Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. Bergson'un söylediklerini yüzyıllar öncesinden şu veya bu şekilde Veliler söylemiyor muydu? Nice mutasavvıf maddenin paylaştıkça azaldığını, İlahi aşkın, muhabbetin, feyzin paylaşıldıkça çoğaldığını söylemiyor muydu? Yunus Emre, milletimizin diliyle ''Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan'' demiyor muydu? Bu mısralar basit gibi dursa da, ahireti anlatsa da, maddenin bir nevi önemsizliğini anlatmıyor mu? İmam Gazali Hz'i, Bergson'un söyledilerini ve daha fazlasını dinimize dayandırarak söylemiyor muydu? Mevlana Hz'i zahir gözle bakınca herşeyin hallolmayacağını söylemiyor muydı?

     

    Bunları bir Avrupalı söyleyince mühim oluyor da, bir Müslüman söyleyince neden kimse önemsemiyor?

     

    Bu önemsenme mevzusunu, birçok yere bağlayabiliriz. T.C. inkilaplarının körü körüne Batıya taklit etmesi, bunun ötesinde dinimize yaptıklarını muasır medeniyetler teranesine dayandırması, Eski ve (maddede değil manada) sefil yeni arasında kalan insanların sefil yeniyi seçerek git gide yozlaşması...

     

    Bergson'un fikirleri umulur ki insanların dinimizi kabul etmesine ön ayak olur. Umulur ki, Hristiyanların ruhbanlık anlayışına katkı da bulunmaz. Hristiyanların nefslerine zulm etmelerine değil de, nefslerini teskin ederek Hakkı bulmalarına yardımcı olur. Yani dinimizi...

     

    Bergson beş para etmez adamın teki midir? Hayır. Bergson şu bakımdan mühimdir; ''İlahi vahyi mesned edinmeden bazı doğrulara ulaşması bakımından önemlidir.'' Kimbilir belki de doğrularını bizden çarpmıştır :) Şaka gibi geliyor, lakin doğru olma ihtimali az değil. Belirtilen doğruları sadece Bergson söylemiş gibi kabul etmek aptallıktır.

     

    Üstad'ın dediği gibi, ''Komünizm mi bir Yahudi kurdu ve başka bir Yahudi yıktı.'

     

    Sitemizde ki bir link vasıtasıyla dinlediğim (youtube de var), Mehmed Niyazi'nin Üstad'ı anlattığı konuşmasında şundan basediyordu: Bergson'un müsait olmasını fırsat bilerek etrafını kuşatan gazeteciler soruyor; ''Efendim, yerinize bırakabileceğiniz bir kişi var mı?'' ''Yok''. ''Peki ya, elinize böyle bir öğrenci geçti mi?'' Klasik felsefeyle alakalı bazı şeyleri açıkladıktan sonra şöyle diyor, ''Necip Fazıl diye bir öğrencim vardı, o da kabına sığmazın tekiydi.'' Malumunuz, Üstad bir sene Fransa'da okuduktan sonra ülkemize dönüyor. Üstad'ın fikirde ki mühim istidadını Bergson sezmiş :D

     

    Her selim akıl kabul eder ki, Üstad'ın fikirlerinin yanın da Bergson'un esamesi bile okunmaz. Belirttiğimiz gibi Bergson'un önemi fikirlerinin doğruları belirtmesinden ve materyalist felsefenin yıkılmasına ön ayak olmasındandır. Yine belirttiğimiz gibi, Bergson'un söylediklerini ve namütenahi fazlasını Veliler'imiz, büyüklerimiz, Efendimiz (s.a.v) yüzyıllar öncesinden söylemiştir.


  2. 90 / SALÂT Ü SELÂM GETİRENLERİN KAZANCI

     

    Ebû Talha el-Ensârî radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi.

     

    Sevinçli olduğu mübarek yüzünden okunuyordu.

     

    Sahâbiler, ''Ey Allah'ın Elçisi! Sevinçli olduğunuzu yüzünüzden anlıyoruz'' dediler.

     

    Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ''Evet, sevinçliyim'' buyurdu, ve sevincinin sebebini şöyle açıkladı:

     

    ''Bana bir melek geldi ve 'Muhammed! Aziz ve Celîl olan Rabbin sana şöyle diyor:

     

    Ümmetinden sana kim salâvat getirirse, ona on salâvat sevabı vereceğim; Bu seni memnun etmez mi?' diye sordu. Ben de 'Elbette memnun eder' dedim. İşte buna seviniyorum.''

    .........

    Nesaî, Sehv 47, 55; Dârimî, Rikak 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 30; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 481-482, nr. 829.


  3. 89 / İKİ SORU, İKİ CEVAP

     

    Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in yanındaydım.

     

    Ensârdan bir adam onun yanına gelip selâm verdi, sonra da, ''Ey Allah'ın Elçisi! Hangi mü'min daha faziletlidir?'' diye sordu.

     

    Hz. Peygamber ona ''Ahlâkı iyi olan'' diye cevap verdi.

     

    ''Hangi mü'min daha zekidir?'' diye sorunca da, ''Ölümü en çok hatırlayan, ve ölüm sonrası için en iyi şekilde hazırlananlar, işte bunlar en zeki mü'minlerdir'' buyurdu.

    ............

    İbni Mâce, Zühd 31; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, III, 372-373, nr. 1384.


  4. 88 / ONA NE VERECEKTİN?

     

    Abdullah ibni Âmir radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem salallahu aleyhi ve sellem bize gelmişti.

     

    O zamanlar henüz çocuktum.

     

    Oynamak için sokağa çıkmıştım.

     

    Annem, ''Abdullah! Buraya gel! Bak sana ne vereceğim!'' diye beni çağırdı.

     

    Peygamber Efendimiz anneme, ''Ona ne verecektin?'' diye sordu.

     

    Annem de, ''Bir hurma verecektim'' dedi.

     

    Bunun üzerine Hz. Peygamber anneme şunu söyledi:

     

    ''Eğer çocuğa birşey vermeseydin, senin hakkında 'Bir yalan söyledi' diye yazılacaktı.''

    ........

    Ebû Dâvûd, Edeb 80; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 447; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 73, nr. 748.


  5. 87 / GÖZÜN AYDIN!

     

    Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallallahu aleyhi ve sellem ateşli bir hastalığa yakalanan Sahâbîsini ziyaret etti.

     

    Yanında ben de vardım.

     

    Hastaya şunları söyledi:

     

    ''Gözün aydın! Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: 'Hastalık benim ateşimdir; mü'min kulumu (1) âhirette payına düşecek Cehennem ateşine karşılık olmaz üzere, dünyada onunla rahatsız ederim.''

    ..........

    Tirmizî, Tıb 35; İbni Mâce, Tıb 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 440; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 98, nr. 557

     

    (1) Sünen-i İbni Mâce ile Müsned'de ''mü'min kulumu,'' Sünen-i Tirmizî'de ise ''günahkar kulumu'' şeklinde geçmektedir.


  6. 86 / EBÛ RÂFI' NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in âzât ettiği kölesi Ebû Râfı' Eslem anlatıyor:

     

    Mekkeliler beni Hz. Peygamber'e elçi göndermişlerdi.

     

    Peygamber Efendimizi görünce, gönlümde Müslüman olma arzusu uyandı.

     

    ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedim.

     

    ''Vallahi ben Kureyşlilerin yanına dönmeyeceğim.''

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     

    ''Ben yaptığım sözleşmeye aykırı davranmam; elçileri de alıkoymam. Şimdi sen geri dön; eğer şu anda hissettiğin duyguları orada yine hissedecek olursan, buraya dön gel!''

     

    Bunun üzerine Mekke'ye gittim.

     

    Sonra Peygamber Efendimizin yanına dönüp Müslüman oldum.

    .......

    Ebû Dâvûd, Cihâd 151; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 8; Elbâni, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 315-316, nr. 702.


  7. Eserin sonuna doğru gelirken enerjinden hiçbir kaybın olmayan Vakıf kardeşim, sana maşallah. İstidadın ve irfanın iç içe geçmiş, birbirini tamamlıyor. Seni merhale merhale yoğuruyor. Bu keyifli çalışmayı sıkılımadan, üşenmeden ve yorulmadan daha da keyifli hale getiren sana teşekkür ederim. Burada herhangi bir mesajdaki herhangi bir olayı hayata tatbik ve düstur dahi bizler için saadettir. Allah bizlere saadeti yakalayanlardan eylesin...

     

    Teşekkür ederim, BDG abi Allah razı olsun. Bu mesajın hoşnutluğuyla şevke geldim, bir hatıra daha yazayım :)


  8. 85 / HZ. ÂİŞE YAHUDİLERE NİÇİN KIZDI?

     

    Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in yanındaydım.

     

    Bir Yahudi huzuruna girmek için izin istedi, o da verdi.

     

    Yahudi içeri girince, ''Es-sâmü aleyke yâ Muhammed'' dedi (1)

     

    Hz. Peygamber de, ''Ve aleyke'' diye karşılık verdi. (2)

     

    Ben, yaptığı bu terbiyesizlik dolayısıyla Yahudiye cevap vermek istedim, fakat Hz. Peygamber'in bundan hoşlanmayacağını bildiğim için sustum.

