Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. EBU ZER GIFARİ

     

     

    Züht ve bağlılığının siddetiyle tanınmıs, çok meshur bir Sahabî...

    İslâmından evvel künyesi Ebû Nemle... İslâmdan sonra da, Allah Resulünün yakistırmalariyle Ebû

    Zer...

    Ebu Zer Hazretleri ilk büyük dörtlerden sonra besinci olarak imana geldi.

    Bunu her zaman söylerdi:

    - Ben İslâmın besincisiyim!

    Zaten Allah Resulünün Nebîliklerinden evvel kendi kendisine doğru yolu aramaya baslamıs ve bir

    kılavuz bulmak için yollara düsmüstü... İslâmın safağı Mekke ufuklarından sökmeye baslayınca

    hemen asasını eline aldı, sırtına bir su kırbasını çekti ve hemen yollara düstü. Doğru Kabe'ye gitti.

    Allanın Resulünü aradıysa da tanımadığı için bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi.

    Aksam üstü bir sokak kösesinde büzülüp kalakaldı. O sırada sokaktan geçen Hazret-i Ali, kendisini

    gördü ve bir garip olduğunu anlayarak evine misafir etti. Fakat birbirlerine açılamadılar. Ertesi

    aksam Ebû Zer yine aynı noktada beklerken yine Hazret-i Ali'nin geçtiğine sahit ve tekrar evine

    misafir oldu...

    Bu defa Hazret-i Ali sordu:

    - Nereden ve niçin geliyorsun?

    - Gıfar kabîlesindenim. Uzaklardan geliyorum. Allah Resulünün haberini duydum. Onun eteklerine

    yapısmaya geldim.

    Ebû Zer, Allah Resulünün huzuruna çıkarılınca söyle hitap etti:

    - Selâm sana olsun, ey Allanın Resulü!

    İslâmda bu türlü ilk selâm veren Ebû Zer Hazretleridir.

    Vecd ve heyecan mâdeni büyük Sahabî, efendisi olduğu kabîleyi Đslama davet etmek için

    gönderilmisken iik is olarak Kâbeye kostu ve müsriklere karsı haykırdı:

    - Allahtan baska ilâh yok; ve M.......onun Resulü...

    Müsrikler de onun üzerine çullandılar ve bayıltıncaya kadar dövdüler. Eğer Abbas yetisip Ebû

    Zer'in Gıfar oymağına, bu oymağın da Sam ticaret yoluna hâkim olduğunu söylemeseydi, onu

    öldüreceklerdi.

    Ebû Zer aynı hareketi iki kere tekrarladıktan, iki kere daha dövüldükten ve kurtarıldıktan sonra

    kabilesinin yanına gitti ve Hicretin Altıncı yılına kadar orada kaldı. Bu yüzden, Bedr, Uhut, Hendek

    gazalarında bulunamadıysa da sonrakilerde Allah Resulünün yanlarından ayrılmadı...

    Bir seferde Ebû Zer Hazretlerinin devesi, gayet zayıf olduğu için yolda kakılıp kalmıs ve Ebû Zer

    devenin yürümeyeceğini anlayınca, esyası sırtında, yaya olarak ordunun arkasına düsmüstü...

    Bir kösede yalnız basına otururken Allanın Resulü kendisini gördüler ve dediler:

    "- Allah Ebû Zer'e acısın ki, o, yalnız yasar ve yalnız ölür ve yalnız hasr olunur!"

    Biy'atinde, kendisine ne kadar acı söz söylerse söylesinler, lisanını muhafaza edeceğine, dilini

    doğruda kullanacağına ve asla yalan söylemeyeceğine söz vermisti. Ömrü boyunca bu ahdine sadık

    kaldı.

    Bu bakımdan Allah'ın Resulü buyurdular:

    "- Dünya'ya Ebû Zer'den daha doğru kimse gelmedi."

    Hazret-i Ebû Bekir'in vefatından sonra Sam'a göçtü ve orada Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanına

    kadar kaldı...

    Züht ve takva alâkasını ifrata vardırdığı için bir günlük nafakasından ziyade mal biriktirmezdi.

    Sade kendisi böyle yap-

    makla kalmaz, halkı da aynı tarzda harekete davet ederdi. Bu hali bazı zenginler nazarında o kadar

    rahatsız edici oldu ki, nihayet onu baska bir yere göndermesi için Sam Valisine sikâyet ettiler.

    Vali Ebû Zer'in bu halini tecrübe etmek için bir oyun düsündü:

    Ebû Zer'e bir kese içinde bin altın gönderdi. Ebû Zer, bu parayı hemen fakirlere dağıttı ve kendisine

    bir dirhem bile alı-komadı.

    Ertesi günü valinin adamı gelip Ebû Zer'in kapısını çaldı:

    - Dün sana getirdiğim altınlar meğer baskasına gidecekmis... Yanlıs getirmisim... Aman, onları

    bana iade et, ve beni efendimin serrinden kurtar!

    Ebû Zer, gayet sakin cevap verdi:

    - Ayol, ben onların hepsini birden sadaka ettim; kendime bir dirhem bile ayırmadım. Mademki

    böyle imis; bana üç gün mühlet verin de bu parayı tedarik edip iade edeyim.

    Hicretin 32'nci yılında o köyde vefat etti.

    Vefat tarzı son derece esrarlıdır:

    Ebû Zer hastayken bir gün kızına diyor ki:

    - Kızım, dısarı çık da bak, bir takım yabancı kimseler görecek misin?

    Kızı çıkıp bakmıyor ve hiçbir kimse görmediğini söyleyince babasından su karsılığı alıyor:

    - Demek ki, henüz ölüm vaktim gelmemis... Benim cenazemde salihlerden bir topluluk bulunacak...

    Geldikleri vakit onlara bu koyunu ikram et ve yemek yemeden gitmemelerini söyle!

    Kızı koyunu kesip temizledikten ve atese koyduktan sonra Ebû Zer yine soruyor:

    - Git bak, gelen var mı?

    Kız çıkıp bakıyor ve su haberi getiriyor:

    - Baba üç bes kisi bize doğru geliyor!

    Kırda tek basına eve doğru gelen esrarlı adamların haberini alınca Ebû Zer:

    - Beni kıbleye karsı çevir!

    Diyor ve son anını su kelimelerle kapatıyor:

    - Allanın ismiyle ve Resulünün Milletinden olarak...

    Kızı dısarıya çıkıp, gelen misafirleri karsılıyor

    ve babasının biraz evvel ruhunu teslim ettiğini haber veriyor.

    Aralarında meshur fakihlerden Abdullah Bin Mesut ve Malik-ül-Ester bulunan ondört kisi Ebu Zer'i

    gaslediyorlar, kefenliyorlar ve namazını kılıp nur pınltılariyle kıvılcımlanan mezarına gömüyorlar.

    O zaman Abdullah Bin Mesud, Allah Resulünün gerçeklesen mucize çapındaki hadîsini tekrarlıyor:

    "- Ebû Zer yalınız yasar, yalınız ölür ve yalınız hasrolu-nur."

     

    Hadîs meali:

    "- Benim ümmetimde Ebû Zer, İsa Bin Meryem'in zühdü üzerindedir."

    Hadîs meali:

    "- İsâ Bin Meryem'in tevazuunu görmek isteyen Ebû Zer'e baksın!"

    Allanın Resulünden 281 hadîs rivayet etti.

    Sözü:

    - Senin malında iki ortağın vardır: Biri âfet, öbürü de âfetten beter vârisin... Onun için, malını dağıt

    ki, bu ortaklardan kurtulasın!..


  2. AİLE VE HER ŞEY

     

    Kaynakların kaynağı dinden başka, bütün ruhçu kıymetler, milliyetçilik, ahlakçılık, ailecilik, komünizmin gözünde en adi hakaret hedefleri bilindi.

     

    Komünizmin saf doktrinler aleminde ve esasında aileye yer yoktur. Çocuk cemiyetin malıdır. Üç yaşından sonra çocuk sitelerine gönderilecek ve orada köpek yavrusu sürüleri halinde büyütülecektir. Böylece bunların anneleri de çalışabilecek ve cemiyete verimli olacaktır. Kadın, kocasına, hiçbir murakebe ve inhisar hakkı tanımaz. Bir kelimeyle evlenir, bir kelimeyle boşanır. Miras, ana baba hakkı, nereye gittiğini bilmeğe bile lüzum olmayan içtimai gasp malı...Onlarca, kadının erkek ve aile esaretinden kurtulması tam manasiyle sağlanmadıkça inkilap olamaz.


  3. ''DİN AFYONDUR!''

     

    Bütün dinler ve her nevi manevi alaka, kominizmin gözünde, hastalıkların sapıklıkların en zavallısı... Kendilerince, bu illetleri tedavi edilmeden, fertlerle hiçbir işbirliği yapılamaz, hiçbir münasebet kurulamaz.

     

    Sosyalizmi kominizmden ayıran baş hususiyet, birinin bu noktayı boş bırakmasına mukabil, öbürünün, her şeyi Allah ve ruhu inkar esasına bağlaması, böylece iş ve emeği manevi faktör hakimiyetinden koparıp alması olduğuna göre, dindar bir kominizm muhal bir hayaldir.

