Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Salihbey

Sivil
  • Content Count

    297
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    2

Posts posted by Salihbey


  1. Üstelik "dini içten yıkan" hükmüyle "ümmet" kavramına girmezler.

    Dini içten yıkan mı?Dine bid atlar yükleyen mi? Bu onları ehli kıble den ayırmaz.Üstelik ehli sünnet ile şia anlaşama bile kavga etmek zorundalar mı?Kavga emperyalist oyunun ivmesini arttırır.Anlaşmanın şartları oluşturulmalı.Çözümler oluşturulmalı...

     

    Ehli kıble mefhumundan ne anladığızı bilmiyorum ama Ehli sünnet uleması Osmanlı şeyhülislamı Ebussuud Efendi( r.a.) nın bu konuda onların "kafir" oldukları yönünde fetvaları mevcuttur.Ayrıca İbni Hazm (r.a.) da kafir olduklarını beyan etmiştir.İmam - RAbbani (k.s.) " Benzerler arasındaki çatışma daha şiddetli olur" diyerek reddi refafız "rafıziliğe reddiye" isimli eserini kaleme almıştır.Dış kafirlerden ziyade evvela bunların tepelenmesi elzemdir ve ehemdir, demişlerdir.Yavuz Selim (r.a.) bunun pratiğini göstermiştir.

     

    Ayrıca islam düşmanlarına yarım kurşun dahi atmayan, islamı arkadan hançerleyen, "her devrin haini" oldukları bedahet derecesinde olan bu inanç ; bir islam mezhebi değildir.Zira islam mezhebi dörttür...


  2. ERKEK VE KADIN HAKKINDA MİZAÇNÂME

     

    Derleyen: Gülçin Şenel

     

    SANATKÂR MİZACI HAKKINDA: “ÂŞIK”

     

    · Jungçular çoğunlukla Yunan ilâhı Eros'u, Âşık enerjisi yerine kullanırlar. Latince "libido" tâbirini de kullanırlar. Bu tâbirlerle, sadece cinsî zevkleri değil, genel bir yaşama zevkini kastederler.

     

    Adı ne olursa olsun, Âşık enerjisinin, neşe, canlılık ve tutkunun temel enerji biçimi olduğuna inanıyoruz. Bu enerji, türümüzün cinsellik, yiyecek, sağlık, hayatın zorluklarına aktif bir şekilde uyum ihtiyaçları ve en önemlisi "anlam açlığı" vasıtasıyla (ki bunlar olmadan insanlar hayatlarını devam ettiremez) yaşar. Âşık'ın temel güdüsü, bu ihtiyaçları gidermektir.

     

    Âşık arketipi, ruh için de temeldir. Çünkü dış çevreye duyarlı olmayı sağlayan enerjidir. Jungçuların "hassevî-duyusal fonksiyon" dediği şeyin ifâdesidir. Bu "hassevî-duyusal" tecrübenin tüm teferruatından sorumlu olmanın yanında renkleri, biçimleri, sesleri, dokunma, koklamayla ilgili duyuları da belirler. Âşık, iç psikolojik dünyadaki değişimleri gözler ve aldığı hassevî intibâlara karşılık verir.

     

    · Bütünlüklü Âşık: Âşık oyun ve "gösteri" arketipidir; sağlıklı hayatın, duyulara seslenen zevklerin dünyasında, utançsız bir şekilde bedenine sahib olmanın arketipidir. Yani, Âşık fazlasıyla hassevîdir, tüm ihtişâmıyla fizikî dünyanın farkındadır ve duyularıyla bunu hisseder. Bu duyarlılığıyla tüm varlıklarla ilişki içindedir, onlara bağlıdır. Şefkatle ve hissî bir anlayışlılıkla onlarla bir bütün olur. Âşık'ı kullanan bir erkek için, tüm varlıklar sırrî biçimlerde birbirine bağlanmıştır. "Bir kum tanesindeki dünya"yı görebilir ve hissedebilir. İnsiyâkî olarak etrafındaki şeylerle "empati" (başkalarının hürriyetiyle bağ) kuruyordur.

     

    Âşık'ı kullanan erkeğin, belki Jung'un öngördüğünden daha da geniş bir "kollektif şuurdışı"na açık olduğuna inanıyoruz. Jung'un kollektif şuurdışı tüm insanoğullarının şuurdışıdır ve Jung'un dediği gibi, bugüne kadar yaşamış tüm insanların hayatında olup biten herşeyin hatırasını muhafaza eder. Belki tüm canlıların duyumlarını kapsayacak kadar da geniştir. Doğu bilgeleri, kocaman denizin sathındaki dalgalar gibi olduğumuzu söylerler. Âşık enerjisinin bu "okyanus" bağlantılarıyla birebir ve çok yakın ilişkisi vardır.

     

    İç ve dış şeylere karşı duyarlılık, tutkuyla elele gider. Âşık'ın bağlılığı temel olarak entellektüel değildir. Hissetmeye dayalıdır. Temel ihtiyaçlarımız hepimizce en azından sathın hemen altında tutkuyla hissedilir. Fakat Âşık, bunun derin bilgisine sahibtir. Şuurdışına yakın olmak, "ateş"e, hayatın ateşlerine, biyolojik seviyedeki hayatî metabolik süreçlerin ateşlerine yakın olmak demektir. Sevgi, hepimizin bildiği gibi, "sıcak", çoğu zaman "el yakacak" kadar sıcaktır.

     

    Âşık'ın tesirindeki erkek, dokunmak ve dokunulmak ister. Herşeye fizikî ve hissî olarak dokunmak ister ve herşeyin ona dokunulmasını ister. Hiçbir sınır tanımaz. İçindeki güçlü hisler vasıtasıyla iç dünyasında (ve başkalarıyla ilişkileri çerçevesinde haricî olarak) hissettiği bağlılık duygusunu yaşamak ister. Algılanan dünyayı bir bütün hâlinde yaşamak ister.

     

    Estetik idrak olarak bilinen şeye de sahibtir. Ne olduğu önemli olmaksızın herşeyi estetik açıdan yaşamak ister. Onun için tüm hayat sanattır ve çok değişik duygular uyandırır.

     

    · Âşık'a ulaşmış erkek, hayattaki herşeyi bu şekilde yaşar. Dünyadaki acı ve kötülükleri hissederken bile aynı zamanda büyük bir sevinç hisseder. Sevinç ve hazzı tüm duyu tecrübeleriyle yaşar. Meselâ, sigara paketini açıp, tütünün egzotik aromalarını koklama sevincini bilir. Müziğe karşı duyarlıdır. Hint sitarının ürpertici nağmelerini, büyük bir senfoninin yükselen temposunu veya bir Arab darbukasının çileci vuruşlarını derinden hissedebilir.

     

    Yazmak, onun için, hasselerinin de katıldığı duyulur bir tecrübeye dönüşebilir. Yazarlara niye çoğu yazarın masa başına oturunca sigara içtiklerini sorduğumuzda, sigara içmenin; tüm duyularını intibâlara, teessürlere, kelime farklarına karşı açık bir hâle getirerek rahatlık verdiğini söylediler. Bunu yaptıklarında "yeryüzü" yahut "dünya" ile derinden bağlantı kurduklarını hissediyorlar. İçerisi ve dışarısı sürekli bir bütüne dönüşüyor ve böylece onlar da ibdâ edebiliyorlar.

     

    Diller (farklı sesler ve ince anlam farkları), Âşık'ın hissî beğenisi vasıtasıyla birbirine yakınlaşır. Başkaları yabancı dilleri mekanik bir şekilde öğrenirken, Âşık'a ulaşmış erkekler hissederek öğrenir.

     

    Felsefe, ilâhiyat veya ilim gibi yüksek mücerred düşünceler bile duyular vasıtasıyla hissedilir.

     

    Âşık enerjisiyle yoğun ilişkisi olan erkek, işini ve birlikte olduğu insanları bu estetik idrakla yaşar. İnsanları bir kitab gibi "okuyabilir". Çoğunlukla, onlardaki ruhî değişimlere acı verecek ölçüde duyarlıdır ve saklı güdülerini bile hissedebilir. Bu gerçekten de acı verici bir tecrübedir.

     

    Âşık sadece yaşama sevincinin arketipi değildir. Dünyayı ve diğer insanları hissetme kapasitesinin yanısıra, acılarını da hisseder. Diğerleri acıdan kaçabilir, ama Âşık ile ilişkide olan erkek onlara dayanmayı bilmelidir. Hem kendisi için hem başkaları için yaşıyor olmanın verdiği acıyı hisseder.

     

    Âşık'ın tesirindeki erkek, içtimaî sınırlarda durmak istemez. Böyle şeylerin sunîliğine karşı gelir. Hayatı (sanatçının stüdyosu, ibdâ edici bilgi çalışmaları) çoğunlukla sıradışıdır ve karmakarışıktır.

     

    Netice olarak, "yasa"ya karşı çıktığı için, duyular ve ahlâk, aşk ve vazife arasındaki o eski ve bildik gerilimi, karşı çıkışlarla dolu hayatı görürüz. Joseph Campbell bunu manzum bir biçimde "amor ve Roma" arasındaki gerilim olarak dile getirmiştir. "Amor", tutkulu hayatlar; "Roma" ise, yasa ve düzene karşı sorumluluk ve vazife anlamına gelmektedir.

     

    Bu yüzden Âşık enerjisi, diğer olgun erkeklik enerjilerine -en azından ilk bakışta- tamamen zıddır. Onun ilgileri, Savaşçı, Büyücü ve Kral'ın sınırlar, tesirsizleştirmeler, düzen ve disiplinle ilgili görüşlerinin zıddıdır. Bir erkeğin ruhu için doğru olan, tabiî ki tarih ve kültürel panoramada da doğrudur.

     

    Sanatçı Âşık'ların şahsî hayatları "tipik" olarak fırtınalı, karmaşık ve labirent gibidir; iniş-çıkışlarla, kötü evliliklerle ve çoğunlukla da uyuşturucu bağımlılığıyla doludur. İbdâcı şuurdışının ateşli gücüne çok yakın bir yerde yaşarlar.

     

    Benzer bir şekilde, hakiki ruhçu Âşık'lar da derinden hissettikleri sezgilerin "titreşimi" ve duyumlarıyla dolu bir dünyada yaşarlar. Onların şuurları da sanatçılarınki gibi, başkalarının duygu ve düşüncelerinin ve kollektif şuurdışının karanlık dünyasının saldırılarına fazlasıyla açıktır. Gündelik umumî kanaatler dünyasının ardında veya altında duran bir dünyada yaşıyor gibidirler. Bu gizli dünya, onlara sesli kelimeler, şiddetli duygular, başkalarının anlamadığı sıcak ve soğuk duyumları, farkedilemeyen kokular, büyük korku ve güzellik imajları, insanların gerçekte neler yaşadığına dair duyumlar verir. Hatta gelecek hakkında intibâlar bile alabilirler.

     

    İnsanlar, durumlar veya geleceğimiz hakkında sezgilerimiz ve önbilgilerimiz olduğunda bizler de Âşık'a erişmiş oluruz. Böyle ânlarda varlıkların temel birliğini müşahhas olarak bile hissedebiliriz ve normalde farkında olmadığımız gerçekliklerle bağlantı kurmamızı sağlayan Âşık enerjisiyle dolarız.

     

    Çiftçilikten borsacılığa, boyacılıktan bilgisayar yazılımı hazırlamaya kadar, neredeyse her meslek her çeşit sanatçı ve üretici, ibdâcı çaba, olduruculuk için Âşık enerjisini kullanır. Meraklılar, fanatikler, tutkulular, bir cereyanın bağlıları, antikacılar, uzmanlar da böyledir.

     

    Âşık'ın gölge yönlerini tartışmaya başlamadan önce, yıllardır süren "tekeşlilik-çokeşlilik" ve "rastgele ilişki" zıdlığı mevzuunda bir not düşmek istiyoruz. Tekeşlilik, bir kadın ve erkeğin kendilerini yalnızca birine -beden ve ruh olarak- adadığı, aşkın "amor" biçiminden doğar. Tekeşlilik, en azından Batıda hâlen idealimiz olmayı sürdürüyor. Fakat Âşık, kendini çokeşlilik, değişik tekeşlilikler veya rastgele ilişkiler vasıtasıyla da dışa vurur. Mitolojide, bu, Hindu Krishna'nın "gopi"lere (kadın çobanlara) olan aşkı olarak gösterilir. Her birini, sonsuz aşk gücüyle tam olarak sever, böylece her bir gopi, kendini tamamen hususî ve değerli hisseder. Muhtelif ülkelerdeki çokeşlilik tatbikatlarında, tüm bu içtimaî düzenlemeler içinde, Âşık kendini açığa vurur. (Çocukluktan Erkekliğe: Kral, Savaşçı, Büyücü Aşık)

     

    · Sartre: Doğru, öteden beri çok severim kadınları. Hep başköşeyi tuttular kafamda... Gerek küçükken, gerek büyüdükten sonra, gerek yaşlandığımda üzerinde en çok düşündüğüm şey kadınlar oldu. Doğrudan doğruya onlarla ilgisi olmayan konuları düşünürken bile kadınları düşünürüm... (J. Paul Sartre, Yazınsal Denemeler, s. 123)

     

    -Sık sık “kadınlar” diyorsunuz. Çoğul sözediyorsunuz onlardan. Çocukluk ve gençliğinizde, ilerde “hayatınızın” kadını olabilecek birini düşlememiş miydiniz?

     

    · - Hayır, çünkü zaten başından beri çokkadınlı yaşadım. Kendimi bildim bileli cinsi yaşamımın çokeşli olacağını düşündüm. “Haremci” oluşum da bundandır; hiçbir zaman ömrümün kadını olacak bir kız düşünmedim. (J. Paul Sartre, Yazınsal Denemeler, s. 126)

     

    D.edecek...


  3. HOKKABAZ PROFESÖR

     

    Mustafa Saka

     

    Büyük Doğu Mimarı; ideolojisiyle, ahlâkıyla, bütün cemiyet müesseseleriyle, mümessilleriyle, müessirleriyle, eserleriyle, mâmülleriyle, mâlülleriyle, halefleriyle ve muhâlifleriyle beraber topyekûn mahkûm eder “mevcud”u. “Ailesi, komik üniversitesi ve hokkabaz profesörü" de dahil olmak üzere "bütün cemiyet müesseselerinden alınan zehirli tesirlerin kusulmasını” emreder!

     

    İbda Mimarı, bu meyanda bugüne kadar yapılmış ve bundan sonra yapılacak olan bütün reddiyeleri bir hükme bağlar: “Kemalizmin asıl buğzedilmesi gereken yanı, idrakleri iğdiş etmiş olmasıdır”! der.

     

    Büyük Doğu, yeni bir medeniyet mimarisidir!

     

    Üstad Necip Fazıl’ın “hokkabaz” tabir ettiği “mevcud” profesör tipi “fikirsiz, esersiz, çilesiz ve idraksiz”dir! Bu kalıbı kırmaya, diğerlerinden farklı durmaya, bir fikir kurmaya çalışır görünenlerin de; 70’inden sonra ellerindeki bir ton malumatla sahneye çıkıp avamı avlamaya mahsus fikir cambazlığı yani hokkabazlık yaptıklarını görüyoruz. Bu tip bir profesör (hiç kusura bakmasın) meselâ Yalçın Küçük’tür! Bu “tip”in siyasetteki prototipi ise meselâ Demirel’dir; bu tip, mütemadiyen konuşup aslında bir şey söylememe ve dönüp dolaşıp “mevcuda şapka çıkarma” ustasıdır!

     

    Bu tip profesörlerden biri, geçtiğimiz ay, birer hafta ara ile, “şiir” üzerine 4 yazı yazmış Zaman Gazetesi’nde;

     

    1- "Nazım Hikmet, Necip Fazıl ve İslam” (08. 01. 2003)

     

    2- "Şiir ve Düşünce” (15.01.2003)

     

    3- "Necip Fazıl ve Düşünce Şiiri” (22.01.2003)

     

    4- "Necip Fazıl’ın şiiri Doğu Hikmeti’ni mi dile getiriyor, Batı Hikmeti’ni mi?” (29.01.2003)

     

    Önce bir gerçeği teslim edelim: Bu yazıları kaleme alan bir “sanat tarihi”ve “felsefe” hocasıdır. “Hokkabazlık” gibi çok çok ağır bir ithamla söze girerek kendisini eleştirecek olan bendenizse, “sanat tarihi” ve “felsefe” dersinde kendilerinin talebesi olabilirim ancak. Ancak, malumat boğuntusuna getiremediği bazı talebeleri olduğunu da en iyi kendileri bilir bir Hoca olarak.

     

    Sırayla gidelim...

