Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. 101 / CENNETLİK ADAM

     

    Ebû Hüreyye radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Bir bedevî Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in huzuruna geldi ve ''Ey Allah'ın Elçisi! Bana bir ibadet söyle, onu yapınca Cennete gireyim'' dedi.

     

    Hz. Peygamber ona ''Öyleyse Allah'a ibadet edersin, Allah'tan başkasını tanrı yerine koymazsın, farz namazını kılarsın, farz olan zekâtı verirsin, ve Ramazan orucunu tutarsın'' buyurdu.

     

    Bedevî kalkıp giderken, ''Canımı kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum; Kesinlikle bundan ne bir fazlasını yaparım, ne de azını'' dedi.

     

    Peygamber Efendimiz onun arkasında şöyle buyurdu:

     

    ''Cennetlik birini görmek isteyen, işte bu adama baksın!''

    .........

    Buhârî, Zekât 1; Müslim, İmân 15.


  2. 100 / AMCASININ KIZINA TAVSİYE ETTİĞİ ZİKİR

     

    Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hânî radıyallahu anhâ anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanıma gelmişti.

     

    Ona, ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedim.

     

    ''Artık iyice yaşlandım; fazla kilo aldım, gücüm kuvvetim de azaldı.

     

    Bana orturduğum yerden yapabileceğim bir ibadet söyle.''

     

    ''YÜZ DEFA ''SÜBHÂNALLAH' DE; BU SANA, HZ. İSMÂİL'İN SOYUNDAN GELEN YÜZ KÖLE ÂZÂT ETMİŞ KADAR SEVAP KAZANDIRIR.

     

    YÜZ DEFA 'ELHAMDÜLİLLÂH' DE; BU SANA, ALLAH YOLUNDA CİHÂD ETMEK ÜZERE SIRTINA EĞER VURULAN, AĞZINA GEM TAKILAN YÜZ AT HAZIRLAMIŞ GİBİ SEVAP KAZANDIRIR.

     

    YÜZ DEFA 'ALLAHÜ EKBER' DE; BU SANA, ALLAH RIZÂSI İÇİN KURBAN ETMEK ÜZERE HAZIRLANAN, KURBANLIK OLDUĞUNU GÖSTERMEK İÇİN BOYNUNA GERDANLIK TAKILAN VE CENÂB-I HAK TARAFINDAN KABUL EDİLEN YÜZ DEVE SEVABI KAZANDIRIR.

     

    YÜZ DEFA 'LÂİLÂHE İLLALLAH' DE. BUNUN SEVABI YER İLE GÖK ARASINI DOLDURUR; VE O GÜN ALLAH TEÂLÂ'YA, ANCAK SENİN YAPTIĞININ BENZERİNİ YAPANLARIN İBADETLERİ SUNULUR.''

    ...........

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 344; İbni Mâce, Edeb 56; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 302-304.


  3. İBNİ HALDUN

     

     

    -Sosyolog, filozof, tarihçi-

     

    Veliyyüddin Labını taşıyan Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Muhammed bin Hasan bin Muhammed bin Cabir bin Muhammed bin İbrahim bin Muhammed bin Abdurrahman İbni Haldun 733 hicri Ramazan ayının başında (1334 M. 19 Martta) Tunus şehrinde doğdu. Çocukluk çağından olgunluk yaşına gelinceye kadar babasının nezareti altında terbiye gördü.. Babasından ilim tahsil etti. İlkönce Kur'anı ezberledi. O çağın en tanınmış kıraat âlimi olan Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Bezzali Ensari'den Kıraat-ı Seb'a "Kur'anı, Arabın yedi lehçesine göre yedi şekilde" okumayı öğrendi. Kıraat ilmine dair olan Şatibiyye ve Ra'iyye kasidelerini ezberledi. Kur'anı 21 defa yedi kıraat üzerine hatmetti. Arap dili ve edebiyatını adı geçen üstadı ile İspanya'nın İşbiliye şehrinden olup da sonradan Tunus'ta yerleşmiş olan babası Muhammed Vabili'den ve Şeyh Muhammed E1-Arabî El-Hasayidi ve Şeyh Muhammed Şevvaş El-Mezazi ve Şeyh Ebu Abbas Ahıned bin Kassar'dan öğrendi. Edebiyat ilmini, İlm-i Kelam ve edebiyatın uzmanı olan Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Bahr'den okudu. Bu büyük edibin tavsiyesiyle Hamase divanını ve Muallekatı ( Kabe duvarına asılan yedi kaside) ve Mütenebbi, Egani şiirlerinden bazılarım ve bunlara benzer birçok şiirler ezberledi. Fıkıh ve hadis ilmini Şeyh Şemseddin Ebi Abdullah Muhammed bin Cabir ile Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah Ceyyani ve Şeyh Ebu Kasım Mubammed Kusayr'dan öğrendi. Gitgide akli ve nakli ilimlerde geniş bilgi sahibi oldu. O çağın meşhur bilirkişilerinden ve ileri gelen fazilet sahiplerinden Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Süleyman Satti ve Şeyh Muhammed bin İbrahim Eyli ve Kadı Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Abdüsselim'ların meclislerine devam edip, bilgi ve faziletlerinden istifade etti, her birinden icazetnameler aldı. Eyli akli ilimlerde üstat idi.

     

