Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. Gazze ölüyor!...

     

     

    "Dua da bir ibadettir."

     

    Müsned, IV, 267, 271, 276

     

    Gazze'de bebekler ölüyor...

     

    Gazze'de anneler ölüyor...

     

    Gazze'de soykırım kol geziyor...

     

    Gazze ölüyor ve dünya seyrediyor.

     

    Çareler tüketilmiş, çareler çaresizliğe dönüyor...

     

    İslam ülkeleri suskun... Vicdanlar suskun... İnsanlık suskun...

     

    Gazze'de çare başka yollarla bulunmalıydı, buna inanıyorum. O başka yolların neler olduğunu herkes biliyor; olmadı, olamadı... Gayretler yetmedi... Belki bir müminin duası yeter diye eski bir dua bahsini, Kırk Güzeller Çeşmesi'nden alarak yeniden sizlerle paylaşıyorum. Amin, amin..

     

    *

     

    Geceydi... Kurşun sesinde bir cenin duaya durmuştu...

     

    Gönülden ve gizlice... Sakınarak ve umarak... Israrla ve devamlı...

     

    Söz değil, bir hâl... Söze hükümran mecal... Kelebeklerin kanadı gibi titrek, seher bülbülünce zeyrek...

     

    Dünyanın eşiğinden öteye akıştı o dua; gaflet perdelerinden öteye bakıştı o dua. Denizleri dolaşan katreler gibi, tesbih tesbih dökülen taneler gibi.

     

    Yıldızlar tutar açılan elleri, şafaklar öper deyen dilleri. Umutların ritmiyle atan nabızda gizliydi, gönüllerin teliyle çalan sazda gizliydi.

     

    Tevbeleri izleyen gözyaşıydı dua, her işte bir hayrın başıydı dua. İlahî yazıların gizemli şifresiydi; yoldaşın yoldaşa gülen çehresiydi.

     

    İçten içe bir niyazdı o, gelinlik giyside beyazdı o. Bağırlar yakan közler de, söylenmeyen sözler de...

     

    Geceydi... Kurşun sesinde bir cenin duaya durmuştu ve çoğaltmıştı çığlıklarını...

     

    Dua savaşa giderken, dua düğün ederken. Dua yağmur yağmurdu, dua tuzdu, hamurdu... Ağlarken de, çağlarken de... Dua babadan oğula, dua azdan çoğula... Dua belalar def'i, dua makamlar ref'iydi... Allah kulunu dinliyor gibiydi dua, sebiller suyuna inliyor gibiydi... Dayanılmaz dertlerden, düşmanı sevindiren felaketlerden; başa gelen fenalıklardan, sese hasret tenhalıklardandı...

     

    Geceydi... Kurşun sesinde bir cenin duaya durmuştu...

     

    O dua idi ay aydın karanlıklardan, o dua idi yıldızlara karşı aydınlıklardan... Dua yıldırım akışlıydı, dua cemale bakışlıydı... Söylemesi imkânsız bir şeyler içindi, hüzzamı hüzün dokuyan neyler içindi... Dua ölüm kadar özeldi, dua ölüm gibi güzeldi...

     

    Duası olmayanın ola mı umudu; duaya durmayanın kala mı sûdu? Duadan ayrılsa kul mu kalır, insan mı kalır; duadan özge eylül mü kalır, nisan mı kalır?

     

    Gelin dua edelim, Hakk'a gidelim. Mavi bir şeyler girsin hayallerimize, aklar ve yeşiller vursun hallerimize. Zaman ve mekânı bahşedelim süveydalarımıza, sevdalarımızı nakşedelim zamanlar ve mekânlarımıza.

     

    Kabul olunmayacak duadan O'na sığınarak gelin dua edelim, düşelim yollarına görüşelim, varalım illerine yalvaralım.

     

    O vermek istemeseydi istemeyi vermezdi bize; O sevmemizi istemeseydi sevmeyi istetmezdi bize.

     

    İsteyebilmeyi istemekler nasip et bize Allah'ım; sevebilmeyi sevmekler nasib et! Nasib et de sular canına kadar çekilenlerin, feryadı mabet mabet dikilenlerin... Çığlıkları boğazlarına yürüyenlerin, geceyi kurşun kurşun sürüyenlerin... Vatanında özgürlükten koğulanların, gözyaşlarında acıyla boğulanların... Can sermayesi savaşta bitenlerin, cananı kurşun kurşun yitenlerin... Duası kabul olan insanların ve cinlerin, sesi çığlık çığlık olmuş ceninlerin kalplerindeki istemeleri iste, çaresâz ol çaresizlere...

     

    Allah'ım! Gönlümüzde olanı hakkımızda, hakkımızda olanı gönlümüzde eyle. Rahmetinden umut kestirme Tanrı'm!.. Sevginden taşra fırtınalar estirme Tanrı'm!.. Zulme kimseyi giriftâr tutma ey Rab! Zalim elinde kulunu unutma ey Rab!..

     

    Elini kalbime koy, duy beni Tanrı'm!... Kırık bir kalp en iyi parçam...

     

    Gazze için

     

    Gazze!.. Ey Ebubekir'in sesiyle şehadeti yankılanan belde!. Ey İmam Şafiî'nin doğduğu toprak! Ey kurak iklimlerde bereket yeşerten vadi!.. Ey milyonla Haçlı ayakların çiğnediği ve kahraman Selahaddin'in kurtardığı vilayet!. Sen ki kadîm Mısır'ın kapısı, sen ki Yavuz Sultan Selim'in sancağıydın!. Sen hac yolumuzdaki durak; sen sürre alayımızın emin vadisi!

     

    Sen ey Gazze! Bu toprakların çocukları senin için dalga dalga şehit düştüler. Tarihten tarihe, çağdan çağa, devirden devire tam dört yüz yıl (1517-1917) tekrar tekrar şehit düştüler. En çok da, en sonunda şehit düştüler ve son asker de son nefesini verdiği gün sana ağlayacak kadar bile gücümüz kalmamıştı.

     

    Gazze! Ey en acı günlerini en son yaşayan şehir! Zalimler, vahşiler, haydutlar elinde kaldın. Senin için bir şey yapamadık, yapamıyoruz!.. Bir duamız var sana dair. Elimizden gelen bu!.. Ve bir de verebileceğimizi vermek!.. Maldan ve candan... Bugün imtihan günü!..


  2. ORTAÇAĞ'I SEVER MİSİNİZ?

     

    Âdet olmuştur; ikide bir "Ortaçağ karanlığı"ndan, "insanlığın ve ilmin bu çağda geri kalmışlığı"ndan dem vurulur. Bizim sahte aydınlarımız olan entellerimizde bu yönde en cıvık bir şekilde şartlanmışlardır! Oysa objektif bir incelemeye tâbi’ tutulduğunda, Ortaçağ, bazıları için ne kadar karanlıksa bizim için de o kadar aydınlık bir çağdır. Zirâ:

     

    1. Kur'ân beşeriyete hidâyet olarak bu çağda inzâl olunmuştur;

    2. Hazret-i Muhammed (s.a.v.) son peygamber olarak bu çağda zuhûr etmiştir;

    3. Büyük İslâm medeniyeti bu çağda kök salmıştır;

    4. İslâm medeniyetinin eserlerinin ve ilminin uyandırdığı idrâk ile Avrupa medenîleşmeye bu çağda başlamıştır;

    5. Türkler bu çağda Müslüman olmuşlar,

    6. Anadolu ve İstanbul bu çağda fethedilmiştir;

    7. Kritik düşünce ve tabîata objektif bakış, Müslüman düşünürler ve bilim adamları sâyesinde, Kurtuba (Cordoba) ve Tuleytule (Toledo) şehirlerindeki İslâm üniversiteleri aracılığıyla Batıyı bu çağda uyandırıp aydınlatmıştır,

    8. Bu temeller üzerine kurulan Hıristiyan Avrupa üniversiteleri çok verimli bir ilmî ve estetik hareketin, Rönesans’ın, zuhûruna bu çağda öncülük etmiştir...ilh...

     

    Bütün savaşlarına, vebâ salgınlarına, ekonomik sefâletlerine rağmen Ortaçağ,çeşitli ilmî, felsefî, içtimaî ve bediî (estetik) zinde akımların yeşerdiği cıvıl cıvıl, ışıl ışıl bir çağ olmuştur. Nitekim Yahudi kökenli Fransız mütefekkir ve müdekkiki Gustave Cohen (1879-1958) La Grande Clarte du Moyen Âgeyâni " Ortaçağın Büyük Aydınlığı " (Editions Gallimard, Paris 1967 baskısı) isimli eserinde bu husûsları delilleriyle ve büyük bir vukufla gözler önüne sermektedir.

     

    Ortaçağı, ayrıca, mazlûm olduğu için de severim. Çünkü, bir konuyu ilmî ve ciddî bir tetkike tâbi’' tutmaktan âciz ne kadar iz'an, fehâmet ve idrâk yoksunu tekyönlü-tek-boyutlu fikriyât ucûbesi varsa bunların hepsi de Ortaçağı haksız yere "karanlık çağ" olmakla suçlarlar.

     

    Aslında bu suçlama, pratikte, Ortaçağda zuhûr edip de gelişmiş ne kadar maddî, mânevî, dinî ve siyasî değerler varsa bunların hepsinin de bu düşünür pozundaki-düşünce tembelleri tarafından karalanmasına ve reddine dayanarak sağlamak gâyesini güder.

     

    Bu akıl fukarâları bir tartışmada, gerçeği aramak yerine, tembelce, işi şahsiyete dökerek muârızlarının tavrını hemen "Ortaçağ karanlığı" diye, fikrini ya da tezini de "Ortaçağ düşüncesi" diye ithâm ve reddetmeye bayılırlar. Bunların fikrî aczlerinin, "şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin fâş eyler" misâli, hemen sırıtıvermesine vesiyle teşkil ettiğinden ötürü Ortaçağı, işte, bir de bu ayırdedici (fârık) vasfından dolayı çok severim.

     

    Türkiye gazetesininin 07.06.1989 târihli nüshasında yayınlanmıştır.

     

    Kaynak: İlimde Demokrasi Olmaz, Ahmed Yüksel Özemre.


  3. 10 yılı aşkın bir süredir devam eden Çeçenistan - Rusya savaşı binlerce Çeçen ailenin ülkelerini terk edip Gürcistan, İnguşetya, Azerbaycan ve Türkiye başta olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılmasına sebep oldu...

     

    6 kişilik Abdülazimov ailesi, ülkesini ve topraklarını terketmek zorunda bırakılan binlerce mağdur aileden sadece biri. Türkiye bu aileyi İstanbul Atatürk Havalimanı'nda polislerle mücadele ederken tanıdı. Yapılan mücadele aslında Rus zulmüne karşı koyuştan başka bir şey değildi. Bir baba, bir komutan, bir çeçen ailesi için direniyordu... Çünkü Çeçen komutan İmran Abdülazimov bu sınırları aştığında bir daha ailesini asla göremeyeceğini biliyordu...Meryem'in mavi gözlerindeki o ışıltı artık ondan çok uzakta kalacaktı...İşte buydu bu komutanın mücadele sebebi....

     

    50 yaşındaki Çeçen Komutan İmran Abdülazimov'un hayatı inandığı değerler uğruna mücadele etmekle geçer. Çeçenistan'ın diriliş mücadelesinde Ruslara karşı savaştığı sırada yaralanmasının ardından eşi ve çocuklarını alarak Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye gelir. Abdülazimov 7 yıl boyunca yaşadığı Bakü'de hastalanarak akciğer ve dalağından ameliyat geçirir. Hastalıklarının yanı sıra Azerbaycan'da da Rus istihbarat servisi KGB'nin psikolojik ve sosyal baskıları sürer.

     

    Sağlık sorunlarından ve artan baskılardan dolayı ilk defa 2002 yılında Bakü'den Türkiye'ye gelen Çeçen Komutan, müslüman ülke olarak gördüğü Türkiye'ye yerleşmeye karar verir. Çeçen komutan İnsani yardım Vakfı IHH'nın ve Mazlum-Der'in desteği ve öncülüğüyle 2008 yılının Mart ayında ailesi ile birlikte İstanbul'a gelir ve oturum izni alarak Türkiye'ye yerleşirler.

     

    Ancak Rus güçleri Çeçen Komutanı ve ailesini burada da rahat bırakmaz! Son zamanlarda İstanbul'da Çeçen Komutanlara yönelik suikastlerin artması üzerine İçişleri Bakanlığı 31 Ekim 2008'de Abdülazim'in oturum iznini iptal eder. Ve Bakanlık kararında, Çeçen Komutan'ın Rusya'ya gönderileceğini ifade eder.

     

    Bir gün İmran Abdülazimov evinden alınarak Yabancılar Şubesi'ne bir kaç günlük sorgu üzerine götürülür. Ancak yaklaşık 2 aydır kendisi Yabancılar Şubesi'nde gözaltında tutulmaktadır. Çeçen komutanın hangi mihrak ve güçler tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden evinden alınarak gözaltında tutulduğu ise hala karşılık bekleyen bir soru olarak kalır zihinlerde..!!!

