Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. Tamam ahi ama sadece Nakşi penceresinde kalırsanız sadece Nakşiliği bilirseniz Ferit Aydın gibi Nakşiyken Selefi olursunuz.Bir inceleyin İslam tarihini Nakşi tarikatı hariç şâhid meşreb ve çoşkun olmayan bir vahdet inancında olan tarikat bulamıyacaksınız.Ferit Aydın denen herifte bunu görünce inkar etti Erenleri...

     

    Yukarıda ki mektupta Ehli Sünnet'e aykırı hiçbir yazı yoktur. Bütün Ehli Sünnet alimleri yukarıda ki yazanlara aykırı şeyler söylemek şöyle dursun aynı şeyleri bildirmişlerdir. Yukarıda ki İmam Rabbani'nin anlattığı hâdiseler ve hükümler hakikatın ta kendisidir. Bu mektubu yazan Velî, Peygamber ve Sahabelerden sonra dinin en büyük zatı, ikinci bin yılın müceddidi, hakkında bir çok Hadis bulunan İmam Rabbani Hazretleri... (Bunu her zaman tekrarlamamın sebebi İmam Rabbani'yi tanımayanların o mübarek zatı tanımasına vesile olmaktır.) Harun kardeşimin söylediklerini ben de tekrarlıyorum: ''Artık kim kendine ne derse desin, neci olursa olsun bu ölçüye uymuyorsa işi bitmiştir.''

     

    Şeksiz Abdal, yazdıklarını tam anlayamadım, Nakşibendi yolunu mu eleştirdin? Meselelere sadece Nakşibendi tarikatı penceresinden bakmayın derken İmam Rabbani'nin yolunu mu eleştirdin? Yukarıda yazanları Nakşibendi tarikatına mı bağladın?

     

    İmam Rabbani'nin meselemizle alakalı bir mektubunu yakın bir zamanda ekleyeceğim, inşallah. Allah razı olsun, Harun gönüldaşım. Beni, İmam Rabbani ile beraber anman bile bu fakire büyük şereftir.


  2. Cilt: 1 - Mektup: 54

     

    Dileğim odur ki, Allah sizi dünya ve ahirette el atmaya değmeyen şeylerden muhafaza etsin!

     

    Yakından bilelim: Bid'at sahibinin fesadı küfürdekilerin bile fesadından ziyadedir. Bütün bid'at ehli fırkaları içinde en beteri öyle bir cemaattir ki, Peygamberlerin Sahabilerine karşı kin güderler. Allah, Kitabında bunları ''kâfirler'' diye isimlendirmişlerdir. Kur'an ve Şeriati sahâbiler tebliğ etmişlerdir. Eğer onlara kin ve garez gütmek mümkün olsaydı Kur'an ve şeriatin de böyle bir kin ve gareze hedef olması lâzım gelirdi.

     

    Kur'anın cemedicisi Hazreti Osmandır. Eğer Hazreti Osmana taan edilebilirse Kur'ana da taan edilebilir demektir. Sahabiler arasında olan ihtilâf ve kavga, nefs hevâsına bağlanamaz. Hazreti Âli ve Muaviye meselesinde, mutlaka müminlerin emiri hak yolunda ve muhalifi de hata üstündeydi. Fakat bu hata içtihat hatasıdır ve asla kötülüğe gidemez.

     

    Hattâ bu yanlışlık, neticede pişmanlık ve ıstırabı doğurmakta da âmil olur ki, bundan da hata edene ait bir sevap payı doğar.

     

    Muaviye'nin oğlu Yezid, Sahabilerden değildir. Bu betbahta, betbahlığında rakip olacak kimse düşünülemez. O kadar ki, onun âlet olduğu betbahtlığa bir kâfir bile cesaret edemez. Fakat onun gibi bir insanı lânetlemekte bile Sünnet ehli âlimlerinin tereddüt etmesi, ondan razı oldukları için değil, sadece kendisinin tövbe ve Hakka yöneliş ihtimalini hesab ettikleri içindir.

     

    Allah bizi rızasının yolundan ayırmasın.

    ....

    Kaynak: İmam-ı Rabbân-î Mektubat, Sayfa 125, 126. Ağustos 2005 Büyük Doğu Yayınları, Necip Fazıl Kısakürek


  3. Nedamet evvala şunu soracağım, ikinci bin yılın müceddidi, sıla lakaplı, Peygamber ve Sahabelerden sonra dinin en büyük zatı, Velilik ikliminin ufku İmam Rabbani Hazretlerini tanıyor musun?

     

    Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor:

     

    ''Ümmetim içinde var mı onun gibisi?..'' Yani Peygamber ve Sahabelerden sonra onun gibisi yok.

     

    Peki ya şu Peygamber müjdesini biliyor musun?

     

    ''Ümmetimden (Sıla) lâkaplı birisi gelecektir. Onun şefaatiyle Cennete çok kimse girecek...''

     

    İmam Rabbani Hz'i şeriatla tarikatı ''Vahdet-i Vücut'' meselesini dibine ve köküne kadar hal ve fasl ederek birleştirdi.

     

    Nedamet, İmam Rabbani'nin Ehli Sünnet hakkında ki sözlerini biliyor musun?

     

    Ahmet Arvasi'nin torunuyum diyen birisine Reyhan hanım onun bu görüşte olmadığını belgesiyle gösterdi. Başka kimsede Ahmet Arvasi şunları söylüyor diye bir kelime söylemedi. Ahmet Arvasi, Abduh ve Afgani'nin sapıklığını idrak etmiş olacak ki, yabancı yazarın doğru söylediklerini aktarmakla yetinmiş. Yoksa sizin dediğiniz gibi yabancı bir yazarın yazdıklarına safca inanarak o yazıyı yayımlamamıştır. Hem o yazının tamamına okuyacak olursanız niçin bir paragrafla meseleyi geçtiğini anlarsınız. Necip Fazıl ve Ahmet Arvasi'den başka nice muteber insan bunların sapık olduğunu haykırıyor.

     

    Biz Üstad'dan daha çok Abdülhakim Arvasi Hz'ine ve onun gibi Ehli Sünnet'e bağlı yüce şahsiyetlerin sözlerine itibar ediyoruz. Üstad'ın ismini bu kadar anarak konuşmamızın sebebi ise onlardan aldıklarını bize bildirmesi... Esasen şahsiyetlere değil, hakikatlere bağlıyız.

     

    Pırıl pırıl nice İslam alimleri dururken, niçin sapıklılıklarını kendi yazdıklarıyle ispatlamış şahısların yazdıklarına itbar edelim. Sorumu tekrarlıyorum. İmam Rabbani Hz'ini ne kadar tanıyorsunuz? Ona olan ilgi ve bağınız ne seviyede?


  4. Varlık ve darlık

     

     

    Kötüdür yoksulluktan,

     

    Nice zengin varlığı,

     

    Malı mülkü olsa da,

     

    Gitmez gönül darlığı.

     

     

     

    Bak gafilin yoluna,

     

    Kasvet binmiş dalına,

     

    Erse Karun malına,

     

    Gitmez karamsarlığı.

     

     

     

    Bu dünya kime kaldı,

     

    Hani kim murat aldı?

     

    Süleyman’a kalmadı,

     

    Onun hükümdarlığı.

     

     

     

    Süleyman sepet ördü,

     

    Kendi emeğin yerdi,

     

    İşte onunla buldu,

     

    Gerçek bahtiyarlığı.

     

     

     

    Yunus her neyin varsa,

     

    Hepsini ver hak yola,

     

    Bir gün elinden çıka,

     

    Bu dünyanın varlığı.


