Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Salihbey

Sivil
  • Content Count

    297
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    2

Posts posted by Salihbey


  1. Eşinin başını aç tümgenerale göster

     

    1998'de re'sen emekli edilen Kurmay Binbaşı Mehmet Şahin, ordudan ayrılışını anlattığı kitapda, bir daire başkanının “Eşinin başını açtır ve tümgenerale göster” dediğini ifade etti.

     

    56314.jpg

     

     

    Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) Ankara Şube Başkanı Kemal Şahin, “Bağımsız Türk Mahkemelerinde Yargılanmak İstiyorum” adlı bir kitap yazdı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nden re'sen emekli Jandarma Kurmay Binbaşı olan Şahin, kitabında, evine ziyarete gelen Asayiş Daire Başkanı Albay tarafından hazırlanan “eşinin başörtülü olduğu görülmüştür” yazılı “belge” üzerine, 20 yıllık askerlik hayatına son verildiğini belirttti.

     

    Şahin kitabında kendisi ve ailesinin hayatını kökten değiştirecek olan YAŞ kararı öncesi ve sonrası yaşadıklarına yer verdi. Şahin, kitabında 1998 genel atamalarında Jandarma Eğitim Komutanlığı'nda şube müdürlüğü görevine atandıktan kısa süre sonra, 16 Haziran 1998'de olağanüstü toplanan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında T.S.K. Personel Kanununun 94/b “Disiplinsizlik ve ahlaki durum sebebiyle ayırma” maddesi ile Subay Sicil Yönetmeliğinin 50/c “tutum ve davranışları ile yasa dışı siyasi, yıkıcı, bölücü, irticai ve ideolojik görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bulunduğu veya karıştığı anlaşılanlar” fıkrası gereğince T.C. Emekli Sandığı Kanununun 39/e maddesine göre ihraç edildiğini belirtti.

     

    BAŞÖRTÜLÜ KARŞILADI

     

    Eşine dosyasının Yüksek Askeri Şura'ya gittiğini söyleyerek onu da henüz karar verilmediği için yavaştan alıştırmaya çalıştığını belirten Şahin, kitapta gelişmeleri şu şekilde aktarıyor: “Eşim ben istersem başını açabileceğini de defalarca söyledi. Ancak ben bunu kabul edemezdim. 16 Haziran 1998 tarihinde YAŞ olağanüstü toplandı ve 'Disiplinsizlik ve Ahlaki Durumum' nedeniyle ihraç edildiğimi öğrendim. Ayrılmamdan altı yedi ay önceydi. İlk sicil amirim olan daire başkanı kurmay albay evimize çocuklarımızın geçirmiş olduğu bir hastalık yüzünden geçmiş olsuna gelmek istediklerini söyledi. Bir akşam eşiyle geldiler. Sohbet ettik ikramlarda bulunduk ve gittiler. Eşim tabiî ki her zamanki kıyafeti ile karşılamıştı, yani başörtülüydü. Bir süre sora Daire Başkanı başka bir daire başkanının da bulunduğu odasında bu konuyu açtı.”

     

    SOKAKTAKİLER DE AÇACAK

     

    Daire başkanının “eşinin başını açması gerektiği” yönünde kendisine epey baskı yaptığını anlatan Şahin, “Daire başkanı; son söz veya nasihat olarak, inat etmememi, eşimin başını açarak alıp harekat başkanı tümgenerale göstermemi ve bu konuyu böylece halletmemi söyledi. Bu teklif bana çok ağır geldi. Hatta inat etmemem konusunda son sözleri, 'Bak bu konu Türkiye'de halledilecek, sokaktaki kadınlar bile başlarını açacak. Gel sen inat etme, mesleğinden de olma' dedi. Ben de çok şaşırdım. Tepki gösterdim. 'Hangi ülkeden bahsediyorsunuz' dedim. 'Bu ülkede kadınlar başlarını açacaklar öyle miı' diye sordum. 'Evet dedi Açacak. 'Buna imkan yok komutanım' dedim. 'Görürsün' dedi. 'görürüz 'dedim ve odasından gergin bir şekilde ayrıldım” diyerek yaşadıklarını anlattı.

     

    EŞ VE ÇOCUĞA İSPİYON

     

    “Emirle; amir ve komutanların dışında bunların eş ve çocuklarına da görev verilerek başlatılan ihbar ve ispiyon mekanizması, çirkinliğin ötesine geçip bunu başlatanların bile midesini bulandırdı” diyen Şahin, “Hanımlar arasındaki rekabet daha dehşetli daha çirkin yaşandı. Çocuklar bile bu çirkinliğin içine çekildi. Eşin başörtülü olması atılmak için tek başına yeter de artar bile. Eşiniz başörtülü değilse kurtulamadınız. Anne babanız, kardeşleriniz veya yakın akrabalarınız veya aile dostlarınız arasında sakallı veya başörtülü olanlar varsa çıranız yandı. Arkanıza takılan meslektaş rakipleriniz gönüllü ihbar sistemini çok kısa bir zamanda oluşturdu” diyerek gözlemlerini okuyucusuyla paylaştı.

     

     

    Örnek bir askerdi ödülleri de vardı

     

    YAŞ emeklisi Kemal Şahin ordu içerisinde “örnek teşkil eden tutum ve davranışları” nedeniyle takdir toplayan bir asker olması nedeniyle ödüllendirilmişti. Şahin'in 5 adet takdirnamesi bulunuyor. Onlardan birisi de ihracından henüz bir yıl önce verilmişti: “2'nci Jandarma Er Eğitim Tugay Komutanlığı; Sizi emsallerinize örnek teşkil eden olumlu tutum ve davranışlarınızdan dolayı takdir eder, başarılarınızın devamını dilerim. 4 Nisan 1997. Mehmet Volkan, Tuğgeneral, Tugay Komutanı.”

     

     

    Yazmış imzalamış al sana işte belge

     

    Şahin kitapta sicil belgesine neler eklendiğini de şöyle anlatıyor: “Evime geçmiş olsun ziyaretine gelen Asayiş Daire Başkanı Kur. Alb. H.H. bir kağıdın üst ortasına 'BELGEDİR' yazmış ve altına da 'Evine yapmış olduğum ziyarette eşinin başörtülü olduğu görülmüştür' diye yazmış imzalamış. İşte sana belge. 'Hukuk Devleti' olduğunu ilan etmiş bir ülkenin ordusunun daire başkanlığına atanmış kurmay albayın hazırladığı bir suçlama için yeterli ve geçerli belge. Ve bunu belge olarak kabul eden sıralı sicil amirleri, yani bir tümgeneral, bir torgeneral ve Jandarma Genel Komutanı olan bir orgeneral. Ve YAŞ'ın bilge, yanılmaz üyeleri olan on beş tane daha orgeneral veya oramiral, bu belgeyi belge olarak kabul edip dünya aleme benim eşimin başörtüsü yüzünden irticacı olduğuma karar verdiler.”

     

    (Yeni Şafak)


  2. GENÇLİĞİN ÜSTADA CEVABI

     

    İnsanımızın iptal edilmiş hislerini iade etmek üzere...

     

    İnsanımızın mefluç ruhuna ve maddesine hayat nefhasını üflemek üzere...

     

    Tepetaklak devlet ehramını yerli yerine oturtmak üzere...

     

    İnsanımızın muhtaç olduğu ahlâkı bir şahmerdan baskısiyle dışardan içeriye doğru mühürlemek üzere...

     

    Devlet ve mahkemede insanı bileklerden kelepçelerken, mektep ve ailede vicdanından kelepçeleyici adalet sistemini mahyalaştırmak üzere...

     

    Bütün insanlığın, farkında olmadan beklediği devlet ve cemiyet nizamını, münadilerle meydan meydan haykırmak üzere...

     

    İnsanımızı çiğköfte yaparcasına düşünce teknesinde pişinceye kadar yoğurmak üzere...

     

    İlimde, fende, fikirde, sanatta, her şeyde, Peygamber ne dediyse gerçeğin ve toplamın onda olduğunu ve sayıları o yekûne uydurmak gerektiğini öğretmek üzere...

     

    Tarihimizi lif lif ayıklamış ve sahte kahramanları gerçeklerinden ayırmış olarak...

     

    Allah için buğz ve Allah için aşk ölçüsüne uygun şekilde, baş nefret kutbu ile baş muhabbet kutbunu tayin etmiş olarak...

     

    Batı dünyasını bütün oluş sırları ve olamayış hikmetleriyle süzgeçten geçirmiş olarak...

     

    Bâtıl olanı güzelleştirmeyi bilen Batıya karşılık, Hakkı çirkinleştirmeyi beceren kaba softa ve ham yobaz tipini, kökünden budayıcı idrake ulaşmış olarak...

     

    En çarpıcı ve cezbedici estetik ölçüleriyle pırıldamak zevk ve gayesine ulaşmış olarak...

     

    Batının baş çilesi, insanoğlunu Homongolos'a çevirici makine bilmecesini en derinden çözmüş olarak...

     

    Bir kuzu öksürse ağlayacak kadar rikkat sahibiyken, binlerce insanı gözünü kırpmadan ipe çekmeyedek prensip iradesine ve irade prensibine malik olarak...

     

    Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylân, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edâları şiir, diyalektikleri ipekten örgü bir nesil istiyordun...

     

    GELİYORUZ... BUNA MEMURUZ!.. MECBURUZ BUNA!..


  3. İsrail Ahit Sandığını arıyor

     

     

    Aylık haber dergisi Kırmızı Çizgi Dergisi'nin Mart sayısının kapak konusu, İsrail’in Mescid-i Aksa kazıları. İlhami Yangın imzasıyla yayınlanan ve belgelere dayanarak verilen haberde, İsrail’in Mescid-i Aksa’nın altında Hz. Musa’nın Ahid Sandığı’nı aradığını ortaya koyuluyor…

     

    Mescid-i Aksa etrafındaki gizli-açık kazıları 12 senedir sürdüren İsrail’in neyin peşinde olduğu belli: Ahit Sandığı

     

    Geçtiğimiz günlerde İsrailliler Mescid-i Aksa etrafında kazı yapmaya başlayınca Filistinlilerle aralarında çatışmalar alevlendi. İsrailliler kutsal yerleri görmeye gelen turistler için köprü yapacağını öne sürerken, Filistinliler Mescid-i Aksa’nın kazı bahanesiyle yıkılmak istendiğini öne sürdüler.

     

    Oysa Aksiyon Dergisi’nin 13.05.1995 tarihli 23. sayısının kapağında yer alan Güntay Şimşek imzalı habere bakarsak bu kazı çalışmaları en azından 12 yıldır devam ediyor. Haberde İsraillilerin kazı çalışmaları nedeniyle Mescid-i Aksa’yı çökertmek istedikleri belirtiliyor. Amaç köprü yapmak veya Mescid-i Aksa’yı çökertmek olsaydı şimdiye kadar İsrail tarafı her ikisini de başarırdı. Peki, İsrail kazılarının gerçek sebebi ne olabilir?

     

    İsrail Kazılarının Gerçek Sebebi

     

    Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesi ve Hazreti Muhammed’in Miraç’a yükseldiği yer. Ancak bu kutsal binanın hemen altında Hazreti Süleyman tarafından yaptırılan bir başka kutsal mabedin yıkıntıları var. Tevrat’a göre bu mabet Ahit Sandığının korunması için yapılmış. Ahit Sandığı hakkında detaylı bilgi sahibi olmak için günümüzden 3.250 yıl öncesine gidiyoruz:

     

    Tahrif edilmiş Tevrat’a göre İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra Sina dağı önünde toplanırlar ve burada Hazreti Musa Tanrı’yla görüşür. Tanrı Hazreti Musa’ya iki taş levha üzerinde kutsal antlaşmayı verir. Antlaşmaya göre Hazreti Musa, Yahuda oymağından Hur oğlu Uri oğlu Besalel'e Akasya ağacından bir sandık yaptıracaktır.

     

    Ahit Sandığı Savaşıyor

     

    Sandık tamamen altınla kaplandı. İçine anlaşma levhaları konuldu. Sandığın üzerinde iki melek motifi vardı. Bu iki melek Tanrı İsrailoğullarına kızgın olduğunda birbirlerine sırtını döner. Eğer İsrailoğullarından Tanrı şikâyetçi değilse birbirlerine yüzlerini dönerlerdi.

     

    İsrailoğulları tek tanrıya inanıyordu, karşılarındaki Filistliler ise putlara tapıyorlardı. Filistliler demir kullanmayı bildiklerinden silah ve teçhizat olarak İsrailoğullarından üstündüler. Ancak İsrailoğulları bütün savaşları Antlaşma Sandığı sayesinde kazandılar. Kâhinler sandığı yüklenir, borular çalar bu şekilde kent etrafında dolanırlardı: “Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. Kentin surları çöktü. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler” (Yeşu: 6/1–20)

     

    Ancak İsrailoğulları Tanrı’nın sözünü dinlemez ve putlara tapınırsa antlaşma sandığı savaşta onları korumazdı. Böyle bir savaşta Filistliler İsrailoğullarını yendiler. Yenilgi öyle büyüktü ki, İsrailliler otuz bin yaya asker yitirdi, Tanrı'nın Sandığı’na da düşmanları tarafından el konuldu.

     

    Filistliler, Tanrı'nın Sandığı'nı ele geçirdikten sonra onu Dagon putunun yanına yerleştirdiler. Ertesi gün erkenden kalktıklarında, Dagon'u RAB'bin Sandığı'nın önünde yüzüstü yere düşmüş buldular. Dagon'u alıp yerine koydular. Ama ertesi sabah erkenden kalktıklarında, Dagon'u yine RAB'bin Sandığı'nın önünde yüzüstü yere düşmüş buldular. Bu kez Dagon'un başıyla iki eli kırılmış, eşiğin üzerinde duruyordu; yalnızca gövdesi kalmıştı.

     

    Filistliler sandığı nereye götürdülerse oraya büyük belalar geldi. Halk ağır biçimde cezalandırıldı. Her yeri fareler bastı, insanlarda urlar çıktı, sandık kentlerin her yanına ölüm saçmaya başladı" Filistliler sandığı yanında birçok armağan ve hediye ile birlikte İsrail tarafına geri vermek zorunda kaldılar.

     

    -Kutsal tapınağın yapım çalışmaları Hazreti Davud zamanında başladı, Hazreti Süleyman devrinde de sürdü. Tapınak 7 yılda bitirildi. Lübnan’dan ağaç getirmekle 30.000 kişi, yük taşımakla 70.000, taş kesmekle 80.000 kişi, işleri denetlemekle 3.300 görevli çalışıyordu.

     

    Tapınaktaki Binlerce Yıllık Sır

     

    Demir silahlar yapabilen Filistliler karşısında İsrailoğullarının çaresiz kaldığını belirtmiştik. Bu Tevrat’ta şöyle anlatılıyor: “Bütün İsrail ülkesinde bir tek demirci yoktu. Filistliler, ‘İbraniler kılıç, mızrak yapmasın’ demişlerdi” (1. Samuel 13/19)

     

    Filistliler demiri kullanmayı uzun süre İsrailoğullarından sakladılar. Ancak Hazreti Davut demir silah ve zırhlar yapmayı başardı. Kur’an-ı Kerim’de bu olay şöyle anlatılmaktadır: “... ve ona demiri yumuşattık (ve şöyle emrettik): “geniş zırhlar yap ve onları düzenli bir biçime sok” (Sebe 10–11)

     

    Bu sayede Hazreti Davud İsrail birliğini sağladı, büyük bir devlet oluşturdu. Ahit Sandığı’nın konulacağı Kutsal Mabed’in yapım çalışmalarını Hazreti Davud başlatmış, bunun için İsrail’de yaşayan yabancıları toplayarak taşlar yontturmuştu. Ayrıca çevre ülkelerden demir, taş ve tomruk getirtti. Yahudilerin Kutsal Kitabında Hz. Davud şöyle der; “Tanrı’mın Tapınağı'na gereç sağlamak için var gücümle çalıştım. Altın eşyalar için altın, gümüş için gümüş, tunç için tunç, demir için demir, ahşap için ağaç sağladım. Ayrıca oniks, kakma taşlar, süs taşları, çeşitli renklerde değerli taşlar ve çok miktarda mermer sağladım. Bu kutsal tapınak için sağladıklarımın yanı sıra, Tanrı'mın Tapınağı'na sevgim yüzünden, kişisel servetimden de altın ve gümüş de veriyorum” (1.Tarihler 29/2–3)

     

    Tapınağın yerini Ornan adındaki bir çiftçiden satın alan Hazreti Davud kendisinden sonra yerine geçecek olan Hazreti Süleyman’a tapınağı en iyi biçimde yapması için de emir verdi.

     

    Babasının yerine geçen Hazreti Süleyman Lübnan’dan sedir ve çam ağaçları getirtmek için otuz bin kişi görevlendirmişti. Tomruklar Lübnan’dan suya indiriliyor yüzdürülerek getiriliyordu. Ayrıca yük taşıyan 70 000, dağlarda taş kesen 80 000 adamı vardı. İşin yürümesini sağlayan ve işçileri yöneten 3.300 görevlisi vardı.

     

    Bütün bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkan tapınağın boyutları şöyle: uzunluğu 27 metre, genişliği 9 metre, yüksekliği 13.5 metre. Oysa tapınağın yapımı için Hazreti Davut devrinden başlayarak güçlü ticaret filoları ve insan gücüyle hem Ortadoğu bölgesinden hem de Hindistan’a kadar olan oldukça büyük bir bölgeden altın, oniks, gümüş, kereste, taş vs. sağlanmıştı. Sadece Sur Kralı Hiram, Hazreti Süleyman'a yüz yirmi talant (yaklaşık 4,1 ton) altın göndermişti.

     

    Tapınağın yapımı için Sur kralı Hiram, Hiram Abif adındaki ustasını göndermişti. Hazreti Süleyman da işçileri denetlemesi için Hiram (Adoniram) adındaki bir adamını görevlendirmişti. Bu iki Hiram’dan birisinin tapınağın sırlarını çalmak isteyen kişilerce öldürüldüğü biliniyor. Ancak hangi Hiram’ın neden ve nasıl öldürüldüğü halen esrarını korumakta.

     

    -Tapınağın boyutları yedi yıl süren çalışmalar göz önüne alındığında çok küçük kalıyor: uzunluğu 27 metre, genişliği 9 metre, yüksekliği 13.5 metre. Tapınağın tamamına yakın bölümü altın ve diğer değerli madenlerden yapılmıştı. Toplanan yüz binlerce ton taş ve kerestenin gizli bir bölme yapılmakta kullanıldığına inanılıyor.

     

    Tapınağın gizemi, tam olarak ortaya çıkan yapının mütevazi ölçülerinde yatıyor. Tam yedi yıl boyunca yaklaşık 190 bin kişinin taş kesmek, kereste hazırlamak ve nakletmek için çalıştırıldığı göz önüne alındığında, ortaya çıkan binanın çok küçük olduğu dikkat çekiyor. Yıllardır da tüm tarihçilerin ve din bilimcilerinin aklını kurcalayan soru burada yatıyor. Tarihçilerin olayı naklederken çalışan insan sayılarını abarttıklarını düşünsek, mesela yaklaşık 190 bin olarak nakledilen çalışan sayısından bir sıfır atıp 19 bin kişinin yedi yıl boyunca seferber edildiğini varsaysak bile, ortaya çıkan Tapınak binasının yine de bunca insanın çalışmasının karşılığı olamayacağı açıkça ortaya çıkıyor.

     

    Gizemli durum şu soruyla özetlenebilir; Tapınağın tamamına yakın bölümü altın ve diğer mücevherlerden yapıldığına göre, binlerce kişi tarafından yıllarca taşınan bu taşlar, keresteler nereye gitmişti?

     

    İşte binlerce yıl boyunca tüm kralların, fatihlerin dikkatini Kudüs’e çeken de bu bilmece. Herkes, tapınağın yapımı için getirilen yüzbinlerce tonluk taşların, yüzbinlerce metreküplük kerestelerin, tapınağın altında devasa, gizli bir yapının inşasında kullanıldığını düşündü. O zamandan beri herkes de ahit sandığının saklandığı bu gizli tapınağı bulma hayaliyle yaşadı. Ancak bilindiği kadarıyla gizli tapınak da, ahit sandığı da henüz ortaya çıkartılamadı.

     

    -Tapınağın yapımında görev alan iki Hiram’dan birisi öldürüldü. Ancak hangi Hiram’ın, neden, nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğü halen esrarını koruyor. Babil İmparatoru Buhtunnesar, Roma valisi Titus, Haçlı orduları, Napolyon, Hitler… Hepsi sandukayı ve gizli bölmeyi aradı ancak bulamadılar.

     

    Sandığı Bulma Çabaları

     

    Hazreti Davud döneminde şehrin Birleşik Yahudi Krallığı'nın başkenti ilan edilmesiyle Kudüs'e taşındı. Hazreti Süleyman tarafından yaptırılan mabede konulan sanduka M.Ö: 587 yılına kadar tapınakta kaldı. Aynı yıl içinde Babil İmparatoru Buhtunnesar Kudüs'ü işgal etti, ancak tapınakta Ahit Sandığını bulamadı. O tarihten sonra sandukanın, tahrip edilemediği ve onu koruyan Levililer tarafından mabedin altında hazırlanmış gizli bir bölmede saklandığı inancı yayıldı. M.S: 70 yılında ise Roma valisi Titus tapınağı yıktırarak bu yeraltı odasını aradı ancak o da bulamadı.

     

    Hıristiyanlık inancına göre Ahit sandığı tapınakla birlikte yok olmuş artık Tanrı’nın evi Hazreti İsa’nın bedeni olmuştur: İsa göğe yükselmeden önce Kutsal Ruh'un yani Tanrı'nın tekrar insanların arasına tapınağına geleceğini söylemişti. (Pavlus’un Efeslilere Mektubu 2.19–22)

     

    19. yüzyılda Haçlılar Kudüs’ü işgal edince Tapınak Şövalyeleri sandığı bulmak için büyük bir kazı yaptılar. Haçlı seferlerinin en büyük sebeplerinden birisi kayıp sandukayı bulmaktı. Kudüs’ün her işgal edilişinde Müslümanlar kılıçtan geçirildikten sonra sandukayı arama çalışmalarına başlandı, ancak bulunamadı. Napolyon’dan Hitler’e kadar hemen herkes bu sandukayı bulmaya çalıştı ancak yapılan bütün aramalar sonuçsuz kaldı. Hiram ustanın sandukayı gizlemek için çok gizli bir bölme yaptığı inancı gittikçe yayıldı.

     

    Yahudi inancına göre de Mesih’in en büyük alameti kayıp sandukayı bulması olacak. Günümüzde Mesih’in gelişini hızlandırmak isteyen Yahudilerle onlara destek olan Evangelistlerin büyük bir ittifak yaptıkları da biliniyor. İsrail, kazı sebebi olarak hangi gerekçeleri gösterirse göstersin, yıllardır süren kazıların tek bir hedefi var: Ahit Sandığı…

     

     

    İslam inancına göre: “Tabut-u Sekine”

     

    Ahit Sandığı İslam inancında Tabut-u Sekine olarak geçmektedir. İslam âlimlerine göre, sanduka ahir zamanda Mehdi tarafından ortaya çıkartılacak ve onun mehdiliğinin en büyük delili olacaktır. Bakara Suresi’nde Tabut-e Sekine’den şöyle söz ediliyor: Peygamberleri, onlara dedi: "O’nun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesidir. Onda Rabbiniz'den 'bir güven duygusu ve huzur' ile Musa ailesinden ve Harun ailesinden artakalanlar var; onu melekler taşır. Eğer inanmışlarsanız, bunda şüphesiz sizin için bir delil vardır” (Bakara 248)

     

    Hazreti Muhammed’in ahir zamanla ilgili hadislerinde de sandıktan bahsedilmektedir: “Ona Mehdi denilmesinin nedeni, gizli olan bir şeyin yolunu göstermesidir. Antakya denilen bir yerden Tabut'u (kutsal emanetler sandığını) ortaya çıkaracaktır" (Suyuti, el- Havi li'l Feteva, II. 82)

     

     

    Kaynak: İlhami Yangın, Kırmızı Çizgi Dergisi www.kirmizicizgi.com.tr


  4.  

    İstihbarat Okulunda ABD'ye İsyan

     

    nationalsecurityagency-nsa.jpg

     

     

    ABD'nin en üst istihbarat Örgütü NSA Başkanı konuşurken, Nijeryalı Albay ayağı kalktı ve "Ülkemizde ne işiniz var?" dedi ve...

     

     

     

    Emin Pazarcı/Bugün

     

    İstihbarat Okulunda İsyan

     

    2000 Yılı'nın sonlarına doğruydu. İngiliz İstihbarat Okulu'nda çeşitli ülkelerden katılanlara verilen dersler sona ermiş, sıra kapanış törenine gelmişti...

     

    Törende, ABD istihbaratının üst kuruluşu olan NSA'in Başkanı konuşma yapacaktı. NSA, dünya üzerindeki bütün haberleşme ve yazışmaları denetliyordu. Kuruluşun emrinde 5.500 öğretim görevlisi çalışıyordu.

     

    NSA Başkanı'nın konuşması son derece önemliydi. İşte bu yüzden konuşma öncesi verilen kokteylde herkes uyarıldı: - Size ikram ettiğimiz ahududu şarabı çok serttir. Fazla içerseniz rahatsız olabilir, NSA Başkanı'nın yapacağı önemli açıklamaları kaçırabilirsiniz. İngiliz İstihbarat Okulu'ndaki derslere katılan Çek, Macar, İrlandalı, İtalyan, Avustralyalı, Suudi Arabistanlı ve Arnavut subaylar bu uyarıya uydular. Nijeryalı Kurmay Albay Wolu Okoluwolu ise, uyarıyı hiç duymamış gibiydi. Bir, iki, üç, dört kadeh derken, neredeyse bir şişe şarabı bitirdi. Kokteyl sona erdi, sıra NSA Başkanı'nın konuşmasına geldi...

     

    ABD'nin son yıllarda CIA ve FBI'dan daha fazla üzerine titreyip önem verdiği NSA Başkanı, Bosna Hersek Savaşı'ndan bahsetmeye başladı. Dayton Anlaşması'nı anlattı. Yapılan soykırıma değindi. Bir de itirafta bunundu:

     

    - Dünyanın en büyük istihbaratı bizde olmasına rağmen, Bosnalı Müslümanlara yapılan saldırılar sırasında etkisiz kaldık. Oradaki savaş bize insan istihbaratının önemini gösterdi. Biz, insan istihbaratını Müslümanlardan öğrendik.

     

    NSA Başkanı, Kosova'da Arnavutların haklılığından bahsetti. Konuşma sürerken, Nijeryalı Albay Okoluwolu sürekli el kaldırmaya başladı. İngiliz İstihbarat Örgütü ve Okul Başkanı tarafından defalarca uyarıldı: - Elini indir, ayıp oluyor. Nijeryalı Albay, uyarıların hiçbirini dinlemeden el kaldırmaya devam etti. Sonunda NSA Başkanı konuşmasını yarıda kesip, Nijeryalı Albay Okoluwolu'ya dönmek zorunda kaldı: - Efendim... Ne diyorsunuz? Okoluwolu, yerinden kalkmadan sorusunu sordu: - Benim ülkemde ne işiniz var? Koca salonda buz gibi bir hava esti. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen askerler, verilecek cevabı merakla beklemeye başladılar.

     

    Cevabı İngiliz Okul Başkanı verdi: - Çünkü siz kendinizi idare edemiyorsunuz! Nijeryalı Albay, “Bu, dünyaya söylediğiniz koca bir yalan. Ben Hıristiyanım, bu sözlerle siz Müslümanları kandırın” dedi. Amerikalıya bir daha sordu: - Benim ülkemde ne işiniz var? Salonda çıt çıkmadığı gibi NSA Başkanı'ndan cevap da gelmedi. Okoluwolu devam etti:

     

    - Bari ben cevap vereyim. Sizin elmasa ihtiyacınız var. Çünkü, hayalet uçaklarınız için elmas olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır. Tibet'te, Doğu Timor'da, Bangladeş'te yaptığınız gibi önce kargaşa yaratıp, iç savaş çıkarıyorsunuz. Bizde de Müslümanlarla Hıristiyanları birbirine düşürdünüz. Sonra, BM'yi ayarladınız, insani yardım bahanesiyle karar çıkardınız.

     

    Demiryollarına, limanlara, en kritik noktalara el koydunuz. 49 ve 99 yıllığına elmas anlaşmaları yaptınız ve savaş bitti. İşte bu yüzden benim ülkemdesiniz. Yugoslavya'nın başına gelen de budur. Böl ve yönet! Nijeryalı Albay dışarı çıkarılmak istendi, çıkmadı. Olaydan sonra o gece milli kıyafetlerini giyip bir süre dolaştı. Nijeryalı Albayı pek çok kişi de el altından kutladı. Bu bilgeleri veren Arnavut Albaylar, ondan sonrasını bilmiyorlar. Görünen o ki, Nijeryalı Okoluwolu, o gece harakiri yaptı. Kendi ipini kendi eliyle çekti! Çünkü, Nijerya İngiliz Milletler Topluluğu üyesi. Üst mahkemeler İngilizlerin kontrolünde. Ülkesine gittiğinde muhtemelen İngiliz İstihbarat Okulu'nda söylediklerinin hesabı kendisinden soruldu.

     

    Peki, Nijeryalı Albay Okoluwolu haksız mıydı?

     

    www.aktifhaber.com

     


  5. "İDEOLOJİSİ OLMAYANIN

     

    TEKNOLOJİSİ DE OLMAZ!” (SM)

     

    Sınaî alt yapının, Anadolu toplumunun gerçeklerine ve topraklarımızın topoğrafyasına göre yeni baştan ve gerçekçi bir şekilde inşâ edilmesi gerekmektedir. Meselâ, demir-çelik sanayiinde, üretimin ana esasları, imalat sanayiini destekleyecek şekilde yassı mamül ağırlıklı olması gerekirken, Türkiye’de maalesef, pik demir (inşaat demiri) ağırlıklı bir çökertme politikası benimsenmiştir. Böyle bir durumda, ülkenin yassı demir ihtiyacı için her yıl birkaç milyar dolarlık ithalat yapılmak zorunda kalınırken, gereksiz yere çok fazla üretilen pik demirin ne yapılacağı sorusu gündemi yıllarca meşgul etmiştir. Pik demir üreten İskenderun Demir-Çelik Fabrikası yıllarca, kapasitesinin altında üretim yapmış, ve eski ithal teknoloji ile kurulduğu için her yıl yüzlerce trilyon lira zarar etmiştir. Dolayısıyla bu fabrika, kuruluşundan günümüze kadar ân be ân hep bir kambur olmuştur. Bizim ihtiyacımıza göre üretim ve tüketim noktaları göz önüne alınmadan yapılan her fabrika, başımıza belâ fabrika mezarlığının yolunu tutacak olan birer ceseddir. Her alanda, hangi teknolojiye gerek duyulduğu gerçekçi bir şekilde tesbit edilmeli ve kendi dünya görüşümüze bağlı öz teknolojimizi üretmenin yolunu bulmalıyız. Dünya görüşü olmayanın teknolojisi de olmaz, ancak başkasının teknolojisini onun izin verdiği ölçüde kullanırsınız. Örnek mi? Yine Renault’dan. Bildiğiniz gibi OYAK’la ortak olarak kurulan ve büyük fason imalat atölyesi -fabrika demiyoruz- Bursa’da bulunan Renault fabrikasının, montajını yaptığı otomobillerin servisi için, OYAK’ın tek başına kurduğu bir servis şirketi vardır, adı Renault Mais. Bu şirket çok iyi kâr elde etmektedir ve bu Fransızların gözünden kaçmamıştır. Ana firma ve dolayısıyla teknoloji üreticisi durumundaki Fransız firması yetkilileri, generallerin idaresinde bulunan Mais firmasına % 50 ortaklık teklif ederler. Generaller kabul etmezler tabiî, çünkü kâr büyüktür. Sen misin öyle diyen? Fransa’dan cevab gecikmez, teknoloji vermiyorum, haydi bakalım bir tane bile otomobil montajını yap da görelim! Yıl 1991 Aralık ayının 15’i; eğer, onbeş gün içerisinde Fransız firması teknoloji transferine izin vermezse fason imalat yapan büyük atölye kapanacak ve dolayısıyla generallerimizin de tatlı kârları yok olacaktır. Dönemin gazetelerine bakarsanız hadiseyi çok iyi hatırlayabilirsiniz. Sonra ne mi olur? TC’nin generalleri şirketin yaklaşık % 70’ini Fransız dostlarına hediye etmek zorunda kalırlar. İşte bu sebeble, laikliğin yılmaz savunucusu generallerimiz, Fransız Anayasasına göre kurulmuş TC’yi herkesin bölmesine karşı cansiperâne bir şekilde korurken, iş Fransızlara gelince, boyunları kıldan incedir. Ufacık bir ambargoyu bile yerine getiremezler, bırakın getirmeyi, ambargoya karşı Fransız dostlarıyla beraber cansiperâne bir şekilde mücadele dahi vermektedirler. Yani, vatanın bölünmez bütünlüğü(!) Paris’ten gelen bir talimatla - Ermeni soykırımı kanunu meselesinde- işlemez olmuştur artık.

     

    Kısaca, ideolojisi olmayanın, teknolojisi, hattâ hiçbir şeyi olmaz. Çünkü, ideoloji, siyasî iktidarı; siyasî iktidar, tam bağımsızlığı; tam bağımsızlık yepyeni bir devleti-nizâmı; yeni nizâm kendine ait bir hayat tarzını; kendine ait bir hayat tarzı da, kendi iktisad anlayışını, kendi kontrolündeki öz teknolojini vs getirir...

     

    Teknoloji sahibi Kanada, Türk Telekom’un santral arızalarını, bir saat içerisinde tâ 20 bin km öteden bir bilgisayar tuşuyla bozup tekrar çalıştırmasıyla, sizi tuşa getirir. 1995 yılı 21 Haziran’ında Türkiye gazetesinde yayınlanan DPT’nin (Devlet Planlama Teşkilatı) bir raporuna göre; yurt dışından alınan veya içeride montajı yapılan savaş uçakları (F-16’lar gibi), savaş gemileri, her türlü savaş vasıtalarının bilinmeyen bazı noktalarına, onları kontrol edebilecek ve teknoloji üreten devletin izni dışında kullanılmasını, uzaktan ve hiç farkettirmeden engelleyecek bazı mekanizmaların yerleştirildiği ve daha da kötüsü bu mekanizmaların yerinin belirlenemediği gibi ancak bir savaş sırasında ve teknoloji sahibi devletin engellemesiyle karşılaşıldığında ortaya çıkacağı ve savaş ânına kadar hiçbir tedbir alınamayacağı belirtiliyor ve şöyle deniyordu: “Dostlarımızın bize imal izni verdikleri bu savaş vasıtaları bizim için birer tabuttan başka bir şey değildir.” Nitekim buna müşahhas bir örnek verecek olursak, bu raporun yayınlanmasından 13 gün önce (8 Haziran 1995), o zaman yayınlanmakta olan Yeni Yüzyıl gazetesinde, ilginç bir haber vardı. Haberde, İtalya’daki Nato üssünde, Bosna’daki Sırp hedeflerini gözetlemekle görevli Türk subaylarının kullandığı ve İsrail’in elektronik donanımını yaptığı TC montajlı F-16 uçaklarından bir tanesi, dost uçakları düşman olarak gösteriyor, savaş mekanizmaları kendiliğinden çalışıyor ve uçak adeta uzaktan istenildiği gibi kontrol ediliyordu. Dünyada yalnızca ABD ve İsrail tarafından kullanılan üstün elektronik hava savunma sisteminin (ALQ), Türkiye’de, bir ABD firması olan LORAL tarafından, Türk ortağı KAVALA ile birlikte ortak imalatı daha doğrusu montajı yapılıyordu. Uçağı kullanmakta olan pilot Binbaşı ve pilot Yüzbaşı arızayı tesbit etmişler, taltif edilmeyi beklerken, haklarında soruşturma açılmıştı. Yine zamanın Başbakanı Süleyman Demirel tarafından DPT’ye yaptırılan bir araştırmaya göre, Türkiye’de montajı yapılmakta olan F-16 savaş uçaklarının her birinin Türkiye’ye kaça mâlolduğu tam olarak hesablanamıyordu. Rapora göre, montajı Ankara’da yapılan uçağın önemli donanımlarının montajı esnâsında hiçbir Türk subay ve teknisyen bu bölüme alınmıyor ve uçağa nelerin takıldığı ve kaça mâlolduğu tesbit edilemiyordu. (Bu rapor 1994 yılında gazetelerde yayınlandı.)

     

    Her kültür ve medeniyetin kendine has bir anlayışı vardır ve ithal edildiği yere mutlaka damgasını vurur. Teknoloji; üretildiği ülkelerin –Batı’nın- medeniyet ve kültür ürünüdür ve aracıdır. Teknoloji girdiği yere Batı kültürünü götürür. Nitekim bilgisayar donanım ve yazılım teknolojisi üreten dünyaca ünlü Batılı büyük bir firmanın büyük başlarından birisi, geçtiğimiz yıl Türk gazetelerine şöyle bir demeç vermişti: “Bugün bilgisayar teknolojisi bütün dünyaya yayılmış durumdadır. Batı’nın dışındaki ülkeler, bilgisayarın “hardware” (donanım) imalatını -Batılı bir firma adına fason imalatını-, Batı ülkeleri ise “software” (yazılım) imalatını yapmaktadırlar”. Donanım, Batı’dan alınan lisansla yapılmak zorunda, yazılım ise bilgisayarın beynidir. Batı, “Yazılım” vermediği müddetçe sizin onun lisansı ile imal ettiğiniz donanım, yeni bir hurdadan başka bir şey değildir.

     

    Son söz: İktisadî nizâmını kuramayan ve teknolojisini üretemeyen devletlerin, bağımsızlık iddia etmeleri fasa fisodan başka bir şey değildir...

     

     

     

    IMF, MİLLİ DEVLETÇİKLER VE KÜRESELLEŞME

     

    Türkiye’de uygulanmakta olan 17. IMF ekonomik reçetesi(!), birinci yılını doldurmadan, iflas çanlarını çaldı. 17 Ağustos 1999 depremi bahanesiyle halka yutturulması planlanan bu 17. Felaket Programı, medyadaki bütün beyin yıkayıcı “sosyolog” ve “ekonomist”lere rağmen, 2000 yılının Kasım ayında, göstere göstere gelen para kriziyle birlikte bütün halkı hem felç, hem de şok etti. Şok etti, çünkü, bazı aklı evveller gerçekten bu çökertme programının kendilerini kurtaracağını sanmışlardı. 2000 yılında ne olmuştu, şöyle kısaca bir hatırlayalım. “Enflasyonist alt yapılı ekonomik sistemde” fiyat artışları, devlet baskısıyla dondurulmaya çalışıldı. Döviz fiyatları sabitlenerek kağıt üzerinde programlanan enflasyon oranına göre artışına izin verildi. Mevduat ve kredi faizleri bir ânda hızlı bir şekilde düşürüldü, buna bağlı olarak, devlet borçlanma senetlerinin (tahvil, bono vs.), faizleri de düşürülmüş oldu. Enflasyon artışını önlemek için iç tüketim kısılmaya çalışıldı. Tabiî bunun için de, işçi ve memur ücretleri kağıt üzerindeki enflasyon oranına göre arttırıldı. Tarımdaki destekleme ödenekleri ya tamamen kaldırıldı yahut en asgarî seviyeye indirildi. Yatırımlar tamamen denecek kadar donduruldu. İç piyasaya para sürülmedi. Para yalnızca iç ve dış borç ödemeleri için bankalar arasında dolaşıp durdu. Bu da yetmedi, zaten “parasal kriz” içerisinde kıvranan piyasaya son büyük darbeyi, bazılarına göre ansızın ama gerçekte göstere göstere gelen devalüasyon depremi vurdu.

     

    Bu programın amacı ne idi?

     

    Sadece para politikalarına -malî politikalara- dayalı bir programla bütçeyi terbiye edip, iç borç faizlerini düşürerek, iç borç miktarını azaltıp böylece bütçe açıklarını düşürmekti. Ama evdeki hesab çarşıya uymadı. Neden? Türkiye’deki bütçe açıkları, daha her alanda yapılan (bankacılıktan müteahhitlere, savunma ihalelerinden tarımdaki vurgunlara, vs.) vurgunların sonucu olan soyguna dayalı bir düzenin neticesi olmasının yanında, üretmeyen memur ve işçi kalabalığının, «aman işsizlik çoğalmasın» diye istihdam edilmesi, tarımda rastgele ürün ekim ve dikiminin getirdiği ürün fazlalığının yüksek bedelle satın alınıp yakılması veya kıtlığından dolayı ithali gibi, temel faktörlerin de büyük bir etkisi vardır. Türkiye’de bankacılık sistemi çökmüştür ve tekrar hayata dönebilmek için bir çok bankanın tasfiyesiyle birlikte yalnızca ilk bir yıl 100 milyar dolarlık âcil bir taze kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Amerika’dan postalanan küreselci sömürge valisi Kemal Derviş, Amerika’ya bu vehameti anlatmak ve TC’nin iflas ilan etmesini önlemek için çırpınmaktadır (Bkz: Haberci dergisi 1-2. sayılar, Mayıs-Ağustos 2000; 9 Mart 2001 Yeni Mesaj gazetesi). Uygulanan çökertme programında, -ki Derviş aynı politikayı yeni bir makyajla denemektedir-, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevindeyken, Ocak ayında Türkiye’ye yaptığı ziyarette; IMF programını desteklediğini söylemişti -hani şu meşhur Kasım krizinden sorumlu ve Şubat krizi patlamadan hemen önceki IMF programını-. Faizlerin aşırı şekilde düşürülmesiyle birlikte, içerideki fiyatlar hükümetin beklediği oranda düşmeyince, bankalardaki düşük faizli kredilerle tüketim hırsı kamçılanan toplum, fiyatı yabancı mal ile aynı olan yerli mamül yerine ithal mala yöneldi. Korkunç bir ithalat patlaması oldu ve 78. yılında TC’nin iflas tablolarında bir ilk daha gerçekleşti. Hayalî ve gerçek bütün gelirlerine rağmen dış ticaret açığı ve carî açık patladı (30 milyar dolar ve 10 milyar dolar ).

     

    Bu arada kurların düşük tutulmasından dolayı, yurt dışına ihracat şansını iyice kaybeden üretici, çoğunluğu geçim derdinde olan halkın alış verişi kesmesiyle birlikte iç piyasada da satış yapamaz hâle gelip iflas etmeye başladı. IMF politikalarıyla tarımın köküne kibrit suyu döken devlet, artan ithalat ve azalan ihracatla müthiş bir döviz kaybına uğradı. Bunun neticesinde sürekli ertelenen kriz, 22 Kasım 2000 tarihinde, sıcak para sahibi iç ve dış mihrakların paralarını çekmesiyle birlikte patlak verdi (Devalüasyonun aslında o günlerde yapılması için IMF’nin baskı yaptığı ancak, Türkiye’deki malî piyasada yaklaşık 20 milyar dolar bulunduran Alman ve Fransız bankacıların baskısıyla ertelendiği, buna karşılık ABD’nin ise devalüasyon taraftarı olduğu belirtildi). Krizin öldürücü darbesinin gelmek üzere olduğunu gören hükümet, içeriden ve dışarıdan alabildiği veya özel sektörün dışarıdan almayı düşündüğü kredilere yüksek faizle garanti verince, krizin, rejimi nakavt edecek vuruşu da orta vadeye yayılmış oldu. (Önemli bir husus: TC’nin IMF’den aldığı bu kredilere yıllık yüzde kaç faiz verildiği bir devlet sırrı imiş (bkz: Emin Pazarcı, 13 Mart 2001 Akşam). Nitekim 22 Kasım krizi esnasında Star Gazetesi’nde çıkan bir habere göre TC IMF’den aldığı krediyi 18 ay gibi kısa bir vadede ve yıllık yüzde 60 (18 aylık % 90 ) faizle geri ödemek üzere almış. Oysa uluslararası piyasalarda doların yıllık faizi taş çatlasa % 8’miş. Tâ ki 19-22 Şubat 2001 tarihlerine kadar.) Dövizin dalgalanmaya bırakılıp bir gecede yüzde 40 değer kazanmasıyla, bir başka deyişle cebimizdeki zaten az olan liranın alım gücünün bir gecede yüzde 40 oranında düşmesiyle bir şok daha yaşadı halkımız. Velhâsıl, içinde bulunduğumuz ve çektire çektire sona doğru gitmekte olan bir iktisadî çöküşün neticesini yaşamaktayız. Faizlerin yüksekliğinden dolayı üretim durmuştur, işçi çıkarmalar hızlanarak devam ediyor, gıda piyasasında bile serî iflaslar vuku buluyor. Bu durgunluk içerisinde bile enflasyon bütün baskılara rağmen artmaya devam ediyor. Aslında içinde yaşadığımız durum, bütün iktisad teorilerini, modellerini tepetaklak eden bir durumdur ve İzmirli bir sanayicinin dediği gibi, “10 yıl içerisinde 4 kriz yaşayan Türkiye, bundan önceki krizleri az buçuk tanımlayabildiği halde, şu an içinde yaşamakta olduğu krizin bir tanımını bile yapmaktan acizdir ki, tedbir alsın.”

     

    AKADEMYA’YA DOĞRU’NUN NOTU: Bu makale, yazarımız tarafından geçtiğimiz sene kaleme alınmasına rağmen hâlâ bugün gibi tazedir; esaretimiz ve sefaletimizin derinleşmesinden başka değişen nedir?..

     

    DİPNOTLAR:

     

    1- Ahmet Bin Bella, Konuşmalar, Akabe Yayınları, 1986, s. 161-164

     

    2- A.g.e., s. 166-168

     

    3- A.g.e., s. 290-291

     

    4- Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk –İktisada Giriş-, İBDA Yay., İstanbul, s.16-21


  6. NECİP FAZIL ŞAHESERİ

     

    -Hüzeyme Yeşim Koçak-

     

     

    ŞAH(ESER)

     

     

     

    Necip Fazıl adı, bende eserlerini okuduğumda ya da bir an aklıma düşürdüğümde bile; çok farklı bir hissiyat, güzellik duygusu ortaya çıkarır... Muhabbet, gittikçe şiddetini arttıran esintilerle yüreğimi doldurur.. Tıpkı diğer ulular, yüce insanlarda olduğu gibi.. Gönül neşelenir. Ve yarı inanmazlık, yarı sarhoşluk arasında gezinir durur.. Bilinç kâh kapanır, kâh ziyasını genişletmiş açılır. Önüme yeni yollar serilir. Bir güzellik sağanağıdır yüreğime dökülür.

     

    Işık onlardan gelir bilirim.. Güzelliğin “cinsiyeti olmaz; “cinsi” olur derim.

     

    Necip Fazıl, gönül çelen, nadide bir gökkuşağı gibi, hürmetli güzelliğini sergiler.. Dehasının kudreti.. ruhunun azameti.. sanatının mehabeti.. mizacının çetrefilliği.. davasının haşmeti.. muhteşem bir terkib hâlinde yansır.

    Meydanlarda hitabeti, kitleleri peşinden sürüklemesiyle de güçlüdür, doruklarda dolanır; takipçilerine, bizlere düşürdüğü “estetik bağışlarla” da gönüllerde dolaşır..

     

    Bir sonsuzluk türküsü gibi dillerde dolaşır.. Eserleriyle Fatihleşir, zamanı aşar, nesilleri dolaşır..

    Her ne kadar hapsedilmeye (sınırlandırılmaya) çalışılsa da sırlanır, sınırları berhava edip; âlemleri dolaşır..

    ....

    Necip Fazıl’ı şimdiye kadar çeşitli yönleriyle ifade edildi. Kâh gündeme getirildi, kâh sessizliğe mahkûm edildi. Bendeniz de değişik kesimlerden isimlerin tanıklıklarına, değerlendirmelerine başvurarak, bir çerçeve çizmeye çalışacağım.

     

    Sanatı hakkında birkaç söz edecek olursak…

     

    “Bir Necip Fazıl olabilmenin anmakça saadetine ne kadar muhtacım” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar “Mektuplar’ında” hayranlıkla.. Ama Necip Fazıl tek, biricik..

     

    O; Sultanü’ş-şuara’ydı diyor Ahmet Kabaklı.. “Türkçenin de Sultanı”ydı diye karşılık veriyor Prof Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu:

     

    “..Bütün mimari eserlerin esas malzemesi taş ve mermer olduğu halde, nasıl Süleymaniye Camisini yapmak Koca Sinan’dan başkasına nasip olmamışsa, aynı Türkçe ile Necip Fazıl gibi yazmak ve konuşmak da, öyle, kimseye nasip olmayacaktır.”

     

    Ve bazı misaller veriyor:

     

    Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim

    Minicik gövdeme yüklü Kafdağı

    Bir zerreciğim ki arşa gebeyim?

    Dev sancılarımın budur kaynağı

    *

    Kâinata ne varsa, suda yaşadı önce;

    Üstümüzden su geçer, doğunca ve ölünce

    *

    Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!...

     

    “Bunlar rumuzlu ve sembolik mısralar değildir. Üstat düz bir ifade tarzını seçmiştir.

     

    Fakat kullandığı kelimelere yüklediği mana, onlara alışılmışın dışında yeni bir “Şahsiyet” getirmektedir…… O, “Sürekli indifa halinde bir yanardağa benzerdi. İlhamından doğan her eser, bu dağdan püskürmüş lâvı andırıyordu. Kendisi hilkatin bir “mübalağası” idi. Bu sebeple hakkında yazılanlar O’nu tanımayanlara mübalağalı gibi gelecektir.” (Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983)

     

    Necmeddin Türinay, “Mevlâna, Fuzuli, Yunus Emre, Nef’i ve Necip Fazıl gibi” üzerimizde deha tesiri bırakan büyük sanatkârları, diğerlerinden ayıran özellikleri belirtirken, onların “..kendi ruhlarında hazır buldukları bir aşkın, vecdin veya âhengin peşine takılıp gittiklerini, ömürlerini adeta bu yolda heba ettiklerini” söylüyor……Onların bizim üzerimizde bıraktığı; her an ve her seferinde yeni bir şeyler söylendiği, daha bakîr söyleyişlere erdiği gibi hisler olur. Dolayısıyla biz gerçek büyük sanatkârların şiirini veya nesrini okurken, onların bildiğimiz ve tanıdığımız bir şarkısını dinliyormuş gibi bir hisse kapılırız. Fakat bu âşinalık gene de bir tekrar duygusu bırakmaz bizde.” (Hece, NFK Özel sayısı, sh.6)

     

    “Gideriz nur yolu izde gideriz,

    Taş bağırda, sular dizde, gideriz,

    Bir gün akşam olur, biz de gideriz,

    Kalır dudaklarda şarkımız bizim…

     

    Şarkısı dillerde. Ve halen konuşuluyor.. ve konuşulacak… Keşfedildikçe manevî hazinesi genişleyip, yayılacak…

     

    Sanatı hakkında bir diğer görüş Taha Akyol’dan:

     

    Onda “Nedim’in estetiğini, Baki’nin ihtişam duygusunu, Fuzuli’nin ıstırabı, Nef’i’nin hasımları çuvaldızlayan hicvi, Şeyh Galib’in derinliği, Abdülhak Hamid’in “metafizik hafakanları ve Yunus Emre’nin Türkçesini görenler var”. (Ahmet K., Sultanü’ş-Şuara, sh. 87)

     

    Nuri Pakdil’e kulak verirsek:

    “Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerini okurken, adeta fizik ötesi bir soruşturma ile karşılaşırız. Günümüz fizik ötesine kaydırılır, fizik ötesi günümüze çekilir. Günümüzle fizik ötesi birbirlerine durmadan soru yöneltirler. Şiirler böylesi bir soruşturma alanında dokunur.” (Ahmet Kabaklı, Sultanü’ş Şuara Necip Fazıl, sh. 247)

     

    Bir “kahramandır” O…

    “Kahraman ahlakından en çok sözeden Necip Fazıl olmuştur. Çünkü bu ahlakı yaşıyordu. Yaratılıştan getirdiği şeyler arasında bu da vardı. O yüzden tekti, “nev’i şahsına münhasır”dı. Hep ve hiç, ol ve öl, en çok kullandığı kelimelerdi. O yüzden yaptıkları ifrat görünmüştür çok kişiye. Vasatın altına razı edilen bir toplumda, onun istedikleri teklif ettikleri çok görünüyordu bazılarına.” diyor Mustafa Miyasoğlu. (Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983, Necip Fazıl Sayısı)

     

    Onu “göklerin çektiği kartal” olarak tanımlayan Sezai Karakoç “Çağdaş bir destandı, kahramanlık destanıydı, sonuna nokta konan…..Evet, bir kahraman düştü toprağa. Bir kez daha bin kez daha yeşerip boy atacak bir tohum olarak.” (Türk E. Sayı:117)

     

    “Bir yaşantı ki, bir anda duyarlılık ağır bastığı için şiir oluyor, bir an duruluyor, zekâ patlamalarıyla düşünce alanı gibi açılıyor, bir nokta da eylem, davranış ya da jest olarak gözüküyor.” (Mavera Dergisi, NFK özel sayısı)

     

    Bir “muzdarip”dir O…

    Ergun Göze, “Üç büyük mustarib” ten biri olduğu görüşünde. Diğerleri Peyami Safa ve Cemil Meriç…(Ergun Göze,Üç Büyük Mustarip, Boğaziçi Yayınları, sh.11,1995)

     

    “Ben ona, yaşayan en büyük muzdarip” sıfatını daha uygun buluyorum.” düşüncesinde, 1980’lerin Hergün Gazetesi yazarı Taha Akyol’u… “Çünkü..” diyor; “Necip Fazıl’ın sanatı da tefekkürü de ancak dehaların idrak ve tahammül edebileceği bir mukaddes ıstırabın mahsulüdür. Ama onun ıstırabı gayesine ulaşmıştır. “ (Ahmet Kabaklı, Sultanü’ş-Şuara Necip Fazıl, sh. 85)

    Onun milâdı “Efendisi”… “İki şey sende ifrat halinde” buyuruyor Abdülhakim Arvasi Hz.. “Muhabbet ve zekâ”.

    Onu anlatırken ölçüyü hep geniş tutmalıyız. Tutkusu, hassasiyeti, aşkları da “püsküllü belâ” cinsinden.

     

    “Ne hasta bekler sabahı”

    “Ne taze ölüyü mezar”

    “Ne de Şeytan bir günahı”

    “Seni beklediğim kadar” , bekleyişleri ve peşine düşüşleri, bu eteği tuttuktan sonra:

     

    “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben.

    Üç ayakla seken topal köpeğim!

    Bastığınız yeri taş taş öpeyim,

    Bir kırıntı yeter kereminizden!

     

    Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben” e dönüşüyor.

     

    “Çöle İnen Nur”da Efendimize şöyle hitap eder:

     

    “Ben seni, Allah’ın yalnız habercisi ve ana yola çağırıcı Resulü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikametleri ve canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kainatı, bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!/Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!”

     

    Yani “Ölmezi bulmaktır artık biricik niyeti” yahut “Sonsuza varmaktır biricik meselesi”… “Gaye insan- Ve Ufuk Peygamber’dir” artık rehberi…

     

    1966 Büyük Doğuları’nı çıkarırken yanında olan Ali Biraderoğlu şöyle söylüyor:

    “Çok kere şahit olmuşumdur ki, bu dehayı gerek inançta gerekse amelde sadece İslâm dininin emirleri zapt-u rapt altına alabilmiştir. Ruhu doymamaktan dünyaya küsen, ömür boyu solmayan renk, pörsümeyen yeni ve geçmeyen anı arayan, yaptığı her eylemden daha başlangıcında pişmanlık duyan, dünya nimetlerinden hiç birini bütün benliği ile istemeyen, mâsivaya ait lütufların ıstırabını duyan bu adam; sadece namazın her vaktini çocuğun bayram heyecanı ile bekler ve namaz vaktini kaçırmamak için sürekli olarak namaza kaç dakika kaldığını sorardı.” (Türk Edebiyatı, sayı. 117) “Açım ben” diyen adam…

     

    Deliren, intihar eden, ziyan olan, dehası “açlığı” kendi başını yiyen nice yüksek zekâ yanında; Necip Fazıl’da muhabbet de ıstırab ve zekâ da, böylece cevahircisi(kuyumcusu) sayesinde, gelişerek, sükûna ererek, tekâmül ederek, “Hz. İnsan” kıvamında asli hüviyetine kavuşuyor.

     

    Söz buraya gelmişken onun,

    “Beni kimsecikler okşamaz madem

    Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!” mısralarını hatırlamamak mümkün mü.

     

    Hiç kimse, hiçbir şey namaz gibi ruhumu okşayamaz, öpemezi anlıyoruz; hiç şüphesiz burada … Hayatı düşünülürse, meselenin nirengi noktasını da yakalarız.

     

    Bir tarafta Allah.. diğer tarafta mahlûkatı… Fakat biz genelde, “seccadenin” kapsama alanının dışındakileri isteriz.

     

    Necip Fazıl.. “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen Hakikat göstericisi ve temsilcisi…

     

    Zekası sınır tanımıyor, çeşitli faaliyetlerde ve sahalarda boy gösteriyor, yetinmiyor.

     

    Akif Emre: “Bir şair olarak Necip Fazıl gibi bir sanatçının dergicilikten siyasî mücadeleye, çok farklı sanatsal ürünlerden kitlesel alanlara uzanan aktivitelerine, yazdıklarını toplamda ihtiva ettiği ağırlık göz önüne alındığında bir toplum tasarımının olduğundan söz edilebilir. Bir fikir etrafında bu kadar uzun süre ve geniş kitleler toplanabiliyor; onları belli bir talep doğrultusunda motive edebiliyorsa, en azından retorik düzeyinde bir tasarımdan söz edilebilir” diyor. (Hece, Necip Fazıl özel sayısı, sh. 51)

     

    Belki şöyle de söylenebilir, sırf belâgat değil, gönüllere de işleyen, has yaratılışlara mahsus bir “inşa dili”… O bir mimar…

     

    Rasim Özdenören “Necip Fazıl entelektüel planda Müslüman’ca düşünmenin Cumhuriyet dönemindeki ilk örneğidir.” görüşünde. (Hece, Necip Fazıl sayısı, Ocak 2005, sh. 125)

    Mehmet Çetin, ondaki dönüşüm, “bir şairin dine sığınması, bir inanç ikliminde arındırması olarak tezahür etmiyordu” diyor. “.. varoluşunu anlama, kavrama, anlamlandırma ve yeni bir hayat, toplum ve dünya kurma telakkisine yaslanma şeklindeydi” .

     

    “…evrensel bir içeriğe sahipti ve O’nu bir büyük muhalif haline getiriyordu.”

     

    “Nitekim Necip Fazıl, dönemin bütün siyasî düşünce, ideoloji ve sistemlerine maddeler sıralayarak karşı çıkıyordu.

     

    “Bu derece büyük ve köklü muhalefet, sonuçlarını ne kadar sert ve acımasız yaşamış olursa olsun Necip Fazıl’a gelinceye kadar iman, aksiyon ve tefekkür olarak sadece Türkiye’de değil dünyada da var mıdır bilemiyorum” diyor (Yedi İklim, Doğumunun 100. yılı kutlamalarının son ayında Necip Fazıl özel sayısı, Mayıs 2005, sh.68)

     

    Düşünelim.. Mütemadiyen saldırılar, mahkemeler, hapishane hayatı, daima teyakkuz vaziyeti, hep ayakta olma; diğer yanda da “özünü koruma”, kutsal emaneti taşıma endişesi.. Ve bu didişmeye, ağır yüke rağmen “devam fikri”, süreklilik…Hep dayanıyor, sabrediyor, şaşırmıyor, vazgeçmiyor, “kisvemi attım, kıblemi değiştirdim” demiyor. Teslimiyetçilik yok. Ölümüne “direniyor”, bütün zahmetlere rağmen davasını taşıyor.

     

    Bir maneviyat atmosferinde pişmiş.. pırıltıları günümüze uzanan altın bir zincirin nadide, en soylu halkalarından biri O…

     

    Etrafındaki tartışmalı isimlerden biri olan Salih Mirzabeyoğlu’nun bir kitabı var. “Kökler”… Orada yazıyor. Üstad diyor ki:

    “Keskin kılıç kınından sıyrılmadan asla kesemez… Şimdi de siz, bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harabolmasından gam yemeyiniz. Çünkü biz, her ne kadar gözü perdelilerden gizli kalırsak da, asılda manevî dostlarımızın yanında hazırız. Sizi seyretmek ve sizin hal ve hareketlerinizi idare etmekten geri durmayız.”

     

    “İrşad etmek yolunda, senin önüne çıkan her şeklin hakikatte ben olduğumu, ondan başkası ve başkasına ait de olmadığını bil. Her vakit rüyana girerim ve sen bütün din ve dünyaya ait maksatlarını benimle bulursun.” (Salih Mirzabeyoğlu, Kökler Necip Fazıl’dan Esseyid Abdülhakim Arvasi’ye), sh. 69, 1986, İbda Yayınları)

     

    Gene bir teselli mahiyetinde şunları diyor:

     

    “Bu dünyadan geçeceğim diye hiç üzülmeyiniz…..Allah Sevgilisinin ‘Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır’ buyurduğu sözünü, ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, ‘benim dirim doğru yolu göstererek ve ölümümde yardım etmek içindir.” demektir (S. Mirzabeyoğlu, Kökler, sh. 196, 1986, İbda Yayınları)

     

    Aşikâr bir tasarruf…

     

    Şefik Can, “Bir mürşide intisap edip de Hak yoluna düştükten sonra” der “Sonunda bir mürşit olarak hayata gözlerini kapadı” (Cevahir-i Mesneviye, Şefik Can, cilt 1, sh. 266)

    Vefatından bir ay kadar önce Ahmet Arvasi ziyaretine gidiyor. Konuşmaları esnasında “Üstadım” diyor. “Bazı büyüklerin hayatlarını okuyor ve son anlarını öğreniyoruz. İçlerinde ölümü bir “düğün gecesi” gibi, bir “gül bahçesi” gibi görenleri var. Oysa ben korkuyorum” diyor. Üstad “Ben de korkuyorum” diyor. “Şiirlerimi okuyorsunuz”. Bir müddet düşündükten sonra: “İslâm ebediyete inanmaktır” diyor. İslâm insanın ölümsüzlüğüne bağlı bir iman taşımayı emreder. Bütün mesele “Sonsuzluk kervanının” peşine takılmakta..”

    Ölümü anında, başında bulunanlar şöyle diyor:” Öyle sakin ve rahat gittiler ki…Ne korku, ne endişe… Tam huzur, sükun ve teslimiyet hali”.. (Türk E. Temmuz 1983)

    Zamanın mekânın ötesindeki ruhtur O…

     

    3.9.06


  7. Usûlden esasa, sorulardan çözümlemelere ulaşılması gerektiği zaruretinden yola çıkarak, “İslâm’a Muhatab Anlayış” çerçevesinde, “İktisadî Nizam”ın ölçülerini, İbda Mimarı’ndan gösterelim:

     

     

     

    "TEORİ VE SİSTEM PLÂNINDA”

     

    "İktisat, insan ihtiyaçlarının (ki, bugün zarurî ihtiyaç kavramının, yeme, içme, barınma ve giyimden ibaret olmadığını ve bir kültür meselesi olduğunu söylemek, oldukça sıradan ve ruhçuluğa bir hüccet.) temini ve giderilmesi yolunda, şuur, emek, teknik unsur; sosyal ve fizikî çevre şartlarının etkisiyle beliren bir şube; kendi esas, usul ve kuralları içinde, ahlâkî bütüne bağlı alt sistem...

     

    Her medeniyetin, kendisini temin eden değerler sisteminin biçimlendirdiği bir iktisadî yapısı vardır; yani, değerler sistemidir iktisadî yapıyı biçimlendiren.” (...)

     

     

     

    "HANGİ HAYAT TARZI”

     

    "Her ekonomik sistemin temelinde bir doktrin, bir düşünce vardır. İnsanların, düşünceleri, kötü veya iyi diyerek yaptıkları değerlendirmelerden doğan inançlar, moral ve ahlâkî kurallar, gelenekler, ve bunlara dayanarak hazırlanmış kanunlar, ekonomik sistemlerin müesseselerini hazırlarlar ve oluştururlar. Böyle olunca, her ekonomik sistemin müesseselerini, işleyişini, gelişim ve geleceğini incelemeden önce bu sistemlere temel teşkil etmekte olan düşünceleri, başlangıçlarından itibaren gözden geçirmek gerekir ki, bu mesele bize, mihraksız bir «ekonomi» anlayışı yerine, ekonominin dayandığı «tez»i bildirme borcunu yükler.

     

    Hangi hayat tarzına ait ekonomi? Bizim için ne olduğu malûm; İslâm! (...)

     

    Batı’nın, tasnifinde «Klâsik» olarak adlandırdığı iktisadî düşünce için söylenenlere bakın:

     

    -«Klâsik iktisadî düşünce, başlangıçtan itibaren ekonomiye bir bütün olarak bakmamıştır. Ekonomik hayatta üretim ve istihdam üzerinde hiçbir zaman bir bütün olarak durmamış ve daima «mikro-parça» tahliller içinde kalmıştır. Ne merkantilist, ne fizyokrat, ne liberal düşünce, toplam talep, toplam arz ve tam istihdam meselelerine bir bütün cevap aramamışlardır. »

     

    Demek oluyor ki, iktisadı kendi mevzuu içinde de bütün olarak ele almak zaruretindeyiz.”

     

     

     

    "DEĞERLER SİSTEMİ VE İKTİSADî YAPI”

     

    (...)

     

    "İzahına girmeksizin terkibî bir hüküm halinde bildirelim: İktisat, eşyaya yönelmiş bir iç âlem düzenine, yani ruha bağlı bir zaruret olarak, mücerret ruh ve fikrin doğurduğu «faydacı değerler» çerçevesinde bir ihtiyaçtır ki, bu alet, ihtiyaçları doğurur; ihtiyaç kavramının izafî oluşuyla birlikte düşünülecek içiçe zincirleme bir oluş:

     

    -«Ne kadar kültür varsa o kadar ahlâk vardır; ne daha az, ne daha fazla. »” (...)

     

     

     

    "İKTİSADÎ SİSTEM”

     

    "«İktisadî sistem» kavramının mânâsını çeşitli biçimlerde ifade etmek mümkündür. Bir iktisadî sistem, bir bakıma ve her şeyden önce, bir üretim ve gelirin dağılımı metodudur. Başka bir ifadeyle; elde mevcut imkânlarla kişinin ihtiyacını tatmin etmek amaciyle bir örgütlenme biçimidir... O halde, her iktisadî sistem bir çok müesseselerin bütünüdür; üretim ve dağılım hadisesi bu bütün içinde cereyan eder.

     

    Gözden kaçırılmamalıdır ki, bir ekonomik sistem bağlı olduğu «dünya görüşü-sistem»in, sadece bir unsurudur ve çoğu zaman zannedildiği gibi onun mânâsını kapsayıcı ve aynı değildir... İktisadî sistemlerin nitelikleri, toplumların oluşturdukları ve malik oldukları, sosyal, siyasî, hukukî ve fikrî yapılara göre değişir.” (4)

     

    Yukarıda, gerek İBDA Mimarı’ndan aslını ve Bella’dan da bugünkü İslâm dünyasının (Türkiye dahil) hâlini verdiğimiz iktibaslardan da anlaşılacağı gibi, iktisadî hayatımıza girmiş bütün kavram ve kurumları kendimize göre yeniden mânâlandırıp yerli yerine oturtmak zorundayız.

     

     

     

    RESMÎLEŞTİRİLMİŞ SOYGUN SİSTEMİ:

     

    BANKACILIK

     

    Bugün Türkiye’deki bankaların fonksiyonu, yüksek faizle halktan aldıkları parayı daha yüksek faizle devlete ve üreticiye satmaktan ibarettir. Nihayetinde bu döngü müthiş bir soygun, enflasyon ve gelir adaletsizliği olarak halkımıza yansımaktadır. Bankaların, Başyücelik Nizâmı ve bütün İslâm dünyasında yerinin ne olması gerektiği gerçekçi bir çalışmayla incelenmeli ve fonksiyonları gösterilerek -eğer gerek duyuluyorsa- faiz anlayışını yerleştiren kurumlar olmaktan çıkarılıp, halkı üretim için tasarrufa yönelten kurumlar olarak düzenlenmelidir. Tabiî, bu mânâda “faizin” ekonomideki yeri, zararı ve bir bütün halinde, iktisadî nizâm içerisinde nasıl önlenebileceği de çözümlenmelidir. İktisadî mekanizma, tamamen tüketim için ithalat, tüketimi arttırmak için ithalata dayalı yatırım ve hepsi Batıdakinin birer kopyası olan tüketim çılgınlığını azdırmaya temayüllü reklamlar üzerine kuruludur. Sınaî alt yapısı olmadığı için, zaten varlığı Batı ülkelerinde bile “fiktif-hayâlî” olarak nitelenen (bkz: Serdar Turgut, 15 Nisan 2000 Hürriyet) "borsa" bizde fiktif ötesi fiktif olarak tanımlanmakta, bir gecede, emeksiz zengin olmayı düşleyen yüzbinlerce zavallı yatırımcıyı perişan eden görünmez iki kollu dev bir kumar makinası olarak tarif edilmektedir. Yıllarca halkın sırtından trilyonlar kazanan ve halk kıvranırken devletten aldıkları yüksek faizli iç borç senetleriyle faaliyet kârı elde etmiş gibi sırıtan bankalar, nihayetinde meydana getirilmesinde katkıda bulundukları bu kısır döngünün içinde kendileri de boğulmak durumunda kalmışlardır (Nitekim 22 Kasım tarihinde başlayan ve bir hafta süren krizde Garanti Bankası’nın üç yıllık kârı duman olmuştur. Bankaların tekrar ayağa kalkması için neredeyse yüz milyar dolarlık çok âcil bir taze kaynağa ihtiyaç vardır). Sermaye üretemeyen ve tamamen dışa bağımlı bir ülkede, borç almaya ve vurgunlar üzerine dayalı bu mekanizmada, kurbanın vücudu küçülürken, kan kokusuna gelen köpekbalıklarının sayısında müthiş bir artış olmuştur. Ama, ortada kurban kalmayınca köpek balıkları birbirini yiyeceklerdir. 26 Şubat 2001 tarihli Sabah Gazetesi’nin ekonomi sayfasında; IMF’nin 21 Şubat 2001 tarihinde son bulan istikrarlı-çökertme politikası değerlendirilirken, 22 Kasım 2000 tarihinde meydana gelen kriz sonucu köpekbalıklarının kan kokusunu aldıkları için bu son krizin patlak verdiği belirtiliyordu. Köpekbalıklarını besleyen sistemin adı; IMF ve Dünya Bankası’dır. Köpekbalıklarına kurbanı getiren de yine onlardır. Kurbanın paylaşımı bitince, o halkı kurban eden iç mihraklarla dış mihrakların kendi içlerinde, timsah gözyaşları ile birbirlerini suçlama furyası başlar. Ama timsah -yahut köpekbalığı- kurbanı yemiştir bir kere; malûmunuz, timsahlar kurbanlarını mideye indirince, onu sindirmek için ağlarlarmış.

     

     

    SANAL DEVLETİN SANAL SANAYİİ

     

    Sanayiciler, dün, Batılı firmaların günü geçmiş adî mamüllerini parçalar halinde yurda getirip montaj yaparak halka fahiş fiyatla satarken (bundan 5 yıl kadar önce Renault firmasının Türkiye’deki fabrikasını yönetmekle görevli üst düzey bir yöneticiye, Milliyet gazetesinden Neşe Düzel şöyle bir soru yöneltmişti: “Mösyö bu Renault 12 TL/TM marka -kısa ve station-wagon tipleri bulunan meşhur Renault’larımız- otomobilleri ülkenizde 25 yıldır -1995 yılı itibarıyla- üretmiyorsunuz, oysa Türkiye’de hep bu eski modeller üzerine çalışıyorsunuz, daha ne kadar devam edeceksiniz?” diye sorunca, Fransız yetkili: “İyi ama siz bu modelleri çok seviyorsunuz!” şeklinde bir cevab vermişti. 30 yılda sadece tamponu, tenekeden plastik maddeye çevrilen bu modeller üzerinde başka bir değişiklik yapılmadan ancak 2000 yılında üretimden kaldırıldı), bugün Batılı firmaların fason imalatçılığına soyunmuş durumdadırlar. Yani onların verdikleri siparişleri, onların markasını basarak üretim yapan basit aracı atölyeler hâlindedirler. Adına fabrika denen bu büyük atölyelerin çoğu yine bankaların patronlarına aittir. Kendilerine sanayici denen bu patronlar, gelirlerinin çoğunu üretimden değil de, üretim dışı gelirlerden, faiz, hazine bonosu, tahvil vs.’den kazanmaktadırlar. Türkiye’nin montajını yaptığı mamüller için Batı’dan yaptığı ithalat bedelleri nedense kamuoyuna açıklanmaz bir türlü. Çünkü bir milyon dolarlık bir mamülü montaj yapıp ihraç etmek için ortalama 7 milyon dolarlık bir ithalat yapmak gerekmektedir. Nitekim, 25 Şubat 2001 tarihli Yeni Şafak gazetesinin ekonomi sayfasında, devalüasyon üzerinde bir değerlendirme yapan ve devalüasyonun iddia edildiği gibi her zaman bir ihracat patlamasına yol açmayacağını belirten iktisatçı Mustafa Özel, Türkiye’deki büyük sınaî(!) kuruluşları bakın nasıl değerlendiriyor:

     

    - “Büyük Sanayi Şirketleri Döviz Yutan Kara Deliktir”

     

    "Türk sanayileşmesi teknolojisiz bir sanayileşmedir. Teknolojisiz sanayi, küresel pazara rekabetçi fiyat ve kaliteyle mal sunamadığından döviz üretmez, tam aksine tüketir. İstanbul Sanayi Odası 20 yıldan beri hazırlamakta olduğu 500 Büyük Şirket raporunda satıştan ihracata kadar bütün rakamları vermekte, fakat ithalat rakamlarını es geçmektedir. Çünkü kazara ithalat rakamlarını verecek olursa, takke düşecek, kel görünecektir.

     

    Yılda 30-40 milyon dolar ihracat yapan sözde küresel şirketlerimizin, ithalatları 250-300 milyon dolara varmaktadır. Başka bir deyişle, girdileri içinde ithalatın payı yüzde 40-50, satışların içinde ihracatın payı ise yüzde 5-10 arasındadır.”

     

    Evvelsi yıl Tofaş ihracat rekoru kırmıştı ya! Aslında bu kırılan rekor, ithalatı göklere çıkartan, bir ihracat furyasıdır. Bu mekanizma, Türkiye’nin tek kolu olarak belirtilen tekstilde de aynen bu şekildedir. Milyarlarca dolarlık Tekstil makinalarının alımı bir yana, imalat için bile çok miktarda ara mal ve hammadde ithal etmek zorundadır Türkiye!.. Sattığı tekstil mamülünde millî olan tek şey ise, o mamülü “iplikle dikmektir”.


  8. BU KISIR DÖNGÜDEN ÇIKMAK İÇİN NE YAPMALI?

     

    Her şeyden önce, “yeni insan-yeni nizâm-yeni devlet-yeni toplum” anlayışını kuşanarak ve bu anlayışa bağlı iktisadî düzen ve politikalarla feraha çıkabiliriz. Gelin, durumumuzun ve çözüm yollarının nasıl olması gerektiğini, Cezayir İstiklâl Savaşının kahramanlarından ve ilk Cumhurbaşkanı Ahmed Bin Bella’dan okuyalım ve nihaî çözüm yolunu işaretleyelim:

     

    “*Soru: "İçinde bulunduğumuz dünya gerçeğini nasıl sınırlayabilir, nasıl ortaya koyabilirsiniz? İlk evrensel kurum olarak takdim edilen, dünya düzenini nasıl anlayabiliriz? Geçmiş tarihine nasıl bakarız, uluslararası hegemonyanın boyunduruğundan, iktisadî, kültürel ve hukukî ağlardan kurtulma ve her türlü zorbacı, üstünlükçü ve tahakkümcü ilişkilerini kurup sürdürdükleri bağlardan sıyrılma imkanlarını nasıl görebiliriz?

     

    *Cevap: "Öncelikle içinde bulunduğumuz gerçeği tarihî açıdan değerlendirmek ve ortaya koymak gerekir. Bunu yapamadığımız zaman, egemen olan dünya düzenine alacağımız tavrı bilemeyiz. Zira, yer ile gök arasında muallâkta yaşamıyoruz. Organik olarak birbirine bağlı olan ve ismi dünya düzeni olan bir kurumun içindeyiz. Beş asır öncesi, bu düzenin ikamesinden bu tarafa da, bu kuruma Batı hâkimdir. İfade ettiğim gibi, bu düzenin ilk belirtilerini Haçlı Savaşları’nda bulabilirsiniz. Fiilen ortaya çıkışı ve gelişmesi de, 1492 yılı sonlarında gerçekleşen Amerika’nın keşfi ile birlikte olmuştur... En yakın akrabalarına tahammül edemeyen bu insanların aynı anda evlerini kedilerle, köpeklerle, yılanlarla, farelerle, vb. Batı toplumlarında sayıları artan hayvanlarla doldurduklarını görürüsünüz. Misâl olarak söylüyorum: Sadece Fransa’da dokuz milyon köpek, sekiz milyon da kedi vardır. Bunların yıllık tüketim miktarları, eski frankla 230 milyar franktır. Somali’nin yıllık bütçesi ise, 400 milyon doları aşmamaktadır (1984 yılı itibarıyla - FD). Bu şu demektir: Fransa’daki kediler ve köpekler, bütün Somali halkının tükettiği miktarın on katı daha fazlasını tüketiyor. Biz, bu tür hastalıkları, yukarıda sözünü ettiğimiz büyük ilmî verilerden ayıramayız. Çünkü, bunlar, Batı’nın kâr, sömürü, üretim ve tüketim felsefesine uygun olarak üzerinde yürümeye devam ettiği medenî ve ilmî gelişmeler için mantıkî bir düzen içinde birbirine bağlı uzuvlar, bütünü meydana getiren parçalardır. Yani, başarılarının yanında, bu hastalıklar da olmak zorundadır. O kadar ki, ancak kendi hedeflerini ve menfaatlerini gören başka hiçbir şeyi görmeyen Batı dünyası, dünyayı büyük bir pazar haline getirmiştir. Sadece büyük bir pazar. Orada her şey bulunur ama hukuk bulunmaz. Bu Batı âlemi, kendisinden başka diğer ülkeleri sadece tüketen ve her konuda peşinden giden toplumlara dönüştürmeye çalışmaktadır. Bağımsızlığını kazanan şu ülkeler, gerçekte sadece bir bayrak ile bir millî marşa sahip olabilmişlerdir. Ama, yaşanan hayat, bütünü ile Batı usûlü ile yaşanmakta, Batı kalıplarına vurulmaktadır. Biz hiç bir şey icat etmemiş bir millet gibi sadece tüketiyoruz, onların fikirlerine ve değer ölçülerine hizmet ediyoruz. İşte, «Liberalizm» ve Batı toplumlarının temeli budur. Onlar bu düzen için «mucize» diyorlar. Ancak var olan her şeyini soyarak almıştır.

     

    *Soru: "Şu dünya düzenine nasıl karşı koyacağımız ve her tarafını saran üstün hegemonyasını nasıl kırabileceğimiz hakkında düşünebilmek için halihazırdaki durumumuza ve gelecekte alacağımız tavra geçsek... Tabiî bu mücadele yine etraflı, kapsamlı ve mükemmel bir göğüsleme ile olacaktır. Belki bu onlarca cepheden yapılacak bir mücadele ile olacaktır. Ancak inancım odur ki, yapılacak ilk iş, kendi içimizde bir inkılâp meydana getirmektir. Siyasî ve fikrî bir devrim. Bu devrimin gerçekleştirilmesi nasıl mümkün olacaktır, boyutları nelerdir? Şekillendirilmesi nasıl olacaktır? İlk yapılacak işler nelerdir? Bizzat kültürel seviyede hangi merhalelerden geçecektir?

     

    * Cevap: "Evvelâ, şunu belirteyim ki, biz mevcut dünya düzeni içerisinde yaşamaktayız. Bu durumda İslâm’dan, birlik ve kalkınmadan bahsetmek tamamen temelsiz, pratik değeri olmayan, çocuksu sözler durumunda kalır. Şu halde ilk olarak bu dünya düzeni içerisinden nasıl kurtulacağımızdan, ilk olarak da bunun zaruretinden bahsetmemiz gerekir. Bu liberalist düzen içerisinde, tek bir deneme de olsa başarının muhal olduğunu açıkça görüp dururken, nasıl olur da bu düzen içerisinde istiklâl ve gelişmeden bahsetmemiz doğru olabilir?.. Bu dünya düzeni, asrın büyük tekelci devletlere ait olduğunu ve küçük devletlere yaşamak için herhangi bir fırsat tanımadığını ortaya koymuştur. Bu devletlerin durumu, düşmesinden hemen önceki Endülüs’te yayılmış bulunan devletlerin durumundan farklı değildir. Gerçek şudur ki, bugün bile bizde ne devlet, ne cumhurbaşkanı, ne de melik hiçbir şey yoktur. Bizdekiler daha çok aşiret reislerine, daire başkanlarına benziyorlar. Belki durumları bundan da kötüdür.” (1)

     

    Ahmet Bin Bella, daha sonra İslâm birliğine değiniyor ve bunun yolunun Arab birliğinden geçtiğine inanıyor. Ona göre meydana getirilmesi gereken İslâm Birliğinin oluş şartları:

     

    1) İslâm dünyasında para birliğine geçmek.

     

    2) Dünya düzeni hegemonyasının dışında kalan ortak pazara geçmek, bunu gerçekleştirmek için de dış ülkelerdeki paralarımızı geri çekmek zorundayız.

     

    3) Birliğin sağlanmasından sonra, kapsamlı medeniyet anlayışımızı ve sistemimizi ortaya koyma zarureti vardır. Her şeyi yerli yerinde ve kâmil bir şekilde kavrayan bir anlayışımız olmalı. Her şeyi iyice kavramamız, ilmi ölçülerini, felsefeyi, teknolojiyi iyice ihata etmemiz, başka ilimlere, başka teknolojilere olan ihtiyacımızı anlamamız gerekir. İlim ve teknoloji medeniyet anlayışımızla yakından ilişkilidir. Şimdi bu seviyeye nasıl sıçrayabiliriz?

     

    İslâm’ı yeniden anlamak ve açıklamak gerekir. Kabuğu değil, özü anlama, çağdaş bir açıklama yapmak, daha öncelere değil, 1984 yılı ve sonrasına göre izah getirmek gerekir. Nasıl birleşebiliriz? Nasıl yeni ilimler icad eder, ortaya koyarız? Nasıl yeni teknoloji meydana getirebiliriz? Enformatik ve süpermatik dünyaya nasıl girebiliriz? Aslında geçmişte başarısız olan ve bugün tek sistem olarak tavsiye edilen kalkınma modeline alternatif bir gelişme tarzını nasıl bulabiliriz?

     

    Bütün bunlar ilk planda okullarımızda ve üniversitelerimizde mevcut bulunan eğitim ve öğretim metodlarımızın değiştirilmesini gerektirir. Bugün biz sadece bildiklerimizi, Batı gibi düşünen kafalar olmak için biliyoruz. Batı vasıtalarını kullanıyoruz. Batı teknolojisini istihdam ediyoruz. Hayat için başka bir açısı olan, farklı özellikler üzerine kurulu yabancı bilimleri kullanıyoruz. Daha fazla “Batılılaşabilmek” için ağır faturalar ödüyoruz.

     

    Hiç kuşkusuz, bu hedefleri gerçekleştirmek için, bize karşı olan iki kuvvet vardır. Birincisi: İçinde bulunduğumuz dünya düzeni; ikincisi: Dünya düzeni merkezlerini koruyan bu düzenin mahallî öncü birliklerini oluşturan hükümet ve idare şekilleri.” (2)

     

    "Biz ilk olarak gelişmeye boyun eğiyoruz. Gelişme ise bir kültür meselesidir. Yani biz diğer bir kültüre boyun eğiyoruz. Çünkü gelişme bizi sebeblere götürür. Sebebler ise tarafsız değildir. Sebebler, kültüre ulaştırır. Bütün sebebler birer değerdir. Ve bu sebebler, hayatın belirli bir görüşü ve miras yoluyla intikal eden kültürün tarihî mahsulüdür. Mensubu bulunduğumuz Doğu dünyasına karşı, yapmakta olduğum bu tenkidlere, doğuluların, computer ve fabrikalar gibi âletleri almaları sebeb oluyor. Meselâ bir fabrika, idare ile başlayan ve ücret ile sona eren 14 değişik yönü ihtiva eder. Sen fabrikayı aldığın zaman, çalışma metodunu da alırsın. Sonunda Batı düzeninin işle ilgili gizli değerlerini alırsın. Nitekim çalışmadan sonra tüketim geliyor. Fabrika ile beraber Batı’nın fikirlerini, metodunu ve onun üstünlüğünü kabul edersin.

     

    Bizde tüketim ve terbiye kavramından ne anlaşılır? Dışarıdan bize gelen fabrikaları çalıştıracak kadar eğitim görüyoruz. Biz hiçbir şey icad edemiyoruz. İşte Batılılaşmamız bundan ileri gelir. Biz değişik bir talim ve terbiyeye muhtacız.” (3)


  9. “EKONOMİ-POLİTİK”

     

    Fazıl Duygun

     

     

     

    Ekonomik düzende, 1999 yılında kendini iyice hissettirmeye başlayan kriz, son noktasına hızla yaklaşmak üzeredir. 2000 yılı başından itibaren IMF ile yapılan ve kontrollü sıcak para girişiyle ithalata dayalı ekonomik büyümeyi hedefleyen ve son kurtuluş reçetesi olan politikalar, uygulanmaya başlaması üzerinden bir yıl bile geçmeden duvara tosladı. Haberci dergisinin 1-2-3. sayılarında sonunun ne olabileceğine dair gözlemlerde bulunduğumuz uluslararası sömürgenin tahkimini sağlayacak IMF destekli politikalar, Anadolu insanının gerçeklerini daha fazla örtemeden tepetaklak oldu.

     

    Türkiye neden hep kriz ekonomisi içerisinde yaşıyor ve sürünüyor? 19.sunu yaşamakta olduğumuz IMF destekli süründürme ve sömürü politikalarına neden muhtaç bırakılıyoruz?

     

    Her devlet, bir dünya görüşü üzerine kuruludur. Bir devleti, rejimi, düzeni kuran kadrolar, kendi inanç ve dünya görüşlerine göre, kurdukları yapıyı şekillendirirler. Ve bu yapı, insan ve toplum hayatının bütünlüğünden hareketle; hayatın birer şubesi olan hukuk, zanaat, ticaret, sağlık, eğitim, imar, güvenlik, sosyal dayanışma kurumları gibi, iktisadî hayatın kuralları da belli bir anlayışın, belli bir dünya görüşünün, belli bir ahlâkın hayata bakışının özelliklerini yansıtır. Bir bütünün şubeleri olan bu müesseseler, her ne kadar kendi başlarına bağımsız gibi görünseler de, aslında hepsinin birbirleriyle çok yakın alâkası vardır. Bu alâkayı gözönüne alarak müesseseleştirilmiş ve insanının dünya görüşüne yabancı olmayan bir nizâm üzerine kurulmuş devletler, sağlıklı olarak yaşarlar ve bu müesseseleştirilmiş nizâmın-devletin ve dolayısıyla halkın bütünlüğü “yapısallaşır”.

     

     

     

    TÜKETİME DAYALI SÜRÜDEN,

     

    İNSAN İÇİN ÜRETEN TOPLUMA DOĞRU:

     

    TC’NİN İKTİSADİ İFLASI

     

    Yaklaşık 200 yıl önce Osmanlı’da başlayan, “Batı’dan müessese ithal edelim ama onun kültürünü almayalım” anlayışı, zamanla pek tabiî olarak, müessese ile beraber Batı’nın kültürünü de ithal etme çaresizliğine düşürmüştür Osmanlı–İslâm toplumunu... Çünkü, her müessese, onu vücuda getirenin hayata bakışını, inancını, kültürünü yansıtır ve siz o müesseseyi aldığınız ândan itibaren onu vücuda getireni de içinize almış olursunuz. Buradaki birinci tehlike, yeni alınan bu yabancı müesseseye karşı bünyenizde onu özümseyecek bir anlayış ve mekanizmanın bulunmamasıdır. İkincisi ve en büyüğü ise, o müesseseyi tamamen kendinden kabul edip, onun yabancı olduğunu görememek ve hastayken sağlıklı yaşadığını sanmaktır. Dışarıdan aldığınız bu müessese, artık sizin vücudunuza yerleşmiş bir virüs gibidir. Virüslerin en büyük özelliği kendini vücudun bir parçasıymış gibi kabul ettirip, girdiği vücudda kendisine bir yer bularak hayatını ve dolayısıyla mikrobunu bulaştırmaya devam ettirmesidir. Siz ancak ölecek duruma gelince bu virüsün sizden olmadığını anlarsınız, ama iş işten geçmiştir.

     

    İşte, kökleri Osmanlı’da başlayan ve günümüze kadar devam eden “eski-yeni”, “irticacı-ilerici” kavgaları, hep birbirini besleyerek bugünlere kadar gelmiş ama her iki anlayış da meselelere hiçbir zaman vâkıf olamamış ve dolayısıyla çözememiştir. Çökmüş olan Osmanlı Devleti’nin külleri ve daracık Anadolu toprakları üzerine, Batıcı-Laik-Modern bir anlayışla kurulmuş-kurdurulmuş TC., ne müslüman Anadolu insanının inancına tercüman olabilecek bir hayat nizâmı sunabilmiş -ki öyle bir derdi olduğu su götürür- ve ne de iddia ettiği gibi, Batı kültür ve hayat anlayışını gerçekten anlayabilecek bir tefekkür zahmetine girişmiştir. Batı’dan gelen rüzgâr hangi yönde eserse, günü kurtarmak için hep o yöne koşmuştur. İslâm olmasın da ne olursa olsun anlayışı hâkim olmuştur hep...

     

    Niçin bu kadar uzun bir giriş yapma ihtiyacı duyduk? Daha önce de söylediğimiz gibi, hayat bir bütündür ve aslında bağımsız gibi görünen hayat şubelerinin birbirleriyle yakın bir alâkası vardır. İş, “bütün” bir fikre nisbetle, bu şubeler arasındaki dengeyi kurabilmektedir. Batı’ya karşı, Batıcı-Milliyetçi bir anlayışla kurulan-kurdurulan devletlerden biri olan laik TC, savaştan sonra güya kendi millî çıkarını korumak için, protestan ahlâkının eseri olan sınırsız kâr elde etme anlayışına dayalı vahşi-Batı kapitalizmine karşı, yine Batı kaynaklı olan ve bazen komünizm nizâmını andıran “devletçilik”i temel politika olarak benimsemiştir. Kökeni Fransız nizâmına dayanan, devlet-memur kontrollü sosyal hayat nizâmını aynen sürdürmüştür. Üretime dayalı olmayan, yerli burjuvazisi olmadığı için, -burjuvazi Batı sosyal tabakalaşmasının bir gerçeğidir ve Batı dışında hiçbir toplumun, kastedilen mânâda bir burjuvazi sınıfı olmamıştır-, halktan alınan vergilerle Batıcı bir burjuva sınıfı meydana getirmeye dayalı bir ekonomik politika anlayışıdır Cumhuriyetin yaklaşımı. Güya vücuda getirilecek bu burjuva sınıfı, sınaî yatırımları yapacak, memlekette yeni yeni iş sahaları açılacak ve bir üretim patlaması yaşanacaktır... Oysa gerçek hiç de öyle olmamıştır. Devlet destekli bu kodamanlar, neredeyse bedavaya getirdikleri bu kredilerle, Batı’dan üç kuruşa ithal ettikleri her mamülü kat ve kat fazlasına fakir Anadolu insanına kakalamışlardır. İthal edilen bu malların çoğu tüketime dayalı ve Batı’ya döviz kazandıracak mallardır. Oysa onlardan beklenen yatırım malları denen ve sanayinin kurulmasını sağlayacak bir ticaret anlayışı idi... Olmadı ve olamazdı; niçin? Çünkü, TC’nin kendine âit bir dünya görüşü olmadığı gibi, sınaî altyapısını kuracak bilgi birikimi bile yoktu. “Toplum değerlerine bağlı” bir dünya görüşüne mâlik her devlet kendisinin ve toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiği için, sahib olduğu bilgi birikimi ve kuracağı sınaî altyapı ve üreteceği mamül hep ona göre olacaktır. 1950’li yılların İngiliz teknolojisine göre ve İngiliz toplum ve coğrafyasına göre imal edilen binlerce BMC-Land-Rover tipi kamyonun hafif bir sıcak havada yolda kaldığı ülkemizde, o kamyonları çalıştırmak için harcanan çaba ve para, İngiliz ekonomisine fazladan kâr olarak gitmiştir; kamyonların ömrünün kısalması da cabası... 1950 yılına kadar sıkı bir devletçi politikayla idare edilen iktisadî hayatta yük hep köylünün sırtında olmuştur. Nüfusunun ezici bir çoğunluğu köylü olan halk, memur-mâmur, eşraf, büyük toprak sahipleri ve sanayici-ithalatçı dörtlüsünü beslemiştir. 1950 yılında dışarıdan estirilen demokrasi rüzgârıyla beraber, iktisadî bir liberalizm rüzgârı esmeye başlamıştır. Artık memur kuvvetten düşmeye başlamış, “mâmur bey” olmaktan çıkıp, “memur bey” olmaya doğru gerilemiştir. Onun yerini onların palazlandırdığı, güya memleketi sanayileştirecek olan, sunî olarak ve zorlamayla meydana getirilmiş burjuva–ithalatçı sınıfı almıştır. Eşraf ilçelerde partili olmuş ve o da sosyal baskı grubu olarak aynen yerini korumuştur. Liberalizmle beraber; devletin ekonomideki kontrolünün zayıflatılmasına çalışılmış ve bunda da bir anlamda muvaffak olunmuştur. Artık ekonomik hayatın düzenlenmesi devletle birlikte ithalatçı-montajcı büyük sermayenin kontrolünde olacaktır. Amaç, Batı’dan ithal edilen tüketim mamüllerinin gümrük kapılarından geçişini daha da kolaylaştırmak ve tüketimi hızlandıracak altyapıyı hazırlamaktır. Batılı firmalarla ortak olarak büyük şirketler kurmaktaki amaç; bir çoğu makine imâl edecek makinelerin, fabrikaların kurulması değil de, onların ürettiklerini, parçalar halinde ve gümrüksüz olarak yurda sokup, içerideki montaj fabrikalarında bir araya getirip yerli malı diye yutturarak fahiş fiyatla satmak olmuştur. Türkiye’de Anadolu insanının, üretimde bulunma duygusu yok edilerek sürekli tüketme duygusu yerleştirilmeye çalışılmış, bunun için de, sıcak para politikalarıyla ticarî düzenin hızlandırılması sağlanmıştır. Üretimsiz, karşılığı olmadan basılan banknotlar ithalatı, ithalat döviz krizini, o da enflasyonu körüklemiştir. Para bulmak için kıvranan devlet kendini bir ânda IMF’nin kollarında bulmuştur. IMF ile ilk defa 1947 yılında masaya oturmak zorunda kalan devlet, IMF’nin çözüm olarak sunduğu ve 50 yıldır her devlete verdiği; “devletin sosyal ve yatırım harcamalarını kıs, maaşları düşür, bankacıya taze para sağla, ithalatı arttır!” politikasıyla tanışmıştır. Uygulanmaya başlanan bu politikanın sonucu binlerce ocak sönmüş, binlerce, insan bunalıma girmiş ve onbinlerce küçük işyeri ve esnaf dükkanı kapanmak zorunda kalmıştır. O günden bu yana halk, tam beş defa devalüasyona maruz kalarak cebindeki paranın üçte birini bir gecede kaybetmiştir. Anadolu insanının kendi kendine yeten üretim ve tüketim anlayışı, Batıcı laik TC’nin bu ikinci devresiyle beraber büyük bir darbe daha yemiştir. 1950 öncesi, dünya konjonktürünün getirdiği gizlilik perdesi altında cebinden sürekli parasının çalındığını ve kimin çaldığını göremeyen halk, artık parasının göz göre göre çalındığını ve çalmanın bütün usûllerini bildiği halde bir şey yapamamaktadır. 1950 öncesi dönemde, Başbakan Rüştü Saraçoğlu öldüğü zaman evinin bodrum katından 77 sülalesine yetecek kadar erzak çıkmıştır, hem de halk savaş bahanesiyle karneyle çavdar ekmeği yemek zorunda kalırken... Devlet sırrı adı altında ve devletin korumasıyla büyük vurgunlar yapılmış, bankaların içi boşaltılmış ama bu halka yansıtılmamıştır. 1950 sonrası dönemde ise bu hırsızlıkların artık açıkça yapılmaya başlanmış olduğu görülmektedir. Türkiye 1980 yılına kadar, adına karma ekonomi denen bu ucûbe anlayışla gelmiştir, gelmiştir ama, burnundan da solumak zorunda kalmıştır. Çünkü kendini adapte etmek istediği Batı dünyası, kendi içerisinde bir anlayış ve yapı değişikliğine giderek milli devlet ve milli ekonomi anlayışından, “global-küresel” devlet ve ekonomi anlayışına geçmiştir. Ve Batı’ya girmek için, bir zamanlar onun zoraki olarak kabul ettirdiği Milli devlet-Milli ekonomi anlayışını terketmek zorunda kalmıştır. 24 Ocak 1980 yılında IMF ile yapılan anlaşmayla bunun yolu da açılmıştır. Üretmeyen Türkiye, artık tüketim kıskacı içerisine iyice girmiştir. Bunun için, memur ve işçiyle doldurulmuş ve bu halkın ödediği vergilerle kurulan ama içleri boşaltıldığı için sürekli olarak zarar ettirilen büyük fabrikalar, devleti zarardan kurtarma bahanesiyle özelleştirilecek ve kapatılacaktır. Buralarda imal edilen mamüller de Batı’dan alınan sıcak parayla yine Batı’dan kolayca ithal edilecektir. Ortalık işsizlerle dolacak, devlet borçlarını, yüksek faizler karşılığında aldığı iç sermayenin kan kusturucu paralarıyla ödeyecek ve dış borcun yanında en az onun kadar ve daha kısa sürede çökerten bir borçlanma süreci başlayacaktır. Öyle bir noktaya gelinecektir ki, toplanan bütün vergilerle iç borcun faizi bile ödenemeyecektir. İçeride, daha önce döviz kurunun yüksekliğinden dolayı ve işçi ücretlerinin düşük tutulmasıyla bir nebze artan ihracat, enflasyonun içerideki maliyeti yükseltmesinden dolayı gözden düşecektir. Ve büyük bir kısmı orta ölçekli işadamının geçim kapısı olan ihracat da böylece duracaktır. Yapılan ihracatın önemli bir kısmı hayâlîdir ve bu bürokrat-işadamı-general ve siyasetçi dörtlüsünün kurdukları, “Vurgun A.Ş”lerle kolayca yapılabilmektedir. Bankalar yine bu dörtlünün maharetli elleriyle kolayca boşaltılabilmektedir. Türkiye yıllardır uluslararası kara para ve uyuşturucu trafiği üzerinde olmanın getirdiği paralarla yaşamaktadır. Ve artık kara paranın getirdiği gelir bile TC’yi kurtarmaya yetmemektedir. Bugüne kadar, sıkıştığında sıcak paraya dayalı yüksek enflasyonlu üretimsiz ticari büyümeyi model alan TC, bu yolun sonunun çıkmazda olduğunu görünce, artık sıcak para politikasına son vermek zorunda kalmış ve bugüne kadar sıcak paranın sarhoşluğuna alışmış olan 65 milyonluk devasa tüketici kitlesi halkımızın büyük bir şok yaşamasına sebeb olmuştur. Dün yüksek enflasyon vardı ama, karşılıksız ve bol keseden verilen sıcak paranın etkisiyle gaza gelip sürekli tüketen Türk halkı, bugün elinden bu oyuncağı alınınca “acı gerçekler”le karşı karşıya kalmış ve ne yapacağını bilemez duruma gelmiştir. Üretmeyi unutan ve sürekli tüketme duygusu aşılanan halkımız, bu duygunun verdiği hırsla ve parasızlığın getirdiği çaresizlikle kıvranıp durmaktadır. Bugün, günde 25 kişinin intihar etmesinin zahirî sebeblerinden bir tanesidir bu tüketim çılgınlığı. Bugün bir ayda onlarca işadamı intihar etmektedir. Neden? Çünkü yaşadığı bu düzenden umudunu kesmiştir. Batı destekli rejim, bugün halkımıza kurduğu tuzağa kendisi düşmüştür aslında. Çünkü halkı maddiyata tapacak duruma getirir ve maddiyata taptırma gayesinin imkanlarını sürekli olarak sağlayamazsanız, bir noktadan sonra gaye haline getirilmiş maddiyata tapma duygusunu giderebilmenin hırsıyla ayaklanacak bir halk seli karşısında duramazsınız. Nitekim 19 Mart 2001 tarihli Newsweek dergisi, hiperenflasyonun ve stafiglasyonun (durgunluk) rejimlerin devrilmesine yolaçan iktisadî bir vakıa olduğunu ve görmezden gelinemeyeceğini yazmıştır... Ve bugün başta ABD olmak üzere Batı’nın en önemli kozu gibi görünen kapitalist-sürekli tüketime dayalı bir hayat anlayışı eğer bu imkanları sunamazsa sürekli tüketmek isteyen bir kitlenin çılgınca bir saldırısına uğrayabilir.

     

    Bu şuna benzer:

     

    Bir insanı eroinman haline getirirsiniz. Çünkü, ona eroin satarak para kazanacaksınız. Bu insanın parası bitince ne olacak? Eroin vermezseniz eroin krizine giren kişi sizi öldürebilir. Arada bir doz kaçırırsanız, “altın vuruş”la müşterinizi kaybedersiniz. Verirseniz bedavaya vereceksiniz. Hep böyle gitmez. Bugüne kadar tatlı para olarak size dönen eroin altyapılı düzeniniz, artık sizin için, size doğru çevrilmiş ölümcül bir silahtır.

     

    Bugün Türkiye, tekrar eski sıcak para-yüksek faiz-yüksek enflasyonlu döneme geri dönemez, Batı buna izin vermez, farz-ı muhal verse bile, döndüğü vakit, müthiş bir bastırılmış tüketim duygusuyla, insanlar önüne gelen her şeyi almak istercesine saldıracaktır. Peki bu ne ile karşılanacak? İçeride üretim olmadığına göre, ithalata yönelecek ve ithalat büyük bir patlamayla belki 100 milyar doları aşacaktır. İçeride zaten çökmüş olan ihracatçı da, daha tatlı gelmesinden dolayı iç pazara yönelecektir... Bütün bu harcamaların parası nasıl karşılanacak? Devlet korkunç miktarda karşılıksız para basacak, büyük miktarda yüksek faizli, iç ve dış borç almak zorunda kalacak ve destekleme alımları, yüksek maaş zamları, kamu bankalarından piyasaya düşük faizli bol miktarda kredi vermek suretiyle elde ettiği bu sıcak parayı piyasaya sürecektir. Piyasaya giren bu para tüketime dayalı büyümeyi hızlandıracak ama, hemen arkasından müthiş bir yüksek enflasyon-yüksek faiz, döviz krizi, iç borç krizi vs. olarak geri dönecektir. Hem de bugüne kadarkinden daha büyük ve daha hızlı bir şekilde... Bunun tersi olursa, yani bugün yaşadığımız IMF destekli çökertme politikası olursa: İç pazar diye bir şey kalmayacak, irili ufaklı hemen hemen bütün işletmeler kapanacak, devletin bütün sosyal harcamalarına ve tarıma verdiği destekleme alımlarına son verilerek çiftçi ürün ekemez duruma getirilecek, bu gibi yollarla güya bütçe açıkları kapatılacak, iç borç çemberinden kurtulmaya çalışılacaktır. Vergiler aşırı şekilde yükseltilecek ama, üretim olmadan ve çoğu iflas durumuna gelmiş işletmelerden nasıl vergi alınacağı hiç hesab edilmeyecektir. İşsizlik, grafikleri göğe fırlatacak şekilde patlayacak, tabiî sonuçta müthiş bir ferdî, ailevî, sosyal facialar yaşanacaktır. Gelinen bu hâl, bir önceki hâlin 78 yıldır uygulanmasının son hâlidir. Tekrar geriye dönüş olursa -ki mümkün değil- bu bir sarhoşun uçurumdan aşağıya düşerken sevinç çığlıkları atmasına benzer, yok şu ânki yaşadığımız hâli tasvir edecek olursak; ayaklarından bir tankın arkasına bağlanmış ve keskin taşlarla, dikenlerle dolu geniş bir arazide orta süratte süründürülerek ve acı içinde kıvrandırılarak öldürülmek istenen bir kurbanın hâline benzemektedir hâlimiz.

     

    d.edecek


  10. BAUDRILLARD ILE “11 EYLÜL” ÜZERİNE RÖPORTAJ

     

     

     

    Fransız felsefeci Jean Baudrillard, 11 Eylül saldırısı ve sonrası yaşananları Alman Spiegel dergisine değerlendirdi. 11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile ortadan kaldırma imkanı olmadığını savunan Baudrillard’ın, 15 Ocak tarihinde yayınlanan mülakatının Türkçeleştirilmiş tam metni şöyle:

     

    Mülakat: Romain Leick — Çeviri: Dilek Zaptçıoğlu

     

     

    SPIEGEL: Sayın Baudrillard, siz 11 Eylül’de New York ve Washington’da gerçekleşen eylemleri “mutlak olay” olarak nitelediniz. ABD’yi, dayanılmaz hegemonyası ile kendisini yıkmak için dayanılmaz bir istek uyandırdığı yolunda suçladınız. Şimdi Taliban egemenliği zavallı bir biçimde çöktü. Bin Ladin artık kovalanan bir kaçak. Sözlerinizi geri alıyor musunuz?

     

     

    Baudrillard: Ben hiçbir şeyi güzel göstermedim, kimseyi suçlamadım ve hiç bir şeyi meşrulaştırmaya çalışmadım. Elçiye zeval olmaz derler. Ben bir süreci analiz etmeye çalışıyorum: Globalleşme sürecini. Hudut tanımayan yayılmacılığı ile kendi imhasının şartlarını hazırlıyor.

     

     

    SPIEGEL: Bu sözlerinizle dikkati, aslında tanımlanabilir suçluların ve teröristlerin bu eylemi yaptığı gerçeğinden başka bir yöne çekmiş olmuyor musunuz?

     

    Baudrillard: Elbette somut aktörler var, ama terörizm ruhu ve panik onları aşıp çok daha ötelere geçiyor. Amerikalıların savaşı, yok etmek istedikleri görünür bir nesne üzerinde yoğunlaşıyor. Ama 11 Eylül olayını bütün sembolik anlamı ile o kadar kolay ortadan kaldırma imkanı yok. 11 Eylül’e karşı Afganistan’a atılan bombalar çok kifayetsiz bir eylemlilik.

     

     

    SPIEGEL: ABD yine de barbarca bir baskı rejimine son verdi ve Afgan halkına barış içinde her şeye yeniden başlama olanağı sağladı. Meslektaşınız Bernard-Henri Lévy de olayı böyle değerlendiriyor.

     

     

    Baudrillard: Durum bana o kadar açık gibi görünmüyor. Lévy’nin zafer havası bana yabancı. O, sanki dünyadaki kutsal ruhun araçları gibi gördüğü B-52 bombardıman uçaklarına alkış tutuyor sadece.

     

     

    SPIEGEL: Yani adil savaş yok mu?

     

    Baudrillard: Hayır, çünkü belirsizlikler çok fazla. Savaşlar çoğunlukla adalet güdüsü ile başlatılır, hatta bu hemen her zaman resmi gerekçeyi oluşturur. Ama meşru bile olsalar ve en iyi niyetlerle bile başlatılsalar, genelde baştaki isteklere göre bitmezler, farklı sonuçlara yol açarlar.

     

    SPIEGEL: Amerikalılar tartışılmaz başarılar kaydetti. Birçok Afgan’ı şimdi daha iyi bir hayat bekliyor.

     

     

    Baudrillard: Biraz durun bakalım. Daha bütün Afgan kadınlar peçelerini çıkarmadılar. Şeriat yürürlükte kalacak deniyor. Evet, Taliban rejimi yenildi. Ama El Kaide’nin uluslararası ağı hala duruyor. Ve Bin Ladin, ölü veya diri, kayıplara karışmış durumda, en önemlisi de bu. Bu durum ona mitsel bir güç veriyor, böylece doğaüstü bir boyut kazanıyor.

     

     

    SPIEGEL: Yani Amerikalılar, Bin Ladin’i veya cesedini televizyonda herkese teşhir edince mi kazanmış sayılacaklar?

     

    Baudrillard: Bu çok tartışmalı bir şov olurdu ve o zaman da şehit rolüne bürünebilirdi. Onu teşhir etmek ille de büyüsünü bozmak anlamına gelmiyor. Mesele zaten sırf bir toprak parçasını veya halkı kontrol etmek veya karşıt bir örgütü çökertmekten ibaret değil. Operasyon nerdeyse metafizik boyutlara ulaştı.

     

    SPIEGEL: Neden Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasını birkaç gözü dönmüş fanatiğin akıldışı bir eylemi olarak, bu basitlikte tarif etmekten kaçınıyorsunuz?

     

     

    Baudrillard: Bu iyi bir soru, ama bir doğal afetle bile karşı karşıya olsaydık olayın sembolik önemi yine de kalırdı. İnsanları bu olayın bu kadar büyülemesi de zaten bu yüzden. Burada öyle bir şey oldu ki, eylemcilerin iradesini kat be kat aşıyor. Nihai bir düzene, nihai bir güce karşı evrensel bir alerji var. Ve Dünya Ticaret Merkezi’nin kuleleri, bu nihai düzeni en mükemmel şekliyle temsil ediyordu.

     

     

    SPIEGEL: O zaman siz bu terörist çılgınlığı, kendisi megalomaniye kapılmış bir sisteme karşı kaçınılmaz bir tepki olarak mı değerlendiriyorsunuz?

     

    Baudrillard: Sistemin kendisi totaliter iddiası ile bu korkunç karşı-saldırının nesnel koşullarını yaratmıştır. Globalleşmeye içsel olan çılgınlığın kendisi çılgınlık üretmektedir. Dengesiz bir toplumun suçlu ve psikopat üretmesi gibi. Gerçekte bunlar sadece kötülüğün semptomları, işaretleridir. Terörizm virüs gibi, her yerde. Ev olarak Afganistan’a ihtiyacı yok.

     

    SPIEGEL: Globalleşme ile ona karşı direnişi bir hastalık gibi tarif ediyorsunuz, kendi kendini imha süreci gibi. Analiziniz bu anlamda skandal değil mi? Ahlak boyutunu tamamen hiçe sayıyorsunuz.

     

    Baudrillard: Ben kendi tarzımda pekala ahlakçıyım. Analizin bir ahlakı vardır, doğruyu söyleme zorunluluğu. Gözlerinizi gerçeğe kapatmanın, dayanılması güç olanı göz ardı etmek için bahane aramanın ahlak dışı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Olguları iyi ve kötü karşıtlığının dışında görmemiz gerekiyor. Ben olayla olduğu gibi yüzleşmeye çalışıyorum, ikircikli olmadan. Bunu yapamayan, ahlakçı bir bakışla gerçek tarihi yalanlamak zorunda kalacaktır.

     

    SPIEGEL: Peki ama terör eylemi sizin iddia ettiğiniz gibi zorunlu, yani nerdeyse bir kader gibi gerçekleşiyorsa, bu onu meşru kılmaz, onun özrü olmaz mı? Yani sorumlu bir özne yok demektir.

     

    Baudrillard: Analizimin kelimelere dökülmüş hali belirsizlik yaratıyor, bunun farkındayım. Sözlerim bana karşı kullanılabilir. Ama ben cinayeti ve katliamı övmüyorum, bu aptallık olurdu. Terörizm sömürü, baskı ve kapitalizme karşı çağdaş bir devrim biçimi değil. Hiçbir ideoloji, hiçbir dava için mücadele, hatta İslamcı köktencilik de onu açıklamaya yetmez.

     

     

    SPIEGEL: Ama globalleşme niçin kendisini yok etmeye çalışsın ki? O, herkes için özgürlük, refah ve mutluluk vaad etmiyor mu sonuçta?

     

     

    Baudrillard: Bu dediğiniz ütopik bakış açısı, yani bir anlamda işin reklamı. Bütünüyle olumlu bir sistem yoktur. Pozitivist tarih ütopyaları genelde müthiş öldürücüdür, faşizmin ve komünizmin gösterdiği gibi.

     

    SPIEGEL: Globalleşmeyi gerçekten de 20. yüzyılın en kanlı sistemleriyle karşılaştıramazsınız.

     

    Baudrillard: Globalleşme, eskiden sömürgecilik gibi olağanüstü bir şiddet üzerine kuruludur. Batı dünyası bundan çoğunlukla yarar sağlasa bile onun faydalanandan çok kurbanı var. Elbette ABD prensipte her ülkeyi Afganistan gibi kurtarabilir. Ama bu ne acayip bir kurtuluş olurdu, değil mi? Bu şekilde mutlu edilenler buna kesinlikle direnecektir, gerekirse terörle.

     

     

    SPIEGEL: Yani siz globalleşmeyi bir tür sömürgeleştirme olarak mı görüyorsunuz - Batı medeniyetinin yaygınlaştırılması kisvesi altında bir sömürgecilik mi?

     

    Baudrillard: Globalleşme Aydınlanma’nın son noktası olarak gösteriliyor, bütün çelişkilerin çözüldüğü nihai durak. Gerçekte ise her şeyi pazarlık edilebilir, parası ödenebilir bir değişim değerine indirgiyor. Bu süreç aşırı şiddet yüklüdür, çünkü her şeyin tek tipleştiği bir ideal durum hedefliyor. Tekil olan, özgün olan, yani her değişik kültür ve sonuçta her parasal olmayan değer ortadan kalkmalı. İşte bakın: Bu noktada ben hümanist ve ahlakçıyım.

     

    SPIEGEL: Globalleşme ile özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerler de yaygınlaşmıyor mu?

     

     

    Baudrillard: Global ile evrensel arasında radikal bir ayrım yapmamız gerekir. Aydınlanma’nın tarif ettiği evrensel değerler aşkın bir ideali simgeler. Benliği özgürlüğü ile yüzleştirir, bu sürekli bir görev ve sorumluluk demektir, basit bir hak değil. Global olanda bu tamamen eksik, o total ticaretin ve alışverişin işlerlik kazandığı bir sistemdir.

     

     

    SPIEGEL: Yani globalleşme insanlığı özgürleştirmiyor, şeyleştiriyor mu?

     

     

    Baudrillard: İnsanları kurtardığını iddia ediyor fakat sadece kuralları ortadan kaldırıyor. Bütün kuralların ortadan kaldırılması, daha kesin bir deyişle bütün kuralların salt pazarın kanununa indirgenmesi özgürlüğün tam tersidir - onun yanılsamasıdır. Onur, şeref, imtihan, feragat gibi eski moda ve aristokrat değerlerin artık hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

     

     

    SPIEGEL: İnsan haklarının sınırsız tanınması, bu yabancılaşma sürecine karşı güvenilir bir bariyer oluşturmaz mı?

     

     

    Baudrillard: Ben insan haklarının çoktan globalleşme sürecine entegre edildiğini ve artık sadece bir meşrulaştırma aracına dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bunlar hukuki ve ahlaki üstyapının parçaları artık - kısacası bunlar işin reklam kısmı.

     

    SPIEGEL: Yani yanılsama mı?

     

    Baudrillard: Batı politikasının bugün insan haklarını farklı olana karşı bir silah gibi kullanması bir paradoks değil mi sizce? “Ya bizim değerlerimizi paylaşırsınız ya da......” hesabı. Demokrasi tehditle ve şantajla getiriliyor. Böylece kendi kendini sabote ediyor. Özgürlükten yana özerk bir karar değil artık söz konusu olan, global bir emirle karşı karşıyayız. Bu, Kant’ın kendisine özgür iradeyle uyumu gerektiren kategorik emrinin sapkınlaştırılmış halidir bir bakıma.

     

    SPIEGEL: O zaman tarihin sonu, demokrasinin mutlak hakimiyeti yeni bir dünya diktatoryası biçimi, öyle mi?

     

     

    Baudrillard: Evet. Ve buna karşı şiddet içeren bir tepkinin olmaması kesinlikle imkansızdır. Terörizm, başka bir direniş yolunun imkansız gözüktüğü anda ortaya çıkar. Sistem, kendisine direnen, yoluna çıkan her şeyi terörizm olarak görüyor. Batının değerleri ikircikli, belli bir tarihsel anda pozitif bir çekim oluşturabilir ve ilerlemeyi hızlandırabilirler, ama başka bir anda öylesine aşırı bir noktaya varırlar ki, kendi kendilerini bozar ve sonunda kendi amaçlarına karşı işlemeye başlarlar.

     

     

    SPIEGEL: Globalleşme-Terörizm antagonizması gerçekten yok edilemez ise, o zaman teröre karşı savaşın ne anlamı kalır?

     

     

    Baudrillard: ABD Başkanı Bush dost-düşman simetrisini yeniden yakalamaya çalışıyor. Amacı, tanıdığı zemine dönmek. Amerikalılar bu savaşı, dağdan inmiş bir kurt sürüsüne karşı kendilerini savunurcasına veriyorlar. Ama virüse karşı bu yol işlemez, mikrop çoktan içimizde. Artık cephe yok, savunma hattı yok, düşman onunla savaşan kültürün tam kalbinde artık. Eğer böyle dememiz gerekiyorsa bu, Dördüncü Dünya Savaşı’dır: Halklar, devletler, sistemler ve ideolojiler arasında değil, insan soyunun kendi kendisiyle yaptığı bir savaş.

     

     

    SPIEGEL: O zaman sizce bu savaşın kazanılma ihtimali de yok?

     

     

    Baudrillard: Bütün bunların nereye varacağını hiç kimse söyleyemez. Tabii mesele bir tarafın kazanması değil, bu insanlığın hayatta kalma meselesi sonuçta. terörizmin siyasi bir objesi yok, son noktası yok, ve bu açıdan bakıldığında terör gerçek ama absürd.

     

    SPIEGEL: Bin Ladin’in ve İslamcıların pekala bir toplum tasarımı var, Allah’ın istediği katı ideal bir toplum tasarımı.

     

    Baudrillard: Belki. Ama onları terörizme iten din değil. Bunu bütün İslam uzmanları belirtiyor. 11 Eylül’ün eylemcileri hiçbir talepte bulunmadılar. Köktencilik bir reddiyenin, bir karşı olma halinin ifadesidir. Taraftarları somut olarak bir şey kurmak peşinde değiller, kimliklerine tehdit olarak gördükleri bir şeye karşı çılgınca başkaldırıyorlar.

     

     

    SPIEGEL: Bu, tarihte hep bir kültürel evrimin de yaşandığı gerçeğini değiştirmez ki. Batı medeniyetinin global yaygınlaşması tam da onun çekiciliğinin bir işareti değil midir?

     

    Baudrillard: Neden çekicilik yerine üstünlük demekten kaçındınız? Bakın, kültürler diller gibidir. Her biri tektir, bitmiş bir sanat eserine benzer. Dillerin arasında hiyerarşi olmaz. Onları evrensel olanla ölçemezsiniz. Teorik olarak global bir dil yerleştirmeniz mümkündür, ama tehlike de zaten tam burada yatıyor.

     

     

    SPIEGEL: Siz aslında ahlaki ilerleme fikrini reddediyorsunuz. Savunduğunuz o tekil, özgün olan kendi başına bir değer değil mi. İyi veya kötü olabilir...

     

     

    Baudrillard: ... evet, tekil her biçimi alabilir, kötünün ve terörün biçimini de. Ama yine de bir sanat eseri olarak kalır. Hem ben çoğunlukla iyi veya kötü kültürlerin varlığına da inanmıyorum. Evet, felaket getiren sapmalar olabilir, ama ikisi birbirinden ayrılamaz. İyiliğin arttığı oranda kötülüğün azalması diye bir şey yok. O yüzden ilerleme kavramı,doğa bilimlerinin rasyonelliğinin dışında gerçekten sorunlu bir kavram. Montaigne der ki: “İnsanda kötülüğü yok ederseniz, hayatının temel şartını yok etmiş olurdunuz.”

     

     

    SPIEGEL: Yani cehennem olmadan cennet yok, lanet olmadan kurtuluş yok. Bu düalist dünya görüşünüz sizi kötümserlikten ve kadercilikten başka bir yere taşıyor mu?

     

     

    Baudrillard: Kadercilik dünyanın kötü bir yorumudur, çünkü teslimiyete yol açar. Ben teslim olmuyorum, ben açıklık istiyorum, net bir bilinç. Oyunun kurallarını bilirsek onu değiştirebiliriz. Ben bu anlamda bir Aydınlanmacıyım.

     

    SPIEGEL: Ama kötü hakkındaki bilginiz sizi onunla mücadeleye sevk etmiyor?

     

     

    Baudrillard: Hayır, çünkü bu benim için anlamsız. İyi ve kötü ayrılmaz biçimde birbiriyle bağlantılıdır ve bu gerçekten de bir kader: Kaderimizin bir parçası.

     

    SPIEGEL: Batı kültürü neden kötünün varlığına hiç katlanamıyor, neden hep onu göz ardı etmeye, yok saymaya çalışıyor?

     

    Baudrillard: Kötü, felaket ile özdeşleştiriliyor, çünkü felakete karşı mücadele edebilirsiniz: Yoksulluğa, adaletsizliğe, baskıya, zulme vs... Bu olayın hümanist yorumu, patetik ve duygusal bir vizyon, acı çekenlere sürekli acıma duygusu. Kötü olan ise dünya, olduğu gibi, olmuş olduğu gibi. Felaket, dünyanın asla olmaması gereken durumu. Kötünün bir durumdan olağandışı bir felakete dönüştürülmesi, 20. yüzyılın en karlı sanayi dalı olmuştur.

     

    SPIEGEL: Felaketin sonuçlarını onarabiliriz, zaten yaralarının sarılmasını ister, oysa kötüyü içimizden çekip atamaz mıyız?

     

     

    Baudrillard: Batının yanılsamasıdır bu: Teknolojik mükemmeliyet ulaşılabilir gibi gözüktüğü için, ahlaki mükemmeliyet de sanki mümkünmüş gibi görünür, mümkün ve devralınabilecek bir şeymiş gibi. Gelmiş geçmiş en iyi dünyada hiçbir arıza yaşanmayacak bir mükemmel gelecek. Herkes kurtarılmalıdır -demokrasimizin çağdaş ideali bu. Her şey genetik olarak değiştirilecek, böylece insan türünün biyolojik ve demokratik mükemmeliyeti sağlanacak.

     

    SPIEGEL: Batı’nın Tanrı tarafından kurtarılma idealini büyük ölçüde kaybetmiş olmasına hayıflanıyor musunuz?

     

     

    Baudrillard: Biliyor musunuz, aslında bütün bu tartışmayı baş aşağı çevirmek lazım. Asıl heyecan verici soru, neden kötünün varolduğu değil. Doğal olarak kötü ta baştan beri var. Ama iyi neden var? Asıl mucize bu işte.

     

     

    SPIEGEL: Siz bunu, Tanrı’ya başvurmadan açıklayabiliyor musunuz

     

    Baudrillard: Açıklamayı deneyenler oldu. 18. yüzyılda Rousseau ve diğerleri. Ama pek ikna edici olmadı. Gerçekten de en iyi ve kolay varsayım, Tanrı’nın varlığına inanmaktır. Tanrı da demokrasi gibi: en az kötü olan çözüm ve bu yüzden bütün çözümlerin en iyisi.

     

    SPIEGEL: Sizi dinleyince, adeta Ortaçağ’da Katarcılara katıldığınız hissini ediniyoruz.

     

     

    Baudrillard: A evet, ben Katarcıların dünyasını çok severim, çünkü Maniheist’im...

     

     

    SPIEGEL: ... yani ışık ve gece, iyi ve kötü arasındaki ezeli ve ebedi karşıtlığa inanıyorsunuz, öyle mi?

     

     

    Baudrillard: Evet, Katarcılar maddesel dünyayı, Şeytan’ın yarattığı bir kötü olarak görürdü. Aynı zamanda iyilik ve mükemmeliyete ulaşmanın yolu olarak Tanrı’ya inanırlardı. Bu, kötülüğün sadece iyiliğin gitgide sönen bir uydusu olduğunu düşünmekten çok daha radikal bir görüştür.

     

     

    SPIEGEL: Sayın Baudrillard, size bu konuşma için teşekkür ederiz.

     

     

    .................................................................

     

     

     

    Baudrillard'ın ölümü...

     

    Yusuf Kaplan

     

    [email protected]

     

     

    Jean Baudrillard, 78 yaşında bu dünyaya veda etti. Baudrillard, çağımızı en iyi anlayan düşünürlerden biriydi. Ucuzculuğa prim vermeyen cins bir düşünürdü.

     

    Baudrillard, Katharcıydı. Bu, onun en ilginç yanlarından biriydi ama bu özelliği pek bilinmez.

     

    Katharcılar, Avrupa tarihinde Aryüsçü geleneğin temsilsileriydi. 17. yüzyıla kadar ancak yaşayabilmişlerdi. Katharcılar, tıpkı Aryüsçüler gibi, Hz. İsa'nın Tanrı değil, bir insan ve peygamber olduğuna inanıyorlardı. Hatta İznik Konsili'nden sonra toplanan İstanbul ve Kadıköy Konsilleri'nde ilkinde Aryüsçü gelenek akîde olarak kabul edilmiş; büyük çatışmaların, kargaşaların patlak vermesi üzerine, bugün kabul edilen Kilise Hıristiyanlığının teslis akîdesi, zorla, tepeden dayatılarak benimsetilmişti Bizans yönetimi tarafından. Bizantinizm olarak bilinen, resmî din dayatması işte o zamandan kalmadır.

     

    Katharcıların bir başka özelliği de hayır ve şer, iyilik ve kötülük kavramları konusunda kesin görüşlere sahip olmalarıydı. Baudrillard'daki birazcık "kıyametçi" gibi gözüken fikrî duruşun en önemli kaynaklarından biri buydu.

     

    Baudrillard'ın çağımıza ilişkin kışkırtıcı tespitlerinin kökeninde Zerdüştlük'ten ve Mani'cilikten de derin izler taşıyan ve o yüzden Avrupa tarihinde Kilise tarafından heretik / sapkın olarak nitelendirilerek kovuşturulan ve kitleler hâlinde yokedilen Katharcıların eşyanın, doğanın, insanın ve Tanrı'nın mâhiyetine ilişkin bu derinlikli metafizik idraklerinin derin bir alt-damar şeklinde her ân varlığını ve etkisini hissettiren bu hikmet kaynağının gizli olduğunu düşünüyorum.

     

    Buadrillard, agnostik biriydi; ama onu çağımızın diğer düşünürlerinden ayıran yanı, eşyanın, araçların, teknolojinin, tabiatın hakîkatini kavrayışındaki derinlikti. Bu anlamda, Baudrillard, büyük bir "metafizikçi"ydi: Çağımızda ne kadar büyük bir metafizikçi olunabilirse o kadar tabiî ki.

     

    Onun simülasyon teorisi, onun metafizikçiliğinin bir göstergesiydi. Baudrillard'ın düşünce dünyasına yaptığı en büyük katkının simülasyon teorisi olduğu kabul edilir genellikle. Ama onun "ayartma" (sedüksiyon) teorisi, kanımca çağımızın anlaşılmasına yaptığı katkı bakımından çok daha önemliydi. Simülasyon teorisini, "ayartma" teorisiyle birlikte düşündüğümüz zaman daha iyi anlayabiliriz.

     

    Adorno ve Horkheimer'ın kavramsallaştırmalarıyla, aklın mutlaklaştırılması, bizi akıl-dışı bir çağın eşiğine fırlatmıştı. Ortaya çıkan şey, araçların, araçlara sahip olmanın amaç hâline gelmesi; dolayısıyla bir "akıl tutulması" sorununun yaşanmasıydı. Batı uygarlığı bilim ve teknolojide büyük sıçramalar gerçekleştirmişti; ama bu sıçrama, hayatı daha iyi anlamamızı, daha anlamlı bir hayat yaşamamızı sağlayan niteliksel bir sıçrama değildi; niceliksel bir sıçramaydı.

     

    Teknoloji, hayatımızı çepeçevre kuşatmıştı (Heidegger); "teknolojik bir benlik" üretmiş; sonuçta araçlar, özellikle de güç üreten araçlar hayatımıza çeki düzen vermeye başlamış; bütün bunlar, insan'ı / özne'yi yoketmiş (Foucault); toplumsal'ı iptal etmişti (Baudrillad).

     

    Batı uygarlığının seküler meydan okuması, dini hayattan uzaklaştırdı; dünyanın büyüsünü bozdu; ama sonuçta araçların mutlaklaştırılması, dünyevî olan'ın kutsanması, din-dışı kutsallıkların, teknolojik paganizmin hâkim olduğu; teknolojinin büyüselleştirildiği, hatta dinselleştirildiği ortam üretti. İşte bu ortama / dünyaya ilişkin Baudrillard'ın söyledikleri önemli.

     

    Gerçeklerin ortadan kalkmasının, sanal / simülatif gerçeklerin, ayatıcı bir şekilde ve dille insanları hem kendilerinin, hem de dünyanın sorunlarına yabancılaştıracak, duyarsızlaştıcak bir sanal gerçeklikler imparatorluğu ürettiğini söylüyordu. Bunun insanlığı, vahşîlik çağına geri döndürecek cinayetlere, savaşlara neden olan bir dünyanın eşiğine sürüklemesine rağmen, insanların ve dünyanın hiç bir şey yapamıyor oluşlarına isyan ediyordu Baudrillard. Ölmeden önce verdiği son röportajlardan birinde, hâkim Batılı dünya tasavvurunun insanı yok eden, dünyayı felaketlerin eşiğine sürükleyen saldırısına karşı insanın onurunu koruyacak direnişi, yalnızca İslâm'ın gösterdiğini görerek, insanlığın bu küresel felaketlerden çıkışının ancak İslâm'la mümkün olabileceğini söylemiş olması oldukça anlamlı olsa gerek.

     

    Yeni Şafak, 09.03.2007

     

     

     

     

     

    kaynak :

     

    www.akademya.up.to


  11. Aşk Acısı Çeken Kadınlar İçin Bazı Hükümler

     

    Levent Özrenk

     

     

     

    I

     

    Yüz Vermeyen Erkeğin Hükmü

     

    Aşık olan kadının sevdiği, uğruna acı çektiği erkek, ona yüz vermeyen bir erkektir. Elbette bu erkek onu terk etmiştir. Terk eden ve yüz vermeyen bu erkek kesinlikle onunla evlenmeyecektir. Zaten terk edilmek, sonsuza kadar reddedilmek demektir... Kesin bir gerçektir ki, evlenmek istemeyen bir insan, asla evlenmek istemez...Kadının reddedilmesi ve terkedilmesi zaten bu anlama gelir... Ayrıca bu erkeğin reddetmesi ve yüz çevirmesi, başka bir kadını sevmeyi ve onunla evlenmeyi istemesi anlamınada gelir...

     

    Başka bir kadını sevmek ve evlenmek isteyen bu erkeği sevmek ve onun için acı çekmek saçmalıktır; ve doğru bir davranış değildir...

     

    II

     

    Kaderin Hükmü

     

    İnsanın başına gelen hadiselerde, kendi kaderinden kaçamayacağı bir gerçektir. Eşya ve hadiseler kendiliklerinden hareket etmezler...

     

    Varoluş misyonunu yerine getirmek için dünyaya gönderilen insanoğlu, kendi " imtihanıyla " karşı karşıyadır. Ve bu da zaten kaderle; yani insan için yazılan kendi kaderiyle mümkün olur. İnsanın bu kendi kaderi olmasa, " imtihan " diye bir şeyde olamaz...

     

    Kendi kaderinden kaçamayan insan, elbette kaçamayacağı için ancak kendi kaderine teslimiyetle huzuru, mutluluğu ve kendi imtihanını kazanabilir. İnsanın kaderine teslimiyet göstermemesi acı çekmesine sebep olur. Çünkü burada insanın başına gelen hadiseleri kendi lehine çevirememesi sözkonusudur. İşte bu sebeple kaderini hoşnutlukla ve teslimiyetle karşılamayanlar yıkıma doğru giderler... Zaten kaderine teslim olmamak acı ve mutsuzluk demektir. İnsan bu kendi kaderinden kaçamayacağına göre, teslimiyetle mutsuzluğunu ve acılarını yok etmelidir. Yoksa insan kendi imtihanını başarıyla bitiremeyeceği gibi, dünyada da acılardan ve mutsuzluklardan kaçamayacaktır...

     

    İşte bunun içindir ki, kadının aşkın acılarını bir erkek için çekmesi boşunadır ve anlamsızdır. Zaten kadının ve erkeğin kaderinde, ikisinin evlenmemesi vardır... Kadın, kaderinden hoşnut olduğunda; aşkın acıları yine bu kendi kaderini sevdiği, hoşnut olduğu, ve ona ( kaderine ) ve Mutlak fikre ( İslam' a ) göre hayatına anlamlı ve doğru bir şekil verdiğinde aşk acıları yok olacaktır...

     

    III

     

    Sevilen Erkeğin Hükmü

     

    Kötü erkek, kötü bir insandır. Kötü bir şey, iyi bir şey olmadına göre, kötü erkek neden sevilmelidir ki?!. İnsanın yapısında bulunan kötüyü istememe ve nefret etme duyguları bu yönde işlemelidir... Fakat kadın; kötü erkeği, gerek onu algılama yanlışlarından olsun, gerekse nefsinin kötü bir erkeğin fiziki veya başka bir yapısından dolayı bu gerçek ve doğru düşünce uygulanamaz. Ayrıca nefsin, kötü bir erkeği süsleyerek

     

    kadına bu erkeği güzel ve iyi olarak gösterdiğini söyleyelim... Ama aslında gerçeğe göre, kötü erkeğin bedeni veya başka yapıları " güzel " ve " iyi " değildir. Doğrunun olmadığı yerde " güzelde " olmadığına göre, kötü erkek ne kadar yakışıklı olursa olsun; ve bazı yapıları çekici ve hoş olsa bile, işte bu gerçeğe göre çirkin ve iğrenç bir erkektir kötü erkek... Ve bırakalım sadakatli ve güçlü bir sevgiyi, normal bir sevgiyi de haketmez...

     

    ...

     

    Kötü erkek aile yıkıcısıdır. Kadınları baştan çıkartıp, aileleri fesada uğratır... Çocuklar bu erkekten dolayı hayatlarında acı ve çile çekerler...

     

    Kocalar acıların en iyilerini öğrenmiş olurlar... Bu erkek evlenmek vaadiyle kadınları kandırır. Türlü nefs hastalıkları, kabalıklar, kinler, kirler, alçaklıklar, hainlikler,yalanlar, zalim ve bozguncu yapılar hep bu erkeklerin temel özellikleridir...

     

    İşte bir bedahettir ki, kötü erkekler sevilmemelidir... Onlar için acı çekmek iyi bir şey değildir. Bu kötü erkeklerle evlenen kadınlar, her ne kadar nefslerinin hoşuna gitmesi sonucu bu nefslerine kapılıp onları sevseler bile veya evlenseler bile, kesinlikle başlarına büyük bir bela bulacaklardır...

     

    Ve bu belada onların hayatlarını etkileyecektir.... Çünkü kötü erkek kendi insani yapı ve özellikleriyle kötüdür. Dolayısıyla bu erkekten kötü işler ve sözler zuhur eder.... Bu erkek eşini döver; kabadır, ve yaman bir zorbadır...

     

    Doğru bir fikri olmadığından, kötü insani yapılarından dolayı kötülükler bu erkekten eksik olmaz... Dolayısıyla karısını yine dövecektir, hakaret ve küfürleri hiç eksik bırakmayacaktır. Eşini başka bir kadınla aldatacaktır, parasını yiyecektir. Karısının ailesine çileler çektirecektir... Kötü bir erkeğin vasıflarını anlatmakla bitiremeyiz... Hangi kadın kötü bir erkekle evlenerek mutlu olmuştur!?. ve böyle bir evlilikte huzuru ve rahatı bulmuştur!?.

     

    Bunun için kadınlar, böyle bir erkekle evlenemedikleri için sevinmelidirler...

     

    ...

     

    Şimdi iyi erkek içinde bir şeyler söyleyelim... Bu erkeğin ister kendisinde olsun, isterse hayatında olsun çeşitli basitlikleri vardır. Zaten insan bir anlamda basittir... Bu erkeği de dikkatlice incelediğimizde; kişiliğinde, mizacında, yaşantısında çeşitli kusurlar, zaaflar, zayıflıklar, yapısına ve kendisinin " neyse o "

    özelliğine göre onda görülür... Bu erkekte haz ve acı karşısında mücadele eder. Yenilmemeye çalışır... Bu erkeğin nefsi varken ona da " tam iyi " diyemeyiz...

     

    İhtirasları, ihtiyaçları, hırsları, süfli halleri ve nefsi hep yerinde durur. Midesini o da ihmal etmez. Aç kaldığı zaman yemek yemeye can atar... Bu erkek tuvalete gider. İçindeki nefsi onu rahat bırakmaz. Nefsten ruha, ruhtan nefse birbiri ardınca sürekli geçişler yapar...

     

    Bir insandır o. Kaderinin ve mizacının ona verdikleriyle yaşar. Ölümlü bir varlıktır... Hayatında hatalar yapacaktır. Daha sonra aklı başına gelecektir... Onunda elinden mutlak iyilik gelmez. Çünkü o mutlak muhtaçtır. Sonunda ölecektir... Bu erkek, kendi için acılar çekilmeyi hak etmez...

     

    IV

     

    Erkekle Herşeyin İstenildiği Gibi Gitmeyeceği Hükmü

     

    Kadının sevdiği erkekle evlenmesi, herşeyin hep istenildiği gibi yolunda gideceğini göstermez. Evlilikle kusurlar, zaaflar, insani tarafların basitlikleri, bıkkınlık ve tekdüzelik öğrenilecek ve bilinecektir... Böylece aşkta bitmiş olacaktır... Zaten aşk; uzaklık, kavuşamamak, belirli bir mahremiyet veya araya giren

    herhangi bir nedenin bu aşkı besleyip güçlendirmesiyle devam eder... Gölgeler romanındaki şu sözleri hatırlayalım: - " Bütün bu aşk üçgenlerinde önemli olan nokta şudur: Aşkı ve tutkuyu kaynama noktasında tutan üçüncü kişi, yani aldatılan koca olmasa, iki sevgilinin tutkusu bir saatten fazla sürmez... " ( 1 )

     

    Erkekle herşeyin istenildiği gibi gitmeyeceğini söylemiştik... Erkek ve kadın kendileri için müşterek bir dünya kurarlar. Hayat, belirli bir şablonu olmayan, karmakarışık ve karanlık hadiseler yumağıdır... Hayata ve hayatımıza karşı tam güven duygularımız oluşmaz. Onlara güvenemeyiz... Herşey değişir; hazzı acı takip eder, acı da yerini hazza bırakır... Erkek ve kadının müşterek dünyası birbirlerini etkiledikleri gibi, dünyadaki eşya ve hadiselerde ikisinin hayatını etkiler... Erkek hastalanabilir, aldatabilir, boşanmak isteyebilir veya ölebilir. Doğacak çocuklar sorunlu olabilir; ve böylece ikisi de bazı acılar tadarlar... Açıkçası ne evlenmeyle, ne de bekarlıkla herşey istediğimiz gibi şu dünya hayatında gitmeyecektir... Fakirlik, aile sorunları, eşlerin kendi aralarındaki her çeşit sorunlar, insanlar, hastalıklar, ölüm, eş kavgaları, çocuklar, mizaç uyumsuzlukları, hatta eşlerin kendi nefsleri de, kendi bünyelerine göre onları az veya çok olarak etkileyecektir... Bunun içindir ki, erkeği " gaye " ve " herşey o " gibi düşünceler besleyerek ve böyle görerek ona hayatını adamak, hem saçmalıktır hem de yalnız erkek için yaşamak kadını yıkıma götürür...

     

    V

     

    Aşk Kadını Olmaktan Vazgeçmek

     

    Aşık kadınlar arasında " mutlak aşık " olmayı hakeden kaç kişi vardır?.. Hiçbir erkeği sevmeden, gönlünden geçirmeden, bir erkeği seven kadınlardan bahsediyoruz... Evet, alacağımız cevap " mutlak aşık " bir kadının çok az olacağıdır.

     

    Hayatında onu, bunu, şunu sevdikten sonra, kalkıp aşıklık rolünü oynamak, " ben aşığım " demekte sahtekarlık ve ikiyüzlülük gibi birşey aslında... Herkesi gönlünden geçirip, birçok kimseleri sevdikten sonra, aşkın " biri " istemesi karşısında aşık kadınlar bu duruma düşerler... İşte hemen diyebiliriz ki, bir erkeği sevip uğruna acı çeken kadınların, bu acıları çekmelerinin aslında saçma ve tutarsızlık olduğunu... Çünkü, önceden başka erkekleri sevdikten, gönlünden geçirdikten sonra, bu erkekler içinde geçirilen ve biten acıların şimdiki sevilen kişi içinde çekmek saçmalıktır... Ki, her aşk acısı gibi, bu şimdiki aşkın acıları da bitecektir. O halde bu acıları çekmek gerçekte saçmalıktır ve yanlıştır... Buna, kadının ilerleyen hayatında kocasıyla evleneceğini de eklersek durum daha çok belirginleşir...

     

    Ayrıca kadında nefs varken; şehvet, aile kurmak, çocuk sevgisi, zorunluluklar, çevre baskısı, gereklilikler ve geçim sıkıntıları hep yerinde dururken " mutlak aşıklığın " olamayacağını da söyleyelim... Ayrıca aşık kadınlar, aşık oldukları erkeklerle evlenemezler... Az önce söylediklerimizden dolayı da başka bir erkekle evlenmek zorunda kalırlar... Şunu da söyleyelim ki, aşk, evlilik için gerekli olan birçok uyumu, denkliği, doğru bir bakışı ve ölçülülüğü aramadığından doğru bir evlilik olmayacaktır bu. Aşk evliliklerinin genel olarak mutsuzlukla sonuçlanması bundandır... Çünkü kendisinde akıl, ölçü, ve düzen olmayan bir şey olan " aşk duygusuyla " hareket edildiği için mutsuzluk kaçınılmazdır...

     

    Diğer bir taraftanda " aşk kadını " olmak acıları da beraberinde getirir. Kadının evlendiği zaman eşine vereceği sevginin, evlenilmeden ve evlenileceği belirsiz olan bir erkeğe vermesi yüzündendir bu... Sevilen erkeğin aşık kadını seveceği meçhuldur. Aslına bakılırsa sevmeyecektirde. Çünkü " aşık " bir anlamda kavuşamadığı için aşık olmasından dolayı " aşık " olduğuna göre bu böyledir... Yine genel olarak aşktaki sevgi çoğunlukla tek taraflıdır. Buradaki seven aşık bundan dolayı acı çekmeye mahkumdur... Fakat evlilikte durum böyle değildir. İnsanlar birbirleriyle uzun süreli görüşmezler. Evlenebilecekleri varsa evlenirler, evlenmeyecekleri varsa evlenmezler. Böylece aşk ve sevgi acılarını çekmemiş olurlar. Zaten uzun müddete dayanan her erkek ve kadın iletişimi herhangi bir acıyla biter ve bitmeye mahkumdur... Evet, evlilikte ölçü, düzen, uyum, akıl ve doğru aranır, ve herşey terazide tartılır. Hem sonuç evlilikle biteceği için acılarda çekilmez...

     

    Yine, işin bir başka tarafı da, bütün kadınların "aşk kadını " olduktan sonra cemiyette ne ailenin, ne anneliğin, ne çocukların, ne de kocaların sağlıklı, huzurlu, ve mutlu olması düşünülebilir. Yani bütün insanlık diyebiliriz... Şimdi biraz tecrit yapabiliriz bu söylediklerimiz için...

     

    Aşıkların genel olarak birbirleriyle kavuşamadıklarını söylemiştik. Aşkın daha çok tek taraflı bir şekilde olduğunu; ve uyumu, ölçülülüğü, düzeni aramadığını da...

     

    İşte bu aşk, " aşık kadın " tarafından üzerinden atılamadığında anne de olmaması gerekir. Çocuğununda ve eşininde olmaması gerekir. Çünkü aşkla başka bir erkeği seviyordur. Dolayısıyla bu erkeğe kavuşamadığı için yine bu aşka inanarak " aşık kadın " olmaktan vazgeçmediği zaman ne ailesi olabilecektir, neçocuğu, ve ne de eşi olabilecektir. Bu elbette cemiyete yayılacağından, biz " aşk kadınlığını " onaylayarak , böyle kadınların kendine ve cemiyete zarar vermelerini kabul etmiş oluruz... İşte bu realiteyi bütün kadınların böyle olduğunu düşünerek varsayalım. Çünkü az önce bütün kadınların aşık oldukları zaman cemiyette ne ailenin, ne çocukların, ne kocanın, ne de anne olarak kadının var olamayacağını söylüyorduk. İşte şu noktaya geldik: Ahlakta bir şeyi doğru olarak kabul etmenin, onun herşeyde doğru olacağı gerçeğine...

     

    Bunu söyledikten sonra, gerek aşk için olsun, gerekse kadının " aşık kadın " olmasını onaylarsak , onun ve toplumdaki herkesin böyle olmasının doğru olacağını kabul etmiş oluruz. Oysa kadın, aşık kadın rolünden çıkmadan evlenemeyeceğine göre, " aşık kadınlık " rolü ölmüş demektir. Evlilik insanlık için bir zorunluluktur çünkü... Ve kadın ancak böylece başka bir erkekle evlenebilir... Diğer taraftanda hiçbir erkek, aşık bir kadınla gönülden evlenmek istemez... Evlense bile kadının yabancı bir erkeğe duyduğu aşk onu itecektir. Böyle bir kadınla evlendiğinde, erkek mutsuz olacaktır... Kadın, içindeki yabancı bir erkeğe olan aşkı yenmediği sürece gerçek ve huzurlu bir evlilik ne kendi için, ne de kocası için olabilir... Aşık kadının hayalinde yabancı bir erkek varken saadetli bir evlilik mi olurmuş?!. Sanırız mesele anlaşıldı... Aşktan vazgeçmeyince aile de yok, çocukta, eşte, anne de, baba da, cemiyette, insanlıkta yok.. Huzur ve saadette...

     

    - " Şimdi de Batı' nın ruhunu anla: Avrupa' nın aşk tarihinin son sekiz yüzyılı, sevgiyle-evlilik arasındaki çatışmayla doludur; ve Avrupa' da çekilen acıların yarısını CİNSİ SADAKATSİZLİK başlığı altında toplanabileceğine işaret eder... "

     

    “ …çünkü ailenin amacı aşk yaşamak değildir… Çocuk yetiştirmektir!.. Evlilik müessesesinin gerektirdiği amaç da, Tanrının isteğinin yerine getirilmesidir… “ ( 2 )

     

    Aşkla aileler yıkılır. Kocalar ve kadınlar aldatılır. Çocuklar hayatın tehlikeleriyle başbaşa kalırlar… Aşık kendine zarar verdiği gibi; ailesine, çevresindeki insanlara da acı ve zararlar verir. Aşk doğru düşündüremez çünkü insanı; aklı ve ölçülülüğü aşık insanın elinden alır. Ve aşığın kalbine bir tiran oturur. Aşktır bu… Olur olmaz insanları bu aşığa sevdirir. Aşığın asla evlenemeyeceği bu insan onu yıkıma götürecektir… Ona tiranca hükümler verecektir… Cinayet işletebilir, eşini aldatabilir; çocuklar ve ailede önemsizdir artık… Gelecekte evlenebilecek kocaya ve kadına ihanet edilmiştir… Bir insana duyulan aşk ona layık değildir; bu aşırılıktır, kötülüktür ve doğrulardan sapmaktır… Goethe boşuna dememiş:

     

    “ Küçümsenmiş aşk için! O cehennemi şey için!

     

    Daha kötü bir şey var mı, üzerine ant içeceğim! “… ( 3 )

     

    VI

     

    Son Hükümler

     

    Her türden “ ümit “ bırakılmalıdır. Kalbe asla konulmamalıdır… Çünkü sevilen erkeğin tekrar dönebileceği veya sevebileceği düşüncesi, kadına zarar verecektir… Ayrıca ümit aşkı devam ettirir. Oysa bir kere sevmeyen erkek, bir daha sevemez. Çünkü baştan sevilmemek, aşık kadının hiç sevilmeyeceğini gösterir. Sevme hadisesinde insanlar baştan severler. Baştan sevilmeyen bir insan, zaten baştan sevilmediği için yine sevilmeyecektir…

     

    Aşık kadın duygusal düşüncelere kapılıp her ne kadar acı çekse bile, bu sevmeyen erkek için bir şey ifade etmez. Yani yine de aşık kadını sevemez. Vicdanı varsa sadece üzülür ve elinden bir şey gelmez. Çünkü bu erkek onu sevmiyordur.

     

    Duygusal düşüncelere kapılmak ve aşık olunan erkek hakkındaki izleri ve yaşananları hatırlamak ve duygulanmak aşkı devam ettirir. Bu yüzden bunlar bırakılmalıdır. Ayrıca bu günahtır. Çünkü ortada evlilik denilen bir şey yoktur…. Kadın ileride evleneceği eşini ve çocuklarını aklına getirmelidir. Elalemin yabancı adamı kalbinden defolmalıdır…

     

    Doğru olan budur. Kadın için önemli olan eşi ve çocukları olmalıdır. Zaten bu anlaşılsa aşkın acıları da, bu sevilen yabancı erkekte defolup bir yerlere giderlerdi…

     

     

     

    Dipnotlar:

     

     

     

    1) Gölgeler, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Yayınları, s. 156, 157

     

    2) Gölgeler, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Yayınları, s. 157

     

    3) Aşkın Metafiziği, Schopenhauer, Sosyal Yayınlar, Çev. Selahattin Hilav, s. 44

     

     

    kaynak: www.gonuldasforum.com

    .

    .


  12. KADINLAR GÜNÜNDE MENDİLCİ KADININ DRAMI

     

    Dünya, 8 Mart Kadınlar Günü'nü kutlarken Antalya'da ilginç bir olay yaşandı. Trafik kazası geçiren eşi yatalak kalınca, evinin geçimini mendil satarak sağlayan 36 yaşındaki Kadriye Öz, sokak ortasında bir kız çocuğu dünyaya getirdi

     

    news_a.jpg

     

    6 yaşındaki oğlu Hasan ile birlikte Balbey Camii önünden geçerken bir anda sancıları tutan Kadriye Öz, çevredekilerin şaşkın bakışları arasında doğum yaptı. Öz, daha sonra olay yerine çağrılan ambulans ile Antalya Atatürk Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Sağlık durumları iyi olan anne ile kızı hastaneden taburcu edilirken, olayın altından dramatik bir hayat hikâyesi çıktı.

     

    36 yaşındaki Kadriye Öz, önceki akşam oğlu Hasan'ı da yanına alarak her zamanki gibi mendil satmaya gitti. Doğumu yaklaşmıştı. Ancak, eşi trafik kazasından sonra yatalak olduğu için ailesinin geçimini sağlamak zorundaydı.

     

    Antalya'daki Balbey Camii'nin önüne geldiğinde sancılandı ve sokak ortasında doğumunu yapmak zorunda kaldı. Çocuğunu vatandaşların şaşkın bakışları arasında doğuran kadın, ambulans ile Antalya Atatürk Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Kadriye Öz, bugün tamamlanan tedavisinin ardından taburcu edildi.

     

     

    Doğum sancısı tutunca aniden yere yığıldığını anlatan üç çocuk annesi Öz, kaldırımdan geçen insanlardan yardım istediğini ancak kimsenin yardımcı olmadığını söyledi.

     

    Öz, eşinin trafik kazası geçirmesinden sonra sıkıntılı günler yaşadığını aktarırken gözyaşlarına boğuldu. Öz, yaşadığı sıkıntıları, "Mendil satarak kazandığım para ile ev kirasını ancak çıkarabiliyoruz. Genellikle komşuların yardımı ile ayakta duruyoruz." sözleriyle anlattı.

     

    Ailenin dramatik öyküsü Başbakan Tayyip Erdoğan'ın bir yıl önce Mevlana Kavşağı alt geçidinin açılışını yaptığı güne rastladı. Yıllardır pazarcılık yapan Ali Rıza Öz'e, o akşam el arabası ile pazardan Yenigün Mahallesi'ndeki evine dönerken taksi çarptı. Kazanın şiddeti ile sol bacağı kırılan ve platin takılan Öz, aylarca yattı.

     

    Eşinin kötürüm olması üzerine evinin tüm sorumluluğunu üzerine alan Kadriye Öz, çocuk arabasına doldurduğu mendilleri sokak sokak dolaşarak satmaya başladı. Bir süre sonra hamile kaldığını öğrenen Kadriye Öz, duruma aldırış etmeden mendil satmaya devam etti.

     

    Ali Rıza Öz, eşinin kimi zaman zabıtaların hışmına uğramasından yakınıyor. "Bazen mendilleri yırtarak atıyorlar. Bir keresinde çocukları da aldılar. Yuvaya yerleştireceklerini söylediler. Yalvarmalarım sonunda geri alabildim." diyen Öz, yeni doğan kızına annesinin adı olan Fatma ismini koyacağını söyledi. Ali Rıza Öz, haberi komşularından öğrenmiş, gece hastaneye gitmiş ancak sabah gelmesi söylenerek içeriye alınmamış. 4 ve 6 yaşlarında iki erkek çocukları daha olan Öz çifti, 2 ay önce taşındıkları yeni evlerinde komşularının yardımı ile geçiniyor. 250 milyon lira olan kiralarını, komşularından gelen 5-10 YTL'leri bir araya getirerek ödüyorlar.

     

    ZAMAN


  13. Batı medeniyetine Eski Yunanlılardan sonra en büyük katkıyı yapanların Romalılar olduğu malûmdur. Romalılar, Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle, “Batı’ya nizâm fikrini aşılayan”dır. Romalıların çöküşünü hazırlayan isevîlik dininden bozma hristiyanlık da Batı’ya “ahlâk” fikrini aşılamıştır.

     

    Romalılarda sistematik maddi hareket telkinlerine taalluk eden faaliyetlerin (sirk)lerde kendisini gösterdiğini söylemiştik. Bu faaliyetlerin tam bir “güç ve kuvvet gösterisi” şeklinde kendisini gösterdiğini de... Romalılarda idealize edilen kuvvetti, dolayısıyla da idealize edilen kuvvetli, dolayısıyla da beden... “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün bir Roma atasözü olduğu üzerinde durulur ki, bu söz Romalılara yakışır bir sözdür. Gerçi bu sözün M. Kemal’e ait olduğu da söylenir. Yardakçıları tarafından M. Kemal’e neler yakıştırılmadı ki!... Bilmek lazımdır ki, içi boşaltılmış kavramların kullanılmasının hiçbir kıymeti yoktur. Önemli olan kullanılan kavramların muhteva zenginliğidir.

     

    Esasında bütün kültür ve medeniyetler hem kafadan yana ve hem de bedenden yana güçlü ve kuvvetli olmak isterler. Önemli olan kafa ile beden arasındaki muvazenenin nasıl kurulacağıdır. Ya da, kafa ile beden arasında hangisinin ön planda tutulacağı ve niçin tutulacağının izahıdır. Evet; eski Yunanlılar kafa ile beden arasında bir denge tutturmuşlardı. Bunu, kafayı besleyici felsefe, matematik ve müzik, bedeni besleyici olarak da cimnastikle halletmenin yoluna gitmişlerdi. Ama Roma’da denge tamamen bedenden yana gelişmişti. Ortaçağda ise ruhtan-kafadan yana... Rönesansla tekrar bir denge kendisini göstermeye başladıysa da, bu kısa bir zaman sonra bedenden yana ağırlık basmıştı. Daha sonra da büsbütün beden ön plana çıktı ve artık beden putlaştırıldı. Bu mânâda Batı tamamen bir buhran geçirmektedir. Bu buhranını hafifletmek veya örtbas etmek için oraya buraya saldırmaktadır. Hint mistizmine teveccüh göstermesi de bunun bir neticesidir.

     

    Batıda beden (madde) putlaştırılmıştır. Ruh, maddenin karşısında dize getirilmeye çalışılmaktadır. Madde üzerinde derinleşen Batı, ruhun eşiğine dayanmış gözükmektedir. Yeni fizikte kuantum teorisyenleri ile izafiyet teorisinin kurucusu Einstein’in çalışmaları Batı’yı bugün bu noktaya taşınmıştır. Felsefede Bergson gibi bir kafa ve onların izinden giden Alexes Carel gibi insanlar Batı’nın geldiği noktayı ve haddi zatında ihtiyacının neye olduğunu dile getirmektedirler. Bugün Batı’nın ihtiyaç duyduğu şey Büyük Doğu-İBDA Mimarları tarafından sistemleştirilmiştir. İBDA Mimarı diyor ki:

     

    "Batıda sosyolojinin bugün vardığı nokta, İslâmî ölçüler ışığında tesbit, teşhis ve müşahade verilerinin değerlendirilmesi usûlüne uygun bizim anlayışımızın delillendirilmesi doğrultusundadır.” (17)

     

    "Medenî insanlık bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen elinden kaçan nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir ruh, yepyeni bir şekil yoğurmak için ya tam yoksulluk, ya tam varlık peşinde müthiş bir metabolizma ihtilâli yaşadı; ve bu ihtilâl çilesi içinde atomu çatlattı, ama henüz muhtaç olduğu sistemin zarını delemedi.” (18)

     

    Batıda madde, dolayısıyla beden putlaştırılmıştır. Sporun putlaştırılmasını da buradan bilmek lazımdır. Yoksa spor zati keyfiyeti itibariyle put değildir. Esasında spor, ruhun emrinde yerini ve değerini bulması gereken bir tür insanî faaliyettir.

     

    Batıda Rönesansla birlikte temayüz eden müsbet ilimler veya tabiat ilimleri veya madde ilimleri, batı dünyasını bugünkü noktaya talımıştır. Malum, müsbet ilimler sayesinde Batı, Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirdikten sonra bugünkü teknolojik seviyeye ulaştı. Bugün ulaşılan bu teknolojik seviye sayesinde Batı, büsbütün ruhu hadım etmenin derdine düşmüştür. Bilgisayar ve ileri teknoloji sayesinde Batı ruhu, madde-bedenin karşısında dize getirmenin hesaplarını yapmaktadır. Maddeleştirmekte ve adeta maddeden, tersinden keramet şeklinde, yani istidraç şeklinde yararlanmaktadır. Eski Hind keşişlerinin nasıl ki bedenin üzerine gide gide, bedeni eze eze, bedene çile çektire çektire, kısaca bedenî riyazetle bir takım olağanüstü hallere mazhar oluyorlarsa, aynı şekilde Batı’da maddenin üzerine gide gide, maddede olağanüstü atraksiyonlara vardılar...

     

    Aristo’dan Descartes’e, Descartes’ten Newton’a, Newton’dan Laplace ve Laplace’den kuantum teorisyenlerine ve Einstein’a ve oradan da "şeytanın elçileri”ne kadar süregelen bir bedenî-maddî tekamül!.. “Şeytanın elçileri” günümüz teknolojisini kuantum ve izafiyet teorileri üzerine bina etmiş olabilirler: Ya da bugüne kadar ruhçuların yolda bulduklarını teknolojik imkânlarla makineleştirmiş de olabilirler! Nitekim, “Yeni nesil silahları” denen teknolojik buluşlar, hak yoldan keramete mevzu olan uygulamanın batıl yoldan istidraç mevzuudur.

     

    İnsanlığın başlangıcından bu yana ruh ve maddenin nihaî savaşı/müsabakası yakındır... Bu savaştan ruhun galib geleceğine ne şüphe... Bizleri bu mevzuda ümitvar kılan zamanımızın sahici mütefekkirine kulak verelim:

     

    "İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet fikir... Mücerret fikir... Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk... Eğer mücerret fikir olmasa ve herşey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibe kanunu bulunur muydu?.. Siz; 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olamayacağı patlamaya belki 21. asırda şahid olacaksınız.” (19)

     

     

     

     

     

    DİPNOTLAR

     

    1- TMOK, Olimpik Hareket, İstanbul 1998, s. 19

     

    2- Kurthan Fişek, Spor Yönetimi, Bağırgan Yay., Ankara 1998, s. 151

     

    3- A.g.e., s. 151-152

     

    4- A.g.e., s. 152

     

    5- Saadettin Mardin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş Yay., İstanbul 996, s. 11

     

    6- A.g.e., s. 11

     

    7- A.g.e., s. 11

     

    8- Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Bedir Yay., s. 302

     

    9- Saadettin Mardin, a.g.e., s. 12

     

    10- A.g.e., s. 13

     

    11- A.g.e., s. 13

     

    12- Alpman, s. 63

     

    13- Alpman, s. 58

     

    14- Alpman, s. 147

     

    15- Necip Fazıl Kısakürek, At’a Senfoni, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 89

     

    16- A.g.e., s. 97

     

    17- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatab Anlayış-Teorik Dil Alanı-, İBDA Yay., İstanbul, s. 213

     

    18- A.g.e., s. 74

     

    19- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız-Temel Meseleler-, İBDA Yay., İstanbul, s. 15-16


  14. ‘Sizi gönderenlere kızgın mısınız?’ sorumuza, “Değilim, en azından kafamızı kesmemişler, bu da olabilirdi” diye cevap veriyor.. Bu kez ‘Siz ne yaptınız ki kafanız kesilsin?’ soruma geliyor.. Osman, “Aynı soru sürgünle ilgili de sorulabilir, ne yaptık ki sürgün edildik!..”

     

     

    Buluştururlar birgün bizi hesapta...

     

    :( :(


  15. Daha önce de söylendiği gibi, eski Yunan’daki dualist anlayış Rönesansla birlikte tekrar gündeme geldi. Bu, Descartes’in elinde sistematik bir hal aldı. Descartes’ten sonra Newton’un mekanik dünya görüşü beden üzerinde daha bir derinleşmeyi getirdi. Ondan sonra da Laplace gibi ilim adamları ruhu büsbütün ortadan kaldırdılar. Ama bugün gelinen nokta çok farklı. Meselâ kuantum teorisyenleri ile izafiyet teorisinin sahibi Einstein gibi kişilerin madde üzerindeki düşünceleri Batı’da spor mevzuuna nasıl yansıyacak, istikbâlde bunun verilerine şahid olacağız. Bu mevzuya daha sonra değineceğiz.

     

    Rönesansla birlikte Batı’da temayüz eden yeni anlayışlar, eğitimde kendisini ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi gerektiği üzerinde düğümlenmişti. Bu düşünce “Beden Talim ve Terbiyesi” mevzuu etrafında gayret gösteren kişilerde şu şekilde göstermiştir. “Spor, ruh ve beden sağlığını dengeli bir şekilde geliştirir.” Bu düşünce ile yola çıkan birçok beden eğitimci peydahlanmıştı Batı’da. Bunların başlıcaları şunlardır: Almanya’da Johann Bernard Basedow (1723-1790), Cristian Gothilf Salpmann (1744- 1811), Johann Cristian Friedrich Gutsmuths (1759-1839), Friedrich Cudwig John (1778-1827), Pehr Henrik Ling (1776-1839), Genhard Ulrich Anton Vieth (1763-1836); Danimarka’da Franz Nactegall (1777-1847); Fransa’da Don Fransizco Amoros (1770-1848); İngiltere’de Thomas Arnold (1795-1842) ve birçok beden eğitimci daha.

     

    Yukarıda adı geçen beden eğitimcileri, Batı’da Rönesans sonrası gelişen hâdiselerin eşliğinde, kendilerini çeşitli şekillerde ifâde etmişlerdir. Bunların birçoğu başlangıçta zengin ve asil aile çocuklarına beden eğitimi yaptırmışlardı. Nitekim kendilerinin birçoğu ya bir papazın oğludur, ya da papaz okulundan yetişme kişiler veya papazlardı. Gelişen süreç içinde eğitimin bütün halka yaygınlaştırılması beden eğitimciler için de geçerli olmuştu ve artık beden talim ve terbiyesi mevzuu bütün bir halka tatbik edilmeye başlandı. Bunun ilk örnekleri Almanya’da kendini gösterdi. Alman cimnastiğine (Turnen) damgasını vuran ve Almanya’da halen “cimnastiğin babası” olarak bilinen Friedrich Ludwig John bütün Alman halkına beden talimi yaptırmayı hedeflemişti. Bunu da Alman ırkının güçleri ve kuvvetli olması için istemişti. Almanların Fransa ile olan savaşları Alman halkını savaşa hazırlık olarak görülmüştü. Bu mevzuda John o kadar ileri gitmişti ki, kendi öğrencileriyle Napolyon’un üzerine bile yürümüştü. Diğer taraftan, müsbet ilimlerin paralelinde gelişen fizyoloji ilminin ışığı altında İsviçre’de Pehr Henrik Ling, sporu hastalıktan perişan düşmüş halkının rehabilite edilmesi için devreye sokmuştu. İngiltere’de ise Thomas Arnold, sporu, bütün bir İngiliz gençliğini üstün idealler doğrultusunda sıçratmak için eğitimde kullanmıştı. Sporla eğitim. Sporla “centilmen” yetiştirmenin yolunu seçmişti Arnold. Fransa’da da Amoros sporu eğitimde kullanmanın yolunu seçmişti. John-Amoros cimnastiği diye bilinen “karma cimnastik”, yani yarı askerî, yarı sağlık muhtevalı cimnastik Amoros’un yol verdiği beden eğitimi idi. Aynı cimnastik anlayışı Tanzimatla birlikte (1839) Osmanlı’ya da taşınmıştı. Özellikle Fransızların tasarrufunda kurulan Galatasaray Lisesi’nde uygulanan beden eğitimi anlayışı John-Amoros cimnastiği anlayışıydı. (1869).

     

    Artık Batı sporu sırf bedene yönelik olarak ele almaya başlamıştı. İnsan eğitiminde spor, bedeni geliştirmenin de etkin kılmanın bir tür vasıtası olarak görülmeye başlandı. Spor bir yanda ocaklarında insan eğitimini tamamlayan bir tür vasıta olarak telakki edilirken, diğer yanda sosyal hayatta ve iktisadî hayatta aynı mantık çerçevesinde spor yardımcı bir unsur halinde boş zamanlarda meşgul olmak ve stres atmak için kullanılmaya da başlandı. Kapitalizmin en bariz özelliğidir ki, o elini her neye değdirdiyse onu mutlaka paraya/maddi kazanca tahvil etmeyi düşünmüştür. Nitekim kısa bir zaman sonra spor, eğitimde eğitimi tamamlayan bir tür vasıta olmaktan çıkıp iş bizzat spor eğitimine dönmüştü. Sosyal hayat ve iktisadî hayatta da spor işten arta kalan zamanı, boş zamanı değerlendirmenin veya meşgul olmanın bir tür vasıtası olmaktan çıkıp artık işin ta kendisi oluvermişti. Kısacası spor, bir tür vasıta veya yardımcı unsur olmaktan çıkıp gayeleşti. İçtimaî hayatın bütün unsurları/müesseseleri artık spor hizmet etmeye başlamıştı. Eğitim, iktisad, hukuk vs. “Ne aradığını bilmeyen bulduğunun da ne olduğunu bilmez” hesabı Batı, “mihraksız tümevarım zafiyetiyle” ömür tüketmektedir.

     

    Halbuki Rönesansla birlikte eski Yunan’ı kendine örnek ittihaz eden Batı, eski Yunan’da olduğu gibi, sporu belli bir fikrin tasarrufunda daima tarassut altında tutabilseydi, sporun bugün gayeleştirmesi de sözkonusu olmayacaktı. Batı bunu başaramadı. Eski Yunan’da bu nasıl başarılmıştı?

     

    Her şeyden evvel Eski Yunan’da sistematik maddi hareket tekniklerine taalluk eden bütün faaliyetler (günümüz anlayışıyla spor faaliyetleri) “cimnastik” kavramı ile ifâde ediliyordu. Cimnastik, ruh ve beden uyumunun bedenî faaliyetlerdeki adı idi. Üstad Necib Fazıl’ın tesbiti halinde, “eski Yunan’da kafa ile denk giden beden hareketleri” esprisi bütün bir spor tarihi kitablarından takib edilebilir. Çok kısa ve öz olarak bunun hülasalandırılmasının, eski Yunan’ın bilgelerinden olan Solon’un (M.Ö. 640-558) ağzından takib edelim. Solon diyor ki:

     

    "Beden alıştırmalarını gençliğe yalnız yarışmaların hatırı için tavsiye etmiyoruz. Onları sadece yarışmalara katılsınlar diye bu işe zorlamıyoruz. Gençler bu çalışmaların sonunda kendileri ve vatanları için büyük değer taşıyan erdemler kazanıyorlar. Yaptıkları iş, bütün iyi vatandaşların uğrunda uğraştıkları bir ortak dava ile ilgilidir. Gençler görünüşte çamdan, meşeden, zeytin veya defne dalından yapılan, fakat anlamında insanların bütün mutluluğunu taşıyan çelenkler uğruna yarışıyorlar. Ben bu mutlulukla ferdin ve toplumun ortak özgürlüğünü, refahını, güvenini, şan ve şerefini, bir kelime ile tanrılardan dileyebileceğimiz en güzel şeyleri kasdediyorum. İşte bütün bu güzel şeyler, uğrunda mücadele edilen çelenklerin örgülerinde saklıdır. Büyük yarışma bayramları bunlara ulaşmaya imkân sağlar. Cimnastik alıştırmaları ve yarışmaları vatandaşı bu amaca götürmek için düşünülmüştür. Onların mükafatları da aynı düşüncenin mahsulüdür. Yarışmalar, büyük ve ortak davalarımızın, uğraşlarımızın küçük bir örneği, çelenkler de uğrunda mücadele edilen büyük manevi değerlerin küçük maddi sembolleridir.” (12)

     

    Bugünkü Batı medeniyetinin köşe taşlarından kabul edilen ve Eski Yunan’a hâkim rengini veren üç büyük kafa halinde Sokrat, Eflatun, ve Aristo, cimnastik faaliyetlerine alabildiğine yol vermişlerdi. Bu, spor tarihi kitablarından takib edilebilir. Mesela, Sokrat’ın ilerlemiş yaşına rağmen cimnastik faaliyetleriyle iştigal ettiği sözkonusu idi. Sokrat çok düzgün bir vücuda sahibti... Meselâ Eflatun, Eski Yunan’ın en başarılı atletlerinden biri idi. Kendisine Platon denilmesi de "geniş omuzlu” olmasından dolayıdır. Kendisi, Eski Yunan’ın dört büyük şenliklerinden biri olan İsthmik oyunlarına (diğerleri, Olimpia, Pythia ve Nomea) güreşten katılıp başarılı olmuştur... Aristo’nun ta o günlerden cimnastiğe getirdiği tarif bugün bile geçerliliğini korur niteliktedir. Aristo diyor ki:

     

    "Cimnastik hangi hareketlerin insan vücuduna daha yararlı olduğunu, tabiatın insan vücuduna ölçülü olarak bağışladığı niteliklere göre bunların hangilerinin en iyi ve en uygun düşeceğini araştırma bilimidir.” (13)

     

    Eski Yunan’da insan eğitimine, dolayısıyla da beden eğitimine gösterilen ihtimam ayniyle Rönesansla birlikte Batı’da kabul görmüştür. Meselâ İtalyan doktor Hieronyumus Mercurialis (1530-1606)’in cimnastiğe getirdiği tarif bunun en bariz delili olarak kabul edilebilir. Mercurialis diyor ki:

     

    "Cimnastik sanatı, hareketlerin vücud üzerindeki etkilerini göz önünde tutan, hareket şekillerini pratik bir tarzda öğreten bir faaliyettir...” (14)

     

    Eski Yunan’da cimnastik Atinalıların elinde “estetik ve güzellik”, Ispartalıların elinde ise “güç ve kuvvet” unsuru olarak görülmüştü. Romalılarda ise Ispartalılarda olduğu gibi “güç ve kuvvet” unsuru olarak görülmekle birlikte biraz da “güç ve kuvvet gösterisi” şeklinde kendisini göstermişti. Yunanlılar kendilerini çeşitli şenliklerde, dört büyük şenlik halinde Olimpia, İsthmik, Pythia ve Nemea şenliklerinde gösteriyorlardı, Romalılar ise sirklerde.

     

    "(Sirk) oyunlarını, Roma’nın ilk kurucusundan biri, (Romülüs) tesis etmiş... Arkadaşlarına zevce bulmak için (Sabin)leri Roma’ya çekmek gayesiyle... En eski (Sirk), Miladdan evvel altıncı asırda yapılan (Circus Maximus-Sürküs Maksimüs)dür. (Tarken) zamanında yapılan bu (sirk), sırasiyle (Jul Sezar) ve (Trajan) zamanında büyütüldü. Muazzam bir meydan ve etrafında seyircilere mahsus sedlerle çevrili... 670 metre uzunluğunda ve 170 metre genişliğinde... Dört yüz bine yakın seyirci...

     

    Roma (sirk)lerinde yedi cins oyun oynanıyor:

     

    1- Truva oyunları... At üstünde asil aile gençlerinin muharebe oyunu...

     

    2- Süvari ve piyade muharebesi... Hakiki bir harb temsili...

     

    3- Jimnastik müsabakaları... Atletizm gösterileri...

     

    4- Avlanma... En vahşi hayvanların kendi aralarında ve insanlarla boğuşması...

     

    5- Su oyunları...

     

    6- Lâtince (Certamia Eguestria-Sertamina Ekstriya) denilen at yarışları...” (15)

     

    Ortaçağ Avrupasında ise bedenî faaliyetlerin tamamı “şövalyelik, yani atlı adam ocağı”nda kendini gösteriyordu. “Eski Yunan’ın (Olimpik) ve Roma’nın (Sirk) oyunlarına mukabil ortaçağın şövalyeler müsabakası...”

     

    Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle, “Bir nevî ciride benziyen bu atlı müsabakalarda, attan azamî manevra kabiliyeti istenerek, kılıç, mızrak ve gürze bağlı bütün mücadele hünerleri, fiili tatbikat halinde gösterilirdi. Attan düşmek, yaralanmak, ölmek tabiî neticeler ve mağlubiyet...

     

    Altıncı asırda Fransa’da meydana gelen (Turnuva)lar, mutlaka ölümle neticelenen teke tek atlı muharebelerdi...” (16)

     

    Ortaçağda şövalyelerin kendi aralarında yaptığı bir nevî savaş tatbikatı diyebileceğimiz bu atlı muharebeler bazen teke tek, bazen de gruplar halinde yapılırdı. Bazı muharebelerde yüzlerce insanın öldüğü bile olurdu... Ortaçağ aristokrasisi böyle davranıyordu da, sıradan halk ne yapıyordu? Onlar da (soule) adı verilen bir oyun türüyle aynı neticeleri verecek şekilde oyalanıyordu! Bu oyun, 18. yüzyıla kadar devam etmişti. Bugünkü takım sporlarının atası olarak kabul edilir ki, ortaçağ Avrupasında bu oyun yüzlerce insan arasında oynanırdı. Bazen iki köy karşı karşıya gelirdi, bazen de evli erkeklerle bekar gençler... Oyunun neticesinde yaralanmaların ve ölümlerin olduğu üzerinde durulur... Bundan dolayı gerek kilise ve gerekse krallar tarafından bu oyuna yasak getirildiği bile olmuş; ama neticede 18. yüzyıla kadar devam etmiş bir oyundur bu oyun.

     

    Batılılar, zaman içinde sonu ölümle biten oyunları, tehlikelerden arındırılmış kurallara bağladılar ve böylelikle modern sporun temelini de atmış oldular. Bu kurala bağlama işinin baş mimarları İngilizlerdi. Oyunları belli bir disiplin altına alarak ve onları kurallı faaliyetler haline getirerek oyunla eğitim devri açılmış oldu. Artık Batı’da spor, eğitimi tamamlayıcı bir unsur olarak görülmeye başlanmıştı.

     

    İngiliz eğitimcisi olan Thomas Arnold’un modern spora en büyük katkıyı yaptığı söylenir. Nitekim Modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Pierre Coubertin’e de ilham kaynağı olmuştur bu kişi. Thomas Arnold’un elinde spor, takım çalışması, takım ruhu, kaptanlık, centilmenlik gibi kavramlarla yeni bir boyut kazandı. Adeta İngilizlerin elinde spor, bütün bir gençliği aristokrat seviyeye yükseltmek için bir sıçrama tahtası olarak kullanıldı. Nitekim İngiltere’de bir takım kaptanına ileride Başbakan gözüyle bakılırdı. Halen de öyledir.

     

     

    d.edecek...

×
×
  • Create New...