     

    Malesef ki, İmran Abdulazimov Yabancılar Bürosu'nda ailesinden uzakta geçen günlerin sonunda sınır dışı edilmek üzere iki sivil polis eşliğinde Atatürk Havalimanı'na getirilir. Haklı olarak Rusya'ya gitmek istemediğini söyleyerek polislere direnerek pasaportunu yırtan Çeçen Komutan yere yatırılarak kelepçelenir ve Yabancılar Şubesi'ne tekrardan geri götürülür…

     

    ….

     

    Aslında, bu zorlu mücadelenin ayrıntıları küçük Meryem’in gözlerinden süzülen yaşlarda gizliydi. Bazı şeyleri anlatmak için sözcüklerin bile yetmediğini o mavi yaşlı gözlere bakınca anladım. Bir de, İmran Komutanın eşi Ayzan Hanımın yüzüne yansıyan çaresizlik ailenin içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermeye yetiyordu…

     

    İmran Komutanın ailesi Tvnet’ in konuğu oldu. Tvnet Ana haber bültenine katılan ve Veyis Ateş’in sorularını yanıtlayan Mirana Vitaliyeva, Ayzan Abdulazimov ve varlığıyla bir çok şey anlatabilen 3 yaşındaki küçük Meryem tüm Müslümanlardan ve Türkiye’den yardım bekledi. Çünkü hepsi babaları İmran Abdülazimov’un Rusya’ya teslim edilmesi halinde öldürüleceğini çok iyi biliyordu!

     

    ‘Bize yardım edin, babamı Rusların eline teslim etmeyin’..diyerek gözyaşları içinde yardım bekleyen Milana’nın ve kardeşlerinin tek bir isteği var! Babalarının Rusya’ya teslim edilmemesi..

     

    Şu an Türkiye Cumhuriyeti tarafından yasa çıkmasına rağmen yetkililerin bu konuya duyarsız kalmaması gerekiyor. Şayet İmran Abdulazimov Rusya’ya gönderilirse bir daha kendisinden haber alınamayacak!

     

    Bizim Tvnet olarak İmran Komutanın ailesini yayına alma amacımız ise, sadece insanca ve Müslümanca bir yaşam sürmek isteyen bu ailenin diriliş mücadelesine bir nebze olsun destek olabilmekti...

     

    Öyle ümid ediyoruz ki, yetkililer de bu konuya duyarsız kalmadan üzerlerine düşeni yapsınlar ve Çeçen Komutan İmran Abdulazimov’u ölüme göndermesinler…

     

     

    Cahide Hayrunnisa YAĞCI

     

    Kaynak: http://www.haber7.com/haber/20081228/Cecen...-mucadelesi.php


  4. İSTANBUL'UN FETHİNİ GÖREN ÜSKÜDAR

     

     

    Üsküdar, bir ulu rü'yayı görenler şehri!

    Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.

     

    Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?

    Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü!"

     

    Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o!

    Sanki halkın uyanık gördüğü rü'yâ idi o!

     

    Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan;

    Eli üç günde o hengâme görülmüş buradan;

     

    Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl;

    O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

     

    Gürlemiş Topkapı'dan bir yeni şiddetle daha

    Şanlı nâmıyle 'Büyük Top' denilen ejderha.

     

    Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,

    Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic'e;

     

    Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,

    Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

     

    Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu;

    Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.


  5. Dehanın Müslüman Olmuş Hali - Necip Fazıl-

     

    İman, insanın ufkunun müntehasında başlar. Ufkun içi imana konu değildir. Zira ufuk alanı idrak edilebilir alandır. İdrak edilebilir alan (genellikle) akıl alanıdır. Dehaların zor inanmalarının sebebi, ufuk çizgilerinin diğer insanlardan uzakta olmasıdır. Herhangi bir iman sistemi dehanın ufkunu ihata edemediğinde dehanın o sisteme (dine, ideolojiye) iman etmesi kabil değildir. Dehanın ufkunu ihata edebilmek, muhteva cihetiyle olduğu gibi üslup cihetiyle de olmalıdır. Her ne kadar üslup cihetiyle olması şart olarak ileri sürülemese bile, dehanın iman sistemine muhatap olması, beyandaki üslup ile kabildir. Normal zekânın beyanı (ifadesi), dehanın ufkunu ihata edecek muhtevayı taşıma kudretini haiz olmadığı için dehayı o sisteme sevk etmez.

     

    İman konusunun insan ufkunun ötesinde olması, onun idrak edilemeyeceğini gösterir. Zaten idrak acziyeti (zafiyeti) başlamadan iman gerçekleşmez. Buna rağmen iman sisteminin tatmin edici hacimde olması, üstün bir anlayış nizamına sahip olması ve mücerret boyutunun olması şartları neden gerekmektedir? Anlaşılmaz olanın herhangi bir anlayış sistematiğine sahip olması gerektiğini ileri sürmek kaba bir bakışla tezat teşkil eder. Fakat bu noktada tezat değil aksine hayatın ve insanın tabiatından kaynaklanan bir bütünlük vardır. Anlaşılmaz olan iman sisteminin merkezidir ve merkezden muhite doğru mesafe alındıkça “anlaşılır” hale gelir. Anlaşılır olan kısım insanın zekâsını, aklını, şuurunu tatmin etmeli, ruhi ve zihni dünyasını beslemelidir. Anlaşılır olan kısımdaki “üstün anlayış”, anlaşılmaz olan kısmın teminatıdır. İşte iman tam bu noktadadır. Anlaşılır olanı idrak eden insanın, anlaşılmaz olana teslim olması imanın ta kendisidir.

     

    Dehaların kendi ufuk alanlarını tarayarak hattın ucuna gelmesi bazen uzun zaman alabilir. Ufuk alanının genişliği dikkate alınırsa alanın içinin taranmasının zaman alması kaçınılmazdır. Fakat ufuk alanının taranması kaçınılmaz değildir. Deha, ufuk alanını taramadan ufuk çizgisine varabilir. Düz hat üzere ilerleme imkânı dehalarda vardır. Bu hususiyet dehaların ufuk çizgisine çabuk varmasını mümkün kılar.

     

    Necip Fazıl’ın otuz yaşına kadar yaşadığı hayat dikkatle tetkik edildiğinde görülecektir ki, insanlığın ufkunu serazat bir şekilde dolaşmaktadır. Bu nokta ilginçtir. Hakikaten Necip Fazıl, insanlık ufkunu serazat şekilde dolaşmıştır. Bu yaşına kadar iman ettiğini söylemek zordur ve eğer iman üzere olduğu kabul edilse bile tefekkür faaliyetinin serazat olmasına mani olmamıştır.

     

    Herhangi bir kayıt altında bulunmaksızın seyahat eden düşünce dünyası, otuz yaşına geldiğinde batının ufkuna ulaşmıştır. Batının ürettiği ufuk çizgisine o güne kadar İslam coğrafyasından kimsenin ulaşamamış olması Necip Fazıl’ın dehasının ispatıdır.

     

    Otuz yaşına geldiğinde insanlığın “devri ufkunda” dolaşan bir insanın akıbeti iki ihtimalden birine çıkar. Birinci kendini ilahlaştırmak, diğeri ise “kâmil imanı” keşfetmektir. Necip Fazıl, üstün imanı kendi ferdi macerasında keşfeden insandır.

    *

    Dehaların ufuk çizgisinin ötesi genellikle metafizik dünyadır. Dehaların fizik dünyayı ihata etmeleri veya ufuk çizgilerini fizik dünyanın sınırlarında çizmeleri kabildir. Özellikle teorik alanlarda faaliyet gösteren dehaların bu noktaya ulaşmaları kolay ve çabuk olur.

    Tüm insanlığın ürettiği devri (konjonktürel) ufuk, dehaların ulaşabileceği ufuktur. Hiçbir insan tüm dünyanın bir devirde ürettiği tüm verimlerin sınırına ulaşma imkânına sahip değildir. Hatta insanlar, içinde yaşadıkları cemiyetin ürettiği ufuk alanının sınırına ulaşma kudretine bile sahip olamamaktadır. Bu nokta dehalar için turnusol kâğıdıdır. İnsanlığın ürettiği devri ufuk çizgisinde dolaşmayan insanın deha olduğu konusu tartışılmalıdır.

    Fizik alan ile metafizik alan arasındaki sınır çizgisi sabit değildir. Daha doğru bir ifadeyle fizik ve metafizik dünya arasında sabit bir sınır çizgisi vardır ama insanların bu iki alan ile ilgili çizdikleri sınır, idrak ufuklarıyla ilgilidir. Fizik alan idrak edilebilir olandır. Metafizik alan ise akıl, zekâ ve şuurla idrak edilemeyen alandır. İnsanlığın herhangi bir devirde çizdikleri sınır, o devirde katedilen idrak mesafesini gösterir. Bu durum fizik ve metafizik dünya arasındaki çizginin izafi olarak tespit edildiği gerçeğini ortaya çıkarır.

     

    Deha insanlığın devri ufkuna ulaşabileceği için, tüm dünyadaki teorik (fikri) gelişmeleri anlayabilir. İçinde yaşadığı cemiyetin ürettiği fikirler (genel manada ufuk alanı) özellikle de dünyanın gerisindeyse kendini zapt altına alamaz.

     

    Tüm dünyadaki dehaların batıya doğru koşmalarının (teorik anlamda) sebebi budur. Dehayı mahalli çerçevelerde zapt altına almak kabil olmadığı ve dünyanın bilim liderliğini birkaç asırdır batının yaptığı hatırlanırsa durum garip karşılanmamalıdır. Batının dünyada gerçekleştirdiği en büyük projelerden birisi, insanlığın zekâ sekretaryasını tabi veya organize şekilde kurabilmiş olmasıdır.

     

    Dehaların insanlığın devri ufkunda dolaşabilmesi ve kendi bünyesine müdahaleyi reddetmesi, mevcut ufkun da kâfi gelmeyebileceğini gösterir. Ruhi ve zihni tatminsizlik, mevcut olanın toplamıyla da giderilememektedir. İnsanlığın mevcut ufku içinde kalan tüm fikirlerin ürettiği iman sistemlerinin deha için iman konusu olamayacağı ihtimali az değildir. İnsanlığın devri ufkunu aşabilen deha, o ufuk içinde kalan iman sistemlerini reddedebilmenin ruhi ve zihni mekanizmalarını ve bunun izahını gerçekleştirebilmektedir.

     

    İnsanlığın devri ufku, fizik alanın sınırlarını tayin eder. Deha insanlığın devri ufkunu aştığında daha geniş bir fizik alanı üretmiş ve sahip olmuştur. İmanın fizik alanda aranmayacağı hakikati hatırlanırsa, dehanın kendi fizik alanında kalan fakat insanlığın metafizik tarifi (alanı) içinde bulunan iman sistemine tabi olması beklenmemelidir.

     

    Necip Fazıl, varlık, hayat ve insan bahislerinin fizik gerçekliklerden ibaret olamayacağını çabuk anlamıştır. Zira fizik alanı çok hızlı tüketmiştir. Bu nokta önemlidir. İdrak ve tefekkür faaliyetinin fizik dünyada meşgul olma süresi insanın zeka seviyesini ve istidatlarını gösterir. Dehaların fizik dünyada fazla meşgul olmadıkları (olamayacakları) insanlık tarihinde sayısız defa ispatlanmıştır.

     

    İslam, Şeriat ile dünya hayatını tanzim etmektedir. Şeriat, kaynaklarını ve hikmetlerini fizik ötesi hakikatten alırken gerekçelerini dünya ve dünya hayatından alır. Zira konusu dünya hayatıdır. Otuz yaşına kadar yaşanan serazat hayat zaten fizik dünyayı tükettiği için fizik ötesi arayışı başlamıştır. İslam’da kaynaklarını, hikmetlerini ve gerekçelerini fizik ötesi hakikatten alan mecra ise tasavvuftur. Necip Fazıl, doğrudan tasavvuf mecrasına girmiş ve şeriattan tasavvufa değil, tasavvuftan şeriata geçmiştir. Bu nokta şu vakayı işaretlemesi bakımından manidardır. İslam’ın deha istihdamını gerçekleştiren mecrası, tasavvuftur.

     

    *

    Hiçbir insan (dehalar da dâhil) tüm zamanlardaki gelişmenin müntehasına ulaşamayacaktır. Her insan kendi devrine (zamanına) hapsolmuştur. İnsanlık ufkunda dolaşan ve onu genişleten dehalar olduğu için dehalar içinde yaşadıkları devrin birkaç adım ilerisindedir. Fakat onlar da birkaç adım ileridedir ve nihayetinde zamanın mahkûmlarıdır. Diğer insanlara göre dehaların zamanda ileride yaşıyor oldukları gerçeği, dehaları zamandan azade (bağımsız) hale getirmez. Bu durum zamanın hükmünü şart kılmaktadır. Zaten insanlığın tamamını tüm zamanlarda hükmü altına alacak olan “zaman mührü” hiçbir insanın eline verilmemiştir.

     

    Dehaları kavrayacak olan iman sistemi (itikadi sistem), insanlığın devri ufkundan daha ileri olmalıdır. Bununla beraber dehanın ufkundan da ileride olmalıdır. Geçmiş zamanda yaşayan insanların ürettikleri fikirlerin bugün yaşayan dehaların ufkundan ileri olması ihtimali vardır ama zayıftır. Hakikaten yavaş da olsa hatta bazen bir süre dursa bile insanlık ufkunun geliştiği vakadır. İnsanlık ufku genel çerçevede genişlemiyor olsa dahi bazı alanlarda genişlemeye devam eder. Bir devirde ulaşılan insanlık ufku asırlarca sabit kalsa hatta gerilese dahi bazı alanlarda çıkışlar ve çıkıntılar oluşturduğu müşahede edilmiştir.