  5. Acharteve bu anketlerin uzun süredir var olduğunu bize hatırlatmış. Ali abi de bunu bence gayet güzel yorumlamış. Adamlar bizim nabzımızı ölçüyor, hit alıyor vesaire ve bizde bu oyuna düşüyoruz. Yine de maksatları bu olsada, msnbc'nin yaptığı bu ankete itibar eden insanlar varsa onlara bırakacağı müspet tesir bakımından iyidir. Sanırım, sadece mevzuya iyi yönden bakabileciğimiz tek şey bu.


  6. Rabbimiz Varlıkları Üzerine Niçin Yemin Eder?

     

    Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de niçin bazı varlıklar üzerine yemin etmektedir?

     

    Yaşadığımız kâinat, fiilî bir Kur’ân ve esmâ-i ilâhiyyenin tecellîleri ile müzeyyen bir sanat hârikasıdır. Cenâb-ı Hak, kullarının rûhen zarifleşip hassasiyet kazanarak ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışlarını gönül gözüyle seyredebilmesini ve bunun neticesinde kendisi ile bir dostluk kurulmasını arzu etmektedir. Bu vesile ile Kur’ân-ı Kerîm’de çok çeşitli ve hayran bırakıcı muhtelif üsluplar kullanmıştır. Bu üsluplardan biri de bazı varlıklar üzerine edilen yeminlerdir.

     

    Cenâb-ı Hakk’ın bir varlık üzerine yemin etmesi; kimi yerde, üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirirken, kimi yerde de, o yeminden sonra ifâde edilen ilâhî beyânın azamet ve ehemmiyetini gösterir. Bu yeminlerden maksat, zihin ve kalplerin âyet-i kerîmelerde zikredilen ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışları üzerinde yoğunlaştırılması, gönüllerde mârifetullâha pencereler açılması, kalplerin ilâhî hakîkatlerle ürperip duygu derinliğine ulaşması ve böylece kulun Cenâb-ı Hak ile dostlukta bir merhale kazanmasıdır.

     

    Bu yeminlerden birkaçı şöyledir:

     

    Cenâb-ı Hak;لَاۤ اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ buyurarak kıyâmet gününe yemin ediyor. Kıyâmet infilâkının ve âhiretin muhakkak gerçekleşecek bir vâkıa olduğunu beyan buyuruyor. Böylece o ilâhî güne hazırlanmanın tahsiline ehemmiyet verip dünyâya geliş ve gidiş, yani kundakla tabut arasındaki yolculuk muammâsını çözmeye dâir, biz kullarının gönüllerinde yüksek bir hassâsiyet gelişmesini murâd ediyor. Zîrâ bu hassâsiyete ulaşmış bir kul, bütün fani alış-verişlerin iptal noktası olan son nefese hazırlıklı yaşamanın idrâki içinde olacaktır.

     

    Beşeriyetin en mühim tahsili, toprak muammâsını çözmesiyle başlar. Fikirler, gayretler, toprak altının tefekkürü etrafında âdeta bir pervâne hâline gelmediği sürece, bu ilâhî yolculuğun sırlarına âşinâ olmaya imkân yoktur. Sînemizden kopan her nefesin birer cenâze hâlinde bizden uzaklaştığının farkına vararak o meçhul istikbâlin endişesini yüreğimizde duymamız îcâb eder.

     

    İnsan ömrünü, sırf beşikle tabut arasındaki kısa bir mesafeden ibâret görmemek gerekir. Zîrâ ölüm, rûhun bedenden ayrılarak sonsuz bir yolculuğa çıkışı, kıyâmette tekrar bedene girerek bu sonsuz yolculuğa devam etmesidir. Yâni rûha ölüm yoktur. Yalnız beden değişecektir.

     

    İlâhî beyanlar apaçık ortadayken; “Hayatın mânâsı nedir?” suâline, sırf toprağın serin rutûbeti ve mezar taşlarının katılığında cevap aranacak olursa, böylesine gâfilâne geçen bir hayattan daha acı ne olabilir?!.

     

    Nebe Sûresi’nde bildirildiği üzere, bu âhiret haberine müşrikler; اَلنَّبَاِ الْعَظ۪يمِ yâni «büyük haber» diyerek hayretlere düşmüşler ve tartışmalar ürküntüyle devam etmiştir.

     

    Öteden beri beşeriyet, peygamberlerle irşâd olunmalarına rağmen, ölüm meselesi zihinleri çok meşgul etmiş, zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve zaman zaman korkunç iz’ac halkalarıyla kımıldanan bu soru, türlü nefsânî ürküntü ve korkularla susturulmak istenmiştir. Halbuki, herkesi ateşli bir girdap halinde saran ölüm vâkıası, istisnâsız başlara çökecek bir istikbal korku ve endişesi olunca, onun hakîkatine âşinâ olabilmek ve ölümü güzelleştirmek, beşerî gâyelerin en önünde gelmelidir.

     

    Beşer idrâkiyle kavranması mümkün olmayan kabir ve âhiret hayatı, ancak vahyin ve peygamberlerin beyanları sâyesinde vuzûha kavuşabilir. Bütün peygamberlerin, bilhassa da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği bu istikbâl haberini teşekkür ve minnetlerle karşılamak gerekirken, ona bîgâne kalmak ne hazin bir gaflettir!..

     

    İslâm dîni, ölümü çok çok hatırlamayı ve ona dâir hazırlıklar ile meşgul olmayı, uyanık ve ârif bir kalbin en kıymetli sanat ve mahâreti olarak saymıştır.

     

    Âyet-i kerîmede, korkulu bir istikbal gününün geleceği bildirilmektedir. Ancak Rabbi ile dost olanlar için “o gün korku ve hüzün yoktur” müjdesi verilmektedir.

     

    Cenâb-ı Hak, ilâhî kudret ve azametini, bu büyük nizâmın sırlarını, bilhassa kıyâmet ve âhireti tefekkür etmemizi ve bunların neticesinde takvâ üzere güzel bir kul olmamızı arzu etmektedir. Bu rûhânî tefekkürler; huşû hâlini kazandırarak ibâdetleri kolaylaştırır, şükrü artırır, kalplerde esmâ-i ilâhiyyenin tecellîleri karşısındaki duyuşları derinleştirir. İnsan, ilâhî kudret ve azamet karşısındaki aczini ve dâimâ Rabb’ine muhtaç olduğunu idrâk eder. Esâsen hayatın bir mânâsı da, nefsâniyet, ihtiras ve benliği bertarâf ederek “kalb-i selîm” tahsîline yönelmektir.

     

    Dünyada kıyâmet gerçeğinden habersiz yaşayıp nefsânî arzularının tatminsizliği içinde fânî ve gelgeç sevdâların câzibesine kapılmak, ebedî istikbâl karşısında ne korkunç bir hüsrandır! Böyle gâfilâne bir hayatın neticesi, binbir türlü nedâmet çırpınışlardan ibârettir. Necip Fâzıl, bu gaflete düşmekten şöyle îkâz eder:

     

    Yağız atlı süvâri, koştur atını, koştur!

     

    Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları…

     

    Bu sebeple, sâlih bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek için sayılı olan nefeslerimizi, son nefese ve husûsiyle de kıyâmetin o dehşetli gününe hazırlamak îcâb etmektedir.

     

    Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’deki yeminlerine diğer bir örnek:

     

    “Güneşe ve onun ışığına yemin ederim ki…” (eş-Şems, 1)

     

    Rabbimiz bu yemin ile, güneşte sergilediği ilâhî kudret tecellîlerinin farkında olmamızı murâd etmektedir. Hayat ve kâinâta ibretle nazar eden bir mü’min, güneşi seyrederken de ilâhî kudreti hissedecek, bu azamet karşısından titreyecek; “Aman yâ Rabbi! Sen ne büyük sanat ve kudret sahibisin!” diyecektir.