     

    «Necip Fazıl, ölümünden sonra Türk Edebiyatı Dergisi’nde (Temmuz, 1983, 117) yayımlanan bir söyleşisinde (bu söyleşiye, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Ahmet Kabaklı vd. katılmışlardır), Nazım Hikmet’in şiirine ilişkin bir soruya, ‘Nazım, bir satıhtır (yüzeydir H.Y.), bir profondör (Fr. ‘profondeur’, ‘derinlik’ H.Y.) değildir’ diye cevap verir ve ilave eder: ‘[A]ma, nakışları olan bir satıhtır.’ Necip Fazıl’a göre, Nazım, ‘şiir kumaşı olan adam[dır].’»

     

    Devam edelim...

     

    «Hiç şüphe yok: Bu söyleşinin bağlamı, Necip Fazıl’ın Nazım’ı beğenmediğini, Nazım’ın şiirini onaylamadığını ortaya koyuyor. Üstad’ın eleştirisi ağırdır: Sathi (‘yüzeysel’) olmak, derine inememek! Yüzeysellik, harcıalem ya da sıradan olmakla eşanlamlıdır. Yüzeyde kalmak, bir meselenin özünü kavrayacak idrak gücünden yoksun olmak anlamına gelir. Basitlik, sığ görüşlülük gibi göndermeleri de vardır ‘yüzeysel’in...»

     

    Devam edelim...

     

    «Peki ama ‘yüzey’ (‘satıh’) niçin ve daima değer düşürücü bir kavram olsun? (1) Şüphesiz, mecazi anlamda, basitliği ya da sığ görüşlülüğü imleyebilir; ama ‘yüzeyde olma’nın (‘satıhta kalma’nın), kelime (literal) anlamıyla, değer düşürtücü bir referansı olamaz. (2) Ve elbette, ‘güzel’ olanı gerçekleştirebilmek için, Necip Fazıl’ın diliyle söylersem, bir ‘profondör’ olmaya gerek de yoktur! (3) Divan şiirini düşünelim: Belki istisna sayılabilecek birkaç şair dışında, genel olarak, divan şiirinin, ‘nakışları olan bir satıh’ geleneği inşa ettiğini önesürmek, o geleneğin değerini niçin düşürmüş olsun? (4) Divan şiiri geleneğinin, ‘satıh’ta kaldığı için, ‘güzel’ olan’ı üretememiş olduğunu söylemek mümkün müdür? (5) Elbette hayır! (6)»

     

    Şimdi burada duralım!

     

    Hokkabaz sahneye çıkıyor, "bu şapka, bu mendil" deyip bir "hokus pokus" yapıyor ve altı tane tavşan çıkarıyor şapkadan...

     

    İnsanın bütün aklî melekeleri dumura uğruyor. İnsan zekâsına bu kadar da hakaret edilemez. Ayıp!

     

    (1) Bütün ömrünce fikrini eşya ve hadiselere nakşetmeye çalışan, idealini tatbikatta görme mücadelesi veren, bütün ülke sathını en derûnî renkler ve seslerle tefriş ve tezyin etmeye çalışan Necip Fazıl bir esoterik, bir bâtıniyeci, bir Hint fakiri midir; ki "satıh DAİMA değer düşürücü bir kavramdır" demiş olsun?! (2) Sadece satıhta kalmak, “literal” anlamıyla elbette değer düşürtücü bir durumdur. (3) Güzel olanı gerçekleştirebilmek için, Necip Fazıl’ın diliyle, elbette profondör olmaya gerek vardır; aksinin adı sathî güzelliktir, yaldızlı bir teneke parçasıdır, ilk cümlede bütün sırrı dökülen bir kenar mahalle yosmasıdır. (4) Divan Şiiri, "nakışları olan bir satıh” değil, “derinliği olan nakışlı bir satıh”tır. (5) Divan şiiri için: “Derinliklerini kaybettikçe satıh güzelliğinden ibaret kaldığını” söylemek mümkündür. (6) Elbette evet!

     

    Devam edelim...

     

    «Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Edebiyat Üzerine Makaleler’deki ‘Eski Şiirimiz’ başlıklı yazısında, Divan şiirinin ‘Garbın anladığı manada (...) deruni müdahalelerden’ yoksun olduğunu bildirir: Divan şiiri bu anlamda ne ‘deruni’ ne de derindir! Ama Tanpınar, hemen arkasından şunları yazar: ‘Fakat onlarda (Divan şiirinde H.Y.) sadece insanlığa has bir meziyet olan güzelliğin elde edilmiş olmasından gelen bir beşeri taraf vardır ki, sanatta asıl istenen de odur. (...) K.Otto–Dorn, Die Kunst der Islams’da ‘İslam’da gerçek yaratıcılık[ın], dekoratif olana, doğanın soyut–süslemeci ifadesine, formalizme, yüzey etkisine (vurgu benim H.Y.), hareketli çizginin oyununa ve renk kompozisyonlarının armonisine yönel[diğini] bildirir. R. P. Wilson da, Islamic Art’ta bu görüşü daha önce dile getirmiştir: ‘İslam sanatı, öncelikle yüzey süsleme (vurgu benim H.Y.) sorunuyla ilgilenmişti[r].’’ (...) (Edward) Said, İslam’ın ‘Dünya’yı ne eksiltilecek ne de çoğaltılacak bir Dünya olarak gör[düğünü]’ bildirir ve şöyle der: ‘Bu nedenle de mesela ‘Binbir Gece Masalları’ gibi metinler, süslemeci (vurgu benim H.Y.) metinlerdir: – Dünya’yı tamamlamaz, Dünya üzerine oynarlar.’»

     

    Ahmed Hamdi Tanpınar, K.Otto–Dorn, R. P. Wilson ve Edward Said; söyledikleri, doğru ve yerinde tesbitler... “Doğu”nun “Tevhid” akîdesi, zâtî ve sübûtî sıfatlarıyla bir Allah inancı ve İslâm ahlâkına mukabil; Batı çok tanrıcıdır. Hristiyanlığı da paganlaştırmıştır. “Tanrı”yı yere indirmiş, insanı göklere çıkarmıştır. “Batı”nın derinliği, ontolojik-felsefî arayışıdır. “Doğu”, batılının arayıp da bulamadığına “İslâm”la sahibdir zaten. Ancak İslâm aşk ve vecdi kayboldukca bir sahte itminana, tembellik ve atalete kapılmıştır “Doğu”. Fakat son tahlilde, dikey ilerlemeci tarih anlayışı nazarında dahi çok tanrıcılık bir geri ve sığ aşamadır. K.Otto–Dorn, Die Kunst der Islams’da: “İslam’da gerçek yaratıcılığın dekoratif olana, doğanın soyut–süslemeci ifadesine, formalizme, yüzey etkisine, hareketli çizginin oyununa ve renk kompozisyonlarının armonisine yöneldiğini” söylerken, İslâm sanatının derin ve ileri bir medeniyetin ürünü olduğunu söylemek istiyor aslında. İslâm sanatı derin ve ileridir; çünkü mücerretleri müşahhaslaştırmaya, hikmetleri putlaştırmaya kalkmaz. Ayrıca sanat ve tabiî şiir, alenen söylemek değil; gizlemek, sembollerle konuşmak demek olmalıdır. Türkçemizde, tuvalete gitmenin bile kaç değişik ifadesi vardır; ki bu derinliktir, medenîliktir. Tuvalete gitmeyi, fiilin en “somut” ifadesiyle söylemek ise sığlıktır, ilkelliktir, terbiyesizliktir. Şiirde bunu “tebliğcilik” diye niteleyip mahkûm eden bizzat Necip Fazıl’dır. Nazım’ın şiirini ise “derin” bulmadığı gibi “müzeyyen” de bulmaz; şiir kumaşı olan, ara sıra güzel sesler de çıkaran sığ bir tebliğci olarak görür Nazım’ı.

     

    Hokkabaz Profesör sahnede, mendilleri şapkasına koyuyor ve bakın bu hakikatleri nasıl bir göz boyayıcılıkla tavşana dönüştürüyor?!

     

    «Tuhaf ve manidar bir durum! İslamcı Necip Fazıl, bir ‘satıh’ olduğunu söylerken, aslında Nazım’ın, gerçek anlamda İslam estetiğinin içinden yazdığının farkında görünmüyor. (...) Necip Fazıl, Nazım’ı eleştirirken, o eleştirinin Nazım’ı, İslam estetiğini yeniden üreten bir şair konumuna getirdiğinin ayırdında görünmüyor. Belki bu bağlamda yapılacak bir çözümleme, NECİP FAZIL’IN ŞİİRİNİN, KENDİ DEYİŞİYLE, BİR ‘PROFONDÖR’ (YA DA, TANPINAR’IN DEYİŞİYLE, ‘GARB’IN ANLADIĞI MANADA DERUNİ MÜDAHALELER’ İÇEREN BİR ŞİİR) OLARAK BATI ESTETİĞİNE YAKIN DURDUĞUNU; NAZIM’IN ‘SATIH’ OLARAK İSLAM ESTETİĞİNE, NECİP FAZIL’IN İSE, BİR ‘PROFONDÖR’ OLARAK BATI ESTETİĞİNE EKLEMLENDİĞİNİ ORTAYA KOYABİLİR.»

     

    Devam edelim...

     

    «Paul Valéry, ‘Degas, Dance, Dessein’de, ünlü ressam Edgar Degas ile Stephane Mallarmé arasında geçen bir dialoğu nakleder: Degas, şiir yazmayı tasarladığını, fikirleri olduğunu, ama bu fikirleri bir türlü şiire dönüştüremediğini söyler;– nedenini sorar Mallarmé’ye: Mallarmé, şu cevabı verir: ‘SEVGİLİ DEGAS, ŞİİR KELİMELERLE YAZILIR;– FİKİRLERLE DEĞİL! Biliyoruz. Ahmet Haşim de Mallar mé gibi düşünüyor, ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’da, şiirde ‘mânâdan ne kastedildiğinin bil[inmediğini] bildirir Haşim ve şöyle der: ‘[Mânâ] [f]ikir dedikleri bayağı mütalealar yığını mı, hikaye mi, mazmun mu ve ‘vuzuh’ bunların adi idrake göre anlaşılması mı demektir?’ HAŞİM’E GÖRE, ‘ŞİİR İÇİN BUNLARI ELZEM ADDEDENLER, ŞİİRİ TARİH, FELSEFE, NUTUK VE BELAGAT GİBİ BİR SÜRÜ SÖZ SANATLARIYLA KARIŞTIRANLAR[DIR].’ DOLAYISIYLA, ŞİİRİN ‘FİKİRLERLE DEĞİL, KELİMELERLE’ YAZILIYOR OLMASI, ŞİİRLE DÜZYAZI ARASINDAKİ AYRIMA DA İŞARET EDER. Haşim’in deyişiyle, ‘mânâ ve vuzuh’, fikirlerle yazılan düzyazıya aittir. Şiirde ise ‘her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan (...) hislere, kelimelerin mânâsı fevkinde (...) bir ifade bulmaktır.’ ÖYLEYSE ŞUNU kesinleyebiliriz: MALLARMÉ’YE VE ONUN İZİNİ SÜREN HAŞİM’E GÖRE ‘DÜŞÜNCE ŞİİRİ’, MÜMKÜN GÖRÜNMÜYOR.»

     

    "Düşünce şiiri mümkün görünmüyor” mâdem, şöyle soralım şu hâlde: “Düşüncesiz şiir mümkün görünüyor mu”?!

     

    "Düşüncesiz” bir şiir, evet var; şizofren şiir... “Σχιζοφρένεια-Shizofrénia"; yırtık bir şuurun eseri, freni patlamış araba gibi sonu belli bir şiir... Fakat bu şiirin temsilcilerinden biri Haşim değil. Haşim’e iftira ediyor Hokkabaz Profesör; Haşim, şiir üzerine çok önemli bir düşünce beyan ediyor, şiirin düz yazı gibi bir tebliğ aracı olmadığını söylüyor. Necip Fazıl da bunu söylüyor. Ve öylesine şiir ki şiirleri, öyle büyülü bir ses ki; hafif görme bozukluğu olanların devasa “Büyük Doğu Fikriyâtı”nı görmelerine bile mâni olabiliyor zaman zaman.

     

    Devam edelim...

     

    «Necip Fazıl, kendi şiiri için yaptığı dönemselleştirmeyi, 1934 yılında intisap ettiği Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri ile tanıştıkları tarihle ilişkilendirir:

     

    ‘O’ndan Önce’, ‘O’nunla Beraber’ ve ‘O’ndan Sonra / 1934 öncesi (Necip Fazıl’ı eleştirenlerin deyişiyle) “Genç Şair’ dönemini, 1934’ten Arvasi Efendi Hazretlerinin ölümüne kadar geçen ‘Mistik Şair’ dönemi izleyecek ve 1943’ten sonrasında ise (yine onu eleştirenlerin deyişiyle) ‘sabık şair’lik dönemi başlayacaktır. ‘Sabık şair’, evet, çünkü Üstad’ın bizzat kendisi, “Ver cüceye onun olsun şairlik Benim gözüm büyük sanatkarlıkta’ demiştir de ondan... “Büyük Sanatkarlık!’ Necip Fazıl’ın ‘büyük sanatkarlık’tan anladığı, Tanpınar’ın deyişiyle, “mistik bir cezbeye kapıldıktan sonraki ‘dava adamı’ kimliğidir. Onun için, şairlik ve mütefekkirlik birlikte gidecektir. (...) Nereden bakılırsa bakılsın, 1934 sonrası şiirler, artık düzyazısaldırlar. (...) Necip Fazıl’ın tasavvufi şiirleri kavramsal, dolayısıyla düzyazısaldırlar ve bir güzellikleri varsa, bu, düzyazısal bir güzellik’tir. Ötedenberi ileri sürdüğüm gibi, Necip Fazıl, bu anlamda, Batılı bir şairdir: (Büyük) Doğu’lu değil!»

     

    İşte zurnanın zart dediği yer burası; ağzındaki baklayı çıkarıyor Hokkabaz Profesör... Bu kadar hokus pokusun amacı budur; asıl problem Necip Fazıl’ın müslüman olmasıdır! Tarihte bir eşi daha görülmemiş böyle bir zulmet çağında insanlığın kurtuluşunu yeniden bestelemiştir Necip Fazıl. Bunu yaparken şiirin kılına bile bir halel getirmemiştir üstelik. Tabiî Fuzuli devrinde yaşasaydı muhakkak daha farklı şeyler yazardı. “Batı” deyince hep münkir felsefe, “Doğu” deyince akla hemen Binbirgece Masalları ve Divan Edebiyatı mı geliyor? Hayır bundan sonra böyle olmayacak! Büyük Doğu-İbda, “Doğu”nun ve “Batı”nın tarifini ve talihini değiştirecek bir dönüm noktası, bir medeniyet mimarisidir! Hokkabaz Profesör’ün söyledikleri arasındaki “hakikatler”i bizzat Necip Fazıl Büyük Doğu Külliyatı boyunca söylemiştir zaten; “Poetika” ve İdeolocya Örgüsü’nden “Doğu-Batı” bahisleri tekrar okunmalı. Salih Mirzabeyoğlu’nun “Şiir ve Sanat Hikamiyâtı” okunmalı!!!

     

    "Büyük Sanatkâr" Necip Fazıl’ın “şairlik” verdiği cücelerden biri de bu Hokkabaz Profesör... O hâlde kendisine bir bakalım; kendisi ne yazmış, nasıl yazmış?

     

    «bilirsin, kalp gözüne ayn'a gerek... -ve soru-

     

    Al sana tebliğ! Üstelik "ayn" ve "ayna"; çok bildik bir kelime oyunu.

     

    lar uzuyor isra'da... aksam çürük ve sarı

     

    lambalar yukseliyor, sırlarla, göğe doğru;

     

    ve toplanıp geliyor gece yolculukları...»

     

    Üç mısrada Sezai Karakoç etkisi görülüyor.

     

    «bir yolculuk bizimki... hani durak, yol nerde?»

     

    Ne büyük(!) soru!

     

    «hangimiz ötekine giz oluruz ya da sır?»

     

    "Giz" ve "sır"?!

     

    «ayna tende dağılır, ten aynada yiter de»

     

    Bildik ifadeler!

     

    «fırtına saatlerde aşklardaki ince kum»

     

    Şizofreni bile değil!

     

    «üstüme yığılırken, akşamları kederle

     

    -ve sanki sevişirmis gibi ikindilerle,»

     

    Ne diyor şair? Hiç!

     

    «ve sanki tütüne ve bakıra

     

    bir küf gibi musallat

     

    hamidiye alayları»

     

    Bu satırlar şiir değil. Bakır küflenmez. Abdülhamid’e düşmanlığını tebliğ ediyor şair!

     

    «doğunun diyalektiği

     

    su şafağa dönüşür ve güzün felsefesi

     

    yaprağı akarına bırakmak»

     

    "Doğu"nun diyalektiği buysa, Necip Fazıl "Batı”ya sürülmelidir!

     

    «onlar hüznü bir çeyiz

     

    çileyi ince bir nergis

     

    ve gülerken bir dağ silsilesi

     

    taşırlar

     

    ve birer acıdan ibarettiler

     

    kayıtlarımızda (...)

