Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. Muhammed Esed hakkında pek bilgim yok. Seyyid Kutup ve Efgani'nin sapık olduğunu biliyorum. Bediüzzaman'a sapık diyorsun. Sapıklıklarını söyle de bizde öğrenelim. Yalnız, bazı yanlışları varsa bunları sapıklık diye yutturmaya kalkışma sakın.

     

     

    Dinimizi Öğreniyoruz değil kitabın ismi, '-Gençler İçin- Dininizi Öğreniniz'. Büyük Doğu'da çıkan bazı yazıları birkaç yıl önce derleyip kitap haline getirmişler. Bunun yerine 'İman ve İslâm Atlası' adlı eser ilk sıraya konulmalıydı. 'Dininiz Öğreniniz' isimli eserin, İman ve İslâm Atlası'nın yanında adı bile geçmez. ''İman ve İslâm Atlası'' isimli eser hakkında Üstad ne diyor:

     

    Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu!

    Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu!

     

    Hz. Ali'nin bazı yerleri 'Çöle İnen Nur'dan iktibas edilmiştir. Hz. Ali tabi harika bir eser lâkin, 'Çöle İnen Nur' dururken ikinci sıraya Hz. Ali'yi anlatan eser konulur mu? Üstad'tan istifade etmek gerekiyorsa 'Çöle İnen Nur' yabana atılamaz. Yabana atılamaz ne kelime, onsuz olmaz.

     

     

    Tenkit ettiğin tiyatro eserlerini okumadım. O tiyatroları okuyan arkadaşlar varsa yorumlarını beklerim.

     

     

    Can87 öyle bir mesaj yazmışsın ki, doğruları ve yanlışlarıyla insanı çok rahatsız eden bir mesaj. Lütfen mesajlarını itidalli yaz. Bilmediğin şeyleri çok bilmiş edasıyla yazma. <<Ya hayır söyle ya sus.>>


  2. Birinci söylediğin cümle de haklısın, yanlış okumuşum.

     

    Buyrun arama motoru: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?ac...a+%DDslamo%F0lu

     

    Siteye bu adamın kaç yazısı eklenmiş, ısrarla bu adamı ekleyen var mı? Bunlara bakınca yalanın gün gibi ortadadır.

     

    Bu herifin yazıları okunsun demiyoruz, bu adamın yazılarının ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıkıyor diyoruz. Zaten, yazılarının sitemizde yer bulamıyacağını Nfk-fan söyledi. Son olarak, bu adamdan bir kâr alacağımız söz konusu değil. Sadece sapıklıklarını çıkartırız.


  3. M. Şevket Eygi - Milli Gazete

     

    2008-12-05

    Dinimizi Öğrenelim, Öğretelim...

     

     

    BİZ Türkiyeli Müslümanlar için, eski ulema dinimizin bütün esaslarını ve inceliklerini, en ufak ayrıntılarına kadar binlerce, on binlerce akaid, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer, ahlâk ve tasavvuf kitaplarında yazmışlar. Eski şeyhülislâmlar ve müftüler onbinlerce, belki de yüzbinlerce fetva vermiş.

     

    Ne yazık ki, bunların yüzde 95’i Osmanlıca yazmalarda ve basma eserlerde. Müslüman halk bu yazıyı okuyamıyor.

     

    Okuması, öğretilse bile, lisanımız kasıtlı olarak o kadar değiştirildi, uydurukçalaştırıldı, sade suya tirit hale getirildi ki, bu metinlerin manalarını anlamak imkânı kalmadı.

     

    Medreseler kapatıldığı, uzun yıllar boyunca genç nesillere din eğitimi ve kültürü verilmediği için cahillik yaygın ve yoğun hale geldi.

     

    Beş vakit namaz kılan dindarlar bile Allahü Teâlâ’nın 14 sıfatını sayamıyor. Bendeniz bundan beş sene kadar önce İlahiyat Fakültesi 3’üncü sınıfında okuyan temiz bir gençle tanışmıştım. Kendisinden izin isteyerek ona bir soru yönelttim, Allah’ın sıfatlarını sayınız dedim. İnanmayacaksınız, bir tek sıfatını bile sayamadı.

     

    Bir Müslümanın, Yaratanının Rabbinin sıfatlarını bilmemesi, ezberlememiş olması ne büyük bir cehalettir. Hak Teâlâ kemal sıfatlarla muttasıftır (sıfatlıdır) ve noksan sıfatlardan münezzehtir.

     

    İlmihal ve akaid kitaplarında Peygamberlerin de (Aleyhimüsselam) sıfatları yazılıdır. Bizim Peygamberimizin, diğer Peygamberlerin hepsinde bulunan sıfatlardan başka, kendisine mahsus sıfatları da vardır. Bunları biliyor muyuz?

     

    Kur’ân’ın belli başlı özellikleri nelerdir?

     

    Başlıca haramlar ve büyük günahlar nelerdir?

     

    Eskiden Müslümanlar Elli Dört Farz adında çok değerli ve insanın kurtuluşuna vesile olan mübarek bir kitabı okurlardı.

     

    Bazılarının beğenmediği, küçümsediği Mızraklı İlmihal kitabını (Osmanlı da her müslüman memlekete gönderilen ilmihal, hakikatin teminati /V. Ahmet) Müslümanlar okusalar insanı necata (kurtuluşa) götürecek, helak olmaktan koruyacak nice önemli bilgiler ve uyarılar öğreneceklerdir.

     

    Bazı Müslüman kardeşlerimiz taharet, namaz abdestini bile doğru dürüst bilmiyor. İstibra nedir öğrenmemiş, öğretilmemiş, hacetini gördükten sonra hiç beklemeden, temizlik yapmadan abdest alıyor ve iki üç adım yürüdükten sonra henüz almış olduğu abdesti bozuluyor. Bozuluyor ama haberi yok. Halka bu gibi bilgileri kim öğretecek?

     

    Ülkemizde Peygamberimizin Sünneti konusunda Ehl-i Sünnet mensupları ile Ehl-i Bid’at arasında bitmez tükenmez tartışmalar sürüyor. Lakin Sünnet nedir, bu suale doğru dürüst, 10 üzerinden 7 not alabilecek derecede kaç kişi cevap verebilir? Sünneti inkar eden zavallılar bilmiyorlar ki, bize ulaşan mütevâtir ve sahih hadisler de bir tür vahiydir. Çünkü Yüce Kur’ân’da Peygamberin kendinden, hevasından konuşmadığı bize bildirilmiştir.

     

    Müslüman halkımız küfür sözlerini ve fiillerini de bilmiyor... Bunlar bilinse nice kimse dilini ve azasını küfre yol açan söz ve fiillerden koruyabilir.

     

    Eski kitaplarda yazar: Şu ilaç bana iyi geldi, beni tedavi etti, iyileştirdi demek sakıncalıdır. Şuurlu ve bilgili Müslüman, Aspirin baş ağrımı geçirdi demez. Ne der? Allah’ın izni ve yaratması ile Aspirin başağrıma iyi geldi der. Allah iyileştirmeyi yaratmazsa, Aspirin hiç fayda vermez.

     

    Müslümanlıkta şu işi yapacağım, edeceğim, şuraya gideceğim şeklinde konuşulmaz. Mutlaka inşaallah (Allah isterse) demek lazım gelir.