     

    Tüm zamanları hükmü altına alabilecek ve insanlığın gelişme seyrinin tüm mecralarını çerçeveleyebilecek bir iman sistemi olmalıdır ki, her devirdeki dehaların o sisteme bağlanmaları mümkün olsun. Böyle bir sistem olmadığında her deha (teorik alanlarda gezinen dehalar) kendi fikrini ve imanını üretecektir. Bu durum dehaların üretici oldukları kadar yıkıcı olacaklarını gösterir.

     

    Risaletin şart olmasının hikmetlerinden biri bu olmalıdır. Risalet zamana vurulan bir mühürdür ve zaman o mühür dışına taşmaz. Risaletin naklettiği mana, zaman üstüdür ve her devirde caridir. Risalet zamanüstü olduğu için, getirdiği mana, her alandaki ilerlemenin müntehasındadır.

     

    Dehaların mizaç hususiyetlerindeki farklı terkipler, onları insanlık ufkunun bir noktasını zorlamanın eşiğine getirebilmektedir. Hakikaten dehanın birisi sosyal alanda insanlık ufkunu zorlarken diğeri pozitif bilimde zorlayabilmektedir. Bu durum farklı istidat alanlarındaki dehaların ürettikleri fikirleri (hatta ufku) umursamazlığa sevkedebilmekte ve kendi istidat alanında yeni bir fikir ve ufuk alanı üretebilmelerini mümkün kılmaktadır.

     

    Bütünü kavramadan istidatları istikametinde seyreden dehaların zihni ve ruhi gelişmeleri kendi mizaç hususiyetleri çerçevesinde yeni fikirler üretmelerine sebep olur. Bu durum gelişmeyi tetikleyen bir özelliği muhtevidir. Fakat deha ürettiği fikrin “bütünü” temsil etmediğini kabule yanaşmaz. Parça fikir ürettiği gerçeğini dehaya kabul ettirebilecek bir güç yeryüzünde bulunmamaktadır. Bu nokta ise gelişmenin önündeki en ciddi engellerden biridir.

     

    Felsefe tarihinde her filozofun önceki tüm felsefi cereyanları reddederek kendi istidatları istikametinde bir felsefi cereyan ürettiği görülmektedir. Bir öncekinin reddini başlangıç noktası olarak alan felsefi cereyanlar gelişmeyi tetiklediği kadar engel de olmuştur. Zira bu durum bir felsefe binası inşa etmemiş, birbirini tekzip eden farklı felsefi cereyanlar üretmiştir.

     

    Her alanda farklı fikirlerin zuhur etmesi felsefenin tecrit kabiliyetine rağmen terkip maharetini kazanmasına mani olmuştur. Dehalardaki sınırsız tecrit istidadı insanlık ufkunu zorlamış ama insanlık ufkunu terkip etme kudretini meydana getirmemiştir. Her deha insanlığın devri ufkunda seyahat etme imkânına sahiptir ama insanlığın devri ufkunu her noktadan aşamamakta ve kendi istidadı istikametinde ufku zorlamaktadır. Deha istidat alanındaki büyük hamlesiyle insanlığın devri ufkunu zorladığı ve aştığı noktada ürettiği verimlerle “bütün”ü bulduğu vehmine kapılmaktan kendini kurtaramamaktadır. Hangi konu veya alan olursa olsun varlığın, insanın ve hayatın tamamını yalnız başına ihata edecek kudrette değildir. Bu sebeple deha ne kadar önemli bir konuda insanlığın devri ufkunu aşarsa aşsın bu durum bütüne ulaştığı manasına gelmez.

     

    Tek bir varlığın her şeyi ihata etmesi sadece “yaratıcı” da kabildir. Yukarda bahsedilen varlık, yaratılanları ifade ettiği için yanlış değildir. Zaten yaratıcı ile yaratılanlar tek kelimeyle yani “varlık” kelimesi ile ifade edilemez.

     

    Necip Fazıl, insanlık tarihinde “parça fikir” tuzağına düşmeyen ender insanlardan biridir. Parça fikir tuzağını ondört asır önce darmadağın eden “Allah’ın ve kainatın Sevgilisi”, insanlık düşüncesindeki en büyük hamlelerden birini gerçekleştirmiş olmasına rağmen, insanın tabiatındaki eksiklikler “parça fikir tuzağını” sürekli yeniden üretmiştir. Bu tuzağa İslam tarihinde de defalarca düşüldüğü vakidir.

     

    Batı düşüncesi (felsefe) parça fikirden hiçbir zaman kurtulamamıştır. Batı düşüncesinde bir müddet gezen üstadın ilk tespit ettiği vaka budur. Felsefe hakkında, birbirinin yanlışını bulmaktan başka bir faydasının olmadığını söylerken aslında felsefe tenkidinden çok daha ilerde bir teşhis yapmakta ve insanlığın “parça fikir tuzağına” düşmesine mani olmaya çalışmaktadır. İslam’ın doğru anlaşılmasında göz önünde bulundurulacak olan kavrayış, parçaya bütün muamelesi yapmamaktır. İşte bu kavrayışın ölçüsü: İslam; zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamıdır.

     

    *

    Netice olarak dehaların kendilerinin dışında üretilmiş olan herhangi bir değeri veya ölçüyü kabul etmeleri fevkalade zordur. Bu sebeple iman etmeleri de zordur. Fakat dehaların iman etmemesi de nerdeyse imkânsızdır. İman etmeye değer bir itikat sistemi bulamamaları halinde de kendilerine (veya kendi ürettiklerine) iman ederler.

     

    Dehaların hayatlarının iman noktasına gelmesindeki mecburiyet, insanlığın devri ufkunu aşmış olduklarında elde ettikleri teorik verimleri “yüce fikir” olarak çerçevelemeleridir. Gerçekten insanlığın ufkunda dolaşan ve onu aşabilen dehaların ulaştıkları manaların diğer insanlara göre yüce olduğunu reddetmek zordur. Ulaştıkları manaların “hakikat” olması garantisinin olmadığı vakadır. Fakat diğer insanlara göre yüksek seviyelerde dolaşmalarından dolayı elde ettikleri manalara iman etmeleri de makul görülebilir. Zaten kendileri böyle kabul ederler. Bu durum “deha tuzağı”dır. Dehaların en güçlü oldukları alan aynı zamanda en aciz oldukları alandır. İdrak kudretlerinin yüksek ve idrak maharetlerinin derin olması, “hakikate” teslim olabilmelerine mani olabilmekte ve kendilerini “hakikatin” merkezi ilan etmelerini mümkün kılmaktadır. Deha tuzağı budur. “Deha tuzağı”na düşmeyen deha sayısı azdır.

     

    Necip Fazıl, “deha tuzağı”na düşmeyen az sayıdaki dehalardan biridir. Hakikati kendi dışında aramak ve bulduğunda teslim olmak gibi “deha tavrına” aykırı bir kudret sahibi olabilmiştir. Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin önünde diz çöken bir Necip Fazıl, deha tavrı göstermemektedir. Fakat bu tavrıyla deha tuzağına düşmeyen ender dehalardan biri haline gelmiştir.

     

    Dehaların kendini ilahlaştırması olarak da ifade edilebilecek olan “deha tuzağı”, güçlü insan olan dehaların gücünden kaynaklanan zafiyetleridir. Kudret ile zafiyetin bu kadar birbirine nüfuz ettiği ve birbirinden tefrik edilemez hale geldiği başka iki konu bulmak zordur. Bu tuzağa düşmemek, dehaların dehası olduğunu gösterir.

     

    *

    Dehaların mevcut bir sisteme (dine veya ideolojiye) iman etmeleri (bağlanmaları), o sistemin ufkuna ulaşamamaları halinde mümkündür. Sistem, dahi insanın dehasını beslediği gibi daha fazlasının olması ve dehayı zorlaması gerekir ki deha o sisteme iman etsin.

     

    Dehaların imanı konusunun önemi, hangi dünya görüşü dehaları istihdam edebilirse o dünya görüşü dünyadaki en güçlü ve etkili dünya görüşü haline gelebilmesindedir. Dehaları besleyebilen (özellikle de bir ömür boyu besleyebilen) dünya görüşlerinin karşısında nükleer güçle dahi durmak kabil değildir. Aynı konuyu bir dehanın ifade etmesi ile bir normal insanın ifade etmesi fevkalade farklıdır. Hatta bir deha en mantıksız fikri ifade etse ve normal bir insan ise en mantıklı fikri ifade etse, dehanın beyanı daha fazla itibar görür. Zira dehanın idrak ve ifade kudreti en mantıksız fikri dahi en mantıklı fikirden daha mantıklı şekilde kompoze edebilir.

     

    Dünya binlerce yıldır dinleri merkez alan bir hayat anlayışı ile yaşamıştır. Dinlerin muhtevası ve şümulü ne olursa olsun her milletin bir dini olmuştur. Ateizm tarihte kendine bir hayat alanı açamamıştır. Bu durum batıdaki Seküler anlayışın gelişmesine kadar böyle devam etmiş ve ilk defa insanlığın önüne batı medeniyeti ile beraber gelmiştir. Seküler anlayış gerçekten insanlık tarihinde yeni bir hadisedir.

     

    Tüm insanlığın hayatı din merkezli yaşadığı binlerce yıldan sonra Seküler anlayışın uç vermesinin sebebi batıdaki dinin (Hıristiyanlığın) skolâstik ve hacimsiz olmasıdır. İnsanların en basit ihtiyaçlarını karşılamak için dahi Hıristiyanlığın baskısından kurtulup akıllarını kullanamaz hale geldikleri ortaçağda, Hıristiyanlıktan kurtulmak ile dinden kurtulmak aynı manaya gelmiştir. Seküler anlayış ve pozitif bilimin Hıristiyanlığın baskısından kurtulduğunda gerçekleştirdiği ilerleme ise göz kamaştırmıştır.

     

    Birkaç asır Seküler-pozitivist düşünce dehaları kendi merkezinde toplama imkânını elde etmiştir. Fakat bu durumun artık değiştiği ve dünyadaki deha seyahat güzergâhlarının son menzilinin batı olmadığı görülmeye başlanmıştır. Hatta batı kendi coğrafyasında ve nüfus kaynaklarında doğan dehalarını bile istihdam edemez hale gelmiştir. Batıdaki fikir ve bilim adamlarının Müslüman olduğu hatırlanırsa batı kendi deha kaynaklarına bile sahip olma imkânını (onları ikna imkânını) kaybetmeye başlamıştır.

     

    Necip Fazıl, Türkiye’de deha istihdamının yolunu açan adamdır. Büyük doğu ise, İslam’ın yirminci asırda deha çapında ifade edilmiş halidir.

     

    Büyük Doğu olarak isimlendirdiği dünya görüşünün dehaları istihdam edebilme imkânı olduğu gerçeği, maalesef ülkedeki vasat zekâ seviyesine sahip Müslümanlar tarafından anlaşılamadığı için hak ettiği alakayı bulamamıştır.

     

    Yirminci asırda İslam’ın, deha çapında ifade edilmesi iki kişide gerçekleşmiştir. Birisi Necip Fazıl, diğeri Said Nursi’dir. Fakat Necip Fazıl İslam’ı, dünya görüşü seviyesinde ifade edebilmek bakımından tekdir. Fakat bu ikisi birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır.

     

    *

     

    Her dünya görüşü kendi dehalarını yetiştirmelidir. Kendi dehalarını yetiştiremeyen dünya görüşlerinin hayatiyetlerini ve kudretlerini devam ettirmeleri fevkalade zordur.

     

    Dehalar iman ettikleri (bağlandıkları) dünya görüşlerinin zirvesine çıkarlar. Bir dünya görüşünün zirvesini dehalarda takip etmek mümkündür. Her dünya görüşü mutlaka dehalarını yetiştirmelidir. Zira dehalarını yetiştiremeyen dünya görüşlerinin ufku pratikte çok dardır. Ufuk darlığı aynı zamanda hitap kitlesinin sayısını da azaltır.

     

    Deha çapında ifade edilemeyen dünya görüşleri doğru da olsalar ikna edici olamazlar. Sadece normal ve normalin altındaki zekâ sahibi insanlara hitap eden dünya görüşlerinin bağlılarının sayısının çok olması kabilse de tesiri ve kuvveti azdır.

     

    Bir dünya görüşünün seviyesi dehalara hitap edebilmesiyle ölçülür. Dünya görüşünün seviyesi doğru veya yanlış olması ile ilgili değildir. Yanlış da olsa varlık ve vakaları daha derinden kavrayan ve izah eden dünya görüşleri daha fazla tesire ve kuvvete sahip olabilirler.

     

    Bir dünya görüşü kendi insan kaynaklarındaki dehaları başkalarına kaptırmıyor ve kendisi besleyebiliyorsa, kuvvetlidir ve kuvvetini muhafaza etmeye devam eder. Kendi topraklarında doğan dehaları kaybetmeye başladığında kuvvet kaybetmeye başlar. Başka dünya görüşlerinin insan kaynaklarındaki dehaları kendi kültür iklimine taşımaya başladığında ise kuvvetinin zirvesine çıkar.

