Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. Musikî hususunda umumî ölçümüz şu ifadeler olmalıdır:

     

    “Şeriatça bazı savtlar (dinî bakımdan bazı sesler) helâl, bazıları haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları iras eden (hatırlatan) sesler helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.” (İşaratü’l-İ’câz, s. 78; Sözler, s. 382, 687-688)

     

    Musikîde iki ses kullanılır: insan sesi ve âlet sesi. Bir eser icra edilirken ya tek başına insan sesi veya müzik âletleri kullanılır; çok kere de her ikisinden birden istifade edilir. Her üç halde de insanın hoşuna giden, onun zevk duyduğu ve tesirinde kaldığı ölçülü, belli bir makamda ses çıkarılır. Bu sesler mahiyetine, mevzuuna ve tesirine göre değerlendirilir. Ya insanın ruhuna tesir eder, onda ulvî, dinî, hamâsî hislerin canlanmasına sebep olur; ya da dinlediği bir musikî parçası, nefsine ve süflî hislere hitap ederek yüce hislerin körelmesine sebebiyet verir. Yukarıdaki ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi, meşru olan, dinlenilmesinde bir mahzur bulunmayan ses, insana ulvî hüzünleri, yani dünyanın fâniliğini, ölümün her an gelebileceğini, insanın bir gün gelip toprak olacağını, Allah korkusunu hatırlatmalı veya ilâhî aşkı, Allah sevgisini, dünya üzerinde Cenab-ı Hakkın güzel sanat eserlerindeki yüce isimlerinin ve sıfatlarının tecellîlerini hatıra getirmeli. Bu hisleri tahrik eden her türlü sesi dinlemek helâl ve caizdir. Fakat yetimane hüzünleri; insana ümitsizlik veren, sevdiği kimselerden ve nimetlerden ayrılmanın ıztırabını hatırlatan, insanı bedbinliğe, karamsarlığa iten; insanın şehevanî hislerine hitap eden, dinlediği zaman nefsin hoşuna giden sesler ise haramdır, dinlemek caiz değildir.

     

    Bu iki sınıfa girmeyen birtakım sesler de vardır ki, insandan insana değişir. Meselâ aynı musikî parçasını dinleyen iki kişiden birisi nefsânî bir his duyarken, diğeri ondan daha ulvî bir mânâ çıkarmaktadır. Meselâ “İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye/Deli gönül abdal olmuş, gezer elif elif diye” parçasını bir musikî eşliğinde dinleyen iki kişiden birisi “elif”ten Allah’ı hatırlayıp, ilâhî aşkı düşünürken, öbürü zahirî mânâsına bakarak “elif”ten bir kadını hatırlar, mecâzî bir aşk düşünür.

     

    Bir başka misâl: Yunus’un, “Aşkın aldı benden beni/ Bana Seni gerek Seni/Ben yanarım dünü gün/Bana Seni gerek Seni/Aşkın şarâbından içem/Mecnûn olup dağa düşem/Sensin dünü gün endîşem/Bana Seni gerek Seni” şiiri bugün hem ilâhî olarak, hem de türkü olarak söylenmektedir. Şimdi biri burada geçen “aşk”tan ilâhî aşkı düşünürken, diğeri zâhirî mânâsına bakarak mecâzî bir aşkı hatırlar.

     

    İmam Gazalî Hazretleri ise (İhyâ, 2: 279-81) musikîyi, haram, mekruh ve mubah olmak üzere üç ana başlık altında inceleyerek şöyle der:

     

    Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan kimseler için yalnızca bu duyguları tahrik eden sesler haramdır.

     

    Vakitlerinin çoğunu buna veren, meşguliyeti âdet haline getiren kimse için mekruhtur.

     

    Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır.

     

    İmam Gazalî daha sonra, musikîyi haram kılan şeyin kendisi değil, sonradan ârız olan bazı sebepler olduğunu ifade eder, bunu da şöyle tasnif eder:

     

    Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir.

     

    Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise, bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır.

     

    Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, vaktinin çoğunu bu yolda geçirirse sefih olur.

     

    Mehmed Paksu Helal – Haram

     

    Kaynak: http://www.sorularlaislamiyet.com/index.ph...p;keyword=Müzik

    • Like 1

  2. Ne kadar kısa olurmuş

    Bir kelebeğinki kadar

    Zor bulduğumuz

    İhlasın ömrü..

    Uzun zamandır birşeyler okuyunca içten içe hislenmiyor, gözlerim parlamıyor yahut dolmuyordu. Bu sözler ruhuma esrarlı bir alem açtı. İyiki de yazıp paylaşmışsınız, teşekkürler.

     

    Mümkün müdür,

    Benim gibi biri daha

    Tutulsun bu nöbetlere?

    Olası mıdır ki,

    Biri daha dayansın bu çileye,

    Kafası benim gibi

    Her lahza taşan biri,

    Var mıdır?

    Sanmıyorum.

    Ben yirmibirinci asrın

    Esrar kurbanıyım!

     

    Bu yaşadığınız hal hatarat olmasın: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...&hl=hatarat


  3. Selamün Aleyküm, diyerek aralarına oturdum. Ayak ayak üstüne atmışlardı, selam verince ayaklarını yere indirmediler. Selam verilince ayakların toparlanıp edepli bir hal almanın bizim kültüre mi mahsus yoksa din menşeili mi olduğu sorusu zihnimden geçti. Beni memnuniyetle karşıladılar. Aralarına çöreklendim :) İki kişinin arasına oturunca ilgi odağı ve her muhabbetin köprüsü olursunuz. Her fırsatta ortaya çöreklenmek, sizde deneyin :)

     

    İkisi de başka ülkelerden gelmişti ve müslüman olduklarını biliyordum. Derste bahsi geçmişti. Önce solumda ki Suudi Arabistanlıyla tanıştım. Halim, selim birisiydi. Kumral tenliydi ve türkçesi düzgündü. Türk'üm dese Arap olduğu aklımın ucundan bile geçmezdi. Sonra sağımda ki Irak'lıya döndüm. Klasik sorularla; ismini cismini, soyunu sopunu sordum. Türkmenim dedi, tipi Avrupalılara benziyordu. Annesi Avrupalı bir millettenmiş, hangi millet diye sorduğumda cevap vermedi. Bana kalsın dedi. Üzerinde durmadım. Müslüman olduğunu bildiğim halde Müslüman mısın diye sordum. 'Çok şükür ben müslümanım' dedi.'İslamiyet için kanımı veririm' diye de ekledi. Daha sonra Hanefi misin diye sordum. 'Ben mezhepleri sevmiyorum' dedi. Bunun üzerine mezhep konusunda konuştuk, bunu bu yoldan çevireyim diye içten içe yırtınırken; Arap mezhepler hakkında, 'her insan cennete girebilir, biz dinin emirlerine uyarak bunu kolaylaştırıyoruz' diye saçmaladı. ''Peki Allah'a şirk koşan nasıl cennete girecek?'' diye sorduğumda manasız tevillerle ne idiğü belirsiz fikirlerini dökmeye başladı. Her ilime üstün ilim sahipleri vardır, onlara tabi olmak gerekir diye giriş yapıcakken hoca derse geldi.

     

    O mübarek müçtehitlerin ilimlerinin, zerresi bizde yokken onları hiçe saymak, İslam alemini bölüyor düşüncesiyle iftira etmeye ancak cehalet sebebiyet verebilir. Mezhepleri hiçe saymak yüzyıllardan beri milyarlarca müslümanın gittiği yoldan ayrı kalmak değil midir? Mezhebe baş vurmadan abdest almayı bile beceremeyecek cahiller neden müçtehit edasına bürünür kendilerinin müçtehidi olurlar? Dört hak mezhebin itikatta yani inançta birdir. Bazı ufak meselelerde farklı hükümler verilmiştir ve aynı ruha hitap eder. Nasıl ki inşaat mühendisi olmaksızın yapılan büyük bir bina yarım yamalak olursa; Allah'ın rızasından başkasını murad etmeyen mezhep imamlarına uymamakta dini yarım yamalak kılar. Yarım yamalakta din olmaz.

     

    Ders bitti, ara verdik. Bu ikisinin önünde oturuyordum, sohbet ediyorduk. Sonra hoca da yanımıza geldi. Hoca Iraklı'ya 'köpekleri sever misin, köpek besler misin' diye sordu. 'Hoca ben sevmiyor' diye cevap verince, 'Neden' sualine 'Günah!' diye mukabele etti. Keçi sakallı hocamız 'Yahu bırakın şu hurafeleri' deyiverdi. Ben hocam bu Hadis-i Şerifte geçiyor ve tıpta köpeğin temiz bir hayvan olmadığını söylüyor' dedim. Bizim iki müslüman da edep dahilinde hocaya bazı cevaplar verdi. En sonunda hoca 'Herşeyi dine bağlamayın' diye istihzayla ayağa kalktı. Bu tavrı ve yüz ifadesi çok çirkinceydi. 'Bir mezhepte de köpeğin kuyruğu dokunsa abdest bozuluyor' dedi ve sırtını dönüp bir hışımla sınıftan çıktı. Bu tür tepkilerle ve fikirlerle çok karşılaştığım için bende bir aşırı haller gözükmedi. Yalnız, bizim bu iki müslüman ateşlendi, ikisinin de gözleri nefretle parlıyordu. İkisi de harartle Arapça birçok söz söylediler. Sinirleri biraz yatıştıktan sonra az önce neler dediniz diye sordum. Bu adam müslüman olduğu halde bunları nasıl söylüyor gibi şeyler söylediler. Hocaya küfrettiniz mi dedim :) Hayır, dediler.

     

    ''Herşeyi dine bağlamayın!'' zehirli oku kulu hakikatlerden uzaklaştırıp, nefsin girdabına iter ve nihayet Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmemeye götürür. Herşeyi dine bağlamazsak, günaha bağlanmaz mıyız? Herşeri dine bağlamazsak, kafirlerle müşterek noktaya bağlanmaz mıyız? 'Herşeyi dine bağlamayın' ifadesinde dinin hayatın merkezinde olmadığı, beşerin kendi kurallarıyla hayatı dinden soyutlayarak daha mutlu yaşayacağı ifadesi var. Bu sözde dinden azade bir hayatın esaretliği var. Bu sözde haşa 'bu dağ Allah'ın değil' demek gibi abesle iştigal var. Bu sözde laik zihniyetin akisleri var. Bu fikir insanı cehennemin dibine götürür!


