Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

barani

Sivil
  • Content Count

    126
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by barani


  1. Sizin de hikayenizi dinlemek isteriz.

     

    Tanınmış bir amca'ya gittim.Aradım buldum.

     

    Üstad'a "kanun yoluyla zuhur" açısından bakan biri...

     

    Bizim gibi "kendinden zuhur" aksiyoner tavrı da yok, ne güzel...

     

     

    Dedim: Yasal bir ortam var, bir seminer-anma/konferans...

     

    Buyrun dedim, tanıyan, entelektüel birikimi olan birisisiniz...

     

    ...

     

    Çaylar, kahveler, aciz şahsıma methiyeler...

     

    ...

     

    Ama...

     

    Çoluk çocuk -evladı ıyal- derdi var

     

    "Ben" dedi, bankaların önünden geçmezken şimdi -cebinden çıkardığı cüzdanı açarak-

     

    "ona yakın kredi kartı taşıyorum"...

     

    ...

     

    "Beni mazur görünüz"...(Estağfurullah...)

     

    ********

     

    Bu da benim eleştirim olsun -belki burayı okuyordur -siteyi-

     

    Hocam, ülkendeki aksiyoner tavra "kanun yoluyla zuhur" değil diye mesafe koyarsın,

     

    Fikir adamı içerdeyken -eski arkadaşın- adını bile ağzına al-a-mazsın...

     

    Gider Nasrallah'ı methedersin...

     

    Neden yaşıyorsun gayen ne, sırf O'ndan değilim demek için mi yaşıyorsun ?

     

    "kanuni zuhur"unu bile terk etmişsin...

     

    ................

     

    Koskoca şehirde yalnız kaldım....


  2. BAKTIM, bizim İslami kesimin bilinen bütün radikalleri bir araya gelip korsan eylem koymuşlar.

    Özgür-Der, Mazlum-Der, Memur-Sen, Hak-İş, Vakit falan... Hepsi orada...

     

    Yağmur altında... Ellerinde pankartlarla... Koymuşlar eylemi...

     

    Koskocaman bir de afiş hazırlamışlar...

     

    Bağıran harflerle şöyle yazıyor afişte: “CUNTAYA HAYIR”

     

    Altında da bir talep cümlesi yer alıyor: “DARBECİLER YARGILANSIN”

     

    Ne güzel değil mi?

     

    * * *

    Yıllardır cuntalardan ve darbecilerden nefret etmiş benim gibi birinin...

     

    Bu “eylem” nedeniyle acayip heyecanlanması, bu bilinçli tavırları nedeniyle İslamcıların nur yüzlerini ve gül cemallerini pek bir beğenmesi gerekmez mi?

     

    Ama hayır!

     

    İçimde acayip “kekremsi” bir duygu... Olmuyor, olamıyor...

     

    Eskiden Beyazıt’taki az riskli “cuma eylemleri”nde bile ufaktan da olsa galeyana kapılan ben, yağmur altında yapılan şu “Cuntaya hayır” eylemi karşısında, ne en küçük bir heyecan duyabiliyorum, ne de “Keşke orada olaydım” falan diyebiliyorum...

     

    * * *

    Çünkü...

     

    Aklıma 12 Eylül geliyor...

     

    O günlerde istisnai dik duruşları bir tarafa bırakırsak...

     

    İslamcı delikanlılar, “Cuntaya hayır - Darbeciler yargılansın” konulu korsan eylemler attırmıyorlardı...

     

    Bunun yerine İslami kesimin önemli isimleri, cuntanın ideolojisi olan “Türk - İslam Sentezi”nin “İslam” bölümüne sığınıp, “daha fazla imam-hatip / daha fazla Kuran kursu” açılmasını sağlamakla meşguldüler...

     

    Mamak zindanlarında solcular ve sağcılar işkenceden geçiriliyormuş, anaları ağlatılıyormuş...

     

    Ne gam!

     

    Önemli olan geleceğe yatırım yapmaktı...

     

    “Cunta”yla papaz olup maceraya atılmak yerine “Cunta”nın sağlayabileceği imkanlardan azami ölçüde faydalanmak, o zamanlar çok daha “rasyonel” bulunuyordu...

     

    * * *

    Hadi 12 Eylül, direkt olarak İslamcıları değil de sokakta kavgaya tutuşmuş solcu ve sağcıları hedef alıyordu...

     

    Bizim memlekette de “Bir yumruk seni hedef almıyorsa salla gitsin” diye bir adet vardı...

     

    Ve İslamcılar da o dönem bu geleneğe uyuyorlardı...

     

    Peki ya 28 Şubat?

     

    Sincan’dan tankların geçirildiği... Kebapçıların bile fişlendiği... Demir yumruğun gölgesinin hissedildiği... Yargının siyasileştirildiği... Partilerin kapatıldığı... Bir tiyatro oyunu yüzünden insanlara 25 yıl ceza verildiği... Andıç adı altında iftiraların atıldığı...

     

    Kısacası...

     

    Ilımlısı, radikali, yumuşağı, serti...

     

    Hiç ayırt edilmeksizin bütün bir İslami kesimin hedef tahtasına oturtulduğu 28 Şubat günlerinde ne oldu?

     

    Ellerine “CUNTAYA HAYIR - DARBECİLER YARGILANSIN” pankartı alıp sokaklara döküldü mü İslamcılar?

     

    Gazetelerinde ve televizyonlarında bugünküne benzer bir cevvaliyet söz konusu oldu mu?

     

    Siyasileri direnişe mi geçtiler, yoksa hizaya mı?

     

    “Alın bütün okullarımın anahtarlarını da beni rahat bırakın” şeklinde teslimiyet belgelerine imza atılmadı mı?

     

    * * *

    Şunu demek istiyorum:

     

    Ortada en ufak bir risk yokken...

     

    “CUNTAYA HAYIR - DARBECİLER YARGILANSIN” diye pankart taşıyıp eylem koymak çok kolay ve çok ucuz bir tavır gibi geliyor bana...

     

    Sıkıysa sonucunda işkence altında inletilmenin garanti olduğu günlerde bu pankartı taşıyacaksın...

     

    Hayatının karartılmasını göze alarak taşıyacaksın o pankartları...

     

    Sen 12 Eylül’de Mamak zindanının önünde en gür seda ile haykırdın mı?

     

    Sen 28 Şubat’ta Çevik Bir’e posta koydun mu?

     

    “Kazıklı Voyvoda”ya yakışır tehditler ortada dolaşırken direnişe geçmeyi başardın mı?

     

    Şimdi almışsın Başbakan’ı, hükümeti, bakanları, yargıyı, medyayı, kanaat önderlerini arkana eylem koyuyorsun...

     

    Kekremsi duygularımın nedeni budur..

     

    Ahmet Hakan.


  3. Bir sanatçının çığlığı

     

    Cuma, 30 Eki 2009

     

    Duyarlıktan yoksunlaşmış ama bu yoksunlaşmanın anlamını kavrayamamış topluluk ve ortam içinde duyarlı bir insanın, özellikle bir sanatçının dûçar kalacağı mânevî işkenceyi, o topluluk ve ortamın algılamasını beklemek, muhaldir, dense yeridir. Duyarlığı yitirmek bir dereceye kadar anlaşılabilir bir şeydir. Duyarlıktan yoksunlaşmada, görünüş itibariyle duyarlık yetisi yerli yerinde duruyor izlenimi verir. Ama o duyarlık yetisi, ne türden etkide bulunulursa bulunulsun bir türlü kendinden beklenin tepkide bulunamaz. Sağır birinin binbir çeşit sesi çıktığı ortamdaki durumu gibidir bu.

     

    Duyarlığın yitiminde, yitirilmiş olunan eksikliğinin farkına varma ihtimali her zaman için mümkündür. Üstelik bu yitim o kimsenin davranışlarında ya da iç dünyasında zamanı geldiğinde bir tepkinin dışa vurulmasına neden olabilir. Duyarlığın meydana getirdiği eksiklik bir özeleştiriye, bir kendi kendini sorgulamaya, ne bileyim bir pişmanlık kırıntısının doğmasına vesile olabilir.

     

    Tiyatro sanatçısı Ulvi Alacakaptan ile yapılan bir söyleşiyi (röportaj) okuduğumda duyarlık yoksunluğunun bir sanatçının içdünyasını manevî işkence olarak nasıl acımasızca istila etmeye başladığının somut göstergesini görür gibi oldum. Söyleşiyi Aydın Alkan yapmış, haftalık Baran dergisi yayımlamış. 8 ve 15 Ekim tarihli 143 (41) ve 144 (42) sayılyarında.

