Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. "Allah" Lafzı Celalindeki Mucize

     

    Arap dili ve edebiyatı üzerine araştırma yapan İspanyol asıllı Hıristiyan bir öğrenci “Allah” lafzı üzerine yaptığı bir araştırmada çok çarpıcı sonuçlara ulaştı.

     

    Leyla Ebumellal / TİMETURK

     

    Ürdün’ün Yermuk Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrencisi olan İspanyol bir genç kız, “Allah” lafzının ses mahreci ve dilsel yönü üzerinden yaptığı tez çalışmasında çok çarpıcı sonuçlara ulaştı. İspanyol kız, “Allah” lafzının bir mucize olduğunu söyledi.

     

    İspanyol bir Hıristiyan olmasına karşın fasih Arapça konuşabilen Helen şöyle dedi; “Arapça’da okuduğum en güzel isim ‘Allah’ lafzıdır”. Sadece O’nun (subhanehu ve teala) isminin insan diliyle söylenmesinde eşsiz bir nağme var. Çünkü isminin harflerinin oluşumu diğer isimlerin hepsinden farklı. Söylenişi dudaklardan değil karından gelerek tüm bedene titreşim yaymaktadır. “Allah” lafzı, noktalardan yoksun olması nedeniyle dudaklardan çıkmaz.”

     

    Bölüm hocasını açıklama ve analiziyle aciz bırakan İspanyol öğrenci şöyle devam etti; “Allah lafzı, isminin mucizelerinden biridir. Harfleri ne kadar eksilirse eksilsin isim herhangi bir değişikliğe uğramadan olduğu gibi kalır. Bilindiği gibi “Allah” lafzının son harfi damme hareketiyle şekillendirilmektedir (Allahu/ اللهُ)”.

     

    Hıristiyan öğrenci açıklamalarını şu şekilde tamamladı; “Eğer isimden ilk harfi yani elifi kaldırırsak lillahi olur. Aynen şu ayeti kerimedeki gibi: ‘ve lillahi-l esmau’l hüsna fed’uhu biha / 'ولله الأسماء الحسنى فادعوه بها'’ (En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. A’raf, 180). İlk elif ve lamı silersek lehu kalır. Allahu Teala’nın şu ayeti kerimesindeki gibi bu şekilde de ayet hala kendisine işaret etmeye devam etmektedir: ‘lehu ma fis-semavati vel-ard / 'له ما في السموات والأرض'’ (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Nisa Suresi, 132). Elif ile birlikte ilk ve ikinci lamı kaldırdığımızda damme harekeli he kalmış olur. Buna karşın hala O’na (Subhanehu ve Teala) işaret edilmektedir. Şu ayeti kerimede olduğu gibi; ‘hu-vellezi la ilahe illa hu / 'هو الذي لا اله إلا هو'’ (O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur. (Haşr Suresi, 22). İlk lam kaldırılırsa da ilah olarak kalmaktadır ki ‘Allahu la ilahe illa hu / 'الله لا إله إلا هو'’ (Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Bakara Suresi, 255) ayeti kerimesinde de ilah kelimesinin O’na döndüğü açıkça görülmektedir”. Bu yaratıcının isminde dahi yüceliğinin delillerinden biridir. Zira bu sözler Arap olmayan ve Hıristiyan birinin dilinden gelmiştir.

     

    Kaynak: http://www.timeturk.com/allah-lafzi-celali...913-haberi.html


  2. Nurşen ALDI / TİMETÜRK

     

    Erol Üyepazarcı, yoğun çalışmalarının sonunda iki ciltlik bir yapıt koydu ortaya: Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Polisiyenin Türkiye'deki 125 yıllık serüvenini inceleyen tuğla gibi çalışma, sadece polisiye meraklılarına değil, tüm edebiyat okurlarına sesleniyor. Erol Üyepazarcı, polisiye romanlarla ilgili keşiflerini sürdürüyor. Son olarak Necip Fazıl Kısakürek’in Meş’um Yakut kitabını merkeze alan güzel bir yazı kaleme aldı.

     

    Yazın dünyamızda son yıllarda bir önyargının polisiye romana karşı takınılan olumsuz tavrın sessizce kırılmaya başladığına tanık oluyoruz. Belki de yeryüzünde en yaygın olarak Türkiye'de kullanılan 'Ben polisiye roman okumam' cümlesi artık daha az kullanılmaya başlanıyor. Bu kireçli önyargının kırılmasında, polisiye kaleme alan yazarlarla ve iflah olmaz polisiye tutkunlarının çabalarını da göz ardı etmemek gerekir. Erol Üyepazarcı işte bu iflah olmaz polisiye tutkunlarından biridir. Üyepazarcı, polisiye romanın dünyadaki ve Türkiye’deki tarihini ve gelişimini derinden bilen titiz bir edebiyat tarihçisi ve araştırmacısıdır. Bu satırları yazmamın nedeni Onun bu konudaki birikimini neredeyse çeyrek yüzyıl yıldır üzerinde çalıştığı Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! adlı dev yapıtı ortaya koyar.İki ciltlik bu yapıt, hem 1150 sayfalık niceliksel boyutuyla, hem de polisiye romanın Türkiye’deki 125 yıllık tarihini en ince ayrıntısına kadar sunuşuyla bu nitelemeyi sonuna kadar hak ediyor.Özellikle ikinci ciltte, Türkiye'de yayımlanmış çeviri metinlerden de yola çıkarak bu türün dünyadaki tarihini ve gelişimini de büyük bir titizlikle anlatıyor.

     

     

     

    Necip Fazıl’ı nasıl atladı?

     

    Polisiye romanın Türkçedeki seyrini bu kadar bilmesine karşın onunda atladığı nadir de olsa eserler olabileceğini Virgül dergisinde yayımladığı bir yazıyla ortaya koydu Erol Üyepazarcı: “Polisiye romana ve bu türün ülkemizdeki öyküsüne meraklı olanlar, bu satırların yazarının yıllardır bu konu ile uğraştığını ve geçtiğimiz yıl Korkmayımz Mister Sherlock Holmes! isimli, -sahaf tabiriyle- tuğla gibi iki ciltlik bir kitap yayınladığını bilirler. Bu kitap için neredeyse yirmi yıldır belge ve bilgi topladığını kitabının önsözünde anlatmıştır. Ancak konu o kadar bakirdir ki, her gün yeni bir gelişmeye tanık olmak mümkündür. Polisiye roman sevdalısı genç dostu Oğuz Eren, bir internet sitesinde Necip Fazıl Kısakürek'in kaleme aldığı iddia edilen bir polisiye roman satıldığını söyleyince heyecanlanmış, ama şaşırmamıştır. Peya-mi Safa'dan Nâzım Hikmet'e, Aziz Ne-sin'den Kemal Tahir'e, Peride Celal'den Hüseyin Rahmi Gürpınar'a, Halide Edip Adıvar'dan Cevat Fehmi Başkut'a, Esat Mahmut Karakurt'tan Refik Halit Karay'a, pek çok ünlü yazarın polisiye roman yazdığını bildiğinden, bu ünlüler kervanına Necip Fazıl'ın da katılması onun için şaşırtıcı değil ama yine de ilginç bir olaydır. Ancak bu olayı ortaya çıkaranın kendi olmamasına da bir hayli kızmıştır. Çünkü Necip Fazıl'ın böyle bir kitap yazdığını, kaynaklarını iyi incelemediğinden atladığını fark etmiştir.

     

    Yazarınız Osmanlıca, yani Arap harfli polisiye romanları saptarken asıl kaynak olarak rahmetli Seyfettin Özege'nin, 25.554 kitabı kapsayan beş ciltlik Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Katalogu adlı emsalsiz çalışmasını esas almış ve bu katalogu en az beş kere baştan aşağı gözden geçirmiş ve polis romanı olması muhtemel kitapların listesini yapmıştır. İşte bu eserin üçüncü cildinin 1124. sayfasında Necip Fazıl'ın Meş'um Yakut isimli eseri kayıtlıdır, ama iddialı yazarınız bu kaydı atlamıştır. Ya Necip Fazıl'ın polisiye roman yazmayacağı gibi bir önyargının etkisiyle ya da başka nedenlerle bu yapıtı listesine alma¬mış ve kitabında bu ilginç yapıttan söz etme ve "Bakın Necip Fazıl da polisiye roman yazmış, bu kitaptan kimsenin haberi yoktu, bunu da ben ortaya çıkardım," deyip allamelik etme şansını da kaçırmıştır.”

     

     

     

    Necip Fazıl'ın Meş'um Yakut’u

     

    Meş’um Yakut 1928 yılında, yani Latin harflerine geçildiği yıl, bu değişim olmadan çıkmıştır. Kitabı çıkaran, dönemin ünlü yayınevlerinden Kanaat Kitabevidir; İstanbul'da Amidî Matbaasında basılmış 136 sayfalık bir polisiye romandır.

     

    Necip Fazıl, ikinci kitabı olan Kaldırımlar’ı çıkardığı ve ‘‘Kaldırımlar Şairi’’ olarak ünlendiği 1928’de neden bir polisiye roman yazmış ve yayınlamış,sorusunu Üyepazarcı şöyle yanıtlıyor yazısında: “Bunun izahı, kanımca, o günlerde Peyami Safa ile olan yakınlığına bağlanabilir. İki yazar da o günlerde İstanbul'un iki ünlü bohemidir. İkisi de yirmili yaşlarının son-larındadır. O günlerdeki yaşamlarının öyküsünü arkadaşları Fikret Adil'in kaleme aldığı Asmalımescit 74 adlı anı kitabında ayrıntılarıyla görebiliriz.

     

    Peyami Safa da edebi yaşamının başlangıcında yavaş yavaş ünlenen bir yazardır, ancak bu ün para getirmediğinden, Server Bedi takma adıyla Türk polisiye roman tarihinin en bilinen kahramanı Cingöz Recai'nin maceralarını yazmakta ve okuyucu katında çok tutulan bu öyküleriyle iyi para kazanmaktadır.

     

    Necip Fazıl'm o günlerde bir evi yoktur. Kendisi gibi bekâr olan arkadaşı Peyami Safa'nın evinde kalmaktadır. Yani ikisi de bir anlamda Cingöz Recai sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Bunu Necip Fazıl şu sözleriyle alaya alır:

     

    Bana soruyorlar:

     

    - Nerede yatıp kalkıyorsun?

     

    - Peyami Safa'nın evinde.

     

    - O nerede kalıyor?

     

    - Cingöz Recai'nin evinde!

     

    Kanımızca Necip Fazıl, dostu Peyami Safa'ya özenmiş ve onun gibi iyi para ka¬zanmanın bir yolu olarak polisiye roman yazmayı denemiştir.”