     

    Dünya görüşlerinin zirvesi, farklı dünya görüşlerinin insan kaynaklarındaki dehaları kendine çekebilmesidir. Dehaları kendi kültür ikliminde toplamaya başlayan dünya görüşleri temelde iki şey kazanır. Birincisi kendini ifade edebilme mahareti ikincisi ise insanlık verimlerini kendi ikliminde yeşertme istidadı… Dünya görüşleri arasındaki mücadelenin netleştiği ve zirveleştiği alan dehaların istihdamıdır. Dehaların istihdamı dışındaki mücadeleler, savaşlar da dâhil olmak üzere teferruattır.

     

    *

     

    Türkiye’deki sistemin (Kemalizm’in), ülkenin insan kaynaklarından yetişen, daha doğrusu bu topraklarda doğan dehaları kendi siyasi veya milli sınırları içinde tutamadığı en tahammül edilmez vakadır. Dehalarını kendi sınırları içinde tutamayan bir sistemin varlık iddiasında bulunması ve hele de “doğru” olduğunda ısrar etmesi insan zihninin nasıl çarpılabildiğini göstermektedir.

     

    Dehaların yurtdışına gitmelerini sadece para ile açıklayanlar dehaları tanımak konusunda fikir cüceleridir. Dehaların paraya kıymet verenini bulmak kabildir ama parayı umursamayanları çoğunluğunu oluşturur. Mesele ülkede tatbik edilen sistemin insan zekâsını ve düşüncesini kahredici bir şekilde kıyması ve hayat hakkı tanımamasındadır. Dehalara hayat hakkı tanımayan bir sistem, dehalara ne kadar para (maaş) verirse versin bu ülkede tutamaz.

     

    Ülkede uygulanan sistem (Kemalizm), dehaları kendine bendedemediği için sadece silah zoruyla ayakta durmaktadır. Kemalizm’in deha kontenjanı yoktur. Asla dehaları besleyebilecek bir kaynak ve hacme sahip değildir. Üstelik bu ülkenin dehalarına kıydığı ve yurtdışına kaçırdığı için suçludur.

     

    Kemalizm bu ülkede ilk olarak Necip Fazıl ile test edilmiştir. Aslında Said Nursi ile ilk olarak test edildiği doğrudur. Fakat Said Nursi medrese geleneğinden geldiği için Kemalist olmama imkânına hayat tarzı itibariyle sahiptir. Oysa Necip Fazıl, gençliğinde batıyı okuyan, gören ve nispeten benimseyen birisidir. Bu manada Kemalizm’in batılılaşma mecrasına bir müddet girmiştir. Ne var ki, batılı düşünce sisteminin Üstadı taşıma süresi “gençlik hevesi” kadar ancak devam etmiştir.

     

    Necip Fazıl’ın genelde batı ve özelde ise Kemalizm ile ilgisi ve irtibatının otuz yaşına kadar sürmesinin manası, Kemalizm’in bir dehayı tatmin ve ikna etme süresini göstermektedir. Kaldı ki, üstadın otuz yaşına kadar Atatürk’e kani geldiğini söylemek bile kabil değildir. Zira Necip Fazıl, o yaşına kadar aslında kendi mizaç hususiyetlerinin iç dünyasında bulunan inişli çıkışlı labirentlerini dolaşmak (keşfetmek) ile alakadardır. Doğrudan doğruya Kemalizm veya Atatürk bahsiyle ilgili olarak otuz yaşına kadar idare ettiğini söylemek büyük haksızlık olur.

     

    Kemalizm’in bu ülkede Necip Fazıl’ı ikna edememiş olması kendisi için ciddi bir imtihandır mutlaka. Fakat daha önemlisi, Kemalizm’in “deha kontenjanı”nın olmamasıdır.

     

    *

     

    Müslüman coğrafyanın birkaç asırdır gerilemesinin sebebi kendi insan kaynaklarından yetişen dehalarını besleyememiş olmasıdır. İslam’ı anlamaktaki zafiyetin zirveye çıktığı son iki asırda maalesef hayat dondurulmuş haliyle yaşanmaya ve tekrar edilmeye başlanmıştır. Batının Seküler hamleyle kazandığı gelişme ise dikkatleri ve tecessüsleri o istikamete sevketmiş, İslam coğrafyasının dehaları kendi iklimlerindeki tekrarlarla beslenemez olmuşlardır. Zira tekrar etmek normal zekâya sahip insanların davranışıdır. Dehaların davranışı keşfetmek ve üretmektir.

     

    İslam coğrafyasının bağrından çıkan dehaları artık İslami düşünce ve hareketlerin istihdam edebildiği bir dönem başlamıştır. İslam coğrafyasının batı karşısında mukavemet gösterebilmesi ve daha sonra taarruza geçebilmesi için birçok ihtiyaçtan bahsedilebilir ama bunların içinde en önemli ihtiyaç dehalarını istihdam edebilme noktasına gelmiş olmasıdır.

     

    Necip Fazıl, İslam coğrafyasındaki deha kontenjanının batıdan bağımsızlığını kazanmasında öncüdür. Bu manada Necip Fazıl, zamanın akışının tersine çevrildiğinin göstergesidir. Kadere inanmayan birisi bu konuyu şöyle ifade ederdi. Necip Fazıl, dünyadaki akışı (zamanın istikametini) tersine çeviren kişidir. Fakat bizim söyleyebileceğimiz en iddialı söz şudur: Necip Fazıl, zamanın istikametinin İslam’ın kalbine yönelmesinin ilk alametidir.

     

    HAKİ DEMİR

     

    Kaynak: http://www.idealdusunce.com/index.php/yaza...ali-necip-fazl-


  6. Kimse sana iftira falan atmıyor. Allah şahit falan diyerek kendine bir kalkan geçirmeye kalkışma. Uzunca bir yazıyla, yazdıklarına tekrar yorum getirerek 'ben hakılıyım' imajını pekiştirmeye kalkışmışsın

     

    Türkeş'i Yahudiler karşılamışsa, bunda Türkeş'in ne suçu vardır. Sen bile diyorsun, Yahudiler karşılayınca şaşırdı diye...

     

    Beyanname'de 1960 ihtilalinin sorumluları arasında değilim diyor. Ben de onu tekrarladım.

     

    Sana bu kadar tepki gelmesinden anlaşılıyor ki, tenkitlerinde itidali muhafaza edememişsin.

     

    Yazıcıoğlu oyları böldü demek, Yazıcıoğlu'na çamur atmak mı? Yazıcıoğlu, ülkücüleri böldü demek ona çamur atmak mı? Yazıcıoğlu sevdası gözlerine perde getirmiş. Defalarca söyledim, Türkeş sevdalısı değilim diye... Ülkücü falan da değilim. Hayali zanlarla siz, biz diye çekişip duruyorsun.

     

    Bütün ülkücüleri genelleyip, posa milliyetçileri diyerek kendi partini ve liderini güya yükseltiyorsun. Bunun kabul edilir bir yanı yok. Yani demek istiyorsun ki, içi İslamiyete bağlılıktan yoksun, dışı posa milliyetçisi adamlar. Bunu eleştirmeye bile lüzum görmüyorum. Haydi eyvallah.


  7. Sabahat Akkiraz, atlarla ilgili bir belgeselde Hz. Ali'den bahsederken Hz. Ali, Efendimiz'den (sav) bahsederken Muhammed diye hitap ediyordu.

     

    Efendimiz'siz (sav) aleviliği sorunca kaçamak cevaplar veriyor. Buradan anlaşılıyor ki, Efendimiz'in (sav) alevi inancında pek ehemmiyeti yok.

     

    Müzikle ibadet etmek neyin nesi? Ben bir şarkı duyunca rahatsız oluyorum. Adamlar müzikle ibadet yapıyor... Çok garip, çok...

     

    Adamlar beş vakit namazı inkar etmiş. Sadece akşamları namaz kılıyor. Kuran-ı Kerim'de beş vakit namaz emredilmedi mi? Kur'an-ı Kerim bizim kitabımız diyorlar. (Merak edip beş vakit namaz Kur'anda nasıl yazıyor diye baktım. Açıkça yazıyor hem de. Buyurun diyanetin sitesi: http://www.diyanet.gov.tr/turkish/kurul/ka...22&sorgu=1)

     

    Hele röportajın sonundakiler... Alevi sosyal demokrat olmazsa olmazmış. Bu nasıl inanç arkadaş. Bir müslüman sosyal demokrat olup cami açsa, vakıf kursa, hayır hasenatla uğraşsa biz ona itibar etmeyip, hor mu göreceğiz? Müslüman, sosyal demokrat, Türkçü vesaire olmaz ayrı mesele...

     

    Eleştir, eleştir bitmez bu Alevilik...


  8. [sabahat Akkiraz ile Alevilik üzerine] Niye ecnebiler çözsün benim sorunumu?

     

     

    Sabahat Akkiraz, dünyanın tanıdığı sayılı müzisyenlerimizden biri. Sadece türkülerimizin billur sesli icracısı olarak alkış toplamadı.

     

     

     

    Özverili derleme çalışmalarıyla Türk halk kültürünü kayıt altına aldığı, yurtdışında verdiği konserler, katıldığı uluslararası caz festivallerinde Anadolu'nun sesini duyurduğu için de hayranlıkla izlendi. Yaptığı onlarca albümün yanı sıra, konser kayıtları da tüm dünyada satışa sunuldu ve beğeni topladı. Ben kendisiyle müziği değil, Alevilik inancını konuşmayı tercih ettim.

     

    Hem halktan biri olsun, hem kalpten insin sözler istedim. Güleç yüzlü, sıcakkanlı bir insanla karşılaştım. Alçak volümde, ipeksi bir sesle konuştu. Ne biliyorsa, ne hissediyorsa onu anlattı. Ayrılırken de boynundaki ipek fuları benim boynuma taktı. Bazı sorularıma cevap alamasam da üstelemedim, yorum farklılıklarımızın altını çizmemeye, onu incitmemeye gayret ettim. Hepimiz kendi ütopyamız içinde yaşıyoruz. Ve yaşayabilmeliyiz. Çünkü kendi inanç özgürlüğümüzün teminatı, başkalarınınkini korumaktan geçer...

     

     

    Alevi olduğunuzu ilk ne zaman anladınız? Ailenize hangi soruları sordunuz?

     

    Babam gurbetçiydi. İlkokulu bitirir bitirmez Almanya'ya gittim. Evimize dedeler, âşıklar, ozanlar gelirdi, muhabbetlerde otururduk. Ama böyle bir soruya hiç ihtiyaç hissetmedik.

     

    İnsanoğlu içine doğduğu ailenin inancını taklit eder. Çok azımız taklitten tahkike geçer. Ve yolunu bilinçli olarak ikinci kez seçer. Siz böyle bir süreç yaşadınız mı?

     

    O muhabbetlerde o kadar ehli kamil konuşmalar oluyor ki nasıl anlasın 12 yaşındaki çocuk? O zaman Tanrı bizi kesretten yani dengeden ayırmasın diyorduk.

     

    Vahdet yaratanın birliğini, kesret ise yaratılanı temsil eder...

     

    Bilemiyorum, ben denge diye okudum ve anladım. Demek istediğim, çok âşıkların muhabbetlerinde bulunduğumuz için belki dediğiniz şeye ihtiyaç yoktu. Daha sonra da inancımı hiç sorgulamadım. İşte muhabbetlerde çalınıyor, söyleniyor. İbadetinizi müzikle yapıyorsunuz. Alıyorsunuz onu. Ozanlık geleneğini çok küçük yaşlarımda aldım. Beş yaşımdan itibaren benim aklım fikrim türküydü. 12 yaşında plak yaptım.

     

    Alevilik Türkiye'nin gündeminde. Alevi dendiğinde hepimiz aynı şeyi mi anlıyoruz acaba? Çünkü Sünniler içinde de eğer Alevilik Hazreti Muhammed Efendimiz'le beraber Hazreti Ali'yi sevmekse hepimiz Aleviyiz diyenler var. Bu hoşunuza gidiyor mu?

     

    Aleviliği Sünni inancı ile açıklayamazsınız. Aleviler de Sünniliği kendi inançları doğrultusunda açıklayamaz. Anadolu Aleviliği Hakk'a gitmenin yollarından biri. Bu da bizim Kur'an'ı yorumlayışımız. Mesela ilk ibadethane Mekke'de yapıldı. Minaresi, mihrabı olmayan bir yerdi. Adı konulmamıştı o zaman. Bize göre cemeviydi, çünkü Hz. Muhammed insanlarla toplandı. Meseleleri konuştu orada. Cemevleri de öyle şimdi. Toplanılıyor, muhabbet cemleri, ikrar cemleri, kırklar cemleri yapılıyor.

     

    Alevilerin camiye gitmemesini Hz. Ali'nin camide hançerlenmesine bağlayanlar da var...

     

    Olabilir de, olmayabilir de. Ben konunun orasında değilim. Bizde şekilcilik yoktur.

     

    Hem camiye hem cemevine giden Aleviler de var. Size göre mümkün mü bu?

     

    Hakk'a gitmenin yolu, evinde seccadeni serersin. Bizde bir de halka namazları var. Daire şeklinde toplanıp, cemal cemale yaparız. Hakk'ın nuru yüzde diye. Sırt sırta durmayız biz. Niye kıble bir yönde? Dünya yuvarlak. Her yönde olabilir. Tabii kimse incinsin istemem. Bunlar bizim yorumlarımız.

