Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Salihbey

Sivil
  • Content Count

    297
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    2

Posts posted by Salihbey


  1. NÂZIM HİKMET VE NİHAL ATSIZ

     

     

    Hakan Yaman

     

     

    Nazım Hikmet hayatı, dünyayı ve insanları seviyordu.Türlü hapis, nezaret, sürgün ve gurbetle dolu ömründen kesitler sunduğu romanına “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” adını vermesi boşuna değildir. Bir şiirinde de oğlu “Memed”e şöyle seslenir:

     

    "Tohuma, toprağa, denize inan,

     

    insana hepsinden önce.

     

    Bulutu, makinayı, kitabı sev,

     

    İnsanı hepsinden önce.

     

    Kuruyan dalın,

     

    sönen yıldızın,

     

    sakat hayvanın

     

    duy kederini,

     

    ama hepsinden önce de insanın.

     

     

     

    Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin

     

    Sevindirsin seni karanlık ve aydınlık

     

    Sevindirsin seni dört mevsim

     

    Ama hepsinden önce insan sevindirsin seni."

     

     

     

    Türk Milliyetçiliğinin efsane ismi Hüseyin Nihal ATSIZ’ın şiir ve yazıları, gözünü kan bürümüş bir ölüm manyağının mermileri gibidir. ATSIZ, “öldürme” dürtüsüyle kafayı yemiş hasta bir adamdır. İnsanlığın büyük zekalarını terleten ilim, sanat, felsefe gibi meselelere zerre kadar kıymet vermez:

     

    "Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle,

     

    Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı

     

    Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?

     

    Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı”

     

     

     

    ATSIZ’ a sorarsanız, edebiyat, resim, mimari gibi üzerine medeniyet inşa edilen sütunlar beş para etmez:

     

    "Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!

     

    Şaheserler süngülerle yazılır ancak!”

     

     

     

    Nazım Hikmet’in şiirindeki yaşama bağlılık, kapitalizmin idealize ettiği bencil ve hazcı tutkuların aksine dünyayı güzelleştirme ve bütün insanlar için yaşanılır kılma arzusunun bir neticesidir. “Yaşamaya Dair “ yazdığı şiirlerden birisinde dünyayı ve hayatı sevmenin bedeli olarak sorumluluk ve risk almaya davet eder insanları:

     

    "Yaşamayı ciddiye alacaksın

     

    yani, o derecede, öylesine ki,

     

    mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

     

    yahut, kocaman gözlüklerin

     

    beyaz gömleğinle bir laboratuarda

     

    insanlar için ölebileceksin,

     

    hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için

     

    hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken

     

    hem de en güzel, en gerçek şeyin

     

    yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

     

    ATSIZ’daki "ölmek ve öldürmek" tutkusunun böyle izaha gelir bir yanı yoktur. Sapık bir ırkçılık gayretiyle dünyayı, geleceği ve insanlığı bir alev deryasında boğuluyor görmekten zerre kadar kaygılanmadığı gibi, bu manzaraları tahayyül etmekten müthiş haz alır ve şehvetle tasvir eder:

     

    "Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!

     

    Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!

     

    Sert dipçikler ezmelidir nice başlar!

     

    Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!

     

    En yiğitler serilmeli en önce yere!

     

    Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!

     

    Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!

     

    Büyük devlet kurmak için büyük kan ister!

     

    Damarında var mı seninin öyle bol kanın?

     

    Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!”

     

     

     

    ATSIZ, kaleminin bütün gücünü hırıstıyan aleminin “barbar Türkler” propagandasını delillendirmek istercesine kullanmaktan hiç gocunmaz. Onun nazarında Türk, ata binip kılıç kuşanan ve vurup kırmadan başka hiçbir şeye aklı ermeyen cengaver bir kavimdir:

     

    "Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa

     

    Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.

     

    ........................................................

     

    Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;

     

    Hız verecek biricik şey ona savaştır!”

     

     

     

    Kana susamışlıkta en tanınmış faşist liderlere taş çıkartır, ve hatta hızını alamayıp Musolini’ye “DAVETİYE” yazar:

     

    "Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür.;

     

    Din Arab’ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.”

     

     

     

    Şamanizm sempatisiyle de meşhur Nihal ATSIZ’ın yanında Türkeş’in söylemi bile oldukça masum ve insancıl kalır.Zengin bir tarih bilgisi, sürükleyici bir üslubu vardır ATSIZ’ın. Bir “şaman” gibi beynini büyülediği “mankurtlaşmış” yüzbinlerce genç, “açlar nasıl koşarsa aşa” öylesine bir istekle, ağzından salyalar akarak “Türklük için” ölmeye ve öldürmeye koşmuş, binlercesi telef olmuştur. İşte ATSIZ’ın bir başka dörtlüğü:

     

    "Sen ne kadar güzel şeysin ey şanlı ölüm!

     

    Bizim bütün talihimiz sende saklıdır.

     

    Ey dünyada her yiğide nişanlı ölüm,

     

    Zevki sende arayanlar elbet haklıdır.”

     

     

     

    Halbuki eğilmeden, bükülmeden, satılmadan mazlum halkımızın sesi olan yüzlerce solcu ve İslamcı derginin “şiddete teşvik” gerekçesiyle toplatılıp kapatıldığı; bırakın sorumlu müdür ve yazarlarını, okuyucularının bile işkenceden geçip hapse atıldığı ve inim inim inletildiği ülkemizde, bu despot basın yasalarıyla ayakta kalan sağcı iktidarlar, “şiddete teşvikin, kışkırtıcılığın” daniskasına imza atan Nihal ATSIZ’ın kitablarını sokmadık kütübhane bırakmamış, gençliğin bunlarla zehirlenmesini ve man kurtlaşmasını teşvik etmiştir.

     

    Türk gençliğinin heyecanını “ vatan - millet - bayrak” sloganlarıyla şahsi menfaatlerine kanalize etmek ve “açlığa, yoksulluğa, sömürüye hayır” diyen halkımızı sindirmek isteyenler için Ülküsü” başlıklı yazısında;

     

    Bu toprak için,

     

    Bu bayrak için

     

    Ölelim...

     

    Fakat bilelim...

     

    Diyen bir şairin bile düşüncelerini eksik ve yetersiz bulan Hüseyin Nihal ATSIZ, bu şiiri değiştirerek şöyle söyler:

     

    Bu toprak için,

     

    Bu bayrak için

     

    Ölelim

     

    Ne düşünelim, ne de bilelim!

     

     

     

    Evet, ne düşünen, ne okuyan, ne üreten, ne sorgulayan; sadece “toprak” ve “bayrak” sloganı ekseninde ölüme ayarlı, gözü dönmüş bir gençlik sürüsü... ATSIZ gibilerin yetiştirdiği ve sağ iktidarların yıllardır sırtına basarak yürüdüğü “milliyetçi kitle” budur.

     

    ATSIZ, bütün ömrünü "Kür Şad, Kül Tegin, Ötüken, Tanrı Dağı, Turan” diyerek tüketmiş, bir kez olsun gelir dağılımındaki adaletsizliği yazmamış, Türk milletini kırıp geçiren fukaralıktan bir defacık bile dem vurmamıştır. Onun lügatında “yolsuzluk”, “rüşvet”, “verem ve sıtma”, “sömürü”, “Hiroşima”, “atom bombası” gibi kavram ve kelimeler yoktur.

     

    Resmi ideolojinin yapıştırdığı “vatan haini” etiketine aldanmayın.Nazım Hikmet Bu memleketi ve insanımızı onların hepsinden fazla seviyordu:

     

    "Sen esirliğim ve hürriyetimsin,

     

    çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,

     

    sen memleketimsin."

     

     

     

    Ama Nazım’ın sevgisi kuru bir bağlılık, kayıtsız şartsız bir teslimiyet değildir. Sevdiği için düzeltmeyi ve güzelleştirmeyi görev bilir. Sevmek, olduğu gibi kabul etmeyi gerektirmez ve “aslansın-kaplansın” gibi hamasi ninnilerle uyutmak yerine insanımıza kabahat ve sorumluluklarını hatırlatır:

     

     

     

    "Koyun gibisin kardeşim,

     

    gocuklu celep kaldırınca sopasını

     

    sürüye katılıverirsin hemen

     

    ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.

     

    Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

     

    Hani şu derya içe olup

     

    Deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.

     

    Ve bu dünyada, bu zulüm

     

    Senin sayende.

     

    Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

     

    Ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

     

    Kabahat senin,

     

    -demeğe de dilim varmıyor ama-

     

    kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

     

     

     

    Nazım Hikmet “vatan severlik” maskesiyle bu memleketi babasının çiftliği gibi sayanlara göz yummadığı ve bunlarla uzlaşma noktası aramadığı için “vatan haini” damgası yemiş, ATSIZ gibiler ise “Türklüğün büyük evladı” olarak nam salmıştır.