  4. Ezan camide dini vazifesini ifa edecek olan müminlere hitap eder. Ezana hakiki manada saygısı olan insanlar, bu ezanı asliyle duymak istiyor. Ezanın davetine uyan müminler bunu asliyle duyup, Peygamberimizin emrettiği şekilde okunmasını istiyor. Ezanla alakası olmayıp bunu dünyevi bir ses olarak görenlere hitap etmiyor.

     

    ''Ezan-ı Muhammedi'' diyoruz. Yani Allah'ın, Peygamberimizin, ümmetinin ezanı...

     

    Ezanın okunmasından evvel müminler namaz vakitlerinde camilere koşsalar da namaza çağıran husisi bir vasıtadan mahrumlardı. Efendimiz'e (s.a.v) boru ve çan çalma gibi şeyler önerilse de içine sinmeyip, reddetmiştir. Abdullah bin Zeyd ve Hz.Ömer (r.a) ezanı rüyalarında görmüş ve Efendimiz'e (s.a.v) bunu müjdelemişlerdir. Efendimiz (s.a.v) in bunun İlahi kaynaklı olduğuna hükmetmiş ve ezanın böyle okunmasını uygun görmüşlerdir.

     

    Hz. Peygamber (s.a.v.) , içlerinde müslümanların bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir bölgeye (dâru'l-harbe) sefer ettiğinde uygun bir yerde konaklar ve sabah namazının vaktini beklerdi, vakit gelince ezan sesi duyulursa oraya baskın yapılmazdı, duyulmaz ise orada oturanların müslüman olmadıklarına hükmedilir ve buna göre davranılırdı. (Buhari, Ezan, 6) Bu tarihi vakıa ezanın dini bir sembol olduğunun remzidir, ispatıdır.

     

    Ezanda ki, ''hayyelassalah'' tabirinin 'Haydi Salah'a' diye çevrilmesi, malum zevatın ''Salah''ın manasını ekseriyetinin bilmeyeceği millete duyurmuş gibi yapması asıl maksatlarını ve yüzlerini ortaya koyuyor.

     

    ''Ezan-ı Muhammedî'nin'' yüzyıllardır asliyle okunması malum zevatı neden rahatsız ediyor? Irkçılığın, taassubun, yobazlığın, insan haklarına saygısızlığın böyle şenaatlisini tarih kaydetmemiştir. Asırlarca İslam'ın sancaktarlığını yapan milletimiz, ezanı asırlarca aslıyla okumadı mı? Ezanı türkçe okutmak; dini, milleti, vatanı için şehid olanların hatırasına hakaret değil midir? Onlar bu ezanlar dinmesin diye şehid olmadılar mı?

     

    18 yıl necip milletimize kendi diliyle kendi dinine, maneviyatına, inancına, mukaddesatına, ejdadına hakaret edilmiştir.

     

    Ezan kanun çıkartılmadan, mahut zihniyetin temsilcileri tarafından 1932'den itibaren türkçe olarak okutulmuştur. Yine bu zihniyetin temsilcileri Kur'anı ve namazı türkçeleştirmeye kalkışmışlarsa da muvaffak olamamıştır. Bu tarihi bir hakikattir. Demokratikleşme olarak anılan zülm devrine rıza gösterip, İslam düşmanlarını saygıyla, sevgiyle ananlar bu kafirlerle haşrolacaktır. Rabbinin huzuruna bu zilletle çıkacaktır.

     

    Ezanın türkçe okunmasını emreden Mustafa Kemal, Kur'an'ın türkçeye çevrilmesine dair Kazım Karabekir'e şunları söylüyor:

     

    "Evet Karabekir; Arapoğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Tâ ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!"

     

    Kaynak: Paşaların Kavgası, Kazım Karabekir

     

    Kur'an daha evvelde türkçeye çevrilmiştir ve her mümin Kur'an'ın mealinin okunması gerektiği şuurundadır. Burada malum zihniyetin başarısız gayesi, yine o zihniyetin temsilcisi tarafından açıkça ifade edilmiştir.

     

    Asırlardır mücadele ettiğimiz Avrupalı devletlerin emellerinden biri de şudur ki; ezanı, namazı, Kur'anı her milletin kendi diline inkilap ettirmek... Böylelikle ümmeti Muhammed'i için ayrılık kapısı açılacak ve Müslüman kavimleri birbirine düşürmek için uygun zemin oluşması sağlanacaktır. Türk olsun yahut başka milletten olsun; İslam düşmanları aynı noktada birleşiyor; Ezan Türkçe okunsun.

     

    Kur'ân'ın mealine elbette bakacağız. Dilimizde ki mânasını elbette öğreneceğiz. Mutlak müçtehitler böyle içtihat etmişlerdir. Yalnız meselenin ince noktası şurda kendini ifşa ediyor; ''türkçesi aslının yerini tutamaz.'' Çünkü Kur'an Allah'ın kelamıdır. Ben basit bir şiir yazsam bunu başka bir dile çevirseniz yazdığım şiirin tercümesinde hakiki manasını ifade edemezsiniz. Peki Allah'ın kelamı başka bir dile çevrildiğinde bu aslının yerini alabilir mi?

     

    Buyrun, ezanın türkçesini dinleyelim de, asli ezanın kıymetini idrak edelim:

     

    http://video.google.com/videoplay?docid=92879495116796308#


  5. Sâmiha Ayverdi'nin hayatında yer alan önemli isimlerden biri, Kenan Rıfai. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam Kenan Rıfai'nin müridlerindendir Sâmiha Ayverdi. Kenan Rıfai'yi tam olarak henüz incelememiş olsam da, bidat sakalı, kendisine mürşid denilen bir kimse için rahatsız ediciydi. Dinimizde sakalın ölçüsü bir tutam olarak sünnete uygun bırakılmalıdır ve sakala şekil vermek dinimizce uygun değildir...

    Sâmiha Ayverdi'nin bu sapık fikirlerinin Kenan Rıfai'ye dayanma ihtimali yüksek. Günümüzün bidat ve reformist kafalarından bir kısmı da demek ki bunlar.

    Bu yazıyı bizlerle paylaştığı için murai_muhib kardeşime teşekkür ediyor ve yazının devamını da eklemesini rica ediyorum. Şu fikirlerin sapıklığı ve bozukluğu da ortada ama daha neler var görelim, okuyalım, bilelim.

     

    Bir önce ki mesajımda Kenan Rifai'nin selâmet ve kurtuluşun örtülü ve gizli olmaktan geçtiğini belirten sözlerini iktibas etmiştim.

     

    Samiha Ayverdi'nin birçok kitabını okudum ve ehli sünnete bağlı biri olarak sadece örtünme mevzuunda dalalete düştüğünü gördüm.

     

    Kenan Rifai'nin, sünnete uygun bir tutam sakallı resimleri var. Bidat sakalı diye tasvir ettiğiniz sakalı Kenan Rifai'nin Vahabiler gibi sünnettir zihniyetiyle bıraktığını zannetmiyorum. Kenan Rifai bu sakalı sünnetten ayrı olarak estetik zevkine uygun gördüğü için bırakmıştır diye düşünüyorum. Zira çevresinde ki insanlar ve yaşayış tarzı sanki buna delalet ediyor.


  6. Samiha Ayverdi'nin mürşidi Kenan Rifai'yi anlattığı Dost kitabında mürşidi tesettürün dinin bir emri olduğunu ve Samiha Ayverdi'nin aksine bayanın cemiyetin içinde bulunmasını değil gizli ve örtülü olmasını söylüyor. Hatta selamet ve kurtuluşun tesettürlü olmaktan geçtiğini söylüyor:

     

    ''Vücutta hayat kanalı olan şiryanlar ziyade gizlidir, derinlerdedir. Kıl damarları ise, bunlara kıyasla ne kadar sathî ve göz önündedir.

     

    Sen de, can damarlarını gizlemeyi, onları, gelebilecek taarruzlardan korumayı, hiç değilse, tabiattan öğren!

     

    Zîra, mânevi hayâtını idâme ettiren canın düşmanları çoktur. Onu nâmahremlerden gizle... selâmet ve kurtuluş, açılıp saçılmakta değil, gizli ve örtülü olmaktır.

     

    Övünmeyi unut. Nîmet sâhibi isen, hasetçilerin gözlerinden saklan...

     

    Bir tehlike karşısında tedbir alıyor, korunuyor, kaçıyor, yaralanıp öldürülmekten korkuyorsun. Böylece cismini koruyup tehlikelerden geri çekmekle, rûhunu selâmete eriştirmiş olmuyorsun ki...''

     

    Dost, Samiha Ayverdi, Sayfa 75, Kubbealtı Yayınevi.

     

    Samiha Ayverdi'nin tesettür hakkında ki görüşlerinin mürşidine dayandığı iddiası böylelikle çürümüş oluyor. Ayverdi'nin birçok kitabını okudum, kendisi şeriata sımsıkı bağlı bir insan. Ayverdi, örtü hususunda indi hükümler vererek malesef hataya düşmüş. Örtü meselesini bir yana koyup, Ayverdi ile azami müştereklerimize baktığımızda dünya görüşümüzün aynıyla uyduğunu ikrar ederiz. Ayverdi gibi İslamiyete hizmet etmiş kıymetli bir insanın hatasını, kusurunu örtmenin yerinde olacağını düşünüyorum.

     

    Ayverdi Rahmet Kapısı kitabında namazı inkar eden birisinden şeriata gelerek şunları söylüyor:

     

    ''Şerîat, sanki vücudu kaplıyan deri. Onu sıyır, altından cılk et çıkar ve kısa zamanda da vücutta taaffün denilen yaralar peydâ olarak, sağlık gider, hatta hayat biter.

     

    Şerîat da mânevi bünyenin üstünden kaldırıldığı takdirde, içten başlayan çürüme, kendisini olduğu kadar, etrâfını da saran bir ufûnet olup, nizam ve koruyuculuktan mahrum olmakla, toplumun hastalık mihrâkı hâline gelmekten kurtulamaz olup kalır.''

     

    Hatıralarında ve yaşayışında İslama bağlı bu hanfendiye Üstad şunları söylüyor:

     

    ''Ben hiçbir muharriri ziyarete gidip tebrik etmiş değilim; size adetâ sürüklenerek geldim. Ben dindar bir adamım. Fakat bunu bir fantezi telâkki ederek inanmayanlar pek çoktur. Paradoks yaptığımı sanırlar, alay, mizah mevzuu yaparlar. Ziyanı yok. Ben, başkalarını beni itham eder görmekten zevk alır, tekzibe lüzum görmem. İslâm'daki şiir ve felsefe hiçbir yerde yoktur. Hazreti Muhammed en büyük İnsan; o, her asrın büyüğüdür. Fakat bilmek lâzım... Kitaplarınızı okudum. Hayran oldum. Buna emin olun. O kadar ki benim için pek kıymetli olan Paskal'ın eserleri ile ve dâima elimin altında, gözümün önünde duruyorlar.''

