Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Vakıf Ahmet

Editor
  • Content Count

    605
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    7

Posts posted by Vakıf Ahmet


  1. İLİM - İLİM - İLİM

     

    Buyurunuz:

    30-Çinde bile olsa ilime pek istek gösteriniz; zira ilim her müslüman üstüne farzdır.

     

     

    Buyurunuz:

    31-Ya ilim vericisi ol, ya ilim alıcısı; yahut sade dinleyici veya sevgi gösterici ol; beşincisi olma ki, helake gitmeyesin!

     

     

    Buyurunuz:

    32- Sadakanın en faziletlisi, bir müslimin bir ilmi alıp başka bir müslim kardeşine vermesidir.

     

     

    Buyurunuz:

    33- Allahım; fayda vermeyen ilimden, yükseltmeyen amelden, erişmeyen duadan sana sığınırım.

     

     

    Buyurunuz:

    34- Allahım beni ilimle zenginleştir, hilimle ziynetlendir, takva ile lütüflandır, afiyetle güzelleştir.

     

     

    Buyurunuz:

    35- Büyüklerle oturunuz, ilim sahipleriyle konuşunuz, hikmet ehliyle düşüp kalkınız.

     

     

    Buyurunuz:

    36- Halkın şerirleri, halk içinde alimlerin şerirleridir.

     

     

    Buyurunuz:

    37- İlim sahipleri, halk üzerine Allahın eminleridir

     

     

    Buyurunuz:

    38- Tamah, alimlerin kalbinden hikmeti siler.

     

     

    Buyurunuz:

    39- İlim afeti unutmaktır; ehli olmayanlara ilim vermek de, onu kaybettirmek...

     

     

    Buyursun bütün dünya, ve İslami yanlış anlayan ham ve kaba softa:

    40- Hikmet ve hakikat, mü'minin kaybolmuş malıdır; nerede bulsa alır.

     

     

    En büyük fazileti buyurun:

    41- İlim, ibadetten üstündür ve dinin nizamıdır.

     

     

    En büyük tehlikeyi buyurun:

    42- Ümmetimin hesabına asıl Deccalden ziyade, dalalate götüren imamlar şeklindeki Deccallerden korkarım.

     

     

    En büyük usülu buyurun:

    43- İlmi kitapla bağlayınız!

     

     

    En büyük hikmeti buyurun:

    44-Bir insanın ilim olarak Allahtan korkması, cehl olarak da nefsini beğenmesi yeter.

     

     

    En büyük faciayı buyurun:

    45- İlme riayet edenlerden olunuz, ilim rivayet edenlerden olmayınız.

     

     

    En büyük kaybı buyurun:

    46-O alim ki, halka öğüt verir ve hayır talim eder, dediklerini de kendi nefsine tatbik etmez, kendilerini yakarak başkalarını aydınlatan meşaleye benzer.

     

     

    En büyük kaybı buyurun:

    47- İlmi alıp da başkasına vermeyen, parasını bir çukura gömüp hiç birşeye sarfetmeyen kişiye benzer.

     

     

    En büyük kazancı buyurun:

    48- Herkese hayır öğreten müallim için dünyada herşey istiğfar eder; hatta denizdeki mahlukkar bile...

     

     

    En büyük uçurumu buyurun:

    49- Bir adam, alimler içinde methedilmek, sefihlere yol göstermek ve onlarla boy ölçüşmek, yahut halkın kalbini ve teveccühünü avlamak için ilim tahsil ederse, ateşe intisap etmiş olur.

     

     

    Asırlar boyu üzerinde anlamadan yürüdüğümüz Nur Yolunun, bütün bir anlayış ve öğreniş edebi talim eden ölçüsünü buyurun:

    50- Cuma günü imam hitabet ederken dinlemeyip de lakırdı eden adam, sırtına kitap yüklenmiş merkep gibidir; ona <<sus!>> diye seslenin de Cuması yoktur.


  2. nfk97td5.jpg

     

    SELMA

    (Ö. 1910)

     

     

    Çemberlitaş'ta, Sultanahmet'e doğru inen sokakların birindeki kocaman konakta, silik bir yüz var ki, nazarımda mâna ışığının en nurlusunu yaşatır ve bende bu tesir noktasından her şeyi gölgede bırakır. Bir yaş küçüğüm, kız kadeşim Selma… Beş yaşına kadar yaşadı ve benim "oku-yaz!" devremin başında öldü.

     

    Ailede onun doktor hatası, sürekli (lâvman) yüzünden bağırsakları delinerek öldüğü kanaati vardır.

     

    ……………….

     

    Gözler, gözler… Selma'nın gözleri…

     

    Gözler, içinde ya merhamet, ya nefretin ışıldadığı bir kandildir; yahut tevekkül veya şüphenin tüttüğü… Bazen de ve çok defa sönük ve bomboş…

     

    Selma'nın gözleriyse, merhametle tevekkülün renklerini elâ bir bal damlasında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı…

     

    O, annesine eş, konağın mazlum tipini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bulduğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.

     

    Ağabeyine yeni elbiseler ve papuçlar alındığı zaman, boynu bükük, uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz. Ayaklarında (bebe) iskarpinleri ve sırtında satrançlı palto… Ona, sanki öleceği biliniyormuş gibi bu ömür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve Büyük babamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşüktür. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatinde yırtıcı bir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gücünde değil… Hem büyüklerle baş köşede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofrasına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?..

     

    ……………….

     

    Selma'ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi:

     

    Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün, onu Selma'ya göstermiştim. Yavrucağın elinde ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de:

     

    - Ağabey, demişti: bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama, ziyanı yok, değil mi?

     

    Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da almak gibi bir gaflete düşmüştüm.

     

    Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum.

     

    - Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırılmış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin "O da senin olsun!" diyemedim.

     

    Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Üstad'ın mahzun ve mahçup küçük kız kardeşi Selma ve dedesi Mehmed Hilmi Efendi.

     

    nfk98zm4.jpg

     

     

    Üstad'ın annesi Mediha Hanım

     

    nfk99qr8.jpg

     

     

    nfk100qf9.jpg

     

     

    nfk101ua2.jpg

     

    Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin, Üstad'a verdiği kitabı, Üstad'ın bir anlık gafletle ateşe atmasıyla beraber, ateşten çekip aldığı ve ''Ben bunu ömrüm boyu saklayacağım, inşallah benden sonra da saklayan olur.'' dediği; kitap.

