zira onu bulduğunuzda suratınıza inecek olanın tokat mı, yoksa tükürük mü olacağını kestiremeyebilirsiniz.

     

    Hamasî sözler gibi gelecek ama; ecdadımızın kanıyla canıyla savaşıp ay-yıldızımızı dalgalandırdığı ülkemizin sokaklarında İngiliz-Amerikan bayrakları dalgalanıyor. Bunlar ses bayrakları. Bütün İngilizce tabelalar benim gözüme İngiliz-Amerikan bayrağı gibi gözüküyor. İçimizdeki Amerikan elçileri olarak bakıyorum ben o insanlara. Çoğu bu ithamı kabul etmez ama Yasin'in dediği gibi "özenti" işte.

     

    Türkçe konusunda ne "oturgaçlı götürgeç" gibi dilde uydurmacılık fikrine, ne de "ok, bye, editleyiverin" gibi dilde batıcılığa destek veriyoruz. Dildeki milliyetçiliğimiz kültür milliyetçiliği olmalıdır. Mesela Arapça, Farsça kökenli diye bir kelimeyi atmayı asla tasvip etmiyoruz. Milletimizin kullana kullana kendi özünde kaynaştırdığı kelimeler Türkçe'dir. Ziya Gökalp'ın ifadeesiyle "Türkçeleşmiş Türkçedir." Dildeki parolamız budur.

     

    Saygılarımla...


  11. eğer kişi dönüşünde samimiyse, geçmişini karıştırmak kedi-köpekliktir.

     

    Hadi o zaman, Hazret-i Ömer'i de geçmişi yüzünden çizsenize? Yapabilir misiniz? Elbette hayır, kimin haddine!.. Kişinin samimiyeti çok önemli. Doğu Perinçek'in bu hareketinde samimi olduğuna inanmıyorum, o yüzden onu geçmişi yüzünden yargılıyorum. İstikamet üzere değil o, bir dönek, bir samimiyetsiz, bir uşak. Kaldı ki ben ulusalcıların ervahından da nefret ederim. Yani yine kurtarmıyor :lol:

     

    Bu genel noktalardan sonra mevzumuza dönelim: Ilıcak dönüşünde samimi mi?

     

    Bence hayır...

     

    Evet çok haklısın kardeşim. Ilıcak dönüşünde samimi mi demişsin. Ben onun dönüşünün 360 derecelik bir açıya sahip olduğunu düşünüyorum. Kırk yıllık Kani, olur mu Yani...


  12. Eyvalla Sevgili kurt arkadaşım.bence sizinkide acayip bi yaklaşım olmuş demeden geçemeyeceğim. bu yazılanları kültür meselesi bakımından ele almanızıda daha bi garipsedim (saygı duymakla beraber) Allah hepimizden razı olsun. sizi tenkit etmiyorum, sonuç itibariyle bunlar kopya edilmiş yazılardır. artı, ben kültürümüzle alakalı birşeyin sözkonusu olmadığı kanaatindeyim! sevgiyle kalın.

     

    Çok teşekkür ediyorum. Cevap yazdığınızı görünce "eyvah, şimdi muhtemelen kendini savunurken bana sataşmıştır" diye düşünerek inanın üzülmeye başlamıştım. Çünkü mesajımın yanlış anlaşılması için biraz ard niyet yeterli olacaktı.

     

    Allah razı olsun, farkınızı ortaya koymuşsunuz. Şahısların değil, fikirlerin karşı karşıya gelmesi budur işte. Çok çok teşekkür ediyorum böyle bir tavır sergilediğiniz için. Zira tartışma çıkabilir, 312. maddeden dolayı mesajlarımız silinebilirdi.

     

    Takdir, teşekkür ve de en derin saygılarımla...


  13. Şu kedi köpek benzetmesine Doğu Perinçek'i örnek vermek istiyorum.

     

    Bu herif bildiğiniz gibi bir zamanlar Mao'cu bir komünistti, sonradan PKK'ya yakınlığıyla nam saldı, şimdi de milliyetçi (ulusalcı) takılıyor.

     

    Nazlı Hanım'ın ayıplarını, savunduğu parti yüzünden görmezden gelebiliyorsanız, buyurun Perinçek'in geçmişini de görmezden gelin.

     

    Madem geçmişini karıştırınca kedi köpek oluyoruz, buyurun size tertemiz bir vatan evladı (!) DOĞU PERİNÇEK !