     

    Eğer “vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse... Ve vatan şose boylarında gebermekse açlıktan, soğuktan it gibi titremek ve sıtmadan kavrulmaksa yazın ve fabrikalarımızda al kanımızı içmekse ve ağalarınızın tırnaklarıysa ve polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa” böyle bir hainliği dünden razıdır Nazım Hikmet:

     

    "vatan, Amerikan üsleri, amerikan bombası, amerikan donanması, topuysa,

     

    vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

     

    ben vatan hainiyim.

     

    Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

     

    Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala.”

     

    * * * * * * * * * * * * * * *

     

    ATSIZ’ın Türk tarihinde en beğendiği kahraman, “en büyük Türk” dediği “Kür Şad”dır. “Bozkurtların Ölümü” romanıyla bu Göktürk prensini efsaneleştirmiş, insan üstü bir varlık gibi kutsamıştır. Bu romanı okumayan ülkücü zor bulunur. Öyle ki, bütün bir milliyetçi nesil çocuklarına “Kürşat” adını vermenin ayrıcalığı ile gururlanmıştır.

     

    Aslında tarihi kaynaklarda “Kür Şad”a dair bilgiler çok sınırlıdır. Asıl ismi bile bilinmemekte, ne doğum ne de ölüm tarihine ait kesin bir kayıt bulunmamaktadır. Onu Homeros’un sahte tanrıları gibi yücelten ve Türk tarihinin unutulmazları arasına sokan bizzat ATSIZ’ın büyüleyici üslubudur.

     

    "Bozkurtların Ölümü” romanı “621 yılında bir yaz gecesi” başlar. Aynı zamanda Peygamberimizin hicret tarihi olan bu miladi yıl, ATSIZ’ın eserinde “Kür Şad”ın gençlik yıllarıdır. Peki, Kür Şad’ın doğum ve ölüm tarihine dair kesin kayıtlar olmadığı halde, ATSIZ, bütün bir ülkücü nesli büyüleyen bu “en büyük Türkün” efsanesini kronolojik tarih itibariyle niye Peygamberimizle aynı zamana denk getiriyor? Cevabını vermeye hacet var mı?

     

    Nazım Hikmet “Meşin Kaplı Kitap” Şiirinde Kur’an’a ve Peygamberlere saldırır. ATSIZ’da Ötüken dergisinde yayınlanan “Yobazlık Bir Fikir Müstehâsesidir” başlıklı makalesinde en iğrenç mantık oyunlarıyla Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu reddeder ve İslam karşıtlığını açıkça belli eder. Bu yazı “Makaleler 3” adıyla kitablaştırılan derlemede aynen mevcuttur.

     

    Siyahla beyaz kadar birbirinin zıddı ve düşmanı olan ATSIZ’la Nazım’ın birleştiği ve aynı renge büründüğü tek nokta İslam düşmanlığıdır.

     

     

     

     

     

    FAYDALANDIĞIM KAYNAKLAR:

     

    -Nazım Hikmet’in “Yatar Bursa Kalesinde”, “Yeni Şiirler”, “Son Şiirler” ve “835 Satır...”

     

    -Hüseyin Nihal ATSIZ’ın “Yolların Sonu”, “Türk Ülküsü”, “Makaleler 3” ve “Bozkurtların Ölümü...”


  2. makabdullah8.gif

     

    GAZİ ŞAMİL BASAYEV; TEKRAR EDEN BİR ÇAĞRI !

     

     

    Abdullah Kuloğlu

     

     

    Bir ara bir haber geliyor gönüldaş Şamil’den. Eğer Çeçenistan’da muzaffer olunursa, Başyücelik Devleti esasına dayalı bir devlet kurmak niyetini belirtmiş Dudayev. Veya şöyle Şamil niyetini belirtince Dudayev kabul etmiş vs. Sevincimden adeta havada uçuyorum. Bizden devletin kuruluşu aşamasında bulunmamız isteniyor veya danışmanlık etmemiz. Bahsini ettiğim olay Bağımsızlık Savaşı’nın henüz tamamlanmadığı yıllara rastlar. Çok verimli bir gurup vardı o zaman.

     

    Devletin kuruluş aşaması ile ilgili bir talep gelince bize, yetersizliğimiz yüzünden büyüklere havale ettik işi. Zira Sayın Mirz. tutuklu değildi o zaman. Çelik çomak oynadığımızı, fikrin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini o zaman anladım. Malum Çeçenistan hadisesi bambaşka hadiselerle yoğruldu ve cihad devam ediyor. Konumuz bu değil zaten.

     

    Bu resmi ilk gördüğümde, gurur, hüzün, sevinç karmaşık duygular yaşadım. Sonra duygularım duruldu ve olayları bir daha düşündüm. Bir fikirci olarak, sistem mimarı olarak bugün hazır mıyım, hazır mıyız? Aydınlar Aristokrarisi ne demektir Allah aşkına? Er meydanlarında şehitlik şerbetini içen, göğsünü kalleş işgalcilerin kurşunlarına açan Şamil gibi nice komutan fazlasıyla hakkını verdi zaten savaşmanın dünyanın dört bir yanında!... Bu hakla deseler ki: Gel ben temizledim İslam’ın yurdunu küfrün hakimiyetinden, kur Dünya-Ahiret saadeti Şeriat-i Garra rejiminin mimarisini. Ne diyeceksin?

     

    Şaka gibi geliyor, o gün gelmez zan ediliyor. Ama o gün belki yarından da yakın be hey nefsim, nefsimiz!..

     

    Şimdi, Akademyaya Doğru Platformu’nun ne manaya gelebileceğini anlamak isteyenler için, şu KARDEŞ, GÖNÜLDAŞ, KAHRAMAN GAZİNİN, GAZİMİZİN GÖZLERİNE BAKIN!.. Herşey kelimelerle anlatılmaz ki kardeşlerim, öyle değil mi?

     

    Hani hukuk taşkilatı, eğitim teşkilatı, ordu teşkilatı, iktisat teşkilatı...vs nerede bu alanların güdücüleri? Her teferruatı Sayın Mirz.’nun çözmesini mi bekleyeceğiz?... Yoksa hatalı da olsak, henüz hazır olmasak da bir dalından-cephesinden girişip işe verimlerimizi, eserlerimizi mi vereceğiz? Alıntı eserler değil, ibda eden eserler vermeye mecburuz!... Şimdi şu duruştaki edaya, gözlerdeki manaya bakıp, davete icabet etmemek ne mümkün kardeşlerim! Şehitlerle, gazilerle, yokluklarla kurtarılmış bir vatan ellerinize teslim edildiği gün, niye bilmediğinizi-bilemediğinizi anlatamazsınız ne kendinize, ne de Başyücelik Ahalisine! Vesselam!

     

    Not: Utanıyorum, üzülüyorum, sefil bir hayat yaşamaktan bıktım, gırtlağımıza kadar pislik içinde, haysiyetsizce, kancıkça...Ya Onlar !..Gazi'miz şehidimiz oldu.'Yolu yolumuzdur' derken bile ne kadar samimiyiz,'kahrolası hanede evladı ıyal var' değil mi kör şeytan!..

     

    Allah cc şefaatine nail kılsın !..


  3. Talebe Dejenerasyonu

     

    Ergun Oymak

     

    Haber bültenlerini uzun süredir işgal eden lise hadiselerinin herhâlde en çarpıcı olanı, okulda akranının kafasını kesmeye teşebbüs eden ancak olmayınca sadece bir yaralama vakâsı olarak kalan hadise idi.

     

    Yakın zamanda vizyona giren “Otel” isimli filmde, bir ülkeye giden turistleri kaçırıp, para karşılığında, işkenceyle insan öldürme zevkini tatmin etmek isteyen, dünyanın her tarafından gelen zenginlere sunuyorlardı. Ki, senaryoyu yazanların böyle bir şeyin gerçekten Tayland’da varolduğunu duydukları, bundan mülhem bu senaryoyu yazdıkları basında yeraldı.

     

    Geçmiş yıllarda söylentisi çıkan bir başka şey, Avrupa’nın kıyı köşe ülkelerinde zenginler için insan safarisi düzenlendiği, ormanlık alanda salınan ve kaçan insanları avlamak için silahlı zenginlerin peşlerine düştükleri bir organizasyondu.