     

    Derken bir Yahudi daha geldi; o da, ''Es-sâmü aleyke'' dedi.

     

    Hz. Peygamber ona da, ''Ve aleyke'' diye karşılık verdi.

     

    Ben yine Yahudiye cevap vermek istedim, fakat Hz. Peygamber'in bundan hoşlanmayacağını bildiğim için sustum.

     

    Derken bir Yahudi daha geldi; o da, ''Es-sâmü aleyke'' dedi.

     

    Hz. Peygamber ona da, ''Ve aleyke'' diye karşılık verdi.

     

    Ben yine Yahudiye cevap vermek istedim, fakat Hz. Peygamber'in memnun kalmayacağını düşünüp vazgeçtim.

     

    Daha sonra üçüncü bir Yahudi geldi; o da, ''Es-sâmü aleyke'' deyince, artık dayanamadım ve, ''Allah senin canını alsın, Allah'ın gazabı, lâneti senin üzerine olsun, maymunların, domuzların kardeşleri! Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde mi selâmlıyorsunuz?'' diye çıkıştım.

     

    Hz. Peygamber bana şunları söyledi:

     

    ''Âişe! Allah çirkin davranışı, kötü sözü sevmez; onlar bana lâf attılar, biz de kendilerine iade ettik. Onların lafı bize zarar vermez. Yahudiler kıskanç bir millettir. Onlar Allah'ın bize lutfetttiği güzellikleri kıyamete kadar kıskanacaklardır. En çok da kendilerine nasip olmayıp bize bağışlanan Cuma gününü, Allah'ın bize verip onlara vermediği kıblemizi, bizim selâmlaşmamızı, ve imamın arkasında, Fâtiha Sûresinden sonra 'Âmîn' dememizi kıskanırlar.''

    .........

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 134 - 135; İbn Huzeyme, es-Sahîh (nşr. Muhammed Mustafâ el-Azamî), Beyrut 1390/1970, I, 288, III, 38-39; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 306-307.

     

    (1) Yahudi, Hz. Peygamber'e ''es-selâmü aleyke'' diye selâm veriyormuş gibi yaptı, lâfı birazda gürültüye getirerek ''Allah canını alsın'' anlamında ''es-sâmü aleyke'' dedi.

    (2) Hz. Peygamber de ona ''Senin üzerine olsun'' anlamında ''Ve aleyke'' diye cevap verdi.


  9. 84 / NE KADAR SALÂVAT-I ŞERİFE GETİRMELİ?

     

    Übey ibni Kâ'b radıyallahu anh şöyle diyor:

     

    Bir defasında, gecenin üçte birini geçince, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem uyanıp kalktı ve şöyle buyurdu:

     

    ''İnsanlar! Allah'ı zikrediniz! Yeri yerinden oynatan birinci sûr üflenecek. Evet, ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak.''

     

    Übey şöyle diyor:

     

    Hz. Peygamber'e, ''Yâ Resûlallah!'' dedim.

     

    ''Ben sana çok salâvat-i şerîfe getiriyorum. Acaba ne kadar salâvat-i şerîfe getirmem gerekir?''

     

    ''Dilediğin kadar.''

     

    ''Dualarımın dörtte birini salâvat-i şerîfeye ayırsam uygun olur mu?''

     

    ''Dilediğin kadar ayır. Ama daha fazla zaman ayırırsan senin için iyi olur.''

     

    ''Öyleyse duamın yarısını salâvat-i şerîfeye ayırayım.''

     

    ''Dilediğin kadar yap. Ama daha çok yaparsan senin için daha hayırlı olur.''

     

    ''Şu halde üçte ikisi yeter mi?''

     

    ''İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için hayırlı olur.''

     

    ''Öyleyse duaya ayırdığım zamanın tamamında sana salâvat-ı şerîfe getirsem nasıl olur?''

     

    ''O takdirde Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.''

    .......

    Tirmizî, Kıyâmet 23; Abd b. Humeyd. Müsned (nşr. Subhî Bedrî es-Sâmerrâî, Mahmûd Muhammed Halîl), Kahire 1408/1988, I 89.


  10. Arkadaşlar ''zaman'' nedir? Zihnim bu soruya makûl bir cevap veremiyor. Kendi kendime yaptığım mülahazalar beni tatmin etmiyor. Yalnız şu hüküm mutlak doğruyu belirtiyor olsa gerek, zaman, yeryüzünde mekan ile bir mana ifade ediyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Veda Hutbesi'nde şöyle buyuruyor: <<İşte zaman, devrini tekrarlıya tekrarlıya, Allah'ın yeri ve göğü yarattığı ilk anda ki çıkış noktasına döndü.>> Bu Hadis'i de anlamış değilim, bu Hadis'in şerhini de bulamadım. Zamanın ne olduğunu fiziğin muhtevasıyla açıklayan bazı makaleler okudum. Bunlar zamanı maddeyle açıklıyor. Madde ötesini tamamen maddeyle açıklamak da neyin nesi? Hareketlerimiz zamanın somut hali olabilir ama zamanı tam manasıyla açıklayamaz.

     

    Seyyid Ahmet Arvasi'nin, Kendini Arayan İnsan adlı kitabında ''Mekan-Zaman-Yaratan'' adlı başlığı okudum. Oradan çıkardığım sonuç şu zaman, mekanı aşmak istiyor? Peki ya, bu nasıl olacak? Bir de, maddenin tekamülü ''yaratma'' mefhumunun nasıl olduğunu değil, ne olduğunu açıklıyormuş. Bunun zaman ile alakası var ama ne? Yine de en tatmin edici cevapları o kitapta buldum. Arkadaşlar, ben bu işin içinden çıkamadım. Sizin de aklınızı fazla karıştırmadan cevap bekliyorum. Bu hususlarda fikir yürütecek, muteber kaynaklardan bilgi iktibas edebilecek arkadaşların yazılarını bekliyorum. Umarım bu başlık, sadece benim yazdığım bu yazıyla sınırlı kalmaz. Ya da en azından ,benim gibi bu mefhumu çözemeyen arkadaşlar, bu mefhumu çözemediklerini belirtsin :)

     

    Bakalım, Üstad ne diyor?

     

    Zaman

     

    Zaman, sudan çıkarıp suya daldıran dolap;

    Bir varlık ve bir yokluk; her tasta bir inkılâp...

     

     

    Zaman

     

    Nedir zaman, nedir?

    Bir su mu, bir kuş mu?

    Nedir zaman, nedir?

    İniş mi, yokuş mu?

     

    Bir sese benziyor;

    Arkanız hep zifir!

    Bir sese benziyor;

    Önünüz tüm kabir!

     

    Belki de bir hırsız;

    İzi, lekesi var.

    Belki de bir hırsız;

    O yok, gölgesi var.

     

    Annesi azabın,

    Sonsuzluk, şarkısı.

    Annesi azabın,

    Cinnetin tıpkısı.

     

    İçimde bir nokta;

    Dönüyor aleve.

    İçimde bir nokta;

    Beynimde bir güve.

     

    Akrep ve yelkovan,

    Varlığın nabzında.

    Akrep ve yelkovan,

    Yokluğun ağzında.

     

    Zamanın çarkları,

    Sizi yürütüyor!

    Zamanın çarkları,

    Beni öğütüyor.

     

    Zaman her yerde ve

    Her şeyin içinde.

    Zaman her yerde ve

    Acem'de ve Çin'de.

     

    Kime kaçsam ondan;

    Ha yakın, ha ırak?

    Kime kaçsam ondan;

    Ya sema, ya toprak...

    • Like 1

  11. Beynim mi uyuştu ne oldu (!) Hamle yapmaktan bile aciz kaldım bu konuda, ne hikmetse? Affola.

    ...

     

     

    Ali abi, seni gayet iyi anlıyorum. İki gün önce buraya yazmaya niyetlendim, bir paragrafı yazana kadar canım çıktı. Mesele, odaklanıp yazmakta, gerisi çorap söküğü gibi geliyor. İnşallah seneye katılım bu kadar düşük olmaz. Bize çok güzel yazılarını tattıracak olan kardeşlerimiz de yazsaydı iyi olurdu.


  12. 83 / SEVAP KAZANMANIN YOLLARI

     

    Ebû Zer radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, ''Güneşin doğduğu hergün herkesin sadaka vermesi gerekir'' buyurmuştu.

     

    ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedim.

     

    ''Bizim malımız yok ki, sadakayı nasıl verelim?''

     

    Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

     

    ''Şu saydıklarımın her biri sadakadır: Allahü ekber diye tekbir getirmek, sübhânallah demek, elhamdü lillha demek, lâilahe ilallah demek, estağfurullah demek, iyiliğe teşvik edip kötülüğü engellemek, insanların gelip geçtiği yoldan dikeni, kemiği, taşı kaldırıp atmak, gözleri görmeyeni gideceği yere götürmek, sağır ve dilsize, bir şeyi anlayıncaya kadar anlatmaya çalışmak, bildiğin bir yeri senden sorup öğrenmek isteyene yol göstermek, sıkıntıda olup senden yardım istiyenin yardımına koşmak, güçsüz birine var gücünle yardım etmek... İşte bunlar kendin verdiğin birer sadaka yerine geçer. Hattâ eşinle cinsel ilişkide bulunman bile sadakadır.''