     

    Hayırlı, mübah, helal, meşru işlere başlarken mutlaka besmele çekilmelidir. Hadîs-i şerifte “Besmele çekilmeden başlanan hayırlı/meşru iş ebter (kısır) olur” buyurulmuştur. Haram bir şey yapılırken besmele çekmek ise kişiyi küfre götürür.

     

    Müslüman kişi sol eli ile yiyemez ve içemez. Çatal, kaşık, bardakla bile olsa. Çünkü Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun O’na) bunu yasaklamıştır. Adam veya kadın solak... Yine de sağ eliyle yiyip içecektir. Peygamberimizin bu emrine gururu, kibri ve isyanı yüzünden uymayan bir kimsenin, Peygamberin bedduasına uğradığı ve elinin kuruduğu muteber kitaplarda yazılıdır.

     

    Yemek yerken veya bir şey içerken besmele çekilmelidir. Bir kişi sofraya oturur ve besmele çekmeden yerse, o sofranın bereketi gider ve yiyecekler kafi gelmez. Besmele, yemeğin gramajını çoğaltmaz ama bereketini çoğaltır.

     

    Sofradan kalkarken dua edilmelidir. En kısa yemek duası “Elhamdülillah” demektir.

     

    Allah’a hamd ve şükr ettikten sonra; yemeği pişirene, sofraya getirene veya ikram edene de teşekkür edilmelidir. Resulullah Efendimiz “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükr etmemiş olur” buyurmuşlardır.

     

    Evin hanımı, çocukların annesi saatlerce uğraşmış, yemek hazırlamış, ona mutlaka teşekkür etmek, eline sağlık demek gerekir. Yemek çok lezzetli olmasa bile onu memnun etmek için “Ne güzel, ne lezzetli yapmışsın...” demekte beis olmasa gerek. Pilav biraz lâpa olmuşsa bunu söylemek ayıptır.

     

    Babanın işleri bozuldu. Sabahleyin hanımına mutfak masrafları için sadece 10 lira verebildi. Kadıncağız da bu parayla akşama salçalı patates, bulgur pilavı ve üzüm hoşafı pişirdi. Akşam eve gelen beyin, çocukların “Aaa bunlar yenir mi...” diye surat asmaları ne büyük bir küfran-ı nimet ve alçaklıktır. A beyinsizler, a nankörler bu yemekler sizin rızkınızdır ve rızkı veren Allah’tır. Dünyada bir milyara yakın insan bu saydığım mönüyü bulamıyor. Afrika’da, Bangladeş’te öyle fakir, öyle sefil, öyle yoksul, öyle miskin, öyle perişan kardeşlerimiz var ki, onlara patates, bulgur, üzüm hoşafı ikram edilse, sevinçten çılgına dönerler, Allah’a şükr ederek büyük bir mutluluk içinde yerler. Biz Türkiye Müslümanları niçin bu kadar nankör, huysuz, görgüsüz olduk?

     

    Peygamberimiz bize kanaati emr ediyor. Şeytan ve nefislerimiz ise lüksü, israfı, saçıp savurmayı, gururu, kibri, gösterişi, aşırı tüketimi emr ediyor. Soruyorum: Bu konuda hangisine uyuyoruz?

     

    Evet halkımıza mutlaka dinimizin esasları öğretilmelidir.

     

    Dinimizin ahlâk bilgileri ve hükümleri esas hükümlerdendir. Müslüman yalan söylemez, Müslüman emanetlere hıyanet etmez, Müslüman verdiği sözü yerine getirir, Müslüman borcunu öder, Müslüman başkalarının karısına, kızına kötü gözle bakmaz, Müslüman israf etmez, Müslüman büyüklere saygılı küçüklere şefkatlidir, Müslüman ahlâklı, faziletli, hikmetli insandır, Müslüman riba yemez...

     

    Dinimizi öğrenelim, dinimizi öğreten şahıslara, kurumlara yardımcı olalım, onları destekleyelim. Ziyaretçilerimize çay kahve ile beraber küçük dinî ahlâkî broşürler hediye edelim.

     

    Bugünkü cahilliğin ve bilerek veya bilmeyerek isyanın sonu iyi olmaz.


  4. Aleyküm Selâm, bence yanlış düşünüyorsunuz. F.G'nin şiirlerinin eklenmemesinin sebebi şiirlerinin eklenmesiyle beraber tartışmalara meydan vermemek maksadıyla bu yasağı koyduklarını düşünüyorum. Siz siteye üye değilken, yine F.G'nin şiirleri eklenmiş akabinde hiçte hoş olmayan hadiseler yaşanmıştı. Bu hadiseler yaşanırken F.G tarafı ve ona karşı olanlar birbirlerinin kalplerini kırdılar, hakaret ettiler, birbirlerine demedikleri laf kalmadı. F.G'nin şiirlerinin silinmesinin sebebi bu olmalı.

     

    Bakın, ben 532 tane mesaj yazmışım, bunların birine bile dokunulmadı. Yöneticilerin, kimseye haksızlık yaptıklarını görmedim. Bir yazı, küfür, argo, dine ve milliyete aykırıysa, sitenin huzurunu bozucuysa sildiler. Bakın sitemiz gayet özgür bir site, yazılarınız yok edilmemiş. Heralde, sitedeki üyelerde sizin gitmemenizi isterler. Üye olarak girmeseniz bile siteyi dışarıdan takip edeceğiniz, aşikar :) Bence gitmek birşey ifade etmez.


  5. Muhammed İkbal

     

    Muhammed İkbalMuhammed İkbal, (Urduca: محمد اقبال, - Hintçe: मुहम्मद इक़बाल) (1873 - 1938) Hindistanlı şair, filozof ve politikacı. Şiirleri çağdaş Urdu ve Fars edebiyatının en önemli yapıtlarındadır. Allâme İkbal olarak da bilinir. Hindistan'daki müslümanların bağımsızlık mücadelesine ilk defa dile getiren kişidir.

     

    1873'de Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Siyalkut kentinde doğan Muhammed İkbal mutasavvuf bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya geldi. İlk eğitimini Kur'an üzerine aldı.

     

    Kur'an eğitimini medresede tamamladıktan sonra, Arapça ve Farsça hocasının yönlendirmesiyle İslam edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor'da yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesi'ne hoca olarak tayin edildi. Bu yıllarda Muhammed İkbal'in şiirleri de yayınlanmaya başlandı.

     

    1905'de Londra'daki Cambridge Üniversitesi'nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde hocalık yaparken, bilhassa Londra'da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesi'nde felsefe dalında doktora yaptı.

     

    1908'de Hindistan'a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.

     

    Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Onun bu konudaki düşüncesi ise, "Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir" şeklinde idi.

     

    Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan'daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan'ın kuruluşunda büyük tesiri olmuştu. Bu yönüyle İkbal M.Akif Ersoy'a da benzetilmiştir.

     

    İslam alimi. Kurtuluş savaşı yıllarında zor durumda Pakistan halkını, Türk halkının milli mücadelesine destek vermek için örgütlemiş, milli mücadelede kullanılmak üzere Pakistan halkından 1.5 milyon sterlin toplayıp Ankara hükümetine yollatmıştır.

     

    Uzun süren bir hastalıktan sonra 21 Nisan 1938'de vefat etti.

     

    Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Muhammed_%C4%B0kbal

    ....

    Ruhuna bir Fatiha'yı esirgemeyelim, dostlar.