    Kapalı oda muamması türü bir polisiye

     

    Meş’um Yakut’un polisiye roman bakımından ifade ettiği değeri de irdeler Üyepazarcı yazısında. Romanın başlangıcı ve gelişiminin epey nitelikli olduğunu ifade ettikten sonra söz konusu romanın Anglosaksonların closed room mystery dedikleri "kapalı oda muamması" türü bir polisiye roman olduğu hükmüne varır. Bu tip öykülerin gerçekten de kurgusu zor hikâyeler olduğunu ve kolaylıkla mantık dışı gelişmelere de konu olabileceğini belirten Üyepazarcı Necip Fazıl’ın polisiye romanı ile ilgili nihai yargılarını şöyle açıklar: “ İçeri girilmesi ve çıkılması olanaksız bir odada işlenen cinayetin açıklamasını iyi yapamazsanız, inandırıcılığınızdan kaybedersiniz.

     

    İşte Necip Fazıl bu noktada başarısız kalıyor. Okuyucu merakla cinayetin açıklanmasını bekliyor. Remzi Çetinkaya'nın ilk keşiflerini, Münevver'in katil olamayacağını kanıtlamasını heyecanla takip ediyor, ama ondan sonrası tam bir fiyasko. Yazarımızın iddialı olduğu belli. Yazdığı ilk polisiye romanda bu öykülemenin en zor türünde yazmaya soyunmuş, ama maalesef akla uygun çözümler üretemiyor. Hele en sonunda bayatlamış ve irrasyonel bir trük olan, bir insanı manyetize edip ona cinayet işletmeye kadar işi uzatınca, eser iyice çaptan düşüyor. Bir de yangında öldüğü söylenen Saadet Hanım'ın yaşadığı ve eziyetle elinden sahte bir vasiyetname alınmaya çalışıldığı ortaya çıkınca, romanın bütün mantık yapısı çöküyor ve inandırıcılığı tamamen yok oluyor.

     

    Sonuç olarak, Necip Fazıl'ın yazdığı bu tek polisiye romanda başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Özendiği arkadaşı Peyami Safa'nın Cingöz Recai öykülerinde böyle tutarsızlıklara hiç rastlanmaz. Cingöz Recai öykülerinin mantıki kurgusu çok sağlamdır ve okuyucuyu irrasyonel çözümlerle aldatmaz.

     

    Necip Fazıl öykündüğü Server Bedi hikâyelerinin seviyesini tutturamamıştır; kanımızca hatası, kurgusu çok zor olan "kapalı oda muamması" türüyle işe başlamasından gelmektedir. Daha basit bir kurguyu gerektiren başka tür bir öykü kaleme alsaydı daha başarılı olması mümkündü. Yine de romandaki diyaloglar, kahramanların tasvirleri başarılıdır. Suçlunun kim olduğu hakkında okuyucuyu yönlendirmeler de vasatın üstündedir.

     

    Necip Fazıl yazdığı bu polisiye romandan hayatının son demlerine kadar hiç bahsetmemiş, onun yaşamını ayrıntılı olarak tanımlamaya çaba sarf eden hayranları da bu eseri hiç söz konusu etmemişlerdir. Belki de yazarımız yapıtının başarısız olduğunu kabul etmiş ve unutulmasını yeğlemiş olabilir.”

     

    Sözün özü Meş’um Yakut’un başarısız bir polisiye roman olduğunu belirten Üyepazarcı, yine de kitabın Latin harfleriyle baskısı yapılırsa merakla okunabileceğini ekliyor yazısının sonuna.

     

    Kaynak: http://www.timeturk.com/necip-fazil-da-pol...887-haberi.html


  3. Kısakürek ölmeseydi hapse girecekmiş

     

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in en büyük oğlu babasıyla ilgili bilinmeyenleri anlattı.

     

    Annem babamın odasına girdi; 'nedir bu haliniz' dedi. Babam; 'hapse girebilirim' dedi. Annem; 'Girin'. Babam; 'Ama hapiste ölebilirim' dedi, annem de; 'ölün' dedi. 'Böyle bir kitap yüzünden hapse girmeniz bile sizin ebedi kurtuluşunuzdur' diye cevap verdi.

     

    KÜBRA&BÜŞRA İLE İKİDE BİR (Yeni Şafak)

     

    Boşluğu doldurulamayan Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in en büyük oğlu, Mehmet Kısakürek. Büyük Doğu Projesi babasının bıraktığı vasiyetin tecellisi. Son nefesine kadar başucunda olan Mehmet Kısakürek, babası hasta olduğu zamanlarda onun kâtipliğini yapmış. Kendinde var olan derya gibi birikimini oğluna anlatarak aktarmış böylece. Babasına öyle sahip çıkmış ki onun ismini korumak için kendine ait kitap bile yazmamış. Hayran olduğu kişi onun babası. Bir dönem 'Üstad' diye hitap etse de, o da ortak Necip Fazıl'a 'baba' diyor. Evin duvarlarını süsleyen fotoğrafları ve kalan eşyalarıyla özlemle yaşamaya devam ediyor.

     

    1943 yılında doğdunuz, Büyük Doğu aynı senede kuruluyor ve babanızın ilk hapsi aynı döneme denk geliyor. Babanızın size olan düşkünlüğünün küçükken yanınızda olamamasının bir etkisi var mı?

     

    Düşkünlük tabiri yanlış. Çünkü babamın diğer çocuklarıyla da bağı aynı derecede güçlüydü. Ama tabi bu ilk evlât olmanın cilvesi olsa gerek…

     

    Ama cezaevinden sadece size şiir yazdı başka çocuklarına değil…

     

    Hepsine ayrı ayrı şiir mi yazması gerekirdi? Ben orada bir sembolüm. Tabi bir sembol olmamın şerefi tamamen bana ait.

     

    Neyin sembolü?

     

    Babamın kendi fikir dünyasında idealize ettiği gencin... Buradaki yanlış anlaşılma, geçmişte başıma çok dert açmıştır. 'Üstad o şiiri bize yazdı sen bir sembolden ibaretsin' tarzı yazılar yazdılar. "Sembol”cüğün liyakat payını hep görmezden geldiler. Yani; bir evlat olmaktan ötedeki şerefi... Bense hep 'Zindandan Mehmed'e' mektuptaki Mehmet olarak kalmaktan başka bir gayret göstermedim.

     

    Tam olarak nasıl bir gayretti bu?

     

    Adımın başına başka bir sıfat eklemekten kaçındım. Sadece şiirdeki “Mehmed”olarak kalmak istedim. İsimimin başına takılacak olan herhangi bir sıfat bu şerefe ne katar?

    O yüzden mi hiç yazı yazmadınız?

     

    Olabilir. Ama sadece yazmak değil bahsettiğim. Günümüzde geçer birçok sıfat var ya … Yazar, profesör, siyasetçi gibi… Ben hepsinden kaçındım.

     

    Kendinize zorunlu bir otokontrol oluşturdunuz yani...

     

    Bu bende psikolojik bir ukde ve düğümdür. Ama önce babamın anlaşılmasını istiyorum. Bir pasta düşünün, onun kreması pastadan sonra gelir. Benim hatıralarımın ve yazacaklarımın bir garnitürden öteye kıymet taşımayacağını düşünüyorum. En yakın çevremin bile “yaz” demesine rağmen hep gecikiyorum, geciktiriyorum.

     

    Babanıza en yakın hayatına tanıklık etmiş kişi sizsiniz. Hiç mi yazmadınız…

     

    Belki yayınlamak istemiyorum. O konuda da kararsızım. Belki artık zamanı gelmiştir bilmiyorum.

    Siz de vasiyeti yerine getiriyorsunuz…

     

    Evet. Babamın iki vasiyeti var biri herkesin bildiği evlatlarını da içine alan, diğeri ise özel. Büyük Doğu Yayınevi bana veraset yoluyla geçmiş değildir, vefatından on yıl önce babamın talimatıyla benim adıma kurulmuştur. Bu benim için bir vazifedir. Vefatından bir kaç dakika önce: 'Eserlerime dikkat et özellikle şiirlerime. Yoksa hakkımı helal etmem' demişti. Üzerimdeki manevi yükü hayal edebiliyor musunuz?

     

    NECİP FAZIL'IN OĞLU OLMANIN BEDELİNİ ÖDETTİLER

     

    Ölene kadar yanındaydınız. Baba oğul ilişkiniz nasıldı?

     

    Kalbimin içinde hissettim. Ondan ayrı evde de otursam, evinin hemen yanındaki küçük bir kulübede yaşadım. Öyle anlarına tanık oldum ki… Mesela; bir gün çok hastaydı ama gazeteye yazı yetiştirmesi gerekiyordu. Bana bir kağıt kalem alıp, söylediklerini yazmamı söyledi. Yazı bitikten sonra baktı ve bana; 'Üslubumu çok iyi kavramışsın aferin' dedi. O aferin birdenbire son derecede kaliteli ve seviyeli bir noktadan kültür hayatımın başlangıcı oldu. O günden sonra, birçok yazı hatta eser onun beyninden benim kalemime aktı. Bu suretle vücud buldu.

     

    Düşünce adamıyla birlikte olmak… Necip Fazıl'dan size neler geçti?

     

    Çok şey geçti. Tabii ki hacmim kadar. Dahiler vardır. Bir de onların da üstü. Yani, marazi zeka dediğimiz kendine zarar verecek çaptaki zeka… Bu zeka, dünyada çok az insana nasip olmuştur, bunlardan biri de babamdır. Yani o bir deryaysa, ben ondan bir maşrapa kadar birşey almışımdır.

     

    Tevazu mu bu?

     

    Hayır gerçek. Tevazu göstermeyeceğim noktalar da olabilir. Her büyük adamın oğlu da öyle olacak diye bir kural yok. Ama şunu söyleyeyim. Hiç bir cins attan bir eşeğin çıktığı da görülmemiştir.

     

    Bize biraz da Necip Fazıl'ın oğlu olmanın bedellerinden bahsedin…

     

    Bedel kelimesi bana ters geliyor. Bence insanlar bedel ödemezler. İçinde bulundukları toplum durum ve pozisyonlarına göre onlara bir bedel ödetir. Bana çok ödetmiştir. Siz hiç küçücük bir çocuğu, ilkokul yıllarında, karlı bir havada, okulun kara taşlı buz gibi holünde, metal bir büstün gözlerinin içine bakarak, hazır ol duruşunda tam ellibeş dakika bekletmek gibi bir ceza duydunuz mu? Ben duymadım, gördüm. Aynada gördüm... Bu benim için bir bedel değil, bedava tarafından devşirdiğim şereflerden biridir.

     

    Ömrünün bir kısmı hapislerde geçen bir baba, anne, kardeşleriniz… Nasıl bir hayattı sizin ki?

