Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

müznib

Editor
  • Content Count

    471
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    16

Posts posted by müznib


  1. Ölüm yıldönümünde ÜSTAD NECİP FAZIL

    Mustafa Miyasoğlu

    29 MAYIS 2011

    PAZ 00:45

    - - - - -

     

    Ölüm yıldönümlerinde Üstad Necip Fazıl'ı anma ve anlama toplantıları yapılıyor. Bu toplantılar önceleri dost ve aile çevresinde, kabri başında ve Eyüp Sultan'daki Kaşgari dergâhında dini bir vazife ve vasiyetinin bir gereği olarak icra ediliyordu. Bu toplantıların bir kültür faaliyetine dönüşmesi, sanıyorum 1985'te Ankara'daki bir toplantıdan sonra oldu. Bundan sonra bazı yılların politik kargaşası arasında Necip Fazıl'ı anmaktan çekinenler yüzünden sönük geçse de her yıl birbirinden daha renkli ve farklı toplantılar Üstad anılıyor, şahsiyeti ve eserleri anlatılmaya çalışılıyor.

     

    Bu anma toplantılarından bazılarına beni de konuşmacı olarak davet ediyorlar, radyo, televizyon ve salon toplantılarında Üstad'ın kültür mirasıyla temel fikriyatını konuşuyoruz. Böylece, onun 70 yıl boyunca bu ülkede dinî ve millî değerlere bağlı sanat ve siyaset yapan herkes üzerindeki hakkı ve bu yolda hizmeti olanlara emeği daha iyi anlaşılıyor. Bunun ne kadar önemli bir kültür faaliyete olduğunu, gençler üzerindeki tesiri ile değerlendirmek daha doğru olur, çünkü onun şiirleri ve tiyatro eserleriyle tarih tezleri ve dinî hassasiyeti gençleri çok etkiliyor. Kendi sesinden sunulan Kaldırımlar, Çile ve Sakarya Türküsü, gençler üzerinde büyük bir etki yapıyor, Necip Fazıl'ın sağlığındaki konferansların ruhu salonda hissediliyor.

     

    Bana göre Üstad Necip Fazıl'ı anmak, onun eserlerini ve mesajını daha iyi anlamak demektir. Üstad hakkında yazılıp söylenenleri derleyerek yayına hazırladığım Necip Fazıl Armağanı dokuzuncu baskı yaparken, benim yazılarımdan oluşan Necip Fazıl Kısakürek adlı kitabım da genişleyerek beş baskıya ulaştı; böylece onun açısından İslâm davası ortaya kondu. 25 yıldan beri 100'den fazla programa katılarak ben de benimsediğim davayı anlatıyorum.

     

    Bu yıl Trabzon İlim Yayma Cemiyeti'nin davetiyle başlayan bu konferanslar, Bayburt, Adana, Derince ve Tuzla'da devam etti. Bu arada ATV'nin ahaber kanalı ile Tv.Net'teki programlara katılmam, bende de gerçekten anlatılmaz bir heyecan uyandırdı, pek çok dostla görüştük. Her yıl bu programlara katılarak Üstadın şahsiyeti ve eserleri üzerinde konuşuyor, Aydınlanma düşüncesine eleştirisini anlatmaya, geliştirdiği Vahiy kaynaklı devlet ve medeniyet anlayışını özetlemeye çalışıyorum. Böylece, gençlerin Üstad'ın eserlerine doğru yaklaşımını sağlayarak kendilerini ve ufuklarını geliştirmelerinin mümkün olduğunu ifade ediyorum.

     

    Bence böyle hayırlı bir hizmete vesile olan dostlarla Necip Fazıl'ın davasına bağlı olanlara şükranlarımızı arzediyorum. Eğer onların davetleri ve bir dehaya vefalı organizasyonları olmasaydı bizim gençlerle buluşarak böyle bir hizmet yapmamız da mümkün olmayacaktı.

     

    Necip Fazıl'ın gençliğe mesajı

    Üstad Necip Fazıl, İslam'ın doğru anlaşılıp yaşanması konusunda, eski nesillerin yanlış algılarını düzeltmeye uğraşmak yerine, daha çok yeni yetişen nesillerin iyi yetişmesi ve İslamı anlayacak bir idrak seviyesine ulaşmasına hayatını adadı. Özellikle Büyük Doğu dergisini yayınlamaya başladığı 1943 yılından 1983 yılındaki ölümüne kadar süren 40 yıllık hayatı ve sanatını gençliğin idrakini geliştirmek için büyük gayret sarfetmeye adanmıştır. Elbette bundan önceki dönemlerinde İslam'ın anlaşılmasına hazırlık yaptığı, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında böyle önemli bir davaya şuuraltında ve yetişme şartlarında hazırlandığı biliniyor. Fakat Batıcı devrimcilerin Cumhuriyet dönemi gençliğini nasıl sığ ve basit bir mantığa eğitim yoluyla hapsetmeye çalıştığını bildiği için, hocalık yaptığı yüksek okullarda hep gençliği tanımaya ve onların kültür birikimlerini geliştirmeye çalıştı. Fakat dininden ve geleneksel kültüründen giderek hızla kopartılmaya çalışılan Tek Parti dönemi gençliğinin yakın tarihimizi doğru değerlendirmesi için Namık Kemal incelemesinden sonra çarpıcı tezler ortaya attı. Bugün Osmanlı hakkında resmi ideolojinin tezleri dışında doğru değerlendirmeler yapılabiliyorsa, bundan Necip Fazıl'ın "İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!" mısraı ile ifade ettiği çarpıcı çığlığın çok büyük tesiri vardır. Hz. Ali'nin şu meşhur sözü, Necip Fazıl'ın hakikati ifadede en sağlam ölçüsü olmuştur: "Hakikatin hatırı dostumun hatırından önemlidir."

    Necip Fazıl Kısakürek, hayatı boyuca gençlikle köprübaşı olacak bir nesil yetiştirmeye çalıştı ve bunu ilk kez 1963'te Aydınlar Ocağı'nda sonra da bütün Türkiye'de İman ve Aksiyon adıyla verdiği konferansta ortaya koydu. Daha sonra 1975 yılında Gençliğe Hitabe adıyla yaptığı konuşmada bu gençliği yetiştirdiğini Allah'a şükrederek ifade etti. 1945'ten sonra yapılan halkın dinî ve millî değerlerini esas alan bütün demokratik gençlik faaliyetlerinde ve bunun siyasi partiye dönüşerek iktidara yürüyüşünde her zaman öncü olmuştur.

     

    Bugün hayatta olsaydı, gençlikten her şeyin hakikatini öğrenmeye çalışmasını ister ve eğitim kurumlarıyla medyanın gençliği yanlış yönlendirmelerine karşı dikkatli ve donanımlı olmaya davet ederdi. Ayrıca, idrakini geliştirerek her şeyin hakikatini anlamaya ve İslâm'ı her çağda aslına uygun değerlendirmeye Hakk'ın rızasına uygun yaşamaya çağırırdı. O büyük bir şair ve mütefekkir olarak, önce Allah için sanat ilkesi doğrultusunda ortaya koyduğu şiiri ve öteki sanat eserlerini anlayabilecek şuurlu bir gençlik yetişmesini istiyor ve bunun örneklerini gördükçe hep şükrediyordu. Çünkü hayatın manası ona göre Hakk'ın rızasını kazanmaktan ibarettir. Benimsediği Peygamber sünneti de tevhidi anlatmak ve ona uygun yaşamaktır. Allah ona rahmet etsin ve vahiyle aydınlanan eserleriyle devam eden hizmetinin kıyamete kadar sürmesini nasip etsin...

     

    Bir dehaya vefalı dostlar

    Necip Fazıl Kısakürek'in her asırda bir görülebilecek kadar nâdir yetişen dehalardan biri ve 20. yüzyılda yetişmiş en önemli şair ve düşünür olduğunu anlamadan, onu doğru değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü böyle büyük şahsiyetleri çağdaşları kolay anlayamaz.

     

    Üstad, gerçekten de bu milletin dinî, tarihi ve kültürel mirasına sahip çıkarak yaptığı hizmet, başka şahsiyetlerle cemaatların hizmetiyle mukayese edilemez. Eserlerindeki cesur ve orijinal benzetmeler, hitabetindeki tesirli üslûp ve ele aldığı konuya nüfuz ile hakikati arama tutkusu, onu benzerlerinden ayırır. Eser verdiği bütün türlerde sıradanlığın üstüne çıkan Üstad, neşriyattan artan zamanının önemli bir kısmını bu ülkenin gençliğinin iyi yetişmesine ve İslâm'ı doğru anlamasına adamıştır. Bunu bilmek, amme hizmeti yapan herkesi onun eserlerine ve mesajına sahip çıkmaya yöneltmiyorsa, Üstad doğru anlaşılmıyor demektir.

     

    Necip Fazıl'ı tanıyanları etkileyen renkli kişiliği ve eserlerindeki çeşitlilik, onunla doğru bir bakış açısıyla tanışan gençleri bir değil, birçok fakülte bitirmiş kadar bilgi ve bilinç ile donatır ve kazandırdığı öz güven ile gençlerin dünya çapında başarılara yönelmesine yol açar. O yüzden, kamu görevi yapan bütün Millî Görüş mensupları bulundukları bütün hizmet alanlarında Necip Fazıl'ı gençlere tanıtmak ve eserlerinin okunmasını sağlamak için imkânları zorlar ve bu ülkenin gençliğini ebediyen kurtaracak mesajlarla karşı karşıya getirir. Bu dostları gönülden tebrik eder ve yaptıkları hizmeti devamlı kıldıkları için başarısına dua ederim.