     

    ''Cinsel isteğini tatmin etmek benim için nasıl sevap olabilir?'' diye sordum.

     

    Bunun üzerine bana, ''Bir çocuğun doğsa, büyüyüp aklı başında biri olsa, onun sana faydalı olmasını beklerken ölüverse, beklemez miydin?'' diye sordu.

     

    ''Elbette beklerdim'' dedim.

     

    ''Peki o çocuğu sen mi yarattın?''

     

    ''Hayır, kesinlikle, onu elbette Allah yarattı.''

     

    ''O çocuğu doğru yola sen mi ilettin?''

     

    ''Elbette hayır, onu doğru yola Allah iletti.''

     

    ''Hayır, elbette Allah veriyordu.''

     

    ''İşte durum böyle. Sen cinsel isteğini helâl yoldan tatmin et; onu haramdan uzak tut. Doğacak çocuğu Allah Teâlâ dilerse yaşatır, dilerse öldürür; bu da senin için sevap olur.''

    ..........

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, V 168-169; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 117-119.


  13. 82 / İYİ İLE KÖTÜNÜN ÖLÇÜSÜ

     

    Ebû Ümâme Suday ibni Aclân radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Bir adam Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'e ''Ey Allah'ın Elçisi! İmân nedir?'' diye sordu.

     

    Peygamber Efendimiz ona ''Yaptığın iyilik sevindirir, işlediğin kötülük de seni üzerse, sen mü'minsin'' buyurdu.

     

    Bu defa adam ''Ey Allah'ın Elçisi! Günah nedir?'' diye sordu.

     

    Hz. Peygamber ona şunu söyledi:

     

    ''Birşey kalbini tırmalarsa, onu yapma!''

    ...........

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 252, 255; Hâkim, el-Müstedrek, I, 58-59, II, 16 ; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 91, nr. 550.


  14. 81 / KADINLARIN BÎATI

     

    Rukayka kızı Ümeyme radıyallahu anhâ anlatıyor:

     

    Medineli bir grup kadınla birlikte İslâmiyeti kabul ettiğimize dair bîat(1) etmek üzere Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in huzuruna çıktık ve ''Ey Allah'ın Elçisi! Sana söz veriyoruz: Allah'tan başkasını tanrı yerine koymayacağız, hırsızlık yapmayacağız, zina etmeyeceğiz, çocuklarımızı öldürmeyeceğiz, hiç yoktan yalan uydurup iftira etmeyeceğiz, ve bildireceğin hiçbir gerçeğe karşı çıkmayacağız'' dedik.

     

    Peygamber Efendimiz, ''Gücünüzün yettiği ve elinizden geldiği kadarıyla'' buyurunca, ''Allah ve Resûlü bize bizden daha merhametli. Ey Allah'ın Elçisi! Elini uzat da sana bîat edelim'' dedik.

     

    Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

     

    ''Ben kadınlarla tokalaşmam; bir kadına söylediğim söz, yüz kadına söylediğim söz gibidir.''

    .............

    Mâlik, Muvatta' Bey'at 2; Tirmizî, Siyer 37; Nesâî, Bey'at 17; İbni Mâce, Cihâd 43.

     

    (1) Bîat: Peygamber'e, buyruklarına itaat edeceğine; devlet başkanına ise, yönetimi tanıyacağına söz vermek.


  15. ÜSTAD

     

    Geçen sene üniversiteyi kazandım. Yeni bir şehir, insanlar, suretler, sahtelikler, hakikatler, süfli yaşamlarını ulvi sanan güruh... O demlerde hayatımda dinin ehemmiyeti pek az. Eşya ve hadiselerin nefsin tahakkümünde ruhumu ezdiği, çiğnediği, yerle yeksan ettiği demler... Ense kökünde boşluğunu gezdirenler gibi saadetin, hakikatin yolunu nefsimde arıyorum. Nafile arayışlar... Bu girift meseleyi posalaştırıp kabaca şu hükme varıyorum. Anne-baba sevgisi, dost, maddiyat, mecazi aşkta saadet bir yere kadar. Hele mecazi aşk, helâlin olmayan bir kıza sevdalanma, kalbimde Allah ve Resûl sevgisini neredeyse hiçe indiriyor, diğerleri bu sevgiye mâni değil.. Diyorum, Allah'ın emir ve yasaklarına tam manasiyle iman etmedikçe herşey boş, bomboş. Peki, bu nasıl olacak? Allah, yardım eder. ''Allah'tan gayrı herşey batıl.'' Varoluş gayesinden habersiz bir gencin, bu hükümlere varması muazzam bir hadise...

     

    Bir akşam internet kafeye gidiyorum, bir arkadaşımla işimiz var. Aklıma nerden ve nasıl geldiğini hatırlayamıyorum. Büyük Doğu'nun resmi sitesine giriyorum.

    Üstad'ın hayatını okuyorum. Üstad'ın biyografisinin sonundakileri okuyorum.

     

    Hayatım, başından beri muazzam birşeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum. BİRİNİ...

    O, kim mi?

    Allahın Sevgilisi...

    Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedîlik sarayının paslanmaz tâcı...

    Tek dâva O'nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

    Binbir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahat saadeti karşısında şaşkın, hep o BİR etrafında helezonlar çizen bir hayat...

    Benim hayatım budur!''

     

    Bunu okuduktan sonra, ağlamak nedir bilmeyenin gözleri doluyor ve kendimi internet kafenin tuvaletine zor atıyorum. Bu ufak yazı bana öyle tesir ediyor ki, yaklaşık bir hafta boyunca aklıma geldikçe gözlerim doluyor, ağlıyorum. Kendini arayan bir genç, bu yazı da kendini buluyor. Üstad'ın hayatını anlattığı O ve Ben'i bir yerden öğrenip alıyorum. O ve Ben'de, Üstad'da ya kendimden birşeyler buluyorum ya da onda kendimden birşeyler buluyorum.. Kitabın esas yerine geliyorum, Efendi Hazretleri'nin sözleri yüreğime hançer gibi saplanıyor. Hayatımda hiç evliya nedir bilmemişim. Okudukça sendeleniyor ve tarifi kabil olmayan iştiyakla kitabı sindire sindire okuyorum. Kitabın üzerimde ki tesiri hayatımı her yönüyle İslâm'a mutabık kılma cehdini verecek raddede. ''Bir evliyanın kitabını okumak, onunla hasbihal etmenin yarısıdır'' diye bir düstur vardır. Kitabın yazarı din büyüğü değil lâkin bir evliyayı anlatıyor. Namaz kılmayı çocukken annem öğretmişti, iki üç sene namaz kılmayınca haliyle namaz kılma ve dualar unutuluyor. Namaza başlayacağım ama nasıl? O kadar sefil bir insanım ki temel dini kaideleri nereden bulacağımı bilmiyorum. Kitapçı da üzerinde ''Büyük Namaz Hocası'' yazan Mehmet Dikmen'in kitabını alıyorum. Bir de Ahmet Cevdet Paşa'nın Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hayatını anlatan eserini memlekete gittiğimde alıyor ve okuyorum. Kitabın sonlarına doğru Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in vefatıyla masaya kapanıp, sanki Peygamber Efendimiz (s.a.v) ben hayatteyken ölmüş gibi ağlıyorum. Okudukça anlıyorum ki, esas yol bu yol. Hiçbir insan sevgiyi Peygamber Efendimiz (s.a.v) kadar haketmiyor ve onu sevipte kaybeden yok. Gün içerisinde aklıma Efendimiz (s.a.v) gelip içim yanmıyorsa, onun sözlerinin, sünnetlerinin hayatımda yeri yoksa ben niye yaşıyayım? O ve Ben'de, Efendi Hazretleri'nin Üstad'a ''namazını kıl'' telkinleri direkt bana söylenmişçesine tesir ediyor. Çevremde ki insanların namaz kılmamasına rağmen namaza devam etme hususunda ısrar ediyorum. Bazı Hadis kitaplarını alıyorum ve ilmimle amel etmeyi prensip haline getirmek o demlerde tek meselem. Koskoca yurtta ve sınıfta beş vakit namaz kılan kimse yok. Dinî ve ilmi mevzularda hasbihal edebileğim kimsenin olmaması beni kahrediyor. Her gece yatsıyı kılmak için nefsimle mücadele ederken, en sonunda bir anda olduğumdan yerden fırlayıp abdestimi alıyorum. Bu sistemin küfür sistemi olduğundan bihaber, nefsiyle hemhâl insanları gördükçe üzülüyor ve mütemadiyen içimden Allah'a hidayete ermeleri için dua ediyorum. Küfürbaz, kavgacı, beynamaz, ahlaksız; hayvan meşrepli ben yavaş yavaş değişiyorum.