     

    Alacakaptanın bizdeki tiyatro sanatının temel sorununa dikkat çeken şu sözleri üzerinde durulacak niteliktedir. Yerli tiyatrodan kastınız nedir? sorusuna verdiği cevap böyledir: Yerli tiyatrodan kastım şudur: Fransız olsun, Rus olsun, İngiliz olsun, Alman olsun her sanat biçiminin o ülkeye has bir üslubu vardır. Olmalıdır. () Biz İngilizler kadar güzel Şekspir, Fransızlar kadar güzel Molyer (Moliére) oynuyoruz. Fakat kendimiz gibi oynadığımız bir şey yok. Bizim tiyatromuz ancak Türkiyede tiyatro. Öyle Türk Tiyatrosu da denemez bence. Bu toprağın rengini, kokusunu, tadını taşıyan bir tiyatro olması lazım. Millî tiyatro (millî sinema gibi) deyimini de kabul etmiyor Alacakaptan: Ben bu millî kelimesini kullanmadım baştan beri, kullanmam daBen yerli derken açıkçası bu topraklarda olan bütün kültürleri kastediyorum.Şu ân yaşamakta olanları ve olmayanları, hatta hatta yerli bir tiyatro yapacaksanız bizim şaman atalarımıza da bakacaksınız, bizim tiyatromuzun aslı oradadır. () Yerli bir tiyatro bütün yerli sanatlar gibi şöyle yapılmalı; siz, yerli unsurlarınızı alırsınız, sonra günün anlatım biçimlerine başvurursunuz. Günün tekniklerine başvurursunuz. Onlarla yoğurursunuz. Öyledir yerli, yoksa orta oyunu, karagöz oynatmakla yerli tiyatro olmaz. Örnek olarak da Haldun Tanerin Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ve Oktay Arayıcının oyunlarını veriyor. Sinemada Hollvat, Amerikan sinamasının aslında Yahudi sineması olduğunu ve bütün ülke sinemalarını yerle bir ettiklerini söylerken, bir tek ülkenin farklı, karşı koyan sineması olduğunu ve bunun da İran sineması olduğunu vurguluyor Alacakaptan.

     

    Sanıyorum bu tesbitler mutlaka tartışma başlatacak niteliktedirler. İane beklentisi olmadan yaptığını sandığım şu tesbitleri, sanat, sanatçı ve zihniyet yaklaşımındaki değişimi anlatması bakımından altı çizilmelidir: Bakın muhalefette olduğunuz zaman herşey diridir. Politikanız da diridir, sanatınız da diridir, hatta sporunuz da diridir, zihin diridir. İktidar bunları uyuşturur. Şu an iktidardak partide tam saymadım ama en az ikiyüz tane milletvekili olan, benim oyunları organize etmiş insan vardır. Karşılaştıkları zaman üstad, hoca falan diyorlar ama bırakın doğru dürüst sanat yapmayı, geçinmekte zorlanıyorum. İktidar unuttu, işler tersine döndü. Biz hiç böyle hayal etmezdik. Çünkü şimdi muhalefet edecek lafları söylediğiniz zaman hoşlanmıyorlar. () Oysa hayret verici bir biçimde, meselâ son 15 senedir Türkiyeyi güya başka bir zihniyet yönetiyor, tek kelime olumlu bir gelişme yok! Bilakis tam tersi var! Bizim daha önce gıdım gıdım biriktirdiğimiz bütün birikimlerimizi mahvettiler. Ben şu anda iş bulamıyorum! Geçtiğimiz Ramazanda ilk defa hayatımda tek bir programım yoktu, gösterimim.

     

    Şehir Tiyatrolarıyla ilgili değerlendirmesi, doğrusu iç burkucu: Şehir Tiyatrolarını ellerinden çıkardılar. () onbeş sene boyunca bir tane Bir Adam Yaratmak oynandı, ona da ben karşıydım, bir de Mehmet Kısakürek. Çünkü rezil edip bıraktılar! Söyledim de ben rezil edecekler diye. () Ve yaptığını söyleyeyim size. () Yaptığı şu: İlk gün gelmiş, oyunun metnini koymuşlar ortaya, yönetmen olarak bu demiş ki arkadaşlar şimdi bütün Allah kelimelerini çıkartacağız.

     

    Söyleşinin tamamını okumanızı tavsiye ederim.

     

    İsmail KILLIOĞLU--M.GAZETE


  4. 14 Şubat 2008

     

    İsrail ve Yahudiler ezberlerimizi bozmalıyız!

     

    İsrail Savunma Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ehud Barak Türkiye'de. Türkiye'ye bir uydu satmak veya bir kısım teknolojileri transfer etmek niyetinde. Önce şu noktaları bilmekte fayda var:

     

    1- İsrail Türkiye'ye teknoloji satışında ve transferinde diğer ülkelere göre mesela Almanlara, Amerikalılara, İngilizlere, Fransızlara göre vs. daha cömert.

     

    2- İsrail, Türkiye'ye verdiği teknolojilerle ilgili olarak diğer ülkeler gibi, özellikle Almanya ve Amerika gibi kayıt ve şartlar ileri sürmüyor. Yine bu ülkeler gibi cihazı verip teknolojisini vermemezlik gibi bir politika gütmüyor. Almanlardan tank alıyorsunuz, şart koyuyor. Bunu Güneydoğu'da kullanamazsın. Amerikalılardan bir silah alıyorsunuz, bunu Kıbrıs'ta kullanamazsın vs. diyorlar.

     

    Ama İsrail bu konuda Türkiye'ye şartlı ve kayıtlı gelmiyor. En son uydu projesinde İsrail'in tek şartının İsrail üzerinde bazı noktaları iki metreden daha yakın görmeyin oluyor. Bu da anormal bir durum değil. İsrail'in yerinde Türkiye olsa ve böyle bir şart ileri sürse kim ne diyebilir ki! Türkiye'de özellikle dindar kesimlerdeki İsrail ve Yahudi ezberlerinin bozulması gerektiğini düşünüyorum. "Yahudi" ve "İsrail" kavramlarına yüklediğimiz anlamların Kuran ile ne derece uzlaştığını, Yahudi ve İsrail düşmanlığının bir program olup olmadığını düşünmemiz gerekiyor.

     

    "Nerde bir zulüm, yalan, fitne, fesat varsa orada mutlaka Yahudi vardır" düşüncesi çok genel ve konformist bir yaklaşım. Bu millet sanki yaratılıştan gelen bir kanı bozukluk taşıyor, genetik olarak kötü, ve lanetli bir kavim! Bu konuya "Acaba" diye girip ezberlerimiz bozmaktan yanayım. Bir kere Kur'an'da bine yakın ayet Yahudiler'den bahsediyor. Bütün Yahudiler aynı mı, yoksa "lanetlik Yahudiler" kimler?

     

    Kuran, Yahudi ırkından olan herkesi, Beni İsrail soyundan gelen herkesi "lanetlik Yahudiler olarak görme fırsatı vermiyor. Bir kere İsrail Hz. Yakub'un diğer adı. Allah için savaşan, Allah'a sımsıkı bağlanan anlamlarına geliyor. Yakub Peygamber Hz. İbrahim'in torunu, İshak'ın oğlu, İsmail'in yeğen, Hz. Yusuf'un da babasıdır. Beni İsrail, esasen Hz. Yakub soyundan gelenleri temsil ediyor. Bu soyun içinden lanetlikler kadar Kur'an'ın "Ne güzel kuldu" diye belirttiği nice insan çıktı.

     

    Hz. Yusuf, Musa, Harun, Yuşa, İlyas, Yunus, Elyesa, Davud, Süleyman, Zekeriya, Yahya ve İsaÖ Hepsi Yahudi ırkından ve damarlarında Yahudi kanı dolaştı. Dolayısı ile "Lanetlik Yahudiler" derken bu peygamberleri nereye koyduğumuzun farkında mıyız? Efendimiz, Hz. Peygamber'in hanımı, müminlerin annesi Hz. Safiye de Yahudi ırkından değil miydi? Ölüm döşeğinde Peygamberimizi yanında görmek isteyen ve onun kolları arasında Kelime-i Şahadetle ruhunu Rahmana teslim eden Yahudi gencini hatırlıyor muyuz?

     

    Siyon yıldızı da Hz. Süleyman'ın mühründen mülhem bir şey. Allah hiçbir kulunu doğuştan lanetli, ya da doğuştan temiz kılmaz. Öyle olsa hayatın anlamını açıkladığımız "imtihan sırrı" anlamsız hale gelmiyor mu? "Biz ırk meftunu, coğrafya müptelası anlayışlarla oynaşırken, onlar, yani Yahudiler nebevi bir ismi, nebevi bir bayrağı alıp ülkelerine isim ve bayrak yaptılar. Yahudilerin "Yalnız bizim kavim kurtulacak. Biz seçilmiş bir halkız" tavrından rahatsız oluyoruz elbet.

     

    Ama biz de "Bir Türk dünyaya bedeldir" "Ne mutlu Türküm diyene" demiyor mu, kanımızın asaletinden söz etmiyor muyuz! Ne farkı var? Bilmeliyiz ki, en büyük günahkar Yahudi içimizdeki "Nefis" kod adlı Yahudidir.

     

    Nuh GÖNÜLTAŞ

     

    ****************************hoooppppp

     

    17 Ekim 2009

     

     

     

    Bu kalp Gazze'yi unutur mu?

     

    Ne kadar da ilginç!

    Türkiye'nin İsrail ile ilişkileri bozulduğunda bazı köşe yazarları hemen yas tutmaya başladı.

    Türkiye'nin İsrail'e karşı ne kadar da "aptalca" tavır aldığını yazıyorlar.

    Bunlar Başbakan Tayyip Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı'na Davos'ta "One minute" dediğinde de aynı şeyleri yazmışlardı!

    Demek ki Türk Basını'nda ciddi bir İsrail Lobisi var!

    Hem de en etkili köşe başlarında...

     

    Ama eskisi kadar etkin olamadıklarını, bir süreden beri ciddi zafiyet içine düştüklerini söyleyebilirim.

    Türkiye'nin yapacağı ortak tatbikattan İsrail'i çıkarması tıpkı İsrail Basını'nda yaptığı etkiyi bu adamlar üzerinde de yaptı.