     

    Çin’de her yıl canlı canlı derisi yüzülen hayvanların görüntüleri…

     

    Ve bunların yanında bu cinsten daha binlercesi…

     

    Ne şuna, ne buna hiçbir şeye inanmayan insan tezahürleri.

     

    Ve bu insan tipinin semirtilip yaygınlaştırılması için Yahudinin daimî çabaları…

     

    Doğup geldiği dünyada etrafındaki eşya ve hadiselere bakışında herhangi bir ölçüye, değere inancı ve bağlılığı olmayan insan için her şey tabii olarak nefs için oluyor ve her şeyin onun nefsi için, ne işe yarayabileceğinden başka mevzu kalmıyor. Aslında bu durumda bulunurken, artık bundan başka bir insan olma hâlinin olamayacağına kanaat getirmiş insanın, hayatın kısa ve sonlu oluşundan ötürü intihar edivermesi de beklenebilir ama genelde bu pek olmuyor.

     

    Bu hâl içindeki güya bir insan için, diğer bir insan nedir?

     

    Diğer insanın eti yenerek protein ihtiyacı karşılanabilir, derisinden ve kemiklerinden muhtelif işlere yarar eşya yapılabilir, kişi onun organlarını alıp kendine naklederek hastalığından kurtulabilir, deneylerde kullanabilir, köle edilip çalıştırılabilir, cinsî amaçlar için kullanılabilir, hayvan maması yapılabilir.

     

    Bir çizgi roman kahramanı olan Jerico’ya bir macerada düşmanı şöyle diyordu:

     

    “-Sarı saçların kemerimi süsleyecek.”

     

    Tabii ki, insandan süs de yapılabilir. Kullanım alanı gerçekten çok geniştir. Say say bitmez.

     

    Bugünün küçükleri, yarının büyükleri okul bahçelerinde oturup bu faydalardan hangilerini daha çok tercih edeceklerini düşünüyorlar mıdır yoksa hep rastgeleci midirler bilmeyiz.

     

    Okul çocuklarının bu hâlinin sebeblerini tesbit ettiler:

     

    Polat Alemdar onları böyle yaptı… ailelerin ilgisizliği onları böyle yaptı… geçim sıkıntısı yüzünden… Çok savaş ve şiddet var ondan oldu.

     

    Çözüm teklifleri:

     

    Aileler daha çok ilgilensin… TV’den, internetten uzak tutun düzelirler… Daha çok spor iyi gelir… Ülkemizin ekonomik kalkınması bunları giderir v.s.

     

    Bir lisede stres odası açıldı. Duvara spreyle yazı yazıp, odanın içinde etkinliklerde bulunup düzelecekler dendi.

     

    Konuyla ilgili devlet ricali, bizim bu konularda bir çözüm teklifimiz yok, zaten nasıl bir çözüm üretilebileceği konusunda düşünüyor da değiliz, çünkü böyle bir sıkıntımız yok demedi. Zira böyle deselerdi halka karşı biraz ayıp kaçardı.

     

    Madem damdan düşüp karnını parçaladın sana bir nane limon kaynatayım mı, dene iyi gelir cinsinden eski hamam eski tas laflar berdevam.

     

    Türkiye’de de, dünyada da her nesil bir öncekinden daha azgın, daha anormal, daha insanlıktan uzak hâle gele gele ve bu iş gide gide nereye varır?

     

    Büyük Doğu Mimarı insanları ellerinden değil kalblerinden kelepçeleyecek kanuna kavuşmadıkça hiçbir kelepçenin yetmeyeceğini öğretti bize.

     

    İbda Mimarı da yeni bir İslam Çağı açılmayacaksa insanlığın sonunun geldiğini görmemiz için gözlerimizi mesh etti.

     

    Dünya kendi halleri içinde mazur olan yahut olmayan fertleriyle artık bu hayatın daha fazla böyle devam edemeyeceğini haykıran hadiselerle dolu.

     

    Artık insanlığı kimse tutamaz durduramaz.

     

    Artık hakikatten başka hiçbir şey kesmez.

     

    Beş asırdır aslıyla yaşanamayan ve gösterilmeyen İslâm’ın hakikati gözlerden uzak kalırken, İslâm dışı ve güya İslâmî levhalı batıl dünya da çeşitlendikçe çeşitlendi. Hepsinin sonu fos çıktı, İslâm’ın da fos zannedilmesi için bütün şartlar oluştu. Netice olarak nihayet, insanların şuuraltına neye inanılırsa inanılsın asla bekleneni veremeyeceğine, dolayısıyla hepsinin anlamsız angaryalar olduğuna dair çok güçlü bir kanaat yerleşti.

     

    Aslında inanmadığı şeylere inandığını zanneden inançsızların yekunu çok arttı. Bir hayat nizamı vazeden her şeye peşinen “yemezler” tavrı takınanların sayısı da çok arttı. İnsan, insan için dalda yemiş gibi bir şey oldu. Orman Kanunu en hakiki ve tabii kanun haline geldi. Aslında deli olduğunu bilmeyen ve normal olduğu zannıyla hayatına devam eden birçok insan türedi. Üniversiteden büyük cetvel kılıfı gibi görünen mahfazalardan birden samuray kılıçları çeken öğrenciler çıktı.

     

    Ya hemen Kıyamet yahut önce yeni İslam Çağı sonra kıyamet

     

    Ama biz Allah Resulü’nün bildirdiklerinden biliyoruz ki önce yeni İslam Çağı-İbda Çağı sonra kıyamet.

     

    Ne ferdi ne de toplumu ezmeyen, ferdin de toplumun da meselelerini biri için diğerinin hakkını yemeden bütünlük içinde çözebilecek fikrin hayat nizamı…

     

    Bir lunapark oyunundaki gibi, masadaki hangi delikten çıksa kafasına tokmakla vurulan ama hep diğer delikten çıkan ve bir türlü safdışı edilemeyen kurbağa gibi parça bölük çözümsüzlükler değil.

    O halde bugünün küçükleri yarının büyüklerinin mağara hayvanı nevinden yaratıklar olarak dünyada tepişmenin dışında bir hayat ta bulabileceklerini söyleyebiliriz.

     

    .


  4. Suzan Hanım

     

    Suzan Hanım otuzyedi yaşındadır. İstanbul’a 1900’lü yıllarla birlikte gelip yerleşen Selanik’li bir ailenin üçüncü kuşaktan torunu olan bu hanımı, çok küçükken annesini kaybetmek gibi bir felaket yaşamıştır. Annesinin ölümünden sonra bir daha evlenmeyen zeytin tüccarı, fabrikatör, iş dünyasının duayeni ve daha bilmem neler, neler daha olan babası o yaşlarda çok ihtiyaç duyduğu alaka ve şefkati ancak işinden ve metreslerinden kısabildiği dar vakitlerde gösterebilmiştir bu hanıma. Sonrası, yatılı okullar, pahalı bir üniversite, bir iş tutmak yerine evine dönüp sosyete denilen muhitin seline kapılmış. Ve artık pek de ihtiyaç duymadığı bir vakitte, bundan beş yıl evvel ardında büyük bir servet bırakan babasını da son yolculuğuna uğurlayış.

     

    Devamlı müşterisi olduğu kuaförün en uçuk kesimlerine modellik yapan sarı saçları, pürüzsüz alnında iki ince çizgiyi andıran kaşları. Ailesinin en bariz özelliği olan gök mavisi gözleri. Düz ve ufak burnu, dolgun dudakları. Beyaz teninin üstüne yakıştığına inandığı her şeyi giyebilme cesareti(!) ile etrafındakiler tarafından güzel bulunan. Haydi çekinmeden söyleyelim, oldukça cazibeli bulunan orta boylu, narin yapılı ve kendi tabiriyle “tam bir Cumhuriyet kadını olan” Suzan hanım, babasının böyle alel acele, ecele teslim oluşu üzerine avukatlarının ve birkaç aile dostunun teşviki ve tavsiyesiyle İstanbul yakınlarında ki birkaç arsa ve yine aynı şehrin muhtelif yerlerinde bulunan bir kaç han ve binanın dışındaki bütün işletme, fabrika ve gayri menkûlleri elden çıkararak parasını bankaya yatırmış ve böylece iş dünyasının kurtlarına (çakallarına) yem olma riski ve çalışma mecburiyeti olmadan kendine müthiş bir gelir kaynağı sağlamıştır.

     

    Parayı icad eden ataları kadar tecrübeli olmasa da, atalarından irsi olarak geçen parayla aralarında ki cazibe kanunu bu hanıma da güler yüzünü göstermiştir. İktisadi işleri bu şekilde düzenlenirken bir yandan da babasının yas günlerini dolduran Suzan hanım “Hayata kaldığı yerden adım atar.” Hemde bütün şaşaa ve hızıyla. “Ee, ne de olsa ölenle ölünmezdi ya canım!”