     

    Bir hak davayı temelden kavratacak bilgileri gençlere aktarmak, onlara hayatlarının fırsatını sunmaktır. Bu anlamda Necip Fazıl'la gençleri tanıştırmaya çalışan yöneticiler, bu milletin gençlerine balık vermek yerine ona balık tutmayı tercih edenlerdir ve kutlanmaya layıktırlar. O yüzden, bu yılki Necip Fazıl konferanslarıyla onun benzersiz şahsiyeti ile eserleri ve mesajı konusunda ülkemdeki önyargısız aydınlarla gençliği bilgilendirmemi sağlayan yönetici dostlara teşekkürlerimi arz etmek istiyorum. Bunun için de isimlerini sıralamaya çalışıyorum:

     

    Öncelikle Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Türk Dili Okutmanı Önder Saatçi ve öğrencisi Raşit Ulaş'a Üniversitedeki konferansı düzenledikleri için teşekkür ediyorum.

    Daha sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin başkanı Hanefi Mahitapoğlu ile ortağı Tuncay Beye ve yurt müdürü Fatih Uyar'a, Bayburt Belediye Başkanı Hacı Ali Polat ile Başkan Vekili Şahin Kızılaslan'a ve tabii onlara yardımcı olan dostlara teşekkür ediyorum. Ardından, Fikr-i Firari adlı bir grup kurarak, Adana Barış Radyo'da ve çeşitli salonlarda kültür programları yapan Fatih Çalışkan ve Ebuzer Ağuş'la bize ev sahipliğinde onlara yardımcı olan ve Edebi Müdahale adlı üç aylık bir dergi çıkaran Mustafa Ökkeş Evren dostumuza, örnek faaliyetlerinde başarılar diler, gönül dolusu tebrikler sunarım. Ayrıca, Necip Fazıl severlerle buluşturan Derince Belediye Başkanı Dr. Aziz Alemdar ile yardımcısı Saim Oral'a, Tuzla Belediye Başkanı Dr. Şadi Yazıcı ile Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Hüsnü Göktaş'a teşekkür ediyorum...

    Ayrıca, ahaber'le Uğur Arslan'ı, Tv.Net ile Yusuf Kaplan'ı da kutlamakla yetiniyorum.

     

     

     


  2. Necip Fazıl'ın hissedilen yokluğu

    Mehmet KURTOĞLU

    27 MAYIS 2011

    CUM 03:10

    - - - - -

     

     

    "Tohum saç bitmezse toprak utansın

    Hedefe varmayan mızrak utansın

    Hey gidi küheylan koşmana bak sen

    Çatlarsan doğuran kısrak utansın"

     

    Mayıs ayının benim sanat yaşamımda önemli bir yeri vardır zira 1983 Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl'ın vefatını duymuş, ardından Çile ile tanışmış ve ilk İslami duyarlılıkta şiirlerimi onun vesilesiyle kaleme almıştım. 1983'ten itibaren Necip Fazıl'ın eserleri ve sanatı üzerine yazılan her şeyi okumaya çalıştım. Özelikle Çile'yi ezberlercesine okuduğumu, henüz on beş an altı yaşlarında olmama rağmen varoluş sancısıyla hafakanlar geçirdiğimi ve marazi bir halet-i ruhiyeye kapıldığımı söylersem yanlış olmaz sanırım. Bugün o dönemde yazdığım şiirlere baktığımda birçoğunun ölüm, yalnızlık, hafakan ve bunalım çevresinde dönüp durduğunu görüyorum. Üstadın metafizik ürpertisi bir yanıyla ruhuma varoluş kaygısı taşırken, diğer yanıyla İslami söylem ve tasavvuf ile tanıştırıyordu. Üstad varoluş sancısını İslam tasavvufu ile yatıştırırken diğer yandan bu sancıyı konu edinen eserlere imza atıyordu. Üstad Necip Fazıl'ın eserlerini okuyup da onunla bütünleşmeyen yazar çok azdır. Örneğin 'Bir Adam Yaratmak'ta ölüm hayat üzerine kafa yoran ve 'kurtarın beni düşünmekten' diyen oyun kahramanı Hüsrev ile özdeşleşmiştim adeta. İnsan gençliğinde okuduğu eserlerle daha çok bütünleşiyor sanki. İnsanı merkeze alan Üstad, bu oyununda kafaları kurcalayan sorunları sanatın diliyle ortaya koyuyordu...

     

    Aslında varoluş felsefesi veya metafizik ürperti toplum olarak bizde yaşanması mümkün olmayan, ancak derin felsefi metinler okuyarak kafa patlatanlarda görülmesi gereken bir olgudur. Batı'nın özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası varoluş sancısı yaşaması kaçınılmazdı. Hatta İmparatorluğun çözülme döneminde yaşamış, Cumhuriyetin ilk dönem kuşağı içinde yer alan Necip Fazıl vb. sanatçı ve dehalar için de bu geçerli olabilirdi ama daha sonraki kuşaklar için varoluş sancısı batıdan emaneten alınmış fikirler gibidir. Acısını çekip, bedelini ödemediğiniz fikirler ve felsefelerin sancısı ve edebiyatı olmaz. Bu yüzden Cemil Meriç; 'üzerimize giydirilmiş deli gömlekleri' diye tarif eder Batıdan emanet aldığımız fikir ve düşünceleri.

     

    Ortaokul sıralarında elime geçirdiğim Çile kitabıyla adeta büyülenmiştim. Ondan sonra da onun ruh dünyasına girmenin verdiği zevkle birçok kitabını okudum. Üstadın her doğum ve ölüm yıl dönümlerinde gazetelerde hakkında boy boy yazılar yayınlanıyordu o dönemlerde. Ama kimse onun asıl büyüklüğünün sanatından öte, yaşadığı metafizik trajedi, inandığı davaya teslimiyet ve samimiyet saklı olduğunu göremiyordu. Bugün kendimizi en rahat ifade edebildiğimiz bir süreçte, onun gösterdiği samimiyeti acaba kaç kişi gösterebilir? Gerektiğinde inancı için kendini feda eden Üstad'ın en büyük meziyeti işte burada yatmaktadır. Aslında Üstad çağının adamıydı, çağının imkân ve sıkıntılarının farkında biri olarak meydana çıkmış ve en yüksek sesle inandığı davasını haykırmakla kalmamış, yeni ufuklar açmıştı.

     

    Kurtulur dil, tarih, ahlak ve iman

    Görürler nasılmış, neymiş kahraman

    Yer ve gök su vermem dediği zaman

    Sular her tarlayı arkımız bizim

     

    Çeyrek asrı aşkın bir zamandır aramızdan ayrılan Üstad Necip Fazıl'ın metafizik ürpertiyle yazdığı şiirleri haricinde, 'Büyük Doğu' fikrinin kahramanı olarak eylem ve aksiyon adamlığı yönünün ağırlığını kimse taşıyamamıştır. Onun bıraktığı boşluğu henüz kimse dolduramamıştır, bugünün şartlarında doldurmalarına da imkân yoktur. Türk edebiyatının bu marazi ruhlu, hafakanlı, metafizik şairi aynı zamanda "yiğit ve kararlı" keskin kalemiyle adeta bir şövalye, bir kahraman gibi hareket etmiştir. Medyanın birinci güç olduğu, köşe başını tutmuş ürkek ve satılık kalemlerin "halka rağmen halk adına"bir takım işlere giriştiği günümüzde sukutun bağrına gömülen aydınları görünce, Üstad'ın o tavizsiz ve kırılmayan kaleminin eksikliğini daha bir hissediyoruz. Tek Parti iktidarının baskısı altında Büyük Doğu'yu çıkardığı, hapislerde yatıp sürgünlere gönderildiği ve parasal cezalara çarptırıldığı yıllar... Üstad Necip Fazıl gibi metafizik ürpertiyle sarsılan bir ruhun, Tek Parti iktidarının baskıcılığına rağmen korkmadan, çekinmeden yiğitçe sözünü söylemesi üzerinde durulmaya değerdir. Zira kendi kendisiyle hesaplaşan bir ruhtan, böylesine yiğit ve kahramanca bir duruş sadır olması ilginçtir!

     

    İçinde fırtınalar kopan, en büyük işkence dediği fikir çilesi çeken, kendi kendisiyle hesaplaşan bu adamın, dışa dönük işlerle, toplumun derdiyle ilgilenmesi, doğru bildiği noktalarda sözünü esirgememesi ve sırf bu yüzden başını belaya sokması üzerinde durulmaya ve düşünülmeye değerdir. Kendi kendisiyle hesaplaşırken -buna Büyük Adamların yalnızlığı veya fikir sancısı da diyebilirsiniz- bir de topluma önderlik etmek acaba nasıl bir şeydir?