     

    Hayatımı müspet istikamette değiştiren bu hadisenin ardından yaklaşık dört, beş ay geçiyor. Bundan sonra selametteyim zannediyorum. Beni öyle bir hâl alıyor ki nefsin ve şeytanın vesveselerinde kafamı duvarlara vuracak hale geliyorum.Gün geçtikçe bu hâl beni büsbütün sarıyor ve kimseye soramayacağım vesvesenin mahsülü sorular bana neredeyse cinnet geçirtiyor. Bu hâlimi kimseye açamıyorum. Her an, her saniye vesvese... Doğruları tahammül seviyesinin üstünde ve kabullenemez hâle getiren bu hâlin adı ''hatarat''. ''Hatarat'' mevzuunda Allah'ı inkardan nice küfürlere kadar her kötü şey var... O ve Ben'de geçenleri ve sitemizde bu hususla alâkalı şeyleri okuyorum. Bu hâl ile süregelen dördüncü gün çıldırma noktasına geliyor ve kafamı duvarlara vurmaktan kendimi alamıyorum.Dördüncü gün sabaha kadar meâl, hâdis okuyorum. Hatarı def etmenin metodlarını uyguluyorum. Sabah namazının vaktinin girmesiyle beraber bir anda üzerimde ki hâl kayboluyor ve bir anda nasıl böyle oldum, anlayamıyorum. Allah'ım bu ne saadet, sana şükürler olsun. Bir anda dünyam tersine müspet istikamette döndü. Yurdun kahvaltı saatini bekliyorum, sonra güya yatacağım. Kahvaltı da bir arkadaşım, ''Mevlid Kandil'in mübarek olsun'' deyince şaka yaptığını zannediyorum. Arkadaşım, ısrarla şaka yapmadığını söylerken kafam dank ediyor ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in dünyaya geldiği gün olduğu için ''hatarlardan'' kurtulduğumu anlıyorum. Allah'ım sen nelere kadirsin. Mübarek gün ve geceleri (Ramazan ayı hariç) inkar eden İbn-i Temiyye denen kâfire inanadursunlar(!). Dinde reform adı altındaki fikirlerini Temiyye'den yola çıkarak savunan Muhammed Abduh ve Afgani sempatizanları gaflet denizinde yüzedursunlar...

     

    ''Zehrile pişen aşı, yemeğe kim gelir''

     

    Yunus Emre'nin ''Şol Benim Şeyhimi'' adlı şiirinin son mısrasında dile getirdiği bu mısra da ''Hatarat'' kastediliyor ve bu yola girenlere mahsus... ''Hatarat'' mevzuu bu hâli yaşayanların yola girdiğine işaret Ben bu anlattıklarımı, Efendi Hazretleri'ne (Abdulhakim Arvasi Hz.) olan sevgi ve sadakatimin tecellisi diye izah edebilirim. Ve de onun ruhaniyeti... Bu hâl ile kavrulan sahabelerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) ''İmanın kemalindendir'' cevabını veriyor. Bu benim mübarek bir zat olduğumu göstermez sadece yola girdiğime delalettir. Benim hiçbir tarikat veya cemaatle uzaktan yakından fiilen alakamın olmaması ayrı bir mevzu.

     

    "Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir?"

    Dilsizce, yalnız Allah demeye kimler gelir?

     

    Üstad ''Dilsizce, yalnız Allah demeye kimler gelir?'' mısraı ise tasavvufta kalp ile Allah'ı zikretmeye delalet ediyor.

     

    Yunus Emre kalp ile yapılan zikri ''Dil hanesi pür nur olur'' şiirinde şöyle dile getiriyor. ''Esrar-ı zikrullah'' yani kalp ile yapılan zikir.

     

    DİL HANESİ PÜR NUR OLUR..

     

    Dil hanesi pür nur olur,

    Envar-ı Zikrullah ile.

    İklim-i dil ma’mur olur,

    Mi’mar-i Zikrullah ile.

     

    Her müşgil iş asan olur,

    Derd-i dile derman olur,

    Canın içinde can olur,

    Esrar-ı Zikrullah ile

     

    Gamgin gönüller şad olur

    Dem-besteler azad olur

    Gümgeşteler irşad olur

    Asar-ı Zikrullah ile.

     

    Zikreyle Hak’kı her nefes

    Allah bes, baki heves..

    Bes gayriden ümidi kes!

    Tekrar-ı Zikrullah ile.

     

    Gör ehli halin fırkasın.

    Çak etti ceyb-i hırkasın,

    Devr eyle Zikrin halkasın;

    Pergar-ı Zikrullah ile.

     

    Terk et cihan arayişin

    Nefsin gider alayişin

    Bul can-ı dil asayişin

    Efkar-ı Zikrullah ile

     

    Ahmed(1) seni ikrar eder

    Hem zikrini tekrar eder

    İhlasını iş’ar eder

    Eş’arı Zikrullah ile.

     

    (1) Ahmed isminde ki sesli harfleri çıkardığımızda ''hmd'' yani hamd meydana çıkar. Yunus Emre bu şiirinde kendini adını değil, 'Ahmed' ile hamdı manalandırıyor. Ayrıca Peygamber Efendimizin (s.a.v)'in ismi de kastediliyor.

     

    Altun Halka'nın 33.sü, tesbihin son tanesi Abdulhakim Arvasi Hz'i bu yolun büyüklerinden. Onun talebesi Üstad ise bizlere ''Reşahat, Başbuğ Velilerden 33, Veliler Ordusunda 333, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu'' adlı kitaplarının mesnedi tasavvuf. Efendi Hazretleri'nden sadeleştirdiği ''Tasavvuf Bahçeleri ve Rabıta-i Şerife'' kitapları tasavvufun en mühim kitaplarından. Bu iki kitabı Üstad sadeleştirmiş. Üstad'ın çoğu eserinde de tasavvufa yer veriliyor. Bazı eserlerinde Muhyiddin İbn-i Arabi Hz'i, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz'i ve daha nice mutasavvıfın kitaplarından tasavvuf ve din ile alakalı en emin bilgileri devşiriyor. Peygamber ve sahabalerden sonra dinin en büyük ferdi İmam Rabban-i Hz'inin Mektubat'ını sadeleştirdi. Üstad'ın külliyatında ''Mektubat'' adıyla mevcut. Üstad'ın adını taşıyan eserlerse bize Hak yolunun kapılarını açıyor. Üstad'ı diğerlerin münevverlerden, dava adamlarından, edebiyatçılardan vesaire ayıran yönlerinden biriside bu kitaplarda gördüğümüz derin tasavvuf bilgisi. Din büyükleri (Veliler) haricinde bu alanda zirve eserler veren başkası yok. Üstad hakkında ki mütalaalarında, tespitlerinde, tahlillerinde çoğu münevver bunlara ve Üstad'ın mutasavvıf yönüne yer vermiyor. Yada, Üstad'ın diğer meziyetlerinden buna sıra gelmiyor! Üstad'ın Seyyid Fehim Hz'ine rabıta etmesi ve annesinin Üstad'ın başında bulunmadığı hâlde Üstad'ı bir lahza yeşil cüppeli görmesini hatırlarsınız. Başbuğ Velilerden 33 adlı kitabında Üstad Altun Halka'nın 32. ferdi Seyyid Fehim Hz'ine ayırdığı bölümünde şu cümle yer alıyor: ''Üzerlerinde, umumiyetle yeşil cübbe...'' Seyyid Fehim Hz'i hakkında Abdülhakim Arvasi Hz'i ''1313'ten sonra kamil evliya gelmedi'' buyuruyor. Bediüzzaman Said Nursi Hz'i de Seyyid Fehim Hz'inden övgüyle bahseden yazıları var. Hemen belirtmeliyim, Seyyid Fehim Hz'inin halefi Efendi Hz.'idir.

     

    "En dakik Şeriat mihengi" ne vurulduktan sonra bütünleştirilen ve bütünleştirilecek olan eserleri üzerinde bu ölçüyü devam ettirmeye başlar ve en titiz murakabeyi sürdürmek borcunu üstlenirken;

    O'na...

    Üstadımız, Güdücümüz, Varlık Vesilemiz'e...

    Dost, düşman, sevgi, nefret;

    "sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, kâinat öğreticim"ize...

    En yakıcı hasret; ve dayanılmaz yalnızlığımızı dayanılır hale getiren "emanet"lerine sadakat yeminiyle..

     

    Üstad'ın hikâyelerim adlı eserinin önsözünde Büyük Doğucuların bu yazdıkları ''Üstadımız, Güdücümüz, Varlık Vesilemiz'e... Dost, düşman, sevgi, nefret; ''sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, kâinat öğreticimize'' sözleri harfiyen bana uyuyor. Üstad'ı tanıyana kadar hiçbir şey bilmiyordum desem yeridir. İman ile bütünleşmiş bir deha bir genci mıknatıs gibi çekmeli ve onu Hak yoluna çekmelidir. Kendiyle baş edemeyen nice dehaların insanlığa hiçbirşey kazandırmamıştır. Üstad bu ülkeye ve insanlığa neler kazandırmış? Deha planında bile ayırd edici yön Üstad'da. Bunları söylerken din büyüklerini ayrı bir daire içine alarak söylüyorum.