     

     

    nfk102bt1.jpg

     

     

    nfk103ly0.jpg

     

     

     

     

     

    nfk105ey6.jpg

     

     

    nfk106nb6.jpg


  3. HAZIR CEVAPLAR - DUR, DÜŞÜN, ADIM AT!

     

    Yıllar önce Bingöl'de bir kış günü hoca efendinin başında ki külahı alıp yere atan komiserin '' El alem aya gidiyor, siz hala külahla dolaşıyorsunuz. Bu yüzden geri kalıyoruz! '' çıkışmasına hocaefendi şu cevabı vermiş:

     

    HAYIR BEYİM! BU TERÖRÜN, AHLAKSIZLIĞIN, ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜN VE GERİ KALMIŞLIĞIN ASIL SEBEBİ, EL ALEM AYIN VE DİĞER GEZEGENLERİN ÇEVRESİNDE DOLAŞIRKEN SİZİN GİBİ YÖNETİCİLERİMİZİN HALA KÜLAHIMIZIN ETRAFINDA DOLAŞIP DURMANIZDIR! '' (Aklıma başörtü mevzusu geldi)

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Güzel sesli hafız Kur'an okuyordu. Kulağına gelen bu güzel sesten etkilenen Hz. Mevlana da gözyaşıyla dinliyordu. Bu sırada elini ağzına kapayarak esneyen bir adam Mevlana'nın bu gözyaşlarına mana veremeyerek sordu: '' Efendi Hazretleri! Niçin ağlıyorsunuz, ağlayacak birşey mi var ortada? '' Mevalana eseneyen adam anlayacağı dilden cevap verdi: '' Güzel sesli hafızlardan gelen Kur'an sesi bana cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da onun için! '' Esnemeye devam eden adam da başını sallayarak '' Bana da cennet kapılarının açılış sesi gibi geliyor! '' dedi. Mevlana küçük bir düzeltme yaptı: '' Aramızda ince bir fark var. Senin duyduğun ses cennet kapısının açılış sesi değil, kapanış sesi olmalıdır. Çünkü açılış sesi gözyaşı döktürür, kapanış sesiyse uyku getirir. ''

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Sümbül Sinan Hazretleri birgün talebelerine '' Allah dünyayı yeniden yaratmış olsaydı, nasıl olmasını arzu ederdiniz? '' diye sordu . Talebelerin cevapları değişik değişikti.

     

    Sıra en gözde öğrencisi Musa Efendi'ye gelince şu cevabı verdi: '' Ben aynen bugünkü gibi olmasını, herşeyin bulunduğu merkezde şimdiki halinde kalmasını isterim. Çünkü Allah en güzel ve en iyisini yaratmıştır. Kainatta herşey yerli yerindedir. Fazlalık ve eksiklik yoktur. ''

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Biri Namık Kemal'e Kur'an'la alay eder vaziyette '' Kur'an'da herşey var diyorsunuz. Benim başımda saç olmaması da var mı? '' diye sorar. Namık Kemal de A'raf suresinin 58. Ayetinin mealini okur:

     

    '' Toprağı verimli yerinden Rabbi'nin emriyle güzel güzel bitkiler çıkar ve yetişir, fena ve verimsiz yerin bitkisiyse çıkmaz ve çıkan da birşeye yaramaz. İşte ayetleri, şükredecek bir kavim için böyle açıklarız. ''

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Hz. Ömer birinin hızlıca namaz kılıp sonunda da '' Allahım! Beni hurilerle evlendir! '' diye dua ettiğini görünce tebessüm ederek dedi ki:

     

    '' Bedeli az verdin ama yatırımı iyi yaptın! ''

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Aşık Mahsuni'ye bir TV programında sorarlar. '' Efendim! Sizin yazdığınız türküleri birçok kişi kasetinde okuyor, bundan para kazanıyor ama size telif hakkı ödemiyor, bu konuda ne diyorsunuz?'' Cevap ibretli ve düşündürücüdür:

     

    '' Arılar bal yapar, ayılarda nasiplenir. ''

     

    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

     

    Eşiyle kavga ettiğini söyleyen yeni evli genç kadın telefonda annesinden yardım istedi:

    '' Anneciğim! Bu kez ona iyi bir ders vermek istiyorum'' dedi, '' Bir süre eve dönüp senin yanında kalabilirmiyim? '' Annesi küçük sessizlikten sonra kızına daha etkili bir çözüm yolu söyledi: '' Eşine gerçekten iyi bir ders vermeyi istiyorsan, ben gelip sizde kalayım bir süre! ''

     

    (Kaynak Genç Beyin Dergisi)


  4. Verdiğim fotoğrafların bazıları, Fotoğraf Galerisinde olabilir, hatam varsa mazur görün.

     

     

    nfk87aw5.jpg

     

    Üstad'ın, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu eseri'ne verilen ödül:

     

    nfk88zd7.jpg

     

    nfk90wy6.jpg

     

    nfk92ws7.jpg

     

    nfk91gm3.jpg

     

    nfk93vz6.jpg

     

    nfk94fi9.jpg

     

    Üstad'ın son eseri: 3 otobiyografik eserinden biri olan Kafa Kağıdı, Üstad'ın sağlık problemi nedeniyle tamamlayamadığı ve oğlu Mehmede verip yayımlanan eserin giriş kısmı (tamamlanmadığı halde verdiğine göre her eseri gibi kıymetli okuyun :) )

     

     

    nfk95kq2.jpg

     

    Üstad'ın cenazesi kaldırılırken, karelere yansıyan görüntü:

     

    nfk96cz1.jpg


  5. Allah razı olsun. Ses senin sanırım :) Müzikleri sanat müziği gibi, içe hitap eden ve rahatlatıcı seçseydin daha iyi olurdu. Haşyetle izlemek yerine, vecd ile izlemiş olurdum. Bana düşmezde bu Serbest Kürsü de yada İslami Konular'da olmalıydı.


  6. En kısa 0,047 yaptım B)

    En uzun ise 27,078 B) (ilerlettikçe editlerim herhalde : ))

     

    Önce Dervish helal olsun sana :) şimdi Dervish yapamadın yalan söylüyo diyecektim ama kanıt var resim diyecek birşey yok. Bende -0.1 yaptım :P (Tabi yalan :P ) Dervish dört tane mi faren var adamım :P

     

    Acharteve nasıl yapacağını anlatıyorum, dikkatle oku çok önemli bir tiyo :P Ekrana tüm dikkatinle odaklanıyorsun, hayatla ilgili ne kadar sorun, mutluluk ne varsa siliyorsun, sadece oyun ve sen, başka kimse yok, sol üst köşede ki kareye, al sana al sana diyerek hücum ediyorsun, olmadı mı, savaş alanındaki savaşçı gibi bütün atikliğinle, kudretinle, bütün aşkınla bir daha bir daha, gerekirse ekranın camına yapışacaksın, ya istiklal ya ölüm. :P Nasıl anlattım ama, bu iyiliğimi unutma senden başkasına da anlatmam :P Aha buda benim rekorum, Dervish seninle sonra görüşeceğiz B)rekorjg7.jpg


  7. Üstad'ın namaz kılarken çekinen fotoğrafları hakkında fotoğraflara baka baka şu zanlarda bulundum.