     

    ve bir fişeklige dizilmiş

     

    gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla

     

    acıya pusu kurandır

     

    ölüm bir aşirettir doğuda»

     

    Alın size bir “nazım” örneği ve bir Nazım kopyası!

     

    «bir göl güle düşerse

     

    göl değil de gül bulanır

     

    giden ben değilim, yoldur

     

    dili soyleyen sevdaysa

     

    mektubum kalbime yollanır»

     

    Ne muazzam buluşlar; gözleri yaşarıyor insanın!

     

    «DEVRİM

     

    Bir gülün açılması devrimdir (...)»

     

    «SÖMÜRGE

     

    Elyazması acılar asılmış duvarlara

     

    Tezgahlar umutları daha da germiş

     

    Dokurlar kenevirden ev resimleri (...)»

     

    İşte böyle devrimci ve antiemperyalist şiirleri de var!!

     

    «doğunun sevdaları 1

     

    sevda derinlerdedir, oysa ferhad

     

    üstünü kazmada dağın»

     

    "Batılı olmak” ithamına maruz kalmamak için inmiyordur derine!

     

    «yelkenler mutasavvıf

     

    ve boynu büküktüler

     

    ve bedreddin büyük fırtınalarla

     

    uğuldayan kaftanı giydi

     

    ve işte kırmızı ve sahtiyan

     

    bir kuşak gibi

     

    duyuyor tanyerini etinde

     

    ilkyaz, koynumuzda bir resimdi

     

    o isyan ki kana kana rumeli

     

    ve yıkık bir ayazma suretinde

     

    onda belirdi»

     

    Siirtli Arab’ın bu Bedreddin ve Rumeli aşkı nereden geliyor acaba? Yoksa bir doğruluk payı var mı hakkındaki “Sabataist” iddialarının?

     

    İnternette okuduğum uzun bir yazıdan kısa bir alıntıyla noktalayalım yazımızı...

     

    «Cumhuriyet'in, tüm bunlarin yaninda, kurucusu Yunus Nadi'den bu yana uzanan bir masonik yapisi var. Mason olan Yunus Nadi (sagda), Arnavut kökenli yazar Naci Pelister'in "Türk Matbuati Yahudilerin Kontrolü Altinda" baslikli bir yazisinda bildirdigine göre, ayni zamanda da bir "Karaim Yahudisi"ydi. Karaimler, 8. yüzyilda kurulmus bir yahudi tarikatiydi. Bu durumda Cumhuriyet'i bir "tarikatçi gazetesi" olarak tanimlamak mümkün olabilirdi; ama Islam degil, yahudi tarikati elbette. Cumhuriyet'in kurulusunda Yunus Nadi'den sonra önemli bir rol oynayan Zekeriya Sertel'in de bir yahudi dönmesi olusu ilginçti. Cumhuriyet'in Milli Sef dönemindeki yükselisi ise, iki yahudi sirketinden aldigi destek sayesinde oldu. O dönemde Türkiye'deki gazetelerin ilan isleri, "yahudi sirk tarikati elbette. Cumhuriyet'in kurulusunda Yunus Nadi'den sonra önemli bir rol oynayan Zekeriya Sertel'in de bir yahudi dönmesi olusu ilginçti. Cumhuriyet'in Milli Sef dönemindeki yükselisi ise, iki yahudi sirketinden aldigi destek sayesinde oldu. O dönemde Türkiye'deki gazetelerin ilan isleri, "yahudi sirketi" olan bilinen Hoffer'in, kagit isleri de yine "yahudi" olarak bilinen Burla Biraderler'in elindeydi. Onlarin tutmayacagi bir gazetenin yükselmesi, hatta yasamasi zordu. Cumhuriyet iste bu nedenle yükseldi. Cumhuriyet'in masonik yapisi bugün de sürüyor. Örnegin Göknel'in masonlarla baglantisini saglayan Mesale locasi Üstad-i Muhteremi Prof. Selçuk Erez, Cumhuriyet gazetesi yazarlarindan. Cumhuriyet gazetesinin danismanligini da Ugur Mumcu'nun 'holding profesörü' olarak adlandirdigi tescilli mason Çetin Özek üstlenmis durumda.33 Panorama dergisinde de "Cumhuriyet Olayinin Içyüzü" kapagiyla bildirilen haberde Cumhuriyet gazetesi Yönetim Kurulu Baskani Çetin Özek'in avukatligini yaptigi bir özel televizyon kanaliyla Cumhuriyet arasinda arabuluculuk faaliyetlerinden bahsedildi. Sözen'in kurmaylarindan YAHUDİ DÖNMESİ HİLMİ YAVUZ'la Cumhuriyet gazetesi arasindaki iliskiler ise baglantinin bir baska yönüydü.»


  4. BÜYÜKLERE MASALLAR II

     

    MÜSLÜMANLAR 'CİHAD'I DİNLEMEDİ

     

    Mustafa Akyol

     

     

     

    Şu günlerde Türk basınının bazı köşelerinde "bu Araplar zaten bizi satmıştı" söylemi yeniden boy gösterdi. Türkiye'nin İsrail'in devlet terörüne maruz kalan Lübnan halkına fazlaca sempati beslememesi gerektiğini açıkça savunan veya ima eden kalemler, ülkemizin ulusal mitlerinden biri olan "Araplar'ın I. Dünya Savaşı'ndaki ihaneti"ni yeniden ortaya sürüyorlar.

     

    "Büyüklere Masallar I: 'Araplar Osmanlı'ya İhanet Etti'" başlıklı eski bir yazımda, bu mitin doğru olmadığını anlatmıştım. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör'ün "İslam'ın Bugünkü Meseleleri" adlı kitabında (Ötüken Neşriyat, 1981) aynı konuda başka bazı önemli bilgiler de var. Güngör, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1915 yılında İtilaf Devletleri'ne karşı dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı "cihad" çağrısının aslında sanılandan — veya gösterilenden — çok daha etkili olduğunu anlatıyor. Çeşitli tarihsel kaynakları dipnot vererek şöyle diyor:

     

    Cihad Fetvası doğurduğu neticeler itibarıyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. İslam dünyasının bu çağrıya hiç aldırış etmediği, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı İngilizler safında çarpıştığı veya onlar hesabına Türklere ihanet ettikleri söylenir. Meseleyi biraz derinliğine araştıranlar göreceklerdir ki, bu iddialar bazı gerçeklerin yanlış yorumuna dayanmaktadır. Cihad Fetvası'nın istenen tesiri gösteremeyişinin başlıca sebebi, o çağda İslam dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş davetini gereği gibi duyuracak komünikasyon imkanlarından bile mahrum bulunmasıydı. İngiliz propagandasının Cihad Fetvası'ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sayesinde fetvanın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

     

    Nitekim Çanakkale muharebelerinde bize karşı İngiliz saflarında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz İttihatçılar'ın Halife'yi hapsettikleri ve İngilizler'in de onu kurtarmak için İttihatçılar'a savaş açtıkları propagandasına inandırılmışlardı. İmparatorluk dışında en çok Müslüman nüfus barındıran Hindistan'da da bu hususta çok kesif bir propaganda yapıldığı görülmektedir. İngilizler savaş sırasında Hint Müslümanlarını "harbin bir mahiyet-i diniyyeyi haiz olmadığına, Osmanlı padişahına ve İslam'ın saltanatına hiç bir zararı dokunmayacağına" inandırmışlardı. Ayrıca Lordlar Kamarası'nda "Hilafet'e ait hiç bir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti'yle olduğu" beyan edilmişti. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin "Halife'nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu olan nazırların aleyhine" olduğunu bildirmişti. (s. 159-160)

     

    Prof. Güngör, I. Dünya Savaşı sonrasında da dünya Müslümanlarının Osmanlı'ya ve Türkiye'ye yönelik süregiden sadakatlerinden şöyle söz ediyor:

     

    Harbin sonunda Osmanlı topraklarının parçalanması, İstanbul'un ve Halifeliğin Türkler'den alınması veya Halife'nin devlet reisliği sıfatından sıyrılarak papa gibi sırf ruhani bir lider mertebesine indirilmesi fikirleri ortaya çıkınca, Hindli ve Mısırlı Müslümanlar arasında büyük reaksiyonlar görüldü. Hind Müslümanları İngiliz hükümetine Hilafet'e dokunulmaması ve Türk devletinin parçalanmaması konusunda çeşitli yerlerde ve birçok defa tehdide kadar varan protestolar yağdırdıktan sonra, Anadolu'daki kurtuluş mücadelesine büyük maddi ve manevi yardımlar yapmışlardır ki, bu yardımların mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir. Dikkati çekecek bir başka husus da, Hilafet'i korumak üzere harekete geçenler arasında Sünni olmayan Müslümanların da (Ağa Han gibi) bulunmasıdır. (s. 160-161)

     

    Müslümanlar arasında kanlı Sünni-Şii çatışmalarının yaşandığı, Türkler'in Araplar Araplar'ın da Türkler aleyhine milliyetçi tepkilere sürüklendiği şu günümüzde, söz konusu tarihi gerçekleri bilmek ve ortaya koymakta büyük yarar var. Hele de Türkiye içinde Müslümanlığın gereklerinin yaşanmasına engel olmak isteyenlere, bu ülkenin zaten ancak Müslümanlık bilinci sayesinde kurulduğunu göstermek gerek. Belki biraz utanırlar...


  5. ZİHİN KİRLİLİĞİNE DAİR I

     

    -Mevdûdî Örneği-

     

    Abdülkadir Coşkun

     

     

     

    1970'li yıllarda başlayan Mısır, Pakistan ve İran kaynaklı tercüme faaliyetleri adına 'zihin kirlenmesi' dediğimiz hadiseyi beraberinde getirdi. TC'nin kurulma aşamasına kadar gelinen süreçte tamamıyla Ehl-i Sünnet itikad ve ameliyâtını ta'lim etmek için sistemleştirilmiş olan medreselerin önce içeriğini yitirmesi ve sonra varlıklarının da tamamen ortadan kaldırılmasıyla halka dinini öğreten 'âlimler zinciri'nde kopukluk olmuş, meydana gelen boşluğu doldurmak için de sözkonusu tercüme faaliyetlerine girişilmişti. Fakat çok geçmeden bu tercümelerin akidevî mevzuları anlamada problem çıkardığı ve zihinleri altüst ettiği anlaşıldı. Kısacası Allah ve Rasûlü (SAV)'ne ittibayı esas alan ve daima itidali temsil eden "Sünnet ve Cemaat Ehli"nin önkabullerine bir muhalefet sözkonusuydu.

     

    O dönemlerde medreselerin son temsilcileri diyebileceğimiz âlimler, samimi cemaatlar, tarikatlar ve tabii ki bir mütefekkir olarak merhum Üstad Necib Fazıl sözkonusu 'zihin kirlenmesi'ne yol açan çalışmalara şiddetle karşı çıktılar. Böylece ithal reçeteler yayılma alanı bulamamış, sadece zaten kafaları karışık olan, ilim ve fikirden uzak birtakım çevrelerde revaç bulmuştu. Ancak İran'da adına İslam Devrimi denilen devrimin olmasından sonra, ithal reçeteler Türkiye'de müthiş bir yayılma alanı bulmuştu. Bir dönem İslam Dünyası'nda ilk devrim olması hasebiyle Türkiye'deki Sünni çevrelerden de destek almış olan İran ve İrancılar, İslam tarihi boyunca akidevî ve amelî yönden Ehl-i Sünnet'e derinden bir muhalefeti olan Şia'nın bu yönü zihinlerde tekrar canlanınca İran'a ve İrancılar'a kaşı bir kamuoyu oluştu. Ancak bu kamuoyunun oluşum sürecinde samimi cemaat ve tarikatlar eski hassasiyetlerini kaybetmişler ve alabildiğine pörsümüşlerdi. Mevcud Ehl-i Bid'at tasallutuna karşı koymaya çalışan birkaç grup ise hem ilmî, amelî yetersizlikleri, hem de tenkidlerindeki istinad noktaları hasebiyle karşı tarafa bir puan veriyordu. Çünkü sözkonusu ithal reçeteleri tenkid eden gruplar sisteme sığınıyor, bir münkeri def edeyim derken başka bir münker iş işliyorlardı. Mesela bunlardan biri olan Hüseyin Hilmi Işık'ın şu ifadelerine bir göz atalım: " ... Müslimânlar bu nasîhatlara uymalı, Mevdûdî ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin, sapıkların, din câhillerinin ısyâna teşvîk eden, fitneyi körükliyen zararlı, uydurma tefsîrlerine, kitâblarına aldanmamalıdır. Cihâd, devletin, ordunun, düşmanlarla, kâfirlerle, sapıklarla harb etmesi demekdir. Müslimân devlet olsun, kâfir devlet olsun, âdil olsun, zâlim olsun, kendi devletine ısyân etmeğe, vatandaş kanı dökmeğe, birbirine saldırmağa cihâd denmez. Fitne, fesâd çıkarmak denir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", (Fitne çıkarana Allah la'net etsin!) buyurdu. Müslîmanlar devlete karşı ısyân etmez. Fitneye, ısyâna karışmaz. Kanunlara karşı gelmez." (1)

     

    İşte bu tür yanlış ve sapık yorumlardan dolayı İrancılar Ehl-i Sünnet'in sistem yanlısı, dolayısıyla TC yanlısı olduğunu her fırsatta dile getiriyorlardı. Ehl-i Bid'at olan Şia'nın Türkiye'de yayılma alanını daraltan faaliyetleri ise tam anlamıyla İbda Cepheleri yapmıştı.(2) Bugün ortalıkta hem İrancı diye birşey kalmadı, hem de İran'da devrim sonrasıyla devrim öncesi arasında pek bir farkın olmadığı iyice belirginleşti. Türkiye'deki İrancılar adeta 'mama'yı nerede buldularsa oraya çöreklendiler. Kimisi hümanist ağzıyla konuşarak bütün insanların kardeş olduğu tekerlemesini tekrarladı, kimisi ise Müslümanların başına 'demokrat' kesildi ve liberalleşme süresicine liberallerden daha fazla katkıda bulundular.

     

    *** *** ***

     

    Bugün hâlâ ithal reçetelerin bizim için bir fayda sağlamayacağını farkedemeyenlerin var olduğu göze çarpıyor. Bu meyanda Fecre Doğru dergisinin Şubat 76 ve Mart 77. sayılarında Faruk Özarslan imzalı "Davet ve Eylem Adamı Üstad Mevdûdî" başlıklı bir yazı neşredildi. İki bölümden oluşan yazıda Mevdûdî'nin hayatı, mücadelesi ve eserlerinden bülümler yer alıyor. Yazının sonlarına doğru ise şu ifadeler yer alıyor: "Ülkemizde Üstad Mevdûdî ile ilgili çok haksız, yersiz, seviyesiz değerlendirmeler ve iftiralara varan yaklaşımlar sergileyenler olmuştur. Hiçbir ilmî değeri olmayan bu değerlendirmelerden birini de maalesef Üstad Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır. O'nun Mevdûdî ile ilgili değerlendirmesini diğer haksız değerlendirmelere mesnet teşkil etmesi açısından aktaralım." (sh. 33)

     

    Peki Üstad Necib Fazıl ne demiş: "<İslamda İhya Hareketleri> adlı eserinde bu adam, dar ve kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu metodun baş temsilcisi İbn-i Teymiyye'yi göklere çıkarıyor, İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş, bir iç ve dış kahramanını yalnız dış cephesiyle ele alıp içini görmemezlikten geliyor, İmam-ı Gazâlî Hazretlerini güya <müceddid-yenileyici> tanıdıktan sonra onda bir takım zaaflar buluyor ve bu zaafları üç noktada topluyor. Hadis ilminde eksikliği (rasyonel-akli) ilim tesirinde kalışı ve tasavvufa kapılışı... Böylece tasavvufu, yani kâinatefendisinin bâtın nûrunu inkâr etmiş ve hakikatte kendi metodu olan kara aklı İmam-ı Gazalî'ye mal etmek ve yermekle tezatların en gülüncüne düşmüş bulunuyor. <Hadiste zaif> demesi de, akılla aklı yenen büyük kahramanın iç kanal mevzuunda gösterdiği hadislere muhalefetinden doğuyor. (...) Ben de el yazısı mevcut bir şahâdete göre de, bizzat bu şahidin <mezhebiniz nedir?> sualine <mezhebim yok!> cevabını veren sapık..." (Türkiye'nin Manzarası'ndan)

     

    Öncelikle Üstad'ın tesbit ve teşhislerini değerlendirirken o yazının yazıldığı dönemi iyi bilmek gerekiyor. O dönemde Ehl-i Sünnet dışı ekoller yoğun olarak sahnede yer alıyordu. Üstad'ın üslubunun sert ve keskin olması bu sebebe bağlanabilir ve Mevdûdî gibilerine hiçbir kapı bırakmamak için tenkidlerini bu derece sert yaptığı söylenebilir. Ama sert veya nazik, bir şekilde hakikati dile getirdiğine göre problem yok demektir. Unutulmamalıdır ki Üstad bir mütefekkirdir, yanlış gördüğü yerde teşhisi koyar ve hemen onu bütün fikir içinde bir parça mevzu yapar.