     

    Suzan hanım, bundan böyle kâh elitist davetlerin seçkin konuğu, kâh kumar partilerinin vazgeçilmez oyuncusu, kâh da İstanbul’un en seçkin(!) kulüp ve barlarının müdavimidir artık. O’nda hayata ve gayesine dair bir fikir aramayın. O’na göre hayat suyu çıkana kadar yaşanmalıdır sadece. Hayatın nasılı ve niçiniyle uğraşmak filozofların işiydi ne de olsa(!) Hem Suzan hanım böyle şeylere kafa yoramayacak kadar meşgul insandır(!) Buna goygoyun arasında evine bile anca uyumak için uğrayabilmektedir.

     

    Kendini bedensel arzularına, hazlarına bu derece kaptırmış olan Suzan hanım, ruhunu ihmal etmesinden dolayı öldürmekle kalmamış adeta bir daha karşısına çıkmaması için üstüne kat kat toprak serperek insanı hayvandan ayırıcı bütün ruhi tavırlara ebediyen kapısını kapamıştır. En süfli tarafından bile olsa hiç kimseye sevgi duyamaz, aşık olamaz. Aşk ya Leyla ile Mecnun masalıdır ya da, iki dakikalık şehvettir olsa olsa O’nun için. Ah, bu hanım nereden bilebilirdi ki aşkın ve sevgininde belli bir istidat ruhi çaba gerektirdiğini.

     

    Aşkı ve sevgiyi böyle gören; Anadolu’ya ismi kadar yabancı bu hanım. Dost meclislerinde etrafına halkalanan hanımların lafı kendi evliliği üzerine geldi mi, şuh bir kahkaha koyuverir ve ardından; “Özgür bir kuş gibi daldan dala kanatlanmak dururken, kafese girmek niçin?” derdi, bütün örtülerinden sıyrılıp. Öyle ya aşk ve sevgi yoksa sadakat ve bağlılık niyeydi ki? Bütün bunlar olmadıktan sonra da kendisi gibi yaşamak için kocalarıyla aralarında bin bir dolap dönen şu hanımlar gibi olmak niyeydi?

     

    Sonra da, yazarınızın başına öreceklerinden habersiz, kendini kıskanarak seyreden bakışların taleplerini karşılamak ve daha fazla hased şimşeklerini üzerine çekmemek için; “Belki de ileride olabilir”, derdi. Ama önce hayatın zevk veren bütün çirkefleri yaşansın. O’na zevk vermez olsun. İşte içince bulunduğu muhitin O’na karşı bütün yaptırım gücü buraya kadardır. Bundan bir adım daha ileriye atıp yapılacak formalite evliliğine bir çocuk eklemeye kalktı mı, muhit Suzan hanımın şahsında gözükara bir düşman bulacaktır karşısında şüphesiz. İnsanın var olma arzusunun tezahürü olan çocuk,bu hanım için zehirli bir meyveden başka bir şey değildir çünkü.

     

    Ve yazarın size bu hikayeyi anlatabilmesi için uydurmak zorunda olduğu küçük ayrıntı…

     

    Bir Ağustos gecesiydi. İstanbul ihtilalin eşiğindeki bütün memleketler gibi kalın surlarla ikiye bölünmüştür. Bir yanda ezilen, sömürülen, hor görülen kalabalıklar. Bir yanda ezen, sömüren, hor gören azınlık. Bir tarafta açlıktan ölenler, çöpten ekmek toplayanlar. Bir tarafta yedikçe semiren, semirdikçe yiyenler.

     

    İşte böyle bir memleket manzarasına gözlerini kapayan iltimaslı azınlığın boğaz kenarında hayasızlığın abidesi halinde inşa ettiği bir dizi eğlence merkezi. Saatler gece yarısından sabahı vurmaya hazırlanırken, eğlence mekanları da yavaş yavaş boşalmaya başlamıştır. Buradan az evvel ayrılmış sahil (kordonu) yolu boyunca seyreden son model ithal bir araç ne olursa olur ve keskin virajı alamayıp takla atarak karşı yola geçer. İster şoförün alkollü olmasına verin, ister yüksek hızın gözleri kör etmesine. İsterseniz de şu an kara yollarına atın. Olan olmuştur.

     

    Etraftan yetişenler, hurdaya dönmüş arabanın şoför mahalinden sosyetenin ünlü (Don Juan)ının(!) cesedini, yan koltuğundan da uçuk sarı saçları kızıla dönmüş Suzan hanımı çıkarırlar.

     

    Biriken kalabalık, böyle bir kazadan sağ kurtulabildiği için Suzan hanımı kiralık sevgilisinden talihli bulur. Hemen, yakındaki özel hastahanenin acil servisine yetiştirirler.

     

    Olayın duyulması ile birlikte dostlar ve magazin basını Suzan hanımın kaldırıldığı hastahaneye akın eder.

     

    Hastane, günlerce normal günlerde ki derin sukûnün aksine görkemli bir telaşa sahne olur. Aralıksız gelenler, gidenler. Üst üste yığılan çiçekler. Ama, dostlarının bunca alakasına, doktorlarının hummalı çalışmalarına ve çiçeklerin güzelliğine rağmen Suzan hanım kaza sırasında aldığı bir darbeden dolayı boynundan aşağısı tutmayan bir felçli olmaktan kurtulamaz.

     

    Kazanın üzerinden geçen yirmi gün sonunda Suzan hanım, rutin kontrollere gelmek kaydıyla hastaneden taburcu edilir. Baba evine getirilen Suzan hanım burada da belli bir müddet ziyaretçi akınına uğradıktan sonra, önce basının sonra da yakınlık derecelerine göre dostlarının ayaklarını kesmesi üzerine terkedilmiş, yapa yalnız bir vaziyette kalıverir. Sanki cemiyet bu meflüç (felçli) hanımın ömür boyu yatağa çivili kalacağı hakikatine inanamamış ve her an ayağa kalkacak ümidiyle ilişkilerini sürdürmek istemiştir. Ama aradan geçen her an bu ümid binasından bir tuğla eksiltmiş ve sonunda cemiyet bu hanımı hayatından çıkartarak unutulanların gömüldüğü cemiyet mezarlığına yatırmıştır.

     

    Hikayemizin ilk cümlesinde olduğu gibi, Suzan hanım otuzyedi yaşındadır. Ayaklarının üstüne basmayalı tam bir yıl olmuştur. Boylu boyunca uzandığı yatağında düşünmekte bir yandan da ferleri sönmüş gözlerinden yaşlar süzülmektedir. Çeşitli hastanelerde “belki” diyerek uygulanan bir çok tedavi yöntemine rağmen Suzan hanımın durumunda hiçbir değişiklik olmamış ve en son tedavinin uygulandığı hastaneden de dün eli boş olarak dönüştür. Bu son macera onun için tam bir yıkım olmuş ve “belki” lerin sonunun hep hüsranla bittiğini acı bir şekilde anlamıştır.

     

    Suzan hanım, Anadolu’yu Anadolu yapan kadınında ki o şefkat, merhamet, muhabbet, sadakat, teslimiyet ve hassasiyet gibi hislere o derece uzaktır ki… O kendi dar muhitinin bütün kadınları gibi yalnızca “salon kadını” rolünü oynayabilir. İnsanlara zevk veren, eğlendiren, oyalayan bir süs bebek. Ve işte bu hanımın geçirdiği kaza ve sonrasında yakalandığı illet, rolünü beceremeyen bir aktristin sahneden silinmesi gibi bu hanımı hayat sahnesinden silivermiştir. O şimdi, adeta kendisine mezar edindiği yatağında, kendisini bütün dertlerinden kurtaracağına inandığı intihar fikrini bile kendi başına gerçekleştiremeyecek kadar aciz bir halde, kendine böyle bir rol biçmenin pişmanlığından mıdır; yoksa böyle bir illete yakalanmanın isyanından mıdır bilinmez. Sessizce göz yaşı dökmektedir.

     

    Mukaddim.com


  5. Emir Mühenned: ''Dualarınız Bizimle Olsun!''

     

    Çeçenistan ve Kafkasya'daki Müslüman halklar bu kurban bayramınada işgal ve zulmün altında giriyor. Yıllardır süren özgürlük mücadelemizde çok sayıda halkımızdan ve mücahidlerimizden şehidler verdik. Her evimizde mücadelemiz için verilmiş kurbanlar var. Bayramları, bayram olarak karşılamayalı uzun yıllar oldu. Herkes şunu bilsin ki, Bizler için bayram; Zaferin, Allah ın yardımının geldiği gün veyahut Rabbimize şehit olarak kavuşacağımız gün olacaktır.