     

    Bugün demokratik özgürlüğün bize sunduğu nimetlere rağmen, tolumu aydınlatma, onları bilinçlendirme endişesi daha azalmış, edebiyatın samimiyetinin yerini iki yüzlülük almıştır. Özgürlük ve kendimizi ifade etme anlamında bugün kimsenin hayal edemeyeceği bir noktaya ulaşmamıza rağmen ne yazık ki, idealizm ve samimiyeti kaybetmiş bulunuyoruz. Ve en büyük handikabımız hiç kuşkusuz idealizm ve samimiyeti kaybetmemizdir. Neyi kaybettiğimiz sorusuna verilebilecek cevap işte burada aranmalıdır. Dün medyanın sınırlı imkânları çerçevesinde bütün Anadolu'yu dolaşan, konferanslar veren Üstad'ı tanımayan, dinlemeyen kimse yoktur. Onun yalnız aydın ve sanatçıların değil, halkın gönlünde taht kurmasının nedeni samimiyeti, dürüstlüğü ve yiğitliğidir... Zira o tek başına bir muhalif, tek başına bir Parti görevi görmüştür...

     

    Bugün Üstad'ın o güzelim hitabelerine, şiirlerine, yazılarına o günden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. "ya hep ya hiç" diyen Üstadın, cesur çıkışlarına karşı bugün ürkek ve tatlı su aydınlarının tavırlarını gördükçe yazılan yazılardan insanın utanası geliyor. Özellikle Allah demenin yasak olduğu tek parti döneminde, muhalefet yapacak ne parti ne dernek ne de bir vakıf vardır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Üstad bir parti liderinden daha lider, bir dernek başkanından daha başkan gibi davranmıştır. Avamından aydınına herkesi kucaklayıp, cemaatler üstü kalabilmiştir. O Avrupa görmüş bir aydın olarak kendi topraklarına bağlı yerli bir sestir. Sesinin yankısı toplumun tüm kesimlerinde rahatlıkla işitilebiliyordu. Ülkesinin dertleriyle dertlenen, halkının problemlerine çözüm arayan bir fikir adamıdır.

    Tabi bütün bunların ötesinde aksiyon adamıdır Necip Fazıl. Yaşatmak istediği ideali vardır. Bu idealin oluşumu için bütün ömrünü vakfetmiş, bütün zorluk ve acıları göğüslemiştir. Ardında bugün Türkiye'yi yönlendiren, bürokrasiyi yöneten yüzlerce insan bırakmış. İslami duyarlılıkta yazan, çizen, sanat icra eden herkesin üzerinde Necip Fazıl'ın hakkı ve emeği vardır... Hayatının çoğu hapishanelerde mahkeme koridorlarında geçmiştir. Eserlerini bir baştan bir başa okuyunuz karşınıza Necip Fazıl çıkar. Fikir çilesi çeken, vicdan azabı duyan, ötelere takılan, dahası Sakarya'nın sırtına mukaddes fikir çilesi yükleyen; bazen Yunus gibi bir derviş, bazen Spartaküs gibi bir devrimci ile karşılaşırsınız. Tarihin sahte kahramanlarını tarihten temizlemeyi aziz bir borç bilip, büyük mazlumların acılarına ortak olmuş biridir. Tarihin saklı kalan sayfalarını aralar bize Abdülhamid Han'ı, Vahdettin'i daha gerilerden Hallac'ı Hüseyin'i anlatır...

     

    Üstad hayatında anlatılmayacak hiçbir şey bırakmamış. O yaşarken dahi, hayatı üzerine yazılan yazılar, eserlerin birkaç katıdır. Ama ne yazık ki, onun duyduğu metafizik ürpertiyi duyup sarsılan, onun gösterdiği cesaret ve kahramanlığı ruhunda hissederek kaleme alan gerçek bir biyografi yazılmış mıdır bilemiyorum. En azından onun romanı yazılabilir, hayatı filme çekilebilir. Tabi en zor şey belki de Necip Fazıl hakkında yazmak. Bütün yaşamı didik didik edilmiş bir insanı anlatmak kolay değildir elbette... Özellikle hakkında yazılanların etkisinde kalmak gibi bir büyük açmaz ortada iken.

     

    Yaşadığımız bu süreç içinde her geçen gün bayağılaşan dünyada, Üstad gibi muhalif ve yiğit şair ve sanatçıların yokluğu daha bir hissediliyor. Zira her geçen gün değerlerinden kopan toplumu uyaracak ve kendine gelmesini sağlayacak kahramanlara ihtiyaç vardır. "Uyuşuk toplumları ancak tokatlayarak uyandırabilirsiniz" diye yazar Cemil Meriç. Yaşadığı dönemde yalnız uyuşmuş toplumu değil, iktidarı da tokatlayarak uyunmasına çaba gösteren Necip Fazıl'ın sayesinde bugün bir siyasetten, bir edebiyat bir sanattan söz edebiliyoruz... O, bütün yaman çelişkilerine, ruhi sıkıntılarına ve trajedisine rağmen halen çağın nabzını tutuyor, halen okunuyor. Çünkü bize bizi, yani insanı ve İslami yanımızı anlatıyor. Her şeyden önce bize, bizim ruhumuza ayna tutuyor, gönlümüze söylenmedik şarkılar söylüyor. Hatta nerede ve nasıl duracağımızı bize klâs duruşuyla gösteriyor. İnsani değerlerin törpülendiği bir zaman sürecinde bize varoluş kaygımızı, insan olduğumuzu en çok onun eserleri hatırlatıyor. Ve en çok onun yokluğu hissediliyor...

     


  3. Necip Fazıl

    Dr. İhsan Alperen (araştırmacı yazar)

    22 MAYIS 2011

    PAZ 02:55

    - - - - -

     

    1983 yılının Mayıs ayının 25'inde, arkasında binlerle ifade edilecek gönül erleri yetiştirerek, "gözleri arkada olma"dan dâr-ı bekaya göçmüştü. Bir ömür boyu mücadelesini verdiği "dava"nın meyvelerini görmek her fâniye nasip olmayacak bir lütuftur.

     

    Bu başarının en önemli sebebi, onun dimağının milletinin ruh köküne bağlı olmasıydı. Hayatı boyunca bunun mücadelesini verdi. Devlet-i Aliyye'nin "son" zamanlarında doğmuş (1904) ve çöküşle neticelenen "zor" zamanlarını idrak etmişti. "Bakan" değil "gören" bir insandı. Ardarda gelen ve milleti ruh kökünden koparan inkılâpların yaşandığı dönemlerde mensubu olduğu milletin değerlerini, "gelenin keyfi" için çiğnemedi ve çiğnetmedi.

     

    Kökü yüzyıllara dayanan bir çınarın "el birliği" ile yıkıldığı ve bu çınarın yerine onun ruh köküyle kavgalı bir ağacın dikilmeye çalışıldığı bir dönemde, "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak" diye haykırarak idrak etmişti gençliğini... Yeni bir devlet kuruluyordu. Toplumun hayat damarları bir bir kesilmeye çalışılıyordu. Yayından fırlamış ok gibi, herkesin farklı arayışlar peşinde koştuğu bir dönemdi, onun gençliğini yaşadığı dönem...

     

    Her şey yerinden oynamıştı, herkes ne kapabilirim umuduyla ikbal peşine düşmüştü. O, "Fikrin ne fahişesi oldum ne de zamparası / Bir vicdanın bilemem kaçtır hava parası?" dediği günleri yaşıyordu. O, bir toplumda zor ve az yetişen insanlardandı. Fakat o, aynı zamanda toplumun kaderiydi. Onun niyeti de imanı da halisti. Çünkü onun açtığı çığırdan millet yürüyecekti ve yürümüştü.

     

    O, bir fikir ve mücadele adamı olmanın yanı sıra bir "sanatçı"ydı. Hem de hayatın maddî ve mânevî bütün yönlerini kucaklayan bir sanatçı... Onun sanatı ulvî bir gaye içindi. Sanatını da, fikrini de, gayretini de inandığı dava uğrunda harcamıştı. Koskoca bir devletin varlığını idrak ederek başladığı hayatında, zıp zıp gibi küçülen dönemler yaşadı. Bir ömre sığması mümkün olmayacak olaylar yaşadı. Milletinin değerlerini öncelediği ve onun ikamesi için mücadele ettiği için hapislerde yattı. Evrimleşen devrimler gördü. Ülkede, "devrimler" adına sık sık darbeler yaşanırken; o, "öz yurdunda parya" muamelesine maruz kaldı.

     

    Bu arada bir hususu özellikle belirtmeliyim. Sanki bir zorunluluk varmış gibi, en çok gücüme giden Necip Fazıl'ın Nazım Hikmet'le mukayese edilmesidir. Bunu söylemekle Nazım'ı aşağılamak gibi bir niyetim yok. Benim söylemek istediğim başka bir şey... Nazım "madde" iken Necip Fazıl "mâna"dır. Madde ile mâna mukayese edilemez. Her ikisinin hareket noktaları da varış noktaları da birbirinden farklıdır. Yaşadıkları dönem gereği, onların hayatlarında birtakım fiziksel benzerliklerin varlığı mukayese edenlere böyle bir cüreti vermemelidir.

     

    Bugün Nazım zorla yaşatılmaya çalışılırken, Necip Fazıl herhangi bir zorlamaya meydan vermeden inanç değerleriyle hayatın her alanında dipdiri yaşamaktadır. Nazım, hayat felsefesi gereği ölürken (1963), Necip Fazıl inancı gereği ölümsüzlüğü yaşamaktadır. O, "ölü değil" diridir. "Ölü" ile "diri"nin mukayesesi olur mu hiç? Meselâ Necip Fazıl "İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur" derken; Nazım Hikmet düşüncesinin merkezine "madde"yi oturtmuştu.