    Bakın ne yazıyor:

    "Yahudi düşmanlığı mı hortluyor? Bunlar milli görüş gömleğini çıkarmışlar ama kafaları yerli yerinde duruyor."

    Şimdi...

    Bu kafa ile herhangi bir İsrail gazetesinde yazan birisinin yazısı arasında ne fark var?

     

    Mesela Haartz gazetesi şöyle yazıyor:

    "Türkiye şer eksenine daha fazla yaklaşıyor. Atatürk şimdi mezarında ters dönüyordur..."

    Gazze'de yasak silahları bile kullanan bebek katilleri şer ekseni olmuyor da Suriye-İran-Irak mı şer ekseni oluyor?

    "Şer ekseni" tabirini kullanan Amerika Başkanı çoktan gitti. Yerine bu lafı ağzına almayan daha barışçı bir başkan geldi yoksa farkında değil misiniz?

     

    İşin içine Atatürk'ü katmak da tam bir Yahudi taktiği olmalı.

    Ama unutmayın ki, artık hükümetten bağımsız gidip İsrail ile askeri anlaşmalar yapacak bir Çevik Bir'iniz yok!

    Dışişleri Bakanımız çok güzel bir açıklama yaptı:

    "Gazze'de insanlık trajedisi sürerken İsrail ile bir askeri ilişki içinde olamayız..."

    İşte böyle...

    Süper tavır!

     

    İsrail söz konusu olunca belli belirsiz tavırlardan vazgeçmeli böyle.

    Kesin tavır koymalıyız.

    Bölgemizde İsrail'in dostluğuna bütün ülkeleri düşman gibi görmeye başlamıştık!

    Böylesi büyük bir yanlıştan döndü Türkiye.

    Kendi ufkuna bakmaya başladı.

     

    Kişisel olarak da İsrailli yetkililer Başbakan Erdoğan'a büyük yanlışlar yaptılar.

    İsrail'de Başbakanımız'ı kapıda yarım saat bekleten onlardı.

    Türkiye'ye gelip "Gazze'ye saldırmayacağız" deyip, bir gün sonra "Gazze'ye saldıran" gene onlardı.

    Gazze'de dindaşlarımıza en şiddetli ve insanlık dışı saldırıyı yapanlar gene İsrail'di.

    İsrail Ordusu'nun "Bebek katili" olduğunu bütün dünya biliyor.

    Canlı yayınlarda kaç tane çocuk öldürdü İsrail Ordusu...

     

    Şimdi TRT'de yayınlanan bir dizide Türkiye İsrail Ordusu'nu bebek katili gibi gösteriyormuş

    Hakan Albayrak, ki o dizinin danışmanı güzel cevap vermiş: "Bebekleri katlederken utanmıyorlar da bunun filmini izlerken mi utanıyorlar?.."

    Gazze'de İsrail'in vurduğu yıkıntılar arasından çıkarılan boğazında asılı emziği ile öldürülen Filistinli çocuğu unutacağımızı mı zannettiniz?

    Türkiye, bebek katili İsrailli subayları isim isim bilmektedir!

     

    Türkiye, kıytırık İsrail devletine temenna duracak değildir.

     

    Nuh GÖNÜLTAŞ


  5. BİR ÜNVANDA İKİ DEV ŞAİR

     

     

     

    BAKİ - NECİP FAZIL

     

    (1526 - 1600) (1904 - 1983)

     

     

     

    Bu devr içinde benim padişâh-ı mülk-i suhan

     

    Bana sunuldu kaside bana verildi gazel (1)

     

     

     

    XVI. yüzyılın ilk yarısında ihtişam dönemini yaşayan Osmanlı'nın Muhteşem Süleyman'ın tahta geçtiği yıldır. Fatih Camii müezzinlerinden 'karga' lakaplı Mehmet Efendi'nin bir oğlu gelir dünyaya. Sadece XVI. Yüzyıla değil, sonraki yüzyıllara ve nihayetinde Türk Edebiyatı'na kendi orijinal söyleyiş ve ustalığıyla damgasını vuracak, şiirde çığır açıcı bu bebeğe "Mahmut Abdulbaki" ismi verilir.

     

    Yoksul bir ailenin çocuğudur. Babası onu önce saraç çıraklığına verir. Ancak bir yolunu bulur ve medreseye atar adımını şair Bâkî.

     

    Ünlü hocalardan ders almış ve öğrenim hayatını devam ettirmiştir. Zamanla çevresini genişleten ve yükselen Bâkî bir sonbahar günü 6 Kasım 1600'de geriye şiirin yeni anlamını bırakarak İstanbul'da ölür.

     

    Elbette ki; Şair Bâkî'nin hayatı bu kadar değildir. Lakin burada Şair Bâki'nin kaç yılında, kaç akçeyle kimin himayesinde nereye atandığından bahsetmekten ziyade onun şiirlerinden ve sanatından bahsetmek istiyoruz.

     

    On sekiz, on dokuz yaşlarındayken bir gün dükkanı Beyazıt Cami avlusundaki remmâl (2) - şair Zati'ye uğrar Bâkî. Ona daha önceden yaptığı gibi yine bir şiirini okur :

     

     

     

    Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dilber düşer

     

    Gûyiyâ mir'ata aks-i pertev-i hâver düşer (3)

     

     

     

    (1) Bu devirde söz ülkesinin hükümdarı benim, kaside bana sunuldu, gazel bana verildi.

     

    (2) Osmanlı döneminde "reml atmak" denilen ve sonuçta bilinmeyenden dem vuran işi yapanlara da remmal denilirdi.

     

    (3) Gönlüme ne zaman bir güzelin yanağının düşüncesi düşse, aynaya doğunun ışığının aksi düşmüş gibi olur.

     

    Şaşkınlığını gizleyemez Şair Zati. "Yalnız 18 yaşı böyle bir şiir için oldukça küçük! Evet, evet Bâki'nin benim diye okuduğu bu şiir aslında kimin olsa gerek?" diye düşünür ve Bâki'ye bu yaptığının hoş bir şey olmadığını anlatmaya başlar.

     

    Evet, aslında Türkiye Türkçesi'nin XIII. asırdan beri süregelen birikimini şahsında ve söyleyişinde gösterecek büyük üstad yetişmektedir ve şair Zati'nin ancak birkaç beyit daha dinleyerek ikna olacağı yukarıdaki beyit de genç Bâki'nindir.

     

    1554'te Nahçıvan seferinden dönmekte olan hükümdara bir kaside sunarak onun dikkatini çekmeyi başarır. Kendi Mahlası da Muhibbî olan ve şiirden anlayan Kanunî Sultan Bâki'nin sanatkarlığını takdir ediyor ve kendi şiirlerini ona göstererek tanzir etmesini istiyordu.

     

     

     

    Zahm-ı sinemden okun parelerin hep alma

     

    Dursun Allah'ı seversen hele bir pare meded (4)

     

     

     

    Yukarıda bir beyti görülen "meded" redifli gazel de padişahın bir şiirine nazire olarak yazılmıştı. Bâki'ye sık sık lütufta bulunan Kanuni, öyle ki ; Bâki gibi bir şairi himaye etmek ve ona lütufta bulunmanın saltanatının en önemli birkaç olayından biri olduğunu söylüyordu.

     

     

     

    Hattım hisabın bil dedin gavgalara saldın beni

     

    Zülfüm hayâlin kıl dedin sevdâlara saldın beni (5)

     

     

     

    Geh ebr veş giryân edip geh bâd veş pûyân edip

     

    Mecnûn-i sergerdân edip sahralara saldın beni (6)

     

     

     

     

     

    ------------------------------------------------------------------------

     

    (4) Göğsümün yarasından okunun parçalarını hep alma Allah'ı seversen hele bir parçası dursun, Medet!

     

    (5) Yanağımdaki ayva tüylerinin hesabını bil dedin beni kavgalara saldın, saçlarımı hayal et dedin, beni sevdalara saldın.

     

    (6) Kah bulut gibi ağlattın, kah bir rüzgar gibi o taraftan bu tarafa savurttun, şaşkın mecnûn ettin beni sahralara saldın

     

    Şair Bâki, kendine ait üslûbuyla, o döneme kadar Fars şairlerinin taklit edilme ve ûstad sayılma özelliklerini ortadan kaldırmış, döneminde ve sonraki yüzyıllarda da üstad sayılan ve taklit edilen bir şair olmuştur ve Sultanu'ş-şuara ünvanıyla anılmıştır.

     

     

     

    Ben kimsesiz seyyahı meçhuller caddesin

     

    Ben yankısından kaçan çocuk kendi sesinin

     

     

     

    Ben usanmaz bekçisi yolcu inmez hanların

     

    Ben ısınmaz külhanı tükenmez ormanların

     

     

     

    1904 yılının 26 Mayıs'ında büyük bir konakta Kısakürekzâde Mehmet Hilmi Efendi'nin büyük oğlunun ilk evladı olarak bir erkek çocuk gelir dünyaya ve Necip koyarlar ismini.