     

    Hayat ve kâinâta dâir hakîkatleri neşretmek husûsunda dâimâ Kur’ân-ı Kerîm önde gitmekte, beşerî ilim arkadan gelmektedir. Bugünkü astrofizik ilminin güneş ile ilgili tespitleri şöyledir:

     

    Güneş ile Dünya arasındaki uzaklık, 150 milyon kilometredir. Güneş’in yaşı yaklaşık 5 milyar yıldır. Isısını kendi merkezindeki nükleer ocaktan alıp harâretini, ışığını ve milimetre şaşmayan seyrini devam ettirir. Güneşin içerisine Dünya gibi tam 1.300.000 tane gezegen sığar. Yüzey sıcaklığı 6.000 santigrat derece, iç sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir. Saatte 720.000 kilometrelik muazzam bir hızla yol alır.

     

    Güneş’te her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk gaz maddesi de ışın hâlinde yayılır. Tükenip yok olan kütleye göre hesap yaparsak, Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir. Ancak güneşin bu güne kadar kaybettiği madde, kendi kütlesinin 5.000’de 1’idir.

     

    Bu muazzam kütlesine rağmen Güneş, Samanyolu galaksisinde bulunan, tahminen 200 milyar yıldızdan sadece birisidir.

     

    Ziyâ Paşa’nın ifâde ettiği gibi:

     

    İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,

     

    Zirâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

     

    Velhâsıl güneşin doğuşunu, batışını, bütün mahlûkâtın onunla hayat bulduğunu, saniye şaşmayan ilâhî bir takvim olduğunu düşünerek kalbin bu ilâhî kudret tecellîsi karşısında hassâsiyet kazanması icab eder.

     

    Asırlar ilerledikçe bu yeminlerin mâhiyet ve hikmetleri daha da derinden idrak edilecektir. İnsan, Âlemlerin Rabbi’ne karşı dâimî bir acziyet ve hiçlik durumunda bulunduğunun idrâkiyle güzel bir kul olabilmeye gayret etmelidir. Bu hakîkate binâendir ki:

     

    مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ : Nefsini tanıyan, Rabbini tanır!” buyrulmuştur. Yâni ilâhî kudret ve azametin sonsuzluğu karşısında kendi hiçliğini idrâk eden kul, mârifetullâh yolunda mesafe almaya başlamış demektir.

     

    Âyet-i kerîmede buyrulur:

     

    “Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

     

    Yâni Allah Teâlâ’nın beşer idrâkine sığmayan kudret ve azametini tefekkür edip, O’nun yüceliğine yaraşır bir şuur ve idrâk ile kulluk hayatı yaşamak îcâb eder. Zîrâ irfân ehli bir zâtın ifâdesiyle:

     

    “Bu dünya, akıl sahibi olgun kimseler için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı hayranlıkla tefekkür etmek); ahmaklar için ise yemek ile şehvetten ibârettir.”

     

    Sâdî-i Şîrâzî ne güzel söyler:

     

    “Olgun kimseler nazarında ağaçtaki tek bir yaprak bile mârifetullâh için koca bir dîvandır. Gâfiller içinse yeryüzündeki bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

     

    Yâ Rabbi! Kâinâtı ibret ve hikmet nazarı ile temâşâ edebilmeyi, onu şuur, duygu derinliği, vicdan ürperişleri ve îman heyecanları zâviyesinden seyredebilmeyi bizlere nasîb eyle!..

     

    Âmîn…

     

    Kaynak: http://www.osmannuritopbas.com/genc-dergis...yemin-eder.html

    • Like 1

  7. OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ'NİN HAYATI VE ESERLERİ

     

    1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Musa Topbaş, annesi de H. Fahri Kiğılı'nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır.

     

    İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa ilkokulunda tamamladı. İlkokul yıllarında özel Kur’an eğitimi aldı. 1953 yılında İstanbul İmam -Hatip Okulu’na girdi. O yıllarda bu okul, Osmanlı’nın ulu çınarlarının bakiyyeleri sayılan M. Celaleddin Ökten, Mahir İz gibi üstadların, Nureddin Topçu gibi Batı’da eğitim almış mütefekkirlerin hocalık yaptığı önemli bir kurumdu. Amcası ve akranı Abidin Topbaş ile bu okulu 1960 yılında tamamladı. İmam-Hatipli yıllarda M. Zekai Konrapa, Yaman Dede (Abdülkadir Keçeoğlu), Ahmet Davutoğlu, Mahmud Bayram, Ali Rızâ Sağman hocalardan da ders aldı.

     

    İmam-Hatip yıllarında Üstâd Necip Fazıl’ı tanıdı. O’nun yakın çevresinde bulundu, sohbetlerinin müdavimi, Büyük Doğu dergisinin takipçisi, eserlerinin okuyucusu ve de fikirlerinin maddî ve manevî destekçisi oldu.

     

    İmam-Hatip Lisesini tamamladıktan sonra bir süre ticaret ve sanayicilik ile meşgul oldu. 1962 yılında askerliğini Siirt-Tillo’da yedek subay öğretmen olarak yaptı. Görevi sırasında gönlüne öğretmenlik sevdası düştü ve insanları eğitmekten ve gençlerle meşgul olmaktan haz alır oldu.

     

    Askerlik dönüşü tekrar kendini sanayi ve ticaretin içinde buldu. Ancak o ilim ve hayır hizmetlerinden hiç kopmadı. İlim Yayma Cemiyetinde faal olarak çalıştı. Kendi işyeri bir hayır kurumu ve vakıf gibi, talebelere burs, fukaraya yardım merkeziydi. Ailenin hayır hizmetleri âdeta onun uhdesindeydi. İşyerinden yürüttüğü bu hizmetleri Hüdâyi Vakfının kuruluşundan sonra vakfa taşıdı. Kuruluşuna öncülük ettiği vakfın hizmet ufkunu açtı. Türkî Cumhuriyetler başta olmak üzere bütün akraba ulus ve topluluklardan gelen gençlere de maddi ve manevi destekte bulunarak yetişmelerinde yardımcı oldu.

     

    Tarih, edebiyat, dînî ilimler ve şiire ilgisi sebebiyle 1990’lı yıllardan itibaren yazı hayatına başladı. Yayınlanan eserlerinden bazıları şunlardır:

     

    1- Bir Testi Su, İstanbul 1996

    2- Rahmet Esintileri, İstanbul 1997

    3- Nebiler Silsilesi I- IV, İstanbul 1997-1998

    4- Tarihten Günümüze İbret Işıklar, İstanbul 1998

    5- Abide Şahsiyetleri ve Müessesleriyle Osmanlı, İstanbul 1999

    6- İslam İman İbadet, İstanbul 2000

    7- Muhabbetteki Sır, İstanbul 2001

    8- İmandan İhsana Tasavvuf, İstanbul 2002

    9- Vakıf-İnfak-Hizmet, İstanbul 2002

    10- Son Nefes, İstanbul 2003

     

    Kitapları birçok dile çevrilen Osman Nuri Topbaş, bu dillerin konuşulduğu ülkelerden gelen seminer, konferans ve panel tekliflerini kabul ederek, fikirlerini paylaşmakta ve bunu insanlığa hizmet anlayışı içersinde sürdürmektedir.

     

    Osman Nuri Topbaş evli ve dört çocuk babasıdır.

     

    Kaynak: http://www.osmannuritopbas.com/osman-nuri-...nin-hayati.html

    • Like 1

  8. Nihal Atsız'ın oğlu Yağmur babası hakkında bakın neler söylüyor. Ben Atsız'ın yazdıklarından müslüman olmadığını ve Gök Tanrı'ya inandığını sanırdım. Müslüman olmadığın kati suretle anlaşılıyor, neye inandığıysa meçhul... Böyle bir adam, neden müslüman bir kadınla evlenir ve cenaze namazı kılınır o da garip.

     

    Nihal Atsız'ın dinsiz olduğunu evvelden söylemişim. Bu sözümü geri alıyorum. Maksadım Nihal Atsız'ı övmek, onunla aynı fikirleri paylaştığımı söylemek değil. Zaten onunla aynı fikirleri paylaşmıyorum.