  14. Yasin kardeşim çok ama çok iyi niyetli davrandığını düşünüyorum. Fotoğraf sahte değil, bu fotoğrafı kimin niye piyasaya sürdüğü mü önemli yoksa o fotoğrafta yapılanlar mı?

     

    Kedi köpek benzetmeni de hiç hoş karşılamıyorum. Diyeceksin ki seni kastetmedim, olabilir. Üstad o lafı kullandı diye hiç kimsenin geçmişini karıştıramayacak mıyız? Yahu o fotoğraftaki iki kareye bir daha bakın.

     

    ÇYDD Başkanı Türkan Saylan'ın yüzüne bakınca içimde nasıl bir kin meydana geliyorsa Nazlı Ilıcak'ı görünce de aynı duyguları hissediyorum. İki yüzlülük, riyakârlık suratındaki boyaları kapatmaya yetiyor.

     

    Benim türbanımı, başörtümü BUNLARIN DİLİNE DOLAMAKTAN SİZ MEMNUN MUSUNUZ?


  15. Türk siyaseti ve basınında yer alan belki de en samimiyetsiz insan bana göre Nazlı Ilıcak.

     

    Manevi kadroların destekçisi olmasına rağmen manevi olarak hiç bir iz göremediğimiz bu kadın bu günlerde oğluyla birlikte Fox Tv'de bir program yapıyor.

     

    Sizlere bu son derece maneviyatçı (!) ana-oğulla ilgili bir fotoğraf paylaşmak istedim. Bunların samimiyetini anlarsınız sanırım.

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    (mehmet) Fotoğrafta müstehcen unsurlar bulunduğundan, fotoğrafın silinmesi uygun görülmüştür. (mehmet)

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    Bu gayriahlâkî görüntüler için affınıza sığınıyorum. Biz buraya koymaya utanırken bu reziller utanmazlıkta sınır tanımıyorlar.

     

    Bunların dinî konuları savunur görünmelerine dayanamıyorum arkadaşlar, çok sinir bozucu bir durum!

     

    Saygılarımla...


  16. Neden insanlar birbirlerine sarilinca saga-sola sallanirlar?

     

    Neden insanlar kapali bir alandan yagmur yagan alana çikinca kafalarini egerler? Yagmura duyulan saygidan midir yoksa ondan tirstigimiz için midir? :lol::)

     

    Televizyona çikan insanlar neden kendilerini Türkiye deki bütün insanlarin izledigini sanirlar? Örn: Su anda 70 milyon kisi bizi izliyor...

     

    Neden bozulan otobüsün yolculari bizim otobüsümüze aktarildiginda onlara mültecilermis gibi bakariz?

     

    Neden bazi kizlarimiz sirin bir hayvancagiz gördüklerinde "inanmiyorum!" derler, inanilmayacak olan nedir?

     

    Cumartesi ve Pazartesi nin neden kendi isimleri yoktur?

     

    Neden ilanlarda "doktordan temiz araba" diye yazilir? Hipokrat yemininde"arabami temiz kullanacagim" seklinde bir madde mi vardir?

     

    Bulmacalarda boru sesinin karsiligi neden hep "ti"dir? Bulmacalari hazirlayan arkadaslar hiç "ti" diye ses çikaran

    boru görmüsler midir? :)

     

    Dügünlerde neden "Dom Dom Kursunu" ile göbek atilmaktadir. "Bir avci vurdu beni, bin avci beni yedi" gibi sözler esliginde kendinden geçen baska milletler var midir?

     

    biz insanlar ne acayipizya :)

     

    Sarılınca sağa sola sallanmanın kesinlikle kültüre dayalı bir cevabı vardır. Bir samimiyet şeklidir. Hani yabancı filmlerde görmüşsünüzdür; iki zenci biraraya geldi mi yumruklarını çakıştırırlar "hiyeyyyy dostum" gibisinden muhabbetlere girerler ya. Bu sağa sola salınım da bizim kültürümüzün bir parçasıdır işte.