     

    Üstad'ın çocukluk devresi her insan gibi hayatın her döneminde etkisi hissetmiştir. Dedesi Mehmed Hilmi Efendi'nin vakarı, asabiyeti, dürüstlüğü, şefkati... Üstad'a dini telkinleri... Babaannesi Zafer Hanım'ın, Üstad'ın çocukluk devresinde ki yaramazlıklarını engellemek için art niyetle Üstad'ı çocuk dünyasında kitaplara boğması. Babasının, bohem hayatı. Fedakar bir Müslüman-Türk kadının remzi olan annesini... Küçük yaşta ölen kardeşi Selma'ya para karşılığı elma vermesinden kısa süres sonra ölmesi.. Bunlar şiirlerinde, yazılarında, fikirlerinde kendisini gün yüzüne çıkar. Üstad'ın 30 yaşından önceki bohem hayatı babasından, dürüstlüğü ve yılmaz meşrebi dedesinden, fedakarlığı ve azmi annesinden şu veya bu şekilde Üstad'a, hayatına, fikirlerine akseder. Ölünün odası şiirinde dedesinin ölümünü -o nasıl tasvirdir ki- gözümüzle görmüş ve yaşamış oluruz.

     

    Ölünün Odası

     

    Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş;

    Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.

    Süt beyaz duvarlarda çivilerin gölgesi;

    Artık ne bir çıtırdı, ne de bir ayak sesi....

     

    Yatıyor yatağında, dimdik, upuzun, ölü;

    Üstü boynuna kadar bir çarşafla örtülü.

    Bezin üstünde ayak parmaklarının izi;

    Mum alevinden sarı, baygın ve donuk benzi.

     

    Son nefesle göğsü boş, eli boş uzanmış yana;

    Gözleri renkli bir cam, mıhlı ahşap tavana.

    Sarkık dudaklarının ucunda bir iz var;

    Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.

     

    Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;

    Belli ki, birdenbire gitmiş çırpınamadan.

    Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm..

    Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm....

     

    Üstad'ın fikirleri genç yaşlarda okul kitaplarındaydı. Kendisine ''Tanrı Şair'' lakabını layık görüyorlardı. ''Bir mısraı bu millete şeref vermeye yeter'' deniliyordu. Ta ki, Efendi Hz'ini tanıyıp İslam mücahidi olana kadar. Bu ahvalden sonra, din düşmanları sanatına yazık eden 'Sabık Şair', ''Süper Mürşit'' diye telakki ediyordu. Ayrıca bu lakaplar Üstad'ın milletimize nasıl tesir edeceğinin kaygısını taşıyor. ''Allah din düşmanlarına doğruyu tersinden söylettiriyordu.'' Bu ezelden beridir böyle... 1940'larda ki çıkarttığı dergide İsmet İnönü'yü kastederek ''Başımıza Kulak İstiyoruz'' başlığıyla dergiyi çıkarttığında yer yerinden oynamıştı. O dönemde ''Allah'' demek kanunen yasaktı. Dönemin başbakanı Recep Peker bu vaziyetten hoşlanmamış ve Üstad'a rüşvet teklif etmişti. Ya rüşvet ya hapis... Tabi ki Üstad rüşveti reddediyor. Ezan-ı Muhammed'in türkçe okunduğu dönemde bu hadiselerin ne denli mühim olduğundan bahsetmeye lüzum yok. Üstad'ın nefsinden eminliğini kibir olarak telakki edenler bunu göz ardı ediyor. Üstad'ın bir dönem ki davalarının yarısı hapisle sonuçlansa yüzyıl yatmaya mecbur edilecekti. 60 ihtilalinden sonra basın affından yararlanamayan ve mahpusa hakim olan Üstad'dı. 80 ihtilalinden sonra Kenan Evren yine aynı kahpeliği farklı şekilde yapmaya memurdu ve Üstad'ın ölümü buna mâni oldu. Bir Fransız ansiklopedisinde ''Hapis hayatı, okul hayatını geçen...'' diye bahsedilen Üstad için hapishane Medres-i Yusufiye idi. Birçok eserini bize oradan devşirmişti.

     

    Garip pencerecik,küçük daracık;

    Dünyaya kapalı,Allah'a açık

     

    Efendi Hz'i ile tanışma hikayesi ise otobüste hızır kılıklı bir adamın teşvikiyle Efendi Hz'inin dergahının yolunu bulmasıyla başlıyor ve hiç bitmiyor. ''Allah dostu'' o mübarek zatın dergahının eşiğine yüz zürme şerefini Allah (c.c) Üstad'a bahşediyor.

     

    “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

    Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”

     

    ''Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;

    Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel...''

     

    ''Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;

    Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...''

     

    Hepimiz Üstad'dan bahsediyoruz, lâkin Efendi Hz'inden yeteri kadar bahsetmiyoruz. Bu şiirler dururken bize laf düşmez diyen de iyi bir kaçamak yapmış olur. Susman için yazılmadı bu şiirler!

     

    Üstad'ın sanatta, fikirde, aksiyonda... hakikate gitmesini şöyle betimliyor:

     

    '' Ben kendilerini tanımadan dik bir kaya üzerinde gururla dünyaya karşı dikilmiş uyuz bir keçiyken, (Efendi Hz'ini) tanıdıktan sonra; yere inen ve geçtiği yol boyunca süt koyuveren memeleri şiş olmuştum.''

     

    Ben ki, denizdim,

    Dağbaşı bendim.

    Şimdi sen oldun,

    aleme pendim.

     

    Başka bir yerde de şunu belirtiyor: ''Kalemime inkişaf onunla (Efendi Hz'i) geldi''.

     

    Üstad kısmen muharrirliğinin daha ziyade dehasının sayesinde yakın tarihteki siyasetçilere büyük tesirleri vardır. Özal'ın, Üstad'ın son dönemlerinde evine gelip not tutması, Türkeş'in, Üstad'ın desteğini sağlamasıyla beraber zaman zaman Üstad'dan bazı fikirler alması, İsmet İnönü'nün, Recep Peker aracılığıyla rüşvet teklifinde bulunması ve yaptığı zulümler, Erbakan'ın bir dönem Üstad'ı Milli Selametçi göstererek oy avcılığı yapması. Üstad'ın, Süleyman Demirel'in mason olduğunu ispatlaması. Abdullah Gül'ün Üstad ile zamanında bazı münasebetleri olduğu ve Üstad'dan çoke etkilendiğini belirtmesi, Erdoğanın da şiirlerini okuması, Erdoğan'ın Üstad'ın doğumunun 100. yılı münasbetiyle hazırlanan cd'ye destek vermesi. Bu saydığımız isimleri Üstad ya bır ışık görerek destek çıkmış, ya da çeşitli sebeplerle ya desteğini devam ettirmiş ya da vaziyeti izah etmiştir. Yeri geldiğinde ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır. ''Ülkücüler bu davanın adelesi, Selametçiler ise kalbi'' diyerek ayrılıklara mâni olmaya çabalamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ki sapık fikirlerinin milli eğitim kitaplarında bulunmasını es geçmeyelim.

     

    Üstad'ı sadece iyi bir sanatkar olarak telakki edenler şiir ve tiyatro kabiliyetlerini kabul ediyor. Dini kitaplardan nedense hiç söz etmiyorlar. Üstad tek yönlü değil, ''parçalarının tamamı, bütününden daha üstün bir insan''. Şiir, tiyatro, hitap, balegat, feraset, usta sanatkarın hususiyetleri, dava adamlığı... hepsi bütünününden daha üstün. Babıali adlı eserinde şöyle yazıyor:

     

    ''İslâm uğrunda, İslâmın şevket ve muzafferiyeti uğrunda, metodların her neviyle, şiiriyle, hikâyeleriyle, piyesleriyle, fikrî ve tarihî etüdleriyle, konferanslarıyle meydana atılmış bu çilekeş adam hakkında bu suçlama, onu derinden yaralamış, kalbini kırmış ve emeklerine küser hale gelmiştir.

     

    Bereket ki, bu çilekeş adam, fikir ve sanat zevkinden mahrumluk içinde şeriat inceliklerinden de yoksun böyleleri için çalışmıyor ve yine böylelerinin tükenmelerini ve yerlerini yeni gençliğe terketmelerini Hak'tan diliyor.''

     

    Üstad bunları kaleminden dimağına kan çekerek, Hak için söylüyor...

     

    Kubur faresi hayatımdan kurtulduktan sonra anladım ki şeriat, şeriat olduktan sonra topyekûn hayat sisteminin insan çapında en muazzam sistemi...

     

    "Oluş sırrı, o nurdan heykelin eteğinde,

    Ve ölümsüz balı, Şeriat peteğinde"

     

    "Her fikir her inanış, tek mevsimlik vesselam,

    Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm."

     

    Üstad'ı tanıdıktan sonra anladım ki, kal-ü belada bütün ruhların Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik ettiği insan ruhu, nefsin aksi, ''herşey birden geliyor bire varıyor'' diye mütaala edebilen nedir? Ruh. En mühim prensiplerimizden biri olan ruhçuluk bize tasavvufun manasını remzlendiriyor olsa gerek.

     

    ''Ne varsa nakış nakış, tabiatta, maddede,

    Gözlerimdeki nurun aksi, beyaz perdede...''