     

    Şiir gibi bir hayat... Çok sert ve ani inişleri çıkışları oldu. Bizim yerimizde başkaları olsaydı bu iniş çıkışlarda çarpılır, bir psikopat olurdu. Mesela; Bağdat Caddesi … Kadınlar köpek gezdirir, züppeler gezinirken ben orada ata bindim. Gün geldi, kardeşim Ömer ile okula giderken altı delik ayakkabılarımızın içine karton koyduk. Fakirlik edebiyatı gibi gelmesin ama kara üzümle beyaz peynir yedik. İşte böyle sert kontrastlar içinde yaşadık.

     

    Peki ya anneniz…

     

    Annem mühim bir insandı. Kahraman ruhlu biri... Babam gibi tahammülü zor bir insanla arasındaki uyum görülmemiş bir şeydi. Babamın zekasının müracaat ettiği tek kapı annemin hisleriydi. Zaman zaman sesini yükselterek kendisine döndürdüğü vakidir. Babam vefatından önce masasını derleyip toplamıştı. “Polisler gelmek üzere” diye. Ölmeseydi hapse girecekti. Annem odasına girdi; 'nedir bu haliniz' dedi. Babam; 'her an hapse girebilirim' diye cevap verdi. Annem; 'Girin' der demez, babam; 'Ama hapiste ölebilirim' diye mırıldandı. Annemin karşılığı ne oldu dersiniz: “Ölün! Gerekirse ölün! Böyle bir eser yüzünden hapse girmeniz bile ebedi kurtuluşunuzdur”. Sonra babam masasında tekrar yazmaya devam etti.

    Babanızın hakkının yendiğini düşündünüz mü?

     

    Hakkının külliyen yendiğini düşünüyorum. Çünkü en hakkı yenen insan meramı anlaşılamayan insandır. Bir çok şiirinin bile hala anlaşılamadığını düşünüyorum. Mutlaka milletçe aynaya bakmalıyız.

     

    BABAMI ANLAYAMADILAR

    Haksızlık mıdır bu?

     

    Zulüm gördüğü yılları saymazsak bu haksızlık değil. Çünkü haksızlık bile bile yapılır. Bu ise şuurlu yapılmış birşey değil. Anlayamadılar. Bir türlü anlayamadılar. Hayatı hapislerde geçmiştir.

     

    Sizin tavrınız nasıl oldu bu duruma?

     

    Gençlik dönemimde babam ile ilgili münasebetsiz ifadeler kullanıldığında sert bir biçimde reaksiyon gösterirdim. Haydar Paşa Lisesi'nde hiç unutmuyorum. Bir kurmay albay askerlik dersine girdi ve birden bire babamdan bahsetmeye başladı. İhtilal yıllarıydı. Kalktım ayağa ve kapıyı hızlıca çarpıp çıktım. Yirmi gün uzaklaştırma verdiler.

     

    Dışarıya karşı bir sert duruşunuz var… Hangi sebeple?

     

    Kimsenin hayal edemeyeceği bir hayat yaşadığımızı düşünüyorum. Müthiş estetik tat alışlarımız oldu. Böyle bir hayattan süzülüp bu günlere gelmiş bir insan olarak, kolay kolay fikirde, sanatta, estetikte, siyasette, şunda bunda, böyle bir insanın oğlu olmaktan öteye hiçbir etiket taşımama rağmen kimseyi kolay kolay beğenmemek gibi bir hakkım yok mudur?

     

    Neden olsun?

     

    Çünkü elimde Necip Fazıl ve onunla birlikte yaşadığım şiir gibi bir hayat var… Buna bir ölçü, bir referans da diyebiliriz.

     

    Bu ironik durum hayatınıza nasıl yansıdı peki?

     

    Bu durum muazzam bir yalnızlığı çağırıyor. Kendi varlığınızla tek başına hiç bir kıymet belirtememenize rağmen, kimseyi de beğenmemek durumuyla karşı karşıyasınız. Yalnız yaşamak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Hatta öyle ki sadece aileniz ve kedilerinizle..

     

    Babanız öldükten sonra nasıl bir hayat karşıladı sizi? Daha mı acımasızdı?

     

    Babamın vefatından sonra beni çok üzdüler. Üstad dedikleri insana ve ailesine karşı duydukları gizli kompleksten ileri geliyor. Birşey uymuyor ama ne? Üstad neden mehter marşı değilde, opera dinliyor? Bu kompleksi hissettiğimde bunu kırmak için çok uğraştım ama başaramadım. Bu insanlar zamanın çarkları içinde eridi yok oldu işte.

     

    Kim onlar?

     

    Kim diye somutlaştırmayalım. Uzun süre bu insanlar bize kastederek şunu söylediler; 'Üstad kimsenin tasarrufunda değildir'. Tabii ki değildir. Ama biz onun tasarrufu altında yaşayan insanlarız. Bizim vefatından sonra ne yapmak istediğimizi de anlayamadılar. Hakkımda yazılar yazdılar. Hatta birinde ağladığımı hatırlıyorum.

     

    Hangisi?

     

    Tevfik Fikret'in oğlu ile Üstad dedikleri Necip Fazıl'ın oğlunu bir arada değerlendirecek kadar seviyesiz noktalara indiler. Çok üzdüler. Annem de babama yaptığı gibi; 'üzülme dedi sen de kim oluyorsun babana az mı çektirdiler.' Ben de onun sözü üzerine toparlanıp işe gittiğimi hatırlıyorum.

     

    Babam solcuların sandığı gibi de değildi

     

    Necip Fazıl'ın otuz yaşından öncesi ve sonrası var. Bir değişim yaşadı...

     

    Necip Fazıl'ın hayatında hiç bir fikri değişiklik olmadı. Doğumundan otuz yaşına kadar deli dolu akan bir nehir gibidir. 34 yaşında mecrasını bulmuştur. Bir zamanların sol kesimi, Necip Fazıl'ın otuz yaşından önceki hayatını sonraki hayatının tam tersi inançsız bir hayat olduğunu düşünüyorlardı. Asla !

     

    Siz bu değişimde fikir ayrılığı hiç mi yaşamadınız?

     

    Asla! Üstelik ben kimim ki? Eğer bir fikir ayrılığı yaşamış olsaydık şu anda benimle konuşuyor olmayacaktınız.

     

    Yani…

     

    Çünkü çoktan reddedilmiş olacaktım.

     

    Nazım Hikmet, Necip Fazıl kamplaşmalarında ne değişti bugün?

     

    Çok şey değişti. Buzlar eridi, sular coştu. Nazım'ı bilmem ama bizde böyle… Babam dar kafalı dar bir zümrenin idrakine sığabilir mi ki, böyle olmasın?

     

    Necip Fazıl bir yandan babanız bir yandan da hayran olduğunuz fikir adamı. Siz babanıza ne diye hitap ederdiniz?

     

    Başlarda herkes gibi bende üstad diyordum ama samimiyetinden şüphe duyduğum insanlarla aynı dilde konuşmak istemedim. Şimdi çocukluk günlerimde olduğu gibi yine 'baba' diyorum.

     

    Peki öz eleştiri yaparsanız. Sizin de hatalarınız olmuş mudur?

     

    Tabi. Makam sahibi olan bazı insanların babama bir vefa borcu olduğunu düşünmem, tek mi bilemem ama bu en büyük hatam… Ankara'ya gittim. Hayallere kapıldım. Hepsi büyük hayal kırıklıklarıdır.

     

    26 yıldır babanız için Büyük Doğu Yayınevi'ni devam ettirip, kitaplar çıkardınız. Peki kendiniz için ne yaptınız?

     

    Babamı konuşurken burada özbenliğimin önemli olduğunu sanmıyorum. Kendim için çok şey yaptım. Nefes aldım, nefes verdim. Yani yaşadım.

     

    Necip Fazıl'ın çocukları...

     

    Biz beş kardeştik. Kardeşim Ömer ve küçük kız kardeşim vefat etti. Bu dünyada üç kardeş kaldık. Babamın ölümünden sonra bir perde kapandı ikinci perde açıldı. Birbirimize daha da bağlandık. Aynı yerde oturuyoruz.

     

    Diğer kardeşleriniz? onlar ne yapıyorlar?

     

    Dedim ya; bir aradayız. Evde de, iş yerinde de aynı çatı altındayız. Hem maddi hem de manevi bir çatı…

     

    Özal babama 'fikirlerinize muhtacız' diye geliyordu

     

    26 yıl içinde ne değişti?

     

    Çok şey değişti, bahsettiğim bu insanlar eridiler yok oldular.

     

    Necip Fazıl Turgut Özal'a tavsiye mektubu yazmış. O dönemde Turgut Bey'le yakınlığı nasıldı?

     

    Turgut Bey evimize gider gelirdi. Parti kurduktan sonra fikir almak için geldi. Turgut Bey'in yardımcısı da söylenilenleri not almıştı. Ama o parti kurduktan sonra az görüşebildi. Turgut Bey de; 'üstadım sizin fikirlerinize muhtacız', diyerek defalarca geldi gitti. Aldığı fikirlerin büyük çoğunluğunu benimsediğini ve kullandığını düşünüyorum.

     

    Babanız'ın Süleyman Demirel, Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan ile birlikte çekilmiş fotoğrafları var. Araları iyi miydi?

     

    Hayır değildi. O fotoğraflara aldanmamak lazım. Babam hiç bir siyasi kadro tarafından istihdam edilemedi. Gerekirse istihdam etmek için onlarla görüşürdü. Bunun için zaman zaman bu insanlarla bir araya gelirdi. Saydığınız isimlerin hepsi buna dahil. Büyük Doğu öyle bir fikir ocağıdır ki o paspasa ayağı deymemiş şimdiki siyasilerin içinde pek az insan mevcuttur.

     

    Ne zamana kadar?

     

    26 Mayıs 1983'e kadar. Yani babamın öldüğü tarihe kadar. Ondan sonra kime niçin bir alaka göstersinler ki. Onları mazur görüyorum.

     

    Bugünün siyasetçileri için konuşursak durum nedir?

     

    Durum daha farklı tabi ama bir hal hatır sormalarını isterdim. Bu benim hassasiyetim. Bizim iktidar mevkiindeki kadrolardan ilgi beklemek hakkımız.

     

    Recep Tayyip Erdoğan ile ilişkiniz nasıl oldu?

     

    Bizim taleplerimiz hiç bir zaman şahsi menfaate dayalı olmamıştır. Şu anda şükür ki dünyada bize ait tek çatı bile yoktur. Sizinle konuştuğumuz mekan kiradır. Bizim madde ve parayla sanıldığı gibi bir ilişkimiz yok. Sayın başbakanımızdan bu güne kadar iki talebim oldu. İlki bir mezar talebiydi. Eyüp'te babamın kabri yanında bana ve aileme yer tahsisi. Bize bunu temin ettiler. İkinci ise elimizde bulunan doküman, bilgi özel eşyaların kamuya mal edilmesi için bir müze tahsisi. Ama olmadı. Beş yıldır bekliyorum.