     

    Samiha Ayverdi, Mülakatlar

     

    Muhakkak ki tesettür Allah'ın emridir. Ayverdi'nin bu hazin hatasını ve bununla beraber nice güzellikleriyle de bilmek daha yerinde olacaktır.


  7. Cumhuriyet kurulduktan sonra oturup Türkçemizin içerisindeki yabancı kelimeleri tek tek ayıklayanlar ve yerine yeni kelimeler yerleştirenler herhalde bu kelimelere de el atmışlardı.Attıkları da ayan beyan belli zaten.

     

     

     

     

    Bu konuşmada realiteden uzak bir tek nokta hatta virgül dahi bulamadığımı belirtmek zorundayım.Dikkatinizi çekerim burada suçlanan Türk Milleti değil bu milletin dilinde bir dikta rejimi uygulayarak köklü değişimlere götüren zihniyettir.

     

    Bir Arap devletinin başbakanı çıkıpta 'Köpeklere Türk diye çağıran bir anlayıştan geliyoruz' deseydi, bunu Araplar'ın dilinde köklü bir reform yapan zihniyete sövgü olarak mı anlardık yoksa bizlere Arapların köpek ismini layık görmelerine esef mi ederdik? 'Köpeklere Arap diye çağıran zihniyetten geliyoruz' denildiğinde dilimize uygulanan saçmalıklar mı anlaşılıyor yoksa zihnimize köpeklerin Arap diye çağırılması mı tosluyor!!!

     

    Köpeklere Arap diye özel isim verilmiş, bütün köpeklere Arap ismi verilmemiş. Birisi şu veya bu vesileyle esmerleşmişse 'Arap gibi olmuşsun' tabiri kullanılır. Serdengeçti kardeşimin bahsettiği kakao :D ve Arap lakaplı kişi benim de arkadaşım, bunu samimiyetimizden ve esmer olduğundan dolayı kullandığımız için asla gocunmadı. Asıl ismiyle müsemma görür, hoş karşılardı.

     

    Bir Arap devletinin başbakanı 'Köpeklere Türk diye çağıran bir anlayıştan geliyoruz' deseydi; 'yahu bu ne klas adam ki kendi diline savaş açan zihniyeti kınayarak, bizim milletimizin ismini köpeklere layık gören Arapları hiçe sayarak kardeş olduğumuzu haykırıyor, hayy kurbanlar olduğumun başbakanı mı derdik?' El-insaf!

     

    Mavi Marmara hadisesinde, Erdoğan'ın Davos çıkışında ve Batılıların elinde oyuncak olan bazı Arap hükümetlerine değilde Arap halkına baktığımızda ilişkimizin mahiyeti güneş gibi ortadadır. Sizleri köpek diye çağırıyorduk diye zihinlerini bulandırmanın hiçbir manası yok, vesselam.


  8. Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın (a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur. Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır:

     

     

    “Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

     

     

    Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle' anlatılır:

     

     

     

    “O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

     

     

    Miraç nasıl oldu?

     

    Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

     

     

     

    Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

     

     

     

    Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

     

     

     

    Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.

     

     

     

    Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.

     

     

     

    Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.

     

     

     

    Süleyman Çelebi'nin dediği gibi

     

     

     

     

    Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti

     

    ” İnşaallah...

     

     

     

    Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “

     

    Allah ümmetine neyi farz kıldı?

     

    ” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “

     

    50 vakit namaz

     

    ” buyurdu.

     

     

     

    Hz. Musa'nın, “

     

    Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez

     

    ” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

     

     

     

    Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

     

     

     

    Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

     

     

     

    Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “

     

    Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?

     

    ” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “

     

    Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın

     

    ?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.

     

     

     

    Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:

     

     

     

     

    Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.

     

     

     

     

    Bunun üzerine müşrikler:

     

     

     

     

    Vallahi dos doğru tarif ettin

     

    ” dediler, ama yine de iman etmediler.

     

     

     

    O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “

     

    Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur

     

    ” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

     

     

     

    Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?

     

    Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.

     

     

     

    Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

     

     

     

    Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

     

     

     

    Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi'râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

     

     

     

    Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...

     

     

     

    Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?

     

    Soru: “

     

    Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?

     

     

     

     

    Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.

     

     

     

    Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.

     

     

     

    Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.

     

     

     

    Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

     

     

     

    Bir insan nasıl göklere çıkabilir?

     

    Soru: “

     

    Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?

     

     

     

     

    Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?

     

     

     

    Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?

     

    Soru: "

     

    Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?

     

    "

     

     

     

    Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.

     

     

     

    Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

     

     

     

    Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.

     

     

     

    Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'1-Me'vâ'nın gövdesi olan Sidretü'l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.

     

     

     

    Peygamberimiz Miraça sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

     

     

     

    Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?

     

    Soru: "

     

    Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?

     

    "

     

     

     

    Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn'dır.

     

     

     

    Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?

     

     

     

    Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.

     

     

     

    Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.

     

     

     

    İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Burak'a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

     

     

     

    Miraçın benzeri bir olay var mıdır?

     

    Soru: "

     

    Peygamberimizin Miraça çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?

     

    "

     

     

     

    Miraçın çok örnekleri vardır:

     

     

     

    Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.

     

     

     

    Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.

     

     

     

    İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraçla kâinata arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.

     

     

     

    Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.

     

     

     

    Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.

     

     

     

    Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.

     

     

     

    Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü'minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimizin bir anda Miraça çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.

     

     

     

    Miraçla gelen hediyeler

     

    Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü'min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü'minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.

     

     

     

    İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.

     

     

     

    Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.

     

     

     

    Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.

     

     

     

    Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.

     

     

     

    Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü'minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.

     

     

     

    Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.

     

     

     

    Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin" dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.

     

     

     

    Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz eserinden faydalanılarak hazırlanmıştır.

     

     

     

    Kaynak : Mübarek Gün ve Geceler, Nesil Yayınları


  9. Biz köpekleri bile ‘Arap’ diye çağıran bir anlayıştan geliyoruz maalesef.

     

    Barış mesajlarının içinde ki bu mühim ayrıntıya dikkat nazarlarımızı çevirelim. Başbakan sağolsun (!) Araplar'ın ve dünyanın zihnine bizim umumiyetle Araplar'ı bir köpek kadar hor ve hakir belki daha aşağı gördüğümüzü sokmaya çalışmış.

     

    Bunlar Başbakan değilde bir Arap yahut başka milliyetten birisi dese en azından şüpheye düşerdik.

     

    Milletimizin Arap düşmanlığı yoktur. Bazı zümre ve şahısların düşman olması genelin kanaatini yansıtmaz. Erdoğan parçayı bütüne teşmil etmiş ve kendimizi yerden yere vurmuş. Bir ülkenin başbakanı böylesine bir hataya nasıl düşer anlayamıyorum.

     

    Düşmanlık ve iğrenme söz konusu değilken bunu var gibi gösterip, kardeşlik nutukları atmak...

     

    A. Rahman'ın dediği gibi Arap'ları aşağılamak maksadıyla köpeklere Arap ismi verileceğini sanmıyorum.


  10. Koşu yapıyordum. Yolda, garip kılıklı ve mahzun birisinin yanından geçerken ''Ağbiii goşak mı?'' dediğini işittim ve tebessüm ederek gel dedim. Gel dememle birlikte kısa mesafeli bir depar attı :) ve beni geride bıraktı sonra hafif yavaşlayarak '' hadi la abi la goşsana la'' diye tepki verdi. Sonra durdu ve ben ona yaklaşınca sırtıma eliyle vurarak ''Abi hangi takımda oynuyon?'' dedi :) Nefes nefese ''hiç bir takımda oynamıyorum'' dedim. Biraz düşündükten sonra ''Ağbii Fener'e mi transfer olacan'' dedi :) Gözlerimin içine hayran bir ifadeyle bakarak bunu demesi ve bir deli kulu safiyetinin beni mest etti ve kısa ve şiddetli bir kahkaha attım.

     

    Bana ''Ağbiii'' derken sanki göz alabildiğine uzakta ki birisine bağırırcasına abi demesiyse bu tatlı insana ayrı bir güzellik katıyordu. Bana abi diyor ama benden muhtemelen 10, 15 yaş büyüktür. Ben kahkaha atınca kafasını öne eğerek depar attı ve ilerde kesilip beni bekledi. Yanına gelince 'benle beraber koş' telkinime olumlu cevap verdi ve nerelisin diye sorduğumda buralıyım dedi. Koşarken konuşmak güç ve zahmetli olduğu için başka birşey sormadım ve biraz koştuktan sonra '' bi ciğara verele'' isteğine 'sigaram yok' diye karşılık verince koşmayı bıraktı ve bana bir küfür salladı :D Normal bir insan bu küfür etseydi muhakkak kavga çıkardı. Bu mahzunun ve hoş garibin tavrı ve küfürü öyle hoşuma gitti ki aklıma geldikçe gülüyorum. Ben koşarken hala arkamdan galiz sözlerini saymaya devam ediyordu :D Dün koşarken onun için cebime sigara koydum ama karşılaşamadık.

     

    Hepimizin çevresinde böyle insanlar vardır. Buyrun bu müstesna insanlarla alakalı hatıralarımızı paylaşalım.


  11. Vakıf Ahmet kardeşimin yazdıklarını okuyunca, kendimi gördüm bir an. (Anladın değil mi Vakıf smile.gif ) Aslında meseleyi, meselenin geçmişini ve bugününü iyi özetlemişsin. Fazlası, söz israfı olurdu zaten.

     

    Tam bilmiyorum ama, İslam'da neye, nasıl ve ne zaman yemin edileceği bellidir.

    ...

     

    Abi gayet iyi anladım smile.gif Dediğime geldin diye hava yapıcaksan, hiç mi hiç konuşmayalım tongue.gif Yazını okuyunca hatırıma tartışmalarımız ve benim ateşli müdafaalarım geldi

     

    Mesaj yazalı hayli zaman olmuş ama yeni gördüm.


  12. Dedem bu hadis-i şerifi açıklamaya başlamadan önce, şunları söylerdi:

     

    Ayaklı kütüphane olmaya lüzum yok. Çok bilgili olmaya lüzum yok. Sahabe-i kirâm, bir rivayette beş âyet, bir rivayette on âyet ezberler; onlarla amel ettikten, onları hayatlarına tatbik ettikten, onlarla yaşamaya başladıktan sonra on birinciiye geçerlerdi...

     

    Biz çok şeyleri biliyoruz. Çok şeyleri duyuyoruz. Ama maalesef parasının zekâtını vermeyen zengin gibi, bildiklerimizle amel etmiyoruz.