     

    Halkımız ve mücahitlerimiz direnişimizin onurunu şerefini taşımaktadır. Bizlerin çocuklarımıza vereceğimiz en büyük bayram hediyesi de bu direniş ruhumuz olacaktır.

     

    Allah'a şükürler olsun ki mücahidlerimiz komutanlarının şehadetleri sonrasında cihad sancağını onlardan devralmıştır. Şehidlerimizin kanlarıyla, eskiden olduğu gibi mücadelemiz hız kesmeden artarak devam edecektir. Soğuk kış aylarına girdiğimiz şu günlerde Kafkasya toprakları, Rusya ve uşaklarına ateş olacaktır. Direnişimiz Çeçenistanda filizlenmiş inşallah Kafkasya'da yeşerecektir.

     

    Allah'ın izni ve sizlerin dualarıyla yakın bir zamanda dünya Müslümanlarının yüzünü güldürüp, ferahlatacak, Kafkasya ve Çeçenistan'daki kardeşlerimizin acılarını ve gözyaşlarını dindirecek güzel haberlerimizi alacaksınız.

     

    Bizler mücadelemiz için kardeşlerimizin yanındayız. Diğer kardeşlerimiz gibi canlarımızı vermeye hazırız. Sizlerinde her zaman yanımızda olduğunuzu bilmek bizleri sevindiriyor. Direnişimize güç katıyor.

     

    Bu kurbanda bizleri unutmayarak halkımız ve mücahitlerimiz için göndermiş olduğunuz kurbanlar bizlere ulaşmıştır. Bizler inşallah Çeçenistan ve Kafkasya cephelerinde bu kurbanları keseceğiz. Rabbimiz hayırlarınızı ve kurbanlarınızı kabul etsin.

     

    Bu vesile ile dünyanın çeşitli yerlerindeki, kanları dökülen mazlum halklarında acılarının dineceği bayramların yakın olmasını Allah'tan dilerim. Çeçen ve Kafkas cephesi gibi diğer cephelerdeki kardeşlerimiz içinde, Rabbimizden en kısa zamanda zaferler isteriz.

     

    Dualarınızda bizleri unutmayınız. Allah'a emanet olunuz

     

    Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti (ÇİC) Askeri Şura Emir Yardımcısı:

    Çeçenistan Yabancı Mücahitler Komutanı: Komutan EBU ENES ( Mühenned )

     

     

     

    Kaynak: Alqoqaz


  6. TABİAT ODAM

     

     

    Severim kırlarda ben yaşamayı,

    On iki ayı.

    Severim kırların yeşil göğsünü,

    Bütün süsünü.

     

    İstemem başımın üzerinde dam,

    Tabiat odam.

    İstemem topraktan başka bir yatak,

    Kehkeşanlar tak.

     

    Kuşlardan savrulan bir incecik tüy,

    Üstümde örtü.

    Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,

    Rüyamda kızlar.

     

    Her sabah neşeyle uyanan bir eş,

    Koynumda güneş.

    Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,

    Bilmezler elem.

     

    Ağlarsak bizimle beraber olur,

    Hemşirem yağmur.

    Sızlarsak bizimle beraber sızlar,

    Kardeşim rüzgâr.

     

    İsteyen toplasın binlerce arşın,

    Karlardan kışın.

    Mutlaka öptürür bağlarda temmuz,

    Çıplak bir omuz.

     

    Severim kırlarda ben yaşamayı,

    On iki ayı.

    Severim kırların yeşil göğsünü,

    Bütün süsünü.

     

    Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,

    Ne başka bir fen.

    Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,

    Ruhum uyusun.

     


  7. "kulağa pek inandırıcı gelmiyor" öyle mi ? Yoksa İslam sizin tekelinizde mi ?

     

    Dimdik yürüdü, kelimei şehadetini getirdi, eğilmedi bükülmedi...Ama damarında ehli bidat kanı taşıyan sahabi düşmanlarının tarihi kinleri zahire göre hükmetmelerini engeller, "niyet okuyuculuğu" yaparlar !...


  8. Yukardaki yazıya katılmıyorum...Saddam 1991 öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılır....1991 1 körfez savaşında Saddam ABD ve hempalarının (kafirlerin) gerçek yüzünü gördü.Kurtuluşun adresinin farkına varmaya "iyiye, doğruya, güzele" yaklaşmaya başladı.Filistindeki mücahidlere şehadet (intihar) eylemcilerine destek oldu.Onların herbirinin ailelerinin hesaplarına 30 biner dolar yatırdı...İsrail'in İran'dan önce Irak'ı hedef göstermesinin sebebi de buydu.Tehditti onlar için.Ayrıca dünyada yükselen islami mücadeleye de kayıtsız kalmadı, birçok mücahid kuruluşuna maddi manevi destek oldu/olmaya çalıştı...Saddam'ın idamının asıl gerekçesi yaptığı katliamlar , kimyasal silah kullanması falan değil, islama yaklaşmasıdır !..

     

    Allah cc ona rahmet etsin !..İntikamı alınacaktır inşallah !..


  9. BAĞDAT (İHA) - Devrik Irak lideri Saddam Hüseyin asılarak idam edildi. Eski Irak diktatörünün, hakkındaki idam kararının onanmasının ardından TSİ 04.55'de başkent Bağdat'ta idam edildiği belirtildi.

     

    İnfazın Yeşil Bölge içinde gerçekleştirildiği ifade edildi. İnfaza, ABD'li ve Iraklı yetkililer ile Duceyl katliamı kurbanlarından bazılarının yakınlarının katıldığı ifade edildi.

     

    Saddam'ın yanı sıra haklarındaki idam kararı onanan üvey kardeşi ve eski istihbarat şefi Barzan Hasan el-Tikriti ile eski Devrim Mahkemesi Başkanı Avad Hamid el-Bander'in de infazları gerçekleştirildi.

     

    Görgü şahitleri, infazın gerçekleştirilmesinden önce Saddam Hüseyin'e dua ettirildiğini ve son vasiyetinin sorulduğunu söyledi.

     

    Irak devlet televizyonu El-Iraqiya ise haberi Kur'an-ı kerimden ayetlerin okunduğu fon sesiyle birlikte "Saddam Hüseyin'in infazı tamamlandı" alt yazısıyla verdi.

     

    Saddam Hüseyin, 2003 yılı nisan ayında, ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerince devrilmiş ve bu yılın kasım ayında, 1982'de kendisine karşı düzenlenen bir suikast girişiminin Duceyl'de 148 Şii köylüyü öldürerek insanlığa karşı suçlu bulunmuştu.

     

    IRAK HÜKÜMETİ RESMEN AÇIKLADI

     

    Irak Dışişleri Bakan Yardımcısı Lebid Abbavi, Saddam Hüseyin'in asılarak idam edildiğinin resmen açıklandığını söyledi. Lebid Abbavi, BBC Televizyonu'na yaptığı açıklamada "Saddam Hüseyin asıldı. Bu resmen ilan edildi" diye konuştu.

     

    'SADECE SADDAM İDAM EDİLDİ' İDDİASI

     

    Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in idamına katılan Iraklı yetkililer, bu sabaha karşı sadece Saddam Hüseyin'in idam edildiğini iddia etti.

     

    Yetkililer, Saddam'ın üvey kardeşi Barzan El Tikriti ile başka bir rejim yetkilisinin Kurban Bayramı'ndan sonra asılacaklarını kaydetti.

     

    El Arabiye Televizyonu, Saddam Hüseyin'in asılmasının ardından, Saddam'ın kardeşi Barzan El Tikriti ile eski yargıç Avad El Bender'in de asılarak idam edildiklerini duyurmuştu.

     

    SÜRGÜNDEKİ IRAKLILAR SOKAĞA DÖKÜLDÜ

     

    Amerika'da sürgünde yaşayan Iraklılar, Saddam Hüseyin'in ölüm haberi üzerine sokaklara dökülerek kutlamalar yapmaya başladı.

     

    Nereye gömüleceği kesinlik kazanmayan Saddam Hüseyin'in, doğum yeri Tıkrit'te toprağa verileceği haberleri gelirken Saddam Hüseyin'in kızının, babasının geçici olarak Yemen'de toprağa verilmesini, 'Irak'ın özgürlüğünü kazanmasından sonra' cenazenin Irak'a getirilmesini istediği belirtiliyor.