     

    Evde, beş vakit namaz âdeti yok mudur?

     

    Yok. Sadece akşamları. Gündüz dünya için çalışılacak. İşyerinde işini bölüp ibadetine gidemez. O bize haram. Akşam yatarken yine şükrünü yapar. Dualarını okur. Bir kıblesi yoktur. Mahsuni, bir türküsünde der ki: Gücenme hey softa biz beli dedik./ Oturup kalkmamız ikrara bağlı/ Dünyaya gelirken senet eyledik/ Sanma ki kıblemiz duvara bağlı/ Bizim ölenimiz geri dirilmez/ Kadir bilmeyene kıymet verilmez/ Kapımız taşlanır fakat girilmez/ Böyle çok güzel bir şey. Çünkü kilidimiz Haydar'a bağlı.

     

    Mahsuni, Hz. Muhammed'in "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır." sözüne mi atıfta bulunuyor?

     

    Evet. Neden Ali kapı? Hepimiz bu sırrı düşünmeliyiz. Çünkü Hak sırrı bu. Mevlânâ'ya aşkı anlat dediler. O dedi dil kâfi değildir. Yani bu bir aşk.

     

    Aleviler de homojen değil. Hz. Muhammed'i kale almayanlar olduğu gibi Ali'siz Alevilik düşleyenler bile var. Sizin yorumunuz nedir?

     

    İşi bilmeyenler de var, siyasi olarak nemalanmak isteyenler de. Doğru şeyler söylemiyorlar. Bunun vebali vardır. Biz müzikte de buna dikkat ediyoruz. Mesela ben derlemeler yaptığım zaman eser sahibinin, aldığım kaynağın ismini veriyorum. Biz Hakk'a ikrar verdik ki hizmet edeceğiz. Karınca dahi bu dünyaya hizmet için yaratıldı. Sözün özüne şirk katamayız.

     

    Muhammed'siz, Ali'siz Aleviliği düşleyenler Alevi olabilir mi?

     

    Mahsuni'nin bir sözü var, ne Aliler gördüm Osman göründü. Ne Osmanlar gördüm Ali göründü diyor. Âşıkların sözü Hak kelamıdır. Bu insani bir yolculuk. Herkes inancını kendi için yaşar. Ben vahdet-i vücuda inanıyorsam, o benim aşk halimdir, önce kendimi bulurum. Önce kendini bileceksin. Kendini olgunlaştıracaksın.

     

    "Hz Ali bizim bütün namazlarımızı kıldı. Biz bu yüzden namaz kılmıyoruz." diyen Alevilere ne diyorsunuz?

     

    Mecnun Leyla'nın aşkından çöllere düşüyor. Derbeder oluyor, yatıyor, yuvarlanıyor. Orada alnı secdede olan birisi, Mecnun'un deli deli hareketlerinden rahatsız oluyor. Namazı kesiyor, bre deli diyor yahu, düştün bir kadının aşkına, saçma şeyler yapıyorsun. Bırak da namazımı kılayım, hak ile hak olayım. Hey gidi diyor Mecnun, kafasını sallayarak. Ben bir kadının aşkı ile yanıp hiçbir şey göremezken, sen Hak aşkı ile nasıl sağını solunu görüyorsun? (Ağlıyor) Yani Hakk'a niyaz öyle şekille, şunla bunla olmaz. Bu gönül işi. Aa ben de çok duygusal oldum ha. (Gözyaşlarını siliyor) İnsanız biz. Hepimiz bir nurdan yaratıldık.

     

    Siz hangi dedeye bağlısınız?

     

    Babamın söylediği biz şah İbrahim talibiyiz. Bugün de Seyfi Oktay, o ocaktan deniyor. Tabii bizim cemlerimizde başka yaşlı dedelerimiz olmuş. O ocakta beş oğlan çocuğu varsa bir tanesi bu misyonerliğe yöneliyor. Ehli kâmil oluyor. Halk onu dinliyor.

     

    İzzettin Doğan ile bağınız ne?

     

    O da şah İbrahim talibi olduğunu söylüyor. Onların ocaklarına tabiyiz. Ama onlar bizim görümümüze gelmiyor. Görüm yani cemde görülmek. Yılda bir dedeniz geliyor. Eskilerde Aleviler hiç mahkeme kapılarına gitmezlermiş. Çünkü bu görümlerinde, küskünler barıştırılıyor. İnsanları incitirlerse o sorunlar çözülüyor. Orada bir arınma, Tanrı'ya bir teslimiyet oluyor.

     

    Eskiden böyleydi. Bu dönemde neler oluyor?

     

    O kurum devam ediyor ama bu dönemde şehirleştiler, odalara sığmıyorlar. Bir yerde toplansalar asker basar, polis basar ne yapıyorsunuz diye korkuyorlar. Sivas yedi milyonsa altı milyonu İstanbul'da. O yüzden geniş yerlerimiz olsun, ibadetlerimizi yapalım, cenazemizi kaldıralım diyorlar. İşte aşurelerini yapacaklar, niyazlaşacaklar birbirleriyle. Hak kelamı edecekler. Tabii bu dönemde Batı'nın ritmi ile çok hızlı yaşıyoruz. Duman ediyor bu insanları. Hayat öyle hızlı akıyor. Tüketim hızlı, üretim hızlı. Geçim kaygısı var. Her gün gidilmiyor dergâhlara. Belli günlerde gidilir. Muharrem oruçları eda edilir. Kurbanlar kesilir.

    Türkiye'deki Alevi dünyasının lideri kim?

     

    Öyle bir liderlik yok. Olamaz yani. Kimse bizi temsil edemez. Çünkü bu Hak ile insanın birebir yaşamıdır. Alevilerin lidere ihtiyacı yok ki. Eğer inançsa zaten öğretileri var. Misyonerleri var. Dedeler bu öğretiyi onlara aktarıyorlar. Bu gönül işi, sevgi işi.

     

    Alevilerin kendi içinde birlik görüntüsü yok. Geçen sene bir iftar verildi. Kimileri ona katıldı Alevilerin kimileri katılmadı. Katılanlar düşkün ilan edildi...

     

    Bu, işe siyasetin girmesi. Siyasetten nemalananlar var. Ama öyle bir iftar yok zaten Alevilerde. O da şık değil. Muharrem ayında, yas havasında adam sahura bile kalkmaz. Yatarken bir iki lokma bir şey yer. Sanki ailesinden birisini dün kaybetmiş gibi gerçekten o acıyı hisseder. Sakalını kesmez. Akşama çok özel şeyler yemez. Ne bulursa onu yer.

     

    Alevilerin taleplerini yerine getirmek çok zor değil. Din dersinde Alevi öğretisine göre öğrenecekse öğrensin. Yani o Arapça sureleri öğrenmesin de Türkçesini öğrensin. Kendi dilinde anlamak istiyor. Burası Anadolu. Yani bir başkasının dilini, bir başkasının kültürünü almak istemiyor. İnancını seviyor. Kendine göre yorumluyor.

     

    Bir grup Alevi'nin dedelere maaş bağlanması talebine ne diyorsunuz?

     

    Dedeler almaz maaş. Dedeler hizmetlerini Hak için yaparlar.

     

    Dedelere maaş bağlansın diyen siyaset yapıyordur, nemalanmak istiyordur. Hangi birine verecek maaşı? Çok yanlış bir talep. Şık da değil. Hak için hizmet eden adamın karşılığı Hak'tadır.

     

     

     

    --------------------------------------------------------------------------------

     

    Alevi açılımı

     

    samimi olmalı

     

     

    Hükümetin Alevi açılımını nasıl karşılıyorsunuz?

     

    Geç bile kalınmış diyorum. Tabii samimi olmaları lazım. Kendi yandaşlarına mı dedelik maaşı verecekler? Okullarda kendi uydurdukları bir dersi mi koyacaklar, yani Alevilere kendileri bir gömlek mi biçecekler? Bilemiyorum. Dedelik kurumuna dokunmasınlar. Bu kurum bugüne kadar nasıl geldiyse öyle gitsin.

    CHP'nin ve MHP'nin Alevilere yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

     

    Valla yaklaşmıyorlar. Yaklaşsalardı biz de dışlanmış hissetmezdik kendimizi.

     

    Bütün partiler içinde en fazla haşır neşir olan Alevilerle CHP değil miydi?

     

    Ama yardım etmedi, çözmedi. Öteden beri sosyal demokrattır babam. CHP iktidarında bile üzülmüştü, neden bizim taleplerimiz yerine gelmiyor, neden biz görmezden geliniyoruz, diye.

     

    Alevi milletvekillerinin performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

     

    Ben öyle siyasileri çok tanımıyorum. Sadece Mustafa Kul'u tanımıştım. O da Dağlar Kardeşimi Geri Verin diye çok güzel bir türkü kaynağım olmuştu. Tabii ki hamama giren terler. Halk vekillerini seçiyor, bizim yerimize sorunlarımızı çözün, bizi rahatlatın diyor. Onların da çalışmaları lazım. Bu Hak hizmetidir. Halka hizmet etmeyen Hakk'a hizmet eder mi?

     

    Bunlar kitabi bilgiler. Peki uyuluyor mu?

     

    Buna uyduğu sürece ehli kamil olur. Arı, duru insan olur. Yumuşak bir sesle konuşur, bağırmaz. Türküleri boşa mı söylüyoruz? Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa. Öteden beri hünkâr makamından sorunların çözülmesi istenir. Artık o makamın da bilgeliğidir, hizmet aşkıdır, devlet adamlığıdır. Bilge zorları çözer, insanlara mutluluk, dünyaya ışık verir. Alevilik lafla olmaz. Hakiki bir Alevi ne inancını kullanır, ne onu paraya çevirir.

     

    Çakma Aleviler ne yapıyor?

     

    Biz onları kendimizden saymayız zaten. Şimdi mesela çok sağcı, dindar, ben diyor Aleviyim. Vakıf kuruyorum, dernek kuruyorum diyor, şunu yapıyorum diyor. Biz biliyoruz ki öteden beri milliyetçiydi. Ona itibar etmiyoruz biz.

     

    Yani Alevi sosyal demokrat olacak ille. Peki kim bunlar?

     

    İsimleri lazım değil. Gerçek inancı olan insanlar bu gibileri bilirler.

     

     

    NURİYE AKMAN

     

    Kaynak: http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=77268...-benim-sorunumu


  9. Sevgili Eşref, Ermeniler'in zülmu nesilden nesile anlatılmıştır. Bize Ermeniler'in Van da neler yaptığını ayrıntısıyla anlatabilir misin? Tarihin bize söylediğine göre zülmlerinin ulaşmadığı ev kalmamış.

     

    Abdülhakim Arvasi Hz'i Van'ın Arvas köyünden Ermeniler'in zülmunden Irak'a kaçmıştır. Yolda yanılmıyorsam 40 dan fazla <<Seyyid>> hayatını kaybetmiş. Peygamber soyundan gelenlere, Allah dostlarına zülmeden bu Ermeniler'e özür dileyen insan, insan mıdır? On binlerce müslümanı katleden bu Ermeniler'den özür dileyen nedir? Nedir? Nedir?


  10. Sufiyun, orada verdiğin isimlerin, Ermenilerden özür dilediğine inanmıyorum. Yusuf Halaçoğlu'nun ismini bile yazmışlar. Aşağılık adamın biri çıkar sevmediği birini karalamak için onun ismiyle özür diler ve olur biter.

     

    Işığa Doğru da evvelden belirtmiş. Art niyetli kişiler masum insanları karalayabilir. Derviş kardeşim de galeyana gelmiş. Sevgili derviş, onların özür dileyip dilemediklerini bilemiyoruz. Kuvvetle ihtimal özür falan dilememişlerdir.

     

    Listeye göz attım. Bir sürü Van ve doğu illerinden özür dileyen adamlar var. Bunların derdi Türk milletiyle ve Türk devletiyle... Hele Van'dan özür dileyenleri görünce sinirlerim kat kat artıyor. Gerizakalı herifler Van'da zülm etmedikleri aile mi var? Kinleri o kadar gözlerini bürümüş ki hakikati inkar edip, şerefsizlik yapmayı reva görüyorlar.

     

    Sözlerim oraya imza atanlara... Kürt kardeşlerime kesinlikle art niyetli bir düşüncem ve cümlem yok.

     

    Kırım'da 15 dakikada vagonlara sığıştırılıp öldürülen yüzbinlerce Türk'ü neden kimse söylemiyor.

     

    Hocalı katliamı...

     

    Ahıska Türkleri...

     

    Rusların, komünizmle beraber getirdikleri vahşetle öldürülen milyonlarca Türk'ten neden kimse bahsetmiyor.

     

    Ermeniler'in ilk başbakanı 'Batılı devletlerin oyununa geldiklerini ve tehciri hak ettiklerini' söylüyor.

     

    Bize düşman ülkelerin oyununa gelen beyinsizlere ne demeli?

     

    Bir yazı da okumuştum. Amerikalılar tehcir edilen Ermeniler'e yardım göndermiş. Bizde Suriye de bulunan Ermeniler'e yardımları ulaştırmışız. Hem de hepsine. Bunu inkar etmek neye sığar? Soykırım yapacak olsaydık yardımları ulaştırır mıydık?