     

    XX. yüzyılın büyük mütefekkiri, Türkçenin söz ustası, şair Necip Fazıl'dır işte bu büyük konakta dünyaya gelen çocuk.

     

    Fransız mektebinde başlar ilk öğrenimine. Oradan Amerikan kolejine ve oradan da Bahriye mektebine devam eder. Bahriye mektebinde iken okulu 1 yıl uzatılınca Dar'ül-fünûn'un Felsefe bölümüne başlar. Yurtdışına öğrenci göndermek için açılan sınavla Fransa'ya Sarbon Üniversitesi'ne gönderilir. Paris'te kaldığı 1 yıl içinde tutulduğu kumar hastalığı onu kapkara bir hayatın içine sürükler. Bursu kesilir ve İstanbul'a dönmek zorunda kalır. Burada bankada çalışmaya başlayan Necip Fazıl'ın hayat çizgisi 1934 yılında Abdülhakim Arvasi isimli zat ile geçirdiği birkaç saat sonrasında değişir ve şair hayatının bundan sonraki kısmını inandığı davaya adar. Öyle ki, saçındaki telden tırnak uçlarına kadar "çile"si bu dava içindir artık. Siyasi takipler, cezaevleri ve mücadele ile geçen hayatı 1983 yılının 25 Mayıs'ında son bulur.

     

    Kat'i suretle belirtmek gerekiyor ki; Necip Fazıl'ın o fırtınalı iniş-çıkışları, mücadeleleri, genel anlamda hayatı değil bu birkaç satır, bir kitaba bile sığmayacak çaptadır. Ancak ansiklopedik büyüklükte eserlerle anlatılabilme ihtimali olan bu çile şairinin şairlik yönünü ve sanatını anlatmanın aczindeyiz.

     

    Küçükken dedesi Hilmi Efendi'nin klasik şiirden ezberlemeleri için torunlarına okuduğu beyitleri bir okuyuşta ezberleyen bu küçük çocuk dedesinin en sevdiği torunudur.

     

    Şair olmaya 12 yaşında yağmurlu bir günde Heybeliada'da veremli hastaların tedavi edildiği bir hastane odasında karar verir, Necip Fazıl. Kendi ifadesiyle varlık hikmetinin farkına o anda varmıştır. İçinden şair olmaya karar vermiştir, annesinin "şair olmanı ne kadar çok isterdim" sözünden sonra.

     

    Necip Fazıl 19 yaşında iken Kitabe adlı şiirini yayınladığında dönemin şairlerinden Ahmet Haşim hayret ve heyecan dolu tonla söyle seslenir Necip Fazıl'a ;

     

    - Çocuk! Bu sesi nereden buldun sen ?

     

     

     

    Onun şiirini 2 dönem olarak sınıflandırabiliriz:

     

    1904-1934 ve 1934-1983. Yani Abdulhakim Arvasi ve Öncesi.

     

     

     

    Boynuma doladığım güzel putu görseler

     

    İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını

     

    Kör olsa da açılır gözüm ona sürseler

     

    İsa'nın eli diye bir kadın bacağını

     

    ( Kadın Bacakları)

     

     

     

    Kadın Bacakları isimli şiirden bir kesit olarak verdiğimiz bu kıta Necip Fazıl'ın önceki dönem şiiri hakkında bize bilgi verebilir.

     

    Yalnız bir akşam vardır. Sene 1934. çalıştığı Bankadan Şirket-i Hayriyye vapuruyla evine dönmektedir. Vapurda karşısına bir adam oturur. Onu daha önce hiç görmemiştir. Adam hiç konuşmamakta ve hep kendisine bakmamaktadır. Necip Fazıl'ın kendi ifadesiyle "Hızır tavırlı" bu adam O'na Eyüp'te Abdulhakim Arvasi isimli zatın adresini verir. Yine bir gün yanına ünlü ressam Abidin Dino'yu alarak Eyüp'te Abdulhakim Arvasi'nin yanına gider. Ne olduysa bu birkaç saatlik konuşmada olur. Türk Edebiyatı şimdi sultanu'ş-şuarasının 2 bile olmayan eser sayısının mücadele ve çalışmayla dolu ömründe 100'ün üzerine çıkışına sahit olacaktır.

     

     

     

    Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum

     

    Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

     

     

     

    30 yaşındaki bu büyülü karşılaşma sanatına derin etki eder Necip Fazıl'ın.

     

     

     

    Kaçır beni ahenk al beni birlik

     

    Artık barınamam gölge varlıkta

     

    Ver cüceye onun olsun şairlik

     

    Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta

     

     

     

    Korku da Necip Fazıl için önemlidir. Büyükbabasını ve kızkardeşi Selma'yı kaybettiği çocukluk yıllarından hayatının sonraki demlerine kadar korku vehim ve ürperti düşünce dünyasında önemli bir yer işgal etmiştir..

     

     

     

    Sonra işitilir sert bir hıçkırık

     

    Basar odaları belirsiz cinler

     

    Karanlık avluda döner bir çıkrık

     

    Sanırsın kundakta bir çocuk inler

     

     

     

    Eşyayı sorgular, eşyanın ardındaki gerçeği kurcalar. Madde ve manâ iklimleri arasında bir kutlu çilesi vardır.

     

     

     

    Niçin küçülüyor eşya uzakta ?

     

    Gözsüz görüyorum rüyada nasıl?

     

    Zamanın raksı ne bu yuvarlakta ?

     

    Sonum varmış onu öğrensem asıl.

     

     

     

    Sözün müziksel sanatı olarak ifade edilebilecek şiir de kelimelere öylesine hakimdir ki anlatmak istediği şeyi en açık bir şekilde ve kelimeleri yerli yerine oturtarak söyleyecektir. Şiirlerinde dil berraktır, akıcıdır.

     

     

     

     

     

    Göğsümden havaya kattığım zehir

     

    Solduracak bir gül gibi ömrünü

     

    Kaçıp dolaşsan da sen şehir şehir

     

    Bana kalacaksın yine son günü

     

     

     

    Ve hayatının son demleri. 1980 yılında Türk Edebiyatı Vakfı Necip Fazıl'ın 75. doğum yıldönümünde O'na bir şehadetnâme sunar:

     

    "Türk Edebiyatı Vakfı bu sehadetnameyi Türkçemizin yaşayan en büyük şairi Sultanu'ş-suara ünvanına hakkıyla layık görülen üstad Necip Fazıl Kısakürek'e doğumunun 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan törende takdim etmiştir."

     

    Üst düzey devlet görevlileri ve bilim adamlarının katılımıyla Türk edebiyatı, yetiştirdiği en büyük şairlerinden biri olan kendi ifadesiyle öz ağzından kafatasını kusmuş çile şairi söz ustası Necip Fazıl'a bir kurumu eliyle XVI. Yüzyılda hem çağdaşları ve hem de sonraki nesil şairleri tarafından Baki'ye söylenen ünvanı Sultanu'ş-suarayı sunmuştur.

     

    1983 yılıdır. Yüzyılın hemen başında koca konağın zeki çocuğu dedesinin biricik torunu, Paris kaldırımlarının gece arkadaşı 30 yaşından sonra çarpıldığı davasının usanmaz adamı Necip Fazıl yatmakta olduğu yataktan hafifçe doğrulur, dışarıya bakar ve şu cümle dökülür dudaklarından:

     

     

     

    Demek böyle ölünürmüş ha !

     

    ***

     

    Ölüler yeniden doğarmış gerçek

     

    Tabut değildir bu tahta kundak

     

    Bu ağır hediye kime gidecek ?

     

    Çakılır çakılmaz üstüne kapak.

     

     

     

     

     

     

     

    Sait ÖZDEMİR

     

    www.sarmasikdergisi.blogcu.com


  6. Çakma Müslümana Mektup

     

    Sn. Çakma Müslüman! Bu mektubu hiçbir somut kişi, cemaat, cemiyet, parti, dernek, lobi, ticari kuruluş gayesi gütmeksizin senin manevi şahsına yazıyorum.

     

    Zira sen; yalanı savunan bir avukat, talana destur veren bir bürokrat, hakikate takla attırtan çeyrek fikirli bir aydın, terazisini bozmuş bir tüccar, mikroplara karşı muvazaalı tavır takınan bir hekim, zalime geçit verip mazlumu müebbede mahkûm eden bir hâkim, akşama okuyacağı Yasin’den kaç para alacağını düşünen bir imam, yıkayacağı ölüye fiyat biçen bir gassal olabileceğin gibi; güya halkın vekili olup, ona sırtını dönen halksız ve haksız bir tip de olabilirsin. Veyahut sokaktaki sade bir vatandaş… Neticede boy ölçüsü alınan birisinin, boynunun kravatlı ya da kravatsız olması, ölçüye tesir etmez.

     

     

    Soydaş katilimiz Kızıl Çin, çantadan cep telefonuna, kol saatinden güneş gözlüğüne kadar her şeyin “çakma”sını imal ederken, bizim de içimizde senin gibi “Çakma Müslümanlar” hâsıl oldu. Aslında bundan tam 34 yıl önce, 1975 senesinde Üstad Necip Fazıl; “Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanları” diyerek, senin hakikatini ortaya sermişti. Lakin sen bu hakikate, bu kadar zamandır kulağını ve yüreğini kapattığın için mesele artık ‘marka’dan da çıkarak ‘çakma’ya vardı.

     

     

    Öncelikle -Bilge Kral- Aliya İzzetbegoviç’ten bir tespit ile başlamak istiyorum. Diyor ki Aliya; “Hakiki bir şair, hakiki bir sanatçı, istemese bile mücadeleye girmiştir. Onun sanatı daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır.” Anlayacağın Sn. Çakma Müslüman, hakikate taraf olarak, yalana ve senin gibi sahteye şahitlik etmek bizim boynumuzun borcu. Ve bu hakiki borç karşısında da bilesin ki boynumuz kıldan ince. Neticede her sözümüzü, son sözümüz gibi söylemek mükellefiyeti altındayız; kelimeler namusumuzdur!..