     

    Milletimizin sanat ve düşünce hayatında büyük iz bırakmış olan Necip Fazıl ve onun düşüncesinden büyük ölçüde istifade eden nesiller, kültür, siyaset, ilim ve sanat alanlarında özellikle 2000'li yıllardan itibaren Türkiye'nin kaderinde önemli ölçüde etkili oldular ve olmaya da devam etmektedirler. Bu hal aynı zamanda onun düşüncesinin tutarlılığının ve milletin bu düşünceye gösterdiği teveccühün bir göstergesidir.

     

    Her birimiz, hayatımız boyunca birçok cenaze namazına katılmışızdır. Fakat bazı cenaze namazları vefat eden kişinin hayatta iken ortaya koyduğu yaşam biçimi dolayısıyla belirgin farklılıklar gösterir. Meselâ bazı kişilerin cenaze namazı kılınamaz, bazısının cenazesi siyasî ve ideolojik gösteriye dönüştürülür. Bazısı ölen insanın son yolculuğu ile hiç de bağdaşmayan, hatta "iyi ki öldün" dercesine alkışlarla uğurlanır. Bazısı da büyük bir vakar ve sükûnet içinde göz yaşlarının eşlik ettiği dualarla son yolculuğuna uğurlanır. Allah'a şükürler olsun ki, ben hep son örnekteki cenaze namazı saflarında bulundum.

     

    Son dönemin büyük İslâm âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen'in (ö. 1972) cenazesinde bulunduğumda çok küçüktüm. Fatih Camii'nde cenaze namazı kılındıktan sonra, Fevzi Paşa caddesinde yürürken ilk defa böylesine büyük bir kalabalıkla, mahşeri hatırlatan duygular içinde yalnızlığımı ve hatta kaybolduğumu hissetmiştim.

     

    25 Mayıs'ta vefat eden Necip Fazıl'ın dâr-ı bekaya uğurlanışı, 26 Mayıs'ta Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazı, yurt içinden ve yurt dışından gelen binlerce gönüldaşının katılımıyla, "O ölmedi, davası dipdiri, işte biz bunun şahitleriyiz" anlamında bir uğurlamaya sahne olmuştu.

     

    Toplumun değişik kesimlerinden binlerce insanın omuzları üzerinde tekbirlerle Fatih'ten Edirnekapı'ya doğru yol alışı, Rami'ye gelince bir oldubitti ile dönemin "emniyet kuvvet"lerinin, cenazeyi sahiplenip, tabutu sevenlerinin elinden alarak apar topar Eyüpsultan'a götürmesi ve definde bulunmak isteyenleri sebepsiz ve sualsiz bir şekilde gözaltına alması ve günlerce içeride tutması akıl ve izanla açıklanabilecek bir uygulama değildi.

     

    Allah bu millete gönüllerde ve zihinlerde tomurcuklar açtıran üstada, gani gani rahmet eylesin.

     


  4. Aleyküm Selam güzel kardeşim. dur hemen celallenme belliki konunuz görülmemiş birde konuyu güncel tutsaydınız keşke. yahut siz azcık araştırma yapsaydınız sitemizin bu konuda bir çalışması olduğuna şahit olabilirdiniz. hem malumunuz sıcak aylar geldi insanları bilgisayar başında bulmak okadar kolay değil, doğal olarak sitedekli konularda fasılalı işleniyor. buyrun ilgili link; KİTAP AYRACI İÇİN TIKLAYINIZ . Aşağıdaki ayraçta reyhan hanım kardeşimiz tarafından tasarlanmıştır.

     

    ayraac.jpg


  5. Çiledeki insan Necip Fazıl

    Mehmet Kurtoğlu

    21 MAYIS 2011

    CMT 04:20

    - - - - -

     

    Hayatı, sanatı ve fikirleriyle Türk edebiyatında derin izler bırakan Necip Fazıl'ın ölümünün üzerinden çeyrek asrı aşkın bir zaman geçmesine rağmen, henüz tam anlamıyla onu kaleme alan bir biyografi çalışması yapılmamış olması büyük bir eksikliktir. Gerek yaşadığı dönemde olsun gerek vefatından sonra hakkında yapılan çalışmalara baktığımızda, kendi hayatının şiirini, romanını, hikâyesini oyununu yazan Necip Fazıl'ın, bir insan olarak gerçek anlamda meziyetleri ve zaaflarıyla anlatıldığı ve yaşadığı trajediyi onun hissettiği gibi hissederek kaleme alan bir portre çalışması yapılamamıştır. Bunun bir nedeni Necip Fazıl'ın yaşadığı trajediyi anlayamamak, diğer nedeni ise Stefan Zweig gibi bu konuda ustalaşmış kalemlerimizin olmamasıdır.1 Zira bizde biyografi yazarlığı Batı'daki kadar gelişmiş bir sanat dalı olmadığı gibi, bu konuda derinlik eserler üretecek kalemlere de sahip değiliz. Biyografi yazarlığı büyük bir birikim, psikoloji ve bunları destekleyecek diğer ilim dallarında bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bundan dolayı da üniversitelerde yapılan biyografik çalışmalar, kişi hakkındaki bilgileri bir araya toplamaktan ileri gidememektedir.

     

    Batı'da biyografi yazarlığı edebiyatın önemli bir dalı olarak büyük bir ilgi görmekte ve teşvik edilmektedir. Hatta her büyük bir yazarın biyografisin çalışan ve o konuda derinleşen kalemler mevcuttur. Örneğin Shakespeare'in hayatı üzerine derinleşmiş birçok yazar mevcuttur. Bu yazarlar, Shakespeare'in hayatının gizli yönlerini, kayıp eserlerini araştırır ve onun eserleri üzerine çalışmalar yaparlar. Bunu yaparken de hiçbir sınırlamayla karşılaşmaz, sevabı-günahı, üstün yönleri ve zaafıyla çığır açmış usta yazarların kişiliğini ortaya koyarlarlar. Bu bağlamda gerek Shakespeare üzerine yazılanları ve Stefan Zweig'in kaleme aldığı biyografileri örnek olarak gösterebiliriz. Zira "Zweig'ın portrelerindeki başarısının altında yatan en önemli unsur, onun insan psikolojisini çok iyi irdeleyebilmesi olsa gerek. Freud'a olan 'meclûbiyet'inin bunda etkili olduğu göz ardı edilemez herhâlde."2 Özellikle biyografi yazarlığı anlamında dünya ve Türk edebiyatı etkilemiş müstesna yazarlardan Stefan Zweig'i bu anlamda örnek alınması gereken bir yazardır. Çünkü bizde henüz onun yazdığı seviyede bir biyografi kaleme alındığını söyleyemeyiz. "Stendhal'dan Tolstoy'a, Balzac'tan Dosteyevski'ye; Nietzsche'den Holderlin'e ve Casanova'dan Marie Antoinette'ye kadar birçok sanatkâr, düşünür ve tanınmış kişinin biyografisini kaleme alan Stefan Zweig, dünya edebiyatında olduğu kadar bizim edebiyatımızda da biyografi türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Zweig'in söz konusu edilen şahıslar üzerine yazılmış biyografik metinleri, var olan ve tarihî gerçekliğe sahip bulunan vakalardan hareket eder fakat yazar bu gerçekliğe kendi yaratıcı muhayyilesinden yaklaşır ve sanatkâr duyarlılığıyla ele aldığı şahsı ya da olayı, psikolojik verileri de kullanarak estetize edilmiş bir formda okuyucuyla buluşturmuştur."3

     

    İnsanı çözmeden çağı çözemeyiz, insanı çözersek çağı çözer, insanı çözer, hayatı çözeriz... Bu yüzden yaşadığı devrin çilesini çekmiş, nabzını tutmuş büyük sanatçıları tanımak ve anlamak zorundayız. Onları anlamak aynı zamanda yaşadığımız devri ve geleceği inşa etmek demektir. Bu bağlamda yaşadığı çağın acısını ruhunda yaşamış, fikir buhranını solumuş ve nihayetinde dar kapıyı aşıp İslam'ın deruni boyutuyla müşerref olmuş Necip Fazıl'ı tanımak ve tanımlamak gerekir. Zira İslami edebiyatın oluşmasında büyük bir boşluğu dolduran, bugün sanat ve edebiyat alanında kalem oynatan birçok yazar-şair üzerinde tesiri olan Necip Fazıl'ın yukarıda belirttiğim anlamda üzerinde durulması gereken bir isimdir.

     

    Onun yüreğinden divitle çekip kaleme aldığı Çile'sini ancak hayatından ve nesirlerinden yola çıkarak anlayabiliriz. 'Çiledeki İnsan Necip Fazıl' adlı kitabında yazar-şair İhsan Kurt, işte bunu deniyor. Hayatından ve nesirlerinden hareketle Çile'nin derinliklerine bir ruh bilimci gibi ulaşmaya çalışıyor. Şiirindeki korkuların, hafakanların, fikir buhranlarının kökenini araştırıyor. "Çilesi çekilmemiş hiçbir şey insana faydalı değildir" diyen Necip Fazıl'ı Çile şiiri çerçevesinde, çilesiyle tanımlayan yazar, öncelikle şiiri meydana getiren sözcükler ve anahtar kavramlarla şairi anlamaya çalışır. Necip Fazıl'ın korkularının, vehimlerinin, hayallerinin daha çok 1934 öncesinde yaşadığı ıztırap ve sıkıntılardan kaynaklandığını belirten yazar, 'korku' üzerinde durur. "tehlike karşısında kalan insanda korku meydana gelir. Korku duygusunu yaşayan insan genellikle içinde bulunduğu durumdan kaçma davranışları gösterir"4 diye yazar. Üstad'ın bu korkularının kökeninde doğduğu konakta başladığını belirtir.