     

    Obama çıkmış, Türkler artık bunu (sözde soykırım) kabul etmeli diyor.

     

    Ermeni soykırımını kabul eden Fransa'nın cumhurbaşkanı Sarkozy'e Cezayirde katledilen milyonlarca insan hakkında soru sorulunca <<Dedelerimizin yaptığığından biz sorumlu değiliz>> diyor.

     

    Maksatları gayet açık, Ermeniler katledildi Doğu'daki iller Ermeniler'in hakkı... Türkiye'yi güçsüz bulunca onları kullanır ve sömürmeye devam ederiz diyorlar.

     

    Medeni (!) Batı'nın gerçek yüzünü herkes görmeli...

     

    Batılılar üniversitelerinde; Türkiyede ki cemaatler, etnik gruplar, inanışlar, sosyolojik yapı vesaire hakkında öğrencilerine, uzmanlarına tez hazırlatıyorlar.

     

    Bu ülkede doğumuş, büyümüş insan da gidip orada özür dileme şerefine (!) nail oluyor.


  11. Vakıf Ahmet, sevgili kardeşim..

    Öyle ise kitabı al ve oku.

     

    Ahmet Er, Hatıralarım ve Hayatım, Pamuk Yayıncılık, Sayfa 10

     

    "27 Mayıs 1960 harekatı içinde yer alan Ahmet Er, MBK- Milli Birlik Komitesi Üyesi olarak hizmet etmiştir. Daha sonra,otuz sekiz kişilik Milli Birlik Komitesi üyeleri arasında meydana gelen ihtilaf sonucu yurt dışına gönderilen ONDÖRTLÜLER grubu arasında yer almış ve 13 Kasım 1960'da, T.C Dışişleri Bakanlığı Libya Büyükelçiliği Devlet Müşavirliği'ne atanmıştır."

     

    sayfa 63,

     

    "1960 yılında ihtilâl hazırlıkları süratlandi. Gençlik arasındaki şiddet olayları tahrik ve teşvik görürken iktidar bunları önlemekte zorluk çekiyordu. İşte böyle bir ortamda Numan Esin örgüt üyeleri ile temaslara başladı. Alparslan Türkeş de ihtilal örgütünün içindeydi. İhtilal örgütünde Alparslan Türkeş, Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve ben ayrı bir grup oluşturuyorduk."

     

    sayfa 64-65-66

     

    "... Alparslan Türkeş toplantıda başkanlığı yürütüyordu. Kendisine bir soru sordum. <Albayım bu ihtilal bir gece eğitimine çıkar gibi kolaylık içinde yürütüleceğe benziyor. Ancak bu ihtilalin teşvik ve tahrikçileri arasında bulunan ve orduda da geniş sempatizanı bulunan İsmet İnönü ve Halk Parti iktidarı elimizden almak isteyecektir. Bu hususta ne düşünüyorsunuz ? > Türkeş ayağa kalktı sağ elini havada savurdu ve indirdi, hiç konuşmadı; bu hareketiyle şunu demek istiyordu: Halk Partisi'ne haddini bildiririz. Ben tekrar sordum <Bunu yapabilir miyiz?> Bu sorum cevapsız kalmıştı. 27 Mayıs öncesi ve sonrası olaylar göstermişti ki Halk Partisi'nin idare üzerindeki tasallutunu önleyemedik. O akşam Türkeş'i Ankara'ya uğurladık. Ordu içinde örgüt içinde İsmet Paşa'nın iktidarını isteyenlerin sayısı çok fazlaydı. Öyle görünüyordu ki, ihtilal iktidarda bulunan Demokrat Parti'ye karşı yapılacak. O alaşağı edildikten sonra yerine Halk Partisi iktidara getirilecekti. Bu,ülkenin bölünmesi, insanlarımızın kamplara ayrılması demek olurdu. Buna asla rıza gösteremezdik. Bir ihtilal örgütü içinde bunu nasıl önleyebileceğimizi uzun uzun müzakere ettik. Bu müzakere Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve ben Ahmet Er arasında geçmiştir.Mecidiyeköy dutluklarında sabah ezanlarına kadar meseleyi tartıştık ve görüştük. Bu tehlikeli gidişatı önlemek için şu ihtimaller üzerinde düşündük :

    1-Durumu ihbar edelim. Bu tedbir iki sebepten kabul edilmedi.

    -İhbarı kişiliklerimize yakıştıramadık.

    -İhbar bizden veya başka kaynaktan da gelse iktidarın ihtilali önlemesi mümkün değildi.

    Bu iki sebeple tedbir olarak düşündüğümüz ihbâra müracat edilmedi.

    2-İhtilalden çekilmek. Bu tedbir de şu sebepten kabul edilmedi.

    -Örgüt üyeliğinden çekilmemiz ihtilali ve ihtilalcilerin büyük çoğunluğunun Halk Partisi'nin lehinde olan niyetlerini engelleyemez.

    Müzakere böylece devam ederken Numan Esin söz aldı : <Arkadaşlar görüyorsunuz bir çıkmazın içindeyiz. Gelin ihtilale katılalım ve de halkımızı bölen birbirine daha da düşman kılan ihtilal tasarruflarının karşısına çıkalım. Barışı kardeşliği temin hususunda elimizden gelen gayreti gösterelim. İhtilal içinde de mühim görevler alarak söz sahibi olalım.>

    Numan Esin'in bu teklifi üçümüzce de uygun bulundu. İhtilale girme hususundaki kesin kararımız da o anda verildi."

     

    sayfa 68-69-70

     

    "İhtilal gecesi yani 26 Mayıs 1960 günü örgüt subayları ve ihtilalde görev alacak birlik komutanları İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplandık. ... O an radyoevinde rütbem yüzbaşı olmasına rağmen en yetkili insan bendim, bütün yetkiler bendeydi. İstanbul radyoevi çalışır hale geldi. Plana göre müstakil yayın yapılmayacaktı. Ankara'ya bağlanacaktı. Ankara'dan da ses seda yoktu. Arkadaşlar endişelendiler. Ankara'ya kuvvet kaydırılmasını teklif ettiler. Derken Ankara Radyoevi'nden ilk mesaj verilmeye başlandı. Mesajı veren Alparslan Türkeş'ti. 27 Mayıs 1960 sabahı Alparslan Türkeş'in Ankara Radyosundan Türk Milletine Mesajıdır. <Dikkat Dikkat! Muhterem vatandaşlar. Radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Türk Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra size hitap edecektir. Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketini daresini eline almıştır...>

     

    Yetsin artık,kolum koptu. Tümünü bizzat kitaptan yazdım.

    E be kardeşim,bir de Gazi'de okuyorum diyorsun. Sen önce savunduğun, mensubu olduğun, toz kondurmadığın ideolojini, liderini, tarihini iyice bir öğren. Bu kadar açık ve net bir tarihi vesikayı bile, google'dan aradım bulamadım gibi bir bahane ile inkâr edebiliyorsun. Kalkıp bir de bana yalan bilgilerle donanmışsın türünden ifadeler sarfediyorsun.

    Bak sevgili kardeşim,benim hayatta bir düsturum var. Ben bilmediğim konuda konuşmam, ahkâm kesmem.

    Sana da tavsiye ederim.

     

    14 lüler ihtilalde aktif bir rol oynadılar ama inönü paralelinde değil, artık geri dönüşü olmadığı için. Yukarda hepsini yazdım. Sen diyorsun ki türkeş sürgündeydi ihtilalde yoktu.. Bildiriyi okuyan O. Zimbawe'den mi okuyor bildiriyi ?

     

    İhtilalden sonra İnönü erken seçim istedi,ondörtlüler mbk içinde anlaşmazlığa düşünce sürgüne gönderildiler. Olay bundan ibaret.

     

    Dostum, enteresan yorumlar yapıyorsun. Yazıcıoğlu her fırsatta türkeş'ten çok şey öğrendiğini söyler. Ortak noktalarının, farklılıklarından fazla olduğunu söyler. Yahu iyi de Türkeş'i aklayacağız diye, iyi yanlarını da yâd edeceğiz, hakkını vereceğiz diye hiç mi hatasından,kusurundan bahsetmeyeceğiz ?

     

    Lider sultası var mı İslam'da ?

    Yok.

    Benim lider kabul ettiğim insan, hakikat ölçüsünde oldukça benim liderimdir.

    Kendisi diyor kardeşim, benim bir hatamı görürseniz ve beni uyarmazsanız vebal sizindir diye.

     

    Ve son olarak, bana parti sevdası uğruna Türkeş'e iftira attığımı ve ülkücüler hakkında ileri geri konuştuğumu ifade ettiniz.

     

    Hadi bakalım, kim cahil, kim müfteri, kim haklı ? Türkeş yok mu ihtilalde ?

    Ben söyledim yine de söylüyorum. Üstâd'ın söylemiyle, taban temiz ve saf olabilir, böyle olsa dâhi tavan o kadar kirli ki...

     

    Demişsin ki Türkeş bir seçim öncesi yayınladığı bildiride gece baskını sorumlularından olmadığını söyledi. Bir kere bu hangi seçim öncesi, hangi yıl ? Çünkü dillendirdiğiniz gibi Ahmet Er haksızlıklara,adaletsizliğe ve saydığınız menfi durumlara boyun eğecek bir kimse değildi. Nitekim 29 Ocak 1993'de, Muhsin Yazıcıoğlu önderliğinde kurulan Büyük Birlik Partisi'nde o da vardı. Bir ikincisi, Türkeş -eğer dediyse- öyle bir şeyi nasıl diyebiliyor, o da ayrı bir husus.

     

    Ben Türkeş'e laf atmazken, siz onu müdafa uğruna bbp'ye, yazıcıoğlu'na sataşmaya başlıyorsunuz. Bu da enteresan.

    Ben olanları, tarihi gerçekleri söylüyorum. Vesikalandırıyorum. Siz beni cehaletle, yanlış bilgi ile isnad ediyorsunuz.

     

    Sevgili dostum, sözüm bitti. Benden sizin için bu kadar. Bu neticede konuya olan vukufiyetinizi görmüş bulunmaktayım. Ötesinde sizinle tartışacak değilim. Önce tarihsel verileri kabul etmek paralelinde buluşmak lazım. Akıl ve mantık bunu gerektirir.

     

    Selametle.

     

    Ben demiştim ki, Türkeş ihtilalin sorumluları arasında değildir ve ihtilalcilerden bambaşka bir hayat görüşünde ve karekterde olduğu için sürgüne gönderilmiştir. Böylelikle rahmetli Türkeş'e ilk başta isnad ettiklerinizin tersi bir durum ortaya çıkıyor.

     

    Ben google'de bulamadım demedim. Evvelden verdiğim linkte Ahmet Er bütün hatıraları hakkında geniş bilgi vermiş ve o mevzuyla ilgili konuşmamış demiştim. Ben o ideolojiye tamamen mensubu değilim. Türkeş'i eşsiz bir lider olarak görüyor da değilim. Kurduğun cümlelere dikkat et. Sadece senin iftiralarına, karalamarına cevap veriyorum.

     

    Üstad'ın dediği gibi taban iyi, tavan kötü demişsin. Üstad bunu zamanında 'Milli Görüşçüler' için söylüyordu. Kurduğun cümleden sanki 'MHP' için söylemiş gibi anlaşılmasına sebebiyet verir.

     

    Türkeş'i hiç mi eleştirmeyeceğiz demişsin. Merhum hakkında hiç müspet bir lafın yok ki. Türkeş'i tanımayan birisi senin yazdıklarına inansa 'vatan haini' zanneder. Yahudilerden girdin, ihtilalden çıktın. Hayırla yad edip, birazda menfi yanlarından bahsetmiş gibi konuşuyorsun.

     

    Beyanname 1977 yılında yayınlanmış. Ahmet Er'in hatıraları beyannamenin birinci maddesini tasdikliyor.

     

    1977'de yayınlanan beyannameyi ve ardından Üstad'ın cevabını vereyim:

     

    TÜRK MİLLETİNE BEYANNAME

    "MHP'nin lideri Alparslan Türkeş, 1977 seçimi eşiğinde nefsinin ve partisinin hesabını şöylece vermek mevkiindedir:

    1 - Alparaslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 ihtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.

    2 - Alparslan Türkeş ve Parti'sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır.

    3 - Alparaslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.

    4 - Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi'nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.

    5 - Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tâyinde kıstaslarımız şudur ki: Ferd, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk'ın düşmanları düşmanımız, Hakk'ın dostları dostumuzdur.

     

    Alparslan TÜRKEŞ

    MHP GENEL BAŞKANI

     

     

    Onu da benim beyannamem takip etti:

     

    BEYANNAME

    M.H.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in "Türk Milletine Beyannamesi"ni okudum.

    Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları halindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mâna ve hüviyet sahibidir. Onu, müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.

    Bu beyanname, tâ Cava'daki mü'minle Amerika'daki zenci müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizaza getirecek ve oluş dâvasını temellendirecek kıymette tarihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum... İslâm âleminin Türkiye'den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu...

    Türkeş beyannamesinde dört ana esası, bir binanın dört direği halinde vazetmektedir:

    1 - 1960 gece baskınının sorumluları arasında değildir.

    2 - Posa ve kabuk milliyetçiliğinden uzak ve ruhî muhtevâya tâbi mânada milliyetçidir.

    3 - Başını dayadığı tek ruhî muhtevâ, yine tek kelimeyle ve bütün ölçüleriyle İSLÂM'dır.