  6. Bu adamla birlikte fitne fink atarken siteye eklenen yazılarıyla ilgili " Sapık bir fikir, dine mugayir bir cümle yok" diye de rahat olunabiliniyosa eklenir tabi..Benimki bundan rahatsız olmakla iligliydi zaten...

     

    Sitede yayınlanan yazılarında bi sorun yok ki dediği adam sahabelere dil uzatır bu güne kadar gelmiş geçmiş dinimizle ilgili hükümleri değiştirir (reyhan hanım ın linklerinden görülür) yani dinimizin içini oyar başka bişey yerleştirir biz de bu kadar serin kanlı oluruz inanamıyorum.Siz ailenize ya da kendinize zarar veren bi insanı evinizde misafir eder misiniz "bu sefer salonda oturup çayımızı içecek bişey yapmayacak" diye..

     

    Bu adam Anadolu toprakları üzerinde yaşayıp sapık fikirlerini insanlara sirayet ettiren en dehşetli sapıklardan birisidir. Bu adama Allah hidayet versin. Bu adamla alakalı tek bir müspet fikrim yok. Bana gelip de 'bu adamla fink atıyorsun' demişsin, birşey demiyorum. Allah'tan kork.

     

    Evvelâ, bu adamın yazılarını birkaç kişi ortaya sürekli olarak ortaya atıyor dedin yalan çıktı. Şimdi de dansözlere parmak ısırtacak biçim de kıvırtıyorsun. Bu adamın sapık olduğu daha evvelden sitede umumiyetle biliniyor muydu? Bu adamın yazıları eklenince bazı başlıklarda 'ne mal' olduğu hakkında bilgiler, fikirler verilmiş. Böyle olunca yazılarının hiç eklenmemesi, eklenmesinden daha iyidir. Yazıları ekleniyor ki, bizde herifin ne mal olduğunu öğreniyoruz.

     

    Mustafa İslâmoğlu'nun siteye eklenen eski yazılarına bak güncel meselelere değinmiş ve tekraren yazılarında 'sapık bir fikir ve dine mugayir bir cümle yok' Hem bunları bana çatıp söyleyene kadar açıkça yöneticilere söyle. Zahirden söyleyip milleti olur olmaz yere tedirgin edeceğine gizliden yöneticilere söyleyip meseleyi halletmeye baksan bu kadar saçmalamak zorunda kalmazdın.


  7. Necip Fazıl İle Geçmişe Yolculuk

     

     

    Geçmişe yolculuk!..

     

    Bu pazar günü sizlere Rahmetli Üstad Necip Fazıl Kısakürek'ten bazı alıntılar aktarmak istiyorum. Kütüphanede kitaplarda bakarken Üstadın 1939 yılında yayınlanan yazılarının biraraya getirildiği ve 1985 basımı ÇERÇEVE 1 kitabı elime geçti. Şöyle sayfalarını karıştırırken geçmiş gözümün önünden geçti. Üstad üslubu ve fikri yoğunluğu ile beni benden alıp uzaklara götürdü. ÇERÇEVE1'i yeniden okumaya başladığımda kısa kısa notlar almaya başladım... Bu notlar beni köşemi bu pazar Üstad'a ayırmaya itti. Okudukça Üstad'ın yerinin doldurulamadığını, bundan sonra da kolay kolay doldurulamayacağını düşündüm... O'nu özlemle, saygıyla ve rahmetle andım.

     

    Şimdi sizleri Üstad'ın ÇERÇEVE1 başlığı altında toplanmış ve 1939 yılına ait yazılarından alıntılarla başbaşa bırakmadan önce toplum olarak bundan 70 yıl öncesi ile bugün arasında pek bir değişiklik olmadığına dikkat çekmek istiyorum.

     

    Şimdi sizleri Üstad ile başbaşa bırakıyorum:

     

    NÜKTE HASTALIĞI

     

    Hak ve hakikat kutbuna bağlı bir mizacın, arada bir, biber ve hardal gibi nadir bir lezzet kaygısiyle yerli yerine oturtacağı, sınır tanıyan nükteler başımızın tacıdır. Fakat nükte hastaları, biber ve hardal nevinden şeyleri, hem de taklidi ve adisiyle, fikir yemeği içinde değil, yemek yerine, tencere ve karavanayla önümüze süren kalpazanlardır.

    İSTİHZA

     

    İstihza, iman eksikliğinin en şaşmaz delilidir.

    MAZİYİ RED

     

    Kökünü beğenmeyen dal ve dalını benimsemeyen meyve olmadan çürüyecektir.

     

    DEDİ-KODU

     

    Dedi-kodu, çekiştirmeden farklıdır. Dedi-kodu yapan, bahsettiği şahsın lehinde mi, aleyhinde mi belli değildir.

     

    Şahsiyetsizlik ve kifayetsizliğin şaşmaz markası dedi-kodu kaabiliyetidir.

     

    Davası olmayan fikir işsizi, yalnız dedi-kodu yapar.

     

    DALKAVUK

     

    Dalkavuk bir nevi uyuz kayışıcısıdır. O kaşır ve sırtı kaşınanın yüzü tatlı gevşeklikle sarkar. Eski dalkavuk bunu gayet hünerli ve girift aletlerle, göze göstermeyerek yapar, böylece efendisinin kaşınan uzuvlarını ve kaşınma ayıbını gizleyebilirdi. Bugün hem bu uzuvlar meydanda, hem de fiil açıktadır.

     

    Saygı ve bağlılıkla bu işi nasıl birbirine karıştırabiliriz? Birinde aşk ve fedakarlık vardır, öbüründe korku ve tamah...

     

    DİSİPLİN NEFRETİ

     

    Disiplin, her oluşun; toprak altında pişe pişe elmas olmaya giden kömürden kalb içinde yana yana insan olmaya giden natık hayvana kadar her olmuşun, üstün hakikat yolunda fetih sırrını gizleyici usul şartı.

     

    Büyük disiplin, Büyük Cihadın namzetleri içindir. Büyük cihad, milyonluk orduların milyonluk ordularla cenkleşmesi değil, tek kişinin kendi nefsiyle savaşıdır.

     

    Aşk ve hakim fikir bulunmayan yerde disiplin olmaz; ve ortalığı, bir tekmeleme, çifteleme, anırma, böğürme, toz dumandır kaplar, gider...

     

    KISKANÇLIK

     

    Yüzümüzün, merhemsiz, sargısız, peçesiz çıbanı...

     

    SAYGISIZLIK

     

    Aşksızlığın, imansızlığın, ölçüsüzlüğün sefaletini ifşada, saygı eksikliği, ne hassas bir barometredir!. Gıdasız kalınca kendisini sömüren mideler gibi, aşksız ve imansız ruhlar, ulvi kıymetlendirmelerden mahrum kalır kalmaz, kendilerini ve muhtaplarını, her türlü şahsiyet nakışlarını yiyen bir laubalilik kezzabında eritmekten başka bir çare bulamıyorlar ki...

     

    Abdulkadir Özkan - Milli Gazete

     

    2008-11-30


  8. Benim anlamadığım şey M.İslamoğlu nun sapık olduğu farkedilmişte (yöneticiler dahil) neden bikaç kişinin özellikle sürekli İslamoğlu nun yazıları ya da alıntılarını foruma eklediklerinde yöneticilerimiz neden engel olmamışlar...