     

    Sizin Abdullah Gül'ün için yazdığınız bir yazınız var…

     

    Hayır, o bir müsveddeydi. Abdullah Gül bizim için “Acaba büyük doğu ve Kısakürek ailesinin halleri nice?” diye sormuş. Merak etmesinler halimiz ölmeyecek kadar iyi. Geçen yıl, lutfettiler bizi köşke davet ettiler. Sohbet ettik. Dikkat ederseniz cumhurbaşkanımızın yüzünde mütemadiyen gülen bir ifade var. Çankaya'nın imajı da malum. Köşkün geleneksel buzlarının bu gülüşle eridiğini hissettim. Bu çok hoşuma gitti ve yazmayı düşündüm.

     

    Kaynak: http://yenisafak.com.tr/Pazar/?t=31.05.200...29&i=189503


  4. BENİ İRŞAT EDEN

     

    Ağla gözüm ağla, gülmezem ayruk

    Gönül dosta gider, gelmezem ayruk

     

    Ne gam bunda bana, bin gez ölürsem

    Anda ölüm olmaz, ölmezem ayruk

     

    Yansın canım, yansın aşkın oduna

    Aksın kanlı yaşım aksın, silmezem ayruk

     

    Göyündüm aşk ile, ta kül olunca

    Boyandım rengine, solmazam ayruk

     

    Beni irşat eden mürşid-i kamil

    Yeter, bir el almazam ayruk

     

    Varlığım yokluğa denişmişem ben,

    Bugün, cana, başa kalmazam ayruk

     

    Fenadan bekaya göç eyler olduk

    Yüneldim şol yola, dönmezem ayruk

     

    Muhabbet bahrinin gavvası oldum,

    Gerekmez, Ceyhuna dalmazam ayruk

     

    Dilerim fazlından ayırmayasın

    Hocam, senden özge sevmezem ayruk

     

    Söyler aşık dilinden bunları Yunus

    Eğer aşık isem, ölmezem ayruk

    • Like 1

  5. Tam hatırlamıyorum, devletin bir kurumu veya bir topluluk danıştaya dilekçe veriyordu yahut ayasofya müzelikten çıksın diye mahkeme açılıyordu. Tam olarak hatırladığım, şu an için Ayasofya camiinin kanunen ibadete açılmayacağı... E kapatmak olur mu? Mustafa Kemal onu müzeye çevirdi (!) İçimizde her daim kanayan bu yara inşallah bir gün dinecek.

     

    Yunus Coşkun, onlar Ayasofya'nın ibadete açılması gerektiğini bilmiyorlar mı? Onlar isteseler bile şartlar el veriyor mu?

     

    AYASOFYA

     

    Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?..

    Şaştım, neyi temsil ediyorsun. Ayasofya?..

     

    Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,

    Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?..

     

    Beşyüz senelik bezmine ermekti ümidim,

    Çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?..

     

    Bayram, Ramazan, Cum’a, mübârek gecelerde,

    Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?..

     

    Gâşyolmuş İbâdetlere hayrandı felekler..

    Tekbirine ses verdi, asırlarca melekler..

     

    Coşmaz mı denizler gibi, yâdındaki âlem?..

    Göklerde melekler, tutuyor hep sana mâtem..

     

    Yâdında bin üçyüz senelik menkıbeler var.

    Her menkıbe, hicrânına mâtem tutar, ağlar!.

     

    Beş yüz sene âlem, seni tehdid ediyorken,

    Devler gibi düşmanlara, meydan okudun sen!..

     

    Târihimin ömründe, gönüller dolu güldün,

    Çılgınca esen, bir acı rüzgârla döküldün!..

     

    Paslanmada! Altın yazılar, âh! O eserler.

    Kabrinde kan ağlar, bunu gördükçe (Kazasker)..

     

    Fâtihleri ağlatmada, hâlin, Ulu Mâbed..

    Yâdın, kanar imânlı gönüllerde müebbed!…

     

    Gamlı renklerle örülmüş, ne hâzin çerçevesin,

    Bir yıkık türbe mi, virâne misin, yoksa nesin?

     

    Bak, hayâlimdeki âlem, geliyor vecde yine,

    Gözlerim daldı; sütunlarla (Fetih Âyeti) ne!..

     

    Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine,

    Remz idin, beş asır ecdâdımızın şevketine!…

     

    Aldı senden beş asır, azmine kuvvet kaleler..

    Yine hep, aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..

     

    Nerde: Yandıkça, Süreyyâlara dehşet vererek,

    Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..

     

    Çan sesinden, seni kurtarmış ezanlar nerde?..

    Hani bülbül gibi Kur’ân okuyanlar nerde?

     

    O ezanlar, bütün İslâm’a şerefler verdi,

    Sanki her pencere, lâhuta bakan gözlerdi!..

     

    O ilâhî yüce sesler, yine gelmez mi dile?

    Şimdi artık, işitilmez mi, sönük nağme bile?

     

    Şimdi Cennet, sana sermez mi yeşil gölgesini?..

    Şimdi hûriler, işitmez mi ilâhî sesini?..

     

    Nice bin hâtıra, gönlümde coşup canlanıyor..

    O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!

     

    Hutbeler çağlamaz olmuş, şu yeşil minberden,

    Gamlı bir gölge yayılmakta bugün, her yerden!

     

    Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?..

    Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!

     

    Hangi eller, sana akşamları, zinci vuruyor?

    Yüce feryâdını, kimler boğuyor, susturuyor?..

     

    Sen, ne âlemleri gördün, ne ömürler sürdün..

    Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.

     

    Gizli kurşunla, habersizce vuruldun mu bugün?..

    Dönmeler, dans ederek yapmada karşında düğün’…

     

    Dehre meydan okuyan, koskoca tarih, nerde?’..

    Ülkeler fetheden erler, yüce (Fâtih) nerde?..

     

    Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan,

    O şehir orduların, döktüğü seller gibi kan,

     

    Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki,

    Bugün onlar bile, mâtem tutuyorlar. Belki!

     

    Bugün ağlattın eminim, ölüler âlemini,

    Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!..

     

    Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor,

    Muhteşem kubbeni, zulmette nasıl terkediyor?’..

     

    Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın,

    Orda billâhi, mezarlar bile senden aydın!..

     

    Çöllerin, Ay-Güneş, en hisli ziyâretçisidir,

    Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!

     

    Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!

    Hıçkırıklarla boğulmuş, tutuşan bir hicran!..

     

    Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mâbed, ağla!..

    İntikam aldı firenkler, seni ağlatmakla!..

     

    Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün,

    Kanamıştır yeniden kalbi, hazin (Endülüs)’ün!..

     

    Bu elim fâcia, billâhi, yürekler acısı,

    Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!..

     

    Ey derin fâcia, manzumeye sen sığmazsın,

    Tutuşup yanmada kalbim, seni târih yazsın!..

     

    Ali Ulvi Kurucu


  6. Ali NFK'dan Allah razı olsun. Rabıta i Şerife adlı kitapta geçenlerin özetini verelim:

     

    ÂHENK

     

    Muhib'e akşam üzeri, yüksek seske okutturdukları ilâhiler, yanık türküler, kulağımda... Allah için İlâhî hikmet zaviyesinden âhenkli ses...

     

    Bu bahisteki ölçü, <<Rabıta>> risalesindendir. Özü:

     

    <<-Sema' ismi verilen ses ve âhenk, vesile olduğu şeye göre kıymetlenir. Haram ve kötülüğe vesile oluyorsa o nisbette haram ve kötü, ulvilik ve iyiliğe yardımcı oluyorsa nisbette mübah ve iyi... Yâni döküldüğü kaba göre şekil alan bir mâyi... Zâhir ehli ona mutlaka <<haram>> demiştir ama, büyüklerden de iltifat gösteren olmuştur. Âhenkli sesin, kalb üzerindeki ulvî tesiri de belli... Bu bakımdan Nakşî büyükleri, ne (mutlaka her türlü haram) ölçüsüne kabûl ederler, ne de (mutlaka ve her türlü helâl) düşüncesini... Onlar her şeyi yerine tahsis ederler ve âhenkli seste de had ve şekil sırrına riayeti esas koşarlar. Şu var ki, ondan ve hele ifratından çekinmeyi bir mizaç borcu bilirler. Başka yolların vecdi, şarap sarhoşluğuna benzer; coşkun ve zâhiridir. Bizimkiyse afyon sarhoşluğunu andırır; durgun ve içe doğrudur. Âhenkli sesi inkâr etmeyiz ama, ondan pek hoşlanmayız.>>

     

    Birgün, bir câmide olanca fikrini ses ve musiki cehdine vermiş, Kur'ân okuyan birini görüp demişler ki:

     

    <<-Allah, Kur'ân'ı böyle okunması için inzal etmedi.>>

     

    Nasıl; muazzam mı?...

    ........

    Kaynak: O ve Ben, Necip Fazıl, Sayfa 199

    • Like 1

  7. Abdülhakim Arvasi Hz'inin Rabıta i Şerife adlı kitabında haram olan müziklerin bahsi geçiyordu. Elinde Rabıta i Şerife olan birisi o kısmı iktibas ederse çok makbûle geçer.

     

    ''Musikî hususunda umumî ölçümüz şu ifadeler olmalıdır:

     

    “Şeriatça bazı savtlar (dinî bakımdan bazı sesler) helâl, bazılar ıharam kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları iras eden (hatırlatan) sesler helâldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.” (İşaratü’l-İ’câz, s. 78; Sözler, s. 382, 687-688)

     

    Musikîde iki ses kullanılır: insan sesi ve âlet sesi. Bir eser icra edilirken ya tek başına insan sesi veya müzik âletleri kullanılır; çok kere de her ikisinden birden istifade edilir. Her üç halde de insanın hoşuna giden, onun zevk duyduğu ve tesirinde kaldığı ölçülü, belli bir makamda ses çıkarılır. Bu sesler mahiyetine, mevzuuna ve tesirine göre değerlendirilir. Ya insanın ruhuna tesir eder, onda ulvî, dinî, hamâsî hislerin canlanmasına sebep olur; ya da dinlediği bir musikî parçası, nefsine ve süflî hislere hitap ederek yüce hislerin körelmesine sebebiyet verir. Yukarıdaki ifadelerde de açıkça görüldüğü gibi, meşru olan, dinlenilmesinde bir mahzur bulunmayan ses, insana ulvî hüzünleri, yani dünyanın fâniliğini, ölümün her an gelebileceğini, insanın bir gün gelip toprak olacağını, Allah korkusunu hatırlatmalı veya ilâhî aşkı, Allah sevgisini, dünya üzerinde Cenab-ı Hakkın güzel sanat eserlerindeki yüce isimlerinin ve sıfatlarının tecellîlerini hatıra getirmeli. Bu hisleri tahrik eden her türlü sesi dinlemek helâl ve caizdir. Fakat yetimane hüzünleri; insana ümitsizlik veren, sevdiği kimselerden ve nimetlerden ayrılmanın ıztırabını hatırlatan, insanı bedbinliğe, karamsarlığa iten; insanın şehevanî hislerine hitap eden, dinlediği zaman nefsin hoşuna giden sesler ise haramdır, dinlemek caiz değildir.