     

    Yavuz Bülent Bakiler 'Gidenlerin Ardından' adlı kitabında, Nihal Atsız ile hanımın ayrıldığını ve hanımının oğluyla beraber yurt dışına taşındığını söylüyor. Yağmur Atsız'ın orada komünist gruplara meylettiğini söylüyor. Hemde babası hakkında bazı iftiralar attığı da kitapta iddia ediliyor. Oğlunun söylediklerine bakarak Nihal Atsız'a kâfir dememek daha iyi olur.

     

    Yine Yavuz Bülent Bakiler bir makalesinde Nihal Atsız'ın hastayken Yasin sûresini okuttuğunu söylüyor. Şunu söyleyeceğim, Nihal Atsız'a kâfirlikle itham etmiştim. O sözümü geri alıyorum. Yavuz Bülent Bakiler'in dediklerine bakarsak Atsız müslüman ve ben müslümana kâfir dediğim için küfre düşerim. Müslüman olmadığı bilinmeyen birisi için böyle davranmak gerekir. Yine söylüyorum, Atsız'ın ırkçı fikirlerini temize çıkarmak için bunları söylemiyorum.

     

    Nihal Atsız'ın küfre düştüğü bir yazısı veya onun gibi kesin bir belge bulunan arkadaşlar varsa bizimle paylaşmasını rica ederim.


  9. Benimki de Harun'un ismi gibi mâlum :pc: Belki bazıları Vakıf ismi de ne diyebilirler. İsmim, ''bilen, haberdar olan'' manasında ki vâkıf değil.

     

    Rahmetli dedem çok hayırsever bir insanmış. Elinden geldiği müddetçe insanlara yardım edermiş. Dedemin bu hayırseverliğine binaen 'Vakıf Ahmet' diye çağırır olmuşlar. Babam da bu ismi bana koymuş. Sizden bir ricam var; mümkünse dedemin ruhuna bir Fâtiha okuyun.


  10. Velüd kalem, çileli hayat:

     

    AHMED ARVASİ HOCA

     

    Sayısız talebe yetiştiren ve onlarca eser veren Arvasi Hoca gibi bir değer Batının elinde olsa, hakkında tezler doktoralar hazırlanır, enstitüler kurulurdu adına... Biz n’aptık. Tıktık zindana!

     

    BM’den 14 asır önce

     

    Arvasi Beyin 12. Milli Eğitim Şûrası’ndaki konuşmasından: “Bundan tam 1366 yıl önce şanlı ve sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -ona binlerce selam olsun- Medine-i Münevvere’de ilk İslâm devletini kurdu. Müslümanların yanında ehli kitabın da haklarını savundu. Zulüm, cinayet, haksızlık sona erdi. Irk, cins, soy farkı gözetmeksizin bütün inananları kardeş ilan etti. Mahkeme usulünü getirdi, ehli kitaba din hürriyeti verdi. Müslümanlar için tanınan garantileri onlar için de kabul etti. Birleşmiş Milletlerden tam 14 asır önce insan hakları konusunda bu derece, bu biçimde ve yazılı olarak ortaya konmuş başka bir belge yoktur. Bütün beşeriyet, şanlı ve şerefli Peygamberimizin başarısını görmek ve ayakta alkışlamak zorundadır!” (Salon ayaklanıp coşuyor, ortalık alkışlarla inliyor.)

     

    Yirmi yıl evvel, yine bu gece... Noelcilerin sokağa döküldüğü demler... Hoca acı acı “burası bizim yurdumuz, bunlar bizim gençlerimiz” diye mırıldanıyor “Yazık ateşe koşuyorlar.” Gözü emektar daktilosunun silik tuşlarında. Şimdi oturup yazma vakti...

     

    Ancak sürgünlerde zindanlarda feri giden yorgun bedeni oracığa düşüveriyor.

     

    Hoca için ne ölüm ilanları veriliyor, ne de haber saatlerinde adı okunuyor. Ama cenazesine onbinler koşuyor. Bir ucu Fatih’te, bir Ucu Edirnekapı’da... Vakarlı kalabalık caddelere sığmıyor.

     

    DOĞU ÇOCUĞU

     

    Seyyid Ahmed Arvasi adı üzerine seyyiddir, Evlad-ı Resuldür, ehl-i beyttendir. Soyu Hazret-i Hüseyn ve Ali Keremallahu vecheh ile Server-i Kainata ulaşır.

     

    Sonra Arvasizadedir, bu aileden sayısız alim ve veli çıkar, cihanı aydınlatırlar.

     

    Onun doğduğu evde eğitim beşikte başlar, menkıbelerle destanlarla büyür, semaver sohbetlerinden de çok şey kapar.

     

    Babası Abdülhakim Efendi Ağrı Doğubeyazıd’da mukimdir, o günlerde gümrük memurluğu yapar. Memurluk işte n’olsun, kıt kanaat geçinir, iki yakalarını bir araya getirmeye çalışırlar. Ondan para isteyen yoktur ama aile bütçesine bir şeyler katmayı arzular, gider bir kuyumcunun yanında işe başlar...

     

    Bir gün dükkanın kapısı açılır, heybeti düğme ilikleten bir Allah dostu içeri girer, elini omzuna koyar, “Senin işin gönül sarraflığı olmalı” der ve çıkar...

     

    Gönül sarraflığı... Gönül sarraflığı...

     

    İşte Ahmed Bey o günden sonra daha fazla okur, mânâ rüzgarlarına yelken açar. Kutlu sahabe kadrosunu ve şanlı ecdadı tanıdıkça muhabbetle dolar. Bu çoşkun sevda ve bu taşkın duygular eline kalemi aldırır, işe şiirden başlar. Uykusuz gecelerde yazdığı beyitleri “Sır” adlı manzum eserinde toplar.

     

    TUTAK DAĞLARINDA

     

    Ailesi onu “eli bir an önce ekmek tutsun” diye öğretmen okuluna yazdırmıştır. Bu arada evlenmiş barklanmış, genç yaşta çoluk çocuğa karışmıştır. Mezun olunca Tutak’ın Mollaşemdin Köyü’ne tayini çıkar. Bir kış günü eşyasını at kızağına yükler, vururlar yola.

     

    Kızakçı bir ara “Bırrr” deyip dizginleri çeker: “Geldik hocam!”

     

    -Nereye geldik?

     

    -Okula!

     

    -Hani okul?

     

    Karın örttüğü bir tümseği gösterir “şurada!”

     

    -Ya lojman?

     

    Öbür tümseği işaret eder: “Yanında!”

     

    Ahmed Arvasi Bey oturaklı bir taş bina, sıcak odalar hayal ederken, sırılsıklam bir delik bulur. Yerdeki buz parçalarına bakılırsa toprak dam akıyor olmalıdır.

     

    Muhtar evlere haber yollar, “müjde öğretmen geldi, çocuklar mektepe koşsunlar!”

     

    Cılız cılız bebeler, yırtık hasırın üstüne ilişir, soğuktan birbirlerine sokulurlar. Üzerlerinde ne mont gocuk vardır, ne de ayaklarında bot kundura. Eller donmuş, kırmızı kulaklar, nemli burunlar. Hani can dayanmaz. İlk işi bir soba uydurmak ve şilte minder bulmak olur. Tezek sobası yanınca ortalık ısınır, yavrucakların yanaklarında çiçekler açar. Keyifle ders dinler, saman kağıtlı defterlerini çiziktirmeye başlarlar.

     

    Ahmed Arvasi bey bu gariplerden çok etkilenir. Mollaşemdin köyünü öyle de böyle de çekip çevirir, iyi ama öbür Mollaşemdinler? Peki onlar n’olacak?