    İbni Haldun'un büyük babası Muhammed bin Hasan komutası altındaki askeri ile İspanya'nın İşbiliye şehrinden gelerek Tunus'ta yerleşmişti. Orada şeref ve asalet üzerine Emir olarak yaşadı. Orada nesilleri çoğaldı. Nesepleri Resulullah'ın arkadaşlarından Va'ile ulaşmaktadır. Va'il, Yemen'in Hadra-Mevt ülkesindedir. Endülüs'ün ilk fethi sıralarında, o askeri İle Hadra-Mevt'ten gelmiş ve Karmuna'da yerleşmişti.. Orada İbni Haldun diye tanınmıştır. Oradan İşbiliye'de göç etti. Hıristiyanlar üstün gelerek birçok yerleri İslamların elinden aldıktan sonra babası İbni Haldun ailesi Sebte'ye indi. Birçok hadiselerden sonra ailesi Tunus'a geldi. Üstat Tunus'ta doğdu. Yukarda anlattığımız gibi fazilet sahibi olarak yetişti. O, Batı devletlerinde memuriyetlerde bulundu. Tunus sahibi Sultan Ebu İshak'a intisap etti. Günler geçtikçe şöhreti arttı, herkesçe tanındı. Fas hükümdarı Sultan Ebu İnan, İbni Haldun'un sohbetine rağbet edip, 750 hicri ( 1349 M.) de büyük üstadı Fas'a çağırtmış, ona o çağın büyük memuriyetlerinden biri olan Sultanın emir ve hüküm ve yarlıklarını damgalamak (tuğra) memuriyetini ve saltanat dairesi sekreterliğini verdi. Az bir müddet içinde Sultanın yakın adamları sırasına geçmişti. Fakat üstadın bu derecede yükselişini kıskananlar, aleyhinde Sultana her çeşit şikâyetlerde bulundular. Bu şikâyetlerin bir sonucu olarak suçsuz olduğu halde hapse atıldı. 759 hicri (1360M.) de adı geçen sultan ölünceye kadar mahpus kaldı. Ölen sultanın fazilet sahibi olan veziri büyük üstadı hapisten çıkartarak hil'yat giydirdikten sonra, eski görevi başına geçirdi. Hükümet idaresi Sultan Ebu Salim'in eline geçtikten sonra hükümdar, üstadı önce sekreterliğe, sonradan zaptiye ve davalara bakmak memuriyetine tayin etti. Sultan Ebu Salim öldükten ve vezir 'Ömer bin Abdullah saltanat tahtına sahip olduktan sonra aralarında soğukluklar husule geldiğinden üstat Fas şehrinden ayrıldı. Endülüs'e gitmek üzere yola çıktı. Ebu Abdullah bin Ahmer, gelmekte olduğunu işittiğinde saygı göstererek İbni Haldun'u alay ve törenle karşıladı. İbni Haldun'u saraylarından birine indirdi. Katına çağırtarak saygı gösterdi, hil'yatler giydirdi, bağışlarda bulundu. Sultan, 765 hicri (1366 M.) yılında Kastale kralı ile barış hususunda konuşmak üzere İbni Haldun'u İşbiliye'ye gönderdi. Kral Alfons konuşmalar esnasında İbni Haldun'un büyük meziyet ve fazilet sahibi olduğunu anlayarak İşbiliye'de ata ve babalarından kalma bütün mülklerini kendisine iade etmek şartıyla, yanında kalmasını teklif etti ise de üstat mazeretler beyan ederek ve bahaneler göstererek kralın tekliflerini kabule yanaşmadı. Kral üstada kıymettar armağanlar verdikten sonra Sultan İbni Ahnıer'in yanına dönmesine müsaade etti. İbni Haldun bu armağanları Sultan İbni Ahmer'e sundu. Sultan bunun bir karşılığı olmak üzere İbni Haldun'a Gırnata ilindeki mamur köylerden birini bağışladı. Bu sıralarda Becaye sultanı "Ebu Abdullah, yanına gelmesini rica ederek üstada mektup yazmıştı. İbni Haldun, sultanın daveti üzerine Becaye'ye geldiğinde törenle karşılandı. Sarayda kendisine son derece büyük saygı gösterildi. Sultan, memleketinin bütün idaresini İbni Haldun'a teslim etti. Dağlarda yaşayan Berber uruğları birkaç yıldan beri isyan halinde olup, vergi vermiyorlar, hükümetin emirlerine karşı geliyorlardı. İbni Haldun bizzat kendisi bu uruğların üzerine yürüdü. Bazen yumuşaklık ve şefkatle, basan şiddetle muamelede bulunarak Asi uruğları hükümete boyun eğdirdi. İbni Haldun hükümetin idaresini ve memleketi ıslah etmek üzere iken Sultan Ebu Abdullah amcasının oğlu Sultan Ebu Abbas tarafından haince bir surette öldürüldü Bu sırada Tilmisan sahibi Ebu Hamu katına gelmesini rica ederek İbni Haldun'a mektup gönderdi. Üstat Sultanın çağrısını kabul edip 769 hicri (1371 M.) de Beskere'ye geldi. Sultanın maksadı bazı köy ve uruğları üstadın idaresine vererek bu köy Ve uruğların halini düzeltmekti. Fakat İbni Haldun, Mindas tarafına vardığında bu görevden istifa edip Urayf oğullarından Kezul dağında yaşayan uruğların yurduna gitti, İbni Haldun onlar tarafından saygı ile karşılandı. Beni Tucin ilinde "Selame Oğulları Kalesi' adıyla tanınmış olan şehre indi. Devlet memuriyetlerini bırakarak bir köşeye çekilerek istirahat etti. Bu kalede dört yıl kaldı, bu müddet içinde çağımızda dahi bütün ilim âlemince takdir edilmiş olan "Mukaddime" sini yazdı. Üstat dünyaca tanınmış olan bu eserini alarak 780 hicri (1378 M.) yılında Tunus'a geldi, eserini Tunus Sultanı Ebu Abbas'a sundu. Büyük sosyolog "Mukaddime" sinin önsözünde bundan bahseder. Adı geçen sultan "Mukaddime" de incelediği metotlar çerçevesi içinde bir tarih kitabı yazmasını rica ettiğinde İbni Haldun umumi tarihini yazdı. Tarihinin bir nüshasını adı geçen sultana ve diğer bir nüshasını Sultan Ebu Faris Abdülaziz'in kütüphanesine verdi ki "Mukaddime" sine yazdığı önsözünde bundan bahseder.

     

    İbni Haldun bundan sonra 784 hicri (1381 M.) de Hacca gitmek maksadıyla Şaban ayının ortasında yola çıktı. Bu sıralarda Mısır'da hükümet süren Kıpçak Türkleri hanedanı hükümet başından çekilerek onların terbiyelerinde yetişmiş azatlılarından olan ve Çerkez neslinden gelen sultan Berkok, Mısır devleti tahtına çıkmıştı. İbni Haldun, Berkok'un tahta cülusundan on gün sonra İskenderiye'ye ve bu yılın zilkade ayında Kahire'ye geldi. Talebelerin ricasıyla Camii Ezher de ders okutmaya başladı. Az bir vakit içinde büyük bir bilgin olarak tanındı, medreselerden birine profesör olarak tayin olundu. Gittikçe adı ve sanı yükseldi, 786 hicri (1384 M.) de Maliki mezhebi kadılığına tayin olundu. İki yıl kadar bu görevin başında kaldı adaleti hâkim kıldı, büyük bir İslam hukukçusu olarak tanındı. Büyüklü küçüklü, derece ve rütbe sahiplerinin iltimaslarına ve şefaatçilerin hatır ve ricalarına riayet etmeden adaleti hâkim kıldığı için ulema ve fetvacılar sınıfı başta olduğu halde hakkında sultana şikâyet edenlerin sayısı çoğaldı. Bu şikâyetlerin bir sonucu olarak sultanın katında İbni Haldun'un muhakemesine karar verildi, ulemadan oluşan bir meclis toplandı. İbni Haldun hasımlarının iddialarını kesin delillerle çürüttü. Kötü maksatlarına erişemeyen hasımları rezil oldu. Fakat İbni Haldun'un hatırı kırıldı, maliki mezhebi kadılığından istifa edip, ilim ve ders okutmakla meşgul oldu. 789 hicri (1384 M.) de hacca gitmek istediğinde tüm ihtiyaçları Sultan Berkok tarafından mükemmel surette temin edildi. Haçtan Mısır'a döndü. Bu sıralarda Timur orduları Şam'ı ele geçirmişti. Nasireddin Ferec, Timur'la karşılaşmak üzere yola çıktığında 803'hicri'de (1400 M.) İbni Haldun da bu sefere iştirak etti. Barış hakkında Timur'la konuşmak üzere Şam bilginlerinin ve ileri gelenlerinin başlarında olduğu halde Timur'un katına geldi. Bilginlere kıymet biçmesini bilen Timur çehre ve hareket tarzını ve kıyafetini, hafifçe bir sarık sarmış olduğunu ve kıyafetinin güzelliğini gördüğünde İbni Haldun'a iltifat etti, İbni Haldun'dan sorular sormağa başladı, üstadın sözlerinin derinliğini ve verdiği cevaplarında kullandığı hikmetli ifadeleri anladı ve Üstadı kendi yanında alıkoydu. İbni Haldun, Timur'un elinden kurtulmak üzere birçok bahanelere baş vurdu, nihayet yazdığı tarihini alarak tekrar yanına dönmek şartıyla Timur'dan müsaade alabildi.