     

    Yahudi (Marks)ın:

     

    ''--Din afyondur!'' sözünü, bir Fransız mütefekkirinin tabiriyle, ayet gibi her tarafa yazdılar. Kızıl meydanın duvarlarına ve her yere... Gelip geçen memurlar da -Rusya'da herkes memurdur- kasketlerini çıkarıp, (Giyyom Tel) efsanesinin meşhur şapkası gibi, bu dövizi selamlamaya zorlandılar.

     

    Daha inkilabın başında bütçelerinden bütün din tahsisatını kaldırdılar. Sonra sonra, görmemezlikten gelmeğe mecbur oldukları kliselerden vergi almaya kadar gittiler. Para cezasına tabi din... (Rostof) şehrinin bir klisesinde 1925 yılı için konulan vergi 70 bin (çervonets), yani o zamanki Türk parasıyle 1 milyon liraya yakın bir kıymet... Bugünün en aşağı 30 milyon lirası...

     

    İnkilabın başında o kadar papaz öldürdüler ki, her sokak başında bir kaç papaz leşine tesadüf etmek adet oldu. Yine inkilap içinde, hayallerince, peygamberlerin tahtadan ve mukavvadan heykellerini yapıp sokaklarda meydan yerlerinde törenlerle yaktılar. Manevi kıtal karnavalı...

     

    Bolşevik şairi:

    ''Müjik!.. Senin yeni Vatikan'ın Kremlin'dir!..''

     

    Diye gülünç mısralar döküyor; Sovyet rejimi, aklınca Tevrat, İncil ve Kur'an'a açtığı mücadelede fasılasız devam ediyordu.

     

    Bazı zulümlerden müteessir olan ve yazdığı teessür mektubuna cevap isteyen Papa (9.Pi)nin isteğine verilen cevap, topladıkları bir iadenin tahsis yerini değiştirip bir uçak filosu almak ve filoya şu ismi takmak oldu:

     

    ''--Papa'ya cevabımız!''


  4. ORDU - HARP - CİHAD

     

     

    Müslümanlık orduyu sımsıkı benimser; ve gerçek dava ve imana bağlı ordu vazifesini azizleştirir:

    124 - Allah için müslümanları bir gece nöbette beklemek, bin gün, geceleri namazda, gündüzleri oruçta olmaktan hayırlıdır.

     

    İlmiyle, fenniyle, zekasiyle, en yeni ve ileri aletleriyle, en ince ve çevik politikasiyle harb:

    125 - Harb, hiledir.

     

    Bütün savaş ve gayemizin aks-i davası:

    126 - Öldürülenlerin en kötüsü, mal ve menfaat hırsının savaşında can verendir.

     

    Şehit diye, Allah uğrundaki savaşta düşman silahiyle ölenlere derler; ve bunlar arasında deniz şehitleri daha üstündür:

    127 - Kara şehitlerinin, borç ve emanet müstesna, bütün günahları, deniz şehitlerinin ise, borç ve emanet beraber,bütün günahları kaldırılır.

     

    Deniz şehitleri, bakınız, kara şehitlerinden ne kadar üstün:

    128 - Deniz gazilerinin kara gazilerine karşı üstünlüğü, karada savaşanların evlerinde oturanlara karşı üstünlüğü gibidir.

     

    GARB DÜNYASININ KİLİDİNİ ELE GEÇİRECEĞİMİZ MÜJDELENMİŞTİ; O MÜJDE Kİ, DÖRT ASIRDIR KENDİSİNE LİYAKATSİZ YAŞIYORUZ:

    129 - ELBETTE İSTANBUL FETHOLUNUR. ONLARIN BAŞBUĞU NE GÜZEL BAŞBUĞDUR; VE ASKERİ NE GÜZEL ASKER...

     

    Yine son dört asrın izah ölçüsü:

    130 - Müslümanlar düşmanlarını karşılamak ve kırmak yolunda devam ettikçe bu din Kıyamete kadar bakidir.

     

    Mefkure:

    131 - Allah yolunda tozlanan ayaklara, Allah, ateşi haram eder.

     

    Vazife:

    132 - Düşmanla karşılaşıp da ölünceye, yahut galip gelinceye kadar sabreden, kabir azabından kurtulmuştur.

     

    Ve nihayet görünüz, cihad, dönüp dolaşıp nerede karar kılıyor ve nasıl <<ekber cihad>>ın eşiğine ayak basarak tamamlanıyor?.. Kainatın ruhu, Allah yolunda bir cenkten dönerken Sahabilerine, şimdi savaşın küçüğünden büyüğüne gittiklerini söylemiş ve büyük savaşın herkesin öz nefsiyle pençeleşmesi olduğunu bildirmişti:

    133 - Mücahit, Allah için nefsiyle savaşandır.


  5. KARA HABER

     

    Mareşal Fevzi Çakmak'ın ölümü dolayısıyla:

    Mareşal ölmüş!..

    Işıklı bir bahar sabahı, bu kara haber bütün İstanbul'u kapladı. Herkeste hüzünlü bir teslimiyet var. Garson elindeki tabağı bırakıverdi; patron müşterinin verdiği paraya bakmadı... Dünya!.. Hiç ölmeyecekmiş gibi sarıldığımız dünya, birdenbire fâni oluvermişti. Lokantadan mahzun ve mükedder çıktım. Tramvaylar yine işliyor, insanlar yine gelip gidiyordu!

    "Alem yine o âlem, devran yine o devran!" dedim. Fakat iyice dikkat edince, yüzlerde, gözlerde büyük batışlardan sonra hâsıl olan o durgun ve kırgın hâl vardı... Kimse bağırmıyor, konuşmuyor, gülmüyordu!..

    Ağır ağır düşüncelerle yürüyordum. Birdenbire durdum; çiğ, yırtık, hoyrat bir ses; bir türkü!.. Bu matem gününü sokaklara, caddelere bir bayram günü gibi ilân ediyordu!..

    Bulgaristan ve Yunanistan da dahil, bütün yakın şark radyoları susmuştu... Bizimkiler bayram yapıyordu...

    Sabahtan beri mukadderata sessizce teslim olan insanlar birdenbire feveran ettiler. Biraz evvel kadere boyun eğip hiçbir şey istemeyen mümin, mütevekkil insanlar, içten içe ayaklandılar, baş kaldırdılar... Mareşal öldü! Bayraklar niye yarıya inmiyor!.. Yabancı radyolar sustu! "Türkiye radyolarının bu çılgınlığı ne?!" Herkes böyle diyordu.

    Dakikalar, saatler geçtikçe heyecan ve tevehhür bir çığ gibi büyüyordu... Ankara'ya Basın Yayın Genel Müdürlüğüne telgraflar çekiliyor, radyo idarelerine telefonlar ediliyordu. Fakat bütün bu gayretler boşuna! Verilen cevaplar, bir "emriyevmî" gibi kat'î... "Ankara'dan emir var: Programda katiyen değişiklik yapılmayacak!"

    Radyo Evine Yürüyüş

    Bu vaziyet karşısında sabahtan beri dişini sıkan, kendini zor zapteden üniversite gençliği artık dayanamadı... Duyduğu derin teessüre tercüman olmaları için gazete idarehanelerinin önünde toplandı... Saygısızlar nefret ve şiddetle takbih edildi. Bu hâdiseler cereyan ederken İstanbul ve Ankara radyoları hâlâ rumba ve samba havalarına devam ediyor, hâlâ gençliğin bu asil galeyanı ile alay ediyorlardı.

    Suyu kökünden kurutmak lâzımdı... Bir ses yükseldi;

    Radyo evine, Radyo evine... Bütün kalabalık bu sesin peşinden aktı... Kalabalık gittikçe büyüyordu.

    Fakat Radyo evi daha evvelden kuşatılmıştı...

    Polis müdürü ve âmiri başta duruyordu.

    İsteğiniz nedir diye soruldu...

    İsteğimiz radyonun susması, bayrakların yarıya çekilmesi, millî matem günü ilân edilmesi...

    "Ankara'dan emir aldık" dediler... Bu arada mukaddes küfürler duyuldu! Gençlerden biri:

    "Papa ölür bayraklar yarıya iner, bir ecnebi ölür, bayrak yarıya iner!.. Radyolarımız susar!..

    Mareşal öldü! Bu bayrakların gölgesinde, bu insanların ülkesinde zafer kazanan Mareşal öldü! Hâlâ bayraklar yarıda değil!.. Bütün şark radyoları sustu. Bizimkiler, rumba samba çalıyor. Bugün gam günüdür... Solmajör gamı sussun! Bu sesler sussun!.. Bunu istiyoruz!.." dedi. Cevap yine aynı cevap: Ankara'dan emir aldık!..

    O sırada vali de içerdeymiş. Radyo evinde. Tekrar itiraz! Tekrar Ankara!.. Gençlerden bazıları ısrar ettiler. Bazıları dağılalım dediler. Derken yeni bir ses: Mareşal'in evine gideceğiz. Orada bir tazim duruşu yapacağız... Ve ileri atıldılar. Polis müdürü emretti. Etraf atlı polislerle sarılmıştı. Mareşal'in ölüsünden bile korktular. Üniversite gençliğinin üzerine hayvan ve sopalarla hücum ettiler, düşenler, bayılanlar oldu! Küfürler yükseldi! "Ulan it sunileri v.s." Polisler hem sövüyor, hem dövüyordu gençleri... İleri hatlardakiler yakalandılar. Bir paçavra gibi itile kakıla, elastikî sopalar, sert küfürlerle karakola atıldılar.. O akşam, Mareşalin öldüğü gün akşamı polis talebeye baskın çıktı... Gençlerden biri anlatıyordu: "Benim evim o tarafta idi, evime gidiyordum. Atlı polislerden biri üzerime hücum ediyordu... Ulan ibne yürü diyordu, yürü... Zor kurtuldum." Gençler, atlı polisler tarafından dağıldı; dağıtıldı. Birçokları tevkif edildi. Sanki seferberlik ilân edilmişti. İstanbul sokaklarında askerler devriye geziyorlardı... İstanbul işgal altında idi.