     

    Milli Eğitim politikalarına yön verebilmek için yükselmek zorundadır. Ve gereğini yapar, ders yılı bitince gider Gazi Pedagoji’ye başlar.

    FİKİR ÇİLESİ

     

    Gelgelelim burada köy enstitülülerin kesin bir hakimiyeti vardır. Anadolu’dan gelen gençler karargâha dönen tezgahta inançlarından koparılırlar. Ahmed Arvasi Bey bu güçlü sele ecdad sevgisi ile karşı koyar. Ancak arkadaşları erir gider, mâlum cenaha katılırlar. İşte o günlerde derin fikir çileleri çeker ve “Kendini arayan insan” kitabını yazar.

     

    Balıkesir Savaştepe Öğretmen Okulunda ders vermeye başladığında anlatacak çok şeyi vardır ve dağarcığındakileri talebeleriyle paylaşır.

     

    Arvasi Hoca sevdirir kızmaz, müjdeler korkutmaz. Çocukları adam gibi karşısına alır, dertlerine derman olmaya bakar.

     

    Gençlerin yazdığı hikayeleri okur, mısralarına kafiye uydurur, denemelerine ilaveler yapar. Acemice karalamalara da vakit ayırır, hiç birinin hevesini kırmaz.

     

    Her ne kadar saklasa da maaşının irice bir bölümünü muhtaç öğrencilere dağıttığı bilinir. Lakin...

     

    Lakin, sigarayı fazlaca içmektedir.

     

    Bir gün muallim arkadaşlarından biri “çocuklar size özeniyor hocam” der, “sigarayı aynı sizin gibi yakıyor, izmariti sizin gibi söndürüyorlar.”

     

    İL HUDUDUNDA

     

    Hiçbir şey söylemez. Derhal kantine girer, öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında cebinden paketini çıkarır ve parça parça edip ortaya atar. Çocuklar mesajı alırlar. Eller bellere, çoraplara gider, büyük bir hınçla paketlerini paralarlar... Döşemede bir anda tütünden bir tepecik yükselir. Belki inanmayacaksınız ama o günden sonra okulda sigara içen tek talebe kalmaz.

     

    Aradan yıllar, uzuuun yıllar geçer.

     

    Hoca öğretmenliği bırakır, yazarlığa başlar. Memleket sıkıntılıdır, zira aydınlar başka tellerden çalarlar. Birilerinin onlara cevap vermesi lâzımdır. Sıhhati de iyi değildir ama meydanı boş bırakamaz. Seminerler, konferanslar... Yükü ağırdır, uyuyamaz. Çok yoğun çalışır, çay ve sigara ile ayakta kalmaya çabalar. İşte bu hengamede yolu bir zamanlar öğretmenlik yaptığı Balıkesir’e düşer. Dostları tabakalarını çıkarır kehribar renkli tütünleri sarıp hocaya uzatırlar. Olacak şey değildir, Hoca sigaraya “hayır” der, ısrarlara rağmen tek dal yakmaz.

     

    Ta ki tekrar yola çıkana ve “Bursa il hududu” tabelasını görene kadar.

     

    YÜZÜNE BAKMAYIN

     

    Tayini Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne çıktığında okul marksist militanların elindedir. Örgüt liderleri “asla onun yüzüne bakmayacaksınız” derler, “göz göze gelirseniz direnemezsiniz, takılırsınız ardına!”

     

    Zira dostları gibi düşmanları da onun asaletinde hemfikirdir. Anlatılamayan bir heybet, tarifsiz bir vakar... İçeri girdi mi ayağa kalkma ihtiyacı duyarlar.

     

    Arvasi Bey, ilk dersinde sırtını duvara dönmüş gençlerle karşılaşır. Ancak aldırmaz, sanki kendisini büyük bir alaka ile dinliyorlarmış gibi anlatır. Biliyor musunuz onun en büyük silahı tebessümüdür, tarafı duruşu bellidir ama karşısındakilerle de irtibatı koparmaz. Sesinde dolu dolu samimiyet vardır, içten konuşur, rol yapmaz.. İnandığını anlatır, anlattığı gibi yaşar.

     

    Nitekim gençler birer birer başlarını kaldırır, kenarından köşesinden sohbete katılırlar. Çok değil birkaç ay sonra din, millet, bayrak sevdası ile yüklenir, özlerini bulurlar.

     

    Hoca bu milletin asaletine hayrandır zaten, gelecek nesillerden çok şey umar.

     

    Bu arada “İlmihal” ve “Doğu Anadolu Gerçeği” isimli akademik eserlerini tamamlar.

     

    Emeklilik yıllarında çalışma dozunu artırır. Gazetemizde günlük makaleler (Hasbihal) yazar, kitapları peşpeşe çıkar. Girift mevzulara da girer, aklının kopma noktasına geldiği demlerde kalemini İmam-ı Rabbani hazretlerine bırakır, sular seller gibi yazar...

     

    Talebeleri onu unutamaz, talebelerini de alır gelir, kapısını çalarlar. Ziyaretçileri geometrik dizi şeklinde artar, evi gençlerle dolup taşar. Bunu nimet bilir asla bıkmaz usanmaz. Onlara asrı saadet yıllarını, alperenleri, derviş gazileri anlatır. Elceğiziyle çay çörek taşır, tek tek hatırlarını sorar, gönüllerini almaya bakar.

     

    RESULULLAH AŞKINA

     

    Arvasi Hoca’da tasvir edemeyeceğimiz bir Habibullah muhabbeti vardır. Söz Efendimizden (Sallallahü aleyhi ve sellem) açıldığında cezbeye tutulur, dizlerinde derman kalmaz.

     

    Ömrünün son yıllarında namazlarını Erenköy İstasyon Camii’nde kılar. Mahallenin dilencileri ona da laf atar “çocuklarının başı için”, “Allah işini rast getirsin” gibi bilinen duaları sıralarlar. Ancak içlerinden biri “Resulullah aşkına” deyince tutulup kalır, üstünde ne kadar para varsa adamın önüne atar. Uyanıklar bu inceliği iyi yakalar ve kullanmaya başlarlar. Arvasi Hocanın elindekini cebindekini kapar, tabiri caizse ayaküstü soygun yaparlar. Dostları “amaaan Arvasi Bey, dilencilere niye itibar ediyorsun. Bunların ne kadar fırıldak olduğunu bilmeyen mi var” deseler de dayanamaz. Zira o “Resullullah aşkına” diyen birine karşı koyamaz.

    YANLIŞ MI YAPTIM?

     

    Arvasi Hoca 12 Eylülde Mamak Cezaevi’ne alınır... Suçu bu milletin gençlerine ecdadını tanıtmaktır.

     

    O ilk akşamı hiç unutamaz, zira aynı hücreyi paylaştığı gazeteci arkadaşının saçları sabaha kadar beyazlamıştır, adamcağız kendini tanıyamaz.

     

    Arvasi Bey, derdi vereni sevdiği için, çilesinden hoşlanır. Ancak tıkıldıkları tabutluk kıyamda duramayacak kadar alçak, teşehüdde duramacacak kadar dardır. Yerler alın değdirilmeyecek kadar pistir sonra, afedersiniz necaset kokar. Ah bir namazını rüku ve sücud ile kılabilse yeter, başka bir şey arzulamaz. Mahzun olur, gözlerini yumar, Ankara Bağlum’da yatmakta olan Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerine sığınır... “Himmet, efendim” der, “yanıbaşınızdayım ve bana eziyet ediyorlar!”

     

    Aradan dakika geçmez, bir yedeksubay tabib koridora dalar. Onca mahkum arasından onu seçer, tansiyonunu ölçer, nabzını sayar, “sen burada kalamazsın” deyip, Mevki Hastahanesi’ne yollar.

     

    Arvasi Bey hayatı boyunca o ana yanar, “niye sabretmedim ki” diye kendini sorgular.