     

    AVUKATLARININ ÇABASI YETMEDİ

     

    Saddam Hüseyin'in avukatları, Saddam'ın Iraklı yetkililere teslimini engellemesini istemek için ABD mahkemesine başvurdu. Savunma avukatlarıyla telefonda bir değerlendirme yapan yargıç Colleen Kollar-Kotelly, idam cezasının infazının durdurulması talebinin reddedildiğini bildirdi.

     

    Devrim Mahkemesi'nin eski başkanı Avad Hamid el Bender de, yargılanmasının ABD Anayasası'na göre haklarını ihlal ettiğini öne sürerek, ABD mahkemesine başvurmuştu. Ancak ABD Adalet Bakanlığı, ABD mahkemelerinin, başka bir ülkenin adli sürecine müdahale yetkisi bulunmadığını belirterek isteği geri çevirmişti.

     

    İDAM SABAHA KARŞI

     

    Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in avukatlarından biri, Saddam'ın "sabaha karşı idam edileceğini" söylemişti. Saddam'ın avukatları arasında bulunan Isam Gazavi ise, ABD'li yetkililerden, savunma avukatlarının yarın Saddam ile görüşmesinin iptal edildiğine dair elektronik posta aldığını bildirmişti.

     

    Saddam Hüseyin'in savunma ekibi, avukatlarla Saddam arasında bir görüşmeye ABD'nin izin verdiğini duyurmuştu. Savunma ekibi, "savunma ekibinin, avukatlar ve Saddam Hüseyin arasında ilerleyen günlerde görüşme istediğini ve ABD'nin de bu isteği kabul ettiğini" bildirmişti.


  10. Vakit, ABD’nin ‘en çok arananlar’ listesinde bulunan Taliban direnişçilerinin lideri Molla Ömer’in yardımcısı Molla Dadullah’a ulaştı

     

    Röportaj:

     

    -Türkiye hakkında ne biliyorsunuz? Türkiye halkına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

     

    -Türkiye, geçmişte İslâm’ın merkeziydi. Hilafetin merkezinden küffarın topraklarına sürekli fetihler yapılırdı. Osmanlı’da büyük âlimler vardı, onlar da Müslümanlara önderlik ediyorlardı. Bu sebeple büyüklerimiz tarafından, çocukluğumuzdan itibaren Türk halkına karşı hürmet beslememiz tavsiyeleriyle büyütüldük. Ama Türkiye’nin bugünkü durumu bizi üzüyor. Bir zamanlar âlimlerin, mücahidlerin çıktığı topraklardan bugün Irak’a, Afganistan’a ABD savaş uçakları çıkıyor. Osmanlı dünya kafirlerini korkutuyordu; fakat Türkiye’deki hükümetler Müslümanların malına, ırzına göz diken Amerika ile dostluk kuruyor. Türkiye halkından dünü ve bugün geldikleri noktayı karşılaştırmalarını ve Afganistan’daki cihadı desteklemelerini istiyoruz.

     

    -Afganistan’daki direnişin son durumu hakkında bilgi verir misiniz? Direniş şu an hangi seviyede?

     

    -Başta güney bölgeler olmak üzere Afganistan’ın birçok noktasında Taliban kontrolü ele geçiriyor. 1 ay önce kuzeyde de bir cephe açtık. Taliban’a katılan kuzeydeki kabileler de işgal güçlerine karşı saldırılara başladılar. NATO güçleri her geçen gün Kabil’in dışındaki etki alanlarını daha da kaybediyorlar. En son Hilment’in çevresindeki İngilizlere acı bir yenilgi yaşattık.

     

    İngiliz askerler Hilment’in köylerini Taliban’a teslim etmek zorunda kaldı. Ayrıca ABD’li güçlere karşı düzenlediğimiz şehadet saldırılarını haftada ortalama 4’e çıkardık. Allah’ın izniyle Afganistan’daki direniş son 1 yıldır çok güçlendi. Artık zaferin çok daha yakın olduğunu düşünüyoruz ve şu an Afgan halkı fethe hazırlanıyor.

     

    -Taliban, önceki yıllarda ülkenizdeki yabancı güçlere karşı zayıftı. Hatta ABD Afganistan’a ilk girdiğinde Taliban beklenenin aksine etkili bir direniş göstermedi. Ne oldu da son 1 yıldır bu denli güçlendiniz?

     

    -Bunu birkaç sebeple açıklayabiliriz. ABD ile Taliban arasında askerî güç noktasında büyük bir eşitsizlik bulunuyor. Mesela onların etkili bir hava gücü varken, bizim yok. Bu sebeple düşmana karşı ancak gerilla savaşı vererek başarılı olabileceğimizi düşündük. Kabil’de direnip ABD’nin hava gücüne karşı büyük kayıplar vereceğimize, şehirleri terk edip düşmanın askerlerini karaya indirdik. Karada da işgalcilere karşı her geçen sene daha da başarılı olmaya başladık. Başka bir sebep de ABD propagandalarının yalan olduğunun son yıllarda Afgan halkı tarafından daha da iyi anlaşılmasıdır.

     

    ABD, Afganistan’a girdiğinde halkın büyük bir bölümüne radyolar dağıttı. Bu radyolar vasıtasıyla sürekli olarak ABD ordusunun çok güçlü olduğu, ABD askerlerinin üzerlerindeki elbiselerin kurşun geçirmediği propagandası yapıldı. Halk, geçtiğimiz yıllara kadar bu propagandanın etkisi altındaydı.

     

    Fakat mücahidler savaşarak halka bu propagandanın yalan olduğunu, işgal güçlerinin aslında ne kadar güçsüz olduğunu gösterdiler. Halkımız bu sebeple düşmana karşı daha da cesaretlendi. Artık Afgan halkı işgalci askerlere zarar vermenin ne denli kolay olduğunu biliyor. Bu sebeple de direniş her geçen gün daha da güçleniyor.

     

    -Batılı basın organları Taliban’ın Mart ayında Kabil’e girmek için toplu saldırıya geçeceğini iddia ediyor. Bu iddia doğru mu?

     

    -Kabil’e ne zaman gireceğimizi savaşın gidişatı belirleyecek. Fakat yabancı güçlere karşı önümüzdeki yaz, saldırılarımızı artırmak için şimdiden büyük hazırlıklar yapıyoruz. Başta ABD askerleri olmak üzere ülkemizdeki bütün işgalcileri artık çok daha kötü günler bekliyor. Afgan halkı nasıl geçmişte Rusları topraklarından çıkardıysa, kafir ABD’yi de Afganistan’dan çıkaracak.

     

    -Taliban’ın direnişinde El Kaide’nin de etkisi var mı? NATO askerlerine karşı düzenlediğiniz saldırıları El Kaide ile birlikte mi gerçekleştiriyorsunuz?

     

    -El Kaide ve Taliban arasında bir sorun yok. İşgal güçlerine karşı Afganistan’da verdiğimiz direnişi, onların komutanları ile birlikte yürütüyoruz.

     

    -NATO, Türk Ordusu’na Kabil’den çıkıp Taliban’a karşı savaşması için büyük bir baskı yapıyor. Bu baskılar sonuç verirse tavrınız ne olur?

     

    -Türk halkına şunu sormak istiyorum: Türkiye’ye işgal amaçlı olarak ABD askerlerinin emri altında Afgan askerleri de girse, Afgan askerlerini güllerle mi karşılarsınız?

     

    Eminim ki güllerle karşılamazsınız.

     

    -Taliban ilk çıktığında sürekli olarak Taliban'ın Pakistan ve ABD tarafından desteklendiği dile getirildi. Gerçekten de ABD’den ve Pakistan’dan destek aldınız mı?

     

    -Bu, Taliban’a atılan büyük bir iftiradır. Ne Pakistan, ne de Amerika bize hiçbir zaman yardım etmedi. Bu propagandayı yapanlar, Taliban’ın direnişine düşman olan çevrelerdir. Bu iddialarını da zaten ispatlayamazlar. Taliban Allah’tan, Afgan halkından ve takva sahibi Müslüman kardeşlerimizin dışında kimseden şimdiye kadar hiçbir destek almamıştır.

     

    -Şu an Pakistan hükümetiyle ilişkileriniz nasıl?

     

    -Pakistan Devlet Başkanı Müşerref, Bush’un sadık bir uşağıdır. ABD, Taliban’a karşı verdiği savaşta en büyük desteği de Müşerref’ten alıyor. Müşerref yönetimi mücahidleri tutuklattırıyor, ABD’ye Taliban’ı vurması için istihbarat veriyor.

     

    Pakistan havaalanlarından sürekli olarak kalkan ABD uçakları, Afgan halkına bomba yağdırıyor. Pakistan halkının bir an önce Müşerref’i devirmesini ümit ediyoruz. Müşerref bizim ve bütün Müslümanların düşmanıdır.