     

    Yazar, daha sonra Necip Fazıl'ın bu korkularının onu gaiplere sürüklediğini söyler: "Gazzali'nin, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda, aklın elindeki silah olarak tarif ettiği 'korku' kavramı da Necip Fazıl'da derinliğine bir mana kazanmıştır. Şeyh Zünnun-Mısri'ye sorulan 'Allaha ne ile eriştin?' sualine karşı verilen 'korku'ların başlangıcındadır. Şair artık 'gaiplerden ses'i ve bu sesin maverai kurcalayışlarını aramaktadır."5

     

    Kendini metafizik bir hayvan olarak niteleyen Necip Fazıl'ın çilesinin boyutunu bırakın yaşamayı, anlamak bile kolay değildir. Zira Necip Fazıl'ın kendi durumunu şöyle tanımlar: "Avrupalının(kriz entelektüel) veya (kriz metafizik) dediği, korkunç üstü bir buhran, madde ötesini kurcalama buhranı... Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını arama belası... Bela ki; insanda bedahat duygusu diye bir şey bırakmayan ve ona zorla mutlağı aratan bela... Zaman nedir, mekân nedir, aydınlık nedir, karanlık nedir, var nedir, yok nedir, ne nedir?"6

     

    Necip Fazıl'ın çilesinin büyüklüğüyle şiirinin büyüklüğü orantılıdır. O'nun şiirini büyük kılan çektiği metafizik ürpertilerdir. O'nun hayatından ve şiirinden bu ürpertiyi çıkarırsanız geriye hiçbir şey kalmaz. Yaşadığı metafizik ürpertidir onu büyük ve özel kılan. O'nun yaşadığı bu metafizik ürperti aynı zamanda onu yanlış anlamaya ve tanımlamaya imkân vermektedir. Çünkü inançlı metafizikçiler olduğu gibi ateist metafizikçilerde vardır. Soren Kierkegaard gibi inançlı varoluşçu bir filozofu bun örnek gösterebiliriz. Necip Fazıl'ın 1934'ten önce yaşadığı metafizik ürpertiyi bir arayış olarak değil de inançsızlık olarak tanımlayan Cemil Meriç şöyle der: "O devirde (Meşrutiyet) Necip Fazıl Müslüman değildir, Tanpınar hiç olmadı. O devir adamları Batının sefahate düşmüş taraflarını aldılar, bunlar da sürrealizmi. Bunlar da metafizik ürperti diye tutturmuşlar. Ben Batının bütün filozoflarını okudum. Beni hiç biri hiçbir zaman imana götürmedi. Voltaire 'Metafizik, inanmayanların meydanıdır' der. Ben Allah'ı Spinoza'dan mı öğreneceğim? Metafizik, imanla inkârın arasında bocalayan insanın çırpındığı, sallandığı, sürüklendiği bir sahadır."7 "Necip bir çileden söz eder. Kitabının ismi de Çile'dir zaten. Hakikatte çile ile iman aynı yerde bulunmaz. Teslimiyetin olduğu yerde çile yoktur. Kendi kendini inandırmanın cehdi içindedir Necip. İslam, imana varmaktır, kabul etmektir. İnanan adamda tereddüdün verdiği endişe kalmaz. Sonra artık imanın mükellefiyetlerine layık olmak gelir. Allah'a yaklaşırken layık olmak için gösterilen gayretler vardır. Şiir bir iman sanatıdır"8

     

    Bu satırlarıyla Necip Fazıl'ın bulduğuyla değil de arayışı ile değerlendiren Cemil Meriç, fikir çilesinin insanı olgunlaştıran yönünü gözden kaçırmaktadır. Batı felsefesinde Nietzsche'nin "öldürmeyen acı güçlendirir" sözü ile Büyük İslam Mutasavvufu Mevlana'nın "hamdım yandım piştim" sözündeki hakikat penceresinden çileye bakmış olsaydı metafizik ile inançsızlık veya arayış şüphe ile inkâr arasındaki ince çizgiyi anlayabilirdi.

     

    O'nun yaşadığı bu ürpertileri değerlendiren İhsan kurt şöyle der: "Aslında Necip Fazıl'ın kişiliğindeki ikilik 1934 öncesi ve sonrasının arasındaki tezatları olduğu kadar, insanın yaratılışında var olan iki kutba da işaret eder. Bütün bunlar düşünüldüğünde, insanın düşünebileceği en süfli ve ulaşabileceği en ulvi noktalar arasında o bocalamıştır. Hücre ve dava arkadaşı merhum Osman Yüksel Serdengeçti'nin söylediği gibi 'Ne onun yükseldiği yere yükselebilirdiniz, ne düştüğü yere düşebilirsiniz' O, kendinde dayanılmaz işkencelerin ruh kıvranmalarını hissettiği Senfoni adı ile yazıp sonra adını Çile'ye çevirdiği şiirinin bir dörtlüğünde ruhundaki tahterevalliyi şöyle ifade eder:

     

    Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

     

    Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

     

    Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

     

    İçimdeki kadar iniş ve çıkış"9

     

    Necip Fazıl'da hayret ve şüphe iç içedir. Şüphe ederken hayret eder adeta. Cevabı olmayan her onun için bir hayrettir. Yazar Necip Fazıl'ın insanı hayretsiz düşünemediğini belirtir. Zira Ona göre "insan kendine hayret etmelidir. 'Bu dünyada hayretten başka ne var ki?' derken bile çok samimidir. Çünkü İmam-ı Rabbani, 'İnsan hayret edilecek şekilde bir varlıktır. Hilafete liyakat peydah eylemiş; emanet ağırlığını dahi yüklenmiştir' buyururken, insanı hayretle izah etmiştir. Bunun için olsa gerek Necip Fazıl, hayreti olmayan âlimin çabasının boş olduğunu söylemekten çekinmez.

     

    Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette;

     

    Âlim ki, hayreti yok ne boş yere gayrette!

     

    Şaire göre hayret; bir düşünce, bir arayış, düşüncenin ve keşfin zengin kapılarını arayan bir sorudur. Hayreti olmayan âlim de olsa eksiktir. İnsanın bu eksikliği ancak bu makamın şuuruna vakıf olmak ve buraya erişmekle giderilebilir. Çünkü Şeyh-i Ekber'e göre en üstün makam, hayrettir"10

     

    İhsan Kurt, 'Çiledeki İnsan Necip Fazıl'ın yaşadığı metafizik ürpertileri, bir yandan psikolojik boyutuyla değerlendirirken, diğer yandan İslam tasavvufunda karşılığını bulmaya çalışır. Ayrıca Necip Fazıl'ın bir hastalık derecesindeki 'ben' olgusunun yanlış değerlendirildiğini söyleyen yazar, ondaki ben'in gerçekte bizi yani tüm insanlığı kuşattığının altını çizer: "Necip Fazıl'ın ben'i üzerinde yazarların bazıları da onu bir narsist olarak ilan etmeye kalkışmışlardır, bu düşüncelerine bazı dayanaklar da icat etmişlerdir. Acaba şairin sık sık tekrarladığı ben, bir bencillik ve övünme duygusu mudur? Necip Fazıl gerçekten narsist midir? Bu soruların cevabını, hiç değilse doğruya yakın olarak bulmak için, onun eserlerine ve tasavvufta ben kavramının ne anlama geldiğine bakmamız gerekir. Yoksa küçük olan bu zahmetlere katlanmadan, necip Fazıl'a yukarıda sıralanan sıralanan şablon hükümleri yapıştırmak kolay olacaktır."11 Necip Fazıl'ın 'Diyalog' adlı hikâyesinde kahramanlarını 'ben' üzerinde konuşturduğunu söyleyen yazar, hikâyedeki konuşmalarda geçen 'ben'in ferdiyetçiliği kapsamadığını belirtir.

     

    " '- Ben nedir ve nerededir?

     

    - İnsan, suratında tamamlanır, bütün mana ve delaletler onun sırtındadır...

     

    - Senin 'ben' dediğin işte o suratın kendini görebilmesi için ikiye bölünmesinden ibaret... 'Bir' kendisini idrak etmek için 'iki'leşmeye mecburdur.'12

     

    Yazarın bu ifadesini; kişiliğin parçalanması, dış dünyayla olan bağlarının kopması, gerçeklik duygusunun kaybolması ve içe yönelik düşünce yapısının yerleşmesiyle kendini belli eden, bir psikoz olarak tanımlanan şizofreni olarak yorumlamamak gerekir. Burada işaret edilen 'iki'leşme, ferdin kendisini tanımlamasına, idrak etmesine yönelik bir bölünmedir."13

     

    İhsan Kurt, bu çalışmasında 'Çiledeki İnsan'ın arayışını 'kendini bulmaya memur yaratık' başlığı altında irdelerken, nefs, tefekkür ve fikir çilesi, akıl ve bilgi, hürriyet, yalnızlık, dünya görüşü ve dünyaya bakışı, cemiyet ve son olarak çetin Geçit olarak tanımladığı ölüm kavramları etrafında Necip Fazıl'ı kişiliğini çözmeye çalışır. Yukarıda belirttiğim üzere bizde gerçek anlamda biyografi eserleri yazılmadığından dolayı, bu alanda büyük bir boşluk bulunmaktadır. Ayrıca Necip Fazıl gibi bir büyük yazarın ruh dünyasına inerek psiko-sosyal anlamda bir biyografi kaleme almak büyük bir emek ve çabayı gerektirir. 'Çiledeki İnsan' ın sanatının arka planını ve ruh halini titiz bir çalışma, büyük bir emekle kaleme almış olan İhsan Kurt, biyografi dalında örnek bir eser ortaya koymuştur. Ölümünün üzerinden çeyrek asrı aşan bir süre geçen Necip Fazıl'ı bir de yazarın belirttiği üzere 'kendini bulmaya memur' bir insan olarak 'Çile'den okumak gerekir.