    GÖRMEZDEN GELSELER DE

     

    Eğer Arvasi Hoca, Batı’da yaşamış olsaydı hakkında tezler doktoralar hazırlanmış, adına enstitüler kurulmuştu.

     

    Nitekim aydınlarımız içinden bazıları onun eserlerini okuyarak istikamet bulur, putlarını kıra kıra yürürler İslam’a... Ancak fikir bezirgânları, kalemini satanlar Arvasi Beyin kitaplarını ellerine almaz, sözlerine kulak tıkarlar.

     

    Yok saymak, unutturmak gibi bir stratejileri vardır ama muvaffak olamazlar.

     

    Gazeteci Yazar Veysel Gani anlatıyor: “Gece saat 12, telefon çaldı. Baktım Ahmed Arvasi Bey. ‘Meraklanma Veysel’ dedi, ‘öylesine aradım, şöyle bi halini hatırını sorayım dedim o kadar. Hani birlikte çok çalıştık, üzerimizde hakkın var.’

     

    ‘Ne hakkı efendim’ dedim ‘varsa da helal ettim.’ Buna bir mânâ verememiştim, ta ki ertesi gün vefat haberini alıncaya kadar. Evet o sosyologdu, pedagogdu, mütefekkirdi, muallimdi, müellifti, hatipti, edipti, şairdi, gazeteciydi, siyasetçiydi ama... Gönül ehliydi aynı zamanda!

     

    Nerede?

     

    Arvasi Hoca, “ilk işimiz bir Ansiklopedi hazırlamak olmalı” der. Gazetemiz bu talebi dikkate alır, sahalarında söz sahibi olan uzmanları toplar, geceli gündüzlü çalışıp “Rehber Ansiklopedisi”ni çıkarırlar, büyük bir boşluk dolar. Hoca inanmış gençleri ve aydınları da vazifeye çağırır: “Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim, film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde binbir acı içinde kıvranan Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin dramını kim dile getirecek? Kara ve kızıl emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler işleyecek? Hani nerede benim şairlerim? Ressamlarım nerede” diye sorar.

     

    Türkiye Gazetesi

     

    İrfan Özfatura

     

    Kaynak: http://www.mehmetsaliharvas.tr.gg/SEYYID-A...b5336cad8e48895


  11. Başlıkta verdiğim yazı yarım kalmış başka bir başlıkta vermiştim. Burada da vereyim ki, yarım kalmasın. Okumak isteyenler okusun.

     

    Bundan 40 yıl önce idi. Ailece Erzurum'da oturuyorduk. Ben, ortaokul son sınıfta idim. Evimiz, misafirsiz kalmazdı. Akraba, eş ve dostumuz az değildi.

     

    Bir gün evimize, enterasan bir misafir geldi. Bu, piyade albayı Hilmi Acar isminde bir zâttı. Babamla tanışıyorlarmış, kucaklaştılar ve misafir odasına girdiler. Ben de arkalarından gittim. Evimizde, ilk defa ''resmî kıyafeti'' ile bir albay misafir oluyordu. Üstelik dinârdı. Nitekim, oturur oturmaz, şapkasını çıkarıp sehpay attı, başına ''takkesini'' geçirdi. Ben, o anda, dünyanın en olağanüstü bir olayı ile karşılaşmış gibi şaşkınım ve ''misafir albayı'' hayranlıkla seyrediyorum.

     

    ''Misafir Albay'', bir ara benimle ilgilendi. Nerede okuduğumu, hangi kitap, dergi ve gazeteleri takip ettiğimi sordu. Birşeyler anlattım. ''Misafir Albay'', okuduklarımı, kâfi bulmadı, hattâ bazılarına ''zararlı'' dedi. Sonra, cebinden 2 adet 25 kuruşluk çıkardı ve şöyle konuştu: ''Hemen şimdi, şu gazete bayiine gideceksin, verdiğim bu 50 kuruşla bir adet 'Büyük Doğu' ile bir adet 'Ehl-i Sünnet' dergisi alıp döneceksin. Başüstüne deyip gittim, istediği dergileri aldım. Bunun üzerine ''Misafir Albay'', ''Bunları sana hediye ediyorum. Artık her hafta kendin alırsın''. Gerçekten de dediği gibi oldu. Bu iki dergiyi, yayınlandıkları sürece asla bırakmadım. Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Abdürrahim Zapsu Beylerle ilk defa böylece tanıştım. Yazılarından ve yayınlarından çok istifade ettim. Sonradan, Üstad ile karşılıklı sohbet etmek nasip oldu. Ne şeref?.

     

    Evet, Necip Fazıl Bey, şiirleriyle tiyatrolarıyla, hikâyeleriyle, yazılarıyla, beni, kendi atmosferi içinde âdete eritti. Ona çok şey borçluyum. Vefatına yakın günlerdi. Ağır şeker hastası idi. Gözleri görmüyordu. Yazılarını pertavsızla yazmaya çalışıyordu. Sessizce yanına sokuldum. Sağ elini yakaladım ve öptüm. Sonra kendimi tanıttım. Çok müteessir oldu ve şöyle konuştu: ''Niçin beni üzdün Ahmet? Bilirsin ki, biz, sizin çocuklarınıza bile el öptürmeyiz!....''.(Arvasi Hoca Seyyid olduğu için böyle söylüyor/V.Ahmet) ''Yetişmemizde sizin payınız pek çoktur, Üstadım'' dedim. Necip Fazıl Bey, acı acı tebessüm ederek şöyle dedi: ''Ne diyorsun? Bildiğin sebepten dolayı, ailenize, minnet ve şükran borcu olan benim''... ve daha ne iltifatlar?...

     

    O anda, Üstad'ın gençlik yıllarını özetleyen ''Saatim çalışmış ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum'' beyti geldi. Sonra, Yüce Yaratanımız'ın Üstad Necip Fazıl Beyi, nerelerden alıp nerelere kadar yücelttiğini ve tehlikeli zeminlerden kurtarıp ne yüce ellere teslim ettiğini âdeta görür gibi oldum.

     

    Necip Fazıl Bey'in vefatından sonra, Yeni Düşünce Dergisi'nde Osman Yüksel Serdengeçti Ağabey ile karşılaştık. Büyük bir hüzün ve ıstırap içinde birbirimize sarıldık ve ağlaştık. Üstad Necip Fazıl Bey'in vefatı, bizim için gerçekten çok büyük bir kayıp idi. Sevgili Osman Yüksel Serdengeçti, bizleri şöyle teselli ediyordu: 'Bazıları, Necip Fazıl, büyük bir boşluk bıraktı diyorlar. Yanılıyorlar: Üstad, bize koskoca bir kitaplık (sanırım 101 yada 111 cilt) bıraktı!... Şimdi bize ve gençliğimize düşen iş, bu eserleri dikkatle ve tekrar tekrar okuyarak kendimizi yetiştirmek ve Üstad'ın dâvasına vâris olduğumuzu ispat etmektir''...

     

    Evet, Parkinson hastalığından müzdarib olan Serdengeçti Ağabeyimimiz, titreye titreye bu sözleri söylerken ağlıyordu. Nitekim çok geçmeden o da vefat etti. Üstadımıza ve O'na binlerce rahmet... Nur içinde yatsınlar!...

     

    Kaynak: Hasbihal I, Seyyid Ahmet ARVASİ, 2008 Bilgeoğuz, Sayfa 226, 227.


  12. selamlar,

     

    ahmet kardesim,soylediklerinizde sonuna kadar haklisiniz.amma gel gor ki insan cok degisik bir varlik.bir gun bi sebep cikiyor gec yatmak zorunda kaliyorsunuz,bir gun bilmem ne oluyor bir suru isinizi aksatiyorsunuz.neyse biz dua edelim RABBIM bizleri iyi etsin,kendi adima konusayim;yoksa ben oyle programla filan yola gelmem.