     

    Bu iki sınıfa girmeyen birtakım sesler de vardır ki, insandan insana değişir. Meselâ aynı musikî parçasını dinleyen iki kişiden birisi nefsânî bir his duyarken, diğeri ondan daha ulvî bir mânâ çıkarmaktadır. Meselâ “İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye/Deli gönül abdal olmuş, gezer elif elif diye” parçasını bir musikî eşliğinde dinleyen iki kişiden birisi “elif”ten Allah’ı hatırlayıp, ilâhî aşkı düşünürken, öbürü zahirî mânâsına bakarak “elif”ten bir kadını hatırlar, mecâzî bir aşk düşünür.

     

    Bir başka misâl: Yunus’un, “Aşkın aldı benden beni/ Bana Seni gerek Seni/Ben yanarım dünü gün/Bana Seni gerek Seni/Aşkın şarâbından içem/Mecnûn olup dağa düşem/Sensin dünü gün endîşem/Bana Seni gerek Seni” şiiri bugün hem ilâhî olarak, hem de türkü olarak söylenmektedir. Şimdi biri burada geçen “aşk”tan ilâhî aşkı düşünürken, diğeri zâhirî mânâsına bakarak mecâzî bir aşkı hatırlar.

     

    İmam Gazalî Hazretleri ise (İhyâ, 2: 279-81) musikîyi, haram, mekruh ve mubah olmak üzere üç ana başlık altında inceleyerek şöyle der:

     

    Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan kimseler için yalnızca bu duyguları tahrik eden sesler haramdır.

     

    Vakitlerinin çoğunu buna veren, meşguliyeti âdet haline getiren kimse için mekruhtur.

     

    Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır.

     

    İmam Gazalî daha sonra, musikîyi haram kılan şeyin kendisi değil, sonradan ârız olan bazı sebepler olduğunu ifade eder, bunu da şöyle tasnif eder:

     

    Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden gelmektedir.

     

    Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise, bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır.

     

    Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, vaktinin çoğunu bu yolda geçirirse sefih olur.''

     

    Mehmed Paksu Helal – Haram

     

    Kaynak: http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage....w_qna&id=53


  8. Konuyla pek alakası yok ama, resmini gördüğüm için aklıma geldi. Hüseyin Üzmez hakkında çıkan haberler ve kişiliğiyle alakalı yorumlarınızı öğrenebilir miyim?

     

    Üstad, Serdengeçti'ye Hüseyin Üzmez hakkında 'o şeytandır, şeytan' diyerek Üzmez hakkında ki düşüncelerini açıkca ifade ettiğini Hüseyin Üzmez'in bir kitabında yazıyormuş. Bunu kitabı okuyan arkadaşlar söylüyor, doğrudur. Biz de tabi ki Üstad ile hemfikiriz :(

     

    Şu link Üstad'ın gözünde Üzmez'i az da olsa anlatır:

     

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...amp;#entry36925


  9. Müslümanları Zehirlediler, Afyonladılar, Bozdular

     

    Müslüman halkı bozmak, zehirlemek, afyonlamak, sersemletmek, İslâm dininden ve ahlâkından uzaklaştırmak, salah dairesinden fesat kuyusuna düşürmek için çalışıp durdular ve ortaya bugünkü manzara çıktı.

     

    Kimler çalıştı? Herhalde sâlihler değil... İnsî ve cinnî şeytanlar çalıştı. Kâfirler, müşrikler, münafıklar, şerirler, şakiler, sapıklar çalıştı.

     

    Neler yaptılar?

     

    İslâm dininin, Kur'ân ve Sünnet'in, Fıkıh ve Şeriatin, akıl ve hikmetin, ahlâk ve faziletin kötü dediği, fuhşiyat dediği, münker dediği, günah dediği, yapanı alçaltır ve cehennemlik eder dediği her kötülüğü teşvik ettiler, yaydılar.

     

    Bu ülke böyle değildi. Bu ülkeye, bu halka din, ahlâk, fazilet hakimdi. Elbette günah işleniyordu, elbette kötülük yapılıyordu ama bugünkü gibi yaygın, açık, cesaretli bir şekilde değil. Müslüman bir toplum günahsız, hatâsız olmaz. Lakin bugünkü gibi de olmaz.

     

    Dinimizin fuhşiyat dediği azgınlıklar toplumu sarmıştır.

     

    Halkın büyük bir kısmını bozarken, henüz bozulmamış olanlardaki emr-i mâruf ve nehy-i münker bilincini ve iradesini de erittiler.

     

    Dinsizler, bu topraklardan Müslümanlığı büsbütün kaldırmak istemişlerdi. Buna muvaffak olamayınca Müslüman halkı şuursuz, cesaretsiz, iradesiz hale getirmek için zehirlediler ve afyonladılar.

     

    Onlar uyanıkMüslüman istemez. Bilinçli, cesur, vasıflı, ağırlığı olan, dediğini yapan güçlü Müslüman istemez.

     

    Böyle Müslümanların yetişmesi için islâmî ilim ocaklarının gerçek din alimi, gerçek hoca, gerçek rehber yetiştirmesi lazımdır. Bu ocakları kapattılar.

     

    Müslümanları nelerle sarhoş ettiler:

     

    Para hırsıyla.

     

    Mal ve mülk ihtirasıyla.

     

    Lüks, israf ve statü çılgınlığı ile.

     

    Cemaat ve fırka asabiyeti ile.

     

    Bozuk düzen ve sistemin haram nimetlerini ve rantlarını birtakım Müslümanların önlerine serdiler, buyurun yiyin için, ganimet olarak alın, bu mallar, bu sofra sizindir, çatlayıncaya, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yiyin, zenginleşin dediler. Onlar da bu haram, bu kirli, bu necis zenginliklere ve rantlara aç köpekler gibi saldırdılar. Böylece büyük fitne kapısı açılmış oldu.

     

    Hazret-i Ömerü'l-Faruk radiyallahu anh efendimiz, İran feth edilip de oradan binlerce develik kafilelerle ganimet malları Medine-i Münevvere'ye gelmeye başlayınca "Ah keşke Sasanî ülkesi ile aramıza ateşten bir duvar olsaydı da, bunlar gelmeseydi..." buyurmuştur.

     

    O gelenler helâl ve tayyib ganimetlerdi. O devir sahabe devriydi...Hz.Ömer yine de memnun kalmamış, dehşete düşmüştü.

     

    Bu devir ise âhir zamandır. Bugünün ganimetleri ve rantları ise haramdır.

     

    Bendeniz bu memleketin fakirlik hallerini gördüm. Fakirlik büyük bir imtihandır. Fakirliğin âfetleri vardır.

     

    O eski fakirlik gitti, yerine, halkın önemli bir kısmı için zenginlik geldi. Zenginliğin âfetleri yok mudur sanıyorsunuz? Toplumumuzun şu haline bakınız.

     

    Binalar, meskenler konusunda ne kadar ölçüsüzleştik. Saray yavrusu evler, yazlıklar...

     

    Bir kısım Müslümanların binitlerine bakınız. Yüz elli bin dolarlık bir cip kişiyi ne yapar bilir misiniz? Ahlâkını bozar, gurur ve kibre yol açar, sapıttırır.

     

    Evet insanlar lüks otolarıyla, cipleriyle de azar ve sapıtır.

     

    Vakit namazlarında camilere gitmeyen şu şaşkın İslâmcılara bakınız. Akşam ezanları okunurken onların bir kısmı lüks ve israflı lokantalarda arz-ı endam ediyor. Nasıl yiyorlar? Kur'ân'a, Sünnete, Şeriata, İslâm ahlâkına, bilgeliğe aykırı şekilde yemek yiyorlar. Onlar yalancı sofulardır, içmeden sarhoş oluyorlar. Para, lüks, ihtişam, gösteri, gurur, kibir onları feci şekilde sarhoş etmiştir.

     

    Sofu geçinen Müslüman şarapla sarhoş olmaz; parayla, malla, kazançla, rantla sarhoş olur.

     

    Zenginlerin ziyafet sofralarında fakir davetli görülüyor mu?

     

    Peygamber ne buyurmuş: En kötü ziyafet sofrası, etrafında fakir bulunmayandır.

     

    İslâm kadınlarının ve kızlarının bir kısmını da bozdular, zehirlediler, afyonladılar, sarhoş ettiler.

     

    Bozuklar, dünya ve benlik sarhoşları, tesettürü bile çığırından çıkarttı, Şeriata aykırı bir şekilde yorumlayıp uyguladı.

     

    Ağzına bir damla alkol koymayan şu samimiyetsizlere bakınız, ne kadar çok ölü kardeş eti yiyorlar... Gıybet etmek, ölü kardeşinin etini yemek gibi bir kötülük ve günah değil midir?

     

    Müslüman leş yer mi? Bozuk düzenin, küfür sisteminin haram rantları leşten daha necis değil midir?

     

    Gerçek Müslüman o kişidir ki, onda din, iman, Kur'ân, Sünnet, şeriat, fıkıh, ahlâk bilinci vardır. Bu bilinç gitmiş yerine hizip, fırka, grup, cemaat asabiyeti gelmiş.

     

    Bir yatsı namazında çevredeki camilere ve kahvelere bakınız. Camiler boş, kahveler dolu...

     

    Bir cuma namazı vaktinde büyük şehrin haline bakınız. Ezan okunmuş ama yollar, caddeler, meydanlar adam dolu...Dükkânlar, lokantalar, çarşılar, pazarlar adam dolu... Nakil vasıtaları adam dolu...Otomobiller vızır vızır işliyor... Neymiş bu şehir bir İslâm şehriymiş. Ya öyle mi?

     

    Kur'ân'da namazdan sonra üzerinde en çok durulan ibadet zekattır. Bu ülkenin Müslümanları zekatlarını dosdoğru bir şekilde ödüyorlar mı? Yerli yerinde ödüyorlar mı? Hak sahiplerine veriyorlar mı? Zekat parasıyla cami bile yapılmaz hükmü varken, birtakım cemaatler zekatları Şeriata aykırı olarak topluyor.

     

    Türkiye Müslümanları gerektiği gibi emr-i mâruf ve nehy-i münker yapıyor mu?

     

    Bunca fitne fesat, nifak şikak, fısk fücur, günah ve fuhşiyat varken birileri hadîsleri ayıklama çılgınlığı ile meşgul.