     

    Fotoğrafta pencere açık yaz ayı olduğu kuvvetle ihtimal :) Yaz ayıysa Üstad 1960'larda Türkiye'nin dört bir yanını gezerek verdiği konferanslardan birinde ikamet ettiği çevre olabilir. Yaz ayında konferansı dinleyenin çok olacağı, o günün şartlarında yolculuk için yaz ayının daha ideal olduğu gibi şeyleri düşünerek bunları söyledim.

     

    Üstad böyle bir fotoğrafı çekin dememiştir, çekilmesini de istemezdi.

     

    1960'lı yıllarda çekilmiş gibi geldi, Üstad ihtiyarlamamış ve fotoğrafa tekrar dikkatle bakılınca Üstad'ın kamburu çıkmamış. Genç biri de namaz kılarken, hemen hemen o duruşta oluyor.Genç biri yalnız biraz daha dik.

     

    Fotoğrafta ki mekanda sandalyeler var, camdan dışarı bakılınca yanda apartman olduğu belli oluyor. Fotoğrafa bakınca Üstad'ın bulunduğu yerin apartmanın üst katlarından biri olduğu belli. Mekanın yapısından ev olmadığı anlaşılıyor.

     

    MTTB'(Milli Türk Talebe Birliği) de sandalye vardır, oradakiler toplu halde aynı mekanda bulunup, muhabbet edeceklerdir elbet.

     

    MTTB'nin herhangi bir ilde ki şubesi olabilir. Cadde'den yada cazip bir mekan kiralanmayacaktır. Çünkü gençlerin sayesinde oralar dönüyor, Üstad'ın maddi serveti fazla değil.MTTB'nin önderlerinde ise o kadar para yoktur.

     

    Mekanın tabanına bakılınca eski yapı, mermer döşeme falan değil. O yapı o zamanda ucuz yapıdır heralde. O zaman orası apartman değil, İşhanında kiralık mekan olabilir.

     

    MTTB'de ise Üstad hayranı bir genç dayanamayıp çekmiştir fotoğrafı. Bu en kuvvetli ihtimal bence.

     

    Tahminim Büyük Doğu'nun mekanında matbaa olacağı için aşşağı katta olur diye düşünüyorum, fotoğrafta mekanın apartmanın üst katında olduğu belli orası değildir.Bu zanımda mantıklı tahmin yürüttüm gibi gelmedi bana :P

     

    Seccade tahtadan, Üstad'ın mekanı olsaydı, muhakkak seccade de olurdu diye düşünüyorum. Üstad'ın misafir olarak gittiği ahbabın işyeri olabilir.

     

    Bir fotoğraf için ne bu kadar düşünüyorum ki, çekenden de bize ulaştıranlardan da ''Allah Razı Olsun'' de geç. Lüzsumsuz adam.


  8. Çiledeki İnsan

    NECİP FAZIL

     

     

     

    “İlk çilemi 1934’de geçirdim. 20 küsur yaşlarındaydım ve Esseyid Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanıdım. Bütün kâinatım elimden alındı, muallâkta kaldım. O hale geldim ki, toprağa bastığım arzın, dünyanın kışrı çökecek kadar içeri gideceğim zannediyordum. O halden, yine onların ruhaniyetiyle kurtuldum11.”

     

    "Genç Şair"de aydınlık ufuklar aralanmış, ruhunda büyük bir inkılâb olmuş, içinde çöreklenen fildişi kuleleri yıkmayı ilham eden bir ses canlanmıştır. Her an ve her saat bu sesi çevresinde, yanında ve tâ içinde duyar. Hatta fikirleri dahi onu içinden kelepçe ile bağlar. Öyle ki;"Genç Şair yine malum kasırganın üfleyişiyle yine darmadağınık... Bütün pencereleri ve kapıları açılmış, küt küt vuran, eşyası ve kitapları uçuşan, bacaları ve kiremitleri havada savrulan bir köşk sahibi...(...) Bu makam, kendisine fezayı ense kökünde gezdirme memuriyeti verilmeden evvel sadece bir merak, alâka ve uzaktan müşahede mevkii.."12.

     

    Tarikatta çile, sofiliğe katılanların bazen üç, genelde kırk ve bazen binbir gün katlandıkları, maddi, manevi hazlara karşı tutulan bir oruç hali, bir nefis terbiyesi olarak tarif edilir. "Veliler Ordusundan"13 Ali(Akki)'nin dediği gibi; bu yola giren dört ölüme razı olmalıdır: Bunlardan birincisi beyaz ölüm, açlık. İkincisi siyah ölüm, sabır. Üçüncüsü kızıl ölüm, nefse karşı gelmek.. Dördüncüsü yeşil ölüm, gönül elbisesini yamalardan dikmek, küçülmek...

     

    Necip Fazıl girdiği yolda her türlü ıstıraba ve acıya razıdır artık. Şiirinde insan ıstırapsız düşünülemez. Zaten "Çile"si de bunu göstermektedir. İnsan karanlıklarda dolaşır; insan ruhu ızdırab, sükûn ve sıkıntıların koridorunda bazen el yordamlarıyla, bazen bilerek dolaştırılır. Bu koridorlarda korku, hayal, yalnızlık ve bazen metafizik bir âlem ile ilişkiler kurulur. Fakat şairin ruhundaki sürekli inkılâb, onda beklemediği fırtınalar oluşturur. Ama bu durum, onu murakabe ve kontrol yapmaktan uzaklaştırmaz. Halinde bazı maddî değişiklikler olmasına rağmen, durumunu pek belli etmez. İnsanların içine onların ölçüleriyle çıkar, sırrından bir işaret sızdırmaz. Kendi, halinin farkında ve kendi durumunu gözlemlerine kaydedebilmektedir. "Babıâli" de kendini, kendi dışından, ruhundaki hafakanları ve durgunlukları yazar keleminden sık sık anlattığı görülür. Yine "fezayı ense kökünde gezdirme memuriyeti"ni üstlendiği ilk yılın son günlerinde Genç Şair'i şöyle anlatır:

     

    "1934'ün son günüyle 1935'in ilk gününü bitiştirdiği farz edilen gece, yalıdaki odasında, tek başına ve gözyaşları içinde... Şamdanlarda eski züppe mumlar sönük, boyunlarını bükmüş, onula beraber ağlıyor. Önünde bir radyo... Zaten yaşarken ölüsünü sürükleyen insanlık, gerçek hayatı bulmak için dünyaya gelişinden bir yıl daha uzaklaştığı ve elleri bomboş, ölüme bir yıl daha yaklaştığı için hora tepiyor ve radyonun hoparlörü bu horalarla çatırdıyor"14.