     

    ''Emeranî Rabbî...''

     

    Resûlullah Efendimiz bir hadisinde ''Rabbim bana, dokuz ahlâkla ahlâklanmamı, dokuz hasleti, dokuz huyu ahlâk edinmemi emrediyor. Ben de size ey ümmetim, bu dokuz huyu ahlâk edinmenizi emrediyorum.'' buyurduktan sonra, o dokuz güzel âhlakı saymaktadır.

     

    İşte bu hadis de, bildiğimiz fakat tatbik etmediğimiz hadis-i şeriflerdendir.

    DOKUZ GÜZEL HASLET

     

    Dedem bu mukaddimeden sonra hadis-i şerifte beyan olunan dokuz güzel huyu açıklardı. Defalarca dinlediğim bu açıklamayı, aşağı yukarı dedemin tercümesi ile nakletmeye çalışacağım:

     

    Birinci haslet: ''Haşyetu'llah''

     

    Gerek vahdette, gerek kesrette Allah'tan korkacaksın. Gerek yalnız başına kaldığında ver gerek halkın arasında, kalabalık içinde bulunurken Allah'tan korkacaksın. Allah korkusu... Allah'ın her yerde, her an, zaman ve mekânda hazır ve nâzır olduğunu unutmamak.

     

    Zaten bu şuura bürünen kimse, Allah'a âsi olamazki...Allah görüp duruyor; hâzırdır, nâzırdır. Onun gördüğünü ne polis görebilir, ne jandarma görebilir ve ne başka bir kimse... İşte bu ahlâk, bu duygu her güzelliğin başıdır.

     

    İkinci Haslet: ''Ve kelimetu'l-adli.''

     

    Gerek sükûn, ferah ve huzur anlarında ve gerekse öfke ve gazap hâllerinde, daima adaletle davranacak, hakkı söyleyeceksin... Bu çok zordur.

     

    Münafığın Alâmetleri

     

    Peygamber Efendimiz, münafığın alâmetlerinden bahsederken, münafığın alâmeti üçtür -bir rivayete göre dörttür- buyururlar. Bunların dördüncüsü 'İzâ hâsene fecer'', kızdı mı, taşar, haddini aşar, ağzına geleni söyler: Haddini aşar, yani adaletten uzaklaşır...

     

    Münafığın ilk üç alâmeti de şunlardır:

     

    ''İzâ haddese kezebe.'' Konuştuğu zaman yalan söyler. Sözüne itimad edilmez.

     

    ''Ve izâ va'ade ahlefe.'' ''Emanet edersin, güvenirsin, hainlik yapar...

     

    Dördüncüsü de işte ''Kızdırmaya gelmez, içini döker.''

     

    Her Zaman Doğruluk

     

    Hadis-i şerifin ikinci şartında gördük ki, Müslüman gerek huzur ve rıza ve gerekse gazap ve öfke hâlinde bulunsun, daima âdilâne konuşacak. Evet, yiğidi öldür, fakat hakkını yeme, demişler. Öyledir, başka fikir ve inançta olabilir, fakat adamın hakkını yemeyecek doğruyu söyleyeceksin.

     

    Üçüncü haslet: ''Ve'l-kasd fi'l-fakr ve'l gınâ''

     

    Gerek zengin, gerek fakir, bolluk veya darlık hâlinde, iktisaddan ayrılmayacaksın. İsraf yok.

     

    E canım, Allah verdi! Verdi ama, malın çoksa israf etme, boşa harcama, fakire ver, adam yetiştir. İsraf yapacak zamanda değiliz... Ne gençler var, okuyacak, âlim olacak, adam olacak.

     

    Dördüncü Haslet: ''Ta'fu ammen zalemek''

     

    Zulmedeni affedeceksin.

     

    Müslüman kardeşlerinde sana zülmedeni, kötülüğü dokunanı affedeceksin. Sana bir zararı dokundu: ''İnsandır yahu, kasden yapmaz, Müslüman Müslümana zulmetmez, hata etmiştir.'' diyeceksin. ''Allah, benim, sabahtan akşama kadar kaç tane hatamı affediyor!' diye düşüneceksin. Allah'ın âhlakıyla, Resûlü'nun ahlÂkıyla ahlâklanmak vardı ya, işte: Sana zülmedeni affedeceksin.

     

    Beşinci haslet: ''Ve tasilu men kata'a.''

     

    Gelmeyene gideceksin.

     

    Altıncı Haslet: ''Ve tu'ti men haramek''

     

    Vermeyene vereceksin.

     

    Yedinci Haslet: ''Ve en yekûne nutkuke zikran''

     

    Konuşman zikir olacak.

     

    Sekizin haslet: ''Ve sumtuke fikran''

     

    Susman tefekkür olacak.

     

    Dokuzuncu haslet: ''Ve nazratuke ibraten''

     

    Bakışın ibret almak için olacak.

     

    Bu Hadis ve ''Ve'l-Asri''

     

    Dedem bu dokuz güzel hasleti bildiren hadis-i şerifi hep zikreder ve açıklardı. Şunu da söylerdi:

     

    Ben, İmam Şâfi'nin ''Eğer Kur'an-k Kerim, yalnız Ve'l-asrî suresinden ibaret olsaydı, yine yeterli olurdu, insanlığı mes'ud etmek için kâfi gelirdi.'' dediğini okuduğumda, ''İmam Şâfi, âyet-i kerime olarak, bu sureyi bulmuş: acaba hadis-i şeriflerin arasından hangisini seçerdi?'' diye düşündüm ve bu hadisi buldum.

     

    Eğer hakikaten bizler, bu hâdise uysak, dünyada ve ahirette mes'ud ve muazzez oluruz. Uymadığımız hâlde ise fitne ve perişanlık muhakkaktır. Çünkü hadis-i şerifin başında Efendimiz ''Rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı emrediyor; ey ümmetim ben de size emrediyorum.'' buyurmuştur.

     

    Peygamberin emrine uymayan, muhalif yollara giden bir ümmet fitneye uğrar, perişan olur.

     

    Kaynak: Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-1, sayfa 111, 112, 113, 114, 7. baskı


  13. 73. MEKTUP

     

    Bu mektûb, Kılınç hânın oğlu Kılıcullaha yazılmış olup, kaçınması ve yapılması lâzım gelen şeyleri bildirmekdedir:

     

    Allahü teâlâ, Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünyâ, imtihân yeridir. Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fekat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leşdir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplükdür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehrlenmiş şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan aklsızdır, büyülenmişdir. Âşıkları delidir, aldatılmışdır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil’âlemîn “aleyhi ve alâ âlihissalevât vettehıyyât” buyurdu ki, (Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Ya’nî, âhıretde, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyâya düşkün olmakdan ve dünyâyı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekden muhâfaza eylesin!

     

    Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaşdıran şeyler demekdir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutduracak kadar aşırı olursa, dünyâ olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-ya’nî) ile, ya’nî fâidesiz, boş şeylerle vakt geçirmek, [kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû’a ve romanlar], hep bunun için dünyâ demekdir. Âhırete fâidesi olmıyan ilmler, dersler de, hep dünyâdır. Hesâb, hendese [ya’nî matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa [ya’nî kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakt öldürmek olur ve dünyâ olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zemânlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] se’âdet yolunu bulur, âhıretdeki ebedî azâbdan kurtulurlardı.

     

    [Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, ya’nî tecribî ilmler, ya’nî fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyyete ve mahlûklara hizmet etmek niyyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, fâideli olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevâb olur. Bunun içindir ki, ecdâdımız, Şâm, Bağdâd, Semerkand ve Endülüs müslimânları her dürlü fende ve güzel san’atda pek ileri gitmiş, dünyâ birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilm ve fen adamları, asrlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisâs kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslimânların o parlak medeniyyetlerinin eserleri, bugün meydândadır ve dünyâ münevverlerini hayrân bırakmakdadır.

     

    Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayâtına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emrlerine uyarak kullanılırsa, fâideli olur ve dünyâ ve âhıretin kazanılmasına sebeb olur.

     

    Medeniyyet demek, yalnız ilm ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gafletdir. Pek yanlışdır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaşdıran yeni buluşların artması, medeniyyeti göstermez. Bunları medeniyyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fekat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.

     

    Medeniyyet, ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya’nî, beldeleri, memleketleri i’mâr etmek ve bütün insanları, rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmakdır. Bu iki gâyeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, ya’nî Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyyetden ayrıldıkca medeniyyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanâyı’, memleketleri i’mâr için, insanları râhat etdirmek için kullanılırsa, fâideli olur, sevâb olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, fâidesiz olur, günâh olur. Bunların fâideli olması, medeniyyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asrlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emrlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esâslar sâyesinde olduğu açıkça görülmekdedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, ya’nî Allahü teâlânın emrleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilmler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi’ de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.

     

    O hâlde, dedelerimizin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dünyâ çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, ya’nî hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, ma’nevî olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyâca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.

     

    Hadîs-i şerîfde, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Ya’nî (İslâmiyyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız lâzımdır. Aksi takdîrde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadîs-i şerîf, bizlere göstermişdir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idâre edenlerin dinleri gibi olur!) hadîs-i şerîfi de, müslimânların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emr buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].

     

    Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-ya’nî ile, ya’nî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!) Fârisî beyt tercemesi:

     

    Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka,

    hepsi câna zehrdir, şeker bile olsa.

     

    Yıldızlarla uğraşmak, ya’nî astronomi ilmi, nemâz vaktlerini anlamağa yarar demişlerdir. Bunun ma’nâsı, nemâz vaktlerinin bilinmesine yarıyan ilmlerden biri de, ilm-i nücûmdur demekdir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, nemâz vaktleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, nemâz vaktlerini, bu ilmleri bilenlerden dahâ iyi anlar. Mantık, hesâb ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyyetin tek se’âdet ve medeniyyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevâb olur].

     

    Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni’ olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmakdadır.

     

    [(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilm kısmında buyuruyor ki: Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emrler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emrleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve nemâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramezân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zemân farz olur. İşte, herşeyi zemânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zemân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emr ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zemânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zemânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).

     

    Harâmları öğrenmek de, herkese başka dürlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikde oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya’nî bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslimânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.]

     

    Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”, (Hased) [başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibr olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan) etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, nemâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fekat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Nemâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).]

     

    Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşda tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşdurmakla şereflendirmişdi. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zemânıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercemesi:

     

    Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur:

    körpeciksin, yolun da çok korkuludur.

     

    Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken avret yerini örtmeğe ve soğukdan, sıcakdan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmışdır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmişdir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, harâm etdiği lezzetleri, dahâ fazlası ile mubâhlarda da yaratmışdır. Halâl olan çeşid çeşid ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından dahâ büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır.