     

    İbni Haldun, Sultan Berkok çağında olduğu gibi Sultan Nasireddin Ferec devrinde de Mısır'da saygı içinde yaşadı. Fazilet ve meziyetleri takdir olundu. Gerek devlet adamları ve gerek memleketin ileri gelenleri İbni Haldun'u saydı, ululadı. Sultan Salih'in türbesinde fıkıh ve hadis dersleri okutmaktan başka, defalarca Maliki mezhebi kadılığında bulundu, kadılığı esnasında 808 hicri ramazan ayında (miladi 1406) da 74 yaşında iken Kahire'de öldü. Kahire'nin Nasr kapısı dışarısındaki Sofiyye kabristanına gömüldü. Kabri belli ve meşhurdur. Sosyoloji ilmini ortaya koyup, tarihçilere tarihi inceleme yollarını göstermiştir...

     

    (M.E.B.Mukaddime Önsözün'den)

     

     

     

    İdarecide aranan Özellikler:

     

    İbni Haldun'a göre idareci veya idare edilenler izafidir.İdareci halkın faydasına olan şeyleri yapmaya mecburdur. İdarecinin kıyafet, şekil ve suretinin, akıl ve fikrinin keskinliğinin halk için önemi yoktur. İdareci demek halkın işine bakan, faydası için çalışan, halk da, başlarında işlerine bakan idarecileri bulunan cemiyettir. Güzel idarecilik yapabiliyor, halkın faydasını gözetebiliyorsa idarecilikten maksat ve gaye hasıl olmuş olur. Aksi halde idarecinin vücudu halk için zararlıdır.

     

    İbni Haldun'a göre idareci ve memurların ticaretle uğraşması halk için zararlıdır. Onların ticaretle uğraşmaları zulme sebep olur. Zulüm ise sosyal hayatın nizamını bozar, medeniyetleri yıkar. Halka ağır vergiler yüklemek, onları mecburi bir kısım işlere tâbi tutmak zulüm olur, bu da sosyal hayatın düzenini bozar, halktaki çalışma duygusunu öldürür.

     

    Vergiler hakkındaki düşüncesi:

     

    Bir devlette halka yüklenen vergilerin miktarı az olursa, halk çalışarak para ve servet kazanmaya heves ve rağbet öder, memleket mamur hale gelir. Vergiler azalınca üretim artar, mal ve para artar; vergileri azalırsa,o devletin hâkimiyeti devamlı ve istikrarlı olur.

     

    İbni Haldun milletlerin hayatında, sosyal hâdiselerde coğrafî sebeplerin de tesirli olduğunu anlatmaktadır. O coğrafyanın aktiviteye, iklimin kişiliğe, gıdaların insan karakterine tesir ettiğini ifade eder. Dağlıların sert, mert ve az konuşan insanlar, sahilde yaşayanların yayvan ve nemli vücutlu olduklarını söyler.

     

    Coğrafi şartların insanların mizaçları üzerinde tesirli olduğunu söyleyen İbni Haldun; dağlıların daha sert ve mert, sıcak ülkede yaşayanların gencilerin ise gevşek,sıcağın tesiriyle oyun ve eğlenceye düşkün olduklarını ileri sürer.

     

    Fazla sıcaklık beyinlerine tesir ettiği için zenciler hafif meşrep oyun ve eğlence düşkündürler.

     

    Aşırı iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bundan dolayı büyük medeniyetler mutedil iklimlerde kurulmuştur Bu medeniyetler daha istikrarlı ve çevreye uygunluk göstermektedirler.

     

    Şehircilik uzmanı sosyolog:

     

    İbni Haldun'un şehirlerin kuruluşu hakkında ortaya attığı teori teorisi şöyledir:

     

    İbni Haldun'un iktisadî görüşüne göre servet çalışma ile elde edilir. Eller ve kollarla yapılan iş dâima yüksektir. Onun bu konuda ortaya attığı teori şudur: "İnsanın kazanç ve hayatta faydalandıkları her şey onun emek ve çalışmasının kıymetidir." Ona göre sermâye meşru yoldan elde edilmişse dokunulmazdır. Ne devlet ve ne de cemiyet bu sermaye ve mülke el uzatamaz.

    Psikolojiyi tarihe uygulayışı:

     

    "Mağlûp olan bir kimse yanlış fikre kapılarak, bütün iş ve hareketlerinde galip olanı örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Onun galibiyetinin, alıştığı âdetten, meslek ve mezhepten ileri geldiği vehmine kapılır, bunu da galebesinin sebepleri ile karıştırır. Oğulların babalarına benzemeleri hususundaki hallerine dikkatle bakarsan, oğulların dâima babalarını kendilerine rehber edinmekte olduğunu görürsün. Bu da oğulların babalarının olgunluk ve üstünlüklerine inanmalarından ileri gelmektedir. Bu hal çağımızda Endülüs'te gözükmektedir. Bu ülkedeki Müslümanlar kendilerine galebe çalmakta olan Gal'leri kendileri için rehber edinmektedirler. Giyim ve kuşamları, bir çok âdet ve halleri itibariyle onlara benzemeye çalışırlar, onlar gibi duvarlarına ve su havuzlarının ve evlerinin duvarlarına resimler çizerler, heykeller koyarlar. Bunları gören bu hallerin istîlâ vesîkası olduğunu hikmet gözü ile görebilir."