     

    Yazımızın ilk bölümünde Mevdûdî hareketinin bize model olamayacağı konusu işlenecek, ikinci bölümünde ise Üstad'ın tesbitlerinin doğruluğu, Mevdûdî'nin "Kur'an'da Dört Terim" isimli kitabına reddiye yazan Pakistanlı bir âlimden nakiller yapacak ve Mevdûdî'nin sahabeler arasında vâki olmuş olan ihtilaflara bakışını (3), nesh meselesi ve başka mevzulardaki görüşlerinin Ehl-i Sünet'e ters olduğu konularını ele alacağız.

     

     

     

    Mevdûdî Hareketi Bize Model Olamaz

     

    Önce Mevdûdî hareketinin bir hareket olarak başarısızlığını ele alalım. Mevdûdî Cemaat-i İslâmî'yi kurduktan bir süre sonra partileşme yoluna gitti. Bununla da sonunu getirmiş oldu. Şüphesiz Mevdûdî'nin en büyük hatası demokrasi bataklığına saplanmasıydı. Konunun detaylarını ilgili kaynaklara havale ederek "Cemaat-i İslâmî" isimli kitaptan şu önemli tespitleri nakledelim:

     

    "İslâmî İhya Hareketi her nerede başarılı olmuşsa, orada siyasi süreci hazırlıksız yakalamış ve bir coşku anından istifade ederek genel hoşnutsuzluğu bir kitle hareketine dönüştürmüştür. Cemaat örneğinde olduğu gibi, siyasi sürece uzun süreli bir karışma toplumdan yeni kanunlar ve kısıtlamalar şeklinde birtakım birtakım tavizler koparmakla birlikte, aynı zamanda İhya Hareketi'nin büyümesine manialar doğurmakta ve siyasi süreci onun tesirine karşı muaf kılmaktadır. Bu karışma ameliyesi, salt ideolojik bir istikametin yerine pragmatik poitikanın kucaklanmasını koymaktadır. Bu da uzlaşmaya sevketmekte ve uzlaşma da İhya Hareketlerinin sisteme bağlı siyasi müesseselere tahvil etmektedir. Nihayetinde demokrasi İhya Hareketi'nin büyümesi için en iyi kontrol vazifesi görmektedir. Çünkü demokrasi siyasi tartışmanın alanını çeşitlendirmekte ve siyasi sürece İslâmî aktivizmi kısıtlaması muhtemel olan uzun süreli bir karışmayı temin etmektedir. Mesela 1989'dan beri Pakistan'ın iki hakim ulema partisi olan Câmiât-i Ulemâ-i İslâm ve Câmiât-i Ulemâ-i Pakistan'dan her ikisi de politika ihtilâfları yüzünden hiziplere bölündüler.

     

    Demokrasi, ihyacı hareketin dahi muaf kalması mümkün olmayan eğitimi bünyesinde barındırmaktadır. Bu bağlamda ihyacı hareketin demokrasiye yaklaşımı ve demokrasi ile problemleri Avrupa komünizminin istihalesine yol açan yaklaşım ve problemlerden pek farklı değildir. Yeni zorunluluklar köklü değişikleri iktiza eder bu da yeni değerlerin benimsenmesine yol açar. Mesela Cemaat 1947'den beridir partinin İslâmî düşünceyi modernleştirmesini izhar etmekte ve gittikçe demokrasiye ve hukukî sürece bağlılığını artırmaktadır. Parti demokratik bilinç yapısını tamamıyla özümsememiş olsa da onun demokrasiye bağlılığı göz ardı edilmemelidir. Bu bağlılık ilkin siyasi bir oyun olarak ortaya çıktı fakat gittikçe yeni bir yön tutturmanın işareti haline geldi. (...)

     

    Cemaat başlangıçta yüksek standartların ve ideolojik bağlılıkların üyeliği sınırladığı bir "kutlu topluluk" olarak düşünülmüştü; o öncü bir partiydi, bir "teşkilatlanma silahı" idi. Bu, partinin gücünü nicel varlığını çok ötesine tevcih etmesini ve güçlükler vasıtasıyla onu canlı tutmasını mümkün kılıyordu. (...) Diğer taraftan Cemaat'in teşkilâtının partinin bağlandığı siyasi programı yürütmek için tasarlanmadığı da bir gerçektir. Bir "kutlu topluluk" fiki bir parti olarak icra-i faaliyet etmeye pek uygun değildir. Aynı şekilde partinin idolojisi siyasi programına ters düşmektedir. (...) Partinin inkılâpçı retoriği, federal yapıyı desteklemesine de ters düşmektedir. Siyasi sürece katılmak suretiyle, pratikte devletin mevcut şekline muhalefeti her bakımdan terk etmiş bulunmaktadır. (...) Kısacası Cemaat bir ideoloji olarak ihyacılığı sosyal bir hareket olarak ihyacılığa dönüştürmeye muvaffak olamadı. Belli bir dönem boyunca kitleleri toplu bir hareket için İslâmî bir bayrak altında seferber etmeye muvaffak olamadı." (4)

     

    Mevdûdî'nin başarısız olduğunu Faruk Özarslan da yazısında ifade ettiği halde daha nasıl ona 'eylem' adamı diyebiliyor?

     

     

     

    DİPNOTLAR

     

     

     

    1) M.Sıddık Gümüş (H.Hilmi Işık), Tam İlmihâl -Seâdet-i Ebediyye-, Hakîkat Kitâbevi, İstanbul 1986, 36. Baskı, sh. 355.

     

    2) Özellikle aylık ve haftalık olmak üzere toplam 74 sayı çıkan Taraf Dergisi İrancılar'ın üzerine gitmiş, yazılı ve fiilî çalışmalarıyla hem onların içyüzlerini ortaya çıkarmış, hem de mevcud Ehl-i Bid'at tasallutunu frenlemişti.

     

    3) Burada özellikle şu hususu belitmek istiyoruz. Bazı yazarlar sahabeler arası ihtilafları ön plâna çıkaran kitaplar çıkararak ümmetin sahabeler konusundaki i'tikadını sarsmayı hedeflemektedirler. Bu tür bozuk düşünceleri görmek isteyenler adeta bu işi kendisine semaye yapan Mustafa İslamoğlu'nun şu iki kitabına bakabilirler: İmamlar ve Sultanlar, Denge Yayınları, İstanbul 1990; İman Risalesi, Denge Yayınları, İstanbul 1994, 5. Baskı. Müslümanların sahabelerle ilgili olan inançlarını ve özellikle Hz. Muaviye (RA) hakkında ileri sürülen bir takım iddiaları çürüten bir eser için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Ashab-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları -Hazreti Muaviye Hakkındaki Suallere Cevaplar-, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul tarihsiz.

     

    4) S.Veli Rıza Nasr, Cemaat-i İslâmî, Trc. Hasan Aktaş, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1998, sh. 360, 362, 363.


  6. ÜSTAD NECİP FAZIL’DAN "KIBRIS BEYANATI"

     

    (Bu "Kıbrıs Beyanatı", "BD Yayınları" arasında çıkan "Konuşmalar" isimli eserden iktibas edilmiştir.

     

    KIBRIS BEYÂNATI

     

    *** Bir muhasebe yapmak gerekirse bize göre Kıbrıs meselesini nasıl değerlendirirsiniz?

     

    - MEMLEKETTE hemen her davada olduğu gibi, Kıbrıs meselesinde de, haysiyetli bir anlayış bulunduğuna kani değilim. Yirmi yıllık Kıbrıs çıbanı patlak verdi vereli, aylar geçtiği halde, ortada hâlâ meselenin peçesini kaldırabilmiş bir kalem veya ağız göremiyorum. Mesele dâima bakireliğini muhafaza etmekte ve benim bu zamana dek susmaktaki zaman kaybım, teşhis bakımından herhangi bir gecikme ifâde etmekten uzak bulunmakta...

     

    Türk’e göre Kıbrıs, "yurtta sulh, cihanda sulh" gibi pasiflerin pasifi ve hertürlü taarruz potansiyelinden yoksun, bütün derdi nefsini müdaafadan ve kabuğuna çekilip oturmaktan ibaret bir telakki gözüyle... Evet, böyle bir telakki gözüyle kocaman bir "hiç"tir.

     

    Başta Araplar ve Osmanlılar tarafından, içeride tam bir oluştan sonra dışarıyı ve dünyayı kendisine irca, yani taarruzî bir gâye uğrunda feth ve teshir edilen Kıbrıs, ancak böyle bir davranış gözüyledir ki, her şeydir.

     

    ***Kıbrıs ekenomisi ve stratejisi hakkında çok şey söylendi, fakat "etnik" bakımdan değeri nedir?

     

    -HAKİKAT adına çekinmeden bildirelim ki, Kıbrıs Türklerinin (etnik) Türk kanadında mevkii -iyiler ve halisler daima müstesna- Türk ruhunun gerçek ve sağlam nescini vâdetmekte zayıftır. Ve zaten mesele, 80-90 bin Türkü kurtarmaktan ibaretse, Balkanlardan Ortaasyaya kadar milyonlarca esir Türk yaşarken böyle bir rizikoya girmeyi emredici bir imtiyaz ve hususîlik arzetmekten uzaktır.

     

    ***Kıbrıs üzerinde emeli olan devletlere göre Kıbrısın durumu nedir?

     

    - SORUNUZU, Yunan ve İngilize göre, Amerika ve Moskofa göre, Araplar ve İsraile göre Kıbrıs şeklinde bölümlere ayırarak cevablandırayım.

     

    Yunana göre Kıbrıs; efendileri hesabına, tepesine "Büyük Yunanistan ve Elenizm" yazılı putlu bayrağı dikilmiş (fantazik) ve hayalî bir bekçilik kulesinden başka birşey değildir. O, Kıbrısı, tek başına ne bir atlama taşı diye kullanabilir ne de bir iç oluşun sınır karakolu olarak muhafaza edebilir.

     

    İngilize göre Kıbrıs; İngiltere, Sultan Abdülhamidden âriyet suretiyle aldığı Kıbrısı, Asya ve Afrikadaki İmparatorluğunun dalyan bekçiliği kulubesi olarak, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar muhafaza etti ve bu savaşı kazanmasına rağmen İmparatorluğunu kaybedince artık bu yükü taşımaktan vazgeçti; orada bir iki noktayı elinde ve emrinde bulundurmakla yetindi. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Kıbrıs, ortada kaldı; ve (stratejik) bakımdan gözleri kendine dönük olup da el uzatmaktan çekinen büyük kuvvetlerin ses çıkaramayacağı bir kukla devlet haline getirilmekten başka bir tasviye şekline imkân bırakmadı.

     

    Amerikaya göre Kıbrıs; İkinci Dünya Savaşı arkasından, onun, bayrağını dünya çapında bir hakimiyet sahasına dikme sevdasına düşmüş olması bakımından, birinci derecede kıymet sahibi bir kontrol, murakabe, müdahale ve gerektiğinde taarruz merkezidir; bütün yükü karşılıksız çekilecek bir (strateji) noktasıdır... Batılı diplolamatların Kıbrısı, "batırılamaz kocaman bir uçak gemisi" diye vasıflandırmaları yerindedir. Ve işte 6. filoyu; daima arkalarında gezen ve hep sayıları arttırılan Moskof deniz kuvvetlerinin Akdenizde mevcut hikmetleri de, bu noktaya, bu noktanın belirttiği mânâya bağlıdır.

     

    Moskofa göre ise Kıbrıs; şimdilik (tez) ve (aksiyon) Amerikada, (antitez) ve (reaksiyon) kendisinde olarak tam tersidir. Moskofun, Kıbrıs etrafında her Amerikan adımını çelmelemek, işi çıkmaza sokmak ve o havzada bir kargaşalık zemini sürdürmekten gayrı hiçbir politikası olamaz; ve üçüncü dünya savaşını açmak kararını vermedikçe elinden hiçir şey gelemez. Kıbrısta hakimiyet kaydedecek bir Amerikalı eli, Sovyetlere göre, Bakü ve İran petrollerinden Arap yarımadasına ve Şimal Afrikasına kadar dünyanın şah damarı olan petrol sahasını, avucunda tutmak mânâsına gelir ve bu elin mutlaka bileğinden kavranması gerekir. Bu noktadan idrak edilmesi gerekir ki, KIBRIS’IN BÜTÜN EHEMMİYET VE KIYMETİ, AMERİKA İLE RUSYA ARASINDADIR.

     

    ***Ortadoğu açısından Kıbrısın ehemmiyeti?

     

    - ARAPLAR ve İsraile göre Kıbrısı değerlendirirken bu soruya ister istemez geleceğiz. Kıbrısta fethedilemez bir kal’a halinde Amerikan üslenmesi İsraili mesut edeceği kadar, petrol havzasındaki Arap dünyasını berbat eder. Zira oradan desteklenecek ve İsrail topraklarından hız alarak gelişecek bir toslama, Irak, Hicaz ve Libya müsellesinin çerçevelediği büyük ve hayatî madde "petrol" sahasını her an kontrolü altına alabilecek bir harekete yolaçabilir. Hatta Kıbrısa istinatlı bir kontrol, herhangi büyük bir inkişaf ve ihtilât takdirinde İran ve Kafkas petrollerine kadar yalayıcı bir sınır çizebilir.

     

    O HALDE İSRAİLE, KIBRISTA AMERİKAN ÜSLENMESİNİ ELİNDEN GELDİĞİNCE KOLAYLAŞTIRMAK, ARAPLARA DA ENGELLEMEK DÜŞER.

     

    TÜRKE GÖRE KIBRIS; ESASTA BİR "LÜZUMSUZ" VE "DEĞERSİZ"İN, ARTIK KAT’İ BİR LÜZUM VE DEĞER HALİNE GETİRİLDİĞİ VE BİR HATANIN DOĞRU OLARAK YÜRÜTÜLDÜĞÜ NOKTA OLMUŞTUR. TERS VE YANLIŞ BİR PASIN GOLE ÇEVRİLMESİ GİBİ...

     

    Yunan için de vaziyet, gerçekleşmez bir servet gayesinin sarhoşluğuyla ana sermayesini tehlikeye düşüren ve (elenizm) rüyasını kâbusa çeviren ve sonunda kendisini apışmış bırakan hayali bir hedef...

     

    İngiliz için gidenin bir daha gelmiyeceği hakikatini ihtar edici ve buna rağmen biraz tutunmayı ve geleceği kollamayı tavsiye kılıcı bir bekleme iskelesi...

     

    Amerika ve Rusya hesabına da karşılıklı (aktivite-harekiyet) yolları bakımından hayatî kıymet...

     

    Neticede İsrail ve Araplar için, birinin Amerika, öbürünün de ister istemez Rusya taktiğine yardımcılığını gerektiren en nazik bir mevkii...

     

    İşte, bize, Kıbrıs hareketi sırasında gayet sıcak ve fedakar bir yüz gösteren Arap dünyasını, kavimler arasındaki din birliği yanında, bu ölçüye bağlı görmek lâzımdır. Amerikanın Kıbrıs davasında oynayacağı son rol billurlaşıncaya kadar, İslam ve Arap âlemi Türkiyeye yardım çehresi göstermekle mükelleftir. Her halde, Yunan hegemonyası altnda bir Kıbrıs, bu idâre karşısına dikili bir Türk maniası Araplarca hoş görülemez. Böyle olursa, petrol idealinin tepesine br de haç bindirilmiş olur.

     

    Amerikanın Kıbrısta üslenmesi, bugünden "oldu-bitti" ifade edici bir başlangıç olduğuna ve hatta Yunanlıdan fazla Türkü tercih ettiren bir mânâ belirttiğine göre de, kıskaca alınmış ve "ehven-i şer"ler peşinde hayat tedarikine zorlanmış ülkeler için, Kıbrısta köprübaşı kuran bir Türkiye daima tercih unsuru teşkil eder. Bizim için de bu, tercih unsuru olmak mevkii, bugünlük, nefs müdaafamızın en doğru, yahut mecburî stratejisini gösterir.

     

    Yunanın Amerikaya omuz çevirme cilveleri yapmasındaki sebeb işte bu tercih noktasında düğümlenmekte ve neticede nasıl olsa bir teselli mükâfatı kazanacağını bilmekten gelen bir naz ifade etmektedir.

     

    ***Teşekkür ederiz Üstadım.

     

    (1974)


  7. Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

    — "Şimdiye kadar süren kadın erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki... Çünkü dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de... Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli veya beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir durum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Böyle bir gezegende hem bedence ve hem de hissîlik için beş varlığa ihtiyaç vardır; ama yeryüzünde iki varlığa gerek var... Her zaman bu durum unutuluyor... Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum... Haktan, durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz ama, kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz..."

    Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

    — "Öncelikle, kadını erkeğe bağımlı kılmasını anlamıyorum... Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlarla erkeğe bağlamak istiyor; oysa bana öyle geliyor ki, kendisi sevgi ve fedakârlığa susamış... Ama sanki bu duyguları yaşamaya istidadı yok!"

    Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

    — "Bilmiyorum... Olabilir... Bu mevzuda kesin bir hükme varmam güç. Ayrıca sizin koyduğunuz terkibler bana çok güç geliyor; belki de şahsî yapınız benimkinden çok başka, kendinizden bekledikleriniz çok başka... Görülüyor ki siz, benim "Ayna" filmimdeki anne değilsiniz... "Ayna" filmi benim annemi anlatır; gerçeğe dayanan bir hikâye... Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz!"

    Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

    — "Bir ân için kendini bir kadın yerine koysun... Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya şartlandırılmak büyük bir yük değil mi?"

    Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab veriyor:

    — "Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç... Bütün mutsuzluk, bütün mesele başka yerden kaynaklanıyor, o da şu: Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, genel düşünce seviyesi çok yetersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz... Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç âdet bombanın dünyamızdaki hayata son verebileceğini de biliyoruz... Bütün bu gerçeklerin şuurundayız ama, onları yine de unutuyoruz. Aklî ve mânevî ilgilerimiz o kadar maddî varlığımızın esiri ki, hiçbir zaman aklımıza bile gelmemesi gereken meselelerle uğraşıyoruz... Bu kadar içtimaî problemin varlığı, ne kadar akılsızca davranmış olduğumuzun delilidir. Aklî ve mânevî açıdan doyum kazanmış kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını veya onun esiri olduğunu düşünmez. Aynı şekilde, doyum sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman aklından geçirmez... Oysa siz, getirdiğiniz örneklerle beni böylesi cevablara zorladınız. Bu tür meselelerin açıklanması bizi hiç de ilgilendirmemeli; çünkü bu meseleler, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri... Aklî zenginlikleri şaşılacak seviyelerde kadınlar da tanıdım; bu kadınlar bu meseleleri hiç büyütmez, aksine öyle bir ruh zenginliğine sahibtirler ki, öylesi bir moral güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır... Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir... İşte mesele burada!.. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır ve bu mevzuda çaba harcamak, hoşnutsuzluğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil; bu ikisi çok ayrı mevzular... Bence bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş; gerçekten seven kadın bu tür sorular sormaz ve bunlar onu ilgilendirmez bile!"

    Şebnem, Adem'in suskunluğunu birdenbire farketmiş gibi soruyor:

    — "Bu akşam çok suskunsun, neyin var?.. Hiç do, re, mi, fâ, sol, lâ, si de yok!.. Sahi, Şükrü Bey'in kardeşinin de dikkatini çekmiş, nedir o diye!"

    Ardından, buruk bir biçimde Şükrü Bey'in Hanımı'nın sorusunu aktardı:

    — "Kadriye de soruyor; artık evlenmeye karar vermemiş miyiz diye..."

    Yüzünde yorgun çizgiler, tül tül gölgeler... Viski şişesinin yerine entel(!) gevezelikleri koydu, sonra Adem'e baktı, kendini düşündü; içi bomboştu. Zaman geçtikçe şiddeti artan diş ağrısını andıran bezginlik, artık yalancı neş'e tertibleriyle dindirilecek soydan değildi; bir yol ayrımında olduğunu hissediyordu. Sevginin gerçek, düşüncenin gerçek, ilişkilerin gerçek, yaşamanın gerçek, gerçeğin gerçekten gerçek olduğu bir ölüm yolu ile, zıkkım zıbar gebermek arasındaki fark. Adem'e sezdirmeden, yanağından kayan bir damla gözyaşını sildi.

     

    o

     

    Beyaz Şimşek, Gâzi Koşusu'ndan iki ay sonra, düzeldi sanılıp sokulduğu büyük bir yarışta... Ve Gâzi Koşusu'nda rahatça geçtiği bir takım atların gerisinde, son 200 metrede ayağını çeke çeke 4'ncü oldu.

    Adem, köşküne bir kapı daha yaptırdı.

    Beyaz Şimşek, sonraları, girdiği 12 yarıştan sadece birinde 2. ve 3.'lük aldı. Daha sonraları, 25. yarışa vardığında, iki 2.'lik ve üç 3.'lük kapattı.

    Adem, köşküne bir kapı daha ilâve ettirdi.

    En nihâyet, sahiplerinin sepetlediği Beyaz Şimşek, elden ele gezerek Adapazarı sokaklarında gezdirilen "sütçü beygiri" oldu. At arabasının sahibi, sağrısına bazen hafif, bazen hışımla kamçısını dokundururken, onun kim olduğunu bilmiyordu kuşkusuz. Belki de umurunda değildi!

    O sıralar Avrupa'da bulunan Adem, dönüşte Beyaz Şimşek'in ucuz eşek fiyatına elden çıkarıldığını duydu ve onun kadar kırgın bir iç dünyası içinde nerelere kadar düştüğünü takib edemedi, arayamadı. Bu arada köşküne bir kapı daha ilâve ettirdi.

     

    o

     

    Şebnem'in annesi Jâle Hanım, "Türk Kadınını Koruma Derneği"nin Başkanı olarak, her birinin sıfatı belli aşısız ahlat topluluğuna konuşma yapıyor:

    — "Tanzimat'tan beri gelen ve Cumhuriyet'te kemâline ulaşan bir yere vardık; haklarımızı teker teker alıyoruz!"

    Erkekliğe dönüşün orta yerinde kalıvermiş ve bir üçüncü cinsin hilkat garibesini andıran çizgilerine malik bu yaratık, estetik açıdan ne kadar rahatsız edici olduğunu biliyor muydu acaba? Hayır bilmiyor! Yılların, olgunlaşması boyunca yüzüne çizdiği çizgilerle "artık tamam insansın!" diye hürmet aşıladığı ihtiyar -ki seçkin ve ileri gelen anlamlarına da gelir- nerede, artık boya tutmaz pabucu andıran suratını nafile gayret badanayla güzel(!) ve alımlı(!) kılmaya çalışan bu "moruk" nerede! Hele örtmemekle övündüğü o domuz girmiş mısır tarlasını hatırlatan kelleşmiş kafanın hâli! Hatırlatma: Cumhuriyet döneminin 65. yılındayız.

    Zarurî bir not: Bunları, mücerret bir estetik ve cemiyet zevki adına, göz plânından sürmek lâzım!..

     

    o

     

    Adem, erkek olarak bir kimlik kaybı içinde olduğunu biliyor, hem sevgi ve hem de cinsî bakımdan gizli bir açlık çektiğini farkediyordu. Şebnem, kadın olarak bir kimlik kaybı içinde olduğunu biliyor, hem sevgi ve hem de cinsî bakımdan gizli bir açlık çektiğini farkediyordu.

    Ayrılmaya ve bir daha ısmarlama duygularla buluşmamaya karar verdiler... "Bir varmış/Bir yokmuş/Kararmış/Ve kokmuş/Dünyamız!"... Meçhul ara.

     

    o

     

    Meçhul ara, şöyle bir tahminle doldurulabilir olsa gerek, tabiî hayâl yolundan: Uzun zaman, toprak altında kabuk atan bir çekirdek gibi yeni hayata dönüşün nefs muhasebesinde piştiler. Adem, şimdi yakın çevresine girdiği muharririn teşvikiyle Şebnem'i aradığı zaman, kendi yeni kimliği karşısında hizâya geçmeye hazır ve kendi yeni kimliği karşısında onu erkek karekterine davet eden bir kadınla karşılaştı. Evet, evet; mânâda olduğu gibi maddede de keşfetmek ve fethetmek başka birşeydi ve bu kadar beraber yaşadığı kadına gerçekte hiçbir zaman erişememişti... Rüyâdaki "ihtilâm" hâlinin verdiği doygunluğu gerçekte bulamamak ve bir nevî sükűtu hayâle uğramak, sonra bu hakikati kendi kendine itiraftan bile kaçınarak, sürekli kendini denemek, aramak, erememek... Elbette efendim, iş ruhî!.. Hani bazen buram buram terletici bir sıcak gün çalışmasında bütün azalarımızla suya yönelirken, içip içip kanmadığımız, karnımız patlayasıya şiştiği hâlde bizim susuzluğumuzu ve hararetimizi gidermeyen su misâli huzur ya! Şebnem ona hiç... Ya o Şebnem'e?.. "Artık erkek kullanmıyorum!" diyen kadın ne kadar haklıydı!

     

    o

     

    Bildiklerini sandıkları şeyi hiç bilmemiş olduklarını anlayan insanların idrakı içinde bir araya gelen Adem ve Şebnem'in, Şer'i nikâhları kıyıldı ve iş resmî nikâhla formalitenin tamamlanmasına kaldı. Resmî nikâh, Adapazarı'nda kıyılacaktı.

     

    o

     

    Kızının metres hayatı yaşamasını "hoşgörü" ile karşılayan Jâle Hanım, Şebnem tesettüre girince, "hangi asırda yaşıyoruz, nedir bu kılık kapıcı kadınlar gibi!" teranesiyle ortaya çıktı. "Şeytan'ın müsbet işler karşısında dostlarına ilhâmda bulunarak onu bozmaya çalışması" hikmeti bir kere daha görünmüştü. Daha da ileri giderek, "evlâtlıktan red ve mirastan mahrum bırakmakla" tehdit etti. Bunlardan bir netice alamayınca, en nihayet bir rezâlet çıkarmak azmiyle nikâhın kıyılacağı gün Adapazarı'na geldi.

     

    o

     

    Yediği kamçının, haysiyetine kat kat tesirle işlediğini anlayanlar, Beyaz Şimşek'in o kış günü yolda birdenbire parlayarak çılgınca bir atılışla 100-150 kiloluk süt güğümlerini döke saça ilerlemesinin ve sağı solu arabasıyla dağıtmasının sebebini anlarlar... Beyaz Şimşek, menzile doğru gidişi engellenemez bir kurşun... Jâle Hanım'ı, kaldırımda bulunuşu bile kurtaramadı ve Beyaz Şimşek'in nalları altında nalları dikti... Bir nevî intikamda rahmet tecelli etti: "Aşka dair kelimeleri hayvan bile anlar da, hissiz insan anlamaz!" hesabı, kimbilir, belki Beyaz Şimşek anlamıştı Şebnem'i de ondan, belki kendisine revâ görülen hakareti hazmedememişti de ondan, belki her ikisi... Ardından, kendisini sağa sola vura vura öldürdü... İki ceset: Bir kadın, bir at... Kadın, kimliksiz hâle getirdiği bir zamanların şampiyonu tarafından, "faili meçhul cinayet" benzeri ortadan kaldırıldı; ve alelâde bir kaza olarak polis kayıtlarına geçen bu hâdisede, hiç kimse Beyaz Şimşek'i tanıyamamıştı.

    Zarurî bir not: Beyaz Şimşek'in ölümü, anlattığım gibi olmuştur. Hâdisede bir kadının ölmüş olması da doğrudur. Şu farkla ki, onun ölümü bir kaza neticesidir ve hâdisede Beyaz Şimşek'in kasdı yoktur. O kadının Jâle Hanım olmasında, benim kasdım vardır. Çıkardığı rezâleti anlatmaktansa, onun ölmüş olmasını doğru buldum!..

     

    o

     

    Yakın dostları ve komşuları, Adem'in köşkünün 7 kapısından 6 tanesinin kapandığını, "bir zamanlar buranın 7 kapısı vardı; geldiği yöne uygun düşsün diye hemen kapı açardı!" diye hâlâ anlatırlar.

    Bahçede ana-babasının yanında zıplayıp duran şirin taya bakarken, epeydir unuttuğu bir alışkanlıkla mırıldanıyor Adem:

    — "Ağlaması, gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

    Şebnem, kucağında henüz yaşını doldurmamış yavrusuyla dışarı çıktı ve Adem'in yanına sokuldu:

    — "Neşen yerinde bakıyorum!"

    — "Çok şükür!"

    — "Bu do, re, mi, fâ'yı epeydir unutmuştun... Evet, söyle bakalım nedir bunun sırrı... O gün gelmedi mi?"

    — "Geldi! Şu demek: Bütün dava, gerekeni gerektiği yerde yapmak... Doğruyu yanlışta kullanmamak... Unsurları muvazenelendirmek... 7 sesten sonsuz ahenk de çıkar, sayısız kakafoni de... Şu ân, ahengin tuttuğu yerdeyim!"

     

    Şubat 1988


  8. Ortadaki viski şişesinin çektiği hattın bir ucunda Adem, öbür ucunda Şebnem. Adem, dumandan bir şekil seyreder gibi bakıyor Şebnem'e. Bir kadeh daha. Şebnem, o ân, doğru olamayacak kadar gerçek bir yalanı fısıldıyor:

     

    — "Seni seviyorum!"

     

    Adem, ortada şu viski şişesi olmasa, ışıksız bir lâmbadan farklarının kalmayacağını biliyor. Ne cinsî sihir, ne şahsiyet büyüsü. Ve 30 yaşın ertesinde bir hayli tecrübe sahibi olarak biliyor ki, bu dumandan şekil, avuçlandıkça maddede ve mânâda muradı hep ötede kalan bir mahrumluk ihtarındadır. Nerede o büyük şiir? Kendini, kadını bıçaklarken âdeta kadavrada ruh incisi arayan ve hiç olmazsa arayacağı mekânı tesbit etmiş bir definecinin neticeye giden yolda duyduğu o doyumsuz arzuyu yakalamış gibi hisseden câniye yakın buluyor. Şebnem, kendi kendine mırıldanır gibi:

     

    — "Nerede o büyük şiir?"

     

    Adem afalladı! Aklına Geothe'nin bir sözü geldi:

     

    — "Yakın bir tanıdığımla yürürken ve bu sırada çok hararetle birşeyi düşündüğümde, yanımdakinin benim aklımdan geçen şey hakkında konuşmaya başladığına çok şahit oldum!"

     

    Acaba Şebnem, onun düşündüklerini bütünüyle düşünüyor muydu? Bardağından bir fırt daha çekti.

    Kandırılamayan arzularımız... Efsânevî bir işkence odasında sivri mızrak döşeli tavan yere doğru inerken, kurtuluş insiyakıyla duvarlara saldırtan, tırmalayan, çıkış kapısı arayan, yöneldiği her noktayı "işte kapı!" umuduna mihrak kılan, o, hayatın kendisi güçlü duygumuz.

     

    Şebnem, yanıbaşındaki sehbanın üzerinde duran çantasını aldı, açtı ve Adem'in için için dikkat nazarında olduğunu bildiği muharririn bir konferans haberini resminin altında veren gazete küpürünü uzattı:

     

    — "İlâhî imtihan olarak tarihte her haşmet devresinin arkasından gelen ruhî ve ahlâkî sukût, en canhıraş misâline devrimizde kavuşur. Liyakatleri bilememe ve kıymetleri yerine koyamama bakımından atları bile çatlattığımızı söylesem, böyle bir bahis vesilesiyle vicdanınızı mı kımıldatmış olurum, yoksa bir "apıştırma ve fantezi üreticisi" gibi mi görünürüm? Nur infilâki yeni bir şafak fışkırışını gözleyen gençlik, beni anlayacaktır!"

    Adem'in ciğeri sızladı:

     

    — "Sahi, Beyaz Şimşek ne oldu?"

     

    — "Artık iş kalmadı, iyice tekliyor!"

     

    — "Annenler onu bundan böyle koşturmasa iyi olur aslında..."

     

    — "Ben de öyle düşünüyorum ama..."

     

    Meraklısı anlatıyor:

     

    — "Gazi Koşusu Kupası'nı kazanmak olağanüstü bir duygu! Öyle ki, iki buçuk dakikalık bir yarış heyecanı değil!"

     

    Bir tayın üç yaşındayken tek kere koşabildiği Gazi Koşusu'na hazırlanması, doğduğu günden başlar. Eşkâli güzel bir hayvansa, sahibi daha o doğduğu gün "Gazi Koşusu" hayâlleri kurmaya başlar. İşte, Beyaz Şimşek de böyle bir tay olarak, meşhur bir ana-babanın yavrusu.

     

    Yarış günü... Dönemin bütün meşhur tayları orada. Beyaz Şimşek'in en büyük rakibi sakat olduğu için yarış dışı. Ünlü atçılar, atları koşsun koşmasın, yarış heyecanına kapılmışlar. Kayıtlı 17 atın sığabilmesi için, 2400 metre çizgisinden 50 metre kadar geriye alınan "start makinesi"nin önünde dolananlar. Giriş hazırlıkları yapan tayları, sahra dürbünleriyle veya çıplak gözlerle seyredenler. Birden, heyecanlı bir ses:

     

    — "Güldiken huysuzluk yapıyor, starta girmemekte direniyor!"