     

     

    Sn. Çakma Müslüman biliyor musun, ben zıtlıklardan hiç kaygı duymam ama senden inan ürperiyorum. Zira zıtlık dediğin, beyaza siyahın yanaşması, aydınlığa karanlığın yapışması gibidir; hemen belli olur. Oysa sen öyle misin? Ruhunu çürütmüşsün ama iddian hiç bitmiyor. Yürekteki közün tükenmiş ama dudaklarında sözün hiç eksilmiyor. İçini boşaltıp, dükkânı kapatmışsın ama “Bu dükkân kapalı” diyenlere de hemen vitrinde asılı duran tabelanı gösteriyor, onu kendi nefsine can simidi yapıyorsun. Sök lütfen şu tabelayı da kuduz nefsine alet etme artık ve lütfen bırak, şu yüzüne tutmaya çalıştığın Müslümanlık maskesini.

     

     

    Oysa sen, öze değil de biçimlere takılanları ne güzel de kandırıyorsun değil mi? İçi boşalmış tipler de senin içini göremedikleri için hemen şekline yapışıyorlar. Sen elmas kutusu olsan neye yarar Sn. Çakma Müslüman, neticede için boş değil mi? Yapışırsın da yapışırsın biçime; her konuşmanda bir hadis, cebinde hep takken olur. Ama mesela şu hadis aklına hiç gelmez: “Emaneti ehline veriniz” veyahut “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan ödeyiniz.” Sürekli büyük büyük laflar edersin ama “hikmetin başının Allah korkusu olduğunu” unutursun. Bundan dolayı da Allah’tan korkar gibi yapar ama gemini yürütürsün. Çünkü sen İslam’a değil, İslam’ı kendine uydurma açıkgözlülüğün remz şahsiyetisin.

     

     

    Rantçısındır; hak edilmemiş, kazanılmamış gelir peşinde koşarsın. Rantın için yolun akışını da ülkenin gidişini de üst geçidin yerini de değiştirirsin. Ama şu düsturu hiç duymazsın: “İnsanoğlu! Yetecek kadar yiyip içeceğin varken, seni azdırması için fazlasını istersin! İnsanoğlu! Ne aza kanaat edersin ne de çokla doyarsın! Vücudunu afiyette, şahsını emniyet ve selamette ve gündelik rızkını beraberinde bul da varsın seni baştan çıkaran dünyanın başına kıyamet kopsun.”

     

     

    Hasis ve tamahkârsındır. Sana sırt verene çok kolay sırtını dönersin. “Tamahın müminin kalbinden hikmeti sildiğini” ve “hasisliğin müminde olamayacağını” hep bilmezden gelirsin.

     

     

    “İlim müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır.” ölçüsünü tekerleme gibi tekrarlarsın. Ama senin bu tekrarların bulmak ve almak değildir. Sadece konuşursun. Hakikat ilmine gönül verenlere asla yol vermezsin, hatta kedinin sigara dumanından kaçtığı gibi onlardan ve hakikatten kaçarsın. Neticede onlar senin sahteliğini ve kahpeliğini aşikâr edebilirler, bundan çok korkarsın.

     

     

     

    Müslüman maskesi altına sığınıp, yerini sağlamlaştırmaktan tut da ihale alabilmeye kadar şakşakçılıktan pohpohçuluğa, yalakalıktan yalamalığa kadar her şey sendedir. Neden, bilmiyor musun ki “Allah’ın en sevdiği cihat, zulmü temsil eden devlet büyüklerine karşı doğruyu söylemektir.” Gerçi bilsen de bilmezden gelirsin çünkü senin mesleğin dalkavukluktur. Sen yine de istersen “dalkavukların yüzüne toprak saçınız” düsturunun yanında şu ölçüye de dikkat et; “Allah’ın gazabını çekecek işler ve sözlerle devlet reisinin hoşuna gitmeye çalışan, Allah’ın dininden dışarı çıkar.”

     

     

    Üç-beş günlük sahte dünya saltanatında milletin temsil makamını sonuna kadar sömürürsün. Bu noktada senin bile belki farkında olmadan yaptıklarını sana söylesem inan dudağın uçaklar ama sen Çakma Müslüman sadece şimdilik şunu bil; “Müslümanların hazinesini haksızlıkla kullananlar ve nefsleri uğrunda harcayanlar, kıyamet günü ateştedirler.” Kıyamet günü ateşte olmaya hazır mısın Sn. Çakma Müslüman?!.. He bu arada bir de istersen şuna dikkat et; “Hıyanet içinde ekber ve azam olanı, bir valinin, idaresine memur olduğu halk içinde ticaret etmesidir.” Şimdi seni ‘büyük hain’ diye yaftalasak, bilmem bundan gocunur musun?

     

     

    Sn. Çakma Müslüman, rüşvetçisindir. Ve bunu öyle çaktırmadan yaparsın ki, neyse korkma korkma tek tek saymayacağım… Sadece şunu hatırlatmak istedim; “Allah rüşvet alana da verene de bunlara aracılık edene de lanet eder.”

     

     

    Sn. Çakma Müslüman, bahar havası gibi ılık, ‘Ilımlı İslam’ dersin. Cihad ruhu olmayan, içi boşalmış bir tipi savunursun. Sen en iyisi mi bundan sonra Hz. Ömer’den Halid bin Velid’e, Selahaddin-i Eyyübi’den Sultan Fatih’e kadar kimsenin ismini ağzına alma, zira onlar senin anladığın manada ılımlı değildiler. Fatih, İstanbul’u veyahut Selahaddin, Kudüs’ü ‘Ilımlı İslam’la mı aldı? Ya da Çanakkale’de yedi düvele karşı savaşan dedelerimiz, göğüslerinde taşıdıkları ‘Ilımlı İslam’la mı sence şehit oldular; hiç bunu düşündün mü? Bak ne diyor Üstad: “Razı mısın kaşı gözü olmasın simanın; / Hiçbir değeri yok öfkesi yok imanın!” Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan iman, ikisi de bir bizim için.

     

     

    Şimdi sen hemen diyeceksin ki Peygamber cenkten dönerken Sahabeye demiştir ki “Büyük cihat nefs iledir.” Tabiî ki öyledir lakin şunu unutma, sen hangi küçük cihattan döndün ki büyüğü ile baş edeceksin. Peygamber o sözü cenkten dönerken söyledi, senin gibi plazasının deri koltuğunda otururken değil. He bir de Allah Resûlü şunu da söylemiştir: “Bir münkerin yayıldığını gören onu eliyle düzeltsin, eğer iktidarı yoksa diliyle düzeltsin, buna da iktidarı yoksa kalbiyle reddetsin… Fakat bu üçüncüsü imanda en zayıf olanıdır.” Şimdi sana imanı zayıf, iktidarsız Müslüman desek, acaba bize mi yoksa Allah Resûlü’ne mi kızarsın?

     

     

    Ciğerine kadar kapitalist Sn. Çakma Müslüman... Yok yok hemen beni yanlış anlama, özel mülkiyete falan karşı değilim. ‘Mülkiyet hakkına bağlı cemiyet sermayedarlığı’nı sonuna kadar destekliyorum. Anlatmak istediğim başka bir şey. Hani senin şu; “Müslüman her şeyin en iyisine layıktır.”, “Ne yani Müslüman zengin olmasın mı?” tarzındaki dalaverelerin var ya, onları söyleyeceğim.

     

     

    Önce şunu netleştirelim: “Dünyayı imar, hakikatte dünyayı gaye sananların değil, vasıta kabul edenlerin, yani bizim hak ve vazifemizdir. Dengelerin dengesi olan; ‘hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahrete memur olma’ mükellefiyeti, bize bu noktada kılavuzluk eder.”

     

     

    Yani tabiî ki Müslüman zengin olsun, varlıklı olsun, iyi yesin-içsin. Lakin aracı, amaç haline getirmesin. Yani Müslüman zengin olsun da Müslüman cömert olmasın mı? Bunu neden hiç söylemiyorsun?!.. Müslüman malının zekâtını verendir ve bu öyle bir farzdır ki İslam’ın beş şartından biridir. Bunu neden hiç ulu orta zikretmezsin?!.. Müslüman’ın faizden kaçması gerektiğini, faizin büyük bir haram olduğunu, Müslüman’ın helal ticaret peşinde koşması gerektiğini neden hiç dillendirmezsin?!.. Üzerinde düşünmen gereken nokta budur.

     

     

    Salt manada “Müslüman zengin olmalıdır” zırvalığını savunan, Sn. Çakma Müslüman; sen bu palavrayı bir de “buğday değil, himmet isteyen” Bizim Yunus’a anlat! Sen bu palavrayı; “Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki koskoca Kanuni bu dünyadan eli boş gitmiştir.” diyen Sultan Süleyman’a anlat! Sen bu palavrayı; Resûlullah’ın orduya yardım ediniz dediği zaman, tüm malını getirip bağışlayan, “Çoluğuna çocuğuna ne bıraktın?” sualine ise “Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım.” diye cevap veren Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir’e anlat! Sen bu palavrayı; ilim şehrinin kapısı, “Aç kalmak, alçalmaktan hayırlıdır.” buyuran, Ali Haydar Murtaza’ya anlat! Sen bu palavraları; “Sizin taptığınız Allah ayaklarımın altındadır.” diyen ve bastığı yeri kazdıklarında çil çil altınlar bulunan, insanları paraya tapmakla suçlayan büyük veli Muhiddin-i Arabi’ye anlat! Sen bu palavraları; tacı sorgucu savuran İbrahim Ethem’e anlat; sıkıysa bir de Horasan Erenlerine anlat!

     

     

    “Müslüman ‘jeep’e binmesin mi?” diye soran Sn. Çakma Müslüman. Binsin tabiî ama dedik ya aracı amaç haline getirmesin. Dünya malını gaye edinecekse de devesine nöbetleşe binen Halife Ömer’i hatırlasın. Halife Ömer dokuz yamayla dolaşırdı ama Bizans tekfurları onun karşısında titrerlerdi.

     

     

    Şimdi görüyorum ki Ramazan münasebetiyle bütün işin gücün Çırağan Sarayı’nda yahut Hidiv Kasrı’nda iftar tertip etmek veya buralara katılıp boyunu göstermek olmuş. Sn. Çakma Müslüman, yine aracı amacın önüne geçiriyorsun. “İftara kadar deniz, sahura kadar havuz” konseptleri hazırlıyorsun, alternatif Ramazan tatil paketleri oluşturuyorsun veyahut bunlara büyük bir şevkle iştirak ediyorsun. Kaldırımın hangi tarafında olduğun fark etmez Sn. Çakma Müslüman, neticede sen artık başka bir caddede yürüyorsun. Lakin iman ettiğini iddia ettiğin dinin, fakir peygamberi; ultra beş yıldızlı açık büfe, alakart, ara sıcak ve sair bilmezdi. Resûlullah bir akşam eve geldiğinde, sabah evde bulunan etin büyük bir kısmının olmadığını görünce, ne olduğunu sorar. Hane halkı, eve gelen muhtaç birine verdiklerini, kendilerine kalanın da bu kadar olduğunu söylerler. Allah Resûlü “Hayır” der ve şöyle buyurur, “Bize kalan verdiğimizdir!” Sn. Çakma Müslüman, keyfiyet peşinde koştuğunu iddia edip ciğerine kadar kemiyetin esiri olan, kurt taksimine alışık sen, bilemiyorum ki bu Peygamber taksiminden hiç hissen var mıdır?!.. Sen bu beş yıldızlı Ramazan paketlerini, Hidiv’li Çırağan’lı iftarları, en iyisi mi Medine Müdafaası esnasında çekirge yiyerek cihat eden Çöl Kaplanı Ömer Fahreddin Paşa’ya ve onun mübarek silah arkadaşlarına anlat! Sen bu iftarları; akşamları televizyon başında -sahte bir nefs tesellisi içinde- “Ah… vah…” ederek izlediğin Gazze’deki çocuklara, Türkistan’daki analara anlat. Çünkü sen:

     

    “Aracı amaç yaptın, mönün Hidiv kasrında;

     

    Nebi sofrası kaldı, Ebu Zer’in asrında!”

     

     

    Sana son bir ikazım daha var Çakma Müslüman, ölmeden önce nefsini iyice bir hesaba çek ve şu düsturu hiç unutma; “Münafıklık alameti üçtür: Söz söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, emanet edilirse hıyanet eder.”

     

     

    Sn. Çakma Müslüman! Mektubumu burada sonlandırırken, senin hakkını ve hesabını Allah’a havale ederek, kendime ettiğim gibi sana da hidayet ve selamet duası içindeyim. Tövbeleri ve duaları geri çevirmeyen Allah’a, O’nun Resûlü’nün bildirdiği yoldan bağlanabilmek temennisiyle…

     

     

     

     

     

    BİLGEHAN AKINCIOĞLU

     

    [email protected]

     

     

    Yüce Devlet Dergisi - Eylül 2009


  7. Benim anlıyamadığım onlarca yerden niye sadece en önemlisi olan Kuds'e İlyâ'ya diğer halklardan muslumanlar giremiyor?Sadece yerli Arab müslümanlardan oluşuyor gruplar?

     

    Coğrafi şartlar olabilir: Dağ tepe ormanın olmadığı İsrail'deki arap bölgelerine dışardan mücahidlerin girmesi kolay olmasa gerek...Ne yapacaksa içerdekiler yapacak...Ya da devlet/ler bazında yapılacak.


  8. Hamas: Kudüs Savaşı Başladı ve Bu Ölüm Kalım Savaşıdır.

    26 Ekim 2009,

     

    Hamas Hareketi konuyla ilgili bir bildiri yayınladı.

     

    Hamas Hareketi bugün konuyla ilgili bir bildiri yayınladı. Hamas liderlerinden Salah El-Berdevilin okuduğu ve Filistin Enformasyon Merkezine ulaşan bildiride, işgal güçlerinin himayesinde Yahudi gaspçıların Mescid-i Aksâya baskın düzenleme girişiminde bulunmasının Filistin halkının ve İslam Ümmetinin iradesini sınama niteliğinde olduğu belirtildi.

    Bildiride, Siyonistlerin bu baskın girişimlerini olağan hale getirmek ve Filistinliler ile İslam Ümmetini bu girişimlere alıştırmak istedikleri kaydedilerek, bu şekilde tepki çekmeden artık herkes tarafından bilinen planlarını gerçekleştirmeyi ve Mescid-i Aksâyı yıkarak yerine sözde Süleyman Mabedini inşa etmeyi amaçladıkları ifade edildi.

     

    Mahmud Abbas başkanlığındaki Ramallah Yönetimini işgalcinin cinayetlerini anlamsız müzakerelerle perdelemekle suçlayan Hamas, Bundan daha kötüsü ve acısı, Ramallah Yönetiminin direnişi bastırmak için elinden gelen her türlü çabayı göstermesi ve uzlaşı için Hamas başta olmak üzere Filistin direniş gruplarına işgalciyi tanımayı şart koşmasıdır dedi.

     

    Mescid-i Aksâda yaşananlardan Oslo Yönetiminin ve Arap ülkelerinin de sorumlu olduğunu kaydeden Hamas, Kudüs Savaşının başladığını ve bu savaşın ölüm kalım savaşı olduğunu, her Müslümanın bu savaşta üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerektiğini ifade etti.

     

    www.Anadoluhaberim.com


  9. ALTAY Derneği’nin tarafından “İnsanımızı Fırka-i Naciye-Kurtuluş Yolu çizgisinden saptırmak için İmam-ı Azam Hazretleri’nin şahsını ve mânâsını hedef alan, Ehl-i Sünnet’e tuzak kuran ve demagoji yoluyla aldatan sözde aydınlara söyleyecek sözümüz var!..” ifadesiyle davette bulunduğu konferansa Vakit gazetesi yazarlarından Ali Eren, Diyanet çevresinden bazı profesör ve akademisyenler yanında çok sayıda dinleyici de katıldı.

     

    1.gifKonferansın başında, İmam-ı Azam Hazretleri’ni anlamak üzerine konuşmaktan ziyade, O’nun hakikatini hedef alarak “Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanife” isimli kitap yazan, televizyon ve gazetelerde boy gösteren Yaşar Nuri Öztürk adlı kişi üzerine konuşacağını söyleyen Prof. Dr. Salim ÖĞÜT, bunun kendisi için bir borç, bir vazife olduğuna dikkat çekti.

    Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah ile Aldatmak” adlı kitabına karşı reddiye mahiyetinde bir eser kaleme almış olan Salim Öğüt, Yaşar Nuri Öztürk adlı şahsın çok üst düzeyde destek gördüğüne ve yardım aldığına artık şeksiz süphesiz kanaat getirdiğini belirterek, söz konusu şahsın ya hakikaten büyük bir cahil olduğunu veya ziyadesiyle büyük bir kasıt içinde hareket ettiğini söyledi.

     

    ‘Alevi Çalıştayı’na katıldığı Eylül ayında, Yaşar Nuri Öztürk’ün de orada bulunduğunu, orada da katılımcıları provoke etmeye çalıştığını ve orada kendisine cevaplar verdiğini hatırlatan Öğüt, ömrü hayatında böyle bir adam görmediğini ve yazılı metinlerde dahi böyle bir şahsa benzer başka birini okumadığını; böylesine kışkırtıcı bir dil ve böylesine provokatif bir uslûp duymadığını, okumadığını dile getirdi.

     

    İnsanoğlunun şehvet, servet ve şöhret zindanlarından üçünü de şahsında görebileceğimiz biri olarak Yaşar Nuri Öztürk’ün bu sebeble meslektaşları ve hocaları tarafından bu üç yönden uyarıldığını da kaydeden Öğüt, Yaşar Nuri’nin bu uyarılara hiç kulak asmadığını aksine azdıkça azdığını kaydetti.

     

    İlâhî Kelam’a Dil Uzatıyor

     

    Prof. Öğüt, konferansına şöyle devam etti:

     

    Kim nerede bir makam lutfedecek, kim nerede bir imkân bahşedecek noktasını öne çıkaran bir insanın şahsiyeti olmaz. Duyargalarını, frekanslarını, antenlerini hep kendisine bahşolacak imkânlara doğru yönelten ve açan bir âlimin şahsiyeti olmaz. O artık paspastır, o kimse artık tetikçidir. Herkes onu kullanır. Soğan ve bakla ile idare edebilirsen kimse seni köle yapamaz. Bu ne demektir? İdare edemezsen herkes seni köle yapabilir! Hakkında bugün konuşmak zorunda kaldığımız bu efendi de kesinlikle soğan ve bakla ile idare edebilecek bir konumda değil. Bunlar kendi zaafları olarak kalsaydı bizi hiç ilgilendirmezdi. Fakat böyle biri, sonunda Ebu Hanife’yi bile diline dolayacak kadar ileri giderse, Allah Teâlâ’nın kullarına “Hudenlilmuttakîn” kaydıyla bir hidayet, bir rehber, bir kılavuz olarak gönderdiği son çağrısı olarak lutfettiği İlâhî kelâmını tam anlamıyla tersine çevirerek; Allah, kullarından ne taleb ettiyse tersini, ısrarla, yüksek sesle, koyu harflerle (kitaplarında koyu harflerle dikkat çekiyor) vurgulayacak kadar saygısını, inancını yitirmiş bir kimlik ve kişilikle karşıma çıkarsa, ondan sonra ona karşı susmak, benim imanıma zarar verir! Böyle bir hakkım yok benim! Biz insanlardan dürüst ve namuslu olmalarını bekliyoruz. Başka hiçbir şey değil. İnanıyorsan adam gibi mü’min ol! İnanıyorsan riyakâr olma, münafık olma, takiyeci olma!

     

    Tuzak Kuruyor

     

    Y. N. Ö. için, “Bu zat, 30-35 senedir bu memleketin gündemindedir. Bir defa, bir programında bir açıklama yaparak, Allah’ın kitabına karşı borcunu edâ etmiş midir? İnsanları hep pozitivist akla, “aydınlanmacı” akla yönlendirmiş ve ifsâd etmiştir! Yoldan çıkarmıştır!” diyen Prof. Öğüt, Y. N. Ö.’nün İmam Azam Ebu Hanife ile ilgili son çıkardığı kitap hakkında da şunları söyledi:

     

    2.gifBeni çileden çıkaran, provoke eden yaklaşımlarından biri de Atatürk istismarıdır. Bunu o kadar göstere göstere, o kadar kabaca, o kadar çirkince yapıyor ki… okudukça tiksintim daha da artıyor bu adamın bu tavrı ve üslubu karşısında. Ebu Hanife kitabına da bir cevap yazmaya başladım. Ve bazen kitabın adı konusunda kararsız kalıyorum. Zira bu bir kitap değil, bu bir kapan, bu bir tuzak! Haysiyetli insanların hiç tevessül etmeyeceği gayri ahlâkî tavırlardır bunlar: adam diyor ki, İmam Azam Ebu Hanife’yle Gazi Mustafa Kemal’in uğrunda mücadele ettiği değerler birbirine benzer değil, tamamen aynıdır. Cümle böyle. Allah aşkına, bu millet Ebu Hanife’yi de tanıyor, Gazi Mustafa Kemal’!i de tanıyor. İşte bu cümle bir tuzak, bir kapan. Benim gibi bir adam çıkacak ve bu cümleye karşı içinde ne varsa olduğu gibi dökecek ondan sonra da Yaşar Nuri parmağı ile gösterecek. Savcılara işaret edecek, kolluk kuvvetlerine parmağıyla işaret edecek ve diyecek: “Görüyor musunuz! Bunları temizleyin, temizleyin ki meydan bana boş kalsın!” Ebu Hanife kitabı bu mânâda bir kitap değil, bir tuzaktır! Bir kapandır! Gazi Mustafa Kemal ile Ebu Hanife’nin hiçbir ortak hedef birliği yoktur!.. (…) Bu adam, Ebu Hanife konusunu diline doladı. Türkiye’de yine ve yeniden, samimi mü’min insanları incitti, rencide etti ve Ebu Hanife’ye de hayatında, 12 asırdır hiç görmediği şekilde eziyet etti ve zulmetti.

     

    Yalan Söylüyor

     

    Prof. Öğüt Y.N.Ö’nün sözkonusu kitabında Ebu Hanife Hazretleri hakkındaki iddialarına konferans boyu cevap veren Öğüt, şu ifadelerde bulundu:

     

    Bunun Ebu Hanife hakkında söylediği en yalanlardan biri de şudur: “Ebu Hanife bugüne kadar anlatılmadı, düşünceleri gölgelendi, saklandı, yazılmadı”. Size sadece şu kadarını söylüyorum. Ben buraya büyük dosyalarla gelmedim. Ancak hepiniz not alıp da ulaşabilecek imkana sahip dostlarsınız; İslâm Ansiklopedisi’nde “Ebu Hanife” maddesi yazılmıştır. Ve bu maddenin içinde Ebu Hanife’ye dair bir “literatür” kısmı vardır. Ebu Hanife’nin hayatına dair yazılan eserlerin listesi vardır. Sadece o maddeyi yazan hocamızın ulaştığı eserler 75-80 tânedir! Müstakil olarak Ebu Hanife hakkında yazılan kitaplardır. Bir insan nasıl olur da çıkar ve bu kadar uluorta, mesnetsiz ve desteksiz, bu kadar açık ve seçik ve bu kadar sarih bir yalanı söyler? Buna benim aklım ermiyor!

     

    3.jpgÇoğu Zaman Kaynak Göstermiyor

     

    Kitabında dilediği zaman, alıntı yaptığı kaynağın adını veriyor. Künyesini tam olarak veriyor. Müellifini yazıyor, cildini ve sayfasını veriyor. Ama çoğu zaman ya hiç kaynak göstermiyor, ya da sadece cildler dolusu bir kitabın adını zikrediyor. Meselâ, “İbn-i Sad’da bu böyledir” diyor. İbn-i Sad’ın eseri 8 cilttir. Verdiği bir örnek üzerine İbn-i Sad’ın “Tabakât-ül-Kübrâ” adlı söz konusu eserini tetkik etmeme rağmen, ki, iyi kötü İbn-i Sad’a nasıl bakılması gerektiğini bilirim, Arapça sorunu olamayan bir adamım, ama bulamadım! Yahu sen bu bilgiyi mutlaka İbn-i Sad’ın hangi cildinden, hangi sayfasından söyledin, yazsana!.. Tarihî Bağdat 20 ciltlik bir kitaptır, “Tarihi Bağdat” deyip bırakmak ilmî adaba uygun mudur, ilmî esasa uygun mudur?!

     

     

     

    Hayasızca Dil Uzatıyor

     

    “Bir maksat üzerine Ebu Hanife’yi bu kadar öne çıkaran bu adam, maalesef büyük sahabîler, başta Aşere-i Mübeşşere olmak üzere sahabelere çok hayasızca dil uzatmaktadır. Bundan ne Hazret-i Ömer kurtulabilmekte, ne Hazret-i Osman kurtulabilmektedir… 14 Asırlık İslâmî geçmişimizde âlimlerimiz ayıklamak, süzmek ve imbikten geçirmek olan bir ameliyeyle, bugün Ümmet-i Muhammed’in yararlanabileceği bir ilim hamulesini hasıl etmişlerdir. Yani onlar, bazı bilgileri tarihin çöp sepetine atmışlardır!.. Tarihin çöp sepetlerini boca edip, döküp, çöpleri karıştırıp, o pis kokular içinde, tarihin çöp sepetine atılmış, iptal edilmiş bu pislikleri yaymanın sana ne faydası var?..”

     

    Salim Öğüt, bir buçuk saat süren konuşmasını Allah Resûlü’nün “Ya hayr söyle, ya da sus!” hadisi ile tamamladıktan sonra, soru cevap0rgsmına geçildi.

     

    www.altaydernegi.org


  10. hernekadar şeyh şamilden beri devam eden (hak - batıl mücadelesi ) rusya ve çeçenistan cihadı ,

    vahhabi zihniyetindeki sapıkların o cephelere musallat olması sonucu birkaç ay önce ateşkes ile sona erdirilmişşede

     

    Bir ateşkesin olduğu doğru değil...

     

    Yalnız ben, Mustafa Özcan gibi birinin bu heyette ne işi var, onu anlamakta zorlanıyorum.


  11. İMKANDER'DEN kamuoyuna duyuru

     

    4753_1.jpg

     

    Rus işbirlikçisi ve katil Ramzan Kadırov'un davetini kabul ederek Çeçenistan'a giden Türkiyeli heyete İmkan-Der'den sert tepki geldi:

     

    Kafkasya'da Rusya'nın yıllardır uyguladığı şiddet politikasını son yıllarda yerli işbirlikçiler eliyle yürüttüğü tüm dünyanın malumudur. Rusya'nın Kafkasya'da ki direnişe ayırdığı savaş bütçesinin fazlalığı ve bunun yanında artan asker kaybı, oğullarını kaybeden Rus annelerinin hükümete baskı kurması Rusya'nın stratejisini değiştirmesinde en büyük etkendir.

     

    Kendi askerlerini ortaya atmadan hem asker kaybını önlemiş ve hem de savaş için harcayacağı bütçenin daha azıyla yerli işbirlikçiler satın alarak işgali sürdürmektedir.

     

    Bir takım entrikalarla Cumhurbaşkanlığı görevine getirdiği kukla Ahmet Kadırov ve onun ardından oğlu Ramzan Kadırov Rusya'nın bu planlarına uygun politikalar uygulayarak ve hatta Rusya'yı da geride bırakarak mücahidlerle savaşmakta, mücahidlerin eş ve yakınlarına işkence yapmakta, evlerini, bahçelerini yakıp yıkmaktadır. Bugün binlerce mücahid ve şehit ailesi Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye'de ki kamplarda yaşam mücadelesi vermekte birçoğu da dünyanın değişik coğrafyalarına savrulmuş durumdadır.

     

    Kamplarda yaşayan Çeçenlerin hala doğup büyüdükleri topraklara gidememeleri, direnişçi yakınlarının canlı kalkan olarak dağlara çıkarıldığı, öldürüldüğü, işkenceye uğradığı ve mal-mülklerinin talan edildiği, birçoklarının kaçırıldığı bir coğrafyaya barışın geldiğini iddia etmek inandırıcılıktan uzaktır.

     

    Hala sıcak çatışmaların yaşandığı, Türkiye ve Azerbaycan'a durmadan yeni şehit ve mücahid ailelerin sığındığı ortadayken, birçok İnsan Hakları Örgütü üyelerinin kaçırılarak öldürüldüğü Çeçenistan ne yazık ki hala güvenli bir bölge olmaktan uzaktır. İnsan hakları ihlallerinin ayyuka çıkması nedeniyle Avusturalya gibi birçok ülkenin Kadırov'a karşı tavır aldığı biliniyorken Türkiye'den bir heyetin Kadırov ile el sıkışması vicdanları yaralamıştır.

     

    Kadırov'un Türkiye'de özellikle muhafazakâr (!) kesimden bazı isimleri Çeçenistan'a davet etmesi, hiçbir masraftan kaçınmayarak onları ağırlaması Türkiye halkına verilmek istenin mesajın amacının da ne olduğunu ortaya koymaktadır.

     

    Rusya'nın verdiği paralarla yaptırdığı mescid-i Dırar hükmünde ki yapıların açılısına katılmak, orada güya Osmanlı mimarisi kullanılmış diyerek anlamsız gözyaşları dökmek ve en önemlisi bu eli kanlı işbirlikçi katilin yönetimini meşrulaştırma amacı taşıyan bu ziyarete icabet etmek katılanların ne kadar basiretsiz, İslami şuur ve duruştan uzak olduğunun da bir göstergesidir.

     

    Kadırov'un Türkiye'de ki propagandacısı Seyfullah Türksoy'un zorlama bir takım süslü cümlelerle dindar bir Müslüman profili çizmeye çalışması ve Kadırov'un Türksoy yalanlarcasına aslında içkili, kadınlı, danslı, sauna partili bir hayat yaşadığı, o takkeli görüntülerin, göstermelik zikir hallerinin koca bir yalandan ibaret olduğu kamuoyunun bilgisi dâhilindedir.

     

    Video kayıtlarında Kafkas direnişinin en önemli isimlerinden eski Cumhurbaşkanı Abdulhalim Sadullayev'i şehit eden ve cesedini tekmeleyen, cesedinin başında Rus Generalleri arayarak "Büyük Şeytan'ı temizledim" diyen, cenazeleri yakınlarına vermeyerek yakan bir zalimin yaptırdığı camilerin da, yolların da, köprülerin de akıl izan sahibi bir Müslüman için hiçbir değeri yoktur.

     

    Bu mücadele büyük camilere, geniş caddelere sahip olmak için verilmemiştir. Bu mücadele Rusya'nın karsısında hazır ol duran ve Müslümanlara en acımasız işkenceleri uygulayan, Büyük Komutan Şamil Basayev'e en ağır hakaretler eden işbirlikçi bir yönetim için de verilmemiştir.

     

    Kafkasya'da ki mücadele Allah'ın rızasına uygun bir hayat nizamını tesis etme mücadelesidir ve bunun karşına adı Ahmet, Ramzan olmuş hiç fark etmez kim çıkarsa çıksın devam edecek bir mücadeledir.

     

    Bu bağlamda İMKANDER olarak Kadırov'un zulmüne uğramış, kamplarda, kiralarda sürünen dul, yetim ve gaziler adına; Seyfullah Türksoy'un önderliğinde Çeçenistan'a giden ve o kanlı elleri sıkan TGTV(Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) Başkanı Necati Ceylan'ı, Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş'i, Türkiye gazetesi yazarlarından Yavuz Bülent Bakiler'i, Kanal7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman'ı, Hukukçular Derneği Başkanı Kamil Uğur'u, Gazeteci Yazar Mustafa Özcan'ı ve TGRT Haber İşteVizyon Ekibini şiddetle kınıyor ve Allah'a havale ediyoruz.

     

    Son söz olarak yıllarca Çeçen meselesini diline pelesenk eden, Kafkas Çeçen Kültür Derneği'nde de görev almış Abdurrahman Özdil'e ve Kadırov'u gelebilecek tepkilerden dolayı ziyaret edemeyen ancak geçtiğimiz yaz Kadırov'un Türkiye'ye gönderdiği temsilcisiyle piknik yapan diğer direniş karşıtı Kafkas Çeçen vs. dernek ya da vakıf yöneticilerini de kınıyor, yıllarca ikiyüzlü davranarak inanmış insanları aldatanları kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.

     

    Not: Konya'dan yayın yapan KONTV ekibinin de Kadırov tarafından davet edilerek bir program gerçekleştirdiğini ve programın önümüzde ki hafta yayınlanacağını öğrenmiş bulunmaktayız.

     

    KONTV'yi arayarak yapacakları bu büyük yanlışı önleyebiliriz diyorsanız 0.332 444 0 155 nolu telefondan kendilerine ulaşabilirsiniz.

     

     

     

    İMKANDER YÖNETİM KURULU ADINA

     

    Başkan Nuray Canan Bezirgan


  12. 5.Noam Chomsky; ''Refah partisinin gelişmesini mutlaka önlememiz lazım''diye 18 madde hazırladı. Refah partisi iktidardan uzaklaştırılacak,partisi ikiye bölünecek,baş örtüsü yasak olacak sakallıların dolaşması yasak olacak...

     

    Hocam , bu sonuncu olan nedense bizim cenah tarafından pek bi sevilir. Postmodern yaklaşımları birçok mümini tuzağına düşürmüştür. Meğer, refah şahsında islam düşmanıymış kerata...


  13. <br /><font color="#8B0000">ben anlayamadım enver ören'in ne gibi bir kötülüğünü gördün...??<br /><br />bakın arkadaşlar ihlas finans bu ülkenin en büyük finans kurumuydu zamanında faizsiz bankacılığın liederiydi..ve işte onu batırdılar ayrıca bir şirket batadabilir kar zarar ortaklığıydı isterse ödemezdi amma sırf ehli sünnet bilgilerine laf gelmesin diye şimdi ne emeklerle o paralar geri ödeniyor...enver ören'se hüseyin hilmi ışık efendinin en sevdiği öğrencisiydi...kendisi sırf onun sohbetlerinde bulunmakla bile ne büyük feyzler aldı bilemeyiz amma büyük olduğunu kestirebiliyoruz...kaldıki enver örenin yaptığı hizmeti kaç kişi yaptı Allah aşkına...o ehli sünnet kitapları ne diye orda duruyor...eleştiri yaparken biraz edeb yahu...he diyelim burda bir hata var olabilir hata yapmışta olabilir...ama niyeti halistir bu bilinsin...ayrıca hafakan bildiğim kadarıyla cübbeli hocayı seven ehli sünnet biriydi...bu insan varını yoğunu islama hizmete harcayan bir insanın talebesi ve kendisi de hizmeterini hadi hiç bişey yok diyelim en azından ehli sünnet bilgilerini dağıtarak yapan bir insan sırf bu bile ona saygı duyulmasını gerektirir....dışardan bakılınca herşey çok farklı görünebilir ama sokakta gezen adamdan da bir farkımız olmalı..vesselam...</font><br />
    <br /><br /><br />

     

    Necip Fazıl'ın H.Hilmi-E.Ören misyonuna bakışı bellidir.

     

    Üstad -sanırım- 69-70 lerde Demirel'e "islam mücahidi" diyen hakikat (Türkiye) gazetesi güdücüleri olan bu zatları paylamıştır. Onlar da üstad'ı cami duvarına yestehleyen köpek şeklinde çizerek /karikatür/ güya intikamlarını almışlardır.

     

    Üstad, 80 lere doğru msp çizgisini eleştirerek mhp-ap çizgisini islam için /taktik/ olarak desteklemiştir.Maveracılar gibi grupların kopması dahi bu taktiği anla-ya-mamaları ve msp den istikbal beklentilerinden dolayıdır.

     

    Hülasa; İmam Rabbani'nin - k.s.- "Benzeler arası çatışma, zıtlardan daha şiddetli olur" ve "Her hakikate bir sahtesi musallat olur" tesbitleri ışığında baktığımızda

     

    1- Kimseyi üzmemek

    2- Kimseyi kırmamak

    3- Kimseye sert konuşmamak

     

    mümkün değildir. Bir chp liye gelince aslan kesilen kardeşler, bir yimpaşa gelince bir polis okulu soru hırsızlığına gelince sus-pus olurlar.

     

    ***

     

    Ben yazıyı genel anlamda benimsiyorum.Normal hayatta kullandığımız kelimeleri kendimizi kasarak ağzımızda tutmanın da doğru bir tutum olduğunu sanmıyorum.

     

    Bu arada -nedense- Ayhan Songar, şimdi de -Nevzat Tarhan- vb. ekolü bana masonik sistemi hatırlatır.Türkiye gazetesi gibi...Okurum , ama dilimde hep aldatılmışlık-sömürü tadı hissederim.

×
×
  • Create New...