    4 - Son 150 yıllık taklit devremizin bütün sahtekârlıklarını tezgâhlayacak ve gerçek oluşu billûrlaştıracak bir tarih (revizyon)una taliptir.

    Ne Mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu !.. Allah'ın bana biçtiği manevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu bakımdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücadele ve yepyeni bir gençlik inşası hayatımda, bugün, bu beyannameden, bu beyannamenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.

    150 yıldır hergün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine "beklediğin geliyor!" müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihî ândır.

    "Emin olmaya yakın ümid" ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmıyan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına razı olmaz bir hassasiyetle bu beyannamenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum!

    İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.

    Allah'ın inayeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!..

     

    Necip Fazıl Kısakürek


  12. Sufuyyin, senin vesilenle Ahmet Er'i ve hatıratını araştırdım. http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=120423 Bu verdiğim linkte, Ahmet Er hakkında epey bir yazı var. Kendisi, kitabı ve Türkeş hakkında... Koskoca yazı da Türkeş'in gece baskını sorumlusu olduğundan bahsetmiyor. Kendiside 14'ler arasında sürgün edilmiş ve dönüne Türkeş ile beraber siyasete atılmış. Bana eksik bilgilerin derken, kendinin yalan bilgilerle donandığını fark etmen lazım.

     

    Türkeş bir seçim öncesi yayınladığı bildirgede '1960 gece baskını sorumluları arasında değilim', diyor. Ahmet Er demek ki haksızlık ve yalan karşısında susan bir adammış ki MHP yönetimin de bulunduğu halde bu olayı sukut etmekle tasdiklemiş.

     

    Sufiyyun, Türkeş'in menfi vasıflarını saymışsın sadece nasıl birisi olduğunun ismini koymamışsın. Haydi, Türkeş senin dediğin gibi diyelim. Yazıcıoğlu, yıllarca onun yandaşlarıyla ve onunla beraber neden bulundu?

     

    Arapların bir söz var; 'Tahrip kolaydır' diye. Bu sözün ne kadar doğru olduğunu ispatlıyorsun, Sufiyyun. Karalamaktan kolay ne var!

     

    Sufuyyin, bende ülkü ocaklarını biliyorum. Gazi'de okuyorum. Ülkücülerin kahir ekseriyeti dinine ve milliyetine sımsıkı bağlı insanlar. Utanmadan onlara çamur atmaktan başka yaptığın şey yok.

     

    Ülkücüler dine ehemmiyet vermiyor. Milliyetçiliği abartıyor. Falan, filan... İnsanın bunları söylerken Allah'tan korkması lazım.

    ...........

     

    Harun kardeşim, sizin orda bulunan ufak bir gruba bakarak genelleme yapıyorsun.

     

    Bizim dinimizde 'Vahabilik' diye sapık bir mezhep türemişse bunu İslamiyet'e isnad etmek ne kadar abes olur! Üç beş tane Şaman çıkmışsa bunun ülkücülerle ne alakası vardır. Nihal Atsız ve ırkçılık sevdalısı üç beş it oraya sızmıştır. Harun bunu öyle bir söylüyorsun ki, her an her zaman bunun gibiler aralarında varmış ve kendilerini ifşa etmeye hazırlamış gibi...

     

    Harun kardeşim, benim kimseyi doğrultmak gibi kaygım yok. Benim işim doğruları eğip bükenlerle... Adamın biri çıkmış parti sevdası uğruna Türkeş'e iftira atıyor ve ülkücüler hakkında ileri geri konuşuyor. Evvelde söylediğim gibi MHP ve Türkeş sevdalısı değilim, lakin ortada yalan varsa bunu tekzip etmem lazım.

     

    Harun ve Sufiyyun'a bu kadar muhalefet ettim. Onların bahsettiği gibi adamlar yok mu? Evet, var. Yalnız bunu umumi bir halmiş gibi gösterip, hepsini böyle yaftalamanıza karşı çıkıyorum.


  13. Mehmet Ali Birand'ı nereden bulup, nasıl sorayım?

     

    Türkeş'i Yahudiler karşıladı ve Türkeş şaşırdı diyorsun. Bunda Türkeş'e suç isnad etmek de neyin nesi? Yahudilerin karşılayıp karşılmadığı ise meçhul. Türkeş'in nezdinde ülkücüleri kötülemek için neler söyleyeceğini şaşırıyorsun.

     

    Yazıcıoğlu, Türkeş hakkında bir de şunu söylemiştir: 'Milliyetçiliğin marka olmuş lideri' demiştir. Sonra ülkücülerin birleşmesi hakkında yorum yapmıştır. Birleşsin diyor, ayrılan kendisi. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

     

    Arvasi, Üstad, Serdengeçti Türkeş'e destek vermişler değil mi? Türkeş hakkında hiç bir menfi yorumda bulunmamışlar. Serdengeçti ve Arvasi Hoca'nın fikriyatı Türkeş ile tamamen aynı paralelde. Üstad ise farklı. Sen diyorsun ki, bu isimler milliyetçileri ihya etti ve İslamiyet'e döndürdü. Bu şahıslar olmadan önce ülkücü camiada dinin pek ehemmiyeti yoktu manasında yazıyorsun. Hayır, bunlar geldi pırıl pırıl insanlarla aynı yola başkoydu. Sizin gibi BiBiPçilik yapmadılar.

     

    Senin ve partin daima ülkücüler bizim gibi dindar insan değiller imasıyla, propagandasıyla hareket ediyor. Benim zoruma giden şey bu. Ülkücüler'in İslamiyet ve milliyetçilik hakkında sizden farklı düşündüğü yer esasında yok. Ama siz oy avcılığı ve teşkilat için Müslüman kardeşlerinizi kötüleyerek propaganda yapıyorsunuz.

     

    Aldığımız oylar ortada diyorsun, % 1,5'u geçtiğiniz seçim var mı? Davamız oy ve siyaset değil diyorsunuz. İnancımızı ortaya döktüğümüzde Alperenler'le ayrı hiçbir fikrimiz yok. Ülkücüler'de esas olan siyaset değil, Allah yoludur der. Muhsin Bey de öyle der. Bu ayrılık neyin nesi?

     

    Ülkücülere posa milliyetçisi diyorsun. Bizim davamızın kitabını Arvasi Hoca yazdı dersiniz, ülkücülerde aynısını söyler. Arvasi Hoca, Türkeş'i desteklemiştir, siz Türkeş'i kötülersiniz. Bana bunları izah eder misin?

     

    Aslında ben Türkeş'i çok seven birisi değilim. Bu hiç sevmediğimi göstermez. Sufiyyun senin yaptığın ithamlara istinaden bunları yazdım. Yoksa benim hiçbir yerle alakam yok.

     

    Sufiyyin söylediklerin doğruysa eğer 'İslamiyet'i yaymam' diyen birisini elbette sevmem, desteklemem, savunmam. Yalnız öyle değilse büyük vebale girmişsindir haberin olsun.

    .............

     

    Işığa Doğru, 1960 gece baskının sorumluları arasında Türkeş yoktur. İhtilalden kısa bir süre sonra Hindistan'a sürgün edilmiştir. İhtilal yapılınca verilen emri yerine getiren bir asker olarak radyodan bildirileri okumuştur. Gayet açık ve net.


  14. Bu adam gençlerin dikkatini çeken mevzularda abuk subuk kaynaklarla ve daha çok kendi hayal mahsulleriyle zehrini saçtıkca saçıyor. Bu adamın yazılarını bazen okurum. Hürriyet'te yazar. Bazen doğru vesikalarla yazmakla birlikte, genellikle o müthiş hayal gücüyle zırvalayıp durur. Bu adamı okuyup itibar edenlere ne demeli? Okumlarına lafım yok, esas mesele böyle -arkadaşlarımın tabiriyle- zamazingolara iltifat edenler...

     

    Bizde de suç var. Bu adamın ele aldığı konularla alakalı bizim yazarlar birşeyler yazmıyorlar. Yazsalar bile seslerini mi çıkartamıyorlar?

     

    Birde bu herif, Fatih Sultan Mehmed'e, Yavuz Sultan Selim'e, Ulu Hakan'a ve daha nice Osmanlı Padişahına içki içiren (!) yazısını okumalısınız. O yazıda aslında o adam özetle kendini ortaya dökmüş. Zamazingo bir adamdan kaynak + hayal gücü + sapık inançları vesaire vesaire. Buyurun o yazısı (ikinci yazı) http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...hl=soner+yalçın


  15. Bundan 40 yıl önce idi. Ailece Erzurum'da oturuyorduk. Ben, ortaokul son sınıfta idim. Evimiz, misafirsiz kalmazdı. Akraba, eş ve dostumuz az değildi.

     

    Bir gün evimize, enterasan bir misafir geldi. Bu, piyade albayı Hilmi Acar isminde bir zâttı. Babamla tanışıyorlarmış, kucaklaştılar ve misafir odasına girdiler. Ben de arkalarından gittim. Evimizde, ilk defa ''resmî kıyafeti'' ile bir albay misafir oluyordu. Üstelik dinârdı. Nitekim, oturur oturmaz, şapkasını çıkarıp sehpay attı, başına ''takkesini'' geçirdi. Ben, o anda, dünyanın en olağanüstü bir olayı ile karşılaşmış gibi şaşkınım ve ''misafir albayı'' hayranlıkla seyrediyorum.

     

    ''Misafir Albay'', bir ara benimle ilgilendi. Nerede okuduğumu, hangi kitap, dergi ve gazeteleri takip ettiğimi sordu. Birşeyler anlattım. ''Misafir Albay'', okuduklarımı, kâfi bulmadı, hattâ bazılarına ''zararlı'' dedi. Sonra, cebinden 2 adet 25 kuruşluk çıkardı ve şöyle konuştu: ''Hemen şimdi, şu gazete bayiine gideceksin, verdiğim bu 50 kuruşla bir adet 'Büyük Doğu' ile bir adet 'Ehl-i Sünnet' dergisi alıp döneceksin. Başüstüne deyip gittim, istediği dergileri aldım. Bunun üzerine ''Misafir Albay'', ''Bunları sana hediye ediyorum. Artık her hafta kendin alırsın''. Gerçekten de dediği gibi oldu. Bu iki dergiyi, yayınlandıkları sürece asla bırakmadım. Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Abdürrahim Zapsu Beylerle ilk defa böylece tanıştım. Yazılarından ve yayınlarından çok istifade ettim. Sonradan, Üstad ile karşılıklı sohbet etmek nasip oldu. Ne şeref?.

     

    Evet, Necip Fazıl Bey, şiirleriyle tiyatrolarıyla, hikâyeleriyle, yazılarıyla, beni, kendi atmosferi içinde âdete eritti. Ona çok şey borçluyum. Vefatına yakın günlerdi. Ağır şeker hastası idi. Gözleri görmüyordu. Yazılarını pertavsızla yazmaya çalışıyordu. Sessizce yanına sokuldum. Sağ elini yakaladım ve öptüm. Sonra kendimi tanıttım. Çok müteessir oldu ve şöyle konuştu: ''Niçin beni üzdün Ahmet? Bilirsin ki, biz, sizin çocuklarınıza bile el öptürmeyiz!....''.(Arvasi Hoca Seyyid olduğu için böyle söylüyor/V.Ahmet) ''Yetişmemizde sizin payınız pek çoktur, Üstadım'' dedim. Necip Fazıl Bey, acı acı tebessüm ederek şöyle dedi: ''Ne diyorsun? Bildiğin sebepten dolayı, ailenize, minnet ve şükran borcu olan benim''... ve daha ne iltifatlar?...

     

    O anda, Üstad'ın gençlik yıllarını özetleyen ''Saatim çalışmış ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum'' beyti geldi. Sonra, Yüce Yaratanımız'ın Üstad Necip Fazıl Beyi, nerelerden alıp nerelere kadar yücelttiğini ve tehlikeli zeminlerden kurtarıp ne yüce ellere teslim ettiğini âdeta görür gibi oldum.

     

    Necip Fazıl Bey'in vefatından sonra, Yeni Düşünce Dergisi'nde Osman Yüksel Serdengeçti Ağabey ile karşılaştık. Büyük bir hüzün ve ıstırap içinde birbirimize sarıldık ve ağlaştık. Üstad Necip Fazıl Bey'in vefatı, bizim için gerçekten çok büyük bir kayıp idi. Sevgili Osman Yüksel Serdengeçti, bizleri şöyle teselli ediyordu: 'Bazıları, Necip Fazıl, büyük bir boşluk bıraktı diyorlar. Yanılıyorlar: Üstad, bize koskoca bir kitaplık (sanırım 101 yada 111 cilt) bıraktı!... Şimdi bize ve gençliğimize düşen iş, bu eserleri dikkatle ve tekrar tekrar okuyarak kendimizi yetiştirmek ve Üstad'ın dâvasına vâris olduğumuzu ispat etmektir''...

     

    Evet, Parkinson hastalığından müzdarib olan Serdengeçti Ağabeyimimiz, titreye titreye bu sözleri söylerken ağlıyordu. Nitekim çok geçmeden o da vefat etti. Üstadımıza ve O'na binlerce rahmet... Nur içinde yatsınlar!...

     

    Kaynak: Hasbihal I, Seyyid Ahmet ARVASİ, 2008 Bilgeoğuz, Sayfa 226, 227.