     

    Sosyal konulardaki hâkimiyeti:

     

    İbni Haldun toplumsal konulara oldukça hâkimdir. İnsanların açlıktan değil, yeme alışkanlıklarını terk etmemelerinden dolayı öldüklerini savunur.

     

    "Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez. Onları alışmış oldukları tokluk öldürür. Az katık ve az yağla geçinerek bu yaşayışı itiyat hâline getirenlerin ise normal olan rutubetleri artmadan eski hâlini muhafaza eder ve tabiî olan her türlü yemeği kabul eder. Bu gibi insanların yemeklerinin değişmesi bağırsaklarda kuruma meydana getirmez, normalden uzaklaşmaz. Bolluk ve genişlik içinde yaşayarak her türlü katık ve yemekleri yiyenler, açlık çağlarında çok ölürlerse de darlık için­de yaşamaya alışmış olanlar sağ kalırlar, ölmezler. Bunların hepsinin de asıl sebebi şudur,- besinlere alışmak veyahut alışırsa o iş nefis için bir tabiat olur. Nefis her renge girer. Doktorlar 'Açlık helak edicidir" derler. Onların kuruntuları, kendilerini birdenbire yemekten mahrum ederek aç bırakmak mânâsına hamledilmelidir. Bu takdirde açlığın tesiri ile bağırsaklar kesilir, yok etmesinden korkulan hastalıklara tutulur. Fakat sofilerin yaptıkları gibi, riyazetle ve yavaş yavaş yemekleri azaltmak suretiyle olursa, helaki gerektirmez. Riyazeti bırakarak eski hâle dönülmek istenildiği vakit dahi tedrice uyarak yavaş yavaş geçiş yapılmalıdır. Birdenbire eskisi gibi yemek yenilmeye başlandı­ğı takdirde, riâyet etmeyen kimsenin ölümünden korkulur. Biz 40 gün ve bundan daha fazla açlığa dayanan kimseleri gözümüzle gördük."

    İkinci bölümde Türklerin harpçiliğinden, harp usûlündeki başarılarından övgüyle bahsedilmektedir.

     

    Beşinci bölümde tarım, sanayi, ticaret, dokumacılık ve diğer sanatlardan söz edilir. Sanayinin ilerlemesi için ilmin şart olduğu belirtilir.

     

    Altıncı bölümde ise ilimlerden bahsedilir. Dînî ilimlerden İlmi Kuran (tefsîr ve kıraat), hadîs, tıkın, usûl-ü fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimleri ve tarihçeleri anlatılır Daha sonra aklî ilimlere geçilir: Hesap, cebir, hendese (geometri), astronomi, tabiat ilimleri, tıp, kimya, dil bilgisi, edebiyat hakkında bilgi verilir. Arap edebiyatından özellikle, Endülüs edebiyatından örnekler sunulur.


  4. 99 / İHTİLÂFLAR ÇIKINCA

     

    İrbâz ibni Sâriye radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem birgün sabah namazından sonra, gözleri yaşartan, kalpleri ürperten bir konuşma yaptı.

     

    Bunun üzerine, ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedik.

     

    ''Ayrılıp gitmek üzere olan birisi gibi konuştunuz. Bize ne yapmamızı tavsiye edersiniz?''

     

    Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

     

    ''Sizi, gecesi tıpkı gündüz gibi apaydınlık bir yol üzerine bırakıyorum.

     

    Benden sonra o yoldan, ancak mahvolanlar sapar.

     

    Sizden ömrü uzun olanlar pek çok anlaşmazlık görecektir.

     

    O zaman üzerinize gerekli olan, bilip tanıdığımız sünnetime, ve doğru yola ulaştırılmış Hulefâ-yi Râşidîn'in sünnetine yapışmaktır.

     

    Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız.

     

    Allah'a karşı gelmekten sakınınız.

     

    Başınıza Habeşli bir köle de geçse, ona itaat ediniz.

     

    Mü'min, uysal deve gibidir; nereye çekilse gider.

     

    Bir de sonradan dine sokuşturulan bid'atlardan uzak durunuz.

     

    Çünkü her bid'at sapıklıktır.''

    .......

    İbni Mâce, Mukaddime 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 126; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 610-611, nr. 937. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 16.


  5. 98 / DİNİN BELLİ BAŞLI ESASLARI

     

    Amr ibni Abese (1) radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'de, Ukâz mevkiindeyken yanına gittim ve ona ''Ey Allah'ın Elçisi! Getirdiğin dine kim inandı?'' diye sordum.

     

    ''Biri hür, diğeri köle iki kişi inandı'' dedi.

     

    O vakitler yanında Hz. Ebû Bekir ile Bilâl-i Habeşî vardı.

     

    ''Müslümanlık nedir?'' diye sordum.

     

    ''Tatlı dille konuşmak ve yemek yemektir.'' buyurdu.

     

    ''İman nedir?''

     

    ''Sabredip dayanmak, cömert ve anlayışlı olmaktır.''

     

    ''Hangi Müslüman daha üstündür?''

     

    ''Dilinden ve elinden Müslümanların zarar görmediği kimse.''

     

    ''Hangi mü'min daha üstündür?''

     

    ''Ahlâkı güzel olan.''

     

    ''Hangi namaz daha üstündür?''

     

    ''Ayakta uzun süre durarak kılınan namaz.''

     

    ''Hangi hicret (2) daha faziletlidir?''

     

    ''Rabbinin yapmasını uygun görmediği şeyi terk etmek.''

     

    ''Hangi cihad daha değerlidir?''

     

    ''Savaşçının atının öldürüldüğü, kanının döküldüğü cihad.''

     

    ''Hangi saatler daha değerlidir?''

     

    ''Gecenin son kısmı. Tanyeri ağarana kadar sabah namazının farzına melekler de katılır. Tanyeri ağarınca, sabah namazının farzından önce, sabah namazının sünnetinden başka namaz kılınmaz. Sabah namazını kıldıktan sonra, güneş doğuncaya kadar başka namaz kılma. Çünkü güneş şeytanın tepesinden doğar, kâfirler de o vakit güneşe taparlar. Onun için sen de güneş yükselinceye kadar namaz kılma.

     

    Güneş yükselince namaz kıl; çünkü namaz kılanın yanında melekler bulunur. Mızrağın gölgesi dimdik durana kadar namaz kılmaya devam et. O andan itibaren güneş batıya meyledene kadar namaza ara ver. Güneş batıya meyledince namaz kıl; çünkü namaz farzdır, namaz kılanın yanında melekler bulunur.''

     

    Güneş batıncaya kadar namaz kılmaya devam et. Ama güneş batarken namaz kılma. Çünkü güneş şeytanın tepesinden batar; (3) kâfirler de o vakit güneşe tapar.''