  6. Sabah: İslam laiklikle çok daha güzel. Baykal. 10. kez seçildi

     

    Evvela, Baykal'ı tebrik ediyorum :) Yukarıda yazanı istihza ederek yazmışlarsa lafım yok. Ciddi ciddi yazmışlarsa... Sabah gazetesinin böyle başlık attığını sanmıyorum, yalnız bunlara benzer söylemleri sakız gibi ağzında dolaştırıp, sağa sola sündürerek uzatmaya kalkışanlar var.

     

    İslam, laiklikle çok daha güzel. Bu ne demek ya, bunu hangi selim akıl söyler, kabul eder. Bunu yazan veya yazdıran, vicdanı rahat mı? Bu tür söylemlerde akıllara sokulmak istenen şudur: ''İslam'' bizi geriye götüyor, ''laiklik'' o kadar modern ve kalıcı ki, İslam düzeninin giriftliğini ortadan kaldırıyor(!). İslamiyet'e dayanmayan ne varsa yıkılıp gidecektir. Bizim dinimiz; oturmamızdan, sohbetimize, giyimimizden, bakışımıza vs. topyekün tüm eşya ve hadiseleri, geniş ve muayyen çerçeveye oturtmuştur. Devlet yönetimini mi çerçevelemeyecek? Müslümanız diyorsunuz, dinin bazı hususlarını hiçe sayıyorsunuz. Alçaklar, bari yobazların olmadığı yerde İslam daha güzel deyin de saygı duyalım. Bu sözü de şuraya çekerler dindarlara ''dinci'' diyerek umumiyetle yobaz derler. Sonra klasik ve iptidai söylemleri ''Batı'' laiklikle ilerlemiştir, bizi ayakta tutan laikliktir, laiklik olmasa şu bu olurdu. Onlar devlet yönetimin de sapık dinlerini yok sayıyor, biz ''Hak'' dini. ''Batı'' hristiyan, biz müslümanız deyince kem küm ederler. Laiklik, Fransızcadan dilimize geçmiştir. Manası ''dinsizlik''tir. Her ne kadar devletin dini yok deseler de, çoğu hususta bunu ''isteyen istediği gibi yaşar'' manivelasına çekerler. Müslümanız deyin çobansız koyun gibi salın çayıra milleti, sen yakınındakini dini hususlarda uyarmakla mükellef değil misin? Sen koyun gibi yaşarsan geviş getirmekten öte uyarıcın olamaz.

     

    Fransa'da zamanında ''klise'' herşeyi ele geçiriyor. Kral ne yapacak, din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp ''klise''nin nüfuzunu kıracak. Biz neden laikliği seçmişiz acaba ? Camiler mi herşeyi ele geçirdi, yoksa batı hayranı aydın kesim mi? Laiklik bizim diğer ülkelerle ilişkimizi geliştirdi, batıya yaklaştırdı. Batı zehirli yılan yaklaştıkça daha derinden sokar. Batının teknelojisini, ilmini almak için de laikliğe gerek yok değil mi?. Madem laiklik sevdalısı milyonlarca insan var, bari onların kaç milyon katı olan ''laiklik sevdalısı'' olmayan insanlara saygı duyulsun, camiye gitme saadetiyle yetinmesinler.

     

    Devlet yönetimini mi çerçevesiz bırakacak? Baykal ne diyor '' Biz müslüman olarak laikliği benimsemiş toplumuz! '' Sana oy verenler olabilir, sevgili Baykal.

     

    Sokaklardaki, reklam panolarına astırmış sevgili Baykal '' Din de bizim, devlette bizim, bayrakta bizim ''. Bize de bırak Baykal, biraz cömert ol. Ha devlet sizin, o doğru onlarca yıldır devletin her kademesinde kadrolaşmışsınız. Sonra dersiniz sağ partiler iktidar oldu, ülke ilerlemedi. Sağ partiler hamallık yapıyor, paşa sizsiniz. Paşalar sizlerle, İsmet'in kurduğu düzen sizlerle. Ne mutlu sizlere... Kanun çıkar, ordan Anayasa Mahkemesine, 8'i İsmet vari adamlar. Kanun geri döner, veya Sayıştay Laikliğe aykırı diye kılıf uydurur. Millet mi sizin?

     

    Şehitlerimiz, Allah'ın rızası için şehit oldular. Senin köpekliklerin için değil. Bayrak mı sizin?

     

    Din bizim diyorsun, sevgili Baykal'ım. Başörtüsüne, dine yenilik getirerek, İmam-ı Azam'ın söylemediklerini söyleyerek; ''başörtüsü farz değildir'', diyorsun. Din mi senin, küfür mü? Senin dediğine inanmak isteyen sayısız ahmak var. Maide Suresi 31. Ayet'i oku, Baykal'ım. Okumuşsundur, duymuşsundur Baykal'ım. Annemin başörtüsünü, sana veya görüşene oy verenlerin alayına değişmem.

     

    Efendimiz'in şu Hadisine bakın:

     

    ''Üç kişiyi kötülemekte suç yoktur; günahlarını ve ayıplarını alenileştiren adam; zulm ve cevr ehli devlet büyüğü; dinde yenilik icad edici şahıs...''

     

    Üçü de sevgili Baykal'ım da var. Neden Baykal'ım diyorum; çünkü adam -bizim Yozgatlıların tabiriyle- zerze(salak) gardaşım. Bizim işimizi kolaylaştırıyor, Akp'yi ne kadar sevmesem de, onları kuş sütüyle besliyorlar. Sonuna kadar Baykalcıyım!. Aklıma yeni geldi, ''Cumhuriyet Yürüyüşü'' yaptırdılar ya, bu yürüyüşlerin, Anadolu halkında bırakacağı intibaları etraflıca düşünemeyecek kadar zerze bu herif. Oy potansiyelinin yaklaşık % 70'i Anadolu halkı, aklıma birşey daha geldi bu alçaklar seçim öncesi Yozgat'ta başörtüsü dağıttılar. Bir tane kibar bayan(zerze) bulmuşlar, bizim saf kadınlara dağıttılar. Bir alan, bir daha alıyordu :) Yine de vekil çıkaramadılar :) Başörtüsüne de paramız gitti diye hayıflanmışlardır. Tüh, tüh, tüh(!)


  7. (Kitapta daha bu husustan önce ve sonra geçen, anı,olay ve bilgilerden anlaşılıyor ki Üstad 16, 17 yaşlarında...)

     

    Erzurum; sonraları Anadolu'nun en saffetli yerlerinden biri olarak kalbime naksedilen Erzurum'da, bu yere ve onun yerlisine ait ilk intibam yine ata bağlıdır:

     

    Bir gün ahırımızda ariyet olarak bırakılan ve benim besleye besleye sisirdiğim, hattâ azgınlastırdığım ata binmis, çarsı tarafından geçiyordum. Her taraf kar... Kar iki yana tepeleme çekilmis ve ortasında ancak tek adamın geçebileceği, üstüne kömür tozu serpili ince bir yol bırakılmıs... Atım azgın... Kantarmaya abanmış, yavaşlamak bilmez bir hızla ilerliyor, dizginlere asılışıma hiç aldırmıyor, önümde bastan aşağı damalı bir çarşafa bürülü bir kadın yürüyor. Kadına çarpacağım! Ata hâkim olamamamın hicabiyle kadına haykırmak zorunda kalıyorum:

     

    — Hey, hatun! Kenara çekil! Nereye çekilsin?.. Kar yığının tepesine mi çıksın?.. Kadın dönüp arkasına bakmıyor bile... Var kuvvetimle dizginlere asılıyorum. At biraz yavaslıyor, fakat kadına hafifçe çarpmaktan da kendini alamıyor. Birden dizginlere yapısan ve atı zınk diye olduğu yere mıhlayan bir el... Genç bir Erzurum dadaşı...

     

    — Ata binmeyi bilmezsin! Zenne kisiye de çarparsın! Nola senin halin!

     

    Korkunç hakaret!.. Bu hakarete hak verip geçeceğime onun daha büyüğüne lâyık bir adilikte bulunuyorum. Polis Müdürü dayımın mevkiine güven duygusuyla genç Erzurum'luya diyorum ki:

     

    — Sen benim kim olduğumu biliyor musun?..

     

    İşte o zaman Erzururm delikanlısı, beni hayran bırakan ve asla hatırımdan çıkmayan cevabını veriyor. Yüzüme nefretle bakıp atımın sağrısına bir tokat askediyor ve:

     

    — İstersen vali pasanın oğlu ol, diyor; haydi çek git!

     

    Ufukları, feza cüsseli bir pehlivanın siskin kol adalelerini andıran dağlarla sınırlı, geceleri ayamerdiven dayamak ve yıldızları yemis gibi koparmak hissini verici, hiçbir şek ve şüphe karartısı taşımaz, berrak, sonsuz berrak bir madde çerçevesi içinde, iste en basit bir Erzurum delikanlısının tüttürdüğü mânadaki saffet ve asalet!..