     

    Bu hadîs ayıklama işinin emri nereden gelmiş? Müslüman merkezlerden mi?.. Hayır hayır, küfür istiyor bunu.

     

    Unutmayın sakın, iyice ezberleyin, bu hadîs ayıklama işinde bir Cizvit papazı da çalışıyor.

     

    Oh ne âlâ, papazlar hadîs ayıklıyor...

     

    Evet, Müslümanlar zehirleniyor.

     

    Müslümanlar afyonlanıyor.

     

    Müslümanları bozmak için her şeytanlık yapılıyor.

     

    İmanlar sarsılıyor.

     

    Salâh (iyilik) teşvik edilmiyor, fesat teşvik ediliyor.

     

    Müslümanlar bölünüyor, birbirine düşürülüyor.

     

    Müslümanlar haram rantlarla kandırılıyor.

     

    Her uyanık ve bilinçli Müslüman bu gerçekleri görmeli ve bugünkü kötü gidişi durdurmak için çareler, çözümler aramalıdır.

     

    Herkes cephesini ve yerini tâyin etsin. Ya iman ve salâh dairesi, ya küfür ve şer dairesi.

     

    Bir ayağı imanda, bir ayağı küfür ve fesatta... Olmaz böyle şey.

     

    Kur'ân ne diyor:

     

    İslâm ümmeti insanlar için çıkartılmış öyle hayırlı bir ümmettir ki, iman eder, namazı dosdoğru kılar ve emr-i mâruf ve nehy-i münker farzını yerine getirir.

     

    İtalya'dan Kaçak Domuz Eti Gelmiş, Pöh!..

     

    İtalya'dan bir TIR gelmiş, gümrükte muayene edilmiş, içinden beş yüz kilo domuz eti çıkmış. Gümrük beyannamesinde yazılı değilmiş... Müslüman medya feryat ediyor, İtalya'dan kaçak domuz eti geldi diye...

     

    Bırakın İtalya'yı da bizim yerli domuzlara, domuzculara bakın. Trakya'da, Ege bölgesinde, Marmara'da yüzlerce domuz çiftliği harıl harıl çalışıyor ve binlerce ton domuz eti üretiyor. Bunlar halkımıza dana eti diye yediriliyor. Sucuk, salam, sosis, köfte, kıyma yapılıyor.

     

    Ormanlarımız yaban domuzu kaynıyor. Bazı avcılar bunları vuruyor, leşlerini yol kenarına getiriyor, belli yerlerde ve belli vakitlerde kamyonlar, kamyonetler geliyor, hemen oracıkta tartılıyor, ucuz fiyata alınıyor. Bunlar da dana ve sığır etine dönüştürülüp halka yediriliyor.

     

    Geçen sene medya duyurmadı mı, güneydeki, Ege'deki bazı lüks otellerin restoranlarında müşterilere domuz eti yediriliyormuş haber vermeden uyarmadan.

     

    Bırakın İtalya'dan gelen birkaç yüz kiloluk cüz'î domuz etini de ülke dahilinde tüketilen binlerce tonluk domuz ile meşgul olun.

     

    Halka sadece ehlî ve yabanî domuz eti mi yediriyorlar? Hastalıklı hayvanlar öldürülmüş, leşleri toprağa gömülmüş, hemen peşinden çeteler bunları çıkartmışlar, bir güzelce yüzmüşler ve satmışlar. Halka leş yedirmişler.

     

    Beş altı sene önce bir vilayet merkezine gitmiştim. Şehrin en lüks lokantası ve kebapçısı mühürlüydü. Niçin diye sordum. Müşterilerine eşek etinden kebap yedirmiş. Eşek eti İslâm'da haramdır.

     

    Türkiye'de resmen 25 bin, gerçekte 16 bin Yahudi yaşıyor. Hahambaşılık onlara, Musevî şeriatının haram kıldığı yiyecekleri yedirmemek için sıkı tedbirler alıyor. Eminönü'nde Mısır Çarşısı ile Rüstem Paşa Camii arasında bir hanın birinci katında Levi Koşer Yahudi lokantası vardır. Öğleden ikindiye kadar servis yapar. Sabahtan kapanıncaya kadar, hahambaşılığın vazifelendirdiği bir haham orada nöbet tutar. İçeriye koşer olmayan etler ve yiyecekler sokulmasın diye.

     

    Diyanet, Müslüman halka domuz yedirilmesine karşı ne yapıyor? Bu konuda vazifeli değil mi?

    .....

    Kaynak: http://habervaktim.com/yazar/13012/musluma...r_bozdular.html


  10. Mahut mektubun orjinali.

    kotudostlar.gif

    Muhterem Üstadımız,

    Malumunuz olan siyasi kanaatimizin değişmediğini ve değişmeyeceğini elbette takdir buyurursunuz. Bu bakımdan Büyük Doğu'nun ikinci sayısının size arzettiğimiz ve muvafakatinizi lutfettiğiniz stratejiyi muvafık düşmediğine ayrıca bu sayının en yakın çevremizi de çok derin bir üzüntüye sevkettiğine şahit oluyoruz.

    Bundan böyle dergiden bizi affetmenizi, yazılarımızı yayınlamamanızı istirham ediyoruz.

    Bunları size karşı beyan bizim için çok güç olmuştur, üzgünüz.

    Kendimizi sonuna kadar B.D. davasının mensubu saymak, bundan böyle de boynumuzun borcudur. Bundan emin olmanızı dileriz.

    Saygı ve bağlılıklarımızla.

    20 Mayıs 1978

    A. Erdem Beyazıt

    Bahri Zengin

    M. Akif İnan

    Rasim Özdenören

    Reşat Aksoy

    (Rahmetli Cahit Zarifoğlu bu belgeyi imzalamamıştır.)


  11. Necip Fazıl ve fare stratejisi

     

    Fare stratejisi

     

    Necip Fazıl, her zaman olduğu gibi bir fikir üzerinde yoğunlaşmıştı. Sözlerine ara verdiğinde bunu fırsat bilen biri: "Üstat, dedi, bu fikrinizin yasa haline getirilmesi için Meclis'e gidip kulis yapsanız..." dedi. Üstat vakur bakışını o kişiye döndürdü: "Bana fare stratejisi uygulamamı mı tavsiye ediyorsun?" diye sordu. Ve ekledi: "Ben fikrimi söylerim, dileyen istifade etmenin yolunu kendi arar bulur."

     

    Fikir adamına yaraşan tavrın böyle bir şey olduğunu düşünüyorum ben de.

     

    Bu tutuma itiraz edecekler çıkabilir. Fikrin sahibi fikrini hayata geçirmenin yolunu da kendisi açmalıdır denebilir. Ama acaba bir fikir adamının eylemini nasıl tanımlamalıyız?

     

    Marx'tan bu yana filozofların şimdiye kadar yalnızca dünyayı çeşitli şekillerde yorumladıklarına, oysa artık önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğuna inanılıyor. Bu söylemde, insanın yabancılaşmayı aşıp özgürleşebilmesi için mücadele etme fikri yatıyor. Ama gene de fikir ön alıyor: ilkin fikir dile getiriliyor, arkasından o fikrin hayata geçirilmesi teşebbüsü öngörülüyor.

     

    Bir defasında Kemal Tahir'e tertipledikleri bir gösteri yürüyüşüne katılmasını teklif ettiklerinde, onlara: "Ben kendi eylemimi yapıyorum" demiş.

     

    Bu cevap bir yazarın eyleminin ne olduğunu onikiden isabet ettiren bir fikri dile getiriyor.

     

    Bir romancının eylemi romanını yazmaktan ibarettir. Romanını yazmayı ihmal ederek yürüyüşe katılması onun asal görevleri arasında sayılır mı? Yeri gelir bir yazar bir gösteri yürüyüşüne katılma ihtiyacını da duyabilir, ancak bu, tümüyle istisnai bir durum olmalı...

     

    Cezayir istiklâl savaşı sırasında Sartre'ın Paris'te bir caddenin kaldırımına oturarak zamanın hükümetini protesto ettiğini ve bu protestonun yankı uyandırdığını biliyoruz. O sessiz protesto yankı uyandırdı, çünkü Sartre o işi kendi asal işini ihmal ederek yerine getirmedi. O, asal işinde başarılı olduğu için o basit protesto da ses getirdi.

     

    Durum, bütün sanat ve meslek sahipleri için geçerli görünüyor. Kendi sanatında ve mesleğinde söz sahibi olmuş birinin gerektiğinde benzer bir protestoda bulunması tecviz edilebilir. Fakat kendi sanatında ve mesleğinde hiçbir başarısı kayda geçirilmemiş biri hayatını bu türden protestolara tahsis ederse onun akıl ve ruh sağlığından kuşkulanma hakkımızı mahfuz tutmalıyız.

     

    Şu da var: kendi mesleğinde başarılı sayılan biri, bu başarısını başka bir alana tahvil etmeye çalışabilir. Örneğin adam askerdir, askerlikteki prestijini siyasete tahvil etmek istiyor... O zaman ne olacak?

     

    Burada farklı bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz kabul edilmelidir. Çünkü burada çizmeyi aşma durumu söz konusu. Ne Necip Fazıl'ın Meclis'e gitmeyi reddedişinde, ne Kemal Tahir'in bir yürüyüşe katılmayı kabul etmeyişinde, ne Sartre'ın kaldırıma oturmak suretiyle hükümeti protesto etmesinde çizmeyi aşan bir durum söz konusudur. Ama bir asker kişinin askerlikteki prestijini siyasete tahvil etmek istemesinde çizmeyi aşma durumu var. O, fiilen bir başka alana tecavüz etmek suretiyle apoletini siyasete tahvil etmiş olmaktadır.

     

    Bir asker apoletini iktidar koltuğuna tahvil etmek için çaba gösterdiğinde çizmeyi aşma durumuna düşmüş olur. Üstelik Necip Fazıl'ın fare stratejisi dediği durum tam da budur.

     

    Kaynak: http://www.habervaktim.com/yazar/12755/nec...stratejisi.html


  12. Ali Ulvi Bey'in Hatırları

     

    Altmışlı yılların başlarındaydı. Öğrenci yurdunda bir arkadaşımız, "Medine'den büyük bir şair gelmiş, Aydınlar Ocağı'nda konuşma yapacakmış, gidelim mi?" demişti. Ali Ulvi Bey'i dinlemiştik. Muzdarip sesi insanın yüreğine işliyordu.