     

    Hak için ilerleme cehdinde ki hayatımda anladım ki; idrakinde bulunduğumuz bu mübarek ay da, nefsimizi teskin etmek ve daha nice salih ameller için tuttuğumuz oruç da, insanı melekten üstün de yapan, hayvandan aşağıda yapan, kısmen bile olsa nefs muhasebe ve murakebesi için. Nice din büyüğü nefsi ehlileştirmenin insan için en mühim hadiselerden biri olduğunu belirtmiş. Namaz da ruha teslim olan nefis kahrolmuyor mu? Ve namaz bunun için bazılarına zor gelmiyor mu? Nefsi köpek halinde dışarı çıkan Velinin hikayesini bilirsiniz. İnsanı melekten üstün, hayvan aşağı yapan nefis. Şeyh-i Ekber'in belirttiği gibi: ''Zıtlar birleşebilseler bir daha ayrılmazlar.'' Bize ahiretimizi ve dünyamızı kazandırmak, ''nefs muhasebesinden geçiyor. Her şeyi madde de bulup nefsini okyanuslar misali kabartanlara ise nelerden mahrumlar, nelere malikler...

     

    ''Doğmaz güneşlere bağlandı vade,

    Dişlerinde köpek nefsin irade.''

     

    ''Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

    Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

    Sen, bütün dalların birleştiği kök;

    Biricik meselem, Sonsuza varmak...''

     

    Anlatılamazları anlatmak, Üstad'a has bir haslet... Bu demek değildir ki, başkasında bu hasletler yok. Üstad'ın kitaplarını okuyup elimden bıraktıktan sonra bu zaman ve mekanın içerisinde değilmişim gibi geliyor. Sanki beni sihirli bir baloncuğa koymuşlar ve kitabı elimden bırakınca balon patlıyor ve yepyeni bir mekanda buluyorum kendimi. Üstad'ın kitaplarını okuyanlar, sanki bunları anlatıyor. Bu da gösterir ki, Üstad'ın sanatı muhteşem. Üstad'a ''Sultan-ı Şuarra'' diyoruz, o türkçenin de sultanıydı. Kelimeleri, cümlelerin içine bir dil mütehassısı, bir Üstad gibi yerleştiriyor.

     

    Üstad sözlükte ki manası şu: Herhangi bir ilimde veya sanat alanında bilgi ve söz sahibi olan, üstün bir yeri, tam vukûfu bulunan kimse. Üstad kendine Üstad sıfatını layık görmeden şunları söylüyor: "Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billûrlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim; nefsim için değil de, sırf O'nun ümmetinden en hakîr ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için... "

     

    ''Ver cüceye, onun olsun şairlik,

    Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.''

     

    Biz de tereddüt etmeden diyoruz ki; bu saydıklarına en layık insanlardan biri de sensin. Din büyüklerini ayrı bir daireye alırsak, sadece sensin!

     

    İdeolocya örgüsünden mühim bir yeri iktibas edelim: ''Bu eser benim bütün varlığım, vücut hikmetim her şeyim, ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım.Şiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım “müştemilat”tan başka bir şey değil…'' Bu fikir kitabı benim gözümde yeni bir devletin temel olarak alabileceği bir eser. Zamanında ''İdeolcya Örgüsünü'' temel alacağını belirtip döneklik yapan ''Erbakan''ı bundan istifade ederek oyları toplamıştır. Üstad'ın belirttiği gibi herşey doğudan fışkırdı, vahyin merkezi,müminlerin miracı kâbe, <<Gaye - İnsan ve Ufuk - Peygamber>>... Hülasa herşeyden doğuda mana buldu yani ruhumuz. ''Büyük Doğu''. Üstad'ın dilediği sistemin içi tasavvuf dışı şeriat. Böyle bir sistemi hangi samimi dindar istemez ki...

     

    İslâm davasının entellektüel ve estetik bir muhtevayla güç kazanmasında, Üstad'ın payı büyüktür.

     

    Serdengeçti'nin söylediği gibi: ''Ne onun (Üstad) yükseldiği yere yükselebilirdiniz, ne düştüğü yere düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik...'' Yine, Serdengeçti'nin söylediği gibi: ''Herkes şu beylik lâfı ediyor. Bıraktığı boşluğu kimse dolduramaz. Boşluk bırakmadı ki doldurulsun. Herşeyi doldurdu gitti. Kafaları doldurdu, gönülleri doldurdu ve yaşını doldurdu.''

     

    Ben ''fakir'' yazımı şu cümleyle tamamlamak istiyorum: '' Allah'a malik olan neden mahrumdur, Allah'tan mahrum olan da neye maliktir? '' (Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri)


  16. Allah yolunda savaşmaktır niyetim

    İslam dininin mücerred gayretidir gayretim

     

    Allah'ın ve evliya ordusunun yardımıyla

    Küfür ehlini baştan başa kahreylemektir niyetim

     

    Peygamberlere ve Velilere dayanmışlığım var benim

    Allah'ın lütfundandır fetih ümidim ve kuvvetim

     

    Nefsimi ve malımı dünyada feda etsem ne olur?

    Hamd olsun, var yüzbinlerce gazaya rağbetim

     

    Ey Mehmed! Ahmed-i Muhtar'ın mucizeleriyle

    Umarım galip olur din düşmanlarına devletim.

     

    Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hadisine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed'in bu şiiri ''İ'lây-ı Kelimetullah ve Nizam-ı Âlem'' ülküsünü bizlere manalandırıyor. Mübarek Sultanımızın fetih aşk ve şevki bu şiiri okuyan her mümine bir nebzede olsa o aşkı tattrıyor olsa gerek. Şiirin sonunda Muhammed diye kendisine hitap etmiş. Demek ki Mehmed ismi o yıllarda Muhammed ismine delalet etmiş değil. Ve yine anlaşılıyor ki ismi kulağına Mehmed olarak değil Muhammed olarak fısıldanmış.

     

    Son iki dize de Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in mucizeleriyle düşmana galip geleceğini umuyor. Diyorum ki, evvelden bu mucizelerin tecellisini bizzat müşahede etti mi, yaşadı mı? Yoksa son iki dize de ''Harp hiledir'' hadisine mi kinaye yapıyor?

     

    Hakanımızın şiirde ne denli kabilliyetli olduğunu kimse inkar edemez. Din düşmanları bile... Fâtih Sultan Mehmed bir padişah olmasaydı, yine de bu şiirleriyle ''Avni'' mahlasıyla günümüzde anılırdı.

     

    Bu şiiri önceleri okumuştum ve kendi kendime kim yazdıysa ne müthiş yazmış diyordum. Sonra, öğrendim ki Fatih Sultan Mehmed yazmış.

     

    Bizim arzuladığımız siyasi lider; insanları din ile aldatan ve saf Anadolu insanını hüsrana uğratanlar değil. Bizim arzuladığımız lider, inkilap adı altında küfür sistemini kuranlar hiç değil. İnkilap hokkabazlığı yapanlar dine mutabık sisteme büsbütün engel olmadılar mı? Bizim arzuladığımız lider; Allah yolunda savaşmaya niyeti olan, İslâm dinin mücerred gayretini gayret edinen, Allah ve evliya ordusun yardımıyla küfür ehlini kahreylemeyi dileyen, Peygamberlere ve Velilere istinadı olan, ümit ve kuvvetini Allah'ın lütfunda arayan, nefsini ve malını Allah rızası için veren, sisteminde din düşmanlarını türetmeyi değil, onlara mâni olmayı bilen bir lider. Yıllardır bu kahramanın aşkıyla yanıp tutuşmuyor muyuz? Dualarımızda Allah'tan bunları malik lideri niyaz etmiyor muyuz? Umud ediyorum ki bu zevâlin sonu da kemâle varacaktır.

     

    Şiirde ki her niyetini saffetiyle icra ettiğine târih şahit olmadı mı? O ne güzel insandı, o ne güzel Başbuğ idi...


  17. İmtisal-i cahid-ü fillah oluptur niyyetim

    Din-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim

     

    Fazl-ı Hakk ü himmet-i cünd-i ricalullah ile

    Ehl-i küfrü ser-teser kahreylemektir niyyetim

     

    Enbiya vü evliyaya istinadım var benim

    Lütf-i Hak'tandır hemen ümid-i feth-i nusretim

     

    Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad

    Ham-ü lillah var gazaya sad-hezaran rağbetim

     

    Ey Muhammed mucizat-ı Ahmed-i Muhtar ile

    Umarım galip ola a'da-yı dine devletim

    ....

    (Sadeleştirilmişi)

    Allah yolunda savaşmaktır niyetim

    İslam dininin mücerred gayretidir gayretim

     

    Allah'ın ve evliya ordusunun yardımıyla

    Küfür ehlini baştan başa kahreylemektir niyetim

     

    Peygamberlere ve Velilere dayanmışlığım var benim

    Allah'ın lütfundandır fetih ümidim ve kuvvetim

     

    Nefsimi ve malımı dünyada feda etsem ne olur?

    Hamd olsun, var yüzbinlerce gazaya rağbetim

     

    Ey Mehmed! Ahmed-i Muhtar'ın mucizeleriyle

    Umarım galip olur din düşmanlarına devletim.


  18. 80 / LÂNET GERİ DÖNER

     

    Abdullah ibni Abbas radıyallahu anhümâ anlatıyor:

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında bulunan bir adam, elbisesini rüzgâr savurunca, ''Allah lânet etsin!'' dedi.