     

    Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, güya Erzurumlu şair Kemaletten Kâmi'ye (Kamu) bu madde ve mâna hususiyetlerini anlattığım zaman, o benzetişime hayran olmustu. Halbuki o, halis bir Erzurumlu, yahut Erzurumlu'nun halisi değil, tersiydi; En ucuz tarafından bir inkarcı, bir dinsiz... Ne örümcek, ne füsun; Kabe Arabın olsun, Çankaya bize yeter! Diyen adam...


  8. Yazdığınız bazı kelimelerin manasını bilmiyorum, bazı yazdıklarınızı anlamamamın saiki bundandır. Bazen bakmaya da üşeniyorum. Evvelden fehmedeğim lafızlar hayli çoktu, sitede manasını bilmediğim kelimelerin manasına sözlükten bakarak, Üstad'ın kitaplarını okurken sözlüğe bakarak mesele olmaktan çıkarttım. Sitede ki arkadaşlara tavsiyem, bu siteye girince sözlüğü de açarak anlayamadıkları sözlere anında bakmaları. Daha önemli tavsiyemse, bir fihrist alarak kitap okurken veya gerekli zamanlarda fihriste bilmedikleri kelimelere bakarak not almaları, mesela ''telakki'' kelimesinin manasını bilmiyorsunuz farz edelim, fihristte ''t'' yi açın, oraya manasını not alın. Yazarak beyne kazıyın.

     

    Reyhan Abla, Uyghur yanda ki yazdığınızı anlayabilir mi :) ? ''aksiyon yüklü bir ruhun teşekkülüne yardımcı olmak gayeleri etrafında kurulmuştur '' yazdığınız cümlenin içinde bunlar geçmiş. Sonra Uyghur kardeşimiz tekrar diyecek '' Bu yazma çok kompleks '' :) Benim de bazen anlamadığım kelimeler geçiyor ve sözlüğe bakmıyorum. Neden yazdıklarınızı anlayamadığımı bu örneklerle anlamışsınızdır.

     

    Esas konuya döneyim. Kelime haznemizin gelişmesi şu üç hususta müspet katkı sağlar, 1) Günlük hayatta ki konuşmalarımızda kekelemiyi, mevzuyu anlayamayınca duraksamayı, karşıdakinin söylediği sözü anlayamayınca bön bön bakmayı ortadan kaldırır :) Hem yazı da hem söz de, cümlelerimiz daha açık ve anlaşılır hale getirir 2) Kelimenin sadece karşılığında ki kelimeyi bilmemiz söz dağarcığımızı geliştirir ve daha edebi, daha şairane konuşmamızı sağlar. 3) Kelimenin tam manasına vakıf olmamız ise olaylara arasında daha hızlı ve kolay bağ kurmamızı sağlar. Ayrıca, yaratıcı düşünce mefhumunda kendini gösterir. ( Biz insan olarak tabiyatımızla yaratmaktan münezzehizdir, elbette yaratmak Allah'a mahsustur, anlatmak istediğim bambaşkadır ve anlaşılması gerekir)

     

    Günümüzde kullanılan Türkçeye bakın, 3 kelimeyle anlatabileceğimizi 20 kelimeyle 5 cümle kurarak zor anlatıyoruz. Dil sadeleşmemiş, yozlaşmış. İlkokulda ve çevremizde ki insanların konuştuğu dili yozlaştırdılar. Dili sadeleştirmeklerinde ki kasıtları, İslama olan nefretlerinden Arpça kelimelerin karşılığına güya Türkçe kelime getirerek dilimizi yabancı kelimelerin boyunduruğundan kurtardılar(!) Misal, ''teskin etmek'' sözü çok nadir kullanılır, bunun yerine '' duygularımız kontrol altına aldık'' diyeceğiz, çünkü ''teskin'' kelimesi Arapça ve İslam kültürüne ait ekseriya '' nefsi tezkin '' lafzıyla kullanılır. 80, 90 yıl öncesinden başlayarak, bunlara benzer kelimeleri kaldırıp veya yozlaştırıp okul kitaplarından kaldırmışlar. O zamanın insanının konuştuğu dili de '' İstanbul Türkçesi'' diyerek, asli hüviyetini bozarak nesilden nesile yozlaştırarak aktarmışlar. Buyurun size dilini, benliğini unutmaya yüz tutmuş millet! Ne kadar sinsice ve alçakça yaptırımlar. Günümüz insanına bunları çaktırmadan öylesine aşılamışlar ki kimse farkında değil. Yalınız biz farkındayız anlatacağız ve doğruya inandıracağız. Lugatten bakarak eskimeyen, pörsümeyen ama bize unutturulan nadide kelimelere bakın çoğunluğu Arapçadır. Eski Türkçe kelimeleri, Arapça kelimelerden ayırırsanız, yavrusunu kaybetmiş anayı karşınızda bulursunuz. Milletimiz Yunus değil ki, Arapça'dan dilimizi ayırarak dilimizin şahaneliklerini dökebilsin.

     

    Müslüman olmamız nedeniyle kitabımızın Arapça olması nedeniyle Arapça bizim dil potamızdadır. Arapça kelimelere aşina olmamız hayat menbaımızın Kur'an olmasından kaynaklanır. Arapça bu alçakların düşündüğü gibi değersiz dil olsaydı Kur'an Arapça olarak iner miydi? Dinimizi yaşama gayreti Arapça'yı bilmemize, Arapça'yı dilimizi bozmadan almamıza neden olur. Harf inkilabı bizi ne batıya yaklaştırmıştır ne de Arapça'ya dolayısıyle dinimize yakınlaştırmıştır. Yok Osmanlı'ca 7 yılda öğreniliyordu, hayır efendim 1 yılda rahatça öğrenilir, öğretilmiştir. İngilizce, Fransızca vesaire Latin Harfli Batı dilleri öğrenilecekse Üniversite de veya okullarda kolaylıkla öğrenilebilirdi. Biz modern, Laiklerin ülkesinde yaşıyoruz, Hacıların, hocaların ülkesinde değil(!) Çünkü Hacı, Hocalar geri kafalıdır, ilim bilmezler (!) Alimlerin ilmi alayını ilmini berhava eder. Alimlerin ilminin yanında bu beynamazların ilminin lafı bile geçmez. Hem dini ilimlerde, hem pozitif vesaire ilimlerde bu böyledir. Alimin talebesi bile tarafsız olarak bu ilim taslayacılarıyla karşılaştırılsa, ilmi yönden aralarında fezalar kadar fark olduğu fark edilir.

     

    Dilimizi sadeleştirenler, yukarıda bahsettiğim gibi yüzyıllardır kullandığımız dilde ki, Arapça kelimeleri dilimizden çıkartarak, dilimizi canansız bırakmışlardır. Mesala '' nahak yere '' lafzı eski Türkeçedendir. Arap dilinin kokusunu verdiği için bunu ve benzerlerini yok etmişlerdir. Ne can var ne de canan. Anne kokan Türkçe'yi koklamak için çırpınıyoruz, dilimizi ne kadar yozlaştırmışlarsa çırpınmalarımız çoğu zaman nihayetine varmıyor. Birde ek getirmeleri var onu hiç anlatmayacağım, köpekler kuyruklarını gösterir ya, bunlarda dilimizi köpekleştirip kuyruğunu göstermeye kalkıyorlar. Bilgisayar kelimesine hayranım, bizi ''computer'' demekten kurtarmış, bilgisayar mefhumu bilgisayarın işlevlerini, gayesini vesaireyi topyekün açıklıyor. Mesela ''aksiyon'' kelimesi Fransızlardan bize geçmiştir, o mefhumu karşılayan kelimemiz olmadığı için ''aksiyon'' Türkçeleşmiştir. Dilimizdeki yabancı kelimelerde ölçüt bu olacaktır.

     

    Üstad'ın kullandığı Türkçe'yi naçizane, kısaca anlatayım. Üstad'ın kullandığı Türkçe'de gerektiği yerde gereken en güzel kelime, cümle yerleştirilmiştir. Üstad'ın Türkçe'ye olan derin vukufu sanatının dil babında zirveliğine remzdir. Hakkı anlatma gayesi bu vukufla birleşince mücerredliği şiirlerine, piyeslerine, romanlarına, topyekün yazılarında derinleşmiştir. Hele şiirleri Üstad'ın okumaya başlarken insanı farkında olmadan bir baloncuğa sokar, sonra şiir bitince balona girdiğinizi ve balonun patladığını yeni farkedersiniz. O baloncuğun içindeyken kafanız, ruhunuz, bedeniniz balon çarpar ama acı hissetmezsiniz. Öyle tahmin ediyorum ki Üstad'ın lugatte bilmediği kelime neredeyse yoktur. Kullanmadığı kelimelerse uydurukçadır, kullanmaya lüzum yoktur. Çöle İnen Nur adlı eserinde bu dil vakıflığı kendini gösterir. Bazı kelimeler lugatte bile yoktur, o kelimelerin manasını cümleden anlarsın ve Üstad'ın dilinin ihtişamını anlarsın. İlk sitemizde öğrenmiştim, Üstad yabancı kelimeleri parantez içine alıyor. Dikkat edin Arapça kelimeleri değil, Arapça kelimeler Türkçeleşmiştir. Üstad'ın dilin incelikleriyle zekasını birleştirmesi, kaleminin kuvvetiyle hakikatleri haykırmasında rol oynamıştır. Nesir de, yani piyes, roman, hikaye, fikri, tarihi, dini yazılarda bu kadar geniş çapta, hakikati anlatmanın yanı sıra bu kadar sürükleyici ve üslubu düzgün yazılar yazabinler neredeyse hiç yoktur. Hele yakın tarihimiz de hiç yoktur. İçimi döktüm ya, neye niyet, neye kısmet demişler.