     

    Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zemânıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakt ele geçmez. Vakt de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zemânında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaz’ıyyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etdi) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fekat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.

     

    Gençlik zemânında, insanı üç din düşmanı olan, nefs, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmakdadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkda yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm etdiği zemân, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zemânında yapılan büyük ta’lîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.

     

    Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emr edilmişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yokdur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emrleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emr ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, cândan sarılmamız lâzımdır.

     

    Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyâda biri, mevkı’, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emr verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emrleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra nemâz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emrleri birinci vazîfe olmak lâzımdır.]

     

    Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:

     

    1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. [bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, nemâzın işini görmekde, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestden dahâ modern temizlemekdedir denilmesidir.]

     

    2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir. Bu emrlerin büyüklüğünü, mevkı’, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmekdir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.

     

    Ey evlâdım! Yalancılığı çok def’a görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?

     

    Muhbir-i sâdık, ya’nî hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş “aleyhissalâtü vesselâm”, tekrâr tekrâr, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermekdedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, müslimânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünki, tehlükeli zemânlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akl îcâbıdır.

     

    Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yapdıklarınızı hep görmekdedir) buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir?

     

    Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmalısın. Gece nemâz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük se’âdet olur.

     

    [Cum’a, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mi’râc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet etmek çok sevâbdır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının, Hind basması, yüzyetmişikinci sahîfesinde buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imâm-ı Nevevî “rahmetullahi aleyh”, (Ezkâr) kitâbında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (ya’nî bir sâat kadar) ihyâ etmek, ya’nî okumak, kılmak, düâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sahîfesindeki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmakdadır. (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, fıkh kitâblarında, sâat demek, bir mikdâr zemân demekdir. Nevevî, şâfi’î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitâbı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilddir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitâbıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmişdir.]

     

    Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [birçok kitâblar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitâbı ondördüncü sahîfesinde, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özrsüz gecikdiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmakdadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşden ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre [meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında] zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zemân, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur.] İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zemân muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emrlerini yapmamakda inâdcıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermişdir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.

     

    Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyâda ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fekat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.

     

    [Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmûslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı’ almak için, din kitâbı yazan, nutk söyliyen, müslimânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır.] Doğru âlim, güvenilir kitâb bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Va’zları, nutkları dinlenmez.

     

    Ey oğlum! Bizim gibi fakîrlerin, yukarıda ta’rîf etdiğimiz, alçak dünyâ düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fekat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmekdedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fekat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fekat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve âlimlerin “rahimehümullah” milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).

     

    Yavrum, o zemânki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünki, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o se’âdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fekat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümmîd olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünyâ çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercemesi:

     

    Aşk öyle bir ateşdir ki, yanarsa eğer,

    Ma’şûkdan başka herşeyi yakar, kül eder.

     

    Hakdan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,

    (LÂ) dedikden sonra, birşey kaldımı bir bak.

     

    (İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitdi;

    Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitdi


  14. yavuzkc.jpg

     

     

    Resmi görür görmez YAVUZ SULTAN SELİM dediniz içinizden değil mi? Ama yanlış. Pala bıyıklarıyla, kulağında tek küpesiyle Yavuz Sultan Selim ile özdeşleştirdiğimiz bu resim O'na ait değil !

     

     

     

    Peki kimin, işte Iskender Pala'nın yazısı.

     

     

     

    Yavuz'un resimlerini çizenlerden çoğu onu burma pala bıyıklı ve tek kulağında küpe ile çizerler. Pala bıyıklar ile Yavuz'un tarihî kimliği arasında zihinlerde hemen bir bağ kuruluvermesi insanlara bu resimleri hoş gösterir.

     

     

     

    Eh, durum böyle olunca kulağındaki küpeye de bir efsane uydurulmasında ne mahzur olabilir ki?!..

     

     

     

    Hani kutsal toprakları aldığı zaman oradaki idarecilerin kullandığı Hakimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hakimi) sıfatını uygun görmeyip kendini Hadimü'l-Haremeyn (Kutsal beldelerin hizmetkârı) ilan etmiştir ya, buna bir ilave de halk yapmış ve orada gördüğü kulağı küpeli siyahi köleleri örnek alarak kulağına küpe taktırdığını ve bununla kendisini din uğrunda bir köle mesabesinde telakki ettiğini imaya yöneldiğini uydurmuştur.

     

     

     

    Oysa Yavuz'un minyatürlerinde hiçbir zaman pala bıyık veya küpe yoktur. Tarihî bilgiler onun kişiliğinde sadelikten yana olduğunu ve giyiminde de çok sade tercihlerde bulunduğunu söylerler.

     

     

     

    Nitekim Topkapı Sarayı'ndaki en sade kaftan onundur. Mısır seferi dönüşünde Edirne'de kendisini karşılayan tek şehzadesi Süleyman'ın süslü elbiselerini görünce ona, "Bre oğul, sen böyle giyinirsen anan ne giyecek!" diye ikazda bulunması da bunu pekiştiren bir tarihî gerçektir.

     

     

     

    Keza aynı seferden gelişinde İstanbul'a gireceği sırada büyük bir zafer kutlaması tertipleneceğini duyunca israfı önlemek üzere bir gece vakti gizlice Topkapı'ya girdiği de bilinir.

     

     

     

    Bütün bunlardan daha önemlisi Yavuz'un küpe taktığını söyleyen hiçbir tarih satırı, hiçbir belge yoktur.

     

     

     

    Küpeli uydurma resimlerde ise resimdeki kişinin başında beyaz tülbent içinde kırmızı bir başlık ve üstünde de krallara benzetilmiş bir tac vardır. Bu tür kızıl börk ve tacı İran şahları kullanır. Osmanlı sultanları tac giymezler.

     

    Sonuç şu, küpe takmak gibi bir hafifliği, azametiyle öne çıkan Osmanlı sultanına, hele de Yavuz gibi celalli bir adama yakıştırmak yanlıştır. O zaman da akıllara bir soru takılır:

     

     

     

    Kimdir bu küpeli, taclı adam? Söyleyelim; Yavuz'un "Paymal eyleyelim kişverini sürhserin" diye üzerine yürüdüğü Sürhser (Kızılbaş) Şah İsmail'indir ve başındaki kızıl börk ile tac da Kızılbaşlığın simgesidir.

     

     

     

    Ne garip tecelli; Yavuz Çaldıran'da, Şah İsmail de resimlerde birbirlerine külahları ters giydirmişler.

     

     

     

     

    İskender Pala


  15. Allah'a , Kur-an'a , Vatana , Bayrağa yemin olsun.

    Şehitlerim , Gazilerim emin olsun.

     

    Efendim, dinimizce Allah’tan başkasına yemin edilmez. Ülkücü yeminin başı sakat, sonunda sakatlık var. Oraya geleceğiz. Allah, vatan, millet yolunda gitmek, mücadele etmek ayrıdır, vatan, millet, bayrak Kur’an üzerine yemin etmek apayrı… Bu vatanımızı, milletimizi sevmiyoruz manasına gelmez.

     

    Son cümlede gaziler ve şehitlerden bahsedilerek milliyetçilikten dem vurulmuş.

    ülkücü Türk Gençliği olarak , Komunizme , Kapitalizme ,

    Faşizme ve her türlü emperyalizme karşı mücadelemiz sürecektir

     

    Burada tamamen siyasi bir söylem var. Ayrıca ülkücülerin faşist olmadıklarını imâ etmişler. Faşizimle de mücadele edeceklerini beyan ediyorlar. Buradan şöyle bir mana da çıkarılabilir: Cümlenin sonunda ve tamamına bakarak ''her türlü emperyalizme karşı mücadelimiz sürecektir'' derken davalarının milliyetçilik olduğunu ifade ediyorlar.

    Mücadelemiz son nefer , son nefes , son damla kana kadardır.

     

    Bu cümlede Osman Yüksel Serdengeçti’den alınma… Tabi bu cümleyi Serdengeçti başka bir yerde ülkücülerle alakası olmadan kullanıyor. Ülkücüler bu cümleyi almışlar.

    Mücadelemiz milliyetçi Türkiye'ye turana kadardır.

     

    İnsanın milliyetini sevmesine sözümüz yok ama bunu sürekli öne çıkartıp, İslâmî hakikatler kadar çok söylenmesi insana rahatsızlık veriyor.

    ülkücü Türk Gençliği olarak ,

    Yılmayacağız , Yıkılmayacağız , Başaracağız , Başaracağız ,

    Başaracağız .

    Allah Türk'ü Korusun ve Yüceltsin

     

    İnançlarını ortaya koyup dua etmişler. Bu dua sadece bizim milletimiz kapsıyor. Kendimiz için istediğimiz şeyi mümin kardeşlerimiz için istememekte ne oluyor?

     

    ''Allah, Türk’ü korusun ve yüceltsin.'' Nihal Atsız’ın ''Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin'' diye ortaya çıkardığı ırkçı ibarenin ‘Tanrı’ kelimesiyle ''Allah'' kelimesinin değiştirimiş hâli… Nihal Atsız İslâmiyet’e laf ettikten sonra kendisini ‘Ben Tanrı’ya inanıyorum. Tanrı, Türk’ü korusun ve yüceltsin bizim sloganımızdır’ gibi laflar ederek saçmaladığı yazısı var.

     

    Bakın ilk cümlede Allah’tan başkasına yemin ediliyor. Sonra ırkçılığa kaçan vurgular… Nihayet sadece Türk milletine dua edilerek, İslâm’ı kullanarak, ırkçılığı milliyetçilik diye kamufle etmeye çalışarak maskeler sıyrılıp düşüyor. Kimi bunları görmüyor, kimi anlamıyor, kimiyse bambaşka -iyi niyetle- anlayıp (onlara sözümüz yok) ülkücüyüm diyor.

     

    Bir zamanlar aşkla, bağırarak terennüm ettiğim adına ülkücü yemini denilen saçmalık budur.

    • Like 1

  16. Asırlık Bir Çınar

     

    “Bana yanmak düşüyor, yangın görsem resimde;

    Yaşıyorum zamanın koptuğu bir kesimde.”

     

    Her ne zaman, Necip Fazıl hakkında bir yazı yazmak istesem, körlerle fil hikâyesi aklıma gelir. Hangi yönü ele alınmalı, nereden başlamalı?.. Ardında yüz’ü aşkın, Himalaya silsileleri gibi eser ve hatıra bırakan bir şahsiyeti konu edinmek kolay olmasa gerek! Ele avuca sığmayan, dur durak nedir bilmeyen bir adam, fırtınalı bir hayat!.. Yunus’un deyimiyle “şol yel esip geçmiş gibi!”