  16. Sevgili kardeşim, maalesef ülkücü hareket tarihi konusunda eksik bilgileriniz var.

    Alparslar Türkeş'i bir grup yahudi de 'başbuğ türkeş' diyerek karşılamıştır ve türkeş'in şaşkınlığına yanındaki ismin verdiği cevap onlar musa'nın bozkurtları başbuğum'dur.

    Bu gibi şeyler vesikalıdır, tarihe geçmiştir. BBP boş yere ayrılmamıştır.

     

    Demek ki Türkeş'in o dönemki siyasi açılımı farklı kitlelerden oy almaktı ki, bizim İslam'ı yaymak gibi bir amacımız olmadı diyebildi. Attığım bir şey değil bu, pek çok kitapta geçiyor. Video olarak da bulursam yayınlarım inşallah.

    Misal olarak Kurtların Kardeşliği kitabını inceleyebilirsiniz. Bu tv programından orada da bahsediliyor.

     

    Selametle.

     

    BBP oyları bölmekten başka bir işe yaramadı. Mesela, Soner Yalçın bir kitap yazıyor ve kitabında gösterdiği kaynaklarda yalan kendi söyledikleri de yalan. Birisi çıkıp elimizde vesika var, tarihe geçmiştir derse olur mu? Sizin söyledikleriniz de buna benziyor. Okuduğunuz kaynakların muteberliğini tetkik etmenizi tavsiye ederim.

     

    Farklı kitleden, kimden oy alacak. Oylarının ekseriyetini Anadolu insanından alıyordu. O lafı söyleyip oyların temelini teşkil eden kitleyi kaybetmeyi göze alır mı? Mhp'ye oy verenlerin kaçı o hayalî lafları duyduktan sonra oy verir?

     

    Bir grup Yahudi Türkeş'i karşılamış da o da Musa'nın başbuğu imiş de. Sizin demek istediğiniz Alparslan Türkeş, Türk milliyetçiliğini savunan ama yeri gelince Yahudi başbuğu olacak kadar riyakar bir insan. Oradan buradan duyma bilgilerle itham ettiğiniz şahsa iftira atmak Müslüman Türk'e yaraşmaz.

     

    Söylediklerinizi hiçbir şüpheye yer vermeden ispatlarsanız. Ben özür diler ve bir daha konuşmam. Yalnız, ispatlayamazsanız aynı şeyi sizin yapmanız gerekir. Bir ay sonra iki ay sonra o video elinize geçince yayınlamanızı dört gözle bekliyorum.


  17. Pek çok sebebi var. Ama her sebebin İslâmi dayanağı var.

    Türkeş 92'de 32.Gün programında şunları söyledi.. Bu sayılabilecek sebeplerden sadece ufak bir tanesi. Özetle Üstâd'ın,Ahmed Arvasilerin pişirdiği ideolojiden döndüler, Yazıcıoğlu da bunu sürdürmek için hilal gül hareketini başlattı.

    "Yayılmasına karşı değiliz tabi ama, (Yazıcıoğlu grubunun ülkü ocaklarındaki İslamcılık çalışmalarını kastediyor) bizim İslâmı yaymak gibi bir amacımız yok.'

     

    Alparslan Türkeş'in öyle şeyler söyleyeceğini zannetmiyorum. O lafı söyleyen sağ partili bir başkan oy kaybedeceğini bilir. ''Bizim İslâm'ı yaymak gibi maksadımız yok'' lafı anlattıklarının yalan olduğunu ispatlıyor.

     

    Alparslan Türkeş hep şunu söyler: 'Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlak ve fazileti' bu sloganla meydanları dolduran birisinin 'İslâm'ı yaymak gibi bir derdimiz yok' demesini imkan dahilinde görmüyorum. Böyle cümleler kursa bile nerde, ne zaman, ne için, neye istinaden söylemiş o da meçhul. İnsanların yazı ve demeçlerinden bazı yerleri cımbızla seçip o adamın belirttikleriyle alakası olmayan cümleleri koyup o şahsı kolaylıkla karalayabilirsiniz.

     

    Alparslan Türkeş'i önceleri çok severdim. Sonra bazı ırkçılığa kaçan yazılarını okuyunca soğudum ama yine de faydalı olmuş insanları hayırla yâd etmem gerekir.


  18. Pek çok sebebi var. Ama her sebebin İslâmi dayanağı var.

    Türkeş 92'de 32.Gün programında şunları söyledi.. Bu sayılabilecek sebeplerden sadece ufak bir tanesi. Özetle Üstâd'ın,Ahmed Arvasilerin pişirdiği ideolojiden döndüler, Yazıcıoğlu da bunu sürdürmek için hilal gül hareketini başlattı.

    "Yayılmasına karşı değiliz tabi ama, (Yazıcıoğlu grubunun ülkü ocaklarındaki İslamcılık çalışmalarını kastediyor) bizim İslâmı yaymak gibi bir amacımız yok.'

     

    O programın videosunu bize verebilir misiniz? Başka bir kaynakta olabilir.


  19. öhö öhö Akhi bunları derken biraz daha forumdaki kişilerin itikadına saygılı olursan sevinirim.Çünkü benim inancımca Şeyh Bedreddin Hazretleri büyük bir Mürşid-i Kamildir, yanlış ilham yüzünden o Varidatındaki yanlışlar bulunmaktadır, yani teymiye gibi bilinçlice değildir, yanlış ilham mes'elesidir.Niyazi-i Mısri gibi nice Batın alimler Hazreti övmüşlerdir, Varidattaki yanlışlıkların yanlış ilham yüzünden olduğunu söylemişlerdir.Ha devlet mes'elesiyse kendi bir Devlet kurmaya kalkmamıştır, Şeyhulislamı oldugu Şehzadenin saltanatı ele geçirmesi için Torlakları(Anadolu Kalenderi Dervişleri) ve bazı zümreleri kendine katmıştır.

     

    Aşağıdaki yazının ilk bölümü, Üstadın 'Sosyalizm, Komünizm ve İnsanlık' isimli eserinden; ikincisi de 'Türkiye ve Komünizm' isimli eserinden iktibas edilmiştir:

     

     

    " (Rönesans)a doğru ve (Rönesans) içinde, hiç bir sistem belirtmese de ana zemini hatırlatın üç sese rastlıyoruz. Biri, Osmanlı devletinin ilk devresindeki Şeyh Bedrettin Simavî (Simavna kadısı Bedrettin), öbürleri de 16 ve 17 nci asırlar arası (Rönesans) fikircilerinden (Tomas Moros) ve (Kampanella)...

     

    Nazım Hikmet'in, hakkında bir destan yazarak ilk komünist diye gösterdiği "Varidat" isimli eserin sahibi Şeyh Bedrettin, din büyükleri gözünde dalâlette bir insandır ve muhakeme edilirken "Kendi cezanı kendin biç!" diyen şeriat hakimine "Benim cezam idamdır!" cevabını vermiş ve öz hükmiyle başını kılıca teslim etmiştir. Şeyh Bedrettin'in dünyası, İslâm ölçülerine tamamiyle aykırı şekilde; herkesin rast geldiği kapıyı çalarak o evin gıda maddelerine, malına, hattâ kadınına kadar el uzatmayı mubah gören behimî (hayvanca) bir hayalden ibarettir ve aynı hayvani psikolojiden başka dayanılan hiç bir fikir mesnedine mâlik değildir. Fakat cemiyetlerin birtakım iç illetlerini sömürmek ve bazı uzak benzerliklerini alet diye kullanmaktan başka sanatı olmayan komünizm, fare kılı ile fil kılı arasındaki ayniyeti, fare ile filin aynı şey olduğu gözbağcılığına kadar götürür ve Şeyh Bedrettin'i ilk komünist olarak gösterir. "

     

    *** *** ***

     

    Dini bulmak lâzım... Dini nerede bulacağız? Söyleyelim: «O mâhîler ki, derya içredir, deryayı bilmezler!..» Din de yalnız ve tek kelimeyle İslâmiyette...

     

    Hükmü başa aldık. Şimdi işin tarihçesine ve ispatına geçiyoruz. Dâvanın iptidaî sesleri 19. Asır kapısında başlamış olmasına rağmen, ilk inandırıcı sesleri eskidir. Ve ne gariptir ki, bunlardan biri bizdedir. Türk vatanında, Şeyh Bedrettin Simavi.. Simav'ın Kadısı Bedrettin... Komünist, nerede kendisini andırır bir şey bulursa hemen onu nefsine mal etmek politikasındadır. Sonunda göreceğiz. Şeyh Bedrettin dinde dalâlet ifade eden bir insandı.

     

    Ve Şeriatla başı kesildi. Ne kadar adaletle kesildiğini söyleyeyim: «Varidat» isimli bir eserin sahibi ve dalâlet temsilcisi... Hiç bir sistematik davranışla alâkası olmadan, her evin kapısını açıp malına el atmak... Bir nevi şekavete benzer bir eşitlik dâvasının adamı... Ve ihtilalci... Onu hemen kendilerine mal etmeye kalkıştılar. Nazım Hikmet «Simav'ın Kadısı Bedrettin» isimli bir destan yazmıştır.

     

    Hakiki kadı ona sordu: «Senin cezan Şeriat'de nedir?»... Onda da bir insaf zerresi kalmış olacak ki, «idamdır!» dedi ve idam edildi. İlk komünist saydıkları sahte şeyh, kendilerinden daha insaflı...

     

    ..........

    Sitemize iktibas edilmiş, bende tekrar buraya kopyaladım. http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...=5881&st=18


  20. Aleyküm Selâm.

     

    Meselenin esasına dair tek cümle yok. Şu bunu dedi, öteki cahil, düşenemiyorsunuz vesaire vesaire... Harun'un söyledikleri doğru fakat söyleyiş tarzı yanlış. Teymiyeye kâfir diyoruz. Teymiye size göre âlim, bize nasıl bir alim olduğunu anlatmanız iktiza eder. Teymiye batıl davası uğruna mücadele etmiştir. Bazıları da der ki; <<Şeyh Bedrettin İslâm uğruna mücadele etti ve yobaz Osmanlı alimleri ona karşı çıkarak astırdı.>> Ne yani Bedrettin davası uğruna öldü deyu onun sapık yolundan mı gidelim. Size de Harun'un neden Teymiye'nin yolundan gidenlere 'köpek' dediğini tefekkür etmek düşer. Allah'a şükürler olsun, sapıklık uğruna Teymiye'nin verdiği mücadelenin zerresini vermiş değiliz.

     

    Peygamber ve Sahabilerden sonra dinin en büyük ferdi <<İmam Rabbani'nin>> ve Teymiye'nin yazdıklarına bakıyorum. Ya İmam Rabbani bilmiyor, ya da Teymiye çok biliyor. Hayır, Teymiye dini içinden zedeleyen kâfir. Allah'a cisim isnad etmek bile ona göre mübah. Bediüzzaman'ın yazdıklarına bakıyorum, Teymiye yine herşeyi nefsine göre uyduruyor. Müslümana kâfir diyen kâfir olur. Bunun şuuruna sonuna kadar varmış. Altun Silsile'nin son halkası 'Büyük Veli' Abdülhakim Arvasi Hz'i bakın ne diyor:

     

    "İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir..."

     

    Reyhan ve Hacegan cehaletin zirvesinde demişsiniz. Onların dediklerine sadece 'cahil' ithamıyla mı cevap vereceksiniz. Reyhan hanım kaynaklarla, ayetlerle, hadislerle, hakikatlerle kimin neci olduğunu <<hakaret etmeden>> açıklamış.

     

    Bizim yolumuz Ehli Sünnet alimlerinin yoludur. Dine bidat sokan sapıkların azılı kâfirlerin değil. Tasavvufa bidat deyip, Velileri reddeden Teymiye gibilerinin yolu değil. İslâm'ın şanlı sancağını asırlarca taşıyan mübarek ceddimizin gitttiği yolu sapık olarak görenlerin değil.

     

    Abduh ve Afgani'yi sevenlerin kafir olduğunu belirten kimse olmamış. Hatta Teymiye'yi sevenlere bile kimse kâfir dememiş. Arkadaşların dediklerinden anlaşılıyor ki, bu adamlar muteber adamlar değil.

     

    İslamoğlu hakkında tek cümle etmemişsiniz.

     

    Vaktimin dar olduğu için bu kadar yazmakla yetindim. Arkadaşların yazdıklarına ve benim yazdıklarına cevabınızı bekliyorum. Meryem Betül kardeşim, İsmine layık bir mümin olman dileğiyle...


  21. Işığa doğru kardeşim, bu adamların zihniyeti günümüzde de batıllığını koruyor. İslâmiyete olan azılı düşmanlıkları da öyle... Bizim onların şahsiyetleriyle işimiz yok. Kimseye 'bak bu zamanında böyleydi' demiyoruz. Bak bu zamanında dinimize, milliyetimize şu hakaretleri etti, şunun için şunları yaptı diyoruz.

     

    Bildiğimiz mühim şeyleri insanlarla paylaşmak mecburiyetindeyiz. Bilmeyenler bu adamlara sempati duyabilir ve Allah korusun bu sevgileri din dairesinden çıkmaya kadar varabilir. Müslümanlara ve kendilerine zülmedebilirler. Bunun gibi daha birçok şey sayabiliriz.

×
×
  • Create New...