     

    Gözler o ân, atın sapsarı olmuş 130 kiloluk iri-yarı sahibine dönüyor. Adamın her tarafı zangır zangır titremektedir. At, Start kutusuna girmezse, "Komiserler Kurulu" kararıyla koşudan çıkarılabilecek. Cokey'in eli kamçısına gidiyor. İhtimâl, Güldiken'in kafasına-gözüne, sağrısına girişecek. O ânda adam, iri gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle, at sahibleri tribününden atlıyor:

     

    — "Yapma! Allah'ını seversen vurma! Dur!"

     

    Atına vurulacak darbeleri kendi teninde hisseden ve bu yüzden sapsarı olan adam, bağıra çağıra, kravatını ve ceketini savura savura, başlangıç noktasına doğru, doğduğu günden 3 yaşına kadar gözü gibi baktığı atını koşuya girmemesi pahasına Cokey'in dayağından kurtarmaya koşmaktadır. Ve atını koşudan çeker.

    Yarış kıdemlilerinin bu yarış hakkındaki tesbitleri şudur:

     

    — "Kupanın son 300 metrede 3 arasında tam 7 defa el değiştirdiği tek Gâzi Koşusu!"

     

    At meraklılarına göre, 3 yaştakiler için fazla mesafedir 2400 metre. Sıradan bir atın 6-7 yıl koşabilmesine mukabil, Gazi Koşusu'nda üstün güç gösteren atların ortalama yarış hayatı, üç buçuk yıl. Hem mesafenin uzunluğu, hem de yarış sırasında Cokey'lerin zorlaması, onların yarış hayatını kısaltır.

     

    Yarış başladı... Bakara kaçıyor, Delikanlı ve Altun kovalıyor. Yarışın 1200'ncü metresine girilirken, bu üçlünün arkasında Beyaz Şimşek, Fatih, Çilli ve Reis'in tâkibi.

     

    Bakara'nın kaçtığı ve ikinciliğe Fatih-Çilli ikilisinin girdiği 1200 metrenin hemen öncesinde Cihangir tökezledi ve binicisiyle beraber yıkıldı. Yaklaşık 1500 metre sonunda, biri daha yarışı bıraktı. "Zor koşu"nun şânına uygun olarak, 17 attan 14'ü çıkabilmişti son düzlüğe.

     

    Düzlük görününce, Çilli başı aldı, sonra Fatih geçti başa... Derken Reis toparlanıp geldi. Ya Beyaz Şimşek?

    Eski kavimlerin ve aşiret topluluklarının, her ailenin fertlerini ve hâdiseleri hafızasına yerleştiren tarihçilerinden farksız, bütün atların soyunu ve boyunu bilen bir tip, şöyle anlatıyor:

     

    — "Son 200 metrede Reis'e kazanmış gözüyle bakılırken, dıştan bir flâş patladı ve binicisiyle bütünleşmiş Beyaz Şimşek göründü! Bir ânda geldi ve mücadeleye daha fırsat vermeden, mermi gibi Reis'in yanından geçti ve bitime kavuştu!"

     

    Yarıştan sonra, son 25 yıl içinde 15 kere Gâzi Koşusu'nu kazanan kan hattından gelme Beyaz Şimşek, keyifle dolaşıyor... Ancak... Büyük yarışın heyecanıyla, bilememişti arızalandığını. Kendisiyle çok iyi dost olan Adem de bilememişti.

     

    Uzun süren sessizliği, Şebnem'in yorgun sesi bozdu:

     

    — "Nostalji'yi seyrettin mi? Tarkowski'nin filmlerini ruhumun derinliğinde duyuyorum, hâdiselere bakışı da bana yabancı değil; ancak, kadın olarak filmlerinde kendimi göremiyorum... Eserlerinde kadın, klâsik bir rol oynuyor... Yalnız erkeğin dünyasını aksettiriyor; ve erkeğin bakışı içinde kadın, sadece bir bilmece! Seven, erkeğini anlayan ve bütün varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinde!"

     

    Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanın sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

     

    — "Bu mevzuyu hiç düşünmedim; "kadının iç dünyasını" demek istiyorum... Kadına, kendine mahsus bir iç dünyası sunmak çok zor, bunu yapmak da istemiyorum! Kadının bir iç dünyası var; ama kanaatimce kadının iç dünyası birlikte yaşadığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence, kadının yalnız olması hiç de tabiî bir durum değil!"

    Adem, İslâm tasavvufuna ve hikemiyatına aşina olsaydı, film kahramanının sözlerini özüne ircâ eder ve "kadının erkeğe duyduğu sevgi ve ilgi, kaburga kemiğinden yaratıldığı aslına ve vatanına hasretindendir!" derdi; kendi özüne ve varoluşuna olan ilginin kaynağı burada.

     

    Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

     

    — "En azından kendimi erkeğe bağımlılığı dolayısıyla varolan kadında göremiyorum! Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın!"

     

    Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

     

    — "Bu mümkün değil; çünkü kadın ve erkek kendi iç dünyalarını yaşarlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz... Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur... Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garib geliyor; önemli olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke... Sevgi öylesine bütün bir duygudur ki, bir daha tekrarlanması imkânsızdır; kadın bu duyguyu tekrarlayabiliyorsa, o zaman sevgi onun için mânâsız demektir... Bence kadın olmanın mânâsı, kadınca sevginin kabiliyeti ve onun fedakârlığında yatar... Kadının büyüklüğü bu; ve böyle kadınlara saygı duyuyorum!"

     

    Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

     

    — "Ona göre, kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde mânâ kazanıyor!"

     

    Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

    — "Ben sadece, seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim... Sevdiği insanla kaynaşacaktır; çünkü, dünyası başka bir bütünlük oluşturacaktır. Kadını bu ilişkiden tecrit edersek, ilişkiyi de yıkmış oluruz! Kadın da hemen doğrulup, beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz; çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır... Bence de kadının iç dünyası, bütünüyle erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin remzidir ve sevgi de insanın sahib olduğu en büyük değerdir... Burada "değer" kelimesini hem nesne bakımından, hem de mücerret mânâda "bütün duyguları kapsıyan" kasdıyla kullanıyorum... Hayata mânâsını veren, kadındır!"

     

    Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

     

    — "Halbuki sevgi, ya vardır, ya yoktur!"

     

    Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

     

    — "Evet, ya var veya yoktur; ve sevgi olmazsa, hiçbir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor demektir... Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum... Tabiî herkesin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı ve bencilleştiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha kolay ve böylesi münasebetler daha az sakıncalı; ve feminizm akımı da bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri mevzularda tartıştığım kadınların hepsi, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar... Her zaman şaşırttı bu beni, çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka... Bence, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz; erkeksiz yaşamaya başladığında, hususi hayatını yitirir... Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini üstlenebilir; ama bunlar onu kadınca kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez... Feministlerin neyi amaçladıklarını biliyorum: Artık mesuliyet istemiyorlar... Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın veya erkek, gerçekten-yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, hürdür... İnsanların gerçekleştiremedikleri hayat hasretlerini başkalarının suçu gibi görmeleri, beni her zaman öfkelendirir! Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz; bu tabiî ki haksız bir durum... Ama günün birinde kadın, bütün içtimaî hayata atıldığında ne olacak? Bunu bilemiyorum... Bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği yeri bulamayacak..."

    Şebnem, Âdem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

     

    — "Bana göre o, kadını yanlış anlıyor!"

     

    D.edecek...


  9. BİR ADAM, BİR KADIN, BİR AT

     

    Adıbelli

     

    Tuhaf adamdı vesselâm! Babadan kalma sınırsız servetiyle, parayla yapılabilir ve görülebilir olan her işi dilediğince işliyordu!

     

    Göl kıyısındaki iki katlı köşkü sabit mesken tuttuktan sonra, yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, "nerede akşam, orada sabah" hayatının uçuk savrukluğu... Çoğu zaman İstanbul'da.

     

    Onu, sarhoş veya ayık hâlinde görenler, bir tekerleme gibi mırıldandığı yedi sesin ardında birşeyler... Sus, bak bak yine:

     

    — "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

     

    Bunu bazen herhangi bir şarkı ahenginde, bazen de saçmasapan konuşmanın mânâsız ve savruk kelimeleri gibi, nisbetsiz, cırtlak, böğürmeyi andıran veya bir iç duygusundan kopmuşa benzemeyen hissiz bir biçimde terennüm ediyordu.

     

    Kimsenin anlamadığı birşey varsa, o da, ahenkli sesinin tasvib ve uyum; "kakafoni" tonlarının da "red", "menfî", "olmuyor!" mânâlarını taşıması idi. Yalnız başına iken çıkardığı sesler, onun hâl muhasebesi veya herhangi bir şeyi düşünmesine, etrafında birileri varken de onların konuşmalarına âit bir değerlendirmeydi.

     

    O gün köşkün işlerine bakan adamı, Adem'i, "..... do, re, mi, fâ, sol, lâ, si"yi bozuk terennüm ederken gördü. Adem, uzaktayken ne zaman burası burnunda tütse, -evet, burnunda tüterdi-, derhal yollara düşer, toprağına varır, ama bahçeye girdiği ânda yöneldiği taraf köşkün üç kapısından birine denk gelmeyince, hırçınlaşırdı. Fazlalık olan iki kapıyı böyle bir kızgınlık ânında açtırmıştı. Fakat üç kapı yetmemiş olacak ki, adamına talimat verdi:

     

    — "Göl tarafına bakan kapının sağ tarafında bir kapı açtır! Üç metre mesafe olsun!"

    Adam, evin beyinin mânâsızlıklarına o kadar alışkındı ki, bu talimata hayret bile etmedi ve "başüstüne!" demekle yetindi.

     

    o

     

    Adem, dostu Şükrü Bey'in Cağaloğlu yokuşunda bulunan fotoğraf stüdyosuna vardığında, akşam çökmek üzereydi. Daha henüz içeri girmişti ki, dostu, onun kadın koleksiyonunun son parçası olan Şebnem'in notunu iletti:

     

    — "Gelir gelmez beni arasın!"

     

    Adem, onda, onun gibilerde kadını arıyordu aramasına ama... Kadını bazen kalbiyle, bazen teniyle arıyordu. Çok kesin bir hükme varmıştı: Kadınla olamıyordu, kadınsız da olamıyordu. Aslında kadında neyi aradığını da pek billûrlaştıramıyordu. İlk gençliğin yakıcı hayâlleri arasında kanını tutuşturan ve kadın teninde fenâ bulan o cezbolma gücü, diğer yönden kalbin şiir makamında taht kuran sevda yeli, bir noktada çift kanatla rüzgârda süzülen martının o harikulâde muvazene hikmetini ona sezdirmişti ama, geçen zaman içinde bunların birbirine aykırı görünüşlerinin birbirleri aleyhine beslenmesi ve nihayet kendi kendilerini tüketici bir sürece girmesine şahit olmuştu. Karnının acıkması ve onu mekanik bir biçimde doyurması ne ise, şehvet hissine hitab eden yönüyle kadın o; ruhunun ihtiyacı hâlinde âdeta mermer kütlesine sanatkârane bir sürüklenmeyle yanaşan heykeltraşın, orada mermer yerine eczası bitişmez kötü toprak bulması kızgınlığı ne ise, kalbine hitâb eden yönüyle kadın o. Yâni hitab etmeyen.

     

    Düşüncesindeki insicam ve işin kuru tahlilden ziyâde bedahet idrakına bakan sezişe ısmarlanması gerektiğine dair kanaati, dudağında bir kıpırtıya, içli bir melodiye dönüşüyor:

     

    — "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

     

    o

     

    Rastgele gazeteye göz gezdirirken, nedense "Televizyon Programı" sütûnu onu çekti. Gözüne saat 18.00'de başlayan bir film ismi değdi: "Nostalji". Saatine baktı; "demek 12 dakika olmuş başlayalı" diye geçirdi içinden... Batı'ya iltica etmiş bir Sovyet yönetmeninin hayatını anlatıyordu film. Yerinden kalktı, televizyonun düğmesine bastı ve henüz yerine oturuyordu ki, kulağına gelen sesle irkildi; daha doğrusu sözle... Yerine oturdu, göz ve kulak kesildi:

     

    — "Neş'eli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok! Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir; çocuklar veya çok yaşlılar... Ama neş'eli insanlar hiç de bu nitelikte değil! Kanaatimce neş'e, insanın ancak çevresini ve içinde yaşadığımız şartları kavrayamamasından kaynaklanıyor..."

     

    — "Şey... Nostalji diyordunuz..."

     

    — " Nostalji, yalnızca memleket hasreti değil... Rusça'da nostalji bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamına gelir. Andrei Tarkowski, ülkesinden uzak, bu hastalığa tutulmuştur! Giderilmesi imkânsız bir hasretin hastasıdır! Neyi özler? Gerçeği, gerçek hayatı özler!"

     

    Adem hafifçe tebessüm etti. Son birkaç senedir pek moda şu "nostalji" kelimesinin, nasıl da hiçbir ruh burkuntusu olmayan ve kaba iştihadan başka bir şeye istidat belirtmeyen aydınların (!) dilinde tekerlemeye döndüğünü düşündü. Gerçeği, gerçek hayatı özleyen insan?

     

    Amerikalı odun tipinin hayat tarzını, kopyanın, kopyasının, kopyası hâlinde deformasyon gülünçlüğü ile bezenmeye ve sergilemeye çalışırken bir de şu "nostalji"den dem vurma?.. "Anjin" hastalığının bulunduğu veya isminin konulduğu günlerde, bütün Avrupa ve Rus sosyetesi kokanalarının "anjin oldum!" modası ve bunun İstanbul'da "Tanzimat devrinden zuhur" Batı'ya adepte Şarklı sosyetesinden ses vermesi gibi birşey. Yahya Kemâl'in Paris hatırasını hatırladı. Acı acı gülümsedi, acı acı mırıldandı:

     

    — "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si..."

     

    o

     

    17 sene evvel Paris'te, Luksemburg bahçesine yakın bir sokakta, ekseriyetle talebenin oturduğu bir otelde yaşıyordum. Kafam vatan aşkıyla sarhoştu. Yalnız memlekete dönmeyi hiç arzu etmezdim. Bazı geceler rüyâda kendimi İstanbul'da görür sonra sabahleyin gözlerimi açıp da Paris'te olduğumu hissedince çocuk gibi sevinirdim. Bir derdim vardı: Vatan. Bir arzum vardı: Ömrümü Paris'te geçirmek. Bütün vatanperver genç Türkler de benim hâlet-i ruhiyemdeydiler. İnkilâb olduğu zaman Paris'i güç terkettiler. Hoca Kadri gibi bazıları edemediler de orada kaldılar ve orada öldüler. Hepimizin derdi vatandı. O zaman yaşadığım otelde oda komşum Lehli idi. Görünüşüne göre talebeden, fakat esrarengiz bir mahlûktu; Lehistan'da fıkır fıkır kaynayan ihtilâl hareketlerinin mürettiblerindendi. Muarefemizden sonra Türkleri çarçabuk seven bütün Lehliler gibi beni sevdi. Zaman zaman odamda arar, görürdü. Bir akşam uzun ve kalbe yakın musahâbede bu adamı dinledim. Seneler geçti, o akşamki sözlerini zaman zaman hatırladım. Bu adam, benim de kendi gibi bir vatan garibi olduğumu biliyordu. Mamafih bana ve benim gibi Türkler'e dair ne düşündüğünü o musahâbemizde izhâr etti ve dedi ki:

     

    — "Siz buralarda ne arıyorsunuz? Sizin ve bütün genç Türklerin vatan arzuları beni gayr-i ihtiyârî gülümsetiyor. Sizin vatanınız yok mu? Yeni Pazar'dan tâ Yemen'e kadar ovalarınız var, dağlarınız var, şehirleriniz var, kaleleriniz var, kışlalarınız var. Onların üstünde sizin bayraklarınız dalgalanıyor, sokaklarınızdan geçen asker, biliyorsunuz ki sizin dininizdendir, sizin kanınızdandır, sizin dilinizle konuşur, sizin gibi düşünür, sizin gibi sever, dostlarınıza dost, düşmanlarınıza düşmandır. Ah bu saadetin kadrini hissedemiyorsunuz. Benim gibi mahkûm bir milletin çocuğu böyle bir manzarayı rüyâsında görmek için can verir. En son Lehistan ihtilâlinde, Varşova'nın bir sokağında Leh bayrağını 24 saat dikili bulundurmak için Leh gençlerinin en civanmertleri cân verdiler. O güzel 24 saat her gün tekerrür etse, her gün cân veririz. Siz Türkler istiklâlinizin kadrini bilmiyorsunuz. Onu ancak kaybedeceğiniz zaman öğreneceksiniz."

    Bu sözleri daima hatırladım ve daima hatırlayacağım. Çünkü benim gibi bütün Türkler de o ızdırabı, onun tahmin ettiği zamanda öğrendiler.

     

    D.edecek...


  10. ...