    Sözlerinin arasına serpiştirdiği şiirlerinden etkilenmiş olmalıyım ki satın aldığım 'Gümüş Tül' adındaki kitabını yıllarca başucumdan ayırmamıştım. Hangi sebeple olursa olsun, vatanını terk etmek zorunda kalanla karşılaşınca duygulanırım. O da hayatının uzun bir bölümünü dışarıda geçirdi, belki insan olarak gurbetteydi; ama ruh olarak arzu ettiği sıcak iklimdeydi; çünkü Peygamber Efendimiz'in kabr-i şeriflerinin yanıbaşında yaşadı.

     

    Zaman zaman İstanbul'a geldiğini duyar, konferansını dinlerdik. Genellikle heyecanlı insanlar bilgili, bilgili insanlar da heyecanlı olmazlar. Her sohbetini dinleyişimde heyecanla bilgisini mezcetmesi dikkatimi çekerdi. Bir gelişinde Ömer Ziya Belviranlı'nın misafiriydi. Bir akşam M. Ertuğrul Düzdağ, İlhan İşbilen, Ferruh Müftüoğlu ile ziyaretine gitmiştik. Hasret dolu yıllardan söz ederken hissiyatını gizlemeye çalışıyordu. Ezher'de okumuş, Medine'de çok önemli şahsiyetlerle tanışmıştı. Geç saatlere kadar zevkle dinledik. Eve dönerken, "Bu hatıralar kaybolmasa" diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum.

     

    Aradan yıllar geçti, 'Üstat Ali Ulvi Kurucu'nun Hatıraları'yla kitaplaşmış olarak masamda karşılaştım. Şimdilik yayınlanan iki cildi, M. Ertuğrul Düzdağ'ın kaleminden çıkmış; inşaallah Rabb'im tamamına erdirir. Biri güzel anlatıyor, diğeri güzel yazıyor. M. Ertuğrul'u lisenin birinci sınıfından beri tanırım. Günlük telaşelerle pek işi olmaz. Ünlenmek, pohpohlanmak kesinlikle mizacına uymaz. Sayısız makale yazdı, pek çok kitap kaleme aldı veya hazırladı. Üslubu tam kıvamına gelmiş; akıcı, berrak bir hal almış. Güzellik adına tumturaklı yazmak tasası hiçbir zaman olmamıştı; bu kitapları da ne söylemek istiyorsa kendisine yakışan tarzda yazmış.

     

    Her iki cildin önsözünde hatıraları kaleme alışının hikâyesini anlatmış. M. Ertuğrul son derece titiz çalışır, "yazdım, oldu" demeyi ne kendisiyle ne de yazarlıkla bağdaştırır. Ali Ulvi Bey'le hatıralarını yazmak konusunda anlaşınca, 1992 yılında hanımını ve küçük oğlunu yanına alıp Medine'ye gitmiş. Rahmetlinin iki ay misafiri olmuş. Kaldığı dairenin penceresi Uhud Dağı'na bakıyormuş. M. Ertuğrul, o dağı seyrederken kim bilir neler hatırlamış, hangi hüzünlere dalıp çıkmıştır. Ali Ulvi Bey'le her gün birkaç saatini beraber geçirmişler. M. Ertuğrul gazeteciliği iyi bilir; Ali Ulvi Bey de hatıra yığınıdır. Biri sormuş, diğeri anlatmış, kasetler dolmuş. Ülkemize dönünce kasetleri çözdürmüş, çalışmaya başlamış. Kütüphane müdürlüğünden emekli olduktan sonra Ali Ulvi Bey, Türkiye'ye çok daha sık geliyordu. Her gelişinde M. Ertuğrul Düzdağ'ın evinde buluşurlar; yazdıklarını okur, rahmetli de dinlermiş. Böylece yazılanlar bir daha kontrolden geçmiş oluyordu.

     

    Yirminci yüzyıl, bizim en dramatik yüzyılımızdır. Ecdat yadigârı koskoca bir imparatorluk kaybettik. Babalarımız çetin şartlarda Cumhuriyet'i kurdular. Yüreklerinde geçmişin acısı, geleceğin ümidi vardı. Bir şeyler yapabilmenin güveniyle yere basarken birden sanki zelzeleye tutuldular. Çağla mı buluşuyorlardı, köklerinden mi koparılıyorlardı!.. İntikal dönemlerinde insanların birbirlerini anlamaları, yaşadıkları olayları analiz etmeleri zordur. Seksen yıllık ömrünün ilk yılları bu dağdağalı döneme rastlayan Ali Ulvi Bey olgunluk zamanını coğrafi bakımdan uzakta olsa da olayların içinde geçirdi. Herhalde bunun için olsa gerek M. Ertuğrul Düzdağ arka kapağına şu cümleyi yazmak ihtiyacını duymuş: "Onun hatıraları bizler için, bir bilim, irfan ve maneviyat kaynağı olduğu kadar yakın tarihimiz için de bir 'şifre çözücü' ve geleceğimizi tayinde yol gösterici olacak."

     

     

    30 Nisan 2007, Pazartesi

     

    Kaynak: http://www.mehmedniyazi.com/yazi.asp?id=5


  13. Abdulhakim Arvasi hazretleri buyurmuşlardı ki:

    "İbn-i Teymiyye, dinî içinden zedeleyen kâfir"

    Abdulhakim Arvasi hazretleri İbn-i Teymiyye'yi bütünü ile tekfir ediyor, şimdi yanlış mı yapmış oldu? Teymiyye'nin sapıttığı ve küfre düştüğü noktalar hep ehl-i sünnet alimleri tarafından açıklanmış. Onu bütünü ile inkar ve tekfir etmek yanlış olmaz. Aksine bütünü ile inkar ve tekfir etmemek yanlış olur. Adam köküne kadar sapık. İslam dairesi içinde kalamamış ki. Bediüzzaman'ın bu fikri çok hatalı.

    Selametle

     

    Sizin iktibas ettiğiniz kısım, sorularlarisaleinur.com'un editörünün görüşü... Orayı Bediüzzaman yazmamış. Bediüzzaman birini tekfir etmenin sevap kazandırmayacağını söylüyor. Birini tekfir etmenin yanlış olacağını söylemiyor. Kendisi tekfir etmemenin daha münasip olduğunu kaniî... Bu Abdülhakim Arvasî Hazretleri'nin yaptığının yanlış olduğu mânasına gelmez.

     

    Bediüzzaman, Vehhâbiler'in İslâmiyete dehşetli darbe vurmaya çalıştıklarını söylüyor. Teymiye'nin, Vehhâbiler'in düştüğü derin sapıklıkları yazmış. Burada Bediüzzaman hakkında olur olmaz laflar etmek yerine ''Allah razı olsun'' demek gerekir.


  14. Risale-i Nurda İbn-i Teymiye ve talebesi hakkında geçen yerleri verelim ve bununla ilgili nasıl bakmamız hususunda birkaç prensibi tespit edelim.

     

    Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) Hazret-i Ali'den (r.a.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

     

    Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'ân meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.(Mektubat Altıncı Risâle Olan Altıncı Mesele)

     

    İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur'âniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati Alevîlikle itham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur'un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar.

     

    Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü't-Teymiye ve İbnü'l-Kayyim-i Cevzî'nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul'da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid'alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer'î yok, hiç zararı da yok.

     

    İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler. (Emirdağ Lâhikası (1) - Mektup No: 151 )

     

    Bizim ölçümüz ve mihengimiz Ehli sünnet vel cemaattir. Bu ölçü ve mihenge uymayan bütün görüşleri reddederiz. İbn-i Teymiye’nin Ehli sünnete uymayan bir çok görüşleri vardır. Bu görüşleri kabul etmek doğru olmaz. Ama bütünü ile de inkar ve tekfir caiz değildir. Zira ne kadar ifrat ve yanlış görüşleri olsa da İslam dairesi içindedir. İslam dairesi içinde olan bir alimi de bütünü ile inkar ve tekfir etmek yanlış olur.

     

    Günümüzde bu İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi alimlerden etkilenen ve onun ifrat görüşleri ile hareket eden düşence akımları da vardır. Bunların başında Vehhabilik akımı gelir ki bunların en ziyade öne çıkardıkları fikirler tasavvuf mesleğini bütünü ile inkar ve tevessülü, yani makbul zatları vesile ederek dua etmeyi şirk saymalarıdır. Bunun dışında Kuran ve sünnet içinde geçen müteşabih olan ayet ve hadisleri, teşbih (Allah’ı mahlukata benzetme) ve tecsime (Allah’ı cisimleştirme) kaçan yorumları, sarhoşun yaptıklarından mesul olmayacağı, mezhep ve meşrepleri inkar, ifrat ve yanlış fikirleri içindedir.

     

     

    Selam ve dua ile...

    Sorularla Risale-i Nur Editör

     

    Kaynak: http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage...keyword=Teymiye


  15. Cihada Dâvet

     

     

    Gel kardeşim, engelleri birden aşalım, gel,

     

    Seller gibi dâvâda beraber taşalım gel,

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel,

     

     

     

    Allah’a giden yolda beraber koşalım gel,

     

    Bin derdini İslâm ilinin paylaşalım gel!...

     

     

     

    Bin atlı akınlarda cihat önderi kimdi?

     

    Ufkunda güneş batmayan üç kıta bizimdi,

     

    Kimler o geniş ülkeye hükmetmede şimdi?

     

     

     

    Yol vermeyen engelleri birden aşalım gel,

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel!...

     

     

     

    Hız vermeli imanına heybetli Mohaç’lar,

     

    Tuğlarla beraber yarışan sırmalı taç’lar,

     

    Yâdı ile o devrin dile geldikçe ağaçlar,

     

     

     

    Seller gibi dâvâda beraber taşalım gel,

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel!...

     

     

     

    Mâzileri, coştukça, gönülde anacaksın,

     

    Mecnun gibi Leyla’yı anarken yanacaksın,

     

    Her derdine elbet severek katlanacaksın...

     

     

     

    Allah’a giden yolda beraber koşalım gel,

     

    Bin derdini İslâm ilinin paylaşalım gel!...

     

     

     

    Sen, gençliğe yol gösterecek tertemiz elsin,

     

    Hakk’ın boğulan gür sesi, haykır ki yücelsin

     

    Binlerce zafer bestesi birden dile gelsin...

     

     

     

    Allah’a giden yolda beraber koşalım gel,

     

    Yol vermeyen engelleri birden aşalım gel!

     

     

     

    Tarihlere sen, yepyeni bir devir açacaksın,

     

    Afâka, güneş gibi nurlar saçacaksın,

     

    Heybetli sesin, ülkede şimşekler gibi çaksın...

     

     

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel

     

    Yüzyılları Kur’anla beraber aşalım gel!

     

     

     

    Rabbin bize ihsanı olan mucize varken,

     

    İman seli, vecdi ile onun çağlar akarken,

     

    Toprakların eb’adı, gönül şevkine darken,

     

     

     

    Allah’a giden yolda beraber koşalım gel,

     

    Hep Nurdan âlemlere dek yaklaşalım gel!...