     

    Yağmur olayına gelince; ben gözlük kullandığım için gözlüklerim ıslanmasın deyü başımı öne eğiyorum ama gözlüksüz insanlar niye öyle yapıyorlar ki? Belki rahmete olan saygıdandır dediğiniz gibi. Nasrettin Hoca'ya niye yağmurdan kaçtığını sormuşlar, demişler ki "Rahmetten kaçılır mı?" O da demiş ki "Rahmete basmamak için kaçıyorum"

     

    Dom Dom Kurşunu gibi birçok türkümüz vardır. Hepsi bizim içimizden çıkmıştır, anamızın sütü gibi tertemiz ve helaldir. Yarın bir gün düğünlerimizde İngilizce Rep eşliğinde kendinden geçenleri görürseniz "acayip"liğin nerde olduğunu bir kez daha düşünürsünüz belki...

     

    Önemli Not:

     

    Yazmış olduğunuz soruların çoğunu gülerek okudum, Allah razı olsun. İşte bir kaç soru karşısındaki tavrımı ve fikrimi de belirtmeden edemedim.

     

    Cevaplarım karşısında şaşırmış olabilirsiniz. "Komiklik olsun diye yazmıştım ben bunları, amma da ciddiye almışsınız" diyebilirsiniz. Fakat mazur görün; kültürüme ait meselelerde hassasiyet göstermek gerektiği inancındayım. Bize ait olan değerlere "acayip" gözüyle bakmak bana göre en büyük "acayiplik."

     

    Herkes fikrini belirtmekte serbest tabi...

     

     

    Saygılarımla...


  17. Efendim şu Bağcılar Lisesi olayıyla birlikte fırsat düşkünlerine fırssat verilmiş olduğu ve dinini yaşamak isteyen insanların zor durumda bırakıldığı kanaatindeyim.

     

    Bu olay bana İmam Hatiplerin hangi hükümet döneminde kapatıldığı sorusunu hatırlattı.


  18. KKTC'deki milli ve manevi kuşatılmışlığı hiç kimse inkâr edemez elbette. Ömrünü Kıbrıs davası için harcayan fedakâr devlet adamı Rauf Denktaş da bu eksikliğin farkındadır. Rauf Bey'i suçlamak bana göre bizim haddimiz ve hakkımız değil; bardağın boş tarafını görmekte ısrar etmek demek olur diye düşünüyorum.

     

    Fakat şöyle düşünecek olursak; KKTC milli ve manevi yönden kuşatma altında da Türkiye değil mi? Bu ülkede de insanlar sakallarından çekilerek yerlerde süründürüldü, Kur'an-ı Kerim'ler yerlere atıldı.

     

    Türk'e ve İslam'a karşı yapılan çirkin saldırılar ülkeyle (Türkiye, KKTC vb) sınırlandırılamaz. Genel bir tehdit söz konusudur. Bugün için kanayan bir çok yaramız var: Doğu Türkistan, Filistin, Kerkük, Keşmir vb. Her yerden Müslüman'ın Türk'ün feryatları yükseliyor.

     

    Kuşatılan ülke değil, İSLAMİYET ve onun sancaktarı TÜRKLÜK !

     

    Meselenin ne olduğunu görüp çözüm üretmek varken suçu şuna buna yükleyip insanları sadece kuru eleştiriye maruz bırakmak bize bir yarar getirmez.

     

    Millî ve manevî yönden büyük bir kuşatma altındayız. İşte mesele bu! Çözüm ise özümüze sımsıkı bağlanmak ekseninde geliştirilebilir.

     

    Saygılarımla...


  19. Üstad'dan...

     

    Nâzım Hikmet!

    Nafile çabalıyorsun.

    Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.

    Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.

     

    Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.

     

    Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başıyla fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.

     

    Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.

    O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kim bilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, Beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.

     

    Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:

    Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?

    Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?

    Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?

    Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten men ederler.

    Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmayan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.

    Şimdi bana -tam da senden bekleyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlik reklâm açık gözlülüğünü... Senin nene mukabele edeyim?

     

    Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarmaş dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?

     

    İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?

    Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktiyle vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!

     

    Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemeyeceğim.

    Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.

     

    Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman...

     

    Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.

    İşte görüp göreceğin rahmet!

     

    (11 Nisan 1936)


  20. Bunların fikriyatının çağdaşlık değil çağdışılık olduğunu elhamdülillah biliyoruz, milletimiz de biliyor. Bu zihniyetten Rabbim bizleri muhafaza buyursun.

     

    Milletimize barbar diyen Türkan Saylan'ın altı okundan biri Milliyetçilik olan bir partiden olması da o partinin milliyetçilik konusundaki samimiyetini ortaya koymak açısından dikkate değer.

     

    Allah ıslah eylesin, ne diyelim...

×
×
  • Create New...