    ............

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 285; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 91-93.

     

    (1) Amr ibni Abese, Câhiliye devrinde puta tapmaz, puta tapmaktan hoşlanmazdı. Mekke'de bir peygamber çıktığını duyunca oraya gitti. İslâmiyeti gizlice yayan Resûl-i Ekrem ile görüştü. Müslüman oldu ve onun yanında kalmak istedi. Fakat Efendimiz (sav) ona Mekkelilerin yapacağı kötülükleri hatırlatarak kabilesine dönmesini, İslâmiyeti açıkça yaydığını duyunca çıkıp gelmesini söyledi. O da Hicretten sonra Medine'ye gitti. (Müslim, Müsâfırîn 294).

    (2) Hicretin sözlük anlamı terk etmek; terim anlamı, dinini yaşayabilmek için yurdunu bırakıp başka yere göçmektir.

     

    (3) ''Güneş şeytanın tepesinden (iki boynuzu arasından) doğar, batar'' ifadesi mecâzî bir anlatımdır. Güneşe tapanlar, güneşin doğduğu ve battığı saatlerde ibadet ederler. Çünkü şeytan onları ''Sizin tanrınız güneştir'' diye kandırıp avucunun içine almıştır. Peygamber Efendimiz, şeytanın güneşe tapanlar üzerinde ki bu güçlü etkisini ''Güneş şeytanın tepesinden doğar, batar'' diye ifade etmiştir.


  6. Herkese teşekkür ederim, herşey için teşekkür ederim. Allah (c.c) razı olsun. Bana mânevî, fikrî, ilmî, dinî daha birçok şeyde hadsiz kıymetler kazandıran sitemizin, bu yarışmayla verdiği kıvanç da çok ayrı oldu. İnşallah, önümüzdeki yıllarda daha mühim işlerle, daha büyük kıymetlerle, topyekûn başarılı olur ve o yüce gayeye hizmet ederiz.


  7. 97 / ALLAH'IN VE HALKIN SEVGİLİSİ OLMAK

     

    Sehl İbni Sa'd radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına bir adam geldi ve ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedi.

    ''Bana bir iş söyle; onu yapınca beni hem Allah, hem de insanlar sevsin.''

     

    Hz. Peygamber ona şunu söyledi:

     

    ''Dünyaya değer verme, Allah seni sevsin. Kimseden menfaat bekleme, halk seni sevsin.''

    ......

    İbni Mâce, Zühd 1, Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 624-628.


  8. 96 / KUL PEYGAMBER

     

    Ebû Hüreyye radıyallahu anh şöyle diyor:

     

    Birgün Cebrâil aleyhisselâm Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında otururken başını kaldırıp gökyüzüne bakmış.

     

    O sırada bir melek yeryüzüne iniyormuş.

     

    Cebrâil aleyhisselâm, ''Bu melek, yaratıldığı günden beri yeryüzüne ilk defa şu an iniyor'' demiş.

     

    Melek yere inince Hz. Peygamber'in yanına gelerek, ''Muhammed!'' demiş.

     

    ''Beni sana Rabbin gönderdi. Hükümdar peygamber mi, yoksa kul peygamber mi olmak istediğini soruyor.''

     

    Cebrâil aleyhisselâm araya girerek, ''Muhammed! Rabbine karşı mütevazi ol!'' deyince, Peygamber Efendimiz, ''Hükümdar peygamber değil, kul peygamber olmak isterim.'' buyurmuş.

    .......

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 231; Elbâni, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, III, 3-4, nr. 1002.


  9. 95 / CENNET VE CEHENNEME GÖTÜREN ŞEYLER

     

    Ebû Hüreyye radıyallahu anh şöyle diyor:

     

    Birgün Müslümanlardan biri Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'e, ''İnsanları Cennete en fazla götürecek şey nedir?'' diye sordu.

     

    Allah'ın Elçisi, ''Allah'a karşı gelmekten sakınmak ve güzel ahlâk sahibi olmaktır'' buyurdu.

     

    ''İnsanları Cehenneme en fazla götürecek şey nedir?'' diye sorunca da, ''Ağız ve cinsel organdır'' buyurdu.

    .......

    Tirmizî, Birr 63; İbni Mâce, Zühd 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 291, 392.


  10. 94 / BUNLARI KİM UYGULAMAK İSTER?

     

    Ebû Hüreyye radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, ''Şu söyleyeceğim sözleri benden kim öğrenip uygulamak ister, veya onları uygulayacak kimseye öğretmek ister?'' diye sordu.

     

    ''Ben isterim, Ey Allah'ın Elçisi!'' diye atıldım. Elimi tuttu ve bana şu beş şeyi bir bir saydı:

     

    ''Haramlardan uzak dur; böylece insanların en fazla ibadet edeni olursun. Allah'ın sana verdiğine razı ol; işte o zaman insanların en zengini sen olursun. Komşuna iyilik et; o zaman mü'min olursun. Kendin için istediğini başkaları için de iste; böylece iyi Müslüman olursun. Çok gülme; çünkü çok gülmek kalbi öldürür.''

    ..........

    Tirmizî, Zühd 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 310; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 600-603. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 24.


  11. Bu soruyu ben cevaplasam kabul edersin heralde.Derviş'e hiç akıllı insan denk gelmediki Akıllı DErvişler Topluluğuna başkan olsun.Mecburiyetten delilerle ugraşmak zorunda.

     

    Yani sen de delisin :D

     

     

    Ustam, güzel olduğu kadar ilgi çekici ve bir zor soru sormuş, üzerinde bayağı düşünmüşsünüz. Bakalım bizim kelamlarımız bu sorunuzun karşılığı olabilecek ölçütlere sahip olabilecek mi? Bunu sizin bu cevabı okuduktan sonra vereceğiniz tepkiyle anlayabileceğiz elbetteki. İlk önce ufak bir alıntı yapmak istiyorum. Alıntıladığım kişiyi biliyorsunuz.

     

    Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?

    Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!

     

    Bu alıntı hakkında yorum yapmayacağım. Siz artık yaparsınız yorumunu. Ben kendi cevaplarımı biran önce (biran olarak yazılmaz değil mi? "Bir an" olarak yazılmalıdır, evet efendim biliyorum öyle yazılması gerektiğini ama düzeltmiyorum işte bana ne Allah Allah. Mehmet Ali Biran yok mu sanki? Tabiki yok. O "Birand" idi. Nihahaha isme bak ya birand. Gerçi "Dengir Mir Mehmet Fırat" ismi daha bir garip isim. Garip olduğu kadar karizmatik ve çekici. Adama bakar mısınız? Yerel seçimler öncesinde o chp li adamlar berabere kaldı ya helal olsun. Kardeşim ezemeyeceksen rakip adamı bu riski göze almayacaksın böylesine bir seçim öncesinde. Haksızsam söylemeyin haksız olduğumu bilmek beni rahatsız eder yav. Hem ben ne zaman haksız olmuşum ki şimdi haksız olayım? Hak dediğiniz zaten nedir ki. Amannn bilmenin ne önemi varsa. Yav durun ben bunlardan bahsetmiyordum, zaman diyordum evet zaman. Gördünüz mü bakın elin birand'ı bizi nerelere getirdi. Veee sonunda bitti, nokta.)