     

    Mustafa İslamoğlu'nun sitemizde yedi-sekiz tane yazısı var. Bu yazıları en çok Sidoma ve Rabia BDG eklemiş. Sidoma da iki yazı eklemiş, Rabia BDG'de ik yazı eklemiş. Verdikleri yazılara evvelden de okumuştum, şimdi de başlıklarına ve muhtevalarına baktım. Sapık bir fikir, dine mugayir bir cümle yok. Umumiyetle güncel meselelere dair yorumlarda bulunmuş. Bu adamın yazılarını ısrarla ekleyen bir kişi bile yok. Çıkıpta yöneticileri olur olmaz itham etmek olmaz.

     

    Sapık fikirlerini yazdığı bir yazı sitemizde yayınlanırsa o zaman zaten engel olurlar.


  9. Kardeşim, sonbahar da tutuklanıyor, kısa aralarla oradan oraya sürülüyor, ordan oraya ve bu aralarda mahpus bulunduğu zaman ve mekanlar veriliyor. Nihai olarak 4 Şubat gecesi şehit oluyor.

     

    Zaten, ''kat'i birşey söylemekten çekiniyorum'', demiştin kardeşim. Mesele yok aslında.

     

    Mesele, basit oyunlarla hakikati örtmeye çalışanlarla.


  10. Ne kadar açıkça yazmış ve ne kadar gizlice yazmış. Mahkemeye verilse malum kişiye ve inkilap diye yutturduğu devrimine istinaden yazıldığı ispat edilemez. Ama okununca kime ve neye yazıldığı açıkça ortada.


  11. Bu yazıyı yazanlar kibarca Üstad'ın bile bile yalan yazdığını imâ yoluyla ifade etmişler. Hayır, asıl bu adamlar yalan söylüyor. Bu yazıyı okuyunca kısa bir araştırma yaptım. Kısa araştırmamın neticesinde ulaştığım hakikatleri paylaşayım.

     

    Bu yazıyı yazanlar, sanki araştırmayı kendileri yapmışçasına yazmışlar. Ve yazılarından anlaşılan, araştırmaları Tahirül Mevlevi hatıratında böyle birşey yazmadığını gösteriyor. Bu yalandır yazılarını vikipedi'den ithaldir. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0skilipli_At%C4%B1f_Hoca

     

    Vikipedi'den kopyaldıkları yeri bende buraya kopyalayayım:

    Atıf Hoca’nın rüyası [değiştir]İskilipli Atıf Hoca'yı ilk defa maşeri vicdana (kamuoyu) tanıtan Necip Fazıl Kısakürek'in “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eseri oldu. Fakat eserin akademik ciddiyetten mahrum bir şekilde kaynak gösyterilmeden yazılmış olduğu da dikkate alınmalıdır. Eserde Atıf Hoca'nın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf Efendi'nin idamı 4 Şubat 1926’dır.

     

    ''Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de; Atıf efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Muhammed'i görmesi, Kâinat'ın Fahri'nin: “Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?” buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir.

     

    Bu rüyanın vukuunu reddedenlerin gösterdiği deliller:

     

    Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül Mevlevi, Ankara’da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.

     

    1. Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi’nin hatıratında hiçbir şey yok.

     

    2. Tahir-ül Mevlevi’nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu görebileceksiniz.

     

    3. Aslında, son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza efendidir[4] .

     

    [4] Türk Basınında Mustafa Kemal Atatürk- Gazeteciler Cemiyeti yayınları-İst:1981

     

     

    Bu yazıyı yazanlar, Üstad'ın, Tahir-ül Mevlevi'nin hatıratında yazıyor diye naklettiği hadiselerin zuhur etmediğini söylüyor. Açıkça, Üstad'ın var olmayan bir şeyi varmış gibi gösterdiğini söylüyorlar. Oktay'ın verdiği yazıyı yazanlar acaba açıp Tahir-ül Mevlevi'nin hatıratını okudu mu? Vikipediden kopyalayıp yapıştırmışlar, yazılarında Tahir-ül Mevlevi'yi okuduklarına dair hiçbir ibâre yok. Yazılarını inandırıcı gibi gösteren yanı da Necip Fazıl'dan Üstad diye bahsetmeleri, Atıf Hoca'nın şehid olduğunu dile getirmeleri... Sinsi bir harekettir bu. Hadi art niyetle yazmayıp saf gibi vikepedia da yazanlara inandılar diyelim.

     

    Oktay, kitaba tekrar gözden geçirirsen sonlara doğru şunu okursun; ''Şubat (1926) ayının 3 üncü çarşamba gününü 4 şubat perşembeye bağlayan gece...'' (Son Devrin Din Mazlumları, sayfa 124, Mayıs 1979) Bu gecenin ardından 4 şubat günü idam edilişini anlatıyor. Oktay, kitaptan orayı bulup yanlış yazdığını ifade etmen gerekir. Tongaya düşmüşsün kardeşim :) Kitapta Atıf Hoca'nın tutuklanmasından sonraki akıbetinin tarihleri ara ara verilmiş. Filmin içinde vuku bulan hadiseler Üstad'ın kitabından aynen alınmış ya.

     

    Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat 1926'dır.
    deyu yazan yeri de çürütmüş olduk. Yahu, zaten kitapta Üstad'da 4 Şubat 1926'da Atıf Hoca'nın idam edildiğini söylüyor. Bu kitabı elinde bulunduranlar Atıf Hoca bölümünün sonlarına doğru göz atsınlar ve baksınlar.

     

    Ya şuna ne demeli?

     

    ''Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de; Atıf efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Muhammed'i görmesi, Kâinat'ın Fahri'nin: “Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?” buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir.

     

    Gazeteciler cemiyeti, Türk Basınında Atatürk adlı yazılarında Peygamber Efendimize (sav) 'Muhammet' diye hitap ediyorlar. Üstad'ı yalanlama hırslarıyla beraber iç yüzlerini de ortaya dökmüşler. Allah (c.c) bile Efendimiz'e (sav) ismiyle hitap etmemiştir. Kur'an'ın hiçbir yerinde Efendimiz (sav)'e direkt ismiyle hitap ettiği yer yoktur. Meallerde Efendimiz (sav)'e hitap edildiğinin anlaşılması için (de ki) (Resûl'üm) gibi ifadeleri ayetlerin başına koyarlar.

     

    O yazıyı yazan 'Gazeteciler Cemiyeti' Efendimiz'e (sav) 'Muhammed' dedikten sonra 'Kainatın Fahri' demiyorlar. Kitapta yazanı iktibas etmişler. Efendimiz'e 'Muhammet' diyen Kainatın Fahri der mi? (''Kainat'ın Fahrini gördüm. Bana <<yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?'' dedi'' Son Devrin Din Mazlumları, sayfa 121, Mayıs 1979)

     

    Necip Fazıl Kısakürek'in “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eseri oldu. Fakat eserin akademik ciddiyetten mahrum bir şekilde kaynak gösyterilmeden yazılmış olduğu da dikkate alınmalıdır.

     

    Böyle demişler. Evet, dikkate aldık, kaynak göstermeden yazdıklarının doğru olduğunu biz biliyoruz. Çünkü okuyucuya akedemik ciddiyetini göstermek gibi bir kaygısı yok.

     

    Güya Üstad'ın Atıf Hoca'nın asılış tarihinden bihabermiş. Yok Tahirül Mevlevi'de yokmuş. Yok, sadece Ali Rıza Efendi savunma yapmamış. Bu heriflerin yazısının her tarafından yalan akıyor.