     

    1 Biyografi anlamında Türk edebiyatında son yıllarda yapılan çalışmalar içinde hiç kuşkusuz Beşir Ayvazoğlu'nun Yahya Kemal, Peyami Safa ve Ahmet Haşim üzerine yaptığı biyografi çalışmaların yayınlanması yukarıda bahsettiğimiz anlamda önemlidir. Bu tür çalışmaların daha çok yapılması gerekmektedir.

     

    2 Seyfullah Işık, Vasat bir karakterin 'olağanüstü' portresi, Kitap Zamanı, Haziran 2010

     

    3 İbrahim Tüzeri, Yıldızın İstanbul'un üzerinde parladığı an: Stefan Zweig'ın kaleminden "Bizans'ın Fethi" ve tarihî gerçekliğin anlatıdaki görünüşü, www.kku.edu.tr/akademik

     

    4 İhsan Kurt, Çile'deki İnsan Necip Fazıl, sh.16, Akçağ Yay. 2011, Ankara

     

    5 İhsan Kurt, age. sh.24

     

    6 İhsan Kurt, age. sh.32

     

    7 Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Sh.45,45, Seyran Yay.İst.1993

     

    8 Halil Açıkgöz, Age. Sh.162

     

    9 İhsan Kurt, age. sh.35

     

    10 İhsan Kurt, age. sh.47

     

    11 İhsan Kurt, age. sh.53

     

    12 Necip Fazıl, Hikâyelerim, sh.216

     

    13 İhsan Kurt, age. sh.58

     

    Kaynak :

    Milli Gazete


  6. Ben sadece şunu sormak isterim Hayrettin Hocaya madem bu çelişkiler yaşanıyor bu konulara niye giriyorsunuz efendim girmeyiniz! rica ediyoruz 'diyalog' diye kelime dahi kullanmayınız. şu asri- tefessüf etmiş zamanda sapkınlıklar artmışken dinsizlik zuhur etmişken adeta insanoğlu ikinci bir 'fetret devrini' yaşerken 'diyalog' kelimesi bile insanı dinsizleştirmeye yetiyor bana göre. türkiyedeki %85 müslüman ilim yoksunu bu yoksun milletin saf ruhlarına niçin böyle fitne tohumları ekipte acaba hangisi dağruyu söylüyor ikilemi -çelişkisi- şüphesi- bırakıyorsunuz? kusura bakma hocam bu işlere girmeyeceksiniz sonrada iftiralara (sana göre) cevap vermeyeceksin olay bukadar basit.

     

    "Kuyruğu dönen kedi hayrette alimki hayreti yok ne boş yere gayrette."

    • Like 2

  7. Karaman Hoca'dan 'iftiracılara' cevap

     

    Karaman Hoca: İftiracılara cevap vereceğim!.

     

    Yenişafak Gazetesi yazarı Hayrettin Karaman, kendisine karşı iftira kampanyası düzenlendiğinin altını çizerek hayli sert bir yazı kaleme aldı...

     

    İşte o yazı

     

    ***

     

    İftira kampanyası

     

    Tarihte ve günümüzde Müslümanlar en büyük zararı, kılığı, kıyafeti, cüppesi, sarığı, dışa vuran davranışları bakımından kendilerinden olan veya görünen, ama ya münafık, ya akılsız, ya cahil, ya ahlaksız insanlardan ve guruplardan gördüler.

     

    Bir şebeke var, işleri güçleri Ehl-i sünneti istismar ederek, tekellerine alarak, kendi ölçü ve yorumlarıyla bir kısım Müslümanları dışlayarak, onlara iftira ederek, gıybet ederek, yalan yanlış isnatlarda bulunarak halkın kafalarını karıştırmak, fitne çıkarmak, tefrika peşinde koşmak.

     

    Başakşehir`de bir konferans verdim, konferansın başlığına ve içeriğine dikkat buyurun lütfen: "Kur`an-Sünnet Bütünlüğü". Peygambersiz İslam`ın olmayacağı.

     

    Malum şebeke konferans ilanını görünce hemen harekete geçiyorlar ve aşağıdaki çağrıyı bütün araçları kullanarak yayıyorlar, belediyeye baskı yapıyorlar:

     

    "Başakşehir Belediyesi inanılmaz bir gaflet yahut hain bir düşünceyle 30 Nisan Cumartesi günü 20.30`da Çınar Kongre Merkezi`nde düzenlenecek olan İslam`da Kur`an – Sünnet Birliği konulu konferansa Ehl-i Sünnet düşmanı, "Muhammedur Resulullah demeyenler de cennete girecek" diyen, yahudi ve hristiyanları cennete sokan (!), "enflasyon kadar faiz helaldir" "İslam`da recm yoktur" gibi yüzlerce sapkın düşünceye sahip olan diyalogçuların akıl hocası Hayrettin Karaman`ı konuşmacı olarak çağırmıştır. Ehl-i Sünnet hassasiyeti olan tüm kardeşlerimizin buna gereken tepkiyi koymaya çağırıyoruz... Fethullah Gülen`in fahri başkanı olduğu "Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı`nın" diyalog toplantılarında, "Polemik değil Diyalog" kitabında, ve "Yeni Şafak`taki" bir çok köşe yazısında Mason Abduh ve Reşid Rıza gibi Ehl-i Sünnet düşmanı sapıklara dayanarak..."

     

    Bu adamların akıl hocası –şebeke reisleri ondan ibaret de değil- nerede bir konuşma yapsa konuyu dolaştırıp bana getiriyor ve yukarıda bir örneği görülen iftiraları sıralıyor. Arkasından da –insanları kandırabilmek için- "Ben bunları uydurmuyorum, tamamını kendi kitaplarından naklediyorum" diyor. Kitaplarımdan ve konuşmalarımdan naklettiği doğru, ama nakli doğru değil; sözün üstünü altını kırpıyor, sözü bağlamından çıkarıyor, birden fazla manaya çekilebilecek ifadeyi kendi amacına göre yorumluyor, "Yahudi ve hristiyanları cennete sokan" gibi ifadeleri ise tamamen kendi uydurup bana isnad ediyor.

     

    Bu tahrif, saptırma ve iftiralara defalarca cevap yazdım. Bu cevapları da ihtiva eden bir kitabım, "Mavi Ufuklar" yayınları arasında çıktı: "Diyalog ve Kurtuluş Tartışmaları".

     

    Diyelim ki yanlış anladılar, iyi niyetliler.

     

    Peki ben defalarca açıklıyorum ve "Sizin anladığınız, naklettiğiniz ifadeler, görüşler bana ait değil, benim görüşüm, inancım şudur" diyorum; neden bu açık ve kesin sözlerimi işitmez ve görmez oluyorlar da eski dediklerini tekrarlıyorlar?!

     

    İşte bu sorununun makul bir cevabı olmadığı için niyetlerinden şüpheye düşüyorum, Türkiye`de sahih ve uygulanabilir bir İslam anlayışının yayılmasını istemeyen çevrelerin oyunlarına gelindiğini düşünmeye başlıyorum.

     

    Fitnecilerin yaymaya çalıştıkları iftiralara, okuyucularımın ısrarı sebebiyle vereceğim, teker teker ama kısa cevapları da gelecek yazıya bırakıyorum.

     

    Hayrettin Karaman/ Yeni Şafak

     

     


  8. Açıkcası Hoca efendiyi düne kadar çok severdim ve sayardımda hatta kitaplarınada yoğun ilgi ve alakam vardı. çünkü yaptığı hizmetler takdire şayandır ama ülke içinde olsun (ergenekonun deşifresi) ama ülke dışında olsun (okullar) binlerce kez Eyvallah dedirtiti bana. yalnız şu dinler arası diyalog yaftalamasına girişmedimi! umarın biran önce bu fitneden uzaklaşır ve bizlerin yüreğine su serper yoksa yaptıkları bu fitne ateşi karşısında buz gibi eriyecek. Allah bu fitneden bu yanan ateşten Ümmet-i Muhammed'i korusun.

     

     

     

     


  9. Serdengeçti Belgesi Bu Akşam 24 Tv de

    Kanal 24'te yayınlanan 'Keşke Olmasaydı' bu hafta Ülkücü hareketin efsane ismi Türk siyasi hayatına damgasını vuran Osman Yüksel SERDENGEÇTİ belgeseli bu akşam saat 21:00'te Kanal 24 ekranlarında...