     

    Einstein var ya -bilmeyenin dilini eşek arısı soksun :D- işte o bir kaç teori atmış ortaya. En meşhuruda izafiyet teorisi fizikçiler iyi bilir ben pek iyi bilmem bu teorileri. hem zaten teorilerle uğraşacak vaktim yoktur ben teorem çürütürüm. Neyse fazla dallanıp budaklandırmadan konuyu devam edelim. Bu adam o teoride zamanla ilgili özet geçersek şunları demiş;

     

    Einstein izafiyet teorisini ortaya attığından bu yana, fizikçiler dünya üzerinde dört boyut bulunduğunu kabül ediyorlar.(Hatta yerçekiminin kendisi bile üç boyutlu uzayın bir dördüncü boyuta doğru eğim yaparak bükülmesidir.)O zamana kadar bilinen ve kabül gören üç boyut olan uzunluk, yükseklik ve genişliğe ek olan diğer fiziksel boyut ise zaman olarak biliniyor.Matematiksel olarak da kabül gören 4'üncü boyut, diğer üç boyuta eşit değer taşıyor.Ancak insanlar dünya üzerinde üç boyutta, her yönde hareket edebiliyorlar yani, yukarı ve aşağı, sola ve sağa, ileri ve geri. Ancak zamanda sadece ileri doğru hareket edebiliyorlar, zamanda geriye doğru hareket hiçbir zaman gerçekleşmiyor.Fakat fizik kanunlarında, zamanın geriye doğru hareket edemeyeceğini söyleyen bir kural mevcut değil.Zaten Einstein'in bu konuda ispatladığı hareket denklemi de zaman geriye döndürüldüğünde gayet iyi çalışıyor.Ancak henüz hiç kimse zamanda geriye seyahat etmeyi başaramadı.

     

    Buda Einsteinvari bir açıklama. Tamam kardeşim fizikçiler kabul ederler ama ben bir fizikçi değilim ve ne diye kabul edeyim? Yada derdim ne ki kabul etmeyeyim? Bu benim problemim. Evet problemleri olan bir insanım ve bunlarla mutluyum ;)

     

    Kardeşim geç bu bilim adamlarının açıklamalarını filan. Sen beni dinle ki dertlerine derman olayım. Hem ben onlara karşı bir tutum içerisinede gireek değilim. Bak şimdi Vakıf'ım sen sigara içiyorsun, bende içiyorum. İşte zaman o sigaradır. Dur hatta bir tane yakayım, bak ilk nefesi aldım ve bıraktım küllüğe gerisini. Şu anda yanıyor ve içmediğim için dumanlar atmosferde bilemediğim bir noktaya kadar çıkıyor ( tamam ozon tabakasının olduğu atmosfer katmanının ismini şimdilik bilmiyorum. Aslında biliyordum da unuttum. Stratosfer? Hayır citroen!)

     

    O içine çektiğin dumanın az bir kısmı içerde kalıyor. Tabi duman olarak değil zehir olarak. İşte bu zehirler hayatın acı tecrübeleridir. Ağzından ve burnundan (Burnundan gele İnşallah diyeniniz olmasın şimdi durduk yere) dışarı çıkanlar ise verdiğin sadakaların ve iyi bir insan olmanın sonucunda (Bak kesilikle şirinleri göreceksin demiyorum, görebilirsin. Ama dur bir saniye sen iyi bir çocuk değilsin, hatta sen bir çocuk bile değilsin. Unut kardeşim şirinleri görme umudunu. Hayatın gerçek yüzünü gösteriyorum işte çok acımasızım ;)) seni zehirleyemeyen acılardır. Boşa giden dumanlar ise senin hiçbir şekilde müdahale edemediğin senin dışında kalan hayat akışıdır. Sigaradan aldığın keyf ise senin yaşadığın iyi anlardır. Sigaranın kendisi mi? İşte o zamandır. Ben garanti anlattım. Anlayabilmek sizin keyfiyetinize kalmış bir durum.

     

    Şimdi kim okuyacak bu üstte yazdıklarımı :( ? Ben okumam kardeşim, çünkü yazarı zaten benim ve yazıda çok uzun.

     

     

     

    Bir hikaye anlatayım efendim. İsmet Paşa varya eskiden bir aralar yaşamış, hatırlayamadın mı? Buyur buradan bak o zaman, hah işte bu. İşte ilgili şahıs bir olay için demiş ki bana her ilden bir deli getirin, Elazığ'dan tuttuğunuzu getirin.

     

    Dur birtane daha anlatayım.

     

    Elazığ akıl, ruh ve sinir hastanesinden (kısaca deliler hastanesinden) iki tane deli kaçmış. İlgili profesör demiş ki gidin bunları bulun. Bulacak olan kişilerde nasıl bulacağız şimdi demişler. Karşılığında şu cevabı almışlar; gidin trencilik oynayın, o iki deli de arkanıza takılır. Bunlar denileni yapmışlar ve hastaneye geri geldiklerinde profesör şok olmuş. Trenin vagonları sayılamıyormuş çünkü.

     

    İşte bu neden deli olduğumun göstergesi. Zaten Çelebi'mde bir kaç şey yazmış, haklıdır. Arası fok balıklarıyla bayağı iyidir kendilerinin. Are you fok?

     

    İşte bende bu delilerin içerisinden kendi çabalarımla dervişleri buldum. Bana bidat ettiler ve başkanları oldum. Hikaye bundan ibarettir.

     

    Sözlerimi bu güzel memleketimden bir özür dilemek amacıyla bir şiir yazarak noktalamaktan beni kimse alıkoyamaz. Suçsuzum ve pişmanda değilim :(

     

    Kar Mı Yağmış Şu Harput'un Başına

    Kurban Olam Toprağına Taşına

    Henüz Girmiş On Üç On Dört Yaşına

    Küçücükten Bir Yar Sevdim Yar Nenni

     

    Bir Of Çeksem Karşı Ki Dağlar Yıkılır,

    Bugün Posta Günü Canım Sıkılır

    Ellerin Mektubu Gelmiş Okunur,

    Benim Yüreğime Hançer Sokulur

     

    Bir Ah Çeksem Karşı Ki Dağlar Ünüler

    Ah Ettikçe Eski Derdim Yeniler

    Ben Ölürsem Mezar Taşım İniler

    Bu Dert Beni İflah Etmez Öldürür

     

    Başka sorusu olan?