     

    Hz. Peygamber ona şunları söyledi:

     

    ''Rüzgara lanet etme! Onun görevi esip savurmaktır. Şunu iyi bil; Bir kimse hak etmediği halde birşeye lânet ederse, lânet kendisine döner.''

    .............

    Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 62, nr. 528.


  19. Büyük doğu ağabeyden/Ali abi'den, art niyetli büyük doğu'ya geçiş çokta zor olmamıştır değil mi ateşli, aksiyoner ve yılmaz Türk-İslam ülkücüsü ve aziz dava mümessili kardeşim?

     

    Ne oldu Vakıf? Gazi Üniversite'sinin ulvi dava hareketleri üslubunda ve izahatlarında radikal değişiklikler mi yaptı? Yoksa sen evvel ki Büyük Doğu abini ve düşüncelerine iştirak ederken/katılıyorken/benim ciddi eksiklerim var diyorken başka, şimdi de bir meselede farklı düşünüyorum diye başka mı tanıyorsun?

     

    Benim Türk-İslam ülküsü, sentezi ve milliyetçilikle alakalı baştan sona beyanatlarım aşikaredir, ortadadır. Ziya Gökalp konulu başlıklarda, senin siteye yeni üye olduğun dönemlerde açtığın başlıklarda, H.Nihal Atsız muhtevalı başlıklarda da dile getirdiklerim, yaklaşımım bellidir.

     

    Yani TSK'nın bu kitabı telkin etmesi kafidir, bütün herşeyi halletmiştir öyle mi?

     

    Burada farklı düşündüğüm ve çelişki gördüğüm bir mesele yüzünden ''En iyisini biz biliriz ve sadece bu doğrudur'' söyleminde bulunma bana güzel kardeşim. Benim niyetimin art ya da öte, ya da sağ, ya sa sol meyilde olduğunu tanımlamak ve mimlemek de nedir? Sen art niyet derken, hangi niyetimin artlığından dem vurduğunu söylermisin?

     

    Neyse, mevzu dallanıp budaklamadan bitmiştir. (En azından beri benim nazarımda)

     

    Ehl-i kalender denilen zat-ı muhterem ve şahane hazretleri; ben ne yaptım ki vicdanın sızlasın diyorsun, sen benim vicdanımın hangi sebeble ve hangi vicdansızlığı yaptığını sanıyorsun ki; sızlatmadan ve sızıdan bahsediyorsun? Ben Arvasi Hoca'ya hakaret mi ettim, inkar mı ettim ki;

     

    Kendince üç beş tasavvufi ve tarikati söz ederek bana vicdan muhasebesinden konuşuyorsun güzel kardeşim? Senin yazıkların da, benim yazdıklarımda gün gibi ortadadır. Büyük Doğu'nun sözleri duruşudur, eylemidir, aksiyonu ve kimliğidir. Öyle bir söz ediyorsun ki: Haşa, sanki ben burada olmadık sözler söyledim, bilmem ne yanlışlar yaptım. Seyyid'leri, Şerif'leri bu işin içine yop yekün katarak meseleyi magazinleştirme.

     

    Yok, beni bu yazıklarımdan ibaret sayıyorsan; bu vakte kadar yazıklarımı üşenmeden/gücenmeden oku ve ondan sonra senin vicdanın ve samimiyetinle alakalı hasb'i hal oluruz.

     

    Siz! diye hitap etmemin sorun teşkil edeceğini düşünmemiştim. Ali abi demekten imtina etmem. O mesajın cevabı o tarzda konuşmama sebebiyet veriyordu.

     

    Gazi Üniversitesi beni bağlamıyor, Ali abi. Ziya Gökalp ve Nihal Atsız'a karşı olma noktasında hemfikiriz. İslâm'ın yerine kavmiyeti getirme cehdinde olanları hiçbir müslüman benimseyemez. Benim ciddi eksikliklerim var dememiştim, tereddütte kaldığım bazı hususlar var demiştim. Meseleyi şahsileştirmeyelim.

     

    TSK'nın kitabı telkin etmesi kâfi değildir. Sadece mevzunun içinde verilen ufak bir anekdottur. TSK'nın kitabı takdir ve teşvik etmesinin kâfi geleceğini imâ ettiğime nasıl kanaat getirdin, şaşıyorum.

     

    Ali abi, farklı ve çelişkide gördüğün meseleyi belirtmeden konuşuyorsun. Kitabın arızası ne ise belirtmek lazım. Meselenin ne olduğunu belirtmeden eleştirmek insaf ve izan hadlerinin dışında kalıyor. Kitabın neresini beğenmediğin hâlâ merak konusu... Bu sebeple tartışmakta nâfile... İlk mesajda mesele belirtilmeden Arvasi Hoca'nın sözlerini yadırgadım demek de cabası... Çamur at izi kalsın, hesabı...

     

    Üstad'ın kitabında da, Arvasi Hoca'nın kitabında da ''Şeyh Said''in mazlumluğu dile getiriliyor. Bunu bildiğin halde söylemediğin için art niyetlisin dedim.


  20. 79 / BOŞA GİDEN SEVAPLAR

     

    Hz. Peygamber'in âzât ettiği kölesi Sevbân Bücdüd radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem sohbet ederken, ''Kıyamet gününde ümmetimden, Tihâme dağları gibi muazzam sevaplarla gelecek kimseleri biliyorum.

     

    Fakat Allah Teâlâ o dağlar kadar sevabı toz gibi savurup boşa çıkaracaktır'' buyurdu.

     

    Bunun üzerine Sevbân, ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedi. O kimseleri bize iyice tanıt da, bilmeden onlar gibi olmayalım.''

     

    Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

     

    ''Onlar sizin kardeşlerinizdir; sizin cinsinizdendir. Geceleri kalkıp sizin gibi ibadet ederler. Fakat onlar kimsenin görmediği yerde Allah'ın haram kıldığı şeyleri yaparlar.''

    .......

    İbni Mâce, Zühd 30; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 32, nr. 505.


  21. BDG abiyle sanırım buluşmayı ayarlayacağız. BDG abi gelemese bile ben katılırım. Ayın 15'inden sonra düzenleyelim, okulların açılması sebebiyle katılım çok olur. Şu an için arkadaşlar buluşmaya katılacaklarını belirtirlerse daha efdal olur. Daha Ramazan'ın bitmesine 21 gün var ve zaman çok. Kimsenin buluşmaya gelen yok diye sitem etmesine gerek yok. Bakın, şimdiden en az 4 kişi gelecek. Biraz bekleyelim, mevzuu nihayetine varır.


  22. buyukdogu sen ne dediğinin farkındamısın? Evlad-ı Rasul "Aleyhisselam" ve Evlad-ı İmam-ı Ali ve İmam-ı Huseyn"Radıyellahu Teala anhuma" olan bir mübareğin kitabını sanki sıradan bir fikir yazarının kitabı gibi nasıl değerlendirebiliyorsun?Allah-u Teala o soydan biri günah işlese hatta bid'at ehli olsa dahi cennetine sokacaktır.Biraz vicdanın sızlasın, Ehl-i Sünnet olmak Evlad-ı Rasulü çok sevmemek değil, Şiadan bile daha çok sevmektir, asl İmam-ı Ali"Kerremallahu Vecheh" ve 12 İmam"Kuddise Sirrahum" aşığı Ehl-i Sünnettir...

     

    Seyyid'ler, Peygamber Efendimiz'in duasını almıştır. Dünya'ya kol kol yayılmış ve insanları nurlandırmıştır. Seyyidler'den nice evliya, âlim gelmiştir. Evet, bunların hepsi doğrudur. Yalnız bidat ehli olursa cennete girecek demek yanlıştır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Nefsi kudret elinde olan Allah (c.c.)'a yemin ederim ki; hırsızlık yapan, kızım Fatıma da olsa, yine elini keserim!" Buradan da anlaşılıyor ki; kişinin Seyyid olması İlahi emrin uygulanmasına engel değildir. Dinden çıkmayan her müslüman ne kadar günah işlerse işlesin er yada geç cennete girecektir. Bu sadece Seyyid'lere has bir durum değildir. Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Ahmed Arvasi, bunlar bana ve ülkemize ışık verdiler, Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in duasının tecellisi olsa gerek.

     

    Seyyidler'den, Şerif Hüseyin gibi dine büyük zarar verenler de çıkmıştır. Tabi ki bu Seyyid'lere hiç bir leke bulaştırmaz. Peygamber Efendimiz'in soyundan gelmenin istismar edilmemesi gerekir. Bu Ahmed Arvasi ve bütün Seyyid'ler için de geçerlidir.

     

    Ahmed Arvasi'nin belirttiği gibi Seyyidler ''Şanlı Peygambere ''ümmet'' olmak nimetlerin en büyüğü iken, bir de ''evlad'' olmakla şereflenmişlerdir.''


  23. Geçenlerde iki kitap aldım; eski basım ve pek bilinmeyen kitaplardan sayılırlar. Birisi Rauf Ortay'ın Siyasi Hatıratları (iki cilt), diğeride Seyyid Ahmed Arvasi'nin ''Doğu Anadolu Gerçeği''. İsimleri yanlış hatırlamıyorumdur inşallah.

     

    Arvasi'nin kitabını (sanırım 60 sayfa) okudum ve açıkcası şaşırdım. Yani Türk, Kürt ve Doğu Anadolu meselesi hakkında dediklerine pekte katıldığımı söyleyemem.