     

    Gazeteciler Cemiyeti'nin yazdığı yazının yalan olduğu besbelli. Ondan iktibas yapıp Üstad'ın yazdıklarını gözyaşları içerisinde okumuşsunuzdur deyip, Atıf Hocaya şehit diyenlerin de Üstad hakkında yazdıklarının yanlış olduğunu da belirtmiş olduk.


  12. Abdülhakim Arvasi Hz'inin Rabıta-i Şerife adlı eserinde 'En Büyük Günahları' sıralarken 32. maddede şunlar yazıyor ve bazı şeyleri belirttikten sonra şapkanın küfre götürdüğünü anlatıyor. Yukarıda Bediüzzaman'ın 'kafir' diye anlattığı şapka mevzuu da açıklığa kavuşuyor. Ayrıca o zamanlar silindir şapka giymek 'alnım secdeye değmez' diye telakki ediliyor.

     

    32 - Allah düşmanlarını taklit etmek....

     

    Son derece nazik bir nokta olan taklit bahsi üzerinde biraz durmalıyız:

     

    Allah düşmanlarına mahsus bu düşmanlığın belirticisi olan, giyim, kuşam, bütün eşya ve her türlü tavır, hareket ve ifadeden kaçınmak farzdır. Körü körüne taklid günah çerçevesine girerse de, eğer kâfirlerden rızayı ve onlarla yakınlaşmayı murad ederse küfür olur. Kâfirlere mahsus ve küfürlerini ihtar edici her türlü giyim, kuşam, yemek eşyası ve mekan hususiliği müslümana yasaktır. Bu hususta giyim ve kuşam eşyası olarak, papazların elbiseleri, sâlipe ve zünnar (bellerine sardıkları beyaz kordon) gösterilebilir. Şapkaları da aynı şey... Fes Yunan'dan alındı, fakat bu alınış, kavimden alınma şeklindedir ve Allah düşmanlarına mahsus dinî bir remz mahiyetinde değildir. Kavmi taklit, küfrü taklit etmek olmaz. Papazın şapkasını benimsemek ise Hristiyanlığı taklittir.

     

    Allah düşmanlarına mahsus yemek, domuz eti, mekan hususiliği de kliseler ve benzeri ibadet yerleri... Müslüman, bunları, küfre meyl ve onu beğenme şeklinde benimserse iman ve İslâm dairesinden çıkmış olur.


  13. Bediüzzaman, şapka meselesi hakkında şunları söylüyor:

     

    Rivayette var ki,

     

    "âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur."

     

    Allahu a'lem bissavab, bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir.

     

    Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz. (Şualar 5. şua)

    ........

     

    14. Şua'dan :

     

    Ezcümle, bir hadiste,

    "âhir zamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfirün' yazılmış bulunur" diye hadis var deyip benden sordular.

     

    Dedim: "Bir acîp şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir."

    bu cevaptan sonra bunu sordular:

     

    "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?"

     

    Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat, baştaki İmân o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek (Şualar, 14. Şua)


  14. Rize'de şapka giymeyen 8 kişi idam edildi!

     

    Türk tarihinin en karanlık ve dramatik günlerinden biri 83 yıl önce bugün meydana geldi.

     

    1925 yılında TBMM'de kabul edilen ve zorunlu hale getirilen şapka giyme kanunundan sonra, yurdun her tarafında protestolar yapıldı. Bu protestoların yoğun olduğu illerden biri olan Rize'de, göstericilerden 8 kişi idam edildi.

     

    Günümüzde, Anadolu'nun kırsalında bazı çiftçilerin güneşten korunmak amacıyla giydiği ve 1920'lerin 'şapkacı' zihniyetinin izini sürenlerin bugün burun kıvırdığı şapka, Türk tarihinin en kanlı simgelerinden birini oluşturuyor.

     

    Kaynak: http://www.habervaktim.com/haber/43912/riz...dam_edildi.html


  15. Mustafa Cilasun abi, öylesine güzel yazmışsınız ki; sanki bizde sizinle beraber oradaydık. Sanki bizde sizin yaşadıklarınızı yaşadık. Belkide şiirinizin güzelliği o mübarek diye bahsettiğiniz zattan geliyor. Hacı Hasan Efendi ve dergahı hakkında mümkünse bilgi verebilir misiniz?

     

    Şiirin başlığı 'çok farklı bir mekandı' diye yazmışsınız. Benim de içimden şöyle geçiyor 'zaman, bambaşka bir mekandaydı'


  16. Bu sistemi savunmakla, Cumhuriyet'in kurulmasıyla beraber yapılan münafık hamlelerin altında yatan arzuyu anlamamışsın dedim. Sana dinsiz, münafık dediğim yok. Biliyoruz ki; müslümana kafir diyen kafir olur.

     

    Benim meseleye tasavvufu şeriat hükümleriyle müsavi tutarak addettiğimi ima ediyorsun. Sadece şeri hükümlere baktığımızda bile kadın ve erkeğin zaruret olmadıkça bir arada bulunması caiz değildir. Bazı aydınların bizi Orta Çağ karanlığına ittiğini savunduğu (!) Haremlik, Selamlık...

     

    Ben de bilmem kaçıncı kez tekrarlıyorum, o kadının oraya oturmamasına hiç kimse birşey diyemez. O kadının hareketi takdirle karşılanmalıdır.

     

    Tutup da insan doğasının üzerinde sadece zanlara, sağdan soldan duymalara dayanarak yok o karşı cinsine birşeyler hisseder yok hissetmez demeyin. Bunlar yanlıştır. Bilgiye dayanmayan sanılara dayanan şeylerdir. Dolayısıyla efendiler efendisinin sözünü sadece karşı cinse karşı birşeyler duymamak için söylediğini iddia edercesine bir tavra bürünmek onun sözünü daraltmaktır, manasını kısmaktır. Hatta ehl-i küffar tarafından peygamberin aleyhine bile delil getirilmesine sebeb olacaktır.

     

    Yukarıda, Nurulhak kardeşimiz meseleyi aydınlatmak adına güzel bir örnek vermiş. Mehmed Zahit Kotku Hz'inin kızı zanlara, sağdan soldan duyduklarına, insanın doğasına sui zan etmiş midir? Hayır, o takva ehli hanımların vasıflarından birini göstermiştir. Meselemizi halledecek en mühim yere geliyorum.

     

     

    ''Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Böyle davranmanız hem sizin kalpleriniz ,hem de onların kalpleri için daha temizdir. Allah’ın Resûlüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyyen söz konusu olamaz. Çünkü bu Allah katında büyük bir günahtır.(Ahzab/53)''

     

     

    Ayeti nefsime göre tefsir edip insanlara zarar vermekten Allah'a sığınırım. Yalnız bu ayet muhkem bir ayet. Bu ayetlerden (koyu renkli) anlaşıldığı gibi; bir erkeğin bir kadından birşey isterken onu görmemesi hem erkeğin hem de kadının kalbine kötü bir etki yapmasına mani olur. Yazanel, sen farkında olmadan ayete aykırı laflar ediyorsun. Kadın-erkek şu veya bu şekilde zaruret olmadan yan yana gelemez. Yazanel bu ayet senin savunduğun fizyolojik hale aykırı. Yine söylemiş olduğun gibi, kadın ve erkeğin yan yana gelmesini zanlara, sağdan soldan duyduklarıma, insanın doğasına suizan etmedim. Hakikatleri söyledim, Ayet ve Hadislere dayanan hakikatleri söyledim. Tasavvuftan bahsetmeden, şeriata dayanan hakikatleri söyledim.