     

    Genç Şair, O büyük nazara uğramakla ferdî çapta yaşadığı çilesini sosyal yapıdan gelen ızdıraplardan uzaklaştırmaz, uzaklaştırmak istemez. Çilesinde, kendi ruh inkılâbını tamamlamak olduğu kadar, bunun içinde bütün fert ve cemiyeti tek hakikate çağırma gereğini duyar ve der ki;

     

    Haykırsam geçenlere kavşağında her yolun,

    Aman müslüman olun, aman müslüman olun!

     

    Necip Fazıl, “Çile(Senfoni)" şiirinden ve şiirlerini ÇİLE'de toplamasından çok önce çilenin içindeki insandır. Bu yola çileli bir arayışın talibi olmakla kavuşmuştur. Bunun için hayatını çileye vakfederken, sanatını da hayatına uygun olarak tefekkür çilesiyle yoğurmuştur. O, "Genç Şair "kimliğinde idraki ıstırap, ıstırabı ise idrak olarak formülleştirmiştir. Hatta bunu genç adama mahsus bir fakülte addedmiştir15. Çünkü O,"Nokta Nokta" dediği geçici ilgisini kendi elleriyle çöplüğe atmayı başarmış, fakat onun yerinde yeni ve derin bir çile başlamıştır. Bu çileyi, bizzat yaşayan şairin kaleminden okuyalım:

     

    "...Avrupalının (kriz entelektüel) veya (kriz metafizik) dediği, korkunç üstü korkunç bir buhran, madde ötesini kurcalama buhranı... Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını arama belâsı... Belâ ki, belâ; insanda bedahet duygusu diye bir şey bırakmayan ve ona zorla mutlağı aratan bela... Zaman nedir, mekân nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir,"ne"nedir?

     

    Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,

    Benliğim kazan ve aklım kepçe

    Deliler köyünden bir menzil aşkın,

    Her fikir içimde bir çift kelepçe

     

    Ve işte Genç Şair'in “Senfoni” diye başlayıp "Çile" adında karar kılan şiirine kaynak:

     

    Evet her şey bende bir gizli düğüm;

    Ne ölüm terleri döktüm, nelerden.

    Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

    Yetişir çektiğim, mesafelerden..16.

     

    Genç Şair,"Çile"sini yazabilme idraki içinde ve bu şuuru kaybetmemiştir. Esseyid Abdülhakim Efendi Hazretleriyle karşılaşma, kutlu çileye talip bir Necip Fazıl'ın doğumunu müjdelemiştir. Fakat beyin zarına batan soru kıymıkları, Dökülen ölüm terleri, gizli düğmeleri, onun ayrılamayacağı çilesinin sadece unsurlarından birkaçıdır. Öyle ki bu çile, belli başlı sınırlar içinde mefkurevî huzurun geçidi olan bir nimettir ve hissi iptal edilmiş uzuvdaki ağrısızlık gibi, ıstırapsızlığın ıstırabından büyük acı yoktur ona göre17. Fuzuli'nin "bela-yı aşkı" isteme arzusu, Necip Fazıl'da ıstırap belasını kuvvetle isteme şeklinde tezahür eder. Gerçek sanatkârlığın yanında, asıl haz ve mutluluğu ıstırap ve çilede arar. Bu arayışta ruhunun hafakanları maddi varlığına da ziyadesiyle tesir eder. Yani Fuzuli'nin "öyle zaif kıl tenimi firkatinde kim" mısraının yansımalarını hatırlatırcasına, maddî olarak büyük kilo kaybına uğrar. Artık "ruhu vücudunu öyle törpülemiştir ki, 65 kilo gelirken 40 küsura düşmüş, midesi bir lokma ekmeği bile hazmetme iktidarını kaybetmiştir. Bir bardak su içse acıdan kıvranacak hale gelmiştir"18. Hayatını çepeçevre saran bu durum, onu yalnızken, kalabalıkta veya herhangi bir zamanda kendi haline bırakmamaktadır. Hatta onu uykuya dahi teslim etmemektedir. Aylarca uykusuzdur. Uyumayı ister.. Uyusa ertesi gün hiç bir şeyinin kalmayacağını sanır. Onun için uyku;

     

    Uyku, kaatillerin bile çeşmesi;

    Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

    Teselli pınarı, sabır memesi;

    Size şerbet, bana kum dolu çanak.

     

    Dört yönlü değildir Necip fazıl'a hücum eden ıstıraplar. Çok yönlü, çepeçevre ve ağırlığı ile kuşatır onu. Bu kuşatma bazen onun ruhuna inen kuvvetli bir "sille" veya “ilâhî darbe”dir. Yani tasavvufta sille, Allah’ın Kahhâr ve Cebbâr ismi ile tecellî etmesi, manevî tokattır. "Havatır, hatarat" olarak adlandırılan bu "sille"nin tesirini kendisi şu ifadelerle özetler:

     

    "...Bir anda ruhunun gökleri korkunç bir filo nizamıyla uçan ve tam tepesinden dalan uçaklarla dolmuştu. Adeta şeytan, olanca gücüyle seferber olmuş, onun mutlak olarak inandığı ve mutlak şekilde bağlandığı hakikatleri tepetaklak etmeğe gelmişti. Birbiri ardından öyle küfür telkinleri, dürtüşleri ki, anlamayanlara, ruh topografyasını tanımayanlara, Sabık Şair'i, dünya yaratıldı yaratılalı gelmiş ve geçmiş kafirlerin en korkuncu gösterebilir. Onlar, Sabık Şair'in kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren bu halini, rahat bir vicdanın öz iradesiyle davet ettiği bir şey sanabilirler ve gafletlerinin en dipsizine düşmüş olurlar. Bilmezler ki, ruh topografyasının şanlı mühendisleri tasavvuf kahramanlarınca bu hale "havatır, hatarat" denilir ve onun, kuvveti nispetinde imana delil olduğu, yani bu dürtüşlerin imandan geldiği teşhisine varılır. İş ki, galebe nefste değil, ruhta kalsın ve bu hal kalpte sabitleşmesin..."19.

     

    Necip Fazıl’ın ruhundaki meydan savaşı, en güzel ve derin kendi ifadelerinde anlamını bulmuştur. “Kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren hâli” ondaki mücadelenin derecesini bize gösterir. O, ikiye bölünmenin ıstırabını hem maddî varlığında hem de ruhunda duyar. Daha ziyade duymaktan öte bizzat yaşar. “Artık barınamam gölge varlıkta” derken, varlığındaki ikiliğin bir başka çarpışmasını ve bundan kaynaklanan ıstırabı dile getirmiş olur. Yalnız burada bir noktayı açıklamamızda yarar vardır: Necip Fazıl’ın gölge varlıktan kaçışı, patolojinin konuları içerisine giren ve içinde bulunduğu zorlanmalı durumlardan kaçış (fugue) tepkisini hatırlatan bir kaçış değildir. Dolayısıyla bu kaçışla meydana gelen “çoğul kişilik” ya da ikilik de, yine patolojide anlamını bulan bir savunma mekanizması değildir. Çünkü patolojinin konusu içine giren “çoğul kişilik” de genellikle birinin yaptığından diğerinin haberi olmaz. Oysa Necip Fazıl, içinde bulunduğu hâlin ve iki varlığı arasındaki yaptığı zikzakların çok iyi farkındadır. Yani durumunu murakabe edebilmektedir.