     

    Kanal 24'te yayınlanan Okan Başara imzalı 'Keşke Olmasaydı' belgeseli bu hafta, düşünce hayatımızın önemli isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti'yi konu ediniyor.

    566_112317_2.jpg

    Okan Başara imzalı Keşke Olmasaydı bu hafta, ülkücü hareketin efsane isimlerinden biri olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi gündeme taşıyor. Türk siyasi hayatına 1950′li yıllardan itibaren damgasını vuran Serdengeçti ismi, ilk olarak 1944′teki “Tabutluklar Davasıyla” duyulmaya başlandı.

    O günlerde Osman Yüksel, onlarca milliyetçiyle birlikte 2 metrekarelik hücrelere kapatılacak ve günlerce sürecek işkenceye tabi tutulacaktı. Osman Yüksel Serdengeçti’nin aldığı mahkûmiyetler ve gördüğü işkenceler Keşke Olmasaydı’da…

    Kanal 24 Frekans • TÜRKSAT 3 A

    • FREKANS: 12679

    • SYMBOL DATE: 8888

    • FEC 3 / 4

    • VERTİCAL (dikey)

    Keşke Olmasaydı Osman Yüksel SERDENGEÇTİ Belgeseli 23 Nisan Cumartesi saat 21.00'de 24 Ekranında...

    • Like 1

  10. “Bilinmelidir ki tesettür; bir rahmet, bir iffet, bir saygınlık, bir sadakat ve bir cennet sığınağıdır.” Müslüman hanımların tesettürün mahiyetini çok iyi bilmeleri gerekiyor. Çünkü tesettür Kur’an kavramlarından nurlu bir kavramdır. Said Nursi (ra.) Tesettür hakkında şöyle diyor: ” Tesettür, kadınlar için fıtridir ve fıtratları iktiza ediyor (gerektiriyor)” Dolaysıyla örtünmek fıtrattandır. Fıtrat bozuldu mu? Bütün toplum bozulmaya mahkum olur.

     

    Takva ve edep örtüsü tesettürün ruhu mesabesindedir. Onların olmadığı, heva ve hevesin hüküm sürdüğü örtünme şeklinde hayır yoktur ve cahiliye örtüsünün ta kendisidir. Örtüsünü bu ruh ve anlayışla İslam’ın tesettür anlayışına dönüştürmeyen kimsenin örtüsü heva örtüsüdür ve her zaman değişkenlik arz eder bir tarzdadır. Dolaysıyla Müslüman Hanımların tesettür şuurunu iyi idrak etmeleri gerekiyor.

     

    Muhammed Said Kışlak


  11. Yukarıdaki yazı mükemmel bir yazı dan öteye Allah'ın hoşnut olacağı amellerden olduğu kesindir. 28 şubat ve sonrası muhafazakâr kesimde öyle bir yozlaşma meydana geldiki bunu bize yutturan bu zehri içimize akıtan tekbir giyimin öncülüğünde bir çok firma peyda oldu ve bunlar güya tesettür firmaları. daha 15 dakika önce zaman gazetesindeki tekbir giyimin reklamı vardı çeyrek sayfa güya tesettür! gelde tesettür de buna. birde kalemşor yazarlarımız varki! güya kadınımızı savunuyor zillete itmekten başka birşey ettiği yokya işte gelinde bu arasat meydanında kalmış kızlarımıza söz anlatın.

    Dünde İstanbul'umuzun manevi baş ilçesi olan Fatih'deydim ve orada ki yozlaşmanında adeta fırladığını açıkca müşahade ettim bir zamanların Fatih!i ey gidi Fatih sızlıyor gördüm seni :(

     

    Aslında eksiğimiz şu 960 ların sonlarına gelindiğinde bir genç kız çıkıyor ve tıpkı Üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak" diyor. ve Başörtüsü mücadelesini başlatıyor Allah okadar büyükki bu davayı bir erkek eline bırakmıyor modernleşmenin ve asrileşmenin en zirvede olduğu bir zamanda batı medeniyetine kendini olabildiğince kaptırmış bir ailenin kızı olan Yüksel isimli Şenler, yükselerek ve Işık (Şule) saçarak haykırıyor Müslüman Türk hanımlarına örtüsüz olmaz diye! ve ilk meyvesi Hatice Babacan oluyor ve "Bu örtü ancak bu başla birlikte çıkar" diyip okulu bırakıyor. ve kısaca Yine bu mücahide ablamız (Yüksel'imiz) "Çarşaf benim ikinci hidayetimdir" sözü ile hanımlarımızı irşad etmiştir.. ama daha geçenleri (15 mart) üsküdarda İHL Sözlüğün düzenlemiş olduğu "İLK CEMRE" adlı programda güya Şule ablanın mücadelesi anlatıldı (ihl sözlükten Rabbim razı olsun sözüm onlara değil programda çok verimli geçti şahsımın kanaatidir.) Allah ondan binlerce kez razı olsun kendiside geldi ama birde güya ahde vefacılar vardı örnek ta amerikalardan gelen bizim ilk başörtülü millet vekilimiz Merve ablamız! aman Allah 'ım tesettür demeye bin şahit. ve nice genç kızlarımız o şekilde ... kavrayamadığım beynimin ve aklımın en ücra köşesindeki sokağı bir kenara bırakın en işlek caddesinin bile almadığı şu gerçek var ki o mücahide ablamız yazılarıyla kitaplarıyla katıldığı programıyla ve yaşantısıyla tesettürüne tam bir şekilde rıza gösateriyorken güya peşinden gidenler neden yalpalıyorlar anlamış değilim?

     

    garip hemde çok garip...

     

    eşitlik eşitlik eşitlik şimdide pozitif ayrımcılık! olan bizim kadınlarımıza bizim Anne, Bacılarımıza oluyor malesef :(

     

    Allah sonumuzu hayr eylesin.

    • Like 1

  12. Necip Fazıl Gerçeği

    Bekir Oğuzbaşaran

     

    Özellikle ölümünden sonra Necip Fazıl Kısakürek'le ilgili onu tanıyan¸ tanımayan¸ gören¸ dinleyen tarafından çok sayıda kitap¸ makale¸ yorum¸ eleştiri… yazıldı. Kısakürek¸ Türk Edebiyatında hakkında en çok yazılanların başlarında yer alıyor. Kanaatimizce bir sanatkârı en iyi anlatacaklardan biri yine bir sanatkâr olmalıdır. Hele de bu sanatkâr yıllarca o dehanın yanında¸ yöresinde bulunmuş¸ Büyük Doğu dergisinin yayınlandığı zamanlarda derginin yazı işlerinde görev almış biri ise yazdıklarına dikkat etmek gerekiyor.

     

    Bekir Oğuzbaşaran'dan söz ediyorum. Yıllarca Necip Fazıl Kısakürek'in yanında bulunmuş¸ onun rahle-i tedrisinden geçmiş bir yazardan¸ Necip Fazıl ile ruh akrabalığı olan bir yazardan…

     

    Bekir Oğuzbaşaran¸ bir gönül adamlığının yanında ciddi¸ vakur¸ dikkatli¸ sürat-i intikal sahibi bir insan. Üstad¸ ondaki kabiliyeti görmeseydi yakınında bulundurmazdı herhalde. Bâb-ıÂlî'de Kayseri'den ve Oğuzbaşaran'dan övgü ile söz ediyordu Kısakürek:

     

    "… her şeye rağmen ümit dağarcığımızın ana unsurlarıdır; içlerinden ilk yemişlerini yeni yeni vermeye başlamış Mustafa Miyasoğlu ve Bekir Oğuzbaşaran gibi filizler de fışkırma yolundadır. Ne çıkacaksa bunlardan¸ yüzleri ve adları bize ulaşamamış olanlardan ve aynı tohumun mahsûlü olarak şu anda ana rahminde bekleyenlerden çıkacaktır. Anadolu ruh topografyasının¸ Büyük Doğu dâvasını tutmakta Himalaya dağı¸ Kayseri..."

     

    O zamanın filizinin bugün filizler verme yolunda olduğunu görmek Necip Fazıl'ı ne kadar haklı çıkarıyor. Bekir Oğuzbaşaran'ın ilk kitabı üstadla ilgili idi:Necip Fazıl'ın Şiiri (1983). Bugün bu kitabın baskısı yok ve yeniden basılmaya ihtiyaç var.

     

    "Necip Fazıl Gerçeği"¸ Bekir Oğuzbaşaran'ın Necip Fazıl Kısakürek'in çeşitli cephelerini anlatan yeni bir kitabı. Kitap¸ Nüve Kültür Merkezi yayınları arasında çıktı. (Ocak 2011)

     

    Sonra söyleyeceğimiz sözü başta söylemiş olalım. Bekir Oğuzbaşaran'dan Necip Fazıl Kısakürek'le ilgili daha özel bir kitabı da en yakın zamanda bekliyoruz. Daha özel bir kitap nedir sorusunun cevabını da edebiyatseverler kitap çıktıktan sonra görürler inşallah. Oğuzbaşaran'ın müsvedde halinde beklettiği ve birçok kimsenin ilk defa duyacakları ilginç notları da derleyip toplayıp kitap haline getirmesi¸ okuyucusuyla paylaşmasını temenni ediyoruz.