     

    Peygamber Efendimiz'in söylediği sözün içinde savunduklarım var. Bahsettiğimiz Hadisler sadece şehvet ile alakalı değildir.

     

    Anneannem çarşaflı değildir, başını yemeniyle örter ve yüzü açık kalır. Anneannem eve yabancı biri geldiği zaman -babam bile gelse bile- hemen başka odaya çekilir. Eve erkek gelince hemen boş bir odaya geçmeye bakar ve ağzını yemenisiyle örter. Anneannem, zühd ve takva ehli bir kadın olduğunu gösteriyor. Burada ki hüküm şu, sadece çarşaflılar erkeklerle ilişki kurmaktan kaçınmak sadece çarşıflı hanımlara has olmamalı... Tesetürlü hanımlar da, başı açık hanımlar da erkeklerle zaruret olmadıkça aynı ortamda bulunmamalı... Hakeza erkeklerde... Bu kültür meselesi değil, inanç meselesidir. İlk olarak anneannemden bahsetmiştim, son olarak yine anneannemden bahsetmiş oldum :)


  17. Baykal diyor ki; Lozan Antlaşması'nın üzerinde yapıldığı masa kutsaldır. Ben diyorum ki; ne münasebet o masa pazarlıklı bir antlaşmanın elem verici bir sembolüdür. Yazımı tekrar okursanız, Baykal'ı tenkit ettiğimi anlarsınız.

     

    Bu öyle bir yazı ki, anlatılmazsa olmaz neviden bir mevzu es geçilmiş. Usta bir köşe yazarı bu mevzuyu es geçip, sempati dolu cümleler ve ehemmiyeti olmayan genel geçer ifadelerle aradan geçiştiremez. Ayrıca bir yazısını değil diğer yazıları hakkında ki görüşlerimi de yukarıda belirtmiştim. Mizahı ve kalemi kuvvetli. Bu hasletler diğer yazarlarda da var. Kendisini öne çıkaran, mühim bir köşe yazarı olduğu kanaatinde değilim. Yine de, günümüz köşe yazarları arasında iyi sayılabilecek bir yazar.


  18. SEN

     

    Ey ömrünü bir gayeye vakfeyleyen insan,

    Göğsündeki imanına mazi bile hayran!..

     

    Tebrik ediyor, bak seni, mabedler ezanlar,

    Ey Hak yolunun yolcusu: Kurban sana canlar!..

     

    Oldukça o yüksek idealler sana hakim,

    Sarsılmayan imanına zincir vuracak kim!

     

    Alkışlıyor iclalini göklerde melekler,

    Atide nesiller, senin irşadını bekler!..

     

    İnsanlığa örnek ideal ufkuna yüksel;

    Kopsun seni artık, canevinden vuracak el!..

     

    Dünyalara hükmettiğimiz günleri yad et...

    Mabedleri, kürsileri, minberleri şad et...

     

    Ey şanlı emel kaynağı, Nur çehreli yıldız!..

    Ruhumdan kopan fırtınalar senden alır hız!..


  19. Gönüller Fatihi Büyük Üstada

     

    Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad!

    Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd.

     

    İlhâmıma can geldi berâet haberinle,

    Mü’minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle.

     

    Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar;

    Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar.

     

    Milyonların imanını kurtardı cihâdın;

    Par par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın.

     

    Coşturmada imanları, binlerle vecizen,

    Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken.

     

    İlhâmımı mestetti tecellâ-yı cemâlin;

    “Fâtih” gibi rehberleri andırmada hâlin.

     

    Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde,

    Her ânı ölümler dolu tazyikin önünde.

     

    Dünyalara dehşet salıyor, sendeki iman;

    Sarsılmayan imanına düşman bile hayran.

     

    Rehber sana zîra, “Yüce Peygamberimiz”dir.

    Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir.

     

    Kur’ân-ı Kerimin ezelî feyzine erdin;

    İnsanlığa, iman ve kemâl dersini verdin.

     

    Ey başlara cennetlerin ufkundan inen tâc!

    Âlem senin irfânına, irşâdına muhtaç.

     

    Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden;

    “Allah”a giden Nurcuların rehberisin sen!

     

    Milyonları derya gibi coşturmada “Sözler”;

    Cennetteki âlemleri seyretmede gözler.

     

    Hikmet dolu her cümlede, Kur’ân’daki nur var;

    Her lem’ada, bin bir güneşin huzmesi çağlar.

     

    “Nur Yolcusu” insanlığa örnek olacaktır.

    Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır.

     

    Mefkûresi, günden güne erdikçe kemâle;

    Gark olmada iç âlemi, en tatlı visâle.

     

    Coştukça denizler gibi kalbindeki iman;

    Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur’ân.

     

    Âzâdedir İslâmı saran tehlikelerden;

    Dâvâsı temiz çünkü siyasî lekelerden.

     

    Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır;

    Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır.

     

    Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller;

    Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler.

     

    Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nûr!

    Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur.

     

    Kur’ân seni te’yid ediyor mucizelerle;

    Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle!

     

    Târih-i hayatın doludur hârikalarla;

    Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla!

     

    Manzûme-i şemsiyeyi temsil ediyorsun;

    Heybetli fezâlarda hız almış gidiyorsun!

     

    İmanlı nesiller, seni tâkip edecektir;

    Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir.

     

    Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla,

    Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla;

     

    Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem,

    Vasfeyleyemez aşkımı, şi’rimdeki nâlem...


  20. Zenci müslüman kardeşimizin dinimize olan sadakatini, aşkını, şevkini, ilmini müşahede edebileceğiniz bu kısa videoyu mutlaka izlemelisiniz.

     

    Gariplere ne mutlu... Mahut hadisi tekrar okuyunca ve zenci kardeşimizi izleyince bu ibarenin derin manasını anladım.

     

    Ülkemizde dinini tam anlamıyla yaşamaya çalışanlar ve yaşayanlar da <<garip>>, yani yabancı... Üstad'ın dediği gibi ''Allah'tan, mazlumluğumuza son verecek sabahın nurlu şafağını diliyoruz.''


  21. Hasan Karakaya - Vakit

    [email protected]

    2008-11-20

     

    Lozan hezimeti... O “masa”nın dili olsaydı!

     

     

    Bazı “olay”lar vardır ki, insanlarda “derin iz”ler bırakır... Bunlar, öylesine derin izlerdir ki, “kelime”lerle anlatılmaz... İşte bu yüzden insanlar; “kelimelerin kifayet etmediği” bu tür olaylar için, “sembol”ler kullanırlar...

    Meselâ, “yatalak” bir insan, aylardır yatmak zorunda kaldığı yatağı gösterip; “Şu yatağın dili olsa da, aylardır neler çektiğimi bir anlatsa” der...

    Ya da; “tutuklu” veya “mahkûm” bir insan, “cezaevinin dört duvarı”nı veya yattığı “ranza”yı gösterip, “Ahh, ahh” der; “Neler çektiğimi, bir Allah bilir, bir de şu duvarlar!.. Şu ranzaların, şu duvarların dili olsa da, neler çektiğimi anlatsa!”