     

     

     

    Dâvâda, neden böyle kayıtsız duruşun var?

     

    Hissizliğe binlerle özürler buluşun var!

     

    Dâvâya adanmış kaç kuruşun var?

     

     

     

    Seller gibi dâvâda beraber taşalım gel,

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel!

     

     

     

    Alçaklığın envaına susmak; bu ne zillet!!

     

    Kanser gibi, ruhlarda yayıldıkça bu illet,

     

    Bir dağ gibi birden çökecek koca bir millet...

     

     

     

    Yol vermeyen engelleri birden aşalım gel,

     

    Seller gibi dâvâda beraber taşalım gel!

     

     

     

    Ruh aleminin Nur saçan ufkunda melekler,

     

    Allah’a giden yollara çıkmış, seni bekler.

     

    Hep özlediğin yerlere güller serpecekler...

     

     

     

    Bayraktaki rüzgar gibi destanlaşalım gel,

     

    Yüzyılları Kur’anla beraber aşalım gel!...

     

     

     

    Dergâhına Rabbin el açıp yalvaralım gel,

     

    Hâlâ kanayan mâtemi birden saralım gel,

     

    İmanını gençlik kolunun kurtaralım gel!...

     

     

     

    Ali Ulvi Kurucu


  16. Vakıf Ahmet kardeşim yanlış anladın. İzah edeyim:

    Üstada ayıya dönmüşün diyorya sakalından dolayı.

    Üstad sandalyeyi dönderip oturması ona cevabı oluryor. Hani ayıya dönmüşün dediya üstadda şöyle düşündü herhalde: Madem ayıya( yani gelen arkadaşına)döndüm yüzümü. Oda bundan rahatsız arkamı döneyim o zaman.

    Anlatabildim mi?

     

    Anladım, kardeşim. Arkayı dönüp karşıdakine aynı ithama mâruz bırakmak hâdisesini kaçıncı okuyuşum. Sen, beni yanlış anlamışsın. Benim anlatmak istediğim böyle şeylerin olmadığı, bunları Necip Fâzıl'a, Mehmet Akif'e vesaire insanlara isnad etmeleri... Hem, şöyle düşünelim Üstad'ın bir arkadaşı Üstad'a Sünnete uyarak sakal bıraktığı için ayı der mi? Onu diyecek insanla Üstad'ın ne münasebeti olur? Velhâsıl, bunları birileri uydurup internette yayınlıyor ve bu uydurma hâdise sitelerde yayılıyor.


  17. Üstad yaşlanmıştır, eski bir arkadaşı ziyaretine gelir:

    Üstad sandalyede oturmaktadır.

    Arkadaşı -"Üstad! bu ne sakal ayıya dönmüşün" der.

    Üstad ayağa kalkar sandalyesini 180 derece çevirir ve oturur.

     

    Efendim, böyle bir hâdise yoktur. Bu yalandan binbir farklı versiyonunu uydurmuşlar. Kâh Mehmet Âkif söyler bunu, kâh Necip Fâzıl. Kâh Üstad'a ayı derler arkasını döner, kâh maymun derler yine arkasını döner.


  18. Cilt: 1 - Mektup: 80

     

    Allah bize, nurların nurunun açtığı Şeriat caddesinde kıl kadar sağa sola sekmeden dosdoğru bir istikâmet nasib etsin!

     

    Meşhur mısra:

     

    ''İş budur ve gerisi Hiç'dir.''

     

    İslâmın 73 fırkaya ayrıldığını görüyoruz. Bu fırkalardan her biri Şeriate yalnız kendisinin uygun olduğu iddiasındadır. Fakat Habercilerin En Doğrucusun kurtuluş fırkası üzerinde işaret buyurdukları bir delil vardır.

     

    - ''Kurtuluş fırkası kadrosu içindekiler, şunlardır ki, tek yol üzerindedirler... Ben de o yol üzerindeyim. Sahabîlerim de o yol üzerindedirler.''

     

    Şeriat Sahibinin, o yol üzerinde mukaddes varlıklarını bildirmeleri yeterken, buna bir de Sahabîlerini ilâve buyurmaları kurtuluş yolunun kütle ifadesiyle ancak Sahabîlerin yolu olduğunu anlatmak istedikleri içindir.

     

    Allah, bizzat:

     

    ''Resûle itaat, Allaha itaattır!''

     

    Buyurduğuna göre, Resûlünün gerçek yolundan inhiraf ve ona itaatsizlik, Allah yolundan dışarıya çıkmak ve Allaha itaat etmemektir.

     

    Allaha bağlanmayı, Resûller Resûlüne bağlanmanın hilâfı sananlar, yine Allah tarafından küfürle vasıflandırılmıştır.

     

    Resûller Resûlüne bağlılık iddia edip Sahabîlere bağlanmakta tereddüt göstermekse, dâvaların en bâtıldır. Zira Büyükler Büyüğünün yoluna nasıl düşüleceğini en halis mikyasta temsilden başka hiçbir rolleri olmıyan ve en sadık bağlılığın birer remzi bulunan Sahabîlere muhalefet, netice bakımından Resûller Resûlüne muhalefetten başka birşey değildir.

     

    İşte, yolunu, son ve mutlak Kurtarıcının muazzez Sahabîlerine ait yol kabul etmiş olan Müslümanların topluluğuna ''Sünnet ve Cemaat ehli'' ismi verilir ki, bu da, bizzat Âlemlerin Mefharince işaret buyurulmuş olan yolun ta kendisidir.

     

    Sahabîlere taan ve husumet dilini uzatanlar, bu kurtuluş fırkasının kadrosu dışında kalırlar ve mahrumiyetlerin en hazinine düşerler. Tekrar şu inceliğe işaret edelim ki, onun Sahabîlerine taan ve husumet, ona dil uzatmak ve düşmanlık göstermektir.

     

    Bazı dalâlet yolunda gidenlerin şöyle bir tesellisi vardır:

     

    - ''Biz Sahabîlere bağlıyız; fakat hepsine birden değil... Zira onların da görüşlerinde tenakuz ve ihtilâf vardır.''

     

    Cevap:

     

    - Sahabîlerden bazısına bağlanmanın faydalı olması için, öbürlerine inkâ göziyle bakmamak lâzımdır. Bazısı inkâr ve bazısı kabul edildikçe, yekpâre bir bütün olan Sahabîler çerçevesine uyulmuş ve onların tek dâva ve istikâmet üzerinde toplu bulundukları kabul edilmiş olmaz. Sahabîlerin aralarındaki ihtilâflar hiç bir zaman âdi nefs ve hevâ meselelerinden doğma birşey olmayıp esası mahfuz tutan bazı teferruat anlayışları üzerindeydi ve bir içtihat kıymeti temsil ediyordu. Bu inceliği kavramayıp da Sahabîler bütününü zedelemektedir ki, bu yol sonunda Büyükler Büyüğünün yolunu inkâra kadar varmaya mahkûmdur.

    ....

    Kaynak: İmam-ı Rabbân-î Mektubat, Sayfa 147, 148, 149. Ağustos 2005 Büyük Doğu Yayınları, Necip Fazıl Kısakürek


  19. Bediüzzaman, şapka meselesi hakkında şunları söylüyor:

     

    Rivayette var ki,

     

    "Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur."

     

    Allahu a'lem bissavab, bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir.

     

    Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz. (Şualar 5. şua)

    ........

     

    14. Şua'dan :

     

    Ezcümle, bir hadiste, "Âhir zamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfirün' yazılmış bulunur" diye hadis var deyip benden sordular.

     

    Dedim: "Bir acîp şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka giyer ve giydirir."

     

    Bu cevaptan sonra bunu sordular:

     

    "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?"

     

    Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat, baştaki İmân o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek (Şualar, 14. Şua)

    .....

     

    Abdülhakim Arvasi Hz'inin Rabıta-i Şerife adlı eserinde 'En Büyük Günahları' sıralarken 32. maddede şunlar yazıyor ve bazı şeyleri belirttikten sonra şapkanın küfre götürdüğünü anlatıyor. Yukarıda Bediüzzaman'ın 'kafir' diye anlattığı şapka mevzuu da açıklığa kavuşuyor. Ayrıca o zamanlar silindir şapka (Frenk Şapkası) giymek 'alnım secdeye değmez' diye telakki ediliyor ve din düşmanlarına mahsus bir remz...

     

    32 - Allah düşmanlarını taklit etmek....

     

    Son derece nazik bir nokta olan taklit bahsi üzerinde biraz durmalıyız:

     

    Allah düşmanlarına mahsus bu düşmanlığın belirticisi olan, giyim, kuşam, bütün eşya ve her türlü tavır, hareket ve ifadeden kaçınmak farzdır. Körü körüne taklid günah çerçevesine girerse de, eğer kâfirlerden rızayı ve onlarla yakınlaşmayı murad ederse küfür olur. Kâfirlere mahsus ve küfürlerini ihtar edici her türlü giyim, kuşam, yemek eşyası ve mekan hususiliği müslümana yasaktır. Bu hususta giyim ve kuşam eşyası olarak, papazların elbiseleri, sâlipe ve zünnar (bellerine sardıkları beyaz kordon) gösterilebilir. Şapkaları da aynı şey... Fes Yunan'dan alındı, fakat bu alınış, kavimden alınma şeklindedir ve Allah düşmanlarına mahsus dinî bir remz mahiyetinde değildir. Kavmi taklit, küfrü taklit etmek olmaz. Papazın şapkasını benimsemek ise Hristiyanlığı taklittir.

     

    Allah düşmanlarına mahsus yemek, domuz eti, mekan hususiliği de kliseler ve benzeri ibadet yerleri... Müslüman, bunları, küfre meyl ve onu beğenme şeklinde benimserse iman ve İslâm dairesinden çıkmış olur.


  20. "Evet Karabekir; Arapoğlunun yavelerini(saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Tâ ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!"

     

    Paşaların Kavgası, Kazım Karabekir

    .......

     

    Bediüzzaman, bu mesele hakkında şunları söylüyor:

     

    Bu Onuncu Meseleye Bir Hâtime Olarak İki Haşiye

     

    Birincisi

     

    Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannit(inatçı) bir zındık(kâfir), Kur'ân'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: "Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

     

    Fakat Risâle-i Nur'un cerh edilmez (çürütülemez) hüccetleri kat'î ispat etmiş ki, Kur'ân'ın hakikî tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî(belagatlı) olan lisân-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akim(başarısız) bıraktı.

     

    Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar, yine şeytan hesâbına Kur'ân güneşini üflemekle söndürmeye, ahmak çocuklar gibi, ahmakâne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle, bana gâyet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkaları ile görüşemediğim için hakikat-i hâli bilemiyorum.

     

    Bediüzzaman, Sözler, 25. Söz

×
×
  • Create New...