     

    Aslında Necip Fazıl’ın kişiliğindeki ikilik 1934 öncesi ve sonrasının arasındaki tezatları olduğu kadar, insanın yaratılışında var olan iki kutba da işaret eder. Bütün bunlar düşünüldüğünde, insanın düşünebileceği en süflî ve ulaşabileceği en ulvî noktalar arasında O bocalamıştır. Hücre ve dâva arkadaşı merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin söylediği gibi “Ne onun yükseldiği yere yükselebilirdiniz, ne düştüğü yere düşebilirsiniz”20.

     

    O, kendinde dayanılmaz işkencelerin ruh kıvranmalarını hissettiği senfoni adı ile yazıp sonra adını çileye çevirdiği şiirinin bir dörtlüğünde ruhundaki tahtrevalliyi şöyle ifade eder;

     

    Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

    Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

    Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

    İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

     

    Biricik meselesi “sonsuza varmak” olan Necip Fazıl, bu iniş ve çıkışlardan, ikilikten büyük ıstırap duyar. Hayatını bütünüyle saran bu ıstırap, iş hayatından da ayrı düşünülemez. Çile ona zaman hediye etmez, zamanı kendisi kuşatır ve Necip Fazıl’ı istediği gibi tasarruf altında bulundurur. Onu ilgilendiren her türlü kararlar dahi çilenin emirleri ile gerçekleşir. O, bu hallerinden herhangi birini yine kendi dışından şöyle anlatır:

     

    “Bir gün bankadaki odasında çalışırken onu hafakanlar tuttu;

    -Sen, kutuplarda hurma ağacı, Üstüvâ Hattı(Ekvator) üzerinde de kutup ayısı yetiştirir gibi, varlığını ikiye bölen ve iki ayağından kafatasına kadar iki parçaya ayıran bu tezatlardan ne gün kurtulacaksın?.. Başının üstünden gelip geçen güneşler kaydırak hızıyla akıyor ve sen nefsine mühlet üstüne mühlet veriyorsun... Kalk, dem bu dem, zaman bu zaman, yönüne dal ve yürü.

     

    Ve hemen istifayı basıp bankadan çıktı.!”21

     

    Necip Fazıl, bir “Ben”in içinde çile çekmesine rağmen, bu çilesi sadece ve yalnız başına kendini kurtarma sevdasından kaynaklanmamaktadır. Çünkü “Durun kalabalılar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen O’dur. “Büyük Doğu”su ile bir dâva ve cemiyet adamı olarak da çilenin içindedir, çileyi yaşar. O, sadece cesur düşünmekle değil, bu düşüncesini meydanlarda büyük kitlelere, gençliğe yaymak istemekle de eza, cefa, iftira ve acı içinde olmuştur. Mahkemeler, tutuklamalar, hapsane hücreleri çilesini sulayan unsurlar olmuştur. O bir müdafaasının çilesini bir cümleyle ifade eder ve der ki; “Istırap... ıstırap... ıstırap... Malatya Müdafaasında tavanlar sarktı”22.

     

    Istırabın sahiplendiği Necip Fazıl, 1934 öncesi bunu taşıyamayıp iyi yönde kanalize edemezken, 1934’ten sonra bunu bir ilâç kabul etmiş, hatta daha önce işaret edildiği gibi, ıstırapsızlığı en büyük ıstırap olarak düşünmüştür.

     

    Bilindiği gibi mutlu tabir edilen insanlar, aslında varlık içinde yokluğu yaşayanlar hayatın akışını pek fark edemezler. Ama insan felâketlerle karşılaştığı, ruhu acılar içinde olduğu zaman; geçmiş, hâl ve gelecek konusunda tefekkürü yoğunlaştırma mecburiyetini hisseder. Dolayısıyla acı ve ıstırap, insan zekâsını kendi görevini yapmaya davet ederek, onun gelişmesine de büyük yardımda bulunur. Peygamberlerden sonra sahabînin, büyük velîlerin, büyük sanatkârların hayatlarında yaşadığı tablolar da bizi bu gerçeğe götürür. Nitekim Necip Fazıl da “gaiplerden gelen bir ses”le bu ıstıraptan payına düşeni almış, hayatında bunun çilesini çekerken, eserlerine de aksettirmiştir. Kanlı Sarıkda23, Türk Şehbenderi, Mazlum Hoca’ya;

     

    “... Kars Halkı sizi gözbebeği sayıyor. Ona bu sırrı anlatacaksınız! Onu acı çekmeye, acıdan ayrılmamaya, ıstırabı anlamaya, ıstırabı sevmeye davet edeceksiniz” diyor. Aslında bu düşünceler Necip Fazıl’ın kendi öz fikrinden başkası değildir. Çünkü o şahsiyetinde “ben”liğin acısını çekerken, cemiyette gördüğü ve karşılaştığı tezatları varlığında duyarak, ıstırabı anlama derecesinde kalmayarak onu sevmiştir. Eserlerindeki derunî metafizik ürpertilerde bu ıstırap ve çile daha bir anlam kazanmıştır.

     

    Necip Fazıl, nasiplendiği çilenin tesirleriyle eserlerini kaleme alıp şiirler yazarken, kendisinin de ifade ettiği gibi “Sabık Şair” adını takmışlardır. Hatta şairliğine yazık ettiği konusunda birçok yazılar karalanmıştır. Bunlardan biri; “... Necip Fazıl, yani ‘Narı Beyza Mucidi’ bir zamanlar iyi kötü bir şairdi. Ne diye yolunu şaşırdı da böyle siyasî davalara kalkıştı? Kırdığı potlara, doğrusu ya ondan çok biz üzülüyoruz”24 diye yazmıştır.

     

    Bu fikirlere, bu satırların yazarına çok görmüyoruz. Çünkü "rakı şişesinde balık olma" hevesinde ve sevdasında olan sığ bir aklın, Necip Fazıl gibi fikrin çilesini çekmekte olan birini anlaması ve anlatabilmesi beklenemez. Nitekim O'da "Sabık Şair"in çilesini anlama cehdine sahip olmadığından, yazdığı cümlelerle kendi aczini ortaya koymuştur.