     

    Mesala; Vakıf kardeşimin buraya aktardığı ve ''Ben İslâm, iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm'ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim'' diye başlayan görüşlerini yadırgadım diyebilirim.

     

    Yani Türk-İslam ülküsü, sentezi, veya milliyetçi Müslüman Türk kavramlarının artık yeniden tanımlanması gerektiğini biliyoruz/görüyoruz/yaşıyoruz.

     

    Üstad'ın ''Son Devrin Din Mazlumları'' adlı kitabını okuyan birisi olarak, Arvasi'nin Doğu Anadolu'yla alakalı görüşlerini/düşüncelerini makul bulmadığımı dile getirmek istedim.

     

    Mütefekkir, eğitimci ve aksiyon adamı olabilir amenna. Katılmadığım husus burası değil, o kitapta ki yazılanlardı.

     

    Not: Polemik yapmak, konuları sulandırmak veya hamaset içinde olmak gibi teşebbüsüm ve niyetim yoktur/olamaz. Lakin o kitapı okuyan, bilen ve ölçü biçenlerin görüşlerini de öğrenmek isterim.

    ...

     

    ALİ

     

    Katılmadığınız nedir? Doğu Anadolu Gerçeğinde ne yazıyor, neyi beğenmediniz? Kitapta Kürt, Türk ve Doğu Anadolu hakkında ne diyor ve katılmadınız? Belirtin. Kitapta neye katılmadığınızı söylemeden eleştirmemeniz gerekir.

     

    TSK, kitabın içinde birçok dini söz geçmesine rağmen Doğu Anadolu'da bu kitabın okunmasını ısrarla tavsiye etmiştir. Kitabı tavsiye edenlerinse Arvasi Hoca'yı hapse atan cunta olması hakikaten ilginç... Kitap terörün yeni başladığı dönemlerde 86 yılında yazılmış. 86 yılında Doğu Anadolu sorununu ele alıp, ilerideki tehlikleri erkenden görüp milli birlik ve beraberliğimizi sağlamayı esas edinen bu kitabı takdir etmeniz gerekir.

     

    Mesela Doğu Anadolu Gerçeği kitabında ''Şeyh Said''in mazlum olduğu dile getiriliyor. Üstad'ın ''Son Devrin Din Mazlumları'' adlı kitabında da yine ''Şeyh Said'in'' muzdariplerden olduğu anlatılıyor. Ayrıca bu iki kitabın konu ve muhteva bakımından birbirinden apayrı kitaplar... Böyle olmasına rağmen sizin art niyetiniz olmasaydı bunu göz ardı etmezdiniz. Üstad'ın ''Din Mazlumları'' adlı kitabı Arvasi Hoca'nın kitabıyla aynı şeyleri ele alıyormuş gibi cümleler kurmamanız gerekir. Üstad'ın adını ve selahiyetini kullanarak bu adamın kitabını beğenmedim tavırları büsbütün yanlış.

     

    90 sayfalık kitabın tamamını okumadan kitapta yazılanlara katılmamışsınız. Sizden ricam bir yarım saat daha ayırın ve kitabın tamamını okuyun.

     

    Üstad'ın kitabıyla Arvasi Hocanın kitabının çelişen yanı nedir? Arvasi Hoca'nın kitabında katılmadıklarınız nedir? Lütfen bize söyleyin.

     

    Türk-İslam ülküsü kavramı besbelli yerinde duruyor. Yeniden tanımlanması, değişmesi gereken ve bunu benimsediğini sanan bazı ülkücü gençler. Arvasi Hoca'nın Türk-İslam Ülküsü kitaplarını okursanız, yeniden tanımını istediğiniz şeyleri bulabilirsiniz.

     

    Büyükdoğu'nun beğenmediği kitabın son sayfasında yazanları vereyim de arkadaşlar bu hususta fikir sahibi olsunlar.

     

    ''Nitekim, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an'ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

     

    ''Hepiniz toptan, sımsıkı Allah'ın ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün''. (Al-i İmran/103)

     

    ''Siz, kendilerine apaçık deliller, ayetler geldikten sonra, parçalanıp ayrılanlar, ihtilâfa düşenler gibi olmayın''. (Al-i İmran/105)

     

    ''Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra zâfa düşersiniz, rüzgârınız kesilip gider''. (El-Enfal/46)

     

    Unutmamak gerekir ki, Türk devletinin parçalanması, sadece çeşitli renkteki ''küfür cephesinin'' işine yarayacaktır. Allah korusun, muhalfarz, böyle bir parçalanma olursa, bundan sadece Türklük değil, topyekûn İslâm dünyası zarar görecektir. Bunu bilerek ve düşünerek hareket etmek yalnız bir namus borcu değil, aynı zamanda ''dinî'' ve ''millî'' bir vecibedir.''

     

    Seyyid Ahmet Arvasi. Doğu Anadolu Gerçeği. Boğaziçi Yayınları. 1992. Sayfa 82.

     

    Kitabı okumak isteyen arkadaşlar, buyursunlar: http://uploaded.to/?id=5vjcg4


  24. Erol Güngör'ün ''İslâm'ın Bugünkü Meseleleri'' adlı kıymetli kitabında ''Mecelle'' ile alakalı kıymetli tespit ve mülahazalarını verelim. Bize Batı'nın ilmi dışında ki pisliklerinden biri olarak bulaşan, Kur'an daki bazı farzları hiçe sayan (Miras gibi) İsviçre Medeni Kanununu bize zorla empoze eden zihniyetin tahakkümü hala üzerimizde ve nedense bunu biz müslümanlar önüne kemik atılan köpekler gibi hazmetmişiz. Bize inkilap adı altında ne süfliler ulvi gösterilmedi ki!

     

    Mecelle'nin mükemmel bir sistem olduğunu Üstad da ifade ediyor ve bir yerde Cemil Meriç'in yazdığını da okumuştum. Aşağıda bu hakikati Erol Güngör de belirtiyor. İslâm düşmanlığı gütmeyen bazı aydınlarımız bunu kanunlar çerçevesinde böyle dile getiriyorlar.

     

    ''İslâm hukukunun yeni ihtiyaçlara cevap verecek bir gelişme gösteremediği çağlar, İslâm cemiyetinin bir bütün olarak Batı'daki gelişmelere ayak uydurmakta büyük güçlük çektiği çağlardır. Yukarıdaki düşüncenin mantığını tâkip edecek olursak, İslâm hukukunun geri kaldığı dönem, değişmelerin dışarıdan geldiği ve eskiden hiç görülmeyen bir sürat kazandığı dönemdir. Âile, mirâs, vakıf gibi konularda eski hâkimiyetini koruyan İslâm hukukunun ticaret, borçlar, ceza hukuku sahalarında, aynı zamanda usûl hukuku konusunda yerini Batılı hukuk sistemlerine terk etmesi, bütün bu sâhaların İslâm cemiyetinin tâkip edemediği, ancak peşinden yetişmeye çalıştığı birtakım süratli değişmelere uğraması yüzündendir. Nitekim hukukî değişmenin sürati ile siyasî, idarî, teknolojik ve iktisadî değişmenin hızı birbirine paralel olarak gitgide artmış, son elli yılda en yüksek seviyesine varmış bulunuyor.

     

    Meseleyi bu açıdan ele alınca, İslâm hukukunun yetersizliği hakkındaki iddiâların yanlış olduğunu kolayca söyleyebiliriz. İslâm hukuku modern (yeni) hayatın imkanlarından özü itibâriyle mahrum değildir; onun dayandığı esaslardan bugünkü hayat için hüküm çıkarmanın imkânsız olduğu söylenemez. Nitekim bunun en güzel örneğini 1876 tarihli ''Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'' vermiş bulunuyor. Tanzimat'tan sonra Türk devleti modernleşme hareketleri içinde hukuki bünyesinde birtakım değişikliklere lüzum gördüğü zaman, ''hem mehâkim-i şer'iyyede mûteber ve mer'î ve hem de mecâlis-i nizamiyede hukuk dâvâları için kanun vaz'ından müstağni'' olmak için hem modern ihtiyaçları karşılayan, hem İslâm hukukuna dayanan eserlerin yazılmasına karar verilmiş, bu kararın biraz gecikme ile ortaya çıkan mahsulü de meşhur ''Mecelle'' olmuştu. Mecelle'nin alışagelmiş şer'î tedvinlerinden (codifaction) farklı olarak, Batı'daki kanunlar gibi maddeleştirilmiş esaslara dayandığı görülüyor; yâni o, İslâm hukukunun kendi geleneği içinde ortaya çıkmaktan ziyâde modern hukuk sistemlerine intibâk etmek zarûreti ile doğmuştur. Fakat bu intibâk gayretinin başarı ile sonuçlanmadığını kimse iddiâ edemez. ''Mecelle'' mükemmel bir kanun mecmuasıdır ve onu tertipleyen heyetin reisliğine getirilen Ahmet Cevdet Paşa dünyanın büyük hukukçuları arasında haklı yerini almıştır. ''

     

    Erol Güngör, İslâm'ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat 2005, Sayfa: 87, 88

×
×
  • Create New...