     

    selam ve muhabbetle

    Aleyküm Selâm...

     

    Asil düşünce adlı kardeşim, sabah belli bir vakitte kalkmayı meleke hâline getirince her sabah o saatte uyanıyoruz. Yani yatma vaktine yakın işimiz çıksada sabah aynı saatte kalkmamızı engelleyemez. Çok yorgun düşsek bile öğle vakti uyayabilir yada akşam biraz daha erken yatabiliriz. Tecrübe ediyoruz, iki, üç saat uyusak bile gün boyu yorgunluk pek hissedilmiyor. Bunları söylüyorum ama benim de söylediklerimi uyguladığım yok, inşallah en kısa zamanda kendime çekidüzen vereceğim. Şu güzelim yazıyı hep beraber okuyalım ki iyi işleri ve ibadetleri geciktirip helâk olanlardan olmayalım:

     

    Tevbe edebilmek, Hak teâlânın büyük nimetlerinden biridir. Günah işleme korkusu ile tevbeyi asla geciktirmemelidir! Çünkü, hadis-i şerifte (Sonra yaparım diyenler helak oldu) buyuruldu. Yani tevbeyi ve diğer iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar, aldandı, ziyan etti. (İ.Gazali)

     

    Kaynak: http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1994


  13. Hepimizin bildiği birçoğumuzun uygulamadığı işleri maddeler hâlinde sıralayalım.

     

    Sabah namazına kalkıp bir daha uyumamaya göre erkenden yatıp bunu meleke hâline getirmek... Hem uykunun en verimli saatlerinde uykuda olup; daha fazla uyma derdinden kurtuluruz, hem de sağlığımız için çok iyi olur.

     

    Kerahet vakitlerinde katiyyen uyumamak...

     

    Sigara içenler, sigarayı ara vererek içmek yerine, iş yaparken sigarayı içmeye alışmak... Sigara bağımlısı bir insan, içtiği bir paket sigaranın yarısını işlerine ara vererek içse çok vakit kaybeder. Ve sigara içerken bunu düşünmüyoruz.

     

    Evvelâ mühim işleri yapmak... Küçük işlerde araya sığar bahanesine aldırmamak...

     

    Zamanını iyi değerlendiremediğinden yakınan Üstad, O ve Ben adlı kitabında şöyle yazıyor:

     

    ''Parisa Hazretlerinin sözlerini elime kaydediyor, ona bayılıyor da bir türlü tâbi olamıyorum:

     

    << Gâfil halk, kesik ve bitkin, bir lâf eder: Yarın olsa da bir iş işlesem... Bilmez ki, bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin?>>''


  14. 2 - Ruhun Terakkisi

     

    Kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden bazıları, Allaha her ân âgâh olduklarını, uyku esnasında bile O'nu daima hatırda tuttuklarını haber vermişlerdir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Bunu anlatabilmek için önce birkaç şeyi bildirmek lazım:

     

    İnsan, ruhu bu cesetle birleştirmeden önce terakki edemez, ilerleyemezdi; kendi makam ve derecesiyle hudutlu, mahpus gibiydi. Fakat, ruhu cesedi indikten sonra insana tekâmül hassası, yükselme kuvveti verilmiştir. Bu hassadır ki, onu melekten üstün ve şerefli saymıştır. Allah, lûtfen ve ihsanı neticesi, ruhu, bu hissiz, hareketsiz, karanlık, hiçbir şeye yaramayan ceset ile birleştirdi.

     

    Ruh ışığını, karanlık cesetle birleştiren, madde olmıyan, zaman ve mekânla kayıtlı olmıyan ruhu, maddî cesetle birleştiren, onları bir arada tutan Allah ne büyüktür... Bütün büyüklük ve üstünlükler yalnız O'na mahsus... O'nda hiçbir eksiklik olmaz. Bu sözün mânasını, ilmini, iyi kavramak lâzım...

     

    Ruh ile ceset, her bakımdan birbirinin zıddı olduğundan, bir arada kalabilmeleri için, Allah, ruhu nefse âşık etti ve bu sevgi onların birleşmesine sebep oldu. Kur'an, bu hâli bize haber veriyor:

     

    Meâlen,

     

    ''Biz insanın ruhunu, güzel bir surette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik.''

     

    Buyurulur. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması kötülemeğe benzeyen bir medihtir.

     

    İşte ruh, nefse karşı bu aşkı sebebiyle, kendini nefs âlemine attı, ona tâbi ve esir oldu. Hattâ kendinden geçti, aşkını unuttu, ''emmare nefs'' halini aldı; sanki en aşağı derecesiyle nefs oldu.

     

    Ruh, herşeyden daha lâtif olduğundan, her ne ile birleşirse onu hâline, şekline, rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde iken Allaha olan bilgisini de kaybetti, cahil ve gâfil oldu; nefs gibi, cehalet karanlığı ile karardı.

     

    Allah çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, Peygamberler gönderip, bu büyük davetçiler vasıtasiyle, ruhu kendine çağırdı; sevgilisi olan fâsid nefse uymamasını ona emretti. Ruh, bu emri dinleyerek, nefse uymazsa felaketten kurtulur; nefsen yüz çevirmez, madde dünyasından ayrılmamak isterse, saadetten uzaklaşır, yolunu şaşırır, karanlığa batar gider. Demek ki, ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini almıştır. İşte ruh, nefsle birleşmiş, hattâ kendisini unutup nefs halini almıştır. İşte ruh, bu halde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan soğur, kendi gibi bir mahlûku sevmekten kurtulup sonsuz var olan, hakiki bâkiye âşık olup bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yani nefsin gaflet ve cehaleti, bâtına yani ruha, sirayet etmez, Allah'ı bir an unutmaz. Nefsin gafleti ona nasıl tesir eder ki, o nefsten tamamen ayrılmış, zahirden batına hiçbir yol kalmamıştır. İşte bu vakit, zâhir gaflette iken batın uyanıktır, her an Rabbi iledir. Meselâ badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu müddetçe ikisi de aynı şey gibidir. Yağ, posadan ayrıldıktan sonra, hassaları başka her bakımdan ayrı iki şey olurlar.

     

    İşte bu hâle yükselmiş, bahtiyar bir kimseyi, bazen, tekrar bu âleme indirirler. Allaha ârif ve âlim olduğu halde bu maddî âleme döndürülen o mübarek kimsenin şerfli varlığı vasıtasiyle, âlem, nefslerin karanlığından kurtarılır. Böyle ulvî bir kimse, insanların arasında bulunur, görünüşte herkes gibidir; fâkat ruhu hiçbirşeyi sevmez, hattâ hatırlamaz. Çünkü ezeldeki Allah bilgisi ve sevgisiyledir ve istemediği halde onu bu âleme döndürmüşlerdir. Ruhun terakkisi, neticede, sahibini bu hakikat memuriyetine eriştirir.

     

    Böyle bir müntehî, görünüşte, başkaları gibi Allahtan gafil mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Halbuki, hakikatte, onlarla hiçbir benzerliği yok... Bir şeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup yüz çevirme alâkası arasında çok fark var... Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin yaratıklara olan âlaka ve sevgisi, kendi meylinden dolayı ve kendi ihtiyarında değildir. O, dünyaya rağbet etmez; ancak, Allah, bu âlakayı istemekte ve beğenmektedir. Başkalarının sevgisi ise, kendilerindendir ve Allah bu alakalardan razı değildir, onu beğenmez. Diğer bir fark da, başkaları, bu âlemden yüz çevirip Allahı tanımak ve sevmek derecesine kavuşabilirler. Müntehînin halktan yüz çevirmesi ise, imkânsız... Halk ile olmak, onun vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse, o zaman onu, bu muvakkat dünyadan ebedî âleme ve oradaki hakikî makamına naklederler.