     

    Estağfurullah, Dervish bana teyit etmek düşmez. Bilmiyorum ki, teyit edeyim. Derviş, garanti anlattım demişsin ama ben anlıyamadım :) :) :) Hayat, zaman, sigara, acı mevzuyu iyice giriftleştirdin. Bir arkadaşıma zaman nedir? deyu sordum ve ''Zaman, zamandır'' cevabını aldım. Evet, zaman, zamandır işte.

     

    Deli Dervişler Topluluğu Başkanı! hikayen hoşuma gitti :(

     

    Neyse, efendim geyik midir nedir, onu ben beceremiyor ve bu başlıktan elimi, ayağımı çekiyorum.


  12. 93 / UKBE'YE VERDİĞİ ÖĞÜTLER

     

    Ukbe ibni Âmir radıyallahu anh şöyle diyor:

     

    Birgün Resûl-i Ekrem sallalallahu aleyhi ve selllem ile karşılaştım.

     

    Söze önce ben başlayıp selâm verdim, ve hemen elini tutarak, ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedim.

     

    ''Mü'min için kurtuluş yolu nedir?''

     

    Bana şunları söyledi:

     

    ''Ukbe! Diline sahip ol! Evinde rahat etmeye bak! Yaptıklarına pişman olup günahlarına ağla!''

     

    Bir başka gün Allah'ın Elçisi benimle karşılaştı; bu defa söze o başlayıp selâm verdi, ve hemen elimi tutarak, ''Ukbe bin Âmir!'' dedi.

     

    ''Sana Tevrat'ta, Zebûr'da, İncil'de, Kur'ân'da bir benzeri indirilmeyen sûreleri öğreteyim mi?''

     

    ''Sana kurban olayım, öğret!'' dedim.

     

    Bunun üzerine bana, Kul hüvallahü ahad, Kûl eûzü birabbil felak ve Kul eûzü birabbin nâs sûrelerini öğretti ve ardından şöyle buyurdu:

     

    ''Ukbe! Bunları unutma! Bu sûreleri her gece mutlaka oku!''

     

    ''Onları unutma'' buyurduğundan beri sûreleri unutmadım, ve onları her gece mutlaka okudum.

     

    Bir zaman sonra yine Peygamber Efendimiz ile karşılaştım.

     

    Söze önce ben başlayıp selâm verdim, ve hemen elini tutarak, ''Ey Allah'ın Elçisi!'' dedim.

     

    ''Bana en faziletli amelleri söyle!''

     

    ''Ukbe!'' buyurdu:

     

    ''Seninle ilgisini kesenle sen ilgisini kesme. Sana vermeyene sen vermeye devam et. Sana haksızlık edeni de bağışla.''

    ...........

    Tirmizî, Zühd 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 148, 158, V, 259; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, 551-552.


  13. FED başkanı dedikleri pişkin bir adam,

    700 milyar dolarla anca yapıyor plan,

    Bu sorun böyle kapanmaz ajana inan,

    Ben Bernanke değilim meçhullerdeyim…

     

    mitajanı

     

    Sevgili ajanımız Mitajani, yukarıda belirttiğiniz meseleyle ilgili kati bir çözümünüz vardır umarım. Çözümünüz de bize verebileceğiniz bilgiler varsa ve verirseniz müteşekkir oluruz.

     

    Yukarıda ki şiir de Mitajani'ni bize ajan ruhundan bazı akisler sunmuş. O öyle bir ajan ruhu ki zülme kalemle yani hasmına hakettiği cevabı veriyor. FED başakanının vay haline! Mitajani acaba çocukken ajanlıkla alakalı çok mu oyun oynadınız? Ya da saklambaçta ''ebe'' olduğunuz da mahallenin çocuklarını nasıl buluyordunuz? Metodlarınız neydi?:)))))))))


  14. 92 / HAYBER SEYAHETİNDE OLANLAR

     

    İrbâz ibni Sâriye radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Hayber'e gitmiştik.(1)

     

    Yanında Ashâbından bazı kimseler vardı.

     

    Hayber'in yöneticisi dikkafalı, inatçı bir adamdı.

     

    Peygamber Efendimize dönerek, ''Muhammed!'' dedi.

     

    ''Eşeklerimizi kesecek, meyvelerimizi yiyecek, kadınlarımızı dövecek misiniz?''

     

    Hz. Peygamber bu söze kızdı.

     

    Abdurrahman ibni Avf'a şunları söyledi:

     

    ''İbni Avf! Atına bin ve herkese, Cennete sadece mü'minlerin gireceğini ilân et! Ve herkesin namaz kılmak üzere toplanmasını söyle!''

     

    Müslümanlar toplandılar.

     

    Peygamber Efendimiz onlara namaz kıldırdıktan sonra ayağa kalktı ve şöyle hitap etti:

     

    ''Sizden biri, koltuğuna güzelce kurulup Allah'ın, şu Kur'an'da geçen yasaklardan başka birşeyi yasaklamadığını mı sanıyor? Bakınız! Vallahi ben de bazı şeyleri emrettim, bazı öğütler verdim, ve bazı şeyleri yasakladım. Benim emredip yasakladığım şeylerin sayısı, Kur'an'daki emir ve yasaklar kadar vardır; belki ondan daha fazladır. Ehl-i Kitâb vergilerini ödediği sürece, kendilerinden izin almadan evlerine girmenize, kadınlarına hakaret etmenize, meyvelerini yemenize Allah Teâlâ izin vermemiştir.''

    .........

    Ebû Dâvûd, Harâc 31, 33; Taberânî, el-Evsat, VII, 184; Elbânî, Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîha, II, 541-542, nr. 882.

     

    (1) Olay, Hayber'in fethinden ve orada yaşayan Yahudilerin başına bir Yahudi yönetici bırakıldıktan sonraki bir tarihte meydana gelmiştir.


  15. Verdiğim linki tekrar okudum, Pakistanlı şahıs bazı eserleri İngilizceye de çevirmiş. Başlığı okuyalı uzun zaman geçtiği için hatırım da eserlerin İngilizceye çevrildiği kalmamış. Okuduklarımı unutmak bana azap veriyor.