    Ne dersiniz; çektiğimiz “sıkıntı”ları veya yaşadığımız “sevinç”leri, “mutluluk”ları böyle anlatmaz mıyız?

    “Şu duvarların dili olsa da!..

    Şu yatak dile gelse de!.. Şu, şu, şu!”

     

    ÖNCE DİRENDİ, SONRA TESLİM OLDU!

    Ne yalan söyleyeyim; dün AA'dan geçen bir haberi okurken, bu misal geldi aklıma...

    O haber şöyleydi:

    “İsviçre Konfederasyonu Başkanı Pascal Couchepin'in, 85 yıl önce, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna sahne olan Lozan Antlaşması'nın imzalandığı üç ayaklı masayı, ziyareti sırasında Türkiye'ye hediye etmesi, CHP'yi de harekete geçirdi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal; masanın nerede sergileneceği konusunda, hükümetin tavrını görmek istediğini ifade etti.

    ‘Bu masa, nerede olacak?’ diye soran Baykal, Hükümet yetkililerini arayarak, bunu öğreneceklerini kaydetti.

    Masanın CHP'ye verilmesini isteyen Baykal, ‘Sahip çıkan yoksa biz sahip çıkarız’ dedi.”

    İşte bu haberi okuyunca, “86 yıl önce bugün başlayan Lozan görüşmeleri” canlandı gözlerimin önünde...

    Ve elbette; “Baykal'ın talip olduğu o masa!”

    Düşündüm de;

    “O masanın dili olsaydı” acaba neler anlatırdı bize?..

    “O masa dile gelmiş olsa”ydı, herhalde “Batı Trakya'yı, 12 Adalar'ı, Kerkük ve Musul'u nasıl kaybettiğimizi” anlatırdı!..

    Sadece “toprak kaybı”nı değil, “ihanet ocağı” denilen “Patrikhane” yerli yerinde dururken, “Hilâfet Sancağı”nı nasıl kaldırdığımızı da anlatırdı herhalde!..

    Öyle ya;

    “Patrikhane'nin Atina'ya taşınması” şartıyla 20 Kasım 1922'de masaya oturan İnönü; 24 Temmuz 1923'te attığı “imza” ile “Patrikhane'nin Türkiye'de kalmasına” boyun eğmişti!..

    Yani, “ikisinin birden kaldırılması” düşünülürken; “ihanet ocağı” denilen Patrikhane içimizde kalmış ve fakat “Hilafet Sancağı” kaldırılmıştı!..

    Sadece “Patrikhane” mi;

    “O masa”nın bulunduğu odada neler yaşandığını, “Türk heyetinin nelere ve nasıl razı olduğunu” birer birer öğrenir ve “ezberlerin nasıl bozulduğunu” görürdük!..

    Neler görürdük, neler!..

     

    DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR

    Herhalde “bildiklerimiz”in yanlış olduğunu görür, “tarihi gerçeklerin nasıl tersyüz edildiğini” öğrenirdik...

    Meselâ, şu “mübadele” konusu!..

    “Mübadele” ile ilgili bilimsel çalışma ve yayınları bulunan Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Kemal Arı, dün AA muhabirine yaptığı açıklamada; “Bilinenin aksine...” demiş;

    “Nüfus değişimiyle ilgili olarak, son günlerde kamuoyuna çok yanlış bilgiler aksettiriliyor!”

    “Olayın aslı”nı şöyle açıklamış Doç. Arı:

    “Örneğin bir söyleşide, mübadele olayında 200 bin kişinin öldüğü iddia ediliyor. Kamplara toplanan 4 kişiden birinin öldüğü söyleniyor. Şunu bilmemiz gerekiyor, mübadele konusu; Lozan'da Türkiye'nin bir tezi olarak gündeme gelmedi.

    O zamanlar Birleşmiş Milletler yok, Milletler Cemiyeti diye bir kurum var. Bu kuruma bağlı olarak çalışan Dr. Nansen, ağırlıklı olarak İngiltere'nin isteği doğrultusunda, kendiliğinden göç eden nüfusla ilgili sorunları incelemek için Yunanistan ve Türkiye'de araştırmalar yaptı.

    Zaten kendiliğinden yer değiştirmiş olan nüfusun mübadele edilmesi fikri, Dr. Nansen'den çıktı ve dolayısıyla İngiltere'nin tezi olarak gündeme geldi, Türkiye ve Yunanistan bunu kabul etti.”

    Düşünebiliyor musunuz;

    Sadece “mübadele” konusunda bildiklerimiz bile “yanlış”mış!.. Bir “Türk önerisi” olduğu söylenen “mübadele” konusu bile, meğer bir “İngiliz önerisi”ymiş!..

    Demek oluyor ki;

    “Yanlış bildiğimiz” ya da bizlere “yanlış ezberlettirilen” nice olay var ki, “aslında bambaşka”dır!..

    İşte bu yüzden diyorum ya;

    “O masanın dili olsaydı da, Lozan’da neler yaşandığını bizlere tek tek anlatabilseydi!”

    Evet, anlatsaydı... Acaba o zaman, Bay Deniz Baykal, yine de o masaya “talip” olur muydu?..

    Öyle ya;

    Lozan konusunda, özellikle “genç nesil” tarafından “bilinen”ler ve gençlere “anlatılan”lar, yaşanan “gerçek”lerin tam tersi!..

    Hani, hep “Lozan Zaferi” diyorlar, gençlere böyle ezberlettiriyorlar ya, gerçek, yine “bilinen”lerin tersi!..

    Çünkü Lozan;

    “Zafer”in değil, “hezimet”in adıdır!..

     

    KERKÜK VE MUSUL, LOZAN’DA GİTTİ!

    Yoruma geçmeden önce, 25 Temmuz 2006’da Cumhuriyet’te çıkan Ali Sirmen’in bir yazısını aktarmak istiyorum:

    “Bütün uluslararası anlaşmalar gibi, Lozan'a da zafer veya bozgun diye bakmamak gerek. Önemli olan verilen ödünlere karşılık, esas istediğimizi elde edip etmediğimizdir.

    Türkiye, Lozan ile Misakı Milli sınırları konusunda tam istediğini alamadı.

    Musul, Kerkük gitti; Hatay ise daha sonra sınırlarımız içine katıldı.

    Azınlıklar bölümünde Patrikhane konusunda istenen sonuç elde edilemedi.

    Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz Lozan ile değil, Montrö ile sağlandı.

    Kapitülasyonlar konusunda istediklerimizi elde ettik, ama altı yıl süreyle gümrüklerimize öyle sınırlamalar getirildi ki, çok büyük güçlükler çektik ve sürenin bitiminde de zaten 1929 bunalımı ile burun buruna geldik.

    Ama bütün bunlara karşın Lozan antlaşması, tam bağımsız, demokratik ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti'nin can bulmasını sağladığı için olumluydu ve bu amaca yönelik olarak imzalandı. Bilânço yaparken Lozan'a böyle bakmakta yarar vardır, bu açıdan Lozan bizim için bir başarıdır.”

     

    BATUM VE KIBRIS DA GİTTİ!!

    Görüyorsunuz ya;

    “Misak-ı millî sınırları” dahilinde tam istediğimizi alamamışız..

    “Kerkük” ve “Musul” gitmiş!..

    “Patrikhane” konusunda, istenen sonuç elde edilememiş!..