     

    Birde yukarıda '' kurduğumuz site '' demişim. Sanki ben kurdum siteyi, ordaki yanlış için özür dilerim. Siteye lüzumsuz yazılarımdan başka ne katkım oldu. Dikkatsizce yazmışım o yazıyı.


  9. Üstad, siteyi onun için kurduğumuz kişi. Yani Necip Fazıl Kısakürek.

     

    Üstad'ın kelime anlamı ise şiir, yazı, ilim (bilgi) derin ilim sahibi(çok bilgi) sahibi demektir. Bu özellikler Necip Fazıl Kısakürek'te bulunmaktadır. Onun için Necip Fazıl'a Üstad diyoruz. Necip Fazıl'a bu adı(ismi) halk koymuştur. Necip Fazıl 1983'te ölmüştür ama hala biz onun yazdıklarını önemli buluyoruz. Necip Fazıl Türk tarihinin önemli şahsiyetlerindendir(kişisidir). Sizlere inşallah ileri de daha geniş şekilde anlatırız inşallah

     

    Reyhan Abla'nın yazdıklarını bazen ben de anlayamıyorum :) , üzülme müslüman kardeşim. Anlayamadığınız kelimeler için sözlüğe bakmanızı tavsiye ederim Uyghur kardeşim. Sözlük için yandaki linke tıklayın. Bilmediğiniz kelimeleri oraya yazarsınız. http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10...5A79F75456518CA


  10. Hoşgeldiniz, ne kadar uzaklarda olsanızda gönlümüzde sizler varsınız. Türk oluşunuz daha da mühimi(önemlisi) müslüman olmanız bizleri ziyadesiyle(çokça) mesut(mutlu) ediyor. Biz bir bedeniz sizin bir yeriniz incinsin(acısın) inanın biz de acı çekiyoruz. Uygurlar da müslüman kesim azınlıkta değil mi? Çin'in ülkenizde yaptığı alçaklıklar bizleri hayli müteessir ediyor(üzüyor). Çin'in ülkenizde yaptıklarını anlatın lütfen. Siz en çok Türkiye'den kimleri tanıyorsunuz? Bizden beklentileriniz var mı? Beklentileriniz var ise nelerdir?


  11. Hz. Enes'e (ra) bir misafir uğramıştı.

     

    O der ki: '' Yemekten sonra Enes bir hizmetçisine emretti ve elimizi sildiğimiz kıymetli peşkiri tandıra attı. Biz onun niçin yaktığına şaşırdık. Ancak az sonra tandırdan peşkiri çekip aldı. Peşkir yanmamış ama tertemiz olmuştu. Bunun sırrını sorunca 'Bu peşkiri Hz. Peygamber (s.a.v) de kullanmış, onunla ağzını silmişti. Ben de peşkiri onun eline değen hiçbirşeye ateşin dokunmayacağına inanarak ateşi tandıra attım!' dedi.

     

    Mevlana bunun ardından soruyor. '' Peki, onun eline düşen peşkir bile yanmazsa, mümin yanar mı hiç?''


  12.  

    Allah (c.c) cümlemize böyle ölümler nasip etsin. Elbette bunda da bizler için ibretler vardır. O kadar Allah aşkıyla, hasretiyle dolmuş, yanmış ki, '' Rabbim sana geliyorum '' dercesine ellerini açarak Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim etmesi, cami de, kameranın oraya konulması, o mübarek insanın ölümüm anını görmemiz, çocuklara sevgiyle, şefkatiyle muamelesinin ardından vefat etmesi, üç aylar içinde Regaip Kandili sonrası Cuma vaktinde vefat etmesi...


  13. Üstadın, Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerinin kaleme aldığı Rabita-i Şerife kitabının, yeni iman gençliğinin anlaması için sadeleştirdiği kitaptan alıntıdır. Kitabın Parçalar adlı bölümünde ki bazı yazılardan başlıklardan iktibas edilmiştir. (Parçalar, Efendi Hazretlerinin ders, takrir ve mektuplarından.)

    ----

    ŞEHADET

     

    Dini işlerde bid'atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlukları sarar. Bunlardan biri de cihad ve gazada gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alemeti olmaya kadar gider. O da şehitlik nimetinden kaçınmak... Şehitlik, İslamın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mümin fert, bu yüksek makamı kalb ve zevk yoliyle benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resul ve nebilerin birçoğu, sahabiler ekserisi ve Peygamber evladının hepsi şehadeti arzulamış ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir.

     

    Bir kişinin sebep olduğu fitne dolayisiyle bütün mahlukların zarar görmesi karşısında kalblere bir vehim düşebilir. Bu hususta Allah, İlahi ukubetinin pek şiddetli olduğunu bildiriyor. Çünkü İlahi rızasına aykırı bir şeyin zuhurunda cezanın nasıl geleceğini takdir, ancak kendi zatına aittir. İlahi adet gereğindendir ki, ceza umumi olarak gelir. Sebep olanlara, başlangıcı dünyada olarak ceza, sebep olmayarak mazur görülecek olanlara da, fitnenin doğuş ve yayılışına mani olamayarak yalnız kalble karşı durdukları için şehitlik nasip eder.


  14. Konuyla alakası nedeniyle Üstad'ın '' Nur Harmanı '' adlı eserinde '' Batıl İtikad, Hurafe, Dinde Saffet'' başlığı altında ki Hadisleri, mevzuyu mihrakına yerleştirme cehdiyle vereyim.

     

    BATIL İTİKAD - HURAFE - DİNDE SAFFET

     

     

    Bakınız, bizim dinimiz aslında neymiş ve şimdi ne zannedilmekteymiş:

    115 - Manasız lafızlarla kargacık burgacık bir takım nüshalar yazılması, nazara karşı şunun bunun üzerine öteberi asılması, kadınlarca hoş görünmek için bir takım efsunlar yapılması şirktir.

     

    Bir eski pabuçta uğur arayan, buyursun:

    116 - Bir şeye alaka bağlayan ve onun himayesine sığınan, o şeye havale olunur.

     

    Bakınız:

    117 - Şu öldürücü yedi şeyden sakının: Allaha şirk koşmak... Büyü ve sihir yapmak ve yaptırmak... Hakkın zıddına nefse kıymak... Faiz almak... Yetim malını yemek... Savaşta düşmana arka çevirmek... Evli müslüman kadınlara, gafletlerinde zina isnad etmek...

     

    Bakınız:

    118 - Kim, yıldızların gidiş gelişinden hüküm çıkarmak için ilim ederse, sihirden bir şube edinmiş olur; ve ilmi ziyadeleştikçe suçu fazlalaşır.

     

    Bakınız:

    119 - Kuş uçurarak kehanet, şirktir.

     

    Bakınız:

    120 - Ümmetim de üç şeyden tam salim olamaz: Kıskançlıktan, kötü zandan ve teşe'ümden (uğursuza yorma, kötü saymak)... Ben bu fena sıfatlara karşı size kaçacak yol göstereyim mi?.. Kötü zanna düşünce iş böyledir diye katı olarak hüküm vermeyin; kıskansanız da söz veya hareketlerle taarruza geçmeyin; teşe'üme düşecek olursanız, Allah'a tevekkülle geçip gidin!..

     

    Hurafe ve masalı, İslamlıktan başka her şeyde ve her yerde arayabilirsiniz:

    121 - Bir takım illetlerde sirayet; ve ayda, günde, kuşta, hayvanlara şeamet(uğursuzluk) yoktur. Gulyabani masalları da yalandır.

     

    Hem gerçek esrarın derini, hem de riyazi vuzuhun(açıklığın) en sağlamı, dinimizdedir:

    122 - İsimlerden, kuş seslerinden, kuş uçurmaktan, ufak taşlar atmak veya noktalar dökmekten gaibin keşfini bekleme gayreti, putperestlik ve sihirbazlık işidir.

     

    Dinimiz billur gibi aydınlık ve bütün hurafelerden münezzeh:

    123 - Gaibi keşif maksadiyle kuş uçuran veya kendi hesabına başkasına uçurtan, kehanete kalkışan , büyü yapan veya yaptıran bizden değildir.


  15. BATIL İTİKAD - HURAFE - DİNDE SAFFET

     

     

    Bakınız, bizim dinimiz aslında neymiş ve şimdi ne zannedilmekteymiş:

    115 - Manasız lafızlarla kargacık burgacık bir takım nüshalar yazılması, nazara karşı şunun bunun üzerine öteberi asılması, kadınlarca hoş görünmek için bir takım efsunlar yapılması şirktir.

     

    Bir eski pabuçta uğur arayan, buyursun:

    116 - Bir şeye alaka bağlayan ve onun himayesine sığınan, o şeye havale olunur.

     

    Bakınız:

    117 - Şu öldürücü yedi şeyden sakının: Allaha şirk koşmak... Büyü ve sihir yapmak ve yaptırmak... Hakkın zıddına nefse kıymak... Faiz almak... Yetim malını yemek... Savaşta düşmana arka çevirmek... Evli müslüman kadınlara, gafletlerinde zina isnad etmek...