    Necip Fazıl denince, elbette, önce şiir akla gelecektir. O bir şairdir, hem de pîr şair. Fakat, aynı zamanda o, bir mütefekkirdir, bir sanatkâr, bir gazeteci, bir hikayeci, bir romancıdır da… Ve bütün bunların toplamı ve daha fazlası bir hamurkâr; yaşadığı yüzyıla sanat ve fikir damgasını vuran bir hamurkâr!.. Böylesine “nev’i şahsına münhasır” bir şahsiyeti anlatmak ve tanıtmak elbette zor olacaktır.

     

    Albert Einstein’a fizikçi arkadaşları: ”Şu izafiyet nazariyesini anlat da öğrenelim” demişler. Einstein da onlara şöyle cevap vermiş:

    “Geçenlerde anadan doğma kör bir dostumla parkta oturuyorduk. Sütçü geçiyordu… Dostuma: “Süt içer misin?” dedim. “Süt nedir?” diye sordu. “Beyaz bir sıvı” cevabını verdim. “Sıvıyı anladım da, beyaz nedir?” dedi. “Kuğu kuşunun rengidir” karşılığını verince, o tekrar: “Kuşu anladım ama kuğu nedir?” dedi. Ben de: “Canım hani göllerde yüzen eğri boyunlu kuş var ya!” dedim. Bu defa dostum: “Boyunu anladım da eğri nedir?” dedi. Bunun üzerine arkadaşımın elini tuttum ve omzundan itibaren, bükülmüş dirseğimin üzerinden geçirerek: “İşte eğri budur!” dediğimde: “Haa, sütün ne olduğunu şimdi anladım!” cevabını verdi… İşte ben izafiyet nazariyesini izah edersem, siz de onu ancak, gözleri hiç görmeyen arkadaşımın sütü anladığı kadar anlayabilirsiniz!

     

    Biz de, ulu bir çınar gibi, fikir ve edebiyat ikliminde kök salmış; dal dal çiçek açmış, cins cins meyve vermiş, “asrın dilini yakalayıp, kurmuş,” bu çok yönlü sanat ve edebiyat adamını anlatırken, okyanustan bir damla alıp “işte derya!” demek durumundayız… Bilhassa, üstad’ı özümseyerek okumamış olanlara, onu anlatmaya kalkarsak, Einstein’la aynı noktaya varacağımız da muhakkak!

     

    Her milletin en büyük şairi merak edilir. Andre Gide’ye, Fransa’nın en büyük şairini sormuşlar. Şöyle cevap vermiş: “Maalesef Victor Hugo!” İngiliz münekkit Mathew Arnold’un cevabı ise tek kelimeden ibaret: “Shakespeare!” Aynı soru bizdeki edebiyatçılara da sorulsa alacakları cevap, herhalde, “Ne bahtiyârlık ki, Necip Fazıl!” olacaktır.

     

    Üstad Necip Fazıl, yalnız şiirde karar kılıp, edebiyatın diğer dallarında eser vermeseydi, yine de büyüklüğünden bir şey kaybetmezdi. “Kaldırımlar Şairi”nin yakın arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar onun dehasından ilk bahseden yazarlardan biri:

     

    “Birkaç defa düşündüm; her hayat davetinin önünde, yelesi taze ve keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir küheylan gibi, burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, kendini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı, acaba ne olurdu? Belki zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de ve daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli… Bazı insanlar, ara sıra ayaklarını imkansızın denizinde yıkadıkları içindir ki, zaman zaman başları bulutlarla çarpışır!”

     

    Ne yazık ki aynı Tanpınar, kendi ifadesiyle “mistik bir cezbe” içersine giren,

     

    “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;

     

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik- çomakmış.”

     

    diyen Kaldırımlar Şairi’ni yalnızlığa terk edecektir. Yalnız Tanpınar mı? Ahmet Kutsi Tecer, Peyami Safa… Bâbıâli sessizliğe gömülür… Mezar taşı gibi bir sükût!

     

    Bazı yazarlar kendi zamanlarında ıslıklanır, bazıları da en iyi kendi dönemlerinde anlaşılır. Necip Fazıl, ikinci bahtiyarlardan olduğu halde, birincilerin bahtsızlığına mahkum edilmek istenmiştir.Sebep: Yepyeni, ufuklara yelken açması:

     

    “Sırtımda taşınmaz yükü göklerin;

     

    Herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem!

     

    İsterseniz hayat aşını verin;

     

    Sayılı nimetler bal olsa yemem!”

     

    Onun dehasından söz edenler, bu manzara karşısında susar, fakat, “bu sesi etkisini” de bir türlü üzerlerinden atamazlar.

     

    Necip Fazıl, “şiirin dar nizamından” çıktığı zamanlarda da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiği gibi “köksüzlük ve delilik ihtimali” bir tarafa, tiyatro, biyografi, hatıra, din, tarih, konferans ve denemeleriyle edebiyatımıza şaheserler kazandırdı.

     

    Üstad, bir orkestra şefi; edebiyatın bütün nev’ileri onun önünde bir nota defteri… Elini attığı hiçbir edebiyat nev’i yoktur ki onu, “İslam’ın ebedi nefesiyle ve güzelliğin solmaz rengiyle diriltmesin, boyatmasın.”

     

    Edebiyatımızda, “şiir felsefesi” denilebilecek “poetika”ya sahip tek şair yine Necip Fazıl… Türk şiirine yenilik üstüne yenilik getiren Şair,

     

    “Her dem yeni doğarız,

     

    Bizden kim usanası”

     

    diyen Yunus misali, “tekrar”ı, eski libaslar gibi üzerinden çıkarıp atmış, yepyeni bir ses ve üslûpla eşsiz güzellikte eserler vücuda getirmiştir.

     

    Üstad, her kesimden insanı etkilemiş, bu etki de uzun süreli olmuştur. Bu millet onu, bir sanat ve fikir adamına nasip olmayacak ölçüde sahiplenmiş, benimsemiştir. Bunda iki önemli faktör rol oynamıştır; sanatı ve imanı… Şüphesiz ki onun, sağlam bir inancı, muhkem bir sanat kumaşı vardı… Kendini İslam’ın hizmetine adamış, bir “vakıf” insandı… Hiçbir zaman maddiyat endişesi taşımadı, menfaat peşinde koşmadı, yoksa önüne servetler konulduğu zaman fırsatları tepmezdi. O, “hakikat ve güzelliğin,” hep nehir gibi akmasını ve hiç kurumamasını isteyen bir çileli, bir hamurkârdı:

     

    “Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı!

     

    Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı.”

     

    Şiire ve sanata büyük önem veren Hz. Ömer, Gatefan’dan yanına gelen Herim b. Sinan b. Ebi Harise el-Murri’nin oğluna, Zuheyr b. Ebi Sulma’nın kendileri hakkında söylediği şiirleri okumasını istemiş, şiirleri kendisine okuyunca ona şöyle demişti: “O sizin için şiirler söyler, siz de ona ihsanda bulunurdunuz. Ancak, sizin ona verdikleriniz gitti, onun size verdikleri kaldı.”

     

    Şairler Sultanı da, “Söylenmedik cümlenin hasreti dudağında,” kalmaksızın pîr olduğu demde “hasret diyarına” gitti… Bâkî’nin dediği gibi:

     

    “Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım.”

     

    Ardında kütüphanelik eser, yaralı yürekler bırakarak gitti… O gönüllerde daima yaşayacaktır…

     

    “Ustada kalırsa bu öksüz yapı

     

    Onu sürdürmeyen çırak utansın!”

     

    BİR YAĞMUR… BİR ÇAMUR!

     

    Radikal Gazetesinin kitap ekinde Bedirhan Toprak imzalı (Allah büyük… kürek kısa! Ocak 2005) bir yazı çıktı… Üstad’ın doğumunun 100. yılı anısına Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden basılan “Çile” kitabını, güya, tanıtmak için kaleme alınmış, husumet ve ufunet kokan bir yazı…Yazıda, Necip Fazıl’ın şiirini “yetersiz bir dille ilettiği!” şair olamadığı, kendini veli ve nebilerin üstünde gördüğü, “kafiye olamadığı için redifle yetinen şiirler yazdığı” gibi, saçma ve gülünç iddialar… Yazının tek orijinal tarafı sığ bilgi ve cümle yanlışları. Karadenizli Temel’in: “Allah büyük ama, kayık ufak!” nüktesini andıran bu yazıyı belli ki bir muziplik olsun diye yazmış(!).

     

    Şiirin Everest’inden seslenen Üstad’ın sesini bütün heybetine rağman, eteklerdeki sağırlar elbette işitemeyecekti… Dolayısıyla, şiiri ve şairini anlayamayan Bedirhan Toprak gibiler, onu böyle cılız ifadelerle yermeye çalışıp, ibretlik hallere düşecekti. İnsanın hırsı, aklının önüne geçmeye görsün…

     

    Adamın biri, bir şeyler bildiğini ima ederek, biraz da huzurda bulunanlara hava olsun diye: ”Hocam!” demiş. Hani bir peygamber vardı ya! Onu, amcaları kaçırıp, havuza atmışlardı. Sonra onu, oradan, eşkıyalar alıp götürmüştü… O, Musa Peygamber miydi? Hoca şöyle bir düşünmüş… “Yahu (demiş), ben bunun neresini düzelteyim! Bir kere o, Musa değil, Yusuf Peygamberdi. Ona, amcaları değil; kardeşleri tuzak kurmuştu. Sonra onu havuza değil kuyuya atmışlardı. Onu, eşkıyalar değil; oradan geçen bir kervan bulmuş ve alıp götürmüştü…”

     

    Bedirhan Toprak’ın yazısını okurken, bir anda bu fıkra geldi aklıma… Neresini düzeltelim? “Kem âlet ile kemâlat olmaz!” demişler. Üstad ve eserleri güneş gibi ortadayken, sayın Bedirhan Toprak, önüne kat kat engel koyarak, güneşi görmemeye çalışmakta, kendine gölge yapmaktadır. Dolayısıyla karanlık bir iklimden bunları söylemesine de şaşmamak gerekiyor. Üstad’ın yurt dışında olduğu bir sırada, ardından atıp tutan birisini ona haber verirler. Üstad: “Ne yani der, ucuna sivrisinek kondu diye 35’lik topu ateşleyemem!”