     

    "Necip Fazıl Gerçeği" ilgi ile okunabilecek bir Necip Fazıl Kısakürek kaynağı niteliğini taşıyor. Kitapta üstadın değişik cepheleri tanıtılıyor¸ üstadla ilgili konuşmalara yer veriliyor. Ben yazarımızın da hoşgörüsüne sığınarak kitaptan kısa bir bölümü okuyucularımıza aktarmak istiyorum:

     

    Üstad Necip Fazıl'ı Nasıl Tanıdım?

     

    ... 1965'te Kayseri Akşam Lisesi'nden mezun olunca İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydolmak için gittiğim İstanbul'da Üstad'la tanışmak saadetine erdim. Bunu temin eden bizden önce İstanbul'da Üniversitede okuyan bazı ağabeylerimiz olmuştur. Bunlardan Rafet Cingil ve Ali Gengeç'i hayırla anıyorum. O sıralar Üstad konferanslar vermek üzere Kütahya ve ilçelerine gitmek üzereymiş. Zaten o sıralar Üstadın etrafında Kayserili gençler vardı. Onların tavassutu ile bu önemli geziye ben de dâhil edildim…

     

    Daha sonra Erenköy'deki evine pek çok defa arkadaşlarla birlikte ziyaretine gittim. Kendilerinden bilgi¸ fikir¸ sanat ve edebiyat açısından fevkalade istifade ettiğimi düşünüyorum. Hukuk Fakültesi'ndeki ortamı sevmediğim için bir yıl sonra İstanbul Türkoloji'ye geçtim. O zamanlar tam bir kültür ocağı durumundaki Millî Türk Talebe Birliği (M.T.T.B.)'nde Basın-Yayın Müdürlüğü bünyesinde ´Millî Gençlik` dergisini çıkaran ekip içinde görev aldım. Bu ekipte Ahmet Semiz¸ Mustafa Miyasoğlu¸ Durali Yılmaz¸ Fevzi Pehlivanlı¸ Sefer Malak ve başka arkadaşlar vardı. Necip Fazıl'ın temel fikri eseri olan ´İdeolocya Örgüsü` Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü Öğrencileri tarafından¸ 1959'daki eksik ve yetersiz baskıyı saymazsak¸ ilk defa hacimli bir kitap olarak yayınlanmıştı. Bu kitabı geniş bir yazıyla "Millî Gençlik" dergisinde tanıttım. Rahmetli Üstad ´Bu genci bana getiri' demiş. Bir grup halinde gittiğimizde yazımdan cümleler naklediyor¸ iltifat ve ikramlarda bulunuyor¸ beni yazma konusunda yüreklendiriyordu. Bu güzel sohbetler yıllarca sürdü. Kendilerine genellikle Mustafa Miyasoğlu ile birlikte giderdik. Daha çok sanat¸ edebiyat ve kültür konuları üzerinde konuşurduk. Daha doğrusu büyük ölçüde coşkun bir ırmak gibi akan o güzelim sohbetlerini dinlerdik. Önceden de belirttiğim gibi ta ortaokul-lise sıralarından başlayarak yazdığı her şeyi okumaya¸ anlamaya ve hazmetmeye çalıştığımı ve mümkün olduğunca konferanslarını kaçırmamaya özen gösterdiğimi ifade edebilirim. 1971'de kısa bir süre de olsa hemşehrim Hüseyin Arı ile birlikte Üstad'ın yanında ´Büyük Doğu' dergisinin yayınında görev aldığımı da söylemeliyim.

     

    Üstad¸ Miyasoğlu ile birlikte yaptığımız ziyaretlerden çok mütehassis olur ve "Çocuklar¸ siz gelince sanat¸ edebiyat¸ şiir konuşuyoruz. Bunca gaile ve dağdağa içinde dinlenmiş oluyorum diyerek memnuniyetlerini ifade ederdi. Övünmek için değil ama bir tahdis-i nimet olarak söylemek isterim: Üstad'a ahir ömründe sanat¸ edebiyat hatıralarını yazması için sık sık ricalarda bulunurduk. Nitekim sonunda altmış yıllık yazarlık ve şairlik serüvenini çevresi ile birlikte anlattığı ve bence edebiyatımızın en güzel edebî hatıratlarından birisi olan o "Bab-ı Âli" kitabını kaleme aldı. Eser daha gazetede tefrika halinde parça parça yayınlanırken büyük yankılar uyandırdı. Bu eserin yazılmasında bizim de vesile olarak küçük bir payımız olabileceğini düşünmek¸ bugün bile bana mutluluk vermektedir. Nitekim Aziz Üstad bu esrinde Mustafa Miyasoğlu ve bendenizden "fışkırmak üzere olan filizler" biçiminde bahsetmiştir. Gerçi Üstad'ın iltifat ve beklentisine layık olamadık¸ ama yine de söz ona rahmet okuyarak ve onu yine onun sözleriyle¸ hasret ve iştiyakla¸ sevgi ve muhabbetle¸ bağlılıkla anmayı aziz bir borç telakki ediyorum:

     

    "Tohum saç¸ bitmezse toprak utansın!

     

    Hedefe varmayan mızrak utansın!

     

    Ustada kalırsa bu öksüz yapı¸

     

    Onu sürdürmeyen çırak utansın!"

     

    Bu utanç payının sadece beni değil¸ daha nice kimseleri kapsadığını düşünmekten kendimi alamıyorum...

     

    Kitaptan birkaç bölüm başlığı da verelim: Prof.Dr. M. Orhan Okay'la Necip Fazıl'ın Şiiri Üzerine Bir Konuşma¸ Necip Fazıl'da Hz. Peygamber Sevgisi¸ Necip Fazıl'ı Yazmak Neden Zor?¸ Niçin Necip Fazıl'ın Şiiri?¸ Necip Fazıl'ın Şiiri Konusunda Yapılması Gerekenler…

     

    Bekir Oğuzbaşaran¸ Necip Fazıl Gerçeği'ni okuyucusuyla paylaşmakla hayırlı¸ faydalı bir hizmete imza attı. Bu güzel kitap¸ Necip Fazıl severler başta olmak üzere bütün edebiyatçılar için bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Yazara en kısa zamanda "arkasıgeleğenolsun" duasıyla bitirelim sözü.

    ***

    Necip Fazıl Gerçeği¸

    Bekir Oğuzbaşaran¸

    Nüve Kültür Merkezi¸

    Basım Tarihi: Ocak 2011¸

    Sayfa Sayısı: 248.

    125-23necip_fazil.jpg

     

    Kaynak : somuncubaba.net

     

     


  13. Ü.Y. hayırdır kardeşim?

    arkadaşımız gayet doğruları açıklıkla dile getirmiş. burada yaranızmı vardı acaba? niye bukadar tepki verdiniz ki anlayamadık! yalanmı yani bu milletin ruh ırzına geçilmiyormu? geçiliyor buna ses etmiyorsun! ama arkadaşımız açık yüreklilikle içindekini kaleme almış sen bunu takdir edeceğine tekdir ediyosun bunasıl iştir hangi müslümanlık?

     

    ha bu arada o birileride "açık sözlü olun" diyor. ve bende ekliyorum peşine; her doğru heryerde söylenmeye bilir fakat burası o heryerden bi yer değil. O, İslam davası denince karşısındaki kişiyi boya fıçısına sokar gibi yerin dibine sokup sokup çıkaran Üstad Necip Fazıl'ın fikir kulübü.. dans kulübü değil kardeşim. bence yazdıklarından dolayı özürdilemelisin forumdan.


  14. Değerli Sifil hocamız içimizdeki gizli özneyi bulmuş ve açıklamış. Evet ortalık meal kitaplarından geçilmiyor, herkez harıl harıl okuyor anlıyor ama anladığı halde ortada amel icresı sıfırın altında diyebiliriz. Birde buna mealin ne kadar sahih olduğu eklenince durum dahada içler acısı. Rabbim bizleri Ehl-i Sünnet çizgisi ve Sırat-i Müstakîm'den ayırmasın İnşa Allah (amin)

     

    Kapandı kapanalı tekke ve zaviyeler bu millet birdahada iflah olmadı malesef..

     

    İsmet paşaya zamanın bakırköy ruh ve sinir hastalıkları başhekimi diyor ki Paşam tekke ve zaviyeler kapanınca ruh hastaları arttıda artı gelin buraya bir hoca tahsis edin bu sözü duyan paşa sen ne diyorsun biz onlardan kurtulmak için bu işi yaptık birdaha böyle birşey duymayacağım ikazı ile konuyu kesip atıyor. en akıllımız en delidende deli halde. 21. yüzyılda herşey ortada sefil durumdayız ahlak yaralarımız sarhoşların elinde neşter üstüne neşterle dağlanıyor adeta..


  15. Kardeşimizin yazısı gönlümüze Tercuman niteliğinide olmakla beraber Üstadımızın iki heceli zindan için "cinnet mustatili" hatıratında "yılanlı kuyu" diye adlandırdığını biz şuan sokaklar için rahatlıkla adlandırabiliriz.

     

    Öyle sanıyorum ki, Bu aziz millete! yapılan asimile ve devşirmeleştirme harekatı hiç bir zaman ve mekanda görülmemiştir. yalnız şunada inanıyoruz ki 'Zahmet olmadan Rahmet olmaz' umarım nefsimize prangalar sürdüğümüz bu zamanda bu Ahir zamanda hizmet görevimizi yerine getirmede muvaffak oluruz.

     

    Allah senden razı olsun Ebubekirr kardeşim.

×
×
  • Create New...