Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

barani

Sivil
  • Content Count

    126
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by barani


  1. Bir kaç kelam :

     

    Hiçbirimiz medrese eğitiminden geçmedik.(En azından ben)

     

    Ve buradaki arkadaşların hiçbiri allame değil...

     

    Bu manada arkadaşların kendi görüşlerini değil de alimlerin görüşlerini aktarmalarını yadırgamamak gerek...

     

    Zira, bu alimler medrese eğitiminden geçmiş , devrinde kendilerini Kamuya isbat etmiş büyükler...

     

    Ayet ve hadis getirilecek ise -delil olarak- ilim sahibi büyüklerin getirdikleri delilleri alıntılamak en sıhhatli yol

    dur. (Kuran-sünnet-icma-kıyas)

     

    Vesselam...


  2. Modernizm her tarafımızı kuşatmış iken,

     

    Kadınlar, cemiyet hayatında girilmedik yer bırakmamış iken,

     

    Flört de ne kelime, ne kadar abesle iştigal...

     

    Bizim anamız babamız dedemiz ebemiz flört mü ettiler evlenmeden önce...

     

    "Birbirini tanımak"...Lafa bak...Neyini tanıyacaksın ? Huyunu suyunu...

     

    Zaten islamiyet buna müsaade ediyor...kendisinden değil çevresinden , ailesinden , komşularından...

     

    Saçını başını mı...

     

    Yok öyle yağma...

     

    O da artık kısmetine...

     

    : )

     

    *****************

     

    Güzellik, esrardır...Onun için ki güzel peçe altındadır...NFK...


  3. Bu bir kabul meselesidir.

     

    Ehli sünnet vel cemaat

    şia

    vehabi

    vs...

     

    Her birinin "delil" anlayışı farklıdır.

     

    Münazaranın bir manası yoktur.

     

    Biz seçimimizi yaptık...

     

    O kadar.

     

    Not: Cihad ve aksiyon mevzusu ayrıca konuşulur ki "ihlas" sahiplerinin cihad içinde itikadi sapkınlıklarını Allahu Teala düzeltir (inş.)


  4. Mehmet Akif Ersoy

     

     

     

    Dersteyiz. Namıyla müşahhas Ayaklı Kütüphane Bayram Hocamızdan Medhal(^) okuyoruz. Kafaların ağırlaştığı, başların öne düştüğü yorgun bir saatte, hocamız tok ve gür sesiyle coşkulu bir şiir okuyarak uyandırıyor bizi:

     

    /Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,

    Gelenin keyfi için geçmişe asla sövemem.

    Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım,

    Boğamazsam hiç olmazsa yanımdan kovarım.

    Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam

    Hele hak namına ölsem haksızlığa tapamam.

    Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?

    Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.

    Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

    Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,

    Adam aldırma da git, diyemem aldırırım

    Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım/.

     

    Mekteplerde sadece İstiklal Marşı ile tanıdığımız vatan şairini, 2001’lerde, her daim Safahat’ı nasıl Kur’an’ı ezbere yuttuysa öyle yuttu dediğim Bayram Hocamızdan, Mantık, İslam Hukuku, Usul-u Hadis gibi ilimler okurken, dersleri yumuşatma seanslarında tanıyoruz. Böylece başlıyor bir Mehmet Akif serüveni.

     

    Mehmet Akif tefekkürde güçlü bir şairdi. Şiirdeki etkileyiciliği yazdıklarının samimiyetinden gelir. Umumi meselelere eğilmiş, vatanın içkin promlemleriyle ilgilenmiştir. Gözyaşı, kahır, sitem ve hüzün şiirlerininin dekorudur. Akif’in şiirlerinde çokça işlediği meseleler halen yaşanmakta olup, şiirleri güncelliğini sürdürmektedir.

     

    Akif Doğu ve Batıyı oldukça yakından tanıyan bir aydın, Kur’an’ı tefsir edebilecek kadar İslami ilimlere vakıf bir alimdi.

     

    /Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,

    Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı./

     

    Özellikle Allah Kelamının üzerine şiirlerinde nice göndermeler yapmış, Kitap’ın hikmetini vurgulamıştır:

     

    /Ya açar bakarız Nazm-ı Celil'in yaprağına,

    Yü üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

    İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;

    Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için./

     

    /Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din,/ Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin!/

     

    Akif Batıdaki ilerlemeyi yakinen idrak ediyor ve şiirlerinde ilim ve teknikte geri kalan ümmeti uyarmaya çalışıyordu.

     

    /Alınız ilmini Garb'ın alınız san'atını,

    Veriniz mesainize hem de son sür'atını./

     

    Bunun yanında Batının ilim ve tekniğini öğrenirken, kendi özümüzü yitirmememizi, Batıya karşı aşağılık komplekslerine girmememizi işaret ediyordu.

     

    Onun “Vatan Şairliği” salt bir sıfat, İstiklal Marşını yazdığı için muhafazakâr bir kesim tarafından yapıştırma bir etiket değildir, o Vatanın Şairidir. İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edildiğinde, köy, kasaba ve kentleri dolaşmış; halka sürekli camilerde, köy kahvehânelerinde, meydanlarda uyarıcı konuşmalar yapmış, kahramanlığa kışkırtan şiirler okumuştur.

     

    En önemli eseri Safahat bir şiir kitabı, bir edebi metin olmaktan daha çok fikri bir eserdir. Orada milletimizin tarihi, yükseliş ve düşüşü, bunun sebepleri, fert ve cemiyet olarak tahlili; zekâsı, nüktesi, edebiyatı, şehri, sokağı, evi, ailesi, acıları ve sevinçleri vardır.

     

    Akif’in İdeal Gençliği

     

    Akif’in bir gençlik ideali vardır ve bu ideal Sahafat’ın altıncı kitabı olan “Asım” da dirilmiştir. Şaire göre Türk gençliği Asım’ın neslinden gelir. Akif, Asım’da Türk gençliğinin vasıflarını, beden ve ruh yapısı, ilim, tahsil ve terbiyesi, çalışkanlık, ümit ve azim, dindarlık, vatan sevgisi ve ahlak ile çizmiştir. Âkif'e göre, bilgisiz ahlak, miskinlik ve zayıflığa; ahlaksız bilgi ise, milletlerin ruhunun zehirlenmesine sebep olur.

     

    Akif’te Milliyetçilik

     

    Vatanın ve Milletin birliğini korumak ( Milliyetçilik ) Müslümanlık, fertler arasında ırk, dil, renk... farkı gözetmediğinden; Âkif'in "gençliği", her türlü tefrikadan arınmış olacaktır. Ona gore bir milletin, farklı ırklardan meydana gelmesi, ideal birliği sağlanması halinde, tehlike teşkil etmez.

     

    /Sen! Ben! Desin efrad, aradan vahdeti kaldır,/ Milletler için işte kıyâmet o zamandır./

     

    /Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;/ Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!/

     

    Akif’in Vasiyeti

     

    /Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan, / Hep inkisâr-ı emel taştı, rûh-i zârımdan./ Vatan-cüda olayım sînesinde İslâm'ın? /Bu âkıbet, ne elîm intikamı eyyâmın!/ Benim - ki yaşlıyım artık - düşük kolum, kanadım;/ Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım!/

     

    Akif’in Edebi Yönü

     

    Rüştiye tahsili boyunca, Fatih Müderrislerinden (Profesör) olan babası Tahir Efendiden bilhassa lisan dersleri alarak, Arapça, Farsça ve Fransızca'yı edebiyatıyla beraber anlamaya başladı. Şiir sevgisi ve merakı bu sıralarda yeşermeye başlamıştır. Rüştiye'den sonra Mülkiye'ye (Siyasal Bilgiler Fakültesi) geçti. Mülkiye, o devrin en parlak öğrenim kurumu sayılıyordu. Âkif, Mülkiye'de okurken babası vefat etti, ayrıca evleri de bir yangında yok oldu. Maddî imkânsızlık yüzünden bu okulu yarıda bırakmak zorunda kalan Âkif, Baytar (Veteriner) okuluna kaydoldu

     

    Öğrencilik yıllarında “Fatih Camii'nde, ikindiden sonra, Hafız Divanı, Bustan, Gülistan ve Mesnevi gibi klasik edebiyatımızın en önemli eserlerini Esad Dede'den okuduğunu, ilk okuduğu şiir kitabının Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun'u olduğunu öğrendiğimiz Akif; Arapça, Farsça, ve Fransızca'dan tercümeler yapabilmektedir; kurra hafızdır, iyi yüzücüdür, güreşçidir ve binicilikle de ilgilenmektedir. İlerleyen yıllarda ömrü boyunca izini bırakmayacağı, Safahat'ta sık sık ismini anacağı; düşünce, duyarlık ve anlatım tekniğinden yararlanacağı Şeyh Sadi'nin Akif için özel bir yeri olacaktır. Ayrıca hafız, Hayyam, Mevlana, ve Fuzuli'ye ilaveten, batı edebiyatından Victor Hugo, Rousseau, Erneste Renan, Anatole France, La Martin, E. Zola, Alphonse Daudet, Alexandre Dumas'ı okuyup sindirecektir. Kendine özgü görüş ve yaklaşımlarıyla yirminci yüzyıl İslam düşüncesinde öne çıkan Hint ekolünden; Cemaleddin Afgani ve Muhammed İkbal'in, Mısır ekolünden; Muhammed Abduh, Reşit Rıza, F. Vecdi, İbn Fariz ve Mütenebbi'nin düşünce, yaklaşım ve yorumlarını dikkatle izlemiştir.”(***)

     

    Türkçe'ye kuvvetle hakim, Arapça ve Fransızca'yı çok iyi bilen Akif'in ilk şiir çalışmaları Baytar Mektebi'nde okuduğu yıllarda başlar.

     

    Mehmed Akif de, kendi neslindeki birçok şair gibi, eski edebiyat kültürü ile yetişlmiş, ancak, diğerlerinden ayrı olarak ve aile çevresinden gelen bir tesir ile, buna kuvvetli bir dinî kültür de eklenmiştir.

     

    İlk şiiri "Kur'an'a Hitab" 1895'te "Mektep" adlı dergide yayınlandı. Ardından "Resimli Gazete"de şiirleri çıktı. O dönemde yazdığı ahlak, din, bilgelik temalarını işleyen didaktik şiirlerini temel eseri "Safahat"a almadı. Öğretmeni İsmail Safa'nın etkisini taşıyan mesnevileri, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra daha önce yazıp ortaya çıkarmadığı yazıları yayınlanmaya başladı.

     

    Mehmet Akif, şiire üstad Muallim Naci’nin izinden yürüyerek başlamış, doğudan Hafız ve Sadî'yi, batıdan Lamartine ve Alexandre Dumas'ı beğenerek okumuştur.

     

    1908'de, İstanbul Üniversitesi Türk Edebiyatı profesörlüğüne tayin edildi ve Sırât-ı Müstakim adlı bir dergi çıkarmağa başladı. 1912 martında Sebîlü'r-reşâd adını alan ve İslâm Birliği ideolojisini savunan bu dergide birçok şiir ve makaleleri çıktı.

     

    1911'de, ilk defa olarak, şiirlerini bir araya getirip Safahat adı ile yayımladı. Bu ad, sonradan bastırdığı diğer altı kitabının da genel adı oldu. 1918'de, Said Halim Paşa'nın Fransızca olarak yazılmış "İslâmlaşmak" adlı eserini Türkçeye çevirerek Sebîlü'r-reşâd'ta tefrika etti. Sebîlü'r-reşâd'ı önce Kastamonu'da ve sonra da Ankara ve Kayseri'de çıkarmağa devam etti. 1922'de, Tedkîkat ve Te'lîfât-ı İslâmiyye Heyeti'ne seçildi ve, aynı yıl, Said Halim Paşa'nın yine Fransızca bir eserini İslâm'da Teşkilât-ı Siyasiyye adı ile çevirip kendi dergisinde tefrika etti.

     

    1908'den sonra, aruz ölçüsünü eserlerinde başarıyla kullanarak halkın dert ve sıkıntılarını dile getirdiği manzum hikayeleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlar. Bu hikâyelerde camiler, kahvehaneler, sokaklar, meyhaneler, hastaneler, yetimler, yoksullar, idari bozukluklar tablo tablo tasvir edilir. Akif yaşadıklarını, gördüklerini söyleyen samimi bir şairdir:

     

    /... Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim. / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim./

     

    Birinci Dünya savaşının peşrevrelerinin çalınmağa başladığı, 1912’li savaş yıllarında, Akif’in şiiri değişerek destanlaşır. “Çanakkale Şehitlerine” adlı destan yazılır:

     

    /Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,/ Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!/ Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;/ Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk./

     

    /Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam, /Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam./

     

    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer / O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer/ Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,/Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak./

     

    /Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler /Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!/ Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; / Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?/

     

    /Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:/ İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek./ Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar/ O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar/ Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/ Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!/

     

    /Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i/Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi/

    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?/ "Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın/

     

    /Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,/ Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber…/

     

    Bu şiir savaş anını canlı tablolar halinde coşkuyla anlatır. Kelimeler, kafiyeler, ses benzeşmeleri özenle seçilmiştir.

     

    İstiklal harbi öncesi İlk Osmanlı başkenti Bursa, Yunanlılar tarafından işgal edilir, aynı zamanda Osmanlı Devletinin kurucusu dedemiz Osman Gazi’nin türbesine, Türk’ün Mukaddesatına hakaret edilir. Akif bu hal karşısında keder ve ıstırap içinde haykıran ilk Türk şairidir. İkinci hüzün destanı yazılır. Akif Bülbül’ü yazar ve adeta inletir:

     

    /Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâ mevc demlerdi:/ Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûyâ Sûr-i Mahşerdi!/ -Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;/ Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?/ O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;/

    Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun./

     

    /Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır? /Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?/

     

    /Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;/Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!/ Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,/Serâpâ Garb'a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!/

     

    /Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyninde Osmân'ın;/ Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!/

     

    Kurtuluş savaşında bir millet, canını, malını, et, kemik ve ruhuna dair neyi varsa ortaya koyar. Bu vakit büyük bir destan yazılır. Bu şiir tam 724 şiirin içinden seçilerek, bu kahraman milletin destanı olacaktır:

     

    İstiklal Marşı

     

    1913'te İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. 1'inci Dünya Savaşı sırasında bu cemiyete bağlı bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla Almanya'daki Müslüman tutsakların durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Daha sonra Arabistan ve Lübnan'a gitti. Batı uygarlığının koşullarına ve Doğu-Batı çelişkisine tanık oldu. İstanbul'a dönüşünde Dâr-ül-Hikmet-i İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine atandı. İzmir'in işgalinden sonra Anadolu'da başlayan kurtuluş hareketine destek verdi. Balıkesir’de yaptığı konuşma, İstanbul hükümetini endişelendirdi, görevinden alındı. Ama o mücadalesini sürdürdü. Camilerde yaptığı konuşmaların metinleri çoğaltılarak bütün yurda dağıtıldı. Ankara hükümetinin kurulması üzerine Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi'ne girdi. O sırada İstiklal Marşı için açılan yarışmaya katılan 724 eserin hiçbiri beğenilmemişti. Maarif vekilinin isteği üzerine 1921'de "İstiklal Marşı"nı yazdı. Metin, 12 Mart 1921'de Büyük Millet Meclis'nde kabul edildi. Mehmet Akif, ödül olarak kendisine verilen 500 lirayı Necati Doğru'nun da dediği üzre, "İstiklal Marşı'nın dizelerini yazdığında kendisine ödül olarak verilen ve o dönemde İstanbul Boğazı'nda dört yalı alacak kadar çok yüksek bir para olan beş yüz lirayı çocuk esirgeme kurumu'na bağışladı. Bütün serveti... Yelek cebinde öldü... Yelek cebindeki parası ancak kefen almaya" yetti.

     

    /Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak./ O benim milletimin yıldızıdır parlayacak;/ O benimdir, o benim milletimindir ancak./

     

    /Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım./ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım/

     

    /Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,/ Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var./ Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar./ "Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?/

     

    /Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!/ Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın/

     

    /Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli;/ Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli!/ Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,/ Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli/

     

    /Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;/ Hakkıdır, Hak'ka tapan milletimin istiklâl!/

     

    Safahat şairi olarak bilinen Akif’in Temel eseri 7 kitaptan oluşur. Birinci kitap olan 1911 tarihli "Safahat"ta, Osmanlı toplumunun meşrutiyet yıllarındaki durumu anlatılır. "Süleymaniye Kürsüsünde" isimli 1912 tarihli ikinci kitapta, Osmanlı aydınlarının halkla ilişkisi dile getirilir. 1913 tarihli "Hakkın Sesleri" adlı bölümde, eski dinsel-didaktik Türk yapıtlarında olduğu gibi her şiirin başında bir ayet yer alır. Bu ayetler günün siyasal ve toplumsal olaylarının yorumuna ışık tutar. 1914 tarihli ve "Fatih Kürsüsünde" adlı dördüncü bölümde, yeni kuşaklara çalışma ve mücadele ruhu kazandırmak isteyen düşünceler yer alır. 1917 tarihli "Hatıralar" bölümünde 1'inci Dünya Savaşı sırasında yazılmış şiirler bulunur. Her birinin başına bir hadis konulan bu şiirlerde "İslam Birliği" ülküsü vurgulanır. 1924 tarihli "Asım" ismindeki 6'ncı bölümde 1'inci Dünya Savaşı günlerinden tablolar çizilir. 1933 tarihli 7'nci bölüm olan "Gölgeler"de dinsel konulu şiirler ve dörtlükler yer alır.

     

    “Akif'in, içinde yaşadığı halkın hayatını bütün özellikleri ile aksettirdiği muhakkaktır. Daha çok İstanbul'un fakir semtlerinin hayatını, yoksulluklarını, ıztırablarını tam bir doğrulukla canlandıran şiirlerinde kuvvetli bir gözlemcilik vardır. İlhama inanmayan şairin en büyük dayanağı, kendi gözlemleridir. Türk şiirine gerçek realizmin Akif ile girmiş olduğundan şüphe edilemez. Onun kuvetli gözlemciliğine, büyük bir tasvir ve tahkiye kabiliyetini ve konuşma dilinin bütün canlılığını taşıyan bir üslûbu da eklemek gerekir. Ancak, Akif’in dili bir bütün değildir. Tasvirlerinin dışında kalan birçok şiirlerinde dil, konuşma dilinden ayrılır, Osmanlıcanın sınırları içine girer. Şiirin ciddi bir çaba olduğuna inanmış olan Akif’te, dikkatli bir işçilik ve sağlam bir kompozisyon göze çarpar. Vezin olarak daima aruzu tercih eden şair, hece veznini hiç kullanmadı. Nazım şekilleri hususunda ise, divân nazmının şekillerini tercih eder ve bunlar arasında, en çok mesnevi şeklini kullanır.” (*)

     

    Prof. Mehmet Kaplan, Akif için; “Haşim akşam karanlığında meçhule doğru uzanan yollardan, sadece cemiyetin değil, varlığın da dışına çıkmak istiyordu. Akif, onun tam zıddına, her şeyin vazıh olarak göründüğü bir öğle güneşi altında gürültülü, boğucu ve alelade hayatın içine girer.” der. “Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren başka bir şair yoktur” “Safahat, adeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir manzum romana benzer: Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayal, hakikat, hemen hemen her şey Akif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: Tasvirler yapar, portreler çizer, hikayeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.”

     

    Yine Kaplan, Akif’in “Süleymaniye Kürsüsünden” adlı şiirini tahlil ederken, “Akif, kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mabede sokağı, dinin içine hayatı sokuyor.” der. “İnzivasında, insanların hallerini düşünen Yunus, bir gün:

     

    /Kasdım budur şehre varam feryad ü figan koparam/

     

    der. Fakat şehirde değil, ruhun içinde dolaşır. Akif, şehrin içine gerçekten giren ve feryat ve figan koparan bir şairdir. Bu bakımdan o, eski tip dindarlardan tamamıyla ayrılır. Eski tip dindar, umumiyetle Allah'ı ve ahireti düşünür, cemiyete ve dünyaya önem vermezdi. Akif'in esas konusu dünya ve cemiyettir. Onun için din, insanları nizama sokan ve yükselten bir kuvvettir. Akif, müslümanlığa sadece bir ahiret dini gözüyle bakmıyor, onun dünyayı da düzeltebileceğine iman ediyordu.” “Akif'e göre, insanları kötüleştiren ihtiraslardır. İhtirasları tanzim eden kuvvetler -din bunların başında geliyordu- ortadan kalktı mı, fertler de, cemiyetler de hayvanlık seviyesine düşerler.”

    “Akif, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da(Süleymaniye Kürsüsünden) kalabalığın dilini, üslubunu ve zihniyetini benimsiyor. Bu bakımdan o, başlıca gayeleri, şahsi ve orijinal olmak, yeni ve başka görünmek olan Servet-i Fünuncularla Haşim'den tamamıyla ayrılır. Akif, kalabalığın sade kelimelerini değil, deyimlerini, benzetmelerini, ifade, hatta bütün cümlelerini dahi almaktan çekinmez.”

     

    /Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük/ Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük/

     

    “Halk dilinde de gevezeye "dilli düdük", manasız konuşmaya "ötmek, aptala "hödük" denir. Fakat bunlar çok ayrı yerlerde kullanılır ve böyle bir araya getirilmez. Akif, bu tabirleri Meşrutiyet devrinde sokak başında konuşan hatiplerle, onları dinleyen kalabalığa tatbik ederek

    gülünç bir tablo vücuda getiriyor”

     

    “Vezin değiştirme, bir araya getirme, vezin ve kafiye içine sokma ameliyeleri tamamıyla Akif'in çalışması ile vukua geliyor. Kolay zannedilen bu iş, hususi bir mizaç ve kabiliyet ister. Herkese benzer gibi görünen Akif, bu mizaç ve kabiliyetle, nevi şahsına münhasır bir sanatkar olmuştur.”(1)

     

    ESERLERİ

     

    Safahat (Başlangıç 1911, tamamlanma 1933. Ömer Rıza Doğrul, Akif'in kitaplarına almadığı şiirlerini de ekleyerek Safahat'ı 1943'te tekrar yayınladı. M. Ertuğrul Düzdağ "Safahat"ın daha önceki baskıları arasındaki farkı gösteren yeni bir basımını 1987'de yayınladı.)

     

    Kastamonu Kürsüsünde (1921, Milli Mücadele dönemindeki hutbeleri)

    Kur'an'dan Ayet ve Hadisler (ölümünden sonra, 1944 seçme yazıları)

    Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri (1987, Abdülkerim ve Nuran Abdülkadiroğlu)

    Bir rivayete göre yaptığı Kur’an çevirisi vefatından sonra yakılmıştır.

     

    Akif İçin Neler Dendi

     

    Akif’e Saygı, Taha Akyol

     

    “Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un ölümünün 63. yıldönümündeyiz. Akif'in yazdığı "İstiklal Marşı"nı 78 yıldır söylüyoruz. Bunun Akif tarafından yazılmasının sebebi sadece onun şairlik yeteneği değildir... Çünkü Akif kadar yetenekli başka şairler de vardı...”

     

    “Akif, İstiklal Savaşı'mızı bütün anlamlarıyla kavrayıp, ruhunun adeta her zerresinde hissederek en güzel şekilde şiirleştirdiği için…” “Akif hakkında yazılmış eserlerin en iyilerinden biri Ertuğrul Düzdağ'ın "Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar" adlı kitabıdır. Düzdağ, bir "Mehmet Akif Araştırmaları Merkezi" de kurmuştur.”

    “Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, "Herkesi tatmin edebilecek ve o günlerin heyecanını ifade eden bir şiire rastlamadıklarını" açıklamıştır.” “Yarışmaya Akif katılmamıştır. Çünkü kazanacak şiiri yazanan 500 lira ödül verilecektir ve Akif bunu kabul etmemektedir.”

     

    “Ve Akif'in "İstiklal Marşı", 12 Mart 1921'de Meclis'te okunarak ayakta alkışlarla kabul edilmiştir.” “Düzdağ anlatır: Kendisi parasızlıktan paltosuz gezen Akif, ödül parası olan 500 lirayı Sarıkışla Hastanesi'ndeki yaralı gazilere ve fakir kadınlara örgücülük öğreterek meslek kazandırmaya çalışan bir hayır kurumuna bağışlamıştır (s. 227-230)”

     

    “Mehmet Akif, ölüm döşeğinde iken, "İstiklal Marşı"ndan söz açılması üzerine şunları söylemiştir: "O şiir milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların ızdıraplar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. Bir daha yazılamaz. Onu ben de yazamam... O şiir benim değil, artık milletin malıdır..." (s. 230).

     

    “Akif'in devrimler hakkında şiir yazmaması ve Mısır'a gitmesi, 'pozitivist yobazlar'ın tepkisini çekmiştir. Bazen Akif'e saldıracak kadar küstahlaşıyorlar da...”

     

    “Akif, derin bir üzüntü içinde, Mısır'a gidiş sebebini şöyle anlatmıştır: "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum." (s. 323)” “Evet, siyasetin getirdiği şartlar... Ama Atatürk isteseydi bir göz işaretiyle Akif'in "İstiklal Marşı"nı değiştirtip mesela Behçet Kemal'e bir marş yazdırabilirdi. Bunu yapmamıştır.”

     

    (Milliyet gazetesi 27.12.1999)

     

    Cemal Kutay'a Göre Mehmet Akif

     

    “Cemal Kutay'ın "Necid Çöllerinde Mehmed Akif" adlı bir kitabı vardır. Akif'in adeta bir destan kahramanı olarak yüceltildiği bir kitap. "Teşkilat-ı Mahsusa" lideri Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlattıklarına dayanılarak yazılmıştır.”

     

    “Bilindiği gibi Akif, Birinci Dünya Savaşı sırasında görevli olarak Almanya'ya ve Hicaz'a gitmişti. İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerinden topladıkları müslüman askerleri, "İstanbul'u işgal edip halifeyi esir aldılar!" propagandasıyla aldatarak Osmalı Devleti'nin müttefiki olan Almanların üzerine sürüyorlardı. Batı cephelerinde yapılan muharebelerde Almanlar, yüz bine yakın müslümanı esir almış, bunlar için Vunsdorf yakınlarında özel kamplar inşa etmişlerdi. Bütün benliğiyle "İslam Birliği" idealine sarılmış olan Akif, kendisine Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etti ve Almanya'ya giderek Tunuslu Şeyh Salih'le birlikte, farkında olmadan Osmanlı Devleti'ne karşı savaşan bu müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı.”

     

    “Cemal Kutay'ın anlattığına göre Akif, Almanların Vunsdorf'da müslüman esirler için inşa ettikleri camide heyecanlı vaazlar verdi. Plaklara kaydedilen bu vaazlar, müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar yayımlandı. Bu hitabeleri dinleyen çok sayıda müslüman askerin ilk fırsatta saf değiştirdiklerini kaydeden Kutay, Akif'in kendisine verilen vazifeyi parlak bir şekilde yerine getirdiğini, hatta hitabelerin Almancaya çevrilerek gazetelerde yayınlandığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Akif, seyahatinin daha çok devam etmesi yolundaki ricalara rağmen, Şeyh Şerif Tunusi'ye söylediği gibi, ezan sesinin hasretini çekiyordu. Sadece bu da değil, Almanya onun hassas kalbinde kendi yurdunun sahibi olmadığı medeniyetin hasretinin acısını, ifasız yara halinde ayaklandırmıştı. Safahat'ın en güzel, en içli bölümlerinden birisi olan 'Berlin Hatıraları' bu duygunun ifadesi idi."

     

    “Akif, İstanbul'a dönüşünden kısa bir süre sonra, yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Ceziretü'l-Arab'a gönderilmiştir. 1916 yılının başlarında gerçekleşen bu seyahat, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ile oğullarının isyan hazırlıkları dolayısıyla planlanmıştı. Necid'e doğru yola çıkan ekipte Mehmet Akif'ten başka Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa reisi Eşref Sencer Bey ve Enver Paşa'nın başyaveri Mümtaz Bey vardır.”

     

    “Arkadaşlarıyla birlikte kızgın çölleri aşıp Osmanlı Devleti'ne sadık kalan İbnürreşid'le görüşmek üzere Riyad'a kadar giden Akif'in olağanüstü iklim şartlarına nasıl dayandığını Cemal Kutay şöyle anlatıyor:

     

    "Gündüz elli dereceye kadar yükselen hararet geceleri sıfıra iniyordu. Bu inanılmaz ve havsala kabul etmez iklim farkı, alışmamış bedenleri harab ediyordu. Bu arada Mehmet Akif, inanılmaz bir mukavemet gösteriyordu. Pehlivanlığını unutmuyor, hatta iki metreye yaklaşan boyunu, levent endamını ve bilhassa mükemmel ahlak ve terbiyesini takdir ederek 'Eşref Bey'in emireri zenci Musa / Omuz vermiş, göğe çıkmış Nebi İsa' dediği zenci Musa ile güreşiyor, ok atıyor, ata biniyor, Arap usulü kılıç kullanmasını öğreniyordu. Bu arada da Safahat'ın o unutulmaz ve berceste bölümü olan Necid Çöllerinde'yi yaratıyordu."

     

    “Cemal Kutay, "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiirinin yazılış macerasını anlatırken çok heyecanlı bir üslup kullanıyor, diyor ki: "Mehmet Akif, sam fırtınasıyla kasıp kavrulan çölden ruhlarındaki imanı, o inancı verebilmiş olan beşeriyetin muhakkak ki görüp göreceği en büyük insan olan İslam peygamberinin manevi huzuruna iletebilmek için ademoğlunun dayanabileceği en çetin şartlara göğüs germişlerin destanını yaratıyordu."

     

    “Kitabının bir yerinde diyor ki: "Damadı merhum üstad Ömer Rıza Doğrul, o mükemmel eseri Asr-ı Saadet'i tamamladığı zaman, vatanından uzak Mısır'da yaşayan Mehmet Akif, Ömer Rıza'dan önce muhterem Eşref Edip'i tebrik etmek ihtiyacını duydu. Bir hakikattir ki, eğer üstad Eşref Edip'in o yorulmak bilmez, fütur getirmez azmi olmasaydı, medeni cesareti, manevi hayatımızı bergüzar eserlerle değerlendirmek cehdi olmasaydı, bugün maneviyatımızı inşa edecek eserler bakımından daha fakir olurduk, hatta birçoklarından ebediyen mahrum kalırdık."

    Cemal Kutay'dan birkaç cümle daha: "Akif'e saldıranlar, onun İstiklal Marşı'nı dinleyerek bayrağı selamladılar: Hala da öyle!" "Ne Safahat unutuldu, ne de Mehmet Akif!"

     

    "Bugün bütün Türkiye'nin vefakar kalpleri onun resmine bir 'heyula gibi' değil, bir daha kavuşulmasına imkan olmayan bir iman ve ilham devrinin aziz hatırası gibi bakıyorlar. Kabrine inen nur ise bütün milletin ebedi minnetidir. Anasından emdiği süt kadar helal olsun..."

     

    (Zaman gazetesi 27.12.1999)

     

    Neclâ PEKOLCAY: "İslâmî edebiyatın ilk devre eserleri (Kutadgu Bilig ve Atabetü'l-Hakayık), Kur'an'a istinâden, cemiyet mes'elelerini ele alan eserler olmuştur. Bilâhere mutasavvıflar, yine Kur'an'a istinad etmekle beraber, cemiyet mes'elelerine bir cepheden yönelmiş, divan şâirleri ise Tevhîd-i Bârî ve münâcaatlarda, kısmen na'tlar içinde yine Kur'an'a dayanmışlarsa da, cemiyet mes'eleleri ile ilgilenmemişlerdir. Nihâyet XVII. asır Tevhid örneklerinde ise, çok defa Allahü Teâlâ'ya can-ü gönülden bir yönelişi bulmak dahi güçtür. Bu meyanda, Divân'ında Tevhid örnekleri bulunsun diye Tevhid yazmış görünen şairler mevcuttur. Tanzimatçıların kaleminde dinî edebiyat -Divanlar müstesnâ- yeni bir mecrâya yönelmiş bulunmaktadır. Cemiyetin bozuluşu, ahlâkî çöküntüye doğru gidiş, dimağları meşgul eden ilk mes'ele olduğundan, cemiyet mes'eleleri ele alındığı sırada, din üzerinde durulmuştur. Tanzimatçılar, Osmanlıcılık ile Müslüman olmayı birlikte görmüşlerse de cemiyete yönelişte başlangıç noktayı ancak İslâmî mefhumlar teşkil etmiştir, (doğruluk, adâlet gibi) âyet ve hadislerle şiire başlangıç yapılması düşünülmemiştir.

     

    XX. asırda dinî edebiyatın mümessili şüphesiz ki Mehmed Akif'tir. Fakat Akif, İslâmî edebiyat içinde, başlıbaşına bir şahsiyettir.”

     

    “O'nda Kur'an-ı Kerim'den hareketle cemiyet mes'elelerine yönelişi bulurken, Türk olmanın haysiyetini, mazimizin öğünülecek muzafferiyetlerini, imanlı bir Müslümanın hemcinsleri için şefkat ve ızdırap ile çarpan kalbini buluruz. Şiirlerinde Akif, hem Müslümandır, hem Türk'tür hem de tam manasıyla insandır.”

     

    “Mehmed Akif'i bazan halkın gündelik ızdırapları ile dolu, bazan milletin dertlerine milliyet hissi içinde tercüman, bazan kendini Allah Teâlâ'nın azabı karşısında nutku tutulmuş bir mü'min, bazan ise insanların kötülükleri karşısında Allah Teâlâ'nın isyânkâr bir kulu olarak (fakat bu isyan hamlesi derhal rücuâ varan ve tövbekar olan bir ifadeye müncer olmaktadır), bazan bir vaiz olarak, bazan da samimi söyleyişi içinde ruhu kavrayan bir şâir olarak buluruz. “ “Mehmed Akif'in İslâmiyet ile ilgili olmayan şiirlerinin sayılacak kadar az olduğu da, mevzûmuz içinde bilhassa belirtilmesi gereken bir husustur.”

     

    “Mehmed Akif için, ırkçıdır diyenler mevcuttur; çünkü ırkından da, milletinden de bahsetmiştir. Fakat bir yandan da soyunda Arnavut bulunduğunu söylemekten çekinmemiştir. Şu halde Akif için, ırkçı değil, milliyetçidir diyebiliriz.”

     

    “Mehmed Akif ümmetçidir, ancak Akif'in ümmetçiliği Müslümanlığın millî hakimiyetle tamamlanması esasına bağlıdır. O, millî hakimiyetin olmadığı yerde Müslümanlığı düşünemez, diyenler haklıdırlar.” “Mehmed Akif sanatkâr değildir diyenler, ancak sanatı süslü yazı yazmak şeklinde kabul edersek haklıdırlar. Akif'te bu manâda sanat yoktur. O, samimiyeti, arûzu kolaylıkla kullanışı için de kudretli bir şairdir. Ve bu kudret değme şâirde mevcut değildir. Üstelik onun heyecanı içinde beliren rücû sanatı örneklerine de nadiren tesadüf edilebilir."

     

    Sezai KARAKOÇ: "Mehmed Akif, İslâmcı cereyanın tam ortasında buldu kendini. İlk elde, Eşref Edib'le birlikte, Sıratı-Müstakîm'i kurdular. Sâid Halim Paşa da aralarındaydı. İslâmcı düşünce, halk ve devlet yapısından çok, kişilerin ahlâkındaki değişiklik ve genel hareket tarzlarındaki bozukluk yüzünden varlığımızın tehlikeye girdiği, tekrar İslâm'a dönmekle kurtulabileceğimiz tezini müdafa ediyorlardı.

     

    ... Bu dönemde Akif şiirleriyle, makaleleriyle, verdiği derslerle, çevirdiği çağdaş İslâm mütefekkirlerinin eserleriyle aydınlara hakikatları anlatmaya çalıştı. İslâm'dan kopmanın felâketlerini gösterdi. Sefaletimizin maddî ve manevî tablosunu çizdi. Gittikçe resmîleşmeye yüz tutan Batıcı fikirlerin yön yön tenkidini yaptı.

     

    .... Akif'in çıkış noktası olarak aldığı bu ışık İslâm'dır ve İslâm'ın ışığında 600 yıllık İslâm-Türk devleti çökerken, cemiyetimizin içinde bulunduğu ahlâkî, içtimâî, rûhî ve iktisâdî şartlar en amansız bir gözle, âdeta bir cerrah teşhirciliğiyle ortaya serilir. Ve bir kere yara belli olunca, onun tedavi şekli gösterilir ki, bu da cemiyetin temeli olan İslâm ilkelerine sıkı sıkı sarılmak; yeni ve taze bir ruhla, İslâm'ı, çağın teknik ve maddî güçleriyle de donandıktan sonra, içimizde ve dışımızda ihya etmektir.

     

    .... Edebiyatımızdaki yeri, şiirin özellikleri göz önünde tutulursa, hemen hemen tektir. Modern Türk edebiyatında (gerekirse eski edebiyatımızda) bir dönem fikriyle donanmış olarak, belli bir dünya görüşünün ışığında, geniş anlamdaki kronikler halinde, safha safha bir kuşağın dramını veren, ilk bakışta birbirine zıt, realist çizgilerle mitleşmeğe elverişli davranışlarını kaynaştırarak canlandıran böylebir başka realizim ve destan şârimiz yoktur."

     

    Hasan Basri ÇANTAY: "Ben Akif'e "Millî şâir değildir" demenin imkânını bulamıyorum. Çünkü, onun bütün terennümatı millî idi, milletin derûni sesleri idi.” “Hem, "millî" ile "milliyetçi" başka başka olmak lâzımdır kanaatindeyim. Eğer "milliyetçi" demek, meselâ, eski Türk ocaklarının bir şiâr, bir meslek, bir iş bölümü hâlinde takip ettikleri "siyasî Türkçülük" demekse, Akif, o Türkçülüğün dışında kalmıştır, hatta ona aleyhtar olmuştur. Akif'in bu aleyhtarlığı Türk Milleti'nin harsını, ilerlemesini boğmak için değil, kendisinin yaşadığı ve faal bir surette yazı yazdığı devirde zâif vatanı tefrikalardan ve parçalanmaktan siyanet etmek içindi, yurt severliğindendi." “Eğer "milliyetçi" demek, Türk'ü Türk olarak sevmek ise, Akif şüphe yok ki, olanca temiz ve şümullü mânasıyla bir milliyetçidir. Çünkü o, içinde yaşadığı milleti kadar hiçbir varlığın muhabbetine, aşkına kendini veremedi, bağlayamadı”

     

    “Bunlarla beraber, Akif kanaat çevresini daha çok geniş tutmuştu. O çevre, merkezinde ve başında daima Türk Milleti kalmak üzere yüzlerce milyon Müslümanı ihatasına almak istedi. Akif, görüyor ki, dünyanın en acınacak insanları Müslümanlardır. Onları hurafelerden, geriliklerden, esaretlerden, zilletlerden... kurtarmaya çalıştı. Terakkî ve İstiklâl aşklarını ruhlarına zerketmek istedi. Bütün Müslümanları yekdiğerine bağlayan "ana tel" İslâmiyet'ten ibaretti. Fakat o tel, eski samimi ve kuvvetli sesini vermiyordu; paslanmıştı! Bu pasları temizlemek kudsî bir vazife idi.

     

    Evet, ona tam bir "İslâm Şâiri" diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslâm Şâiri!..."

     

    Hasan Ali YÜCEL: "O'nun kudret kaynağı bu İslâmî imandadır. İnanılan şey, her ne olursa olsun, inanış, kendiliğinden bir kuvvettir ve her inanışın sağlamlığı da samimiyetinde görülür. Mehmed Akif, mü'mindi; çünkü imanında samimi ve bundan dolayı da kuvvetli idi. O'nu şâirliğe çeken, bu iman olmuştur"

     

    Mahir İZ: "Bir menşur gibi milletin bütün varlığını, içtimaî hüviyetini olduğu gibi aksettiren ve tarihe maleden, tek millî şâirimiz Mehmed Akif, en büyük vak'anüvislerin sahifelerini beyte sağdırmayı bilmiş, millî mefahirimizi, cihan tarihinde en icazkar şekilde gösterebilmiştir. Bu tasvir kudretini ancak iman ve irfanıyle milletin ruhundan alan büyük sanatkârı her cephesiyle ve her vesilesiyle anmak bir vatan borcudur. O yalnız bir cephesiyle ve dış görünüşüyle bir şâirdir. Hayat ve eserleri incelenince görülür ki, onun varlığını sarmış olan iman hâlesi, mücadelesine hız vermiş, devrinin mücahidlerine örnek bir serdar olmuştur."

     

    Nuretttin TOPÇU: "Hurafelerle tantanaların vatanı olan doğu dünyasında, yaldızdan ve yalandan gıdalanmış dimağlar, nice zamanlar Akif'i alalâde bir nazımcı olarak tanıdılar. Bu ülkenin biraz insaf sahipleri ise onu nihayet bir şâir yapabildiler. Ondaki büyük idealisti tanıtacak ruh doktoruna, doğumuzun zevkperest edebiyat üstadları arasında rastlamak elbette kabil olamazdı. Akif'de asıl büyük olan idealizminin tahlilini yapacak felsefî düşüncenin henüz hayata kavuşmadığı bu topraklarda, büyük ruhun sahibine "softa", diyenler de az değildi. Çünkü, bin yıllık bir tarihin ufukları arkasına sinen Haçlı çocuklarının gerçek simasını bize tanıtan o olmuştur. Bir nesli bulanık rüyasından uyandırmak için, onun küremizde edebî akisler yaratan sesini boğmak gayesiyle ölümünden sonra milliyetçiliğin karşısına komünistlik; ahlâkçılığın karşısına da masonluk cereyanları dikildi.

     

    ... İnsan için kurtuluşun, bilhassa sefillerle ruhsuzları kurtarmakla kaabil olduğunu pekiyi bilen bu genç nesil, asrımızda yepyeni bir iman mektebi açan Mehmed Akif'in öz çocuklarıdır."

     

    Cenab ŞAHABETTİN: "Millî şiir adıyla, ırkımızın yaşayış ve ananelerine ait şiirleri kastediyorsak, önünde eğileceğimiz bir deha sahibi şâir görüyorum: Mehmed Akif. Hiç kimse o kadar saf ve şeffaf bir anlatışla millet manzaralarını meydana koymamıştır. Türk ve İslâm ruhu Safahat'ın ilham çekirdeği oldu. Edebiyat tarihi, şimdilik büyük Akif'ten daha büyük bir İslâm ve Türk şâiri tanımaz."

     

    Süleyman NAZİF: "Mehmed Akif, yalnızca Cenâb-ı Hakk'a, Hz. Peygamber'e, geçmiş büyüklere, cemiyete, insaniyete ilân-ı aşk etti. Canândan, hicrandan şikâyete bedel; hemcinsine dokunan mahrumiyetlerden, sefaletlerden ve bilhassa İslâm'ın uğradığı musibetlerden feryad eder. Bu büyük şâir, tabiatın, ağaçların ve çiçeklerin güzelliklerinden, güzel çehrelerden aldığı duyguları dâima gizlemiş, saklayamadıklarını, cemiyetin mukadderat levhalarıyla kaynaştırmıştır. O, Süleymaniye Camii'nin kubbesini Himalaya Dağları'nın en yüksek zirvesinden daha yüksek görür.

     

    ... Etrafında, gönlünde, vicdan ve imanında, ye's ve ümidinde Peygamberinden başka hasbihal edecek kimsesi yok.

     

    ... Firdevsî'nin milliyet fikrini Acem'de en evvel ve icad edercesine uyandırmasıyla, dinî hissî hükmü altına aldırmak istemesi, "Şehnâme" nazımının irfan yâdigârı ile, "Hakkın Sesleri" şâirin vicdanı arasında ebedî bir ayrılık perdesi çekmiştir.

     

    ... İslâm birliğini bozacak veya zayıf düşürecek her hareketi Mehmed Akif, en amansız ve iman dolu gerçek bir düşmanıdır. İhtimaldir ki, Firdevsî'yi bunun için sevmez.

     

    ... Mehmed Akif, şahsî emellerin veya kinlerin tatmin ve teskini için yapılan çekişmelerden, şiirini kurtararak; şâirlik kudretini idealine, yâni ezelî iman ile andığı Allah'ın emri ve yasağı dünya yüzünde insanların işlerini düzenleyici olması arzusuna -arzu diyorum, ne kadar eksik ve iyi ifade edemeyen bir kelime!- emeline, aşkına sâbit fikrine hizmet ettiriyor.

     

    ... Şark ve garbın benim bildiğim lisanlarında ve bu vâdide, gerek telif, gerek tercüme suretiyle, bu kadar güzel ve pürüzsüz, kusursuz bir şiir okumadığımı öğünerek itiraf ederim. Bunu yazmak için yalnız Mehmed Akif kadar şâir olmak yetmez; Mehmed Akif kadar dindar da olmak lâzımdır.

     

    ... İlahî şâir!

    Evet Allah'ın yalnız şehidleri değil, şaîrleri de vardır! Mehmed Akif gibi beyan-ı mızrabı İslâm'ın elemleri olan ve elemleri kendi kalbine yerleştirerek, İslâm'ın kalbini ğöğsünün içine sığdıran bir şâiri görünce, şehidler: "Biz bu kadar eziyet çekmedik; ve ıstırabın bu derecesine biz tahammül edemeyiz!" derler."

     

    Mithat Cemal KUNTAY: "Ben bu "Mehmed Akif'leri sevdim:

    * Politikanın Müslümanı olmayan Mehmed Akif'i;

    * Hayatı boyunca bir tek yüzü olan Mehmed Akif'i;

    * Tenkide, itiraza, tartışmaya, kusurlarını konuşmaya katlanan Mehmed Akif'i;

    * Sırrınızı, menfatinizi, maddî ve mânevî mukaddesatınızı emanet edebileceğiniz Mehmed Akif'i;

    * Bir çocuk kadar temiz ve bir kadın kadar ince olan Mehmed Akif'i."

     

    Nihad Sami BANARLI: "-Ben, Mehmed Akif'i büyük şâir, büyük vatansever, manzum hikâyeler ve vaaz yazarı, bilhassa inanmış bir insan olarak her hatırlayışımda evliyalar kadar temiz ve lekesiz görebilmenin hazzını duyarım. İçim rahattır. Düşünürüm ki, vatan çocuklarına her hareketinin hesabı verilecek kadar faziletten ibaret, seciye sahibi bir örnek göstermek icab edince, İstanbul semaları kadar açık bir alınla "İşte Akif"! diyebilmek ne kadar güzeldir."

     

    Cemil Sena ONGUN: "Akif, bütün yurtseverlerin, bütün milletseverlerin sâlim bir akla, temiz bir vicdana malik olan bütün faziletli kimselerin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuş; onların hissedip de söyleyemediği herşeyi açık ve büyük bir cesaretle, tekrar tekrar söylemiştir. Onda bu cesaret bir göteriş değildir.

     

    Akif, hiçbir şey yazmamış olsaydı da bize yalnız İstiklâl Marşı'nı verseydi, yalnız bu eseriyle kendisini Edebiyat Tarihimizde ebedîleştirmiş olurdu."

     

    A.CERRAHOĞLU: "Divân şâirlerini aradığımız zaman, duvarlardan şarap sızan bir mehyaneye, yahut da gümüş kurnalı bir hamama gideriz. Halbuki, Akif'i aradığımız zaman gideceğimiz yer Fatih Camii'dir.

     

    Safahat'ı açar açmaz, onu bu kutsî ve semavî mâbedin nur taşan sinesine sokulmuş görüyoruz. Öndeki maksureciklerden birine oturmuş, geçmişin latif hâtıraları içinde oyalanıyor: İşte beyaz sarıklı bir baba ve etrafında, hasırlar üstünde koşan-fesinin imamesinde bir boncuk bağı, püskülsüz, yeşil sarıklı-mini mini bir oğlan çoçuğu!

     

    Mehmed Akif, hiçbir zaman, sarığın manevî-fikrî atmosferinden sıyrılamadı; ve hayatını seve seve Şeriatin savunmasına vakfetti."

     

    Ali Nihad TARLAN: "Dünyanın bu buhranlı anında tek vazifemiz, millî varlığımızı okuyan mukaddes nesiçlerle ruhumuzu sarıp tek bir vücut halinde Türk vatanının istiklâli, refahı ve azemeti için seferber olmaktır. Önümüzde bir bando vardır. Milletimizin ruhunu, zaferini, şan ve azametini terennüm eden bu bandoda en kuvvetli seslerden biri de Akif'tir. Bu milleti yükseltmek; vatanını korur, onu refaha eriştirir bir câmia haline getirmek lâzımdır. Esasen bu aşk ve kültür ona icab eden sesi verir. Böyle bir sanatkârın tok, gür, hakikaten ayrılmayan sesi, asırlarca milletin ruhunda çağlar... Tafsili zâid olan hayatiyetiyle Akif bu evsafı tamamiyle hâiz bir şahsiyettir."

     

    Onun tertemiz, lekesiz hayatı, din ve vatan uğrunda dâima mücadelesi, her türlü maddî mükafatı istihkâr etmesi, bir fen şubesine intisap ettiği garbın fennî tekamülünü gördüğü halde, Türk ve İslâm kültürünün sinesine yerleşmesi ciddî, vekarlı, iradeli, yüksek vasıflarda bir fikir ve edebiyat adamı olarak şerefle yaşaması ve nihayet muazzam eseri buna en beliğ bir şâhittir."

     

    Eşref EDİP: "Akif, aruzun Mimar Sinan'ıdır. Aruz mimarı olarak, Akif tektir. Aruzda yüz katlı binalar kurar. Akif'ten evvel hiç kimse, bu derece ayağa kalkan bir nazmın sayısız katlarından ufuklara bakmadı. Aruzun içine derûnî bir aruzun musikîsini soktu. Güftesini bırakın, onun bazı şiirleri beste olarak da eserdir."

     

    Şükufe NİHAL: "Akif, dönmedi. Paraya, mevkie yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi; gururunu çiğnemedi, insan kaldı. Hak bellediği yolda yalnız gitti."

     

    Hüseyin CAHİT: "Akif'in hayatı da büyük bir şiirdir."

     

    Mazhar OSMAN: "Akif, şiirlerinde dinsizliğe, kaba sofuluğa, riyâkar taassuba cihad açmıştı. Akif için din, doğruluk ve ilerlemekti. Akif öteki şâirler gibi ne aşk ve garamdan, ne çemenlerden bahsetmiş, böyle bir şiir yazmamıştır. Akif şiirle vaazeden bir müttaki, bir ahlâkçı idi... Bir predikatör gibi halkı ahlâken yükseltmeye uğraşırdı."

     

    Fuat KÖPRÜLÜ: "İslâm ittihadının müterennimi olan Mehmed Akif, aruz vezninin kıyas kabul etmez bir üstadıdır. Halk hayatını sâde bir lisanla en reailist bir şekilde tasvir eder. Bazan çok kuvvetli bir lirizme yükselen Akif, Garp şiirinin tesiri altında kalmamıştır. O, halk içinde yetişen demokrat bir şâirdir. Türk şiiri birbirine benzemeyen bu üç şâirin (Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Mehmed Akif) tesiri altında,Tevfik Fikret ve muakiplerinin mahdut dairesinden kurtularak muhtelif temayüller almak istidadını gösterdi."

     

    Orhan Seyfi ORHON: "Türk edebiyatına hakikî erkek sesini o getirdi. Dar kafes içinde şakıyan Türk şiiri, hayatın sesini onun feryatlarıyla bize duyurdu. Alev gibi çırpınan bir kalbin içinden geçerek fikrin nasıl şiir olabileceğini ilk defa o gösterdi."

     

    Kâzım KARABEKİR PAŞA: "İttihad-ı İslâm dâvasını İslâmlık kadrosu içinde şiirle neşir ve telkin eden en samimi ve heyecanlı şâirimiz Mehmed Akif'tir. Akif, benimsediği bir davâya ne kadar candan bağlanan bir şahsiyet olduğunu "İstiklâl Marşı'nda gösteriyor."

     

    Peyami SAFA: "Vatanın dünden bugüne kalan en yüksek sesi Namık Kemal'se, onunla beraber, bugünden yarına kalacak ses de Mehmed Akif'indir. Kemal'in siyasî ahlâkını ve hürriyet idealini Mehmed Akif'in içtimâî ahlâkı ve fazilet aşkı tamamlıyordu."

     

    Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU: "Son şâirlerin ve mütefekkirlerin meyanında hiç kimse, noksanlarımızı, zaaflarımızı, ilim, irfan, medeniyet ve ümran sahasındaki tedennimizi ve bazı ahlâkî tereddîlerimizi Mehmed Akif Bey kadar şiddetli ve hiddetli yüzümüze vurmamıştır. Onun kalemindeki ve infial ve bu tervehhür ise, dâima terakkî, tekâmül gibi medenî ve ilmî mefhumlar namına vuku bulmuştur.

     

    Ümmetçi ve Şeriatçı olmak, Akif için bir nakise değil, bir meziyettir..."

     

    Ferit KAM: "Şiirlerinin güzelliği güneşin güzelliği kadar zahirdir."

     

    Abidin DÂVER: "Memleketimizde, İstiklâl Marşı'nı bütün talebelere ezberletiyorlar mı bilemem? Elbette marşın güftesini tamam olarak çocuklara öğreten arkadaşlar vardı. Şayet bunu yapmayan öğretmenler varsa, onlardan rica ederim, İstiklâl Marşı'nı bütün talebelerine ezberletsinler. Türk'ün İstiklâl Harbi bir harikâdır; İstiklâl Marşı da, o harikânın harikâlı şiiri ve on kıt'a içine sığdırılmış tarihidir."

     

    Behçet Kemal ÇAĞLAR: "Sanatta inanmanın ana şart olduğu; gün geçtikçe her başa yerleşiyor, her göze çarpıyor. İnanmak lâzım. Terennüm etmek için sevmek ve inanmak... İnsana konuşabilen hayvandır, derlerdi. Biz, insan, inanabilmekle hayvandan ayrılandır diyoruz. İnanmayan zekâ, bir maymun zekasından farksızdır; sivri ve maymun zekâya kıymet verenlerden değiliz. İnanmak, insanlığın; inanmak şairliğin; inanmak, dürüstlüğün ilk şartı... Hiç inanmayandansa, inanmak kabiliyetini kaybetmiş olandansa, inandığımız şeylerin büsbütün zıddına inananları yanımızda, yakınımızda görmeyi bin kez tercih ederiz. Onun içindir ki; hiçbir şeye inanmadığı, inanmak hassasını kaybettiği için adam yerine koymadığımız bir çok dejenere değerciklere dudak bükerken, dâvamızın aksi dâvâya saplanmış olanları bile sayıyoruz ve saygı ile anıyoruz. Mehmed Akif'e gelince; bu, o müstesna, yüksek insanlarımızdan ve sanatkârlarımızdandır ki; Milletimizin en kara günlerinde mısraları imanımızın, ümidimizin birer remzi halinde dudaklarımızda yaşamış, kalbimize hâkkolmuştur."

     

    İbrahim Alaeddin GÖVSA: "Türk halk dilini onun kadar munis ve tabiî kullanan olmadığı gibi, Türk halkının gönlünü onun derecesinde doğrulukla ve samimiyetle konuşturan bir şâirimiz yetişmemişti. Öyle sanıyorum ki, Safahat, şark ufuklarında akisleri asırlarca dalgalanmaya namzet bir şaheser olarak kalacaktır."

     

    İsmail Habib SEVÜK: "Akif, Türk fonetiğini ilk kullanan şâirdir. Aruza hâkimiyeti itibariyle bütün mâziden beri kalkıp gelen yedi asrın en büyük irtifaıdır."

     

    Nihal ATSIZ: İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılık da o idi. Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerinin milli mefküresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Araplar, ne acemler, ne de Hintliler İslamcılık mefküresi gütmüş değillerdir. Bir Osmanlı şairi olan Akif’te milli mefküre kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkürenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür. Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykırı gelse bile onları zaman ve mekan şartları içinde mütalea ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz. Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiir kafidir. Başka söz istemez... Akif insandı, dönmedi ve öyle öldü. (**)

     

    Osman ÜÇER: “Bizim öğrenciliğimizde belli mahfellerin etkisinde kalan bazı öğretmenlerimiz açıkça olmasa da, M. Akif’in gerici tutumlu olduğunu ihsas etmek isterlerdi. Hatta bazıları çizmeyi iyice aşar, sanatının başkalarına göre zayıf olduğunu söylerlerdi. Açık ve net söylüyorum. M.Akit’teki sanat Tevfik Fikret’lerdeki sanat, sosyal faydaları işleme bakımından on katı bulur. T.Fikret içinde bir çok bakımlardan ben olumlu düşünenlerdenim. Bütün hatalarına rağmen. Ama, işi iki şairin mukayesesine götüren safhaya sokuldu mu, o zaman net olarak böyle derim: M.Akif’in toplumuzun meselelerini eleştirme, halka yararlı şeyler yazma ve söylemesi bakımından Tevfik Fikret yanına sokulması ve mukayesesi mümkün değildir. Tevfik Fikret’i severim. Ama Akif‘in eline hiçbir konuda su dökemez. Akif bir dahidir. Aruzu konuşur gibi, saf Türkçe içinde nasıl kullandığını da Akif ‘in eserlerini okuyanlar bilir.

     

    Çoğu kimse yapılan aleyhteki yoğun proboganda yüzünden M. Akif’i biraz tutucu sanır. Katiyen ve asla tutucu olmadığı gibi, Türk-İslam medeniyetini benimseyenlerce anlaşılacağı gibi, davanın en özgür, en cesur ve en inkılapçı adamıdır.”

     

    Akif’te Tasavvuf

     

    İzmir İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Tarihi profösörlerinden Mehmet Demirci,YahyaKemal ve Mehmet Akif’te tasavvuf (İzmir, 1993) adlı eserinde verdiği bilgilere göre Akif’in babası Nakşi Şeyhlerinden Hacı Feyzullah Efendi’nin müritlerinden idi. Ama Akif’e tasavvuf ve tarikat terbiyesi ve telkininde bulunmamıştır. (s.73-75)

     

    Akif hakkında kitap yazan Mithat Cemalin de “Akif, Tekke Müslüman’ı değil, cami Müslümanı’dır. Onda cezbeden ziyade secde vardır.” Dediği nakledilir. (S.72)

     

    “Mehmet Akif, daha sonraları ((Modernist İslamcılar)) diye anılacak olan bir akımın hayranı ve mensubu oldu. Celalettin Afgani’nin etkisi altına aldığı Muhammed Abduh akılcı, hoş görülü, cesaretli bir atılım yaptı. İslam dünyası’nın geri kalma sebeplerinin dini yanlış anlama, dine giren ve toplumu uyuşukluğa, tembelliğe yönlendirilen bid’atlar, dine yakıştırılan eklemeler olduğunu ilan etti. Çıkar yolun dinin saf şekliyle yeniden canlandırılması olduğunu söyledi.”(2)

     

    Mehmet Akif bu kişilerin özellikle Abduh’un büyük ölçüde etkisi altındadır. Bunlar tasavvufa, tarikat ve şeflik sistemine karşıdırlar. Akif, Afgani ve Abduh’a hayranlığını saklamaz. Safahatında onları andığı gibi Abduh’dan da bir çok makaleyi tercüme ederek, sırat-ı Müstakim ve Sebülürreşat dergilerinde yayınladı). O, Cemalettin Afgani’yi öven ve savunan makaleler de yazmıştır. (Bk.Alperen, 149-151)(3)

     

    “Akif, mensup olduğu modernist İslamcılarda olduğu gibi dinin arındırılması yanında toplumun bilgilenmesi, cahillikten kurtulması, çalışması ve dinamizm kazanmasını ister. İlim ve fende batı’dan yararlanmak, akla ve fenne (Fenden maksat fizik, kimya, matematik ve biyoloji anlaşılır) Değer vermek gerektiğini inanır ve şöyle haykırır:- (Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet!/Ey derd’i cehalet sana düşmekle bu millet./Bir hak getirdin ki: Ne din kaldı ne namus.)”4

     

    “Mehmet Akif şuursuz taklitçiliğe karşıdır. Ama, ona göre fen ve teknik nerede bulunursa alınmalı. Çünkü bu ilimlerin ve sanatın dini ve milleti yoktur. O bu fikrini şöyle anlatır:

     

    /Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını/ Veriniz hem de mesainize son süratini/ Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;/ Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin,yalnız./”5

     

    Prof. Dr. Mehmet demirci anılan eserinde: “Mehmet Akif, her hangi bir tarikat mensubu olmayıp, kamil bir müminin yaptıkları dışında sufiyane ve zahidane bir hayat yaşamış değildir.” Der.(s.74)

     

    “Akif için mutasavvıftır diyenler var ise de, böylesine bir cemiyet şâirine, eldeki vesikalar bunu teyid eder görünse bile mutasavvıf demek imkânsız görünmektedir. Mehmed Akif'in: "Babam bana tasavvuf telkininde bulunmamıştır" şeklinde bir ifadesi de mevcuttur. “(Dr. Neclâ Pekolcay)

     

    “Mehmet Akif tasavvuf ve tarikat mensubu olmamakla birlikte onlarla ilgili bilgilere sahiptir. Şiirlerinde elbette tasavvuf izleri vardır. İnsan-ı Kamil’den, kalp temizliğinden bahseder. Prof. Dr. Mehmet Demirci Efe’nin de Mehmet Akif için (Nesirlerinde pek görülmemekle beraber, şiirlerinde belli ölçüde tasavvuf izlerine rastlanmaktadır) ifadesini kullanır. Bir tarikat hayatı yaşamadığını, zahitlik anlayışında karşısında olduğunu vurgular. S.81”6

     

    Akif’te Medeniyet Bilinci

     

    “Akif e göre, medeniyetin gerçek kaynağı Müslüman Doğu'dur. Ona medenî üstünlüğünü kaybettiren sebebler, asırlardır süren "dinî taassub, cehalet, sebatsızlık, tembellik ve kendine güvensizlik"tir. Yoksa, İslâm dini ilerlemeğe asla engel değildir. Bu bakımdan, bir an önce bu kötü vasıflardan kurtulmak ve Batı'yı örnek tutarak aradaki medeniyet mesafesini kapatmak gerekir. Bunun için de İslâm dinini asırların üzerine yığdığı tozlardan sıyırmak, onu kuruluşu devrindeki gerçek esaslarına ve yapıcı gücüne yeniden kavuşturmak şarttır. İslâm Birliği, ancak bu yoldan gidilmek suretiyle gerçekleşebilir. Şiirlerinde, İstiklâl Savaşı'nın sonuna kadar, aralıksız olarak, hep bu tema üzerinde durur.”7

     

    “Türkiye'deki milliyetçilik hareketi de, I. Dünya Savaşı yıllarında zaman zaman İslâm Birliği'ni desteklemekle beraber, genellikle, ona muhalif kaldı. Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında imparatorluğun diğer Müslüman unsurları arasında da başlayan milliyetçilik hareketleri, bu savaşın sonunda gerçekleşerek, Âkif’i hayâl kırıklığına uğrattılar. Onun için en öldürücü darbe ise, Türkiye Cumhuriyeti'nin tamamıyle lâik bir şekilde kurulması oldu. Halbuki, "İslâm dünyasının son dayanağı" olan Türkiye, idealist Akif in de son ümidi idi. Bundan sonra şair, günden güne korkunç bir şekilde büyüyen bir psikolojik çöküntüye düşer ve, bu ruh hali içinde, edebî hayatının dördüncü ve sonuncu dönemine girer. Çok verimsiz olan bu dönemde şair, kendisini zaman zaman sarsan psikolojik krizler arasında, bazen mizahî şiirler bile yazar.”8

     

    “Siyasî bakımdan "ümmetçi" olmasına karşılık, duyguları bakımından "halkçı" ve "milliyetçi" olan Akif, bu şahsiyeti ile, edebî hayatının ikinci ve üçüncü dönemlerinde, Mehmet Emin Yurdakul gibi, karşımıza tam anlamıyle "sosyal hizmet yanlısı" bir şair olarak çıkar. Onun sanatını sosyal hizmete vermesinde, elbette ki edebiyat anlayışının da hissesi büyüktür. Gerçekten, ona göre edebiyat, "halkın manevî ve ahlâkî eğitiminde en çok tesiri olabilen müessese"dir. Bu bakımdan, "sanat için sanat" yapmak yersizdir. Yine Akif e göre, "her edebiyatın vatanı vardır, her edebiyat mahallîdir" ve "her memleketin büyük halk kütlesine" hitab eder. İslâm dünyasının geri kalış sebeblerinden biri de, İslâm ülkelerindeki edebiyatların halka değil, sadece aydınlara hitab etmesidir. Halk için ve halkın hayatını veren bir edebiyat yaratmak, Akif'in edebî eserinin en kalın çizgisidir.”9

     

    -----------

    Kaynakça:

     

    (^) El- Medhal, Dr. Abdulkadir Zeydan’ın İslam Hukuku üzerine yazmış olduğu bir kitap. Özellikle Mecelle’deki şer-i kaideleri kısa ve öz bahislerle izah etmesiyle meşhurdur.

    Mehmet Âkif "Sanatı ve Düşünceleri" ( M. Ertuğrul DÜZDAĞ

    (*)Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1995.

    (1)Mehmet Kaplan (Şiir Tahlilleri, Dergah Yayınları, s.174-177)

    (2) Mehmet Akif Tarikatçı’mıydı? (Makale) Yrd.Doç.Dr. Ahmet Vehbi Ecer E.Ü. Emekli Öğretim Üyesi

    (3) A.g.e.

    (4) A.g.e

    (5) A.g.e

    (6) A.g.e

    (7) Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1995.

    (8) A.g.e

    (9) A.g.e

    (**)(Kızılelma, 1947, sayı: 9)

    (***)Hece Dergisi Türk Şiiri Özel Sayısı, Abdurrahim Karadeniz

     

    Mustafa Burak Sezer / Aralık-2006 / İslamabad

     

    kyn: http://mustafaburaksezer.blogspot.com/sear...l/Ele%C5%9Ftiri


  5. Cubbeli Ahmet hocayi ne tanirim nede cemaatine mensubumdur, yanliz, yigidi oldur hakkini yeme, kendisi bu zamanda zor bulunan ehli sunnet itikadina mensubdur ve Yasar Nuri Ozturk gibi sapiklari hic taviz vermeden tenkit edebiliyor. Kendi videolarini izledikce kendisi bende iyi bir intiba birakiyor. Cok sempatik biri.

     

    Cesur bir ehli sünnet alimi.


  6. HAKSÖZ VE ASIM ÖZ'E YANIT-HAKARETLERİNİZ NECİP FAZIL'A SÖKMEZ!

     

     

    Haksöz Dergisi internet sitesinde Asım Öz ismini taşıyan bir yazar "Necip Fazıl'ın Türkiye'nin Manzarası adını taşıyan eseri onun kişiliğini ve düşünce dünyasını anlamak için oldukça önemli bir eserdir. " diyerek giriş yaptığı yazısında Necip Fazıl'ı kendisince değerlendirerek yakın olduğu görüşte ki bazı yazarlara da toz kondurmayarak güya Necip Fazıl'ı karalamak ve eleştirmek adına giriştiği kavgasını kendi düşüncesi parelelinde yorarak Efganici,Hayrettin Karaman'cı,ve İbni Tevmiyyeci ve Muhammed Abduh'cu görüşlerini sıralamış ...Kendince Necip Fazıl gibi büyük bir mütefekkir'i küçültmüş!

     

    Türkiye'de yukarıda saydığımız isimleri yaşadığı dönem içerisinde yerden yere vuran ve belkide Anadolu'da tek yerli düşünce ve Fikir üstadı olan Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl karşısında KURU AKILCILARI üstün gösterme çabasına düşen Asım Öz isimli adam yazarlığını gerçek bir Fikir Adamı ve Mütefekkir olan Üstad'ı karalayarak sürdürmek istemiş..

     

    HAKSÖZ VE ASIM ÖZ'ÜN BÜYÜK DOĞU DÜŞMALIĞI NEDEN?

     

    "Ufuksuz Yaklaşımlar" başlığı altında güya " İslamı olanı eksiksiz ve bidatsiz hatırlatmaya çalışan isimler karşısındaki bu öfke gerçekten anlaşılır gibi değildir. diyen Asım Öz isimli şahsiyet Necip Fazıl'ın bu şahıslara karşı olan öfkesinin sebebini bildiğinden olsa gerek asıl Bidatleri İslamın içerisine sokan ve Üstadın tabiri ile İslamı reforme etmeye çalışan bu güruhun da borazanlığını yapmadan duramamış.

     

    "Kitabın ilerleyen sayfalarında Necip Fazıl günümüzün özellikle Türkiye dışındaki İslam mütefekkirlerini hem anlayış hem de yerli olmamak bakımından yani "kökü dışarıda"lık perspektifinden eleştiri konusu etmektedir. Tabii burada onun öfkesine neden olan sebeplerden biri kendine dönen ilginin azalmaya yüz tutmasıdır. Bundan dolayı tek partili yıllarda ortaya koyduğu mücadeleyi hatırlatır Necip Fazıl."

     

    Bu tespitte Asım Öz 'den..

     

    İşte kuru akıl'cılık denen şeye tamda örnek teşkil edecek bir tespit.. Kuru akılcıların borazanlığını yapayım derken onlar gibi Necip Fazıl'ı karalamak adına giriştiği bu yolda iddia ettiği şey aslında Üstad'ı Şöhret düşkünü olarak göstermek .Güya Asım Öze' göre Necip Fazıl Kısakürek kendine karşı azalan ilgiyi arttırmak için mücadele verdi!

     

    İsmi Asım Öz olan şahsiyete Necip Fazıl'ca cevap vermek isterdik ancak ona olan saygı ve hürmetimizden ötürü biz Asım Öz'ün güya değerlendirmesini yaptığı Türkiye'nin Manzarası isimli eserden direk olarak alıntıladığımız satırlarla kendisine cevap vermek istiyoruz...

     

    Belki bu yazıyı okuduktan sonra sizlerde bu güruh'un Büyük Doğu'ya olan husumetlerini daha iyi anlrsınız..

     

    "Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.

     

    Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor. Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir. Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir. Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.

     

    Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!

     

    Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:

    “- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”

    Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…

     

    “- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”

     

    Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.

    Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…" (Türkiye’nin Manzarası )

     

    Sayın Asım Öz, bitmedi daha yeni başladık....

    Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek'e karşı hakaret üstüne hakaret içeren bu yazı'dan alıntıladığımız aşağıda ki satırlarla devam edelim...

     

    "Büyük sanatkâr "itikat jandarmalığı"nı da yedekte tutan büyük alimliği elden bırakmak istemiyor ama hem anlayışı hem de üslubu oldukça sorunlu. "

     

    Necip Fazıl bir Uslüp dehasıdır.Onun Uslübunu sorunlu olarak nitelemek ise Asım Öz gibi birisinin üzerine vazife hiç değildir.Necip Fazıl Kısakürek'in Kitabını değerlendirmek adına bu gibi bir hakaret yazısının altına imza atmak cüretkarlığını sergileyen Asım Öz ve Haksöz Dergisi'nin daha önce de bazı yazılar ve toplantılar düzenleyerek giriştiği Necip Fazıl Düşmanlığı'nı anlamak için yukarıda da belirttiğimiz gibi Ehli Sünnet ve Tasavvuf düşmanlığına dayanan bazı görüş ve düşüncelerin içerisinde aramak en doğrusu olacaktır..

     

    Necip Fazıl'ın'da İbni Teymiyye'ye hitaben söylediği şeyler başta Asım Öz gibi onun savunucularını Necip Fazıl'a karşı karalama kampanyasına itmiş gözüküyor..Necip Fazıl,Doğru Yol'un Sapık Kolları isimli eserinde ise İbni Teymiyye'cilere öyle bir cevap vermektedir ki; bu uslüp ve hitabet ustası olan Necip Fazıl'ın Fikirde ve kavgada da hem yaşadığı dönemde ki üstünlüğüne hem'de bugünlere uzayan mücadelesinde devam ettirilen bir üstünlük ve hakikatlerin de göstergesidir. Aslında söze gerek yok Üstad'a kulak verelim;

     

    "Kur’an ve Hadisin zahirine göre itikat ve amel etmek ve bu iki emir kutbunun hakikatine erme yolunda ne «İcma», ne de «Kıyas» gibi hiçbir vasıta tanımamak, maverai her anlayış ve görüşü dibinden kazımak ve böylece başta Kur’an ve Hadis bulunmak üzere topyekün kainatı elden çıkarmak ve ebedi helake yol açmak metodundaki bu adam, birkaç cilt içinde serptiği zehirli tohumların, nihayet bir devlet ve maddecilik dünyasına uygun bir zihniyet ağacı haline gelmesinden başlıca sorumludur.

     

    «Arınma Çağında İslam»ın da, içten başlıca bozguncusu olarak tam bir teşrih ve tahlile tabi tutulması gereken habaset merkezi…

    * *****

    “- İbn-i Teymiyeye, dini içinden zedeleyen kâfir…”

    Bu sözü, ben söylemiyorum; “Altun Silsile”nin 33′üncü halkası, 14′üncü Hicrî ve 20′nci Milâdî Asrın « irşad kutbu » söylüyor.(doğru yol'un sapık kolları)

     

    Yazının başlığı bile ilginç "Türkiye'nin Manzarasında İslami Perspektif Sorunu"

    İslami bir perspektifle meseleleri ele almak tabirini bile Türkiye'ye sokan şahıs olan Necip Fazıl'dır.Ve onun yazdığı bir Kitaba eleştiri getirirken bile İslama bakış açısı dışarılara dayanan ve İslamı reform etmeye çalışanların bir perspektiften bahsetmeleri kadar ilginç ve bir o kadarda şaklabanca bir yazı kaleme almaları gerçekten düşündürücüdür.Necip Fazıl ve Büyük Doğu'nun İslami Perspektif sorunu olduğunu iddia eden yazar başlığı'da kılıfına uydurmuş!

     

    Büyük Doğu'nun ve Onun Mimarı olan Necip Fazıl'ın bu sistem zabıtalarınca yaşadığı dönem içerisinde yıllarca zindanlarda doldurduğu hayatı görmeyip ve onu sadece aynen mevcut sistem gibi Şair ve yazar sıfatı ile değerlendirmeleri'de oldukça düşündürücüdür.

     

    Peki Haksöz ve Asım Öz'ün anlayamadığı ve hakaretlerle karalamaya çalıştığı Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su nedir?

     

    "Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…"(ideolocya örgüsü) devamı>>>

     

    Asım Öz' e tavsiyemiz Üstad'ı eleştiriken içerisinde bulunduğun kuru akılcı fikirsizler girdabını ve İslam'ın emir Subayını unutma.Büyük Doğu ve Mimarının mücadelesi geçmişte olduğu gibi bugünde birtakım kuru akılcılarin ehli sünnet ve Tasavvuf düşmanlarının hedefindedir.Bunun bilincinde olan Büyük Doğu gençleri ile bu mücadele devam ediyor. Allah demenin bile yasak olduğu bir dönemde (Büyük Doğu) da çıkan hadis meali şöyleydi: “-Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” Durduğumuz saf'ın bizler farkındayız herkes de farkında olsun ...

     

    Asım Öz ve Haksöz'de Farkında olsun!

     

    O hakaret ve aşağılamalarınız gerçekten Necip Fazıl'a sökmez.Çünkü o verdiği her cevabı ile tarihe geçmiş büyük ve gerçek sanatkardır.Tıpkı üniversite toplantısında soru soran bir profesöre sarfettiği şu cümleler gibi"BENİM GEÇMİŞİM BİR ÇÖPLÜKTÜR VE ÇÖPLÜKLERİ SADECE KÖPEKLER KURCALAR"

     

    Necip Fazıl Ölmedi kavgamızda yaşıyor!

     

    Bizler elimizden geldiğince ve dilimizin döndüğünce meseleyi değerlendirdik. .Necip Fazıl hayatta olup'ta cevap verse idi, bu yazar ve bağlı olduğu medya gurubu eleştiri ve hakaret nedir daha iyi anlardı.Bu yazının linkini aşağıda vereceğiz bizden daha iyi bir cevap vermek isteyen birileri varsa buyrsunlar yazıyı okusunlar...Yorum yazsınlar ....Haksöz Dergisi İnternt Sitesi Editörü müsade ederse belki yayınlarlar!

     

     

    http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=9209

     

    kaynak: www.anadoluhaber.blogcu.com


  7. Şu paragraf,çok hoşuma gitmişti:

     

    ‘…en derin merhamet içinde en keskin şiddet…Başlıca ahlaki vasıf…En derin merhamet içinde en keskin şiddet…Bu tezat hali değil mi?Değil!...Sağlı ve sollu sanatlar…Serçe öksürürken ağlayacağız!Ağlamayı o kadar seveceğiz!...Fakat düşmanımızı imhada da,karşımızda kellelerden ehramlar yükselse titremeyeceğiz ve sigaramızı tüttüreceğiz!Şiddet ve merhamet bir arada…

     

    Cerrahın neşteri !


  8. Bu yazının Çerçeve serisinde bulunmaması üzerine yazının külliyat mahiyetinden çıkartılmış olduğu tahmininde bulundum barani kardeş, Üstadın daha önceki bazı yazılarını çıkardığı gerçeğine binaen. Kaynağım şudur budur demedim. Siz de sorduğum soruların hiç birine cevap vermiyorsunuz. Kendinize göre kafanızda bir kalıba dökülen Üstad profiline uyduğu için yazıyı beğeniyorsunuz. Yazıyı bu başlığa ekleme gayenizi kısa da olsa açıklamıyorsunuz. Ne diyelim. Canınız sağolsun. Bu yazı Üstad külliyatında değildir. Ruhu şad olsun.

     

    Mesele aslında şu:

     

    Nasıl ki sol'un, sağın, liberalin, muhafaakarın,milliyetçinin Atatürk'ü farklı ise;

     

    Karakoç'un, İbda'nın , Ülkücü'nün, Milli Görüşçü'nun , demokrat (demirel) partinin, T.Erdoğan'ın ve hatta Gül'ün Üstad'ı farklıdır.


  9. Sayın Metafor ;

     

    Gerçekleri değil, inanmak istediklerinizi yazıyorsunuz.

     

    Önce bu yazı tashih edilerek çıkartıldı dediniz kaynaksız. Şimdi de üstad'ın fikriyatı böyle değil diyorsunuz.

     

    Bu yazı 1968 yılı Aralık ayında İsrailli Komandoların yaptığı eyleme Üstad'ın verdiği cevaptır.

     

    "üstad'a yakışmayan bir yazı" diyorsanız o başka...

     

    Ben'ce tam üstadıma göre bir yazı.Ruhu şad olsun.


  10. ...

    Üstad, Büyük Doğu Yayınevi'ni kurduktan sonra kitaplarını yeniden tashih etti. Bu yazıyı Toker Yayınlarından çıkan 1001 Çerçeve'de yayımlamış olsa bile, BD'den çıkan kitaplarında bulunmuyor. BD'nin 1996 yılında basması da önemli değil, Üstad hayatta iken bu tashihi yapmıştır.

    ...

     

    Üstad'ın BD yayıevini kurduktan sonra çerçeve 4 'ü tashih ederken (ettiyse!) mezkur yazıyı çıkardığının kaynağı nedir ? Böyle bir ifadesi var mıdır? Zan ile mi konuşuyorsunuz, öyle mi umuyorsunuz ? BD yayınevince 1996 da yeniden basılmış ve söylediğinize göre ( ben anımsamıyorum) yeni basımda yok imiş. Olabilir, ama sizin iddianızın da kaynağı yok...

     

    Birisi de şunu diyebilir kaynaksız olarak: üstadın mezkur yazısı 1996 yılındaki basımda BD yayınevi editörü tarafından çıkarılmıştır.BD yi masum mu kabul edelim ?


  11. 1001 Çerçeve-4 / N.Fazıl Kısakürek; Toker Yay., 1969

     

    Görüldüğü üzere BD yayınları değil.

     

    Elinde olan bir arkadaş çerçeve 4 ü inceleyip baksın ve bizleri de bilgilendirsin.

     

    Ben BD dışındaki yayınevlerine de itibar ederim.BD'yi de mutlak doğru kabul etmem.

     

    Buna rağmen BD yayınevinin Toker yayınevini ilk basım yayınevlerinden gösterdiği şu linki : http://www.buyukdogu.com.tr/eskizler.htm verebilirim. Bu linkte 52. kitap mezkur eserdir.1969 basım tarihlidir.

     

    BD yayıevi tarafından Çerçeve 4 , ilk defa 1996 yılında basılmıştır.


  12. Dinimizde şehadet eylemi diye bir saçmalık yok barani kardeş. Ha sen olduğunu kabul etmişsin o ayrı. Hangi ehli sünnet alimi, küfre karşı şahadet eylemi yapmak, kendini öldürmek caizdir demiş? Hangi mübarek insan cihad esnasında böyle bir yönteme başvurmuş? Ehli sünnete bağlı koskoca Osmanlı ne vakit düşmanları karşısında yeniçerilerine şehadet eylemi yaptırmış? Bana tutup da son devrin sapıklarına kanıp bu işi yapan cahilleri misal göstermeyiniz.

    Bir de Üstadımızı araya koymuşsunuz, aramızdaki farktan dem vurmuşsunuz. Üstadın kalemi ile yaptığı cihad, kendini ve masumları öldüren cahillerle kıyaslanamaz.

     

     

    Gözükara İsrail komandolarının Beyrut Hava Alanında gösterdikleri marifet malûm... "Marifet" kelimesini alay mânâsında kullandığımı sanmayınız! Hâdiseden Arap âlemi ve onun arkasında İslâm dünyası o kadar hicap duymak mevkiindedir ki, eğer elinden hiçbir şey gelemeyecekse, şu acı, yakıcı, eritici itirafta bulunsa yeridir:

     

    Yahudiler, baş düşmanı oldukları İslâm dininin hamle ve hareket icaplarına, bugün, Müslümanlardan veya müslüman geçinenlerden daha yakın bulunuyorlar!

     

    Birkaç gözükara, helikopterle havadan iniyor, sivil hava meydanındaki uçakları yakıyor, ortalığı talan ediyor, sonra basıp gidiyor da, ne orada, ne de sonra kendi topraklarında bir mukabele görebiliyor. Araplar, yahudileri, bir nevi teşkilâtından başka bir şey olmayan bir (konsey)e şikayet etmekle kalıyor; ve bu küstahların küstahı harekete karşı biricik tepki, gülünç bir teessüf edasiyle birkaç kuruşluk sadaka hakkının tasdikinden ileriye geçemiyor.

     

    Koca Arap, hatta İslâm âleminde birkaç fedaî yok mudur ki, içi dinamit dolu bir uçakla (pike) şeklinde İsrail'in başlıca hava üssüne çivi gibi saplansın ve yalınız oradaki uçakları değil, yüzlerce insanı da kendileriyle beraber havaya uçursun?

     

    Ya herrû, ya merrû!

     

    Ya gerçek müslüman olmayı bilmek, yahut hayat hakkına paydos demek...

     

    imza: NECİP FAZIL KISAKÜREK...


  13. Gözükara İsrail komandolarının Beyrut Hava Alanında gösterdikleri marifet malûm... "Marifet" kelimesini alay mânâsında kullandığımı sanmayınız! Hâdiseden Arap âlemi ve onun arkasında İslâm dünyası o kadar hicap duymak mevkiindedir ki, eğer elinden hiçbir şey gelemeyecekse, şu acı, yakıcı, eritici itirafta bulunsa yeridir:

     

    Yahudiler, baş düşmanı oldukları İslâm dininin hamle ve hareket icaplarına, bugün, Müslümanlardan veya müslüman geçinenlerden daha yakın bulunuyorlar!

     

    Birkaç gözükara, helikopterle havadan iniyor, sivil hava meydanındaki uçakları yakıyor, ortalığı talan ediyor, sonra basıp gidiyor da, ne orada, ne de sonra kendi topraklarında bir mukabele görebiliyor. Araplar, yahudileri, bir nevi teşkilâtından başka bir şey olmayan bir (konsey)e şikayet etmekle kalıyor; ve bu küstahların küstahı harekete karşı biricik tepki, gülünç bir teessüf edasiyle birkaç kuruşluk sadaka hakkının tasdikinden ileriye geçemiyor.

     

    Koca Arap, hatta İslâm âleminde birkaç fedaî yok mudur ki, içi dinamit dolu bir uçakla (pike) şeklinde İsrail'in başlıca hava üssüne çivi gibi saplansın ve yalınız oradaki uçakları değil, yüzlerce insanı da kendileriyle beraber havaya uçursun?

     

    Ya herrû, ya merrû!

     

    Ya gerçek müslüman olmayı bilmek, yahut hayat hakkına paydos demek...


  14. Büyük Doğu'nun Samimi Evladı Muzaffer Doğan'la Konuştuk

     

    FURKAN:İlk söz olarak

     

    MUZAFFER DOĞAN: Üstadı Fatiha okuyarak analım

     

    ADEME MAHKUM ETME TAVRI SONUÇ VERMEDİ VERMEZ

     

    F: Şuradan başlayalım. Son zamanlarda özellikle dillendirilmeye çalışılan bir şey var. Üstad ile Salih Mirzabeyoğlu arasındaki munasebet sonucu zuhur eden hadiseler var, kitaplarda yazılıp çiziliyor. Fakat birileri bundan hoşnut olmuyorlar , yokmuş gibi farzediyorlar, sizce bunun sebebi ne olabilir?

     

    MUZAFFER DOĞAN : Üstad 1940lı yıllardan başlayarak vefatına kadar mücadele verdi. Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanıdığı sene 1934. Üstad 1904 doğumlu olduğuna göre bir çok kitapta bir çok antolojide 1905 diye yazıyorlar ısrarla. Birilerinin ikaz etmelerine rağmen. Bizzat Üstad kendi hatıratında 1904lü olduğunu ısrarla söylemesine rağmen, ısrarla 