     

    Varlık yokluk hakkında meşhur bir sözü var (Dekart)ın: "Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!"

     

    Buna bir nev'i tahkikçi iman yolu da diyebiliriz.

     

    (Dekart)ın yanı başında, bütün Batının en büyük kafa telâkki ettiği (Paskal) vardır. Birbiri ile yanyana dururlar. Ve birbirlerini idrak etmişlerdir. (Paskal) üzerinde biraz duracağız. Bu adam evvelâ zekânın insanı tahrip edecek kadar üstün inkişafını ifade etmiş bir idrak... Marazî zekâ... Dokuz yaşında riyazî kanunlar keşfetmiştir. Bugün hâlâ çürütülememiş birtakım münhanî (eğri) kanunları... Gitgide zekâyı ve sâf tefekkürü o hale getirmiş bir insan ki, artık zekânın kıymığı beynine batmıştır, aklın son merhalesinde... Büyük bir buhran geçirir. Size (Sokrat)tan bahsederken onun bir (vizyon) gördüğünü söylememiştim. (Sokrat)ın gözü önüne bir ışık gelirdi ve fikirlerini o ışıkla imtihan ederdi. Bir gece evinde buhran esnasında büyük bir ışık görüyor. (Sen Pol)a atfedilen rivayetler gibi bir şey... Ve kapanıyor yere... Hudutsuza kadar gitmiş aklın son hududunun kendi aczi olduğunu, gaibin aklını tırmaladığını görüyor ve (hani ölüm tehlikesi yazılı elektrik direkleri vardır ya, onun gibi) gaibin elektrik teline dokunan bir kademeye geliyor aklı; ve öyle bir cereyana kapılıyor ki, kendisinden geçiyor ve “artık akılla olmaz!” hükmünü veriyor.

     

    Müthiş bir merhaleye varmış olan adam... Bu bakımdan o, bizim tasavvufumuzun kafa buhranı üzerinde birçok kaidelerine yaklaşan bir insandır. Bir insan rehbersiz kalırsa, tamamiyle itikatsiz, dayanıksız, mesnetsiz kalırsa, münhasır akılla nereye kadar gidebilir? Denebilir ki, (Paskal)ın gittiği yere kadar gidebilir. Ve insan orada mahvolur. (paskal) ondan sonra (Port Ruayal) isimli bir nev’i manastıra çekiliyor ve ömrü boyunca orada, kendince ibadet ve eser yazmakla uğraşıyor.

     

    (Paskal)ın mücerret akılla vardığı son nokta şudur: “Bana Allah gerek; filozofların anladığı mânada değil, haberini peygamberlerin getirdiği Allah...” Ve başlıyor saymaya: “Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa’nın haber getirdiği...” Orada kalıyor zavallı... Oraya kadar gelir akıl, rehbersiz kalınca...

     

    (Paskal) –tasavvufta, adem ve vücut bahsinde göreceksiniz- ademin, yokluğun –birçok insanı kül eden nokta budur- helâk ettiği ve tam varlığa geçmek üzereyken varlığın gerçek temsilcisini bulamamak yüzünden tekrar yuttuğu en büyük kafalardan bir tanesidir.

     

    Belki bundan üstün bir buhranı derin müslüman İmam-ı Gazalî Hazretleri çekti ve o, ademden tam vücuda geçti. Onu tasavvuf bahsinde göreceğiz. Fakat o hem çıkış, hem varış noktasından üstün bir nasibe malikti. İnsanda derin bir acıdır bu... (Paskal) nev’inden hristiyanları görmek ve onları tam da iskeleye yanaşmışken tek adım daha atamamak yüzünden, son vapuru kaçırdıklarına şahit olmak... Bir tanesi de bunların, meşhur şair (Rembo)dur. 19. Asır fesefesinde göreceğiz. (Rembo) ve (Bodler)... (Rembo) mücerret fikri o hale getirmiştir ki, ilâhî azameti her noktada görür olmuştu. “En küçük bir teşbih yapsam çıldıracağım; o hale geldim” diye bir notu vardır. Bırakıyor edebiyatı, bir coğrafya cemiyetine âza oluyor, Afrika’ya geçiyor. Bir tek kelime mecaz, teşbih, istiâre kullanmadan kuru kuru raporlar veriyor. “Güneş battı, yağmur yağdı, şu oldu, bu oldu” gibi... Ve sonra otuzsekiz yaşlarında bir hastalığa tutuluyor, Marsilya’da ölüyor. Ölürken son sözü şudur: “Allah Kerim...” Aynen böyle... Zira Afrika’da araplarla teması olmuş, bu kadarını öğrenmiş... Evet, “Allah Kerim” deyip ölüyor. Bir sözü, var... Bu söz ayarında bir söze az rastladım ben hayatımda: “La vrais vie est apsante-Hakikî hayat nâmevcuttur!” Olmadı! (Apsante) nâmevcut demek değil... Olup da olmayan... Bütün bu hayatın (Rembo)ya verdiği his şudur: “Var” burada değil; burası, bir olanın işareti; ama o burada değil... (Paskal)ın da buna yakın bir sözü var. Pek basit, çok derin.. Sözdeki derinlik, tumturaklı olmaktan uzak olduğu, tabiîleştiği; kendi kendine içten geldiği vakit tecelli eder. Süslenen ve âlâyişli giyenen bir kadında olduğu gibi değil de, tabiî çizgileri içinde görünen bir kadın gibi...

     

    (Paskal) diyor ki:

     

    "-Nous mourrons seul-Yapayalnız ölürüz!”...

     

     

     

    Bu basit sözün ruhundaki derinlik hudutsuz... Öleceğimiz anda saniye ve sâlise hesabiyle bütün insanlık bizimle beraber ölse yine her fert tek başına ve yapayalnız ölür. Bütün insanlığı bir havana doldursalar da bir darbede ezseler yine her unsur tek başına ve yapayalnız ölür. Bu büyük yalnızlığı Yunus Emre de ne güzel duymuş ve duyurmuştur:

     

     

     

    Bir garip öldü diyeler,

     

    Üç günden sonra duyalar,

     

    Soğuk su ile yuyalar,

     

    Şöyle garip benceleyin...

     

     

     

    Yine Yunus’tan:

     

     

     

    Meğer ki gökte yıldızım,

     

    Ola garip benceleyin...

     

     

     

    (Paskal) hakkında bir teşhisimiz daha var: Kaba aklı tahripte en üstün Batı fikircilerinden daha derin ve güçlü İmam-ı Gazalî Hazretleri müstesna, aklın, kumarda kâğıt çalarcasına hilelerini en iyi enseleyen (Paskal) diyor ki:

     

    “Bir sözün gelişinden, gelişiminden, kazarâ araya sıkışan bir kelimeden, bir tertipleme zaafından mânalar çıkarıp ve sahte nispetler kurup mantık perendebazlığı yapanlar, bir binada tenazura uygun düşsün diye sahte pencere açanlara benzer.”

     

    Evet; rastlamamışsınızdır: Bazı yapılarda böyle sahte pencereler vardır. Pencere şeklinde bir çerçeve; fakat içi tuğlayla örülü ve tıkalı... (paskal) yalancı mantığın sefaletini bu benzetişle ne güzel ixah ve (demagog) tipini bütün iç yüziyle ne hoş tespit ediyor! Aklı, kendi kendisini tahrip noktasına dek götüren, her şeyi ruhî seziş melekesine bağlayan, fakat peygamber rehberliğinden yoksun olduğu için “müntehâ” noktasına varamayan, beyninde koskocaman bir urla ölen (Paskal), o kadar yaklaştığı ruhî feyze avuç açamamış, çünkü gerçek din menbaını bulamamış olarak, akıl bîçareliğinin yaftacısı ve acıklı bir örneğidir.

     

    ...

     

    Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu'ndan..


  11. ‘HANNAS’A DİKKAT!

     

    Ümit Furkan

     

    İnsanın kalbinde, inandıklarına karşı şübhe oluşmasına sebeb olan düşüncelere vesvese denir. Mü’minlerin kalblerindeki menfî düşüncelere kapılmaması ve hemen Allah’a sığınması Kur’an’-ı Kerîm’de buyrulmuştur:

     

    “De ki: İnsanların kalblerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahib ve hakimine), insanların İlâhına sığınırım!” (en-Nâs, 1-6. âyet-i kerîmeler)

     

    Ömer Nasuhi Bilmem Efendi tefsirinde bu sûreyle ilgili şunları yazmış:

     

    “Kalblere yanlış düşünceleri düşürmek isteyen şeytanın ve şeytan tabiatında bulunan muğfil kimselerin (şerrinden) dolayı himaye-i ilâhiye’ye sığınırım. O vesveselere kapılmak tehlikesinden emin olmayı niyaz eylerim.

     

    «Vesvas» esasen vesvese, yâni: Gizli ses mânâsına olup insanın içersine kötü düşünceleri bırakan şeytandan ve o gibi vesvese veren kimselerden ibarettir. «Hannas» de geri çekilen, sinsi sinsi çalışan, fırsat gözeten, vakit vakit fazlaca vesvese veren, iğfâle çalışan demektir.

     

    ...

     

    Bu emr-i ilâhi gösteriyor ki: İnsanları iğfâle, idlâle çalışanlar iki tâifedir. Birisi cin şeytanlarıdır ki, bunlar vakit vakit insanların içerlerine vesvese düşürür, insanları yanlış bir yola sürüklemek isterler. Diğeri de insan şeytanlarıdır ki: Bunlar daha büyük, daha kurnaz şeytanlardır. Bunlar çok kere kendilerini hayrhâh göstererek bâtıl fikirlerini, vesveselerini başkalarına telkine çalışır dururlar. Şüphe yok ki: Alenî düşmanlara karşı mukavemette bulunmak, binnisbe kolaydır. Fakat gizli düşmanlara, kalblere vesvese düşürmeğe çalışan şeytan tabiatlı kimselere karşı mukavemette bulunmak pek müşkildir. Onlara karşı pek uyanık bir hâlde bulunmak lâzımdır.

     

    Çünki, böyle bir düşman, insanı yalnız maddî, muvakkat bir hayattan mahrum bırakmış olmaz. Belki insanın ebedî, manevî hayatını zehirleyerek onu en büyük mahrumiyetlere, cezalara marûz bırakmış olur...” (C:8, Sh: 4121-4122)

     

    Tasavvuf kitablarında kalbin vesveseye kapılmaması için gelen her haberin iyice araştırılması öğütlenir. Ve her zaman da şu âyet-i kerîmenin hatırlanması istenir:

     

    “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurat, 6. âyet-i kerîme)

     

    Haberler duyuyoruz...

     

    Haberler okuyoruz...

     

    Üstad Necip Fazıl’a olan sevgiden, ilgiden ve O’nun davası yolunda ölüm göze alan yiğitleri görüp çatlayıp patlayanlar...

     

    «Hannas»lar yine faaliyete geçmiş...

     

    Üstad zamanında şöyleymiş de...

     

    Yok şunu yaparmış, yok bunu...

     

    Yaydıkları haberlerle kalblerimizi ifsad etmeye çalışıyorlar...

     

    Bir an bu haberlere kapılsak...

     

    Bir an “Acaba doğru mu?” diye içimizden geçirsek...

     

    “İnsan şeytanları” zaferlerini ilân edecekler!

     

    İslâm düşmanlarının Üstad’la ilgili yazdıkları kâle bile alınmaz.

     

    Ama ya Müslüman bildiklerimizin dedikodu ve iftiraları...

     

    Velev ki Üstad’ın bir günahına (Onların ‘masum’ sıfatı var ya!) şahid oldular, o günahı örtmeleri gerekmez miydi?

     

    Bakınız Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) ne buyuruyor:

     

    “Din kardeşinin ayıplarını örtenin ayıplarını da Allah dünyada ve âhirette örter.” (İbn Mâce)

     

    Onlar ise hasedliklerinden bırakın örtmeyi, yılan fısıltısı şeklinde kulaktan kulağa yaydılar...

     

    Peki bu dedikoducular, ifsadçılar Üstadın dünya görüşüne karşılık bir dünya görüşü ortaya koyabildiler mi?

     

    Tabiî ki hayır!..

     

    “Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.”

     

    Dinimizde şahidliğin önemi malûm...

     

    Ben de, gözümle değil ama kulağımla ‘şahid’ olduğum bir hadiseyi aktaracağım. 1994 yılında Burç FM’de (Fethullah Gülen cemaatine ait) Cuma sohbeti yapan Mustafa Yazgan anlatıyor:

     

    “Bir gün Abdülhakîm Arvasî Hazretleri (k.s.) camii içerisinde müridleriyle sohbet yaparken, müridlerinden biri sorar:

     

    «Efendim, sizden sonra kim...”

     

    Efendi Hazretleri müridlerine şöyle bir bakındıktan sonra:

     

    «Benden sonra size topal bir köpek bırakıyorum!..» der.

     

    Ve o sırada arkada tarafta oturan Üstad, kafasını ön tarafa uzatıp:

     

    «O ben miyim, Efendim?» diyince Efendi Hazretleri:

     

    «Hoş, köpek!..» der.

     

     

    Ve Üstad şu şiiri yazar:

     

     

    «Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,

     

    Üç ayakla seken topal köpeğim!”

     

    Bastığınız yeri taş taş öpeyim;

     

    Bir kırıntı yeter, kereminizden!

     

    Sonsuzluk Kervanı, peşinizden ben...”

     

     

    Üstad için “kibirli, kendini beğenmiş biriydi” diyenler şu mısraları hiç mi okumadılar?..

     

    Okumasına okudular ama kinle, hasedle dolmuş bir kalbe ne fayda!..

     

    Sadede gelirsek;

     

    Üstad’la ilgili vesveseye kapılıp davamızdan dönmek istemiyorsak...

     

    Üstad’ı anlamak ve hangi vazifeyle vazifelendirildiğini öğrenmek istiyorsak...

     

    En azından, bir Müslüman hakkında kötü düşünüp de kul hakkına girmek istemiyorsak...

     

    (Bu satır yayınlı forum kuralları sebebiyle metinden çıkarılmıştır//NFK-Fan)...

     

    .


  12. ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN KAŞGARÎ DERGAHI’NDAKİ RAMAZAN AKŞAMLARI

     

    A. Sırrı Arvas

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, 11 ayın sultanına Receb-i şeriften hazırlanırlardı.

     

    Her ne kadar hilali gözleseler de mübarek ayın girdiğini kokusundan anlarlardı. Ramazan ayını büyük bir fırsat bilir, direkler arasında vakit geçirenlere çok şaşarlardı. Hatta ona göre insanlar bir ay boyunca kalabalık yerlerden kaçmalı, fikrini zikrini bozmamalı, evlerinde oturup hûşu içinde dua ve zikir yapmalıydı.

     

    O günlerde Ziyaeddin Dağıstani Hazretleri’nin oğlu Fehmi Efendi, İstanbul müftüsü idi. Abdülhakim Efendi’ye saygısı ve muhabbeti pek ziyade idi. Vakit yaklaştı mı yardımcısı Kibar Şükrü Efendi’yi yollar, “Abdülhakim Arvasi Hazretleri Ramazan vaazı için hangi camiyi isterler, sor bakalım.” derdi. Bu genellikle Sinanpaşa, Bayezid ya da Ağa Camii olur, sohbetinin müptelaları bu camilere koşarlardı. Dergahta top atılır atılmaz lokmalara saldırılmaz, önce cemaatle namaz kılınırdı. Bazen heyecanlı bir müezzin ya da şerefeye çıkan bir haylaz milletin orucunu battal eder, gün olur Ankara radyosundan okunan ezan İstanbul’daki şaşkınları ayaklandırırdı. Elbette vakit namazın da şartıydı; ama namazı iade etmek zor değildi ki.

     

    Mütevazı sofra

     

    Efendi hazretleri Server-i Kainat’a uymaya çok özen gösterir, “Ben kulum kullar gibi yerde yerim.” hadis-i şerifini nakleder ve misafirlerini yer sofrasına buyur ederdi. İcabında masada da yerlerdi. Yemek ayrı ayrı kaplarda getirilir, misafirlere ikram edilirdi. Çatal, kaşık kullanırlar, başlarını örterlerdi. O zamanlar hurma zor ele geçerdi; ama bulunursa iftarı mutlaka hurma ile açarlar, olmazsa zeytin veya suyu seçerlerdi.