     

    Keyfiyetini alemşumul olarak telakki edebileceğimiz ''Bir Adam Yaratmak'' adlı eserin iyi bir tanıtım sayesinde zamanla dalga dalga okuyucu kazanacağı kanaatindeyim. Müstakil bir fikir kitabı olan ''İdeolocya Örgüsü'' adlı eserin İslâm ülkelerinde rağbet görmesiyle beraber Batılılar'ın nazarı dikkate alacağını düşünüyorum. Ülkemizde ne kadar kitap okunuyor ve biz ne kadar sahip çıkıyoruz ki bunları bekliyorum. Üstad'ın diğer kitaplarını da sırayla şunun için okunur ve çevrilir diye saymak olmuyor.

     

    Turgut Özakman denen herifin kitapları bile Japon diline (Çince de olabilir) çevrilmiş. Mesele bizim insanmızda bitiyor. Biz muteber eserlere rağbet göstermiyor ve posalaşmış popüler eserlere can havliyle eserlere sarılıyoruz. İnsanlarımızın uyduruk eserlere sarılması, uyduruk eserlerin hayat görüşüne zıt bulmadığı veya zıt olduğunu anlıyamadığı içindir. Hayat görüşünün mesnedine İslâm'ı koyulmazsa cemiyette mahvolur, güzelim eserlerde... Sonra da ne kitap çevrilir ne başka şey olur.


  16. 91 / KALBİ YUMUŞATMANIN YOLU

     

    Ebû Hüreyye radıyallahu anh anlatıyor:

     

    Bir adam, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'in huzuruna gelerek kalbinin katılığından şikayet etti.

     

    Peygamber Efendimiz ona şunu söyledi:

     

    ''Kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur, yetimin başını okşa!''

    .........

    Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 263, 387.


  17. Bergson'a biçtiğim-iz tek kıymet ölçüsü: Kuru akılcılığın karşısında olması ve materyalist/komünist düşüneceye anti-tez üretmesidir. Nihayetinde kıymetli bir düşünür ve bilen adamdır. Hayıflanma noktam: İman trenine binememiş (büyük ihtimalle) olmasıdır.

     

    Mesele budur Vakıf kardeşim; başka bir şey değil smile.gif

    ...

     

     

     

    Tamam, sana lafım yok zaten smile.gif Bergson'a bir yorum yapıyım dedim, elime yüzüme bulaştırdım smile.gif


  18. Arkadaşlar, yukarıda ki bir yeri yanlış anlamamdan dolayı Bergson'u ''meccani kahraman'' diye yaftaladım. Cihat'ın dediği gibi ''meccani kahramanları'' ortaya çıkaran birisi Bergson. Cihat kardeşime teşekkür ediyorum, Allah razı olsun.

     

    Ekleme/// Bergson'a art niyetle meccani kahraman demediğimi ve yukarıda (1) diye verdiğim yeri yanlış hatırlamamdan ve zihnimde oluşturduğum yanlış tablodan sebeble böyle zanlara ve hükümlere vardığımı belirtmek isterim. Doğru hükümleri Cihat belirtmiş.


  19. Bakalım, Üstad'ın Sahte Kahramanlar adlı kitabında Bergson hakkında ne yazıyor:

     

    Onu da (Şarlo) misaline benzer (1) bir başka tipin - yine bir yahudi filozof (Bergson) -, misaliyle izah edelim: Filozof (Bergson) komünizme en büyük darbeyi indirenlerden biridir. Şimdi uzun uzun onun felsefe mezhebinden bahsetmiyelim. Akliyeciliği yıktı. (Bergson)a kadar Fransada ve Dünyada Auguste Comte-(Ogüst Komt) felsefesi hakimde. Akliyeciler, herşeyi aklın hükmü altında görenler, rasyonalistler... O bunu yıktı. Öyle yıktı ki, bütün akliyeciler de kabûl etti yıkıldığını akliyeciliğin... Ama buna yaman bir itirazda bulundular, dediler ki:

     

    ''--Sen aklı yıktın, hiç şüphesiz; fakat yine akılla yıktın! Metodun aklîdir.''

     

    Yani aklın yıkılışındaki şerefi yine akla isnad ederek aklı yine tahtına oturtmak istediler. O zaman (Bergson) şu cevabı verdi. Muhteşem bir cevap:

     

    ''--Eğer ben aklı akılla yıktımsa demek ki, aklın son durağı, nihaî gayesi intihar ve aczini itiraf etmekmiş...''

     

    Bunu ''İlim ve Ahlâkın İki Kaynağı'' isimli eserinde bütün delilleriyle ortaya koydu.

     

    Kaynak: Sahte Kahramanlar. Sayfa 47, 48. Nisan 2007. Büyük Doğu Yayınları. Necip Fazıl Kısakürek

    ........

    (1) Üstad, Şarlo misali derken kitapta beş sayfa önce Şarlo'nun misalini verdiği (Şarlo'nun filminde ki bazı şeyleri yazmış) ''Meccani Kahraman'' tipinden bahsediyor. Bakın, Üstad ''Meccani Kahraman''ı aynı kitabında nasıl izah ediyor:

     

    Şimdi gelelim meccanî kahramana....

     

    Meccanî kahraman fevkalâde enterasan bir tip... Asıl mevzumuz sahte kahraman ya; meccanîler üzerinde duralım: Meccanî kahraman, Allahın ''Mekr-i İlâhî'' dedikleri cilvesini belirtir. Mekr, istihza mânasına... Alllah münezzeh olduğu için bütün noksan sıfatlardan, bu mânada kullanılmaz ve ''mekr'' diye ifade edilir. Bir nevi oyun, tuzak... Allahın oyununa gelenler, kaderin cilvesi içinde, hiç beklemedikleri ummadıkları, çalışmadıkları, anlamadıkları şeylere birdenbir nail oluverirler. Veya ne kadar çabalarsa çabalasınlar mahrum kalırlar. İşte meccanî kahramanlar, kaderin, -püf noktası diye izah ettim- o tarafından istifade ederek, bir nevi tapu halinde mallarıymış gibi bir meziyet veya fazilet iddiasına kalkan bedavacılar, lüpçülerdir. (Üstad buradan sonra Şarlo'nun filminde ki meccanen kahraman örneğini anlatıyor)

     

    Kaynak: Sahte Kahramanlar. Sayfa 42. Nisan 2007. Büyük Doğu Yayınları. Necip Fazıl Kısakürek

    .........

    Anlaşılıyor ki, Üstad'ın gözünde Bergson meccanen kahraman. Yazanel'in yazdıklarından ve Üstad'ın yazdıklarından Bergson büyük bir adammış gibi algılanıyor. Üstad'ın kitabında verdiğim (1) diye verdiğim ince noktadan anlaşılıyor ki Bergson, tüm bunları ''bir nevi tapu halinde mallı gibi bir meziyet ve fazilet'' yüklenen meccanen kahraman. Umarım açıklayabilmişimdir.

×
×
  • Create New...