     

    Bakınız:

    118 - Kim, yıldızların gidiş gelişinden hüküm çıkarmak için ilim ederse, sihirden bir şube edinmiş olur; ve ilmi ziyadeleştikçe suçu fazlalaşır.

     

    Bakınız:

    119 - Kuş uçurarak kehanet, şirktir.

     

    Bakınız:

    120 - Ümmetim de üç şeyden tam salim olamaz: Kıskançlıktan, kötü zandan ve teşe'ümden (uğursuza yorma, kötü saymak)... Ben bu fena sıfatlara karşı size kaçacak yol göstereyim mi?.. Kötü zanna düşünce iş böyledir diye katı olarak hüküm vermeyin; kıskansanız da söz veya hareketlerle taarruza geçmeyin; teşe'üme düşecek olursanız, Allah'a tevekkülle geçip gidin!..

     

    Hurafe ve masalı, İslamlıktan başka her şeyde ve her yerde arayabilirsiniz:

    121 - Bir takım illetlerde sirayet; ve ayda, günde, kuşta, hayvanlara şeamet(uğursuzluk) yoktur. Gulyabani masalları da yalandır.

     

    Hem gerçek esrarın derini, hem de riyazi vuzuhun(açıklığın) en sağlamı, dinimizdedir:

    122 - İsimlerden, kuş seslerinden, kuş uçurmaktan, ufak taşlar atmak veya noktalar dökmekten gaibin keşfini bekleme gayreti, putperestlik ve sihirbazlık işidir.

     

    Dinimiz billur gibi aydınlık ve bütün hurafelerden münezzeh:

    123 - Gaibi keşif maksadiyle kuş uçuran veya kendi hesabına başkasına uçurtan, kehanete kalkışan , büyü yapan veya yaptıran bizden değildir.


  16. BİRLİK - TOPLULUK - FESAT

     

     

    O'nın ümmeti, birlik sırrının biricik tecelli çerçevesidir.

     

    105 - Allah, ümmetimi delalet üzerinde toplamaz. Allahın eli topluluk üzerindedir. Her kim topluluktan ayrılırsa ateşe gitmek için ayrılır.

     

    Büyük karaltın büyük ekseriyettir; ve bu, O'nun ümmetinde kurtuluş hedefidir:

     

    106 - Ümmetim, mümkün değildir ki, dalalet üzerinde toplansın... Eğer ümmetim arasında ihtilaf görürseniz büyük karaltıya katılınız!

     

    Her işte birlik ve topluluk:

     

    107 - Cemaatle namaz kılmak, yalnız kılmaktab yirmi beş derece üstündür.

     

    Daima birlik ve topluluk:

     

    108 - Allahın eli, topluluk ve birlik üzerinedir.

     

    Birlik ve topluluk ruhunu tehlikede gören müminin o birlik-topluluk adına vazifesi:

     

    109 - Mümin kılıcıyle ve lisaniyle mücadele edendir.

     

    Müminler, birlik mihrakında tek insan kadar tekleşmiştir:

     

    110 - Müminler üzerine haktır ki, birbirlerinin acısıyla acı duysunlar; bütün vücudun baş ağrısından pay alması gibi...

     

    O mucizeler kaynağı mübarek dudaklariyle haber ve ne haber verdiyse ayniyle çıktı:

     

    111 - Benden sonra ümmetim üzerine, gecenin kesici karanlığı gibi öyle bir fitne zamanı çöker ki, mümin olarak sabahlayan kimse, kafir olarak akşamlar; ve

    azıcık, küçücük bir dünya nimeti uğruna dinini satar.

     

    Mücahede ve mücadelemizin kadrosu:

     

    112 - Bir münkerin yayıldığını gören, onu eliyle düzeltsin, eğer iktidarı yoksa diliyle düzeltsin, buna da iktidarı yoksa kalbiyle reddetsin... Fakat bu üçüncüsü

    imanda en zayıf olanıdır.

     

    Bir kılıç, ister manada, ister maddede, ister dışarıdan, ister içerden çekilsin:

     

    113 - Bize karşı kılıç çeken bizden değildir.

     

    Ve bizim birlik ve topluluğumuzun ruhu, meclis, meşveret ve istişaredir.

     

    114 - İstişareye çağırılan emin olmalıdır; istişareye çağırılan, istişare maddesini kendi nefsi için nasıl tatbik edecekse istişareye çağıran için de öyle

    düşünülmelidir.


  17. Yazılanlardan anlıyoruz ki, iki genel kanı olan ''salladı tuttu'' ve'' Allah vermiş ama yasaklamış '' demek yanlış. Bid'at, hurafe, büyücülük, tenasüh vesaire mevzuları merak edenler, aşağıda verdiğim muteber kaynaktan hakikate ulaşabilirler.

     

    Gayb Bilgisi

     

    Dinî terminolojide gayb tabiriyle, “akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı” kastedilir. İslâm inancına göre gayb bilgisi yalnızca Allah’a aittir, Allah’tan başkası gaybı bilemez. Konu inanç alanında çok kolay ve pürüzsüz görünse de günlük hayat öyle değildir.

     

    İnsan yaratılışının gereği olarak bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuş, onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu olmuştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, medyum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmesi ve bunlar etrafında daima bir grup insanın kümelenmekte oluşu bunun açık örneğidir.

     

    Halbuki Resûl-i Ekrem, Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen onun hakkında Kur’an diliyle meâlen şöyle buyurulur: “De ki; Allah’ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (el-A‘râf 7/188). Yine Kur’an’da gaybı bilenin sadece Allah olduğu sıklıkla tekrar edilir, Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediği açıkça belirtilir (el-En‘âm 6/59; et-Tevbe 9/105; er-Ra‘d 13/9; en-Neml 27/65). Peygamber Efendimiz de gaybdan haber veren kimseye inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını, vahyi ve kitabı inkâr etmiş olacağını bildirerek (Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Tahâre”, 102) ağır bir tehdit ve uyarıda bulunmuştur.

     

    Konuyla ilgili Kur’an âyetleri ve Hz. Peygamber’in açıklamaları dikkatlice incelendiğinde, gelecek bilgisi, bir şeyin Allah katındaki veya âhiretteki durumu gibi mutlak gaybın sadece Allah tarafından bilindiği, izâfî ve nisbî gaybın ise Allah’ın müsaadesi ve sünnetullah çerçevesinde insanlar tarafından bilinebileceği sonucu ve ayırımı çıkarılabilir. İzâfî gayb, yaratıklardan yalnızca belirli bir kısmının ilminin ilişkili olduğu şeyler diye tanımlanmaktadır. Bilgi ilişkisi olmayana göre bu gayb iken ilişkili olana göre gayb olmaz. Meleklerin bilip insanların bilmediği, insanlardan birinin bilip diğerinin bilemediği meseleler böyledir. İnanç alanında kalan, varlık ve mahiyeti hakkında aklî ve naklî deliller bulunan fakat duyularla idrak edilemeyen hususlar da bu kapsama girer.

     

    Bu açıklamalar ışığında ifade etmek gerekirse, İslâm dini insanın gayb âlemine karşı duyduğu ilgi ve merakı giderecek temel bilgileri Hz. Peygamber aracılığıyla duyurmuş, bu bildirilenlere inanmayı gayba inanma olarak nitelendirip inanç esası haline getirmiştir. Fakat insanın ilgi ve hayal dünyasının bu sınırda durmayacağını, gayb âlemiyle ilgili olarak vahyin bildirdiğinin dışında ve ötesinde bir arayışa girebileceğini de göz önünde bulundurarak temel bazı prensipler koymuştur. Bunlardan biri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmediğidir. Bu ilke aynı zamanda, meydana gelecek olayları, kişilerin Allah katındaki veya gelecekteki durumlarını bildiğini iddia ederek gaybdan haber veren kimselere inanılmasını da yasaklamak demektir. Çünkü gaybı bilme iddiası dinen doğru olmadığı, insanların bilgisizliğinin ve zaaflarının sömürüsü olduğu gibi buna inanılması ve bu kabil kimselerden yardım umulması da İslâm inancına aykırıdır.

     

    Bununla birlikte toplumumuzda, gaybı bildiğini ve gaybdan haber verdiği izlenimini veren hatta bunu açıkça ileri süren şahısların, dinî konularda yeterince bilgisi bulunmayan kesimleri, sıkıntı ve ihtiyaç içindeki kimseleri acımasızca sömürdüğü de bilinen bir gerçektir. Günümüzde medyum ve falcıların etrafındaki insanların öğrenim ve sosyal statü seviyesinin toplum ortalamasının bir hayli üzerinde olması, olayın modern bilim eksikliğinden değil gerçek dinî bilgi ve şuur eksikliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu tür olumsuz görüntünün Batı ülkelerinde de bir hayli yaygın olduğu bilinmektedir. Bunu önlemenin tek yolu ise, İslâm dininin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesidir. Dinin varlıklar âlemine, dünya, ölüm ve ölüm ötesine ilişkin açıklamaları insanları bu tür sapma ve saplantılardan koruyacak güçtedir.

     

    Bid‘atla ve gayb bilgisiyle ilgili yukarıdaki temel bilgilerden sonra burada, günümüz modern toplumlarında hızlı bir şekilde yaygınlaşma eğilimi gösteren ve zaman zaman da dinî inanış niteliği kazandırılan, hatta dinî çerçeveye oturtulan bazı yanlış inanış ve davranışlara değinilecektir.