     

    -Devrik Taliban hükümeti, Afganistan’ı yönetirken halka dinî konularda baskı yaptığı yönünde hep eleştirildi. Afganistan’ın yönetimini tekrar ele geçirirseniz, dinî uygulamalardaki yaptırımlarınız devam edecek mi?

     

    -Biz halka baskı yapmadık. Allah’ın bütün Müslümanlara Kur’an ve Sünnet’te emrettiği şer’i kuralları uyguladık.

     

    Şu an Afganistan’daki yabancı güçlere karşı kazandığımız başarıları gizleyen medya kuruluşları, Taliban hükümeti döneminde yaptıkları iftira dolu yayınlarla Batılıları ve Müslümanların bir bölümünü kandırmayı başardı. Allah’ın izniyle Taliban Afganistan’ın tamamını tekrar fethettiğinde, 1. Taliban hükümetinde olduğu gibi şer’i kuralları tekrar uygulayacak.

     

    -Hiç mi hatalarınız olmadı? Bugünden geçmişe baktığınızda, Taliban Afganistan’ı yönetirken şu hususlarda hatalar yapmasaydı iyi olurdu dediğiniz olmuyor mu?

     

    -Taliban, Afganistan’ı İslâm’ın emirlerine göre yönetti. İslâm’ın emirlerinde de bize göre yanlışlar yoktur. Allah'ın emrettiği her şey meşru, istemediği her şey gayri meşrudur. Bu kuralları biz kendi düşüncemize göre üretmedik. Kur’an, Sünnet ve âlimlerimizin fetvalarından aldık. Bugün Afgan halkının tamamına yakını Taliban dönemini özlüyor. Çünkü Taliban, Afganistan’da şer’i kuralları uyguladı. İslâm Devleti döneminde Afganistan’a huzur geldi.

     

    -Büyük tepki almanıza sebep olan Buda heykellerinin yıkılması da hata değil miydi?

     

    -Değildi. Biz Buda heykellerini yıkarak Peygamber’in sünnetini yerine getirdik. Peygamberimiz de Mekke’ye ilk girdiğinde, müşriklerin putlarını devirmişti.

     

    -Usame Bin Laden’le görüşebiliyor musunuz?

     

    -Evet.

     

    -Çok ağır şekilde hasta olduğu yönünde iddialar var. Bu iddialar doğru mu?

     

    -(Gülüyor...) Allah’a hamd ediyoruz ki Şeyh Usame’nin durumu şu an çok iyi. Onun öldüğü veya ağır şekilde hasta olduğu yönündeki iddialar korkakların iftirasıdır. Şeyh Usame de bir gün bütün canlılar gibi Rabb’ine kavuşacak. Fakat onun İslâm düşmanlarına karşı savunduğu direniş fikri kıyamete kadar sürecek, İslâm topraklarından binlerce Usame çıkacaktır.

     

    -Amerika sizden Usame’yi teslim etmenizi istedi, siz de bu karara karşı çıktınız. Bunun neticesinde de binlerce Afganlı hayatını kaybetti. Bir adamın teslim edilmemesi sebebiyle hayatını kaybeden binlerce Afganlıyı düşündüğümüzde, Usame’yi teslim etmeme fikriniz yanlış değil miydi?

     

    -Hayır değildi. Bırakın binlerce Afganlıyı, ülkemizde taş üstünde taş kalmasa ne Usame’yi, ne de başka bir Müslümanı ABD’ye teslim etmeyiz. Afganistan’daki yabancı mücahidler bizim gözümüzde tıpkı Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp Medine’ye sığınan muhacirler gibidir. Bizler Afganistanlı Ensarlar olarak, onlara evlerimizin kapısını her zaman açık tutacağız.

     

    Vakit Gazetesi


  11. DESTAN

     

     

    1.Cahid Ayaz aşkına Hasan Meriç aşkına

     

    Sencer Kartal aşkına dönsün düşman şaşkına

     

     

     

    2.Muşlu Muhammed Emin ve yârânı aşkına

     

    Sivas’ın Ahmed’leri mezar olsun düşküne

     

     

     

    3.Ölüp de ölmeyenler pîri Hamzâ aşkına

     

    Ve ölmeden ölenler şâhı Mirzâ aşkına

     

     

     

    4.Bir varmış ve bir yokmuş evvel zaman içinde

     

    Ateş bacayı sarmış oda duman içinde

     

     

     

    5.Bir akıncı yaşardı Rumeli yakasında

     

    Anadolu devleti kokardı hırkasında

     

     

     

    6.Bir yiğit yalnız ve tok dağ gibi yıldız gibi

     

    Ele iğne dediysek nefse çuvaldız gibi

     

     

     

    7.Bir çınar gölgesinde bağdaş kur-muş otur-muş

     

    Ne bir âh o yüzüne ne günah izi vur-muş

     

    .......

     

     

    1.Türk’e millet saati gelip çattığı çağda

     

    Moğol istilâsından silkindiği otağda

     

     

     

    2.Bir çınar fışkırmıştı Karacabey düzünden

     

    Oğuz oymaklarının lâfta en öksüzünden

     

     

     

    3.Kara Osman dediğin cihan dolusu zafer

     

    Şeyh Edibâli ise gökten gelen bir haber

     

     

     

    4.O çınarın dalları Bursa’dan Edirne’ye

     

    Ve İstanbul’a varıp kavuşmuştur müjdeye

     

     

     

    5.Sofya Belgırad Budin Viyana kapıları

     

    Siz de hatırlayınız şanlı akıncıları

     

     

     

    6.Unutamazsınız da unutmadıkça bizler

     

    Toprak almaz onları doğan güneşler gizler

     

     

     

    7.O da onlardan biri ulu çınarın dalı

     

    Aylardan gene mayıs günlerden gene salı

    ...

     

    1.Yulaf ağızlayarak su başında küheylân

     

    Efendisini seyre koyulmuştu bir uçtan

     

     

     

    2.Arada bir kişniyor kişniyordu ovada

     

    Ondan daha mesudu yoktu o gün orada

     

     

     

    3.Anıyordu böylece çiğnediği başları

     

    Her nefeste içinden geçilen savaşları

     

     

     

    4.Meramı ne bu yulaf ne şu içtiği suydu

     

    Akıp gide yollara onun sözü de şuydu:

     

     

     

    5.Ben bir yiğit adamın altındaki burağım

     

    Bundan başka her soya her kana da ırağım

     

     

     

    6.Sırtımda değil onu yüreğimde taşırım

     

    Cenkte ben ona kulum zevkte öteki yarım

     

     

     

    7.İşte varım ve yoğum - yaşamak bir dost için

     

    Gerisi lâf-ü-güzâf ağnayan bir post için!

     

     

    ........

     

     

     

    1.Gurbette bir soğuk kış sükût buz tutmuş ırmak

     

    İçten içe seferde gamla mırıldanarak

     

     

     

    2.Akıncı ve küheylân diyor benim misâlim

     

    Böyle bildireceğim size nedir hayâlim

     

     

     

    3.Yok mu tanıyan beni duyan bahardan hisse

     

    İnce bir yağmur yağsa zarif bir lodos esse

     

     

     

    4.Ben de kaldıracağım buz tutmuş kollarımı

     

    Ben de saldıracağım yararak duvarımı

     

     

     

    5.Haykıracağım diyen ve bir tek hevesle

     

    Doğu’dan Batı’ya dek duyulmamış bir sesle

     

     

     

    6.Yok mu misâlim gibi kendi at ve süvari

     

    Kendi kendine öncü kendi kendinin eri

     

     

     

    7.(Böcekler üşüşmüştü onlar da dinliyordu

     

    Kelebek anlatıyor coşuyor inliyordu)

     

     

    ..........

     

     

     

    1.Ondokuz Arap genci uçaklara bindiler

     

    Tıpkı deveye binen cedleri gibiydiler

     

     

     

    2.Öyle sessiz öyle çöl öyle işini bilir

     

    Hepsi birer âlimdi herbiri birer şair

     

     

     

    3.Attâya giden çocuk gibi şen-şakraktılar

     

    Bize unutulmaz bir neşîde bıraktılar

     

     

     

    4.Gel ceylân okuyalım ben heceyle sen aruz

     

    Ne bir eksik ne fazla sayımız tam ondokuz

     

     

     

    5.Tarık bin Ziyad gibi yakalım gemileri

     

    Er dediğin bir kılıç çıktı mı dönmez geri

     

     

     

    6.Ehmede Xanî’yi de katalım kafileye

     

    Vuralım uçakları vuralım kefereye

     

     

     

    7.Budur o göklü kavli Selimî Divanı’nın

     

    Anmam diyen adını o yârden başkasının

     

     

    S.GÜRSELGİL.