     

    Kısaca Necip Fazıl, taklidî çilenin ürünü diyebileceğimiz "Kaldırımlar" la her düşünceyi üzerine çekerken, aslî çilenin ürünü olan "Çile"de bu ilgiyi görememiştir. Kendisinin de ifade ettiği gibi;"Kaldırımlar, gibi kolay umumiyetler dururken bu çetin hususiyeti anlayan olmamıştır"25. Hatta Mehmet Kaplan bile26 "Kaldırımlar" şiirine bakarak, Necip Fazıl hakkında şu genel kanaate varabiliyordu:

     

    "Dikkatlerini, aynı zaviyelerden kendi benleri üzerine çeviren Necip Fazıl ile Cahit Sıtkı bile "iç" âlemlerinden ziyade dış âlemle olan münasebetlerine önem veriyorlardı. Necip Fazıl kendisini kaderinin karanlık çerçevesini teşkil eden sokaklarla birleştiriyor".

     

    Necip Fazıl için yazılan bu hükümler yalnızca 1934 öncesinde yazdığı eserlerine veya "Kaldırımlar" a bakılarak verilebilir. Bu tarihten sonra yazdığı eserleri için böyle bir hüküm, şairi hiç okumamış olmak ya da onun zıddına bir fikir yürütmek olur. Çünkü 1934 öncesinde sokakta, kaldırımlarda, yollarda, taşlarda ve benzeri dış mekânlarda dolaşırken, bu tarihten sonra çilesinin annesi olarak kesinlikle kaldırımları görmez. Artık "gaiplerden gelen bir ses"le "iç" âlemleri, maverâyı kurcalar. Bunun için Necip Fazıl hakkında verilecek her hükümde 1934 öncesi ve sonrasının muhakkak göz önünde bulundurması kanaatindeyim.

     

    (NOT: Bu yazının tamamı, Çiledeki İnsan Necip Fazıl 2.Basım. Ankara-Nobel Yayın dağıtım, 2000 adını taşıyan kitabımdan alınmıştır. İ.Kurt)


  9. Bediüzzaman Hazretleri'nin kalbe aniden iniveren hatarlar hususunda talebelerinden birine yazdığı parça, parçayı mütalaa edince hatarat mevzusunda daha ehlivukuf oluruz. Keşke Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin hatarat hususunda yazdığı risaleye de sahip olabilsek, sahip olan yada bilgisi olan varsa lütfen bir şekilde bana ve bu bölüme haber etsin. Bu konu herkesin başına gelebileceği hepimiz için ehemmiyet arz ediyor.

     

    "Sabri kardeş,

     

    Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki aynada temessül eden pislik, pis değil ve aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü aynada nuranînin timsali ziya verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur."

     

    Kastamonu Lahikası'ndan


  10. Bu yazıyı bir sitede buldum kaynağını yazmadığı için Üstad'ın hangi kitabında yada dergide vesaire yazdığını öğrenemedim, üsluptan ve durumdan anlaşılıyor ki Üstad'ın:

     

     

    "...Bir anda ruhunun gökleri korkunç bir filo nizamıyla uçan ve tam tepesinden dalan uçaklarla dolmuştu. Adeta şeytan, olanca gücüyle seferber olmuş, onun mutlak olarak inandığı ve mutlak şekilde bağlandığı hakikatleri tepetaklak etmeğe gelmişti. Birbiri ardından öyle küfür telkinleri, dürtüşleri ki, anlamayanlara, ruh topografyasını tanımayanlara, Sabık Şair'i, dünya yaratıldı yaratılalı gelmiş ve geçmiş kafirlerin en korkuncu gösterebilir. Onlar, Sabık Şair'in kendisini ikiye bölüp her parçasını öbürüne yediren bu halini, rahat bir vicdanın öz iradesiyle davet ettiği bir şey sanabilirler ve gafletlerinin en dipsizine düşmüş olurlar. Bilmezler ki, ruh topografyasının şanlı mühendisleri tasavvuf kahramanlarınca bu hale "havatır, hatarat" denilir ve onun, kuvveti nispetinde imana delil olduğu, yani bu dürtüşlerin imandan geldiği teşhisine varılır. İş ki, galebe nefste değil, ruhta kalsın ve bu hal kalpte sabitleşmesin..."19.


  11. İlk başta kırmızı kutuyu ya mavi kutulara direk çarptırıyordum yada direk siyah yerler çarptırıyordum :) Kendi kendime bunlar bu oyunun neyini beğenmiş, ne zevksizler diyordum, sonra tekrar okudum ve aptallığımın farkına vardım :P Ben rahat 50 kere denedim en iyi 16.679 yaptım :P vazgeçtim bu oyundan, başarılı olmadığım yerde duramam :P Gece Güneşini buradan bütün muvaffakatiyle tebrik ediyorum :P Başarılarının devamını diliyorum :P


  12. ÖLÇÜ - DÜNYA - NİYET - AKIL

     

    Rüzgarın bir güvercin kanadından söktüğü bir tüy bile kaybolmayacaktır. Varlığı ve yokluğu çepçevre kuşatan ebedi bir mizan içinde, kendimizde arayacağımız mizan v eölçü ahengi:

     

    21-İncil'de yazılıdır ki, ne edersen onu bulursun; hangi ölçüyle veznedersen, o ölçüyle veznedersin.

     

     

     

    Yalnız bu Hadisn dipsiz derinliğine biraz sarkabilecek olan; İslamın, Peygamberin ve İlahi sırların inceliği önünde kendinden geçer gibi olur; elverir ki, bu anlayışa Tevhid sırrını bozacak bir leke düşürmesin. İslamdaki ümit ve teselli sonsuzluğunu, fikir ve hürriyet dipsizliğini görür gibi oluyor musunuz?

     

    22-Allah bana dedi ki; <<Ben kulumun zannı içindeyim; istediği gibi bana zannetsin>>

     

     

    Dinimiz aşk dini, ahlakımız aşk ahlakı olduğu gibi, nizamımızda aşk nizamıdır:

     

    23-İnsan, sevdiğiyle beraberdir.

     

     

    Bu nizamın içinde kendi kendimizi ebedi bir (iyi) ve (kötü) mizanı altında tutacağız:

     

    24-İyi hallerden sevinç ve kötü hallerden acı duyuyor musun; demek ki mü'minsin!

     

     

    Bizim dinimizde dünya kaçaklığı yoktur; her şeye hakkı verilecek ve hiçbir yerde tufeyli olunmayacaktır:

     

    25- Sizin hayırlınız, dünyası için ahiretini, ahireti içinde dünyasını bırakmayan, bir de insanlara yük olmayandır.

     

     

    İşte bizde dünya kadrosu:

     

    26-Dünyanın manzarası tatlıdır; onu hakkiyle alıp hakkiyle tasarruf eden ne mübarektir; fakat dünyaya ve nefsani duygularına dalan bir çoğu vardır ki, Kıyamet günü kendilerine ateşten başka birşey kalmaz.

     

     

    Bizde her şey iç ve asli hükme; kabuğa değil ruha, dış görünüşe değil, niyet ve fikre bağlıdır ve yalnız bu ölçü kainata bedeldir:

     

    27-İşler ve ameller niyetlere göredir.

     

     

    Daima kasd ve niyet:

     

    28- Bir iyiliğe yol gösteren, ecirde, o iyiliği yapanla birdir.

     

     

    Ve aynamız selim akıldır:

     

    29-Onlar ki, akılla nimetlendirildiler, kurtuldular.


  13. Medyanın oluşturmak istediği 3 insan tipi var:

     

    1)Aptal insan

     

    2)Daha aptal insan

     

    3)Müthiş Aptal

     

    Bu aptal etmeye çalıştıkları ve büyük oranda muvaffak oldukları insanlar; normal insan zekası seviyesinde. Bunu söyleyeyim deme sıfır alırsın :)

     

     

    Bu vesileyle medya hakkında ki görüşlerimi belirteyim. Önce gazetelere bakalım.

     

    Zaman AKP'nin yaptığı her hamleyi doğruymuş gibi gösteriyor, diğer gazetelere nispetle ''iyi'' olsa da sağ partilere aynı uzaklıkta olması lazım. Zaman gazetesinin asıl amacı AKP'yi yanlışsız anlatmak.

     

    Cumhuriyet'i bir kaç kez aldım, iyice göz gezdirdim, gazete değil ''Küfür Yuvası''. Zaten Genel Yayın Yönetmeni Ergenekon'a karışmış. Yaparlar adamların vaziyeti herşeye müsait.

     

    Hürriyet, çok sinsi gazete, onlarında vaziyeti herşeye müsait, Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan bedava adamlar.

     

    Posta, ''Müthiş Aptal'' insan tipini oluşturmada ki en başarılı gazete. Hatırlıyorum ülkemizin Genel Kurmay Başkanı seçilecekken manşetleri eften püften birşeydi. Genel Kurmay Başkanı seçimini arka sayfalarda kısaca yer vermişler. Posta gazetesi Temmuzda ki seçimden sonra önemli gündem maddeleri var birtane ''Cehennem Zebanisi Kadın'' eski Rektör mü neymiş, başörtüsü Üniversiteye gelirse erkekler başı açık kızlara manken mi oldunuz dermiş? Bu gazete çok okunuyor ve bu tür haberlere inanan, başörtüsü düşmanı olmayan ''Müthiş Aptal'' insan tipi de azımsanamaz. Bu ülkede en çok satan gazete bu. Bu gazeteyi alanların aklından şüphe ediyorum(Sürekli alanlar için söylüyorum)

     

    Bizim Ortaddoğu gazetesine bakalım, MHP şöyle böyle, AKP hakkında asılsız söylemler, CHP'ye ne desek doğru zaten :P

     

    Vakit gazetesi çok abartıyor, muhafazakar değerleri bilinçsizce koruyor ''yangına körükle gidiyorlar'' desek yeridir. Ama kalitesi çoğu gazeteden bir beden fazla. Ahmet Necdet Sezer'e devamlı olarak koydukları fotoğraf ''tosbağa''ya benziyordu :P ve benim çok hoşuma gidiyordu.

     

    Yeni Şafak ve Tercüman gerçekten kaliteli gazeteler.

     

    Televizyona ve Televizyon Kanallarına geçelim, Televizyonlar muhabbet düşmanı, aile bağlarını zayıflatan, insan beynini ''boşlarla'' dolduran. Ev hanımlarını lüzumsuz dizilerle evden barktan habersiz koyan, dostluk ve aile bağlarına kökten saldıran azılı katil.

     

    Genel olarak T. kanallarına bakarsak vermek istedikleri ne diye düşünüyorum, vermek istediklerine direk şu diyemeyiz ama benim farkettiklerim derin yaralar ve her yere mikrop gibi dağılmış. Bir dizi var o dizide abi, abla, baba, anne yok, ecnebiler gibi babasına ismiyle hitap ediyor çocuk. Buna RTÜK nasıl göz yumuyor anlamıyorum. Bunu izleyen ufak çocuklar da yarın babasına ismiyle konuşursa şaşılmasın.

     

    Televizyonun ev hanımları üzerinde ki etkisi, yıldırımın ağaca etkisinden daha fazla. Bizim Anadolunun ev hanımlarını bilirsiniz, yemeğini yapar çocuklarına ''Kurban Olurum'' lafını hiç esirgemez. Ama dizi vakti gelmişse ne kocaya bakarlar, ne ev işine, ne de televizyonun çerçevesinden dışarısında bulunan bir nesneye. O diziyle sevinirler, o diziyle ağlarlar, kadınlarla konuşurken o dizinin akabinde dedikodu yaparlar. ''He gııı şunun şu herifide onu doğyomuş'' '' Vıııı boyu devrilesice'' falan. Arkadaşımın teyzesini acıklı bir sahnenin ardından hastaneye kaldırmışlar, bu gerçek.

     

    T. kanallarında Stv, Mehtap gibi kanallar hariç. Dizilerde, kontrolun Kanal'da olduğu için söylüyorum. Herhangi bir evde ''Allah'' yazısı olsun. Yaşlı kadınlar bari başörtülü olsun. Bir birine yardım edince ''Allah razı olsun'' desin. Ülkemizin genelinde evlerde ''Allah'' yazısı var, toplumumuzda biri birine yardım edince ''Allah razı olsun'' dillerden düşmez, Annelerimizin, kardeşlerimizin başı kapalı. Ama kanalların istediği halk, modern, çağdaş, laik olacağı için bunlar yakışmaz!

     

    Televizyonda Hac'dan gelenleri gösteriyolar. 7 8 yaşlarında ki kız çocuğuna başörtüsü takmışlar, çocuk Hac'dan gelirken onla gelmiş. Haber kanalında ki adam böğrüyor, 21. yüzyıl Türkiyesin de bunlar mı olacaktı, çok üzücü vesaire vesaire. E bu çocuk heves edip giyemez mi, mukaddes diyardan gelmiş, anne babası o halle dönmesini isteyemez mi, hepsinden öncesi sanane. 21. yy Türkiyesi başörtüsüyle mi gerileyecek ... Hac'dan dönen insanlara mikrofonu uzatıyorlar, dikkat ettim mikrofon uzattıkları insanlar hep bizim saf Anadolu İnsanı. Hiç mi belagetli, şık giyimli, kültürlü, örnek insan tiplerinden hiç mi Hac'a giden yok? Elbette var ama bu kanı bozuklar göstermez.

     

    Çizgi filmlere bile bakın. Çocuk izliyor, gülüyor, seviniyor tamam harika. Ama bunlarla beraber çocuğa birşeyler katsana. Bu Batı'nın masalları, masallarından uyarlanan çizgifilmler sadece hayal dünyası, çocuğa ne katıyor hiç. Kırmızı başlıklı kız, kurt, pamuk prenses, bari sonunda iyiler kazanır, sizde iyilik yapın çocuklar mesajı verilse o da yok.

     

    Diziler canımı çok sıkıyor. Bir yakışıklı züppe, birde güzel bayan, biraz duygusallık biraz, biraz heyecan, milyonlarca ''Aptal İnsan'' tipi ekran başında.

    Birde kutu falan açıyorlar, ismi ne hatırlamadım programın, hepsi kazanılacak para helalmiş gibi bastıra bastıra ''İnşallah'' diyor. Ne ''İnşallah''ı sana ''İnşallah'' dedirten Allah'a kurban ol, haram para için köşede biri dua ediyo, sağolsunlar, istedikleri insan tipleri bir bir zuhur ediyor. Bu aptal insan tipleri zuhur ettikçe ötekiler en iyi okullarda okur, biz uyuruz, böylece sürer gider.

     

    Kısacası medya Reyhan Ablanın söylediği gibi medya İslam davasına'' hizmet edenlerin eline geçmedikçe bizde böyle yanar yakılırız.

     

    Sabahlarını Seda Sayanla açan, akşamlarını ... dizisiyle kapatan toplumdan.(Aklıma Üstad'ın şu mısrları geldi)

     

    Allahım sen acı bu saf millete,

    Akşam yatar sabah kalkar başı boş.

     

    Hele ki çocuklarını geleceğe hazırlayan annelerin böyle olduğu toplumdan, nereye kadar bir şey bekleyebilirsin. Bu söylediklerimin hepsine Aydın Doğan denen herifin katkısı var. Böylelerini adam eden, bu kadar etkili olmalarını sağlayanlar utansın.


  14. O - İNSAN - SÖZ - HİKMET

     

     

    Ebedi saadet , O'na bağlı zincirin, ister birinci, ister milyoncu halkası olmakta:

     

    12-Beni gören, yahut beni göreni görmüş olanı görmek, bahtiyardır.

     

     

    Hele onu görmeksizin, ezele ve ebede doğru her anı çerçeveleyen nuruna perçinli olanlar, onlar kaç kere mes'ut:

     

    13-Saadet o kimseye ki, beni gördü ve iman etti; yedi kare saadet o kimseye ki, beni görmeksizin iman etti.

     

     

    Ah, O'nun gönderilmesindeki ulvi sebep:

     

    14-Ben lanet etmek, insanları İlahi rahmetten uzaklaştırmak için gönderilmedim; ancak alemlere rahmet olmak için gönderildim.

     

     

    O'nun bir billur kırıntısı kadar küçücük görünen bir Hadisinde bile bütün alemler, renk, çizgi, mana, iklim, hakikat, kanun, içiçe kasafet halindedir; ve billurların kırk tanesini toplayan ve ruhlara serpen, kurtulmuştur.

     

    15-Sünnetimden kırk Hadisi muhafaza edip de ümmetime bildiren, Ceza günü şefaatime erer.

     

     

    İşte söz ve fikir ölçüsü:

     

    16-Kelamda az ve öz söylemekle emrolundum; zira sözün hayırlısı kısa ve özlü olandır.

     

     

    Hidayet kevseri avuçlarından taşsın ve başka avuçları doldursun; ne mutlu o ele ki, içindekini, bir başka ele aktara aktara çoğaltmak yolundadır.

     

    17-Allahın, senin elinden birine iman ve hidayet eriştirmesi, güneşin doğup battığı yerlere sahip olmandan daha hayırlıdır.

     

     

     

    Alemde insandan başka herşey sakin bir tasdik ve itaat cezbesi içinde giderken, ah şu insanoğlundaki hal:

     

    18-Alemde hiç birşey yoktur ki, Allaha, insanoğlundan ziyade itaat halinde olmasın!

     

     

     

    Resuler Resulü, insanoğlunun felaketini o günden görmüştü:

     

    19-Bana ne oldu ki, sizi fırka fırka görüyorum.

     

     

    Kirliliklerimizi yıkayacak suları altından nehir, kapımızın önündedir:

     

    20-Beş vakit namaz, insanın kapısı önünden akan ve günde beş kere içine dalınıp yıkanılan bir nehir gibidir; günde beş defa yıkanan insanın yüzünde kirden ve pislikten ne kalabilir?


  15. ALLAH-PEYGAMBER-İMAN-SAADET

     

    Bu lutuf ve rahmet derecesi, ancak, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Kurtarıcıdan başka kimde olabilir:

     

    1-Benden size bir Hadis duyurulduğu zaman, kalbiniz onunla aydınlanır, içinizde ki katılık yumuşar, onu kendinize yakın görürseniz, ben, o Hadise sizden daha yakınım. Eğer size duyurulan Hadis, kalbinizde bir soğukluk doğurur, içiniz ondan hoşlanmaz, onu kendinize uzak görürseniz, ben, o Hadise sizden daha uzağım.

     

    Görünüz, yol usul nedir:

     

    2-Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; sevdiriniz, soğutmayınız!

     

    Salat ve selamın hedefi, Ebedilik müjdecisidir:

     

    3-Ben size müjdeliyorum, siz de kendinziden sonrakilere müjdeleyiniz; müjdeleyiniz ki, Allahın birliğine şehadet edenler cennete kavuşacaklardır.

     

    Herşeyin bir iç, bir de dış görünüşü var... İman ve İslam içinde böyle:

     

    4-İslam açıktadır; ve İman kalpte...

     

    İman; yalnız O'nun ayak izlerine bağlı yol, biricik nimet ve nasip:

     

    5-Beni görmeksizin iman eden dostlarımla buluşmayı severim.

     

    Yol tektir; ve dosdoğru:

     

    6- Allah'a iman ettim, de; ve sonra dosdoğru git!..

     

    Vazife nedir dost kimdir?:

     

    7-Dostun hayırlısı, sen Allah'ı andıkça yardım eden, unuttukça hatırına getirendir.

     

    İşte bütün kainatın temel gerçeği:

     

    8- Hikmetin başı Allah korkusudur.

     

    Ve:

     

    9-Din nasihatten ibarettir.

     

    Ham ve kaba softalığın kaynağı olan, hadislerdeki dış tenazur hokkabazlığı, sığ ve ibiş mantık tekerlemeciliği, her zaman <<nasıl olur, nereye gider, nereden gelir?>> diye soracaktır; cevabı hazır:

     

    10- Sübhan olan Allahım; gündüz geldiği vakit gece nerededir?

     

    Yalnız iman ve yalnız onun gerektirdiği vazife:

     

    11-İman ve amel, birbirinden ayrılmaz iki arkadaştır; hiç biri tek başına işe yaramaz.

×
×
  • Create New...