     

    a) Falcılık

     

    Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı kastedilir.

     

    İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve böylece kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki bunda, bilinmeyene ve esrarengiz olana karşı duyulan merak ve tecessüsün de önemli payı vardır. Bunun için de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve gelecekleriyle ilgili olarak ileri sürülen iddia ve ipuçlarına karşı ilgisiz kalamamış, onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, zaman içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eğilimini karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir.

     

    Bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle içinde insanların kişilikleri ve gelecekleri hakkında tahmin ve yorumda bulunmayı, gelecekten haber vermeyi konu alan falcılık da bu uğraşların başında gelir. Konu, gaybdan haber verme, bilinmez etrafında mistik ve kutsal bir otorite oluşturma, tevhid inancını gölgeleme, insanların ilgi ve ümitlerini sömürme gibi birçok açıdan dinî bilgi ve geleneği ilgilendirmektedir.

     

    Kur’ân-ı Kerîm’de hem duyulur âlemin hem de duyular ötese âlemin mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğu bildirilir (ez-Zümer 39/46; et-Talâk 65/12) ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır (el-Mâide 5/3). Hadislerde de kehanet yasaklanmış, bazı adlandırma ve eşyadan, hayvanların hareketlerinden uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerle veya bazı yöntemlerle falcılık da bu kapsamda görülerek yasaklanmıştır (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 23). Bir başka hadiste de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacağı, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarı gelmiştir (Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Tahâret”, 122). Bunun için de İslâm’da, Allah’ın mutlak hâkimiyetine ve birliğine olan inancı zedeleyen, putlarla istişare etme, onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı gerçek bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyet bâtıl görülmüş, fal ve falcılıkla ilgili işlemler de bu kapsamda mütalaa edilerek yasaklanmıştır.

     

    Hz. Peygamber’den yapılan bazı rivayetlerden (Buhârî, “Tıb”, 42; Müslim, “Selâm”, 110-119), onun gelecek hakkında bazı karînelere dayanarak iyimser tahmin ve yorumda bulunmayı tasvip ettiği, fakat geleceğe dair bilgi sağlamayı, buna dayanarak da ümitsizlik veya uğursuzluk hislerine kapılmayı doğru görmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, insanların etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, “Sizden biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, ‘Allahım! İyilikleri yalnız sen verir, kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur’ desin” (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24) buyurmuştur. İnsanı sebeplere sarılmaktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâmî öğretiye ters düşmektedir. Çünkü İslâm’da insanın iradesi, gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancının yasak kılınmasındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü inkâr yanında, yaratmayı Allah’a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet etmesidir. Fal ve falcılık da bu yanlış anlayışın bir başka yönünü teşkil eder.

     

    Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme ve geleceğini görme iddiası taşıyan, Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış bulunan her türüyle fal ve falcılık, meselâ tuz falı, kahve falı, kurşun dök-me, el içi falı, Kur’an ve kitap falı İslâm’ın inanç ve bilgi sistemine uymaz.

     

    b ) Yıldız ve Burç Falı

     

    Halk arasında yıldız falı, burç falı gibi inanışları konu edinen astroloji, güneş, ay ve yıldız gibi gök cisimlerinin oluşum ve özelliklerinin dünya üzerindeki olayların hayır ve şer niteliği kazanmasına ve insanın geleceğine etkilerini konu alan bir uğraşıdır.

     

    İslâm dünyasında önceleri ilm-i nücûm, hem astronomiyi hem de astrolojiyi kapsayan bir terim iken bilim ve teknolojide son yüzyıllardaki gelişmeler sonucu bu iki ilim birbirinden ayrılmış ve astronomi tamamen pozitif bir bilim dalı, astroloji de bilimsel temelleri olmayan bir uğraş ve inanış haline gelmiştir.

     

    Pozitif bir bilim olan astronomi, yıldız, ay, güneş gibi gezegenlerin sayı, hareket ve özellikleri ile ilgili bilgilere sahip olmayı konu edindiğinden duyularla alâkalı bir alandır. Güneşe bakarak kıblenin tayini, rüzgâra bakarak yağmurun tahmini, güneş ve ay tutulmalarının tesbiti gibi yöntem ve uğraşılar astronomi anlamında ilm-i nücûmun kapsamına girer. İslâm dininin pozitif bir ilim olan astronomi incelemelerine karşı çıkması şöyle dursun, birçok Kur’an âyetinde bunlara ufuk açılmış ve bu alandaki araştırmalar özendirilmiştir. İlm-i nücûm tabirinin ifade ettiği ikinci anlam olan astroloji ise tamamen veya kısmen vasıtasız bilgileri ve gaybdan haber vermeyi içermektedir. Konu bu yönüyle dinî bilgi ve kültürümüzü yakından ilgilendirmektedir.

     

    Batı’daki astroloji çalışmaları Batlamyus’un düşüncelerine dayanmaktadır. Ona göre gök cisimlerinden şua olarak yayılan güçler, etkisi altına aldıkları yeryüzündeki varlıkların tabiatını, kendisinden yayıldıkları gök cisimlerinin tabiatını temsil etmeye yöneltirler. Batlamyus nazariyesine göre semada kırk sekiz yıldız kümesi vardır. Bir yıl boyunca güneş bunlardan on iki tanesine uğrar. Güneşin uğradığı yıldız kümelerine burç, geri kalan otuz altı yıldız kümesine de sûret adı verilir. O, semada kırk sekiz burç saymıştı. Güneşin her burca uğradığı esnada yaydığı şua insanların tabiat ve karakterinde derin izler bırakmaktadır.

     

    Doğu’da ise ilm-i nücûm iki kaynaktan beslenmiştir: Sâbiîlik ve Hint astronomisi. İslâm öncesi Araplar’da bu iki kaynağın da etkili olduğu söylenebilir. İlm-i nücûm kapsamına giren faaliyetler daha çok Arap yarımadasının güney kesiminde icra edilmekteydi. Buraya ise Sâbiîliğin bir kolunun hâkim bulunduğu Yemen’den geldiği tahmin edilmektedir. Sâbiîler, yeryüzünde meydana gelen bütün değişikliklerin, gök cisimlerinin özel yapıları ve hareketleri ile sıkı bir biçimde ilişkili bulunduğuna inanmaktaydılar. Bir olan Tanrı’dan çıktığını kabul ettikleri feleklerin (gök cisimleri) canlı varlıklar olduğunu, tıpkı insanlar gibi nefis ve akla sahip bulunduğunu, Tanrı’nın alt âlemler üzerindeki yönetimini bu felekler aracılığıyla icra ettiğini kabul etmekteydiler. Özellikle küçük âlem olarak kabul ettikleri insanın, büyük âlem ile ilişkili olup onun etkisi altında bulunduğuna inanmakta, onun her türlü saadet ve bedbahtlığının bu feleklerin yapı ve hareketlerinden kaynaklandığını iddia etmekteydiler.

     

    Hint astronomi bilginleri ise, yıldızların asıl mahiyetinden değil, özelliklerinden hükümler çıkarmışlardı. Söz gelimi, hacminin büyüklüğü ve mekânının yüksekliğinden ötürü zühal yıldızını saadetin kaynağı saymışlar ve her türlü saadetin buradan verildiğini iddia etmişlerdi. Yine, ayın bir aylık seyrini yirmi sekiz menzile ayırmışlar, her bir menzilin yeryüzündeki varlıklar üzerine farklı tesirlerinin bulunduğunu ileri sürmüşler, bu inanış Araplar arasında da yaygınlık kazanmıştı. Bu sebeple olmalı, müslüman astrologlar, gök cisimlerini gerçek fâiller olarak kabul eden Batlamyus geleneğini ve onları Tanrı ile alt âlemler arasında ara elemanlar olarak gören Sâbiîler’in yaklaşımını benimsememişler, onlar daha çok Hint geleneğinin etkisinde kalmışlardır. Müslüman astrologların gök cisimlerini gelecekteki olaylara işaret eden deliller olarak telakki etmesi ve bu konuda bazı teoriler geliştirmeleri bu etkileşimden kaynaklanır.

     

    İslâm bilginleri arasında astrolojinin dinî yönden geçerliliği konusu tartışılmıştır. Bir kısım bilginler yıldızlar, yıldızların mevki ve menzilleri hakkındaki âyetleri (Yûnus 10/5; en-Nahl 16/16; Fussılet 41/16; ez-Zâriyât 51/4; en-Necm 53/1; el-Vâkıa 56/7; Nûh 71/15-16; en-Nâziât 79/5) ile Peygamberimiz’den rivayet edilen “ay ve güneşi gözetmenin fazileti”ne ilişkin hadisleri delil göstererek astroloji anlamında ilm-i nücûmun câiz olduğunu ileri sürmüşler, hatta İdrîs ve İbrâhim peygamberleri bu sanatı ilk uygulayan kimseler olarak tanıtmışlardır. Fahreddin er-Râzî, İbnü’l-Arabî ekolüne mensup sûfîler, Ca‘fer-i Sâdık ve Şîa bilginleri bu görüşün sahipleri arasında anılabilir. Bu eğilim sahiplerinin dönemlerindeki astroloji geleneğinden geniş çapta etkilendikleri ve o dönemde halk arasında geniş kabul görmüş inanışları dinî bilgilerle uzlaştırma yoluna gittikleri görülmektedir.