  12. Dipsiz Boşluk

     

    Komünistin mevcut olmayan aklı ve mevcut olmayan kafasına bir ân için yakıştırdığımız yaman suale bizde cevap hazırdır:

     

    «Hayat pınarı İslâmiyettir ve sizi susuz bırakıp yerine gaz içmeye mecbur kılmış olanlar, işte, bu pınarı kurutan taklitçi küfür ve sahte iman yobazlarıdır!»

     

    Muhakkak ki, komünizma ve materyalizma bâtılın son model sistemidir. Sistem olmaya sistem... İslâm ise hakkın ezelî ve ebedî sistemi... Sistemin de üstünde sistem; sistemlerin sistemi...

     

    Bir sistem ancak mukabil ve mütekâmil bir sistemle iptâl edilebilir. Bu bakımdan (metafizik) temeli olmayan ve insan ruhunu doldurucu bir inanış cehdinden yoksun bulunan hiçbir davranış komünizmaya karşı çıkamaz. Bilhassa, topyekûn insanlığı kuşatıcı olmak kıymetinden mahrum ve beyaz, siyah, kırmızı ırk ve ayrıca zengin, fakir, kuvvetli, âciz milletler darlığı içinde mahpus hiçbir dünya görüşü komünizmanın karşısında tutunamaz. Onu, insanlığın ve insan cemiyetlerinin bugünkü hastalıklariyle beraber ancak din çapında bir inanış yenebilir. Sistemlerin sistemi olan din, bu hükmün dışındaki, vadeleri tam 1400 yıl evvel doldurulmuş, damarları ve kaynakları büsbütün kurutulmuş bulunan öbür dinler önünde ezelden ebede köprü kurucu ve dünya ile ötesinin hesabını verici İslâmiyettir.

     

    İşte kaba softa ve ham yobaz elinde 3-5 asırdır hayatiyet ve harekîyetini kaybeden İslâm, içten bir fışkırışla kendi zâtını ihya ve insanlığa teklif edeceği yerde, Tanzimattan beri mankafa liberalizma ve kapitalizma âleminin ürettiği, insandan maymuna geçme sefil kafalar yüzünden akışını büsbütün kaybetmiş, Cumhuriyet devrinden sonra ise aynı Batı âleminin körü körüne bir cesaretle kopya edilmesi neticesinde kurutulduğuna şahit olmuştur.

     

    Bu yüzdendir ki, minare gölgesiyle davul tozu karışımından başka bir şey olmayan devrim dedikleri Altıok reçetesi, bâtıl tarafından bile ideolocya olmak haysiyetine ulaşamamış, dipsiz bir boşluk getirmiş, ürettiği ve türettiği nesillerin beyinlerindeki girdi-çıktı’ları ütülemiş ve meydana hazmî ve tenasülî cihazlardan başka bir uzvu işlemez, dilsiz, beyinsiz, çilesiz, ürpertisiz, hamlesiz bir soy çıkmıştır.

     

    Komünizma, devrim dedikleri devrilmenin bu ifadesinde kendisi için en verimli fideliği bulmuştur.

     

     

     

    Aradıkları Su

     

    Şimdi büsbütün silinip giden ve yalnız nebatî ve hayvanî faaliyet içinde hadım edilmiş bir kalabalıktan ibaret kalan Altıok nesli, düşünür gibi olanlariyle sola sapmaktan başak çare bulamamıştır. Bu vaziyette meydan yeri İslâm cephesinin yeni gençliği ile basılacak ve Tevhid bayrağı göndere asılacakken, geberen mikroplar yerine geberten basiller her tarafı sarmış; ve işte, suyu arayanların su yerine gaz içme devri açılmıştır.

     

    Tam 44 yıl önce başlayan (Ağaç Mecmuası) kalem ve dâva faaliyetimiz ve 37 yıllık Büyük Doğu mücadelemiz, eski bir teşbihimizle küfür cumudiyesini hohlaya hohlaya erittikten sonra, şimdi din adına salıncakta kolan vuran eski kaçaklar yüzünden ortalığın çamura dönmesine şahit oldu. Ve bir taraftan olmaya ve olgunlaşmaya başlayan yeni İslâm gençliği emrine geçmesi beklenen meydan yeri, bu yüzden komünistlere açılmaya başladı. Bütün bunlar 1960 kazanında pişip bu kazanın 1968 sularında kaynamaya başlamasiyle meydana geldi.

     

    Bu arada aziz ve münezzeh dâvamızı siyasî parti halinde aksiyon plânına dökmeye kalkışıp istikbale ait büyük ve heybetli zuhuru maskaralaştıran teşebbüsler başta olmak üzere bütün yeltenişler, bazı şeyh müsveddeleri etrafında halkalanışlar, türlü dernekleşmeler, ilham ve hayatiyetini bizden alırken, bizim düşük çocuklarımız olmaktan ileriye geçemedi.

     

    İslâm bir tarafiyle en kolay ve ezbercilik mevzuu, bir tarafiyle de en çetin ve hakketme işi, iki cephe arzeder. Bunlar kolayda kaldılar.

     

    Hazin hikâyesini «Rapor»larda okumuş olmanız gereken bu tecellilere mukabil, Büyük Doğu dâvası hiçbir zaman asliyet ve asaletini yitirmedi ve aşağıda çamurlu yağmur yağarken, bulutlar üstündeki güneş mahiyetini korumayı bildi. Derhal bir tasfiye ve sahtekârlarını teşhir faaliyetine girişti ve çürüklerini tek tek ayıklayıp ıskartaya çıkardı.

     

    Böylece iş kaldı, en ince ve titiz şartlariyle yeni zuhura...

     

     

     

    Büyük Zuhur

     

    Büyük zuhur, Büyük Doğu hisarının ova misali, geniş avlusunda milyonlar beklerken şimdiden içeriye alınan baş örneklik birkaç gencin sıhhatle tutmuş mayası içinden heykelleşecektir.

     

    Radyum şuaı gibi pırıltılı bu birkaç genç, yine kendileri gibi ışıklı birkaç ağabeyleriyle bir tüpe doldurulsalar, sade Türke değil, bütün İslâm âlemine ve hatta topyekûn beşeriyete, muhtaç bulunduğu yeni insan ve ruh tohumunun ilk örnekleri diye gösterilebilir.

     

    Benim 40 yıllık mücadelemde salonları ve meydanları taşıran alkışçılar karşısında «bu manzaraya güvenmeyin; biz gerçekte bir dolmuş arabası kadrosunu aşabilmiş değiliz!» demenin sırrı işte bu «birkaç»ların çerçevesinde tecelli etmektedir.

     

    Satrancı icat eden adama, Acem Şahı, «dile benden ne dilersen!» deyince «satrancın ilk karesine tek bir buğday tanesi koy ve ondan sonra her kareye evvelkinin bir mislini ekleyerek devam et: yani 1, 2, 4, 8, 16, 32 vesaire.» Cevabı veriliyor ve bunun yüzlerce ülkenin yetiştiremeyeceği kadar buğday tuttuğu hayretle görülüyor.

     

    İşte, tam 40 yıldır süze süze özleştirdiğimize şahit olduğumuz bu birkaç genç ve 3-5 ağabeyleri, satranç tahtasının ilk karesindeki ilk vâhid olmak mevkiindedir. Bu vâhidi elde edebilmek için 40 yıl çalıştık, ama sonunda «evreka-buldum!» diyebilmek saadetine ulaştık. Gerisi keyfiyetini bunlarla paylaşan basit bir kemiyet meselesidir ve cevher, kan oturmuş tırnaklarımızla 40 yıl kazdığımız kuyudan çıkarılmıştır.

     

    Bu serinin altıncısı ve sonu, bu cevherin vasıf, vazife ve memuriyetinin ne olacağının göstermeye kalıyor.

     

    Kervan, hazırlığını bitirmek ve yola çıkmak üzeredir.

     

    Geliyorlar!

     

    Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylân, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edâları şiir, diyalektikleri ipekten örgü, geliyorlar!..


  13. SIRLI ODA

     

     

    Bir kapı araladım boşlukta

    Anladım geçince bir eşikten

    Bir şey var, var sanılan yoklukta

    Bir sonsuzluk başlatır beşikten

     

    Pencerem karanlığa açıktı

    Baktıkça içim gölgeyle dolar

    Nereye gitsem karşıma çıktı

    Her an kaçtığım siyah duvarlar

     

     

    Ali EŞREF

×
×
  • Create New...