    Eee!.. Bütün bunlara rağmen, Lozan, yine de “başarı”ymış!..

    Söyleyin Allah aşkına;

    Bu, nasıl “başarı”dır ki, “taviz üstüne taviz” verdiğimiz halde, “elimize geçen bir şey” yok!..

    Hani, var mı?..

    Düşünün hele;

    Çömelip, “def-i hacet” yapacak kadar bile bir “toprak parçası” kazanamadığımız halde, Kerkük gitmiş elimizden, Musul gitmiş!..

    Sadece onlar da değil;

    “Diğer gidenleri” de, ekleyeyim listeye:

    * Misak-ı millî sınırları içinde olan Batum Lozan'da bırakıldı.

    * Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti tarafından İngiltere'ye sipariş edilen savaş gemilerinin, milyonlarca Osmanlı altını tutan ve peşin ödenen parası İngilizlere bırakıldı.

    * Lozan Antlaşması ile Kıbrıs adası İngiltere'ye terkedildi; ayrıca burada yaşayan Türklerin İngiliz vatandaşlığına geçmesi, İngiliz vatandaşı olmak istemeyenlerin Türkiye'yi göç etmesi kararlaştırıldı. Bu madde uyarınca, 8 bin Türk, -o döneme göre çok büyük bir rakam- Türkiye'ye göç etti.

    * Burnumuzun dibindeki 12 Ada İtalyanlara bırakıldı.

     

    “YA İNGİLİZ VATANDAŞI OLUN, YA DA!..”

    Bu “tarihî gerçekler” ortadayken, bugün “Lozan masası”na talip olan Bay Baykal, 2006’nın Temmuz ayında diyordu ki; “AKP iktidarının da paylaştığı teslimiyetçi anlayış, Türkiye'yi Lozan anlayışından uzaklaştırmıştır!”

    El insaf!..

    “Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakan” anlaşma, Lozan'da imzalanmadı mı?.. Altında, daha sonra CHP Genel Başkanı olan İsmet İnönü'nün imzası yok mu?..

    Neymiş; “Lozan milletin, Sevr ise Hanedan'ın eseri”ymiş!..

    İyi de;

    “Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakan imza” kimin?..

    “Milletin” mi, yoksa “İnönü Hanedanı”nın mı?..

    Hayır, “AK Parti'yi savunmak” gibi bir niyetim yok...

    Ama, “AK Parti'nin teslimiyetçiliği”nden dem vurup da, “İnönü'nün peşkeşçiliği”ni gizlemeye çalışmak, pek dürüstçe gelmedi bana!..

    Şu hâle bakın;

    Kıbrıs, “İngiltere'ye terkedilmekle” kalmamış, oradaki “Türk vatandaşları”na denilmiş ki;

    “İsterseniz İngiliz vatandaşı olabilirsiniz!..

    Eğer İngiliz vatandaşı olmak istemiyorsanız, Türkiye'ye göç edebilirsiniz!”

    Etmişler!.. “İngiliz vatandaşı” olmak istemeyen; o günün şartlarında “çok büyük bir rakam” olan 8 bin Türk, Türkiye'ye göç etmiş!..

    Peki, bu kararın altında kimin imzası var?..

    Nerede imzalandı bu “teslimiyet” anlaşması?..

    Elbette Lozan'da!.. Altında da, “Baykal'ın genel başkanı İnönü”nün imzası var!..

    Hayır, o imza “Türk milletinin imzası” değil Bay Baykal, “İsmet İnönü Hanedanı'nın imzası”dır!..

    İşin doğrusunu söylemek gerekirse;

    Türkiye, hem de İsmet İnönü'nün imzasıyla, 24 Temmuz 1923'te gözden çıkardı Kıbrıs'ı!..

    Evet, “bugün” değil, “o gün” teslim etti Kıbrıs'ı!..

    Varsa aksini iddia eden;

    “8 bin Türk'ün göçü”nü izah etsin!..

     

    KORDON’DAN DUYULAN HOROZ SESİ!

    Ya, “göz göre göre” verdiğimiz “12 Adalar”a ne demeli?..

    Yanılmıyorsam; tarihçi ve siyasal bilimci Prof. Dr. Fahir Armaoğlu yazmıştı bir zamanlar!..

    Lozan'da “imza”ları atıp, “12 Adaları” önce İtalyanlara, sonra da Yunan'a bırakan İsmet İnönü; bir gün İzmir'e gidip; “Kordon Boyu”nda yürürken, uzaklardan bir “horoz sesi” gelmiş!..

    Sormuş, “Nereden geliyor bu horozun sesi?” diye.

    Etrafındakiler cevap vermiş:

    “Yunan’a bıraktığımız Sakız Adası'ndan!”

    Şaşırmış İnönü... Demiş ki;

    “Bu adalar, İzmir'e bu kadar yakın mıydı?!?”

    Düşünebiliyor musunuz;

    “Misak-ı Millî sınırları”ndan bile haberi olmayan, 12 Adalar'ın; “horozların sesinin duyulacağı kadar yakın” olduğunu bilmeyen bir adam; Lozan'daki konferansta, “Türk heyetine başkanlık” ediyor!..

    Yaşattığı “hezimet” de, hâlâ “zafer” diye kakalanıyor!..

    Ne zaferi?.. Hangi zafer?.. Hani, nerede?!?

    Geldiğimiz noktayı özetleyeyim mi;

    “Topraklar gitti, masa kaldı yadigâr!”

    “O masa”ya da “Baykal talip” iyi mi?..

    Kimbilir, belki de;

    “Masanın dile gelip de gerçekleri anlatması”ndan endişe ediyordur!..

    Ne dersiniz, olamaz mı?!?..

    ADD’cilerin kuyruk acısı

    Haberi, dünkü Vakit’te okumuş olmalısınız... Atatürkçü Düşünce Derneği Marmaris Şubesi, “3 yazar” hakkında “suç duyurusu”nda bulunmuş!.. Star’dan Mustafa Akyol, Taraf’tan Yıldıray Oğur ve Vakit’ten ben Hasan Karakaya!..

    Haberde pek ayrıntı yoktu ama, iddiaya göre “yargıya intikal etmiş ve yayın yasağı konulan konular”da yazılar yazmışız!..

    “ADD’ciler” açıkça söyleyemese de, herhalde “Ergenekon Terör Örgütü” ile ilgili yazıları kastediyorlar!.. “ADD’nin Ergenekon’la ne ilgisi olabilir ki?!?” diye düşünenler olabilir...

    Hemen söyleyeyim: “Ergenekon Terör Örgütü’nün en önemli sanıkları” arasında, Emekli Org. Şener Eruygur da vardır ve o, halen “ADD Genel Başkanı”dır!..

    ADD Marmaris Şubesi’nin “kuyruk acısı” da buradan kaynaklanmaktadır!..

    Yaptıkları “suç duyurusu”nun altında “sansür” çabası vardır!.. “Gerçek”leri yazıp da, “ezberlerini bozmamızı” istemiyorlar!..

    İstiyorlar ki; “ADD ne diyorsa, o!” olsun... Yok öyle yağma!..

    “Gerçekleri örtbas” gibi bir huyum olsaydı, herhalde “Vakit yazarı” değil, “ADD üyesi” olurdum!..

    Evet; “ADD üyesi” olur ve Eruygur’u “tabu”laştırırdım!..

×
×
  • Create New...