     

    İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise, Peygamberimiz’in ilm-i nücûmu yasakladığına dair hadislerinin bulunduğunu (Buhârî, “Salâtü’l-küsûf”, 13; Müslim, “Selâm”, 35; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 22), karşı tarafın ileri sürdüğü âyet ve hadislerin astronomi hakkında olduğunu, güneş, ay ve yıldızların hareketlerine bakarak bunlardan dünyadaki olayların ve insanların geleceğine ilişkin sonuç çıkarmanın aldatmaca olduğunu, dinî bilgi ve inançla çeliştiğini, bu işle uğraşanların şirke düştüklerini iddia etmişlerdir.

     

    Yıldız ve burç falı uğraşısı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmişe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi karşısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür. Kur’an’da kâinatın muhteşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’ın emrine râm oldukları, yaratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her şeyin Allah’ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Bu vurgunun bir sebebi de, insanın mahiyetini tam bilemediği bu varlıklar etrafında metafizik bir bilgi ve beklenti teorisi oluşturmasını engellemek, Allah’ın varlığı ve tekliği fikrini kökleştirmektir. İslâm’ın özünü teşkil eden tevhid inancı, geleceğin mutlak gayb olup Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği, insanın kendi geleceğini kazâ ve kader çerçevesinde kendisinin çizeceği ilkesi de, yıldız ve burç falına itibar etmeyi, onlara bir anlam ve ümit yüklemeyi reddeder. Günümüz toplumlarında bu tür uğraşıların bir hayli revaçta olması, bir yönüyle İslâm’ın bu ilkelerinin iyi hazmedilememiş, dinin eğitim ve öğretiminde boşlukların meydana gelmiş olmasıyla, bir yönüyle insanların bilgisizliğini, merak ve zaaf içinde oluşunu fırsat bilenler için ekonomik bir sektör teşkil etmesiyle açıklanabilir.

     

    İlmihal 2, İslam ve Toplum. Diyanet İşleri Başkanlığı

     

    http://www.diyanet.gov.tr/turkish/weboku.a...a=11&yid=36

     

    Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından internet üzerinden de yayımlanan bazı eserlere burdan ulaşabilirsiniz. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/webkategori.asp


  18. Efendimiz'i (s.a.v)i bir tek gazete hatırlıyor o da Radikal. Radikal gazetesinin, fikirleri, görüşleri ne kadar İslamiyete aykırı olsa da bu yaptıklarını takdir etmezsek olmaz. Avni Gürel kim tanımıyorum ama adama hakikaten helal olsun, Allah razı olsun.Yiğidi öldür, hakkını yeme.

     

    Sözüm onlara dindar geçinen, şunu bunu yaptık, yapıyoruz diyerek üfleyince mangalda kül bırakmayanları buyurun. Allah'ım bu günleri de mi görecektik!Radikal yazıyor diğer gazeteler yazmıyor, biz şöyleyiz böyleyiz diye geçinenler Efendimiz'e bir sayfa mı ayıramaz mısınız? İhmalsizlik olabilir ama bu katiyyen olamaz. Üstad'ın Büyük Doğusunu anımsayın ve şimdiki medyayla mukayese ederek şimdi ki kanalizasyon medyayı düşünün. O zamnlarda ne şartlar altında neler yazılmış, ne çileler çekilmiş. Şimdiki gazeteler partilerin sırtını sıvazlasın. Daha yazayım desem hayır mübarek günü ağzımdan ne sözler çıkacak en iyisi bu kadarından sonra sukut etmek, yeri ve zamanı gelince inşallah bizler (Büyük Doğu Gençliği) Allah'ın izni ve inayetiyle vazifemizi ifa edeceğiz.


  19. Peygamberi (s.a.v) Hatırlayan Tek Gazete

     

    Bugün peygamberimizin (s.a.v) doğum günü. Gazete sayfalarında bırakın ilk sayfayı içinde bile tek kelime yazılmadı. Biri hariç. O da akıllara gelen gazetelerden de biri değil.

     

    Hz. Muhammed'in (s.a.v) doğum günü olan bugün, gazetelerde yer bulamadı. Sadece Radikal gazetesi, 13. sayfasında Avni Gürel'in 'Sevgilinin doğum günü' başlıklı yazıyı tam sayfa olarak verdi.

    Kutlu Doğum Haftası ile ilgili geniş şekilde yazılar yayınlayan ve ekler veren gazetelerde 'Doğum günü' ile ilgili haber bulunamadı.

     

    Kutlu doğum, Milli Gazete'de ise birkaç yazarın köşesinde yer bulabildi.

     

    HABER 7

     

    Kaynak:http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=314369


  20. Videoyu yukarıdan izledikten sonra, birde şunu okuyun:

     

    HEP O

     

    Akıl, bu dünyanın dîvanesinde;

    Tükenmez hazine, viranesinde.

    Hey gidi, hey müsbet bilgiler asrı!

    Heykeller dizili puthanesinde.

    Yeni insan hücre hücre kıvranır,

    Gökdelen dediği kâşanesinde.

    Mini şort giyimli kadın, meşale;

    Bin aygır kuvveti, pervanesinde.

    Bir mes'ut teselli içinde herkes,

    Herkes kendi aziz bahanesinde.

    Çıkartma kağıdı bir sahte dünya,

    Özgürlük, uygarlık efsanesinde.

    Şeytanı çatlatan mavallarda yok,

    Okunanlar, devrim teranesinde.

    Sor, kimdedir yolu düzeltecek güç?

    İslâmın çelikten merdanesinde!

    O'nun oturduğu taşta, hasretim;

    Ayağını öpen kum tanesinde...

     

     

    (1971) Necip Fazıl Kısakürek


  21. Sanal (birebir olmayan etkileşim) alemde verilmesi en zor cevaptır bu soru aslında. Yani sözlü olarak yazan, anlatan, aktaran ve paylaşan insanların bu soruya tereddüt ve çekinceyle cevap verdiklerine veya hiç cevap vermek istemediklerine şahit oluyoruz. Bizler (sanal alem kullanıcıları) herşeyi yazarız, sadece nikinden bildiğimiz insanlara latifeler yaparız, hatta takılırız, ufak tefek kişisel muhabbetler bile yaparız. Ama yinede bir sakınca, çekinik vaziyet, şüphe ve birazda korku yaşarız.

     

    Bilmiyorum, bunlar benim şahsi gözlem ve düşüncelerim. Katılanda olabilir, katılmayanda. Benim için insan insandır ve düşünceleri var olduğu sürece gerçektir. Yani düşünen, anlatan, söyleyen, paylaşan ister Antartika'da olsun, isterse gece gündüz karşımda bulunsun hiç farketmez.

    ...

     

     

    Haklısın Ali Abi. Bende sonradan pişman oldum zaten.Bu sayfa komple silinse neşelenirim, o kadar pişman oldum. Bu sayfa gözden kaybolmuştu, '' İyi arka sayfalarda kaybolur gider, diyordum. '' Biri yazdı, güncellendi, başa hasıl oldu. Ama öyle önemli mesele de değil, ufak şey.


  22. BAŞA GEÇMEK - HIRS - RÜŞVET

     

     

    Nefsleri için başa geçmek isteyenler:

    96 - Biz, başa geçmek isteğinde bulunanları kullanmayız!

     

    Nefsleri için başa geçmek isteyenlere yüz çevireceğiz:

    97 - Kendi kendilerine milletin başına, hakim ve kadı olmak isteyenleri kullanmayınız!

     

    Hırsının tepesine çökemeyen, milletin başına geçemez:

    98 - Koyun sürüsüne karşı salıverilmiş iki kurdun verdiği zarar, insanın, mal veya başa geçmek hırsiyle dinine verdiği zarardan daha hafiftir.

     

    Devlet büyüklerinin kapısındaki tehlike:

    99 - Bedevinin tab'ı kaba ve ürkek olur. Daima av peşinde gezen, gaflettedir. Devlet büyüğünün kapısında dolaşan da ömrünü fitneye kaptırır.

     

    Topyekun dünyayı kurtaracak, insan, cemiyet, idare, siyaset, devlet ve iş ölçüsü:

    100 - İçinizdeki hayırlılar başa geçer, cömertler zengininiz olur, işlerinizde aranızda bir şura vasıtasiyle görülürse, toprağın üstü altından daha iyidir. Fakat içinizdeki kötüler başa geçer, hasisleriniz zengin olur, işlerinizde kadın parmağıyle dönmeye başlarsa, toprağın altı üstünden daha iyidir.

     

    Hırs sahibi, nefsinin davasının üstüne çıkandır:

    101 - Her şey için bir hırs ve her şeyde hırs sahibi için fütır vardır. Hırsında, itidali muhafaza edenin kurtulacağını umarım; fakat hırsında, kendisini parmakla gösterilecek dereceye vardıranı insandan saymayınız.

     

    Rüşvet, selahiyet sahibinin, eline verilen hak ölçüsünü nefsani menfaatine feda etmesi değil midir? Bunu alan da, veren de aynı felaketin hazırlayıcıları:

    102 - Rüşvet alan da, veren de ateştedir.

     

    Rüşvet ve haksız mal lekesini ateşten başkası temizleyemez:

    103 - Rüşvetten ve haksız ele geçen maldan hasıl olan vücut için, her şeyden iyisi ateştir.

     

    Bütün rüşvet şebekesi lanet altında:

    104 - Allah, rüşvet alana da, verene de, bunlar arasında vasıtalık edene de lanet etsin...

×
×
  • Create New...