     

    Tarikat büyükleri, davet makamı ile irşat derecesini başka başka anlatmışlardır... Çokları, ''Halk arasında, hak ile olmaktır.'' dedi. Sözlerin başkalığı, söz sahiplerinin hâl derecelerinin başka başka olmasından... Herkes, kendi makamına göre söylemiştir. Herşeyin doğrusunu, Allah bilir.

     

    Cüneyd-i Bağdadi'nin, ''Nihayete varmak, başlangıca dönmektir.'' buyurması, yukarıda bildirdiğimiz dâvet makamına uygun bir tariftir. Çünkü, başlangıçta hep mahlûkat görülmektedir.

     

    Nitekim;

     

    ''İki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz.''

     

    Meâlindeki hadîs, Peygamberler Peygamberinin Allaha olan daimi bağlılık ve uyanıklığının değil, belki kendilerinin hâllerine karşı gafil olmadığını, uyanık bulunduğunu bildirmekte... Bunun içindir ki, Peygamberlerin uyuması abdestini bzomazdı. Peygamber, ümmetini korumakta bir sürünün çobanı gibi olduğundan, bir ân ümmetini unutması Peygamberlik makamına uygun olmaz.

     

    Bunun gibi;

     

    ''Allah ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez.''

     

    Meâlindeki hadîsin ifade ettiği hâl, her zaman değil bazandır. Böyle anlarda Peygamberin, yaratıklardan yüz çevirip ayrılması icabetmez. Çünkü, Allah, ona tecelli etmektedir; yoksa O, mahlûkatı unutup tecellileri aramakta değildir. Mâşukun âşıka cilvesi gibi olup, âşık, mâşukun peşinde, arama halinde değildir.

     

    Ruhun terakkisiyle varılan bu mertebede, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler geri gelmez. Onlar bir defa açılmıştır. Arada perde olmaksızın, onu, yarartıklar arasına salıp mahlûkların uyandırılmasına, kurtulmasına vasıta kılarlar. Böyle kimse, büyük bir padişaha çok yakın devlet adamı gibidir. Bununla beraber kendisine millet işlerini görüp dertlerine çare olmak vazifesi de verilmiştir.

     

    Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, İmam-ı Rabbân-î Mektûbat


  15. RUH

     

    1 - Ruh

     

    Allah sizi her türlü sıkıntıdan korusun ve dünya ve ahiret Efendisinin hürmetine, dünya ve ahiret nimetlerine kavuştursun...

     

    Dünya lezzetleri ve elemleri iki türlüdür: Birincisi cismin, ikincisi ruhun zevk ve acıları... Cisme lezzet veren herşey, ruha elem verir; ve cismi inciten herşey ruha tatlı gelir. Demek ki, ruh ile ceset, birbirinin zıddı, aksi... Fakat bu dünyada ruh, cisim makam ve derecesine düştüğü ve cisimle birleştiği için kendisini cisme kaptırmış, cismin hâlini almış, cisme lezzet veren şeylerden elem duyar olmuştur. İşte avam, yani aşağı tabaka halk böyledir.

    ''Ruhu, sonra en aşağı dereceye indirdik!''

     

    Meâlindeki âyet, bunların halini belirtir.

     

    İnsanda ruh, bu esirlikten kurtulmaz, bu bağlardan çözülmez, kendi öz derecesine yükselmez, gerçek vatanına ulaşmazsa, onun sahibine yazıklar olsun!..

     

    Beyit:

     

    Mahlukların en üstünü insan...

    O yüksek makamdan mahrum kalan da o...

    Bu mahrumluk yolundan geri dönmezse,

    Hiçbir mahrumluk onunkine eş olamaz...

     

    Ruhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem saymasıdır. Onun bu hâli, midesi bozuk bir kimseye benzer ki, tatlıyı acı hisseder. Böylelerini tedavi etmek nasıl gerekirse, ruhu da bu hastalıklardan korumak icap eder. Ruhun, tedavi göre göre, cisim acılarından lezzet bulacak hâle gelmesi lazımdır.

     

    Beyit:

     

    Kavuşmak için bu lezzet ve neşeye,

    Can çıkasıya çalışmak, didinmek gerek...

     

    İyice düşünür ve incelersek anlarız ki, dünyada eğer dert ve musibet olmasaydı, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın karahatınlığını, onun acılık veren hâdiseleri gidermektedir. Dertlerin ıstırapların acılıkları, hastaya iyi gelen ilacın acılığı gibi.

     

    Bu fakir, görüyorum ki, kötü niyetle gösteriş için, menfaat kaygısından tertiplenen ziyafetlerde, meselâ, yemeğe kusur bulmak ve ziyafet sahibinin hatırını kırmak, yemekteki karanlığı gidermeye ve ziyafet sahibinin kötü niyetini temizlemeye, ziyafet sahibinin kabul edilmesine yetiyor. Eğer misafirlerin şikayet ve hakaretleri olmasaydı ve ziyafet sahibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günah olacak, sevabı kalmayacaktı. Kalbin kırılması kabûle sebep oldu. O halde, hep cisim ve cesedimizin rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz.

     

    Allah,

     

    ''İnsanları ve cinleri, yalnız ibadet etmeleri için yarattım!''

     

    Buyuruyor. İbadet dei kalbin kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. O halde, insanın yaratılması, kendini hakir bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların ahiretlerine, Cennetteki nimetlere göre, bir zindan gibidir. Müslümanların, bu zindanda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O halde, dünyada eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lazımdır ve mihnetlere katlanmaktan başka çare yoktur.

     

    Cilt: 1 - Mektup: 64'den

     

    Kaynak: Necip Fazıl Kısakürek, İmam-ı Rabbân-î Mektûbat


  16. Ötme bülbül

     

     

    Yetişmeyen virdin mi var?

     

    Gurbet elde yurdun mu var?

     

    Benim gibi derdin mi var?

     

    Öyle garip ötme bülbül!

     

     

     

    Ötme bülbül, ötme bülbül,

     

    Derdi derde katma bülbül,

     

    Benim derdim bana yeter,

     

    Bir de sen dert katma bülbül!

     

     

     

    Bilirim âşıksın güle,

     

    Gülün hâlini kim bile,

     

    Bahçedeki gonca güle,

     

    Dolaşıp söz atma bülbül!

     

     

     

    Kanat açıp uçar mısın?

     

    Deryaları geçer misin?

     

    Bencileyin nâçar mısın?

     

    Beni ele satma bülbül!

     

     

     

    Gül yanında uslu musun?

     

    Yoksa yüksek sesli misin?

     

    Benim gibi yaslı mısın?

     

    Öyle tuhaf ötme bülbül!

     

     

     

    Yunus alnın ak der iken,

     

    Senin mislin yok der iken,

     

    Seherde Hak, Hak der iken,

     

    Bizi de unutma bülbül!


  17. Yazıları okumadım. Sadece şöyle bir göz attım. Alakasız şeyler yazdıysam affola...

     

    Son Devrin Din Mazlumları kitabında bu 'Menemen Hadisesi' tafsilatıyla ve hakikatıyla beraber anlatılıyor. Üstad, dönemim hükümetinin Nakşiler'i nasıl zamanla sindirip, müslümanlar üzerinde ki nüfuzlarını kırdıklarını da anlatıyor. Şu an için vaktim, bilgisayarım, kitabım olmadığı için yazamıyorum. Bir kardeşimiz yazarsa memnun oluruz.

     

    Nasıl ki, zamanla Vahdettin meselesi, Ulu Hakan'ın siyaseti, şahsiyeti ve daha birçok şeyi dile getirip insanlara haykıran Üstad'ın söyledikleri yeni yeni umumi olarak kabul ediliyor ve anlaşılıyor, inşallah gün gelecek Üstad'ın hakiki kıymeti ve fikirleri ve en önemlisi davasının ne olduğu anlaşılacak.

×
×
  • Create New...