     

    Ahmet TAŞ

     

    İnkişaf Dergisi Sayı: 3

     

    Kaynak: http://inkisaf.net/sayi-03/asirlik-bir-cinar.aspx


  17. BABA NASİHATI

     

    Evliya Çelebi, 1640 yılında babasından habersiz Bursa'ya gider. Eve dönüşünde babası, ona birtakım öğütler verir. Bu parça "Seyahatname"den alınmıştır:

     

    O gün, üzüntü içindeki evimize varıp babam ile annemin mübarek ellerinden öptüm, huzurlarında el bağlayıp durduğumda aziz babam :

    -"Safa geldin, Bursa seyyahı! Safa geldin," dedi.

    Halbuki ne tarafa gittiğimden kimsenin haberi yoktu. Babama :

    -"Sultanım, hakirin Bursa'da olduğunu nereden bildiniz?" dedim.

    Buyurdular ki :

     

    -"Sen, 1050 Muharrem'inin (Mayis 1640) Aşuresinde kaybolduğun mübarek gecede dua okudum. O gece rüyamda seni gördüm : Bursa'da Emir Sultan Hazretlerini ziyaretle seyahat rica edip ağlıyordun. O gece benden nice evliyalar rica edip seyahate gitmen için izin talep ettiler. Ben dahi o gece cümlenin rızasıyla sana izin verdim." "Gel imdi oğul! Bundan sonra sana seyahat göründü. Allah mübarek eyleye! Ama sana bir nasihatim var." Diye elimden yapışıp huzurunda diz çöktürdü, sağ eliyle sol kulağıma sıkıca yapışıp şu nasihatte bulundu :

    -"Oğul!..

     

    İyi adını keme takma ve keme arkadaş olma, zararını çekersin. İleri yürü, geri kalma, alay bozma.Piyano keman çalma.Tarla basma. Dost malına göz dikme. Koymadığın yere el uzatma. İki kişi söyleşirken dinleme. Ekmekle tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere varma. Sır sakla. Bir mecliste dinlediğin sözleri sakla. Evden eve söz taşıma. Kimseyi kınama, çekiştirme. Haluk ol. Herkesle iyi geçin. Kimseye dil uzatma. Senden uluların önünden gitme. İhtiyarlara hürmet et. Daima temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere karşı perhizkar ol. Arkadaşlık ettiğin vezirlere, vükelaya, ayana ve kibarlara varıp, her an, dünya için bir şey ricasında olma ki, senden nefret etmesinler, sana soğuk davranmasınlar. Eline giren malı israf etme. Kanaatle geçin. Sağlık ve hastalıkta lazım olur. Dünyalık akçayı yiyecek, içecek için muhafaza edip namerde muhtaç olma. Çünkü "Düşmana kalırsa kalsın, dosta muhtaç olma tek." demişler.

    Cümle ziyaretgahları ve her diyarın konak yerlerinden olan çöl ve ovaları, yüksek dağları, ağaçları ve acayip kayaları, ibretle seyredilecek eserlerini, kalelerini, ulularını yazarak "Seyahatname" namıyla bir tomar telif eyle. Sonun ve akıbetin hayrola, öğütlerimi kulağına küpe yap," deyip enseme pehlivanca bir sille vurdu, kulağımı burup "Yürü, akıbetin hayrola!" dedi.


  18. Imam Rabbaniden Hayat Dersleri

     

    Asıl ismi Ahmed Faruk-u Serhendî olan İmam-ı Rabbani Hazretlerin Hz. Ömer'in (r.a.) neslinden gelmektedir. 1563'de Hindistan'ın Serhend şehrinde dünyaya gelmiş ve aynı yerde 1624 tarihinde vefat etmiştir.

     

    İmam-ı Rabbânî'nin zamanında Hindistan'da çok geniş fikrî çalkantılar vardı. Halkı İslâmdan uzaklaştırmaya ve İslâmı tanınmaz hale getirmeye çalışan yönetime karşı İmam-ı Rabbani Hazretleri çok geniş bir hizmet halkası oluşturur. Yetiştirdiği talebelerle, daha sonra hem bu talebelerine, hem de nüfuzlu kişilere yazdığı mektuplarla İslâmı müdafaaya çalıştı.

     

    İmam-ı Rabbani müceddiddir. Yani Hicri ikinci bin yılın din yenileyicisidir. Dine sokulmaya çalışılan hurafe, bid'at ve batıl inançları reddedip, dinin aslını muhafazaya çalışmış ve o devir insanının ihtiyacı olan dinî meselelerde yeni bir takdim şekli oluşturmuştur. Hizmeti sadece kıta Hindistan'ına bağlı kalmamış, zamanla dünyanın her tarafına kök budak salmıştır.

     

    İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fikir, izah ve hizmet esasları bütünüyle mektuplarında mevcuttur. Aslı Farsça olarak üç cilt halinde tertip edilen, 847 mektup, 1670 sayfadan oluşan ve daha sonra Arapça ve Türkçeye da tercüme edilen Mektubat, asıl itibariyle yazıldığı devre ışık tutmakla birlikte, bizlerin de bu eserden öğreneceğimiz pek çok şey vardır.

     

    Mektubat Türk okuyucusuna yabancı değildir. Özellikle Nakşı tarikatına mensup bazı hizmet grupları tarafından kaynak kitap olarak kabul edilmesinin de tanınmasında büyük payı vardır.

     

    Mektubat'ta yer alan mektupların büyük bir kısmı kendi talebelerine yönelik olduğundan "Ey oğul!" şeklinde hitapları bulunmaktadır. Biz daha çok bu şekildeki hitapların bulunduğu paragraflardan seçmeler yaptık. Merhum Abdülkadir Akçiçek'in tercümesi aslına çok yakın bir şekilde tercüme edildiğinden bu kitaptan istifade ettik.

     

     

     

    Dünya bir seraptır

    Ey oğul!

     

    Bu dünya imtihan yeridir. Onun yüzü yaldızla ve çeşitli yüzlerle süslenmiştir. Sureti nakışlıdır. Çirkin bir kadın gibi kaşı çekilmiş, yanakları boyanmış. İlk bakışta tatlı gelir, göze tazelik ve canlılık hayali verir; lâkin gerçekte o üzerine koku sürülmüş cifeye benzer.

     

    Sineklerin ve kurtların içine dolduğu bir çöplük gibidir. Su gibi görünür, o bir seraptır, Şeker suretinde zehirdir. İçi harap ve çok kötüdür. Bu süsü ve hayasızlığı ile söylenenlerin ve anlatılanların hepsinden şerlidir.

     

    Onun aşıkı sefih ve büyülüdür. Fitneye düşmüş, çıldırmış ve aldatılmıştır. Kim onun görünüşüne aldanırsa ebedi kayıp zehiri ile zehirlenmiştir. Kim onun tazeliğine ve tadına bakarsa sonsuzluğa kadar pişmanlık duyar.

     

    Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

     

    "Dünya ve âhiret iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri darılır."

     

     

     

    Dünya nedir?

     

    Ey oğul!

     

    Dünya nedir, bilir misin? Kadın, çocuk, mal, makam, reislik, oyun, oyuncak, lüzumsuz işlerle uğraşmak...

     

    Bütün bu sayılanlardan hangisi seni alıp Allah'tan başka şeylerle oyalayıp perdelerse, o dünyaya dahildir.

     

     

     

    Gençlik tövbesi

     

    Ey oğul!

     

    Cenab-ı Hak sonsuz inayetinden sana nasip verdi. Bilhassa gençlik çağında sana tevbe nasip etti. Şimdi bilmiyorum, o tevbede sebatlı mısın? Yoksa çeşitli muzahrefat ile şeytan seni azdırdı mı?

     

    Tevbe üzerinde durup devam ettirmek zor görülebilir, zira çağ gençlik çağıdır. Dünya malına gelince, elde etme sebepleri çok ve kolaydır, bu manada arkadaşlarının çoğu da uygunsuzdur.

     

     

     

    Sana tefekkür lazım

     

    Ey oğul!

     

    Önemle üzerinde duracağın iş, mübah şeylerin zaruri olan miktarı ile yetinmektir. Bu zaruri miktar da ibadetlerde kuvvet bulmak niyetiyle alınmalıdır.

     

    Yenen yemekten maksat, ibadetin yerine getirilmesi için kuvvet kazanılması olmalıdır. Elbise giymekten maksat, avret yerini örtmek, sıcaktan ve soğuktan korumaktır. Bu ölçüyü diğer zaruri mubah işlerde de devam ettirmelidir.

     

    Sana tefekkür lâzım. Kalbe dayalı işleri yapmak gerek. Aksi halde yarın ziyandan ve pişmanlıktan başka bir şey elde edilmez.

     

     

     

    Gençlik büyük fırsattır

     

    Ey oğul!

     

    İbadete yönelme vakti gençliktir. Akıllı olan bu vakti kaçırmaz, fırsatı ganimet bilir. Zira iş önemlidir. İnsan yaşlılık zamanına kalmayabilir. Kaldığını farz edelim, derlenip toparlanmak nasip olmaz. Böyle bir derlenip toparlanmanın mümkün olduğunu farz edelim, bir amel işlemeye güç yetiremez. Zira o zaman, zaafın ve aczin bastırdığı zamandır. Halbuki şu anda derlenip toparlanma durumu vardır, elde eldilmesi kolaydır.

     

    Hele anne-babanın hayatta olmaları Yüce Hakkın nimetlerinden biridir. Senin geçimini onlar üzerine almıştır. İşte bu mevsim fırsat mevsimidir. Güç ve kuvvetinin yettiği mevsimdir. Bugünün işini yarına bırakmak için şu andaki durum nasıl bir özür olabilir? Ertelemeye ne gerek var? Resulullah (a.s.m.) bu manada şöyle buyurmuştur: "İşi erteleyen helak olur."

     

    Evet, bugün ahirete ait işlerle bir meşguliyet varsa, bu düşük dünyanın işini yarına bırakmak cidden güzel olur, tam bunun aksi ise pek çirkin bir şey olur.

     

    Şu zaman gençlik zamanıdır. Nefsin, şeytanın ve din düşmanlarının istilası zamanıdır. Bu zamanda yapılan az amele biçilen itibar, bu vakitlerden başka zamanlarda yapılan amellere biçilmez.

     

     

     

    Allah'ın emir ve yasaklarına uymalı

     

    Ey oğul!

     

    Varlıkların özü olan insanın yaratılmasındaki gaye, oyun ve oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasındaki gaye, kulluk vazifelerini yerine getirmek, devamlı bir şekilde Allah'a iltica ve niyazda bulunmaktır.

     

    Dinin anlattığı ibadetlere gelince, bunların edasından gaye, kulların faydası ve onların yararıdır. Bunlardan hiçbiri Cenab-ı Hakkın yararına değildir, çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur.

     

    Durum böyle olunca, onların edası memnuniyete sebep olmalıdır. Bu emirlerin yerine getirilmesi ve yasaklardan kaçınmak için koşmalı, çabalamalıdır.

     

    Cenab-ı Hak sonsuz zenginliği ile kullarına emir ve yasaklar yolundan ikramlar eylemiştir. Bu durumda bize düşen, tam manasıyla bu nimetlere şükretmektir. Memnuniyetin en üstün derecesi ile emir ve yasaklardan ne varsa hepsinin yerine getirilmesi için çaba harcamaktır.

     

     

     

    Doğru haberci ile yalancının farkı

     

    Ey oğul!

     

    Yalan söylediği defalarca denenemiş olan bir kimse, "Bu gece düşman hücum edecek" diye bir haber verecek olsa, bu haber üzerine o beldenin ileri gelenleri derhal savunma tedbirleri alır. Bu haberi veren kimsenin yalancı olduğunu bildikleri halde o belanın giderilmesi için çareler ararlar. Çünkü tehlike ihtimaline karşı dikkatli olmak lazımdır.

     

    Halbuki, doğru haber veren Resulullah (a.s.m.) bütünüyle âhireti haber vermiştir. Durum böyle iken bu haberden kimse müteessir olmamaktadır. Eğer müteessir olsalardı, ondan korunma çareleri ararlardı. Kaldı ki, Resulullah Efendimiz ondan korunma çarelerini de göstermiştir.

     

    O nasıl bir imandır ki, doğru haberciye yalan haberci kadar itibar etmiyor.

     

     

    Mal ve mülk Allah'ındır

     

    Ey oğul!

     

    Nefis kendi özünde cimridir. İlâhi emirleri yerine getirmekten kaçar. Bunun için devamlı yumuşak konuşmalıdır. Yoksa mal ve mülk bütünüyle Allah'ındır.

     

    Kula asıl layık olan zekâtı tam bir memnuniyetle vermektir. Yoksa nefsin arzularına uyarak ibadetin edasında tembellik edip ağırdan almak yakışmaz.

     

     

     

    Fetvayı âhiret âlimlerinden almalı

     

    Ey oğul!

     

    Dini hükümleri, fetvaları âhiret ulemasından sorup öğrenmek gerektir. Zira onların sözlerinde tesir vardır. Belki onlara sorulduğu için nefeslerinin bereketi ile amelde başarı hasıl olur.

     

    İlmi kendilerine makam vesilesi yapan dünya alimlerinden kaçınmak gerekir.

     

    Dünya adamlarıyla bizim ne işimiz var? Onlarla aramızda ne gibi bir münasebet olur ki, onların hayrı ve şerri üzerinde söz edelim.

     

     

    Tavşan uykusu ne zamana kadar sürecek?

     

    Ey oğul!

     

    Hayatının en güzel zamanlan heva ve heveste geçti. Allah düşmanlarının rızasını kazanma yolunda geçip gitti. Şimdi ömrünün sonu kaldı. Bugün de bunu Hakkın rızası istikametinde harcamazsak, o en güzel ömrün yerini doldurma işinde bir tedarik görmezsek, isterse pek az olsun, çekeceğimiz zahmeti ebedi rahata vesile bilmezsek, az sevap işlemek suretiyle çok günahlarımıza kefaret ettirmezsek, yarın hangi yüzle Allah'ın katına varacağız? Hangi çareye başvuracağız?

     

    Bu tavşan uykusu ne zamana kadar sürecek? Bu gaflet pamuğu ne zamana kadar kulakta kalacak? Yakında basiret gözünden gaflet kalkacak, hiç şüphe edilmesin kulaktan bu gaflet pamuğu da gidecek, lâkin o zaman ne faydası olur? O zaman hasret ve pişmanlıktan başka bir şey olmayacak.

     

    Ölüm gelmeden önce amel işlemeye bak. Kabrinde yaslanacağın bir şey hazırlamalısın. Öncelikle itikadını düzeltmelisin. Sonra dini yönden zaruri bilgileri öğrenmelisin. Fıkıh kitaplarının açıkladığı şeyleri bilmeli ve amel etmelisin.

     

     

     

    Zikir gafletin kovulmasıdır

     

    Ey oğul!

     

    Fırsat ganimettir. Sağlık ve boş zaman ise iki ganimettir. Vakitlerini devamlı olarak Allah'ın zikrine harcamak gerekir. Hangi amel olursa olsun, dinin emri istikametinde ise o zikre dahildir, isterse alış veriş olsun.

     

    Bütün hal ve hareketlerde dinin hükümlerine riayet etmek gerektir. Ta ki onların hepsi zikir ola... Zikir gafletin kovulmasından ibarettir. Bütün işlerde emir ve yasaklara riayet edilirse, emirleri veren yasakları bildiren Zata karşı gaflet esaretinden kurtuluş nasip olur. O Yüce Hakkın da devamlı zikri hasıl olur.

     

     

     

    Hayat şeriat üzere olmalıdır

     

    Ey oğul!

     

    Düşük dünya süslerine aldanmaktan sakın. Bu fani saltanata kanmamaya dikkat et. Bütün hal ve hareketlerinde şeriata göre amel et. Hayat, temiz şeriat üzere olmalıdır.

     

    Ehl-i Sünnet ve'1-cemaat âlimlerinin görüşlerine göre öncelikle itikadı düzeltmek gerekir. Bundan sonra himmet dizginlerini amele faydalı fıkıh hükümlerini yerine getirmeye sarfetmelidir.

     

    Farzların edasınde önemle durulmalıdır. Helal ve haram işlerinde dikkatli hareket etmelidir. Farzların yanında nafile ibadetlerin durumu yolda bırakılmış ve itibardan düşmüş gibidir. Halbuki bu zamanda insanların pek çoğu nafile ibadetlere önem verip farzları harap bırakmaktadır. Nafile ibadetlere önem verip farzları da düşük ve itibarsız saymaktadırlar.

     

     

     

    İlim, amel, ihlas lâzım

     

    Ey oğul!

     

    Bilmiş ol ki, ebedî kurtuluşun kolaylaşması için insana şu üç şey mutlaka lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.

     

    İlim iki kısımdır: Birinci kısım, amel olup bunun izahını fıkıh üzerine almıştır.

     

    İkinci kısım, bundan maksat mücerred itikat ve kalbi yakindir. Bunun tafsilatı kelâm ilmi üzerine yazılan kitaplarda vardır. Haliyle Ehl-i Sünnet ve'1-cemaatin görüşüne göre... Şöyle ki: Bunlar fırka-i naciye olup, bunlara tabi olmadan hiç kimse için kurtuluş ümidi yoktur. Bunlara kıl kadar muhalefet olsa, iş tehlikeye girer, hem de ne tehlike!

     

     

     

    Kul hakkını dünyada iken öde

     

    Ey oğul!

     

    Tam manasıyla kul hakkının ödenmesi cihetine gidilmelidir. Bu yolda tam bir gayret gösterilmelidir. Ta ki, üzerinde hiç kimsenin hakkı kalmaya. Çünkü bu dünyada hak ödemek kolaydır, yumuşaklıkla, tatlı dille helallik dilemek mümkündür; ama âhirette iş zordur. Orada çare bulmak mümkün değildir.

     

     

     

    Nefsin sevdasına kapılma

     

    Ey oğul!

     

    Nefis, makam ve baş olmak sevdası üzerine yaratılmıştır. Bütün gayreti, akranı üzerine üstün gelmektir.

     

    Bütün arzusu yaratılmışların hepsi kendisine muhtaç, emrine ve nehyine boyun eğmiş olmaktır. Kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmasını istemediği gibi, hiç kimsenin hükmü altına da girmek istemez.

     

    Bütün bunlar ondan gelen uluhiyet davasıdır. Benzeri olmayan Yüce Yaratıcı ile ortaklık davasına girer. Mutlu olmaktan yana pek uzaktır.

     

    Hatta ortaklığa bile razı olmaz. Yalnız kendisinin hâkim olmasını ister, başkasını istemez. Herşeyi hükmü altında görmek ister. Bir kudsî hadiste şöyle buyurulur:

     

    "Nefsine düşman ol, çünkü o Bana düşmanlığa saplandı."

     

    Makam, reislik, yükselmek, büyüklenme hususunda nefsin isteklerini vermek suretiyle nefsi terbiyeye kalkışmak ona yardım olur ki, hakikatte Yüce Allah'a düşmanlıktır. Onu takviye etmek dahi bu mânâyadır. Bu işin çirkinliği ciddi bir şekilde idrak edilmelidir.

     

    Bir kudsî hadiste'Allah Teâlâ şöyle buyuru:

     

    "Kibriya ridamdır, azamet izarımdır. Bir kimse bunlardan birisi ile benimle nizaya tutuşmak isterse, onu ateşime atarım, haline hiç bakmam."

     

    Peygamberlerin gönderilmesinin hikmeti, nefs-i emmareyi âciz bırakıp onun yapısını tahrip etmektir. Dinî emirler nefsi arzuları kaldırmak için gelmiştir. Ne kadar dinî emir işlenirse, o kadar nefsanî arzu zail olur.

     

    Dinî hükümlerin birini yerine getirmek nefsanî arzuların izalesi için bin senelik riyazetten ve bu uğurda mücahededen daha faziletlidir.

     

    Bu riyazet ve mücahede şeriat gereğince olmayınca nefsin arzusunu takviye ve teyit eder. Brahmanlar ve Hindular riyazet ve mücahedede hiçbir kusur işlemezler, fakat şeriat dairesinde yapmadıkları için kendilerine hiçbir faydası olmaz.

     

    Meselâ bir kimse dinin emrettiği zekât niyetiyle bir dinar verse, nefisten gelen bir arzu ile nefsin tahribi yolunda bin dinar harcamasından daha faydalıdır.

     

    Ramazan Bayramında şeriatın emrine uymak maksadıyla oruç tutmayıp yemek, bir kimsenin kendiliğinden tuttuğu bin senelik oruçtan hayırlıdır.

     

    Sabah namazının iki rekât farzını cemaatle kılmak sabah namazını cemaatle kılmayı bırakıp geceyi sabaha kadar ibadetle geçirmekten çok faziletlidir.

     

    Hâsılı; nefsin, başkanlık, üstünlük, yükseklik taslamak hususundaki boş kuruntulann pisliklerinden kurtulmadıkça kurtuluş mümkün değildir. Ondanki bu hastalığın izalesi zaruridir. Tâ ki, ebedi ölümle yüz yüze gelmeye...

     

    İslam Büyüklerinden GENÇLİĞE SESLENİŞ | Mehmed PAKSU

×
×
  • Create New...