     

    Sofrada ağır yemekler olmaz, çorba, et yemeği, pilav, börek tatlı gibi sıralamaya bakmaz misafire ne ikram edeceklerse hepsini tepsiye dizerlerdi. Yemek tek çeşit olur, ziyafeti otlu peynir ve balla zenginleştirirlerdi. Misafire kendine hazırladıklarından çıkarır, külfete girmezlerdi. Sofraları mütevazıydı, bazen yoğurdun üzerine iki kaşık şeker serper, tatlıya buyurun derlerdi. Tabakların mutlaka sünnetlenmesini ister, yoğurdu bitmiş kaseyi suyla çalkalayıp temizler, “Oh ayranımız da oldu.” derlerdi. Yemek duası yapıldı mı toparlanır, ağzına bir iki tane tuz parçası atar sofradan kalkardı. Abdülhakim Efendi sigara içmez; ama tiryakileri de ezdirmezdi. Yemek sonrası bir süre dışarı çıkardı. O arada tiryakiler sigaralarını rahatça içerlerdi. O günlerde sofu geçinenler, tütün saran bir garibi yakaladılar mı azarlamaya başlar, adamı canından bezdirirlerdi. Öyle ya adamcağızı sigaraya müptela diye sohbetten mahrum bırakmaya değer miydi? Zaten dergahın devamlıları sayıyı azaltır, azaltır ve gün gelir hepten vazgeçerlerdi.

     

    İlle namaz ille namaz

     

    Elbette Kaşgari Mescidi’nde de teravih kılınır; ama tâdil-i erkâna çok dikkat ederlerdi. Rüku ve secdede rahat rahat üçer defa tesbih okuyacak kadar durur kaymede ve celsede (iki secde arasında ve rükudan sonra) vücudun sükuna ermesine özen gösterir, hatta bir salavat okuyacak kadar beklerlerdi.

     

    Şafiiler çoğunlukta olduğu için teravihleri ikişer ikişer kılar, aralarda salavatlar okuyarak nefeslenirlerdi. Efendi Hazretleri namazı çok ciddiye alır “İlle namaz ille namaz” derlerdi.

     

    Namazdan sonra Kaşgari Mescidi bahçesindeki yaşlı ağaca sırtlarını dayarlardı. O sırada semaverden fokurdayan çay akşama kadar çay içmeyen tiryakileri heyecanlandırırdı. Misafirlere “bardaklarını kapatıncaya kadar” çay ikram edilirdi. Çayı, ince ve küçük cam bardakta gayet açık içerler ve acele etmezlerdi. Efendi Hazretleri, çayın dudak renginde, dudak yakacak kadar sıcak ve dudağına kadar dolu olmasına dikkat eder, bunu “lebrenk, lebriz, lebsuz” diye veciz bir şekilde ifade ederlerdi. Yaz akşamları dergâh bahçesindeki manolyanın altına oturur, bir lahza ışıl ışıl yanan Haliç’i seyreder, sonra püfür püfür esen rüzgârı dinlerlerdi. Bazen hiç konuşmadıkları olur, “Bizim sustuğumuzdan anlamayan konuştuğumuzdan ne anlasın.” derlerdi. Talebeleri o sükut anından fevkalade feyzlenirlerdi. Zaman zaman muhibleri, “ah birileri gelse de birkaç soru sorsa” diye içlerinden geçirirlerdi.

     

    Ve bir gün Necip Fazıl, cevabı saatlerce sürecek bir soru seçti. “İyi insan nasıl olur?” Aklından “Efendi Hazretleri şöyle şöyle olur, böyle böyle olmaz diye anlatırlar, bize saatler süren bir sohbet çıkar” diye geçirdi. Ama cevap sadece iki kelimeydi: “Nasip meselesi!”

     

    Hocam, hocamın hocası...

     

    İşte o, şadırvan şakırtıları, takunya takırtıları, böcek cırıltıları ve semaver ıslığı eşliğinde dem tutan sohbet ele geçecek cinsten değildi. Sevenlerinin adeta içlerini okur, sohbetin seyri esnasında kafalarındaki problemleri çözerlerdi. Birini ikaz yerine ortaya konuşur, hatta mevzuu basitçe anlatarak bir menkıbe ile süslerlerdi. Üç kıssa, beş hadise derken konuya öyle bir düğüm atarlardı ki ciltlerce kitap okuyanların elde edemeyeceği incelikleri önlerine sererlerdi.

     

    Methiye yağdıranlardan hazzetmez, her bahane ile hocalarından bahsederlerdi. Silsile-i aliyye büyüklerini andılar mı gözlerini yumarlar, ortalıkta ılıcık bir rüzgar eserdi. Sanki hocası Seyyid Fehim Hazretleri ve hocasının hocası Taha-i Hakkari Hazretleri de sohbette gibiydi.

     

    Bu altın silsile Mevlana Halid-i Bağdadi, İmam-ı Rabbani ve Şah-ı Nakşibend gibi kolbaşlarından geçerek en son Sevr mağarasında Hazreti Ebubekir’e zikr öğreten Server-i Kainat’a (sas) giderdi.

     

    ‘Günahlarımı getirdim’

     

    “İnsan ömrünün tek sermayesi, aciz olmasıdır. İnsan ahirete giderken ne malını, ne mülkünü, ne çoluk çocuğunu, hiçbir şeyini götüremiyor. Sadece Allah için olan amellerini. Seyyid Taha-i Hakkari Hazretleri, mübarek hocam Seyyid Fehim Efendi’ye, “Bize ne getirdin?” deyince; “Size, sizde olmayan bir şey getirdim.” diye fısıldamış, “günahlarımı”.

     

    İşte burada içli içli içini çeker “Sahi, biz Cenab-ı Hakk’a ne götüreceğiz?” derdi. Gençlere İslam büyüklerini çok sevmelerini öğütler, onların sevgisi ile dolan gönüllerin arınıp paklanacağını söylerlerdi. Abdülhakim Efendi Hazretleri’nin talebelerinin hepsi de onun en çok kendisini sevdiğini zannederlerdi ki, bu onun kerametlerinden biriydi... Fakat bütün talebeleri, bir kişiyi çok sevdiklerinde hemfikirdirler; o da rahmetli Ziya Beyefendi’ydi. O kadar ki, iftarı gün aşırı dergâhta yapmalarını isterlerdi. İnsanlara sabrı tavsiye eder, “Allah-ü Teala iki amelin karşılığını bildirmemiştir. Bunlardan biri oruç, diğeri iftiraya uğradığı halde sabretmektir. Bu ikisine kat kat sevap verilecek.” derlerdi.

     

    Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda; "Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.

     

    .


  13. Dink vesilesiyle...

     

    Ermenistan'ın Irak'taki işgalci güç arasında olduğunu bilen sanırım yok.Ben de öğreneli çok olmadı.Çeçenistan da mücahidlere karşı savaşan işbirlikçi ve rus birlikleri içerisinde "ermeniler" hatırı sayılır bir oranda...

     

    Ermeniler yollarını bilinçli müslüman ve türk düşmanlığı olarak çizmiş durumda...Hrant Dink istese de Türkiye içinde diaspora söylemini benimseyemezdi.Zira yaşadığı toplumun tepkisini derhal çekerdi.Samimi olup olmadığı kendi sorunuydu.Ama "Türkler Ermenileri katletmiştir" sözüne katılan biriydi ve bu söz O'nun gibi birçok ermeninin -ilmilikten uzak- sadece tarihsel duygularının ifadesiydi...

     

    Velhasıl Dink diaspora'dan pek de farklı değildi, sadece diasporanın sınırlarımız içinde olabilecek en uç noktasıydı.İçerdeki demokrat/sosyalist/kürtçü/bır kısım laik-atatürkçü/"ılımlı islamcı" ama ne hikmetse umumi hususiyetleri "hakiki islam düşmanlığı" olan zümrelerin sevdiği-hoşlandığı bir şahsiyetti...

     

    Müslümanlar'ın milli meselelerde -Hakka uygunluk şartıyla- bazı kesimlerle paralel düşünmesi bir zül değildir.Zira tavrımız yalnız ve yalnız islam'a göredir.Vesselam...


  14. Yukardaki mükemmel çalışmaya katılıyorum.Lakin :

     

    Kürtler, Türk korkusu ile Amerika’ya sığınıyor. Türkler Kürt korkusu ile ABD’ye sığınıyor. Araplar Türk ve Kürtlerden korkup ABD’ye sığınıyor. Tek direnen grup Şiiler. Türkiye Kerkük’e Kürtlerin girmesinin engellenmesini istiyor ve ABD’yi bölgede görev yapmaya çağırıyor..

     

    Bu ibaredeki "tek direnen grup şiiler" ibaresini yadırgadım...Destanlar yazan sünni direnişçileri neden görmediniz ? Şiilerin nasıl diren(me)diğini Irak'ta gördük.Üstelik "dini içten yıkan" hükmüyle "ümmet" kavramına girmezler.


  15. YOL

     

     

    Ben bir yolcuyum o beklenen gemi,

    Bu limanda yokmuş o gemiye yük;

    Nasıl yazmışlar benim hikayemi ?

    Ben bir zerreyim, katip ne büyük.

     

     

    Şeffaf bir misket bu küçük dünya,

    Beşik ve tabut arası rüya,

    Meçhul zamandaki son uykuya,

    Yatıran O, büyükten de büyük...

     

     

    Cevdet CEMAL


  16. "Bizim Okullarımız” da Öğrenim Kademeleri

     

    Mustafa Saba

     

    Eğitimi,mücerret bir mesele olmaktan çıkarıp müşahhas zemine oturtan pratik uygulamalardır. Genel anlamda eğitim denilince akla hemen okullar gelmektedir. Eğitimin gayesi, öğrencilerin şahsi ve sosyal gelişimi kadar akademik ve mesleki becerilerin gelişmesini sağlamaktır. Eğitimin ahlaki boyutu yanında, günlük hayata dönük pratik yanı da vardır. Ne var ki günümüzde eğitim denilince yalnızca “meslek kazanma” anlaşılmaktadır. Okullar, gerek eğitim gerekse öğrenim ihtiyacını karşılayan kurumlardır. Eğitim sayesinde, iyi ve ahlaklı olduğu kadar “faydalı” ferdler de yetiştirilmiş olur.

     

    “Mihraksız Tümevarım”ın zafiyetiyle malül kuru insan aklı, ideal bir eğitim sistemi kurmakta aciz kalır. Kiminin merkeze öğrenciyi, kiminin öğretmeni aldığı eğitim görüşlerinin eksikliği ortadadır. ( Şu an Türkiye’de öğrencinin merkez olduğu sistem hakimdir.) Oysa ki eğitime mevzu olan insan, sosyal ve ekonomik vs. şartlar da göz ardı edilmeksizin asıl olarak “ilahi fıtrat”a göre değerlendirilmelidir.

     

    Eğitim Sistemi, ilahi fıtratın kabul ettiği “vasat” üzerine olmalıdır. İslam, “üstün muvazene” dini olması hasebiyle, eğitim sahasında da ifrat ve tefritten kaçınılmasını emretmektedir. Herkesin potansiyeli farklı ve sınırlı olduğundan öğrenci, kapasitesinin üzerinde zorlanmamalıdır.. Devletin okullardaki temsilcileri olan öğretmenler, bu istidadın tesbit ve değerlendirilip yönlendirilmesinde öncelikli olarak sorumludurlar. Dolayısıyla eğitimciler, çocuk ve gençlerin iyi yönlerini parlatacak, kötü yönlerini ise köreltecek bir şahsi,zihni ve pedagojik potansiyele sahip olmalıdır.

     

     

     

    TC’nin Okuma Seferberliği

     

    Yaradılış itibarıyla herkesin okuması imkansız hatta gereksizdir. Önemli olan var olan istidatlar çerçevesinde hayata dahil olmak ve kulluk görevini yerine getirmektir. Verilen emeğin işin verimine uygun olması eğitim noktasında da geçerlidir. Oysa TC okullarında ne istidatları ölçecek fikri ve maddi donanım ne de yönlendirecek kadro vardır. Dolayısıyla güzelim istidatlar, plansız emekler boşa gitmektedir. Okuyan kesimin arttırma çabası sadece TC’nin imajını düzeltmeye yöneliktir. Yoksa gerçek ilim ve irfan öğretme kaygısı yoktur. ( Olsa görürdük!)

     

    Ayrıca, okuyan nüfusun artırılması, AB’nin isteklerinin yerine getirilmesi yanında kısa vadede ekonomik faydalar da sağlamaktadır. Bir öğrenci, toplum nezdinde okuduğu müddetçe bir nevi çalışan sayılmaktadır. Böylece devlet, kısa vadede işsizliğe çözüm bulmuş oluyor. Burada göz önüne alınması gereken TC’nin uzun vadeli projelerinin olmaması yanında, böyle bir zihniyetten yoksunluğudur. 10 yaşından itibaren okula devamının hiçbir fayda sağlamayacağı milyonlarca genç, 18 yaşına kadar okuyup liseyi bitirmektedir. “8 Yıllık Kesintisiz Eğitim”in ardından “bari lise mezunu olsun” denilerek gereksiz bir şekilde okutulmaktadır.Bu yüzden gerek “okuma kapasitesi” gerekse “okuma isteği” olmayan gençler, zorunlu olarak liseye gitmektedir. ÖSS’de sıfır puan alan öğrenciler, bu durumun en büyük göstergesidir. Mevcut okullar, insanların ”cehlini alır, ahmaklığını almaz.” bir durumda bile değildir.

     

    Lise mezunu bir gencin şahsiyeti, neredeyse tamamen oluşmuştur. Okul bittiğinde gerek zihni gerekse bedeni olarak çoğu işi kendine yakıştıramamaktadır. Yıllardır emek verdiği alanda iş bulamamakta, bir işe girse bile o iş için gerekli melekeyi kazanması daha uzun sürmektedir. Çünkü başka meslek için yetiştirilmiş ve buna inandırılmıştır. Bu hal de bunalıma sürüklemektedir.

     

    “Bizim Okullarımız” da Öğrenim Müddeti

     

    Eğitim kurumları insan zeka, kabiliyet,yaş ve cinsiyetine göre oluşturulmalıdır. Çünkü eğitilebilirlik bu unsurlara bağlıdır. Bu durum dikkate alınarak istidatlar belirlenmelidir. İstidatları belirlemek için “açıkça” zeka ve yaşı müsait olmayanlar hariç tüm çocuklar ilk mekteblere alınmalıdır.

     

    Genel eğitim sürecinde her insanın, belli oranda eğitilebileceği dikkate alındığında geri ve üstün zekalılar için ayrı okullar açılmalıdır.

     

    Kız ve erkek talebeler, ayrı okullarda hemcinsi hocalarca eğitilmelidir.

     

    “Vasat” bir insan ele alındığında 0-2 yaş arasında şuursuz bir öğrenim yaşar.

     

    2-7 yaşları ise öğretime hazırlık dönemidir. Üstün yaradılışlılar müstesna olmak üzere 7 yaşına kadar bir çocuk okul ortamından sıkılan bir psikolojiye sahiptir. Günümüz anaokulu ve kreşlerinde verilen eğitim, aslında çocuğun tabii ortamında alması gereken keyfiyettedir. Hayatın başlı başına bir oyun olduğu dünyamızda,oyunun bir eğitim metodu olduğu unutularak oyun çağındaki çocuklar, boğucu sınıflara tıkılmaktadır. Bu yüzden, sadece çalışma zorunluluğu olan ve bakıcılık yapacak “yakınları” olmayan doktor, hemşire, öğretmen, polis gibi çalışan hanımların çocukları için tahdidi kreşler açılabilir.

     

    7-10 yaş arası ilk öğrenimin gerçekleşmesi gereken dönemdir. Namaz kılma bahsinde olduğu üzere öğrenim 7 yaşında sistematik ve zorunlu olarak başlar. İlk Mektebe gitmek devlet tarafından zorunlu tutulmalıdır. Bir insana günlük hayatta lazım olacak maddi ve manevi bilgilerin ( okuma-yazma, matematik hesabı,coğrafya,genel kültür vs.) verildiği bir ocak olmalıdır “ilk mekteb”…Ayrıca istidatların gün yüzünü çıktığı, öğretmenlerce “çıkarıldığı” bir devre olmalıdır. Bu dönemde gerçekleşecek branşlaşmada “hoca” , öğrencinin isteklerinden ziyade istidatlarını dikkate alarak daha etkin olmalıdır. Çünkü herkes en güzeli ister ama genelde bunu gerçekleştirecek durumda olmaz. Elbette, talebe seçilen branş hususunda ikna edilmelidir.

     

    10 yaşında biten ilk okulun ardından okula devam kapasitesi olmayanlar ayıklanarak diğerleri istidatları çerçevesinde 3 yıllık ya mesleki orta öğretime veyahut akademik orta öğretime tabi tutulabilir. Bu büluğa dek devam edecek bir süreç olacaktır.“Mesleki Orta Öğretim Okulları”nda okuyan öğrenciler, meslekleriyle ilgili staj yapmaya hemen başlayıp “iş içinde eğitim”e tabi tutularak teorinin havada kalması önlenebilir. Yine de başarısızlık olursa branş değişikliği bu dönemde gerçekleştirilmeli, ileriye bırakılmamalıdır.

     

    İlk metafizik kavrayışların gerçekleştiği büluğ çağına rastlayan lise dönemi de 3 yıl sürebilir.

     

    Genç adam, sonrasında memleketin ihtiyaçları doğrultusunda açılmış, branşıyla ilgili “külliye”ye devam edebilir…

     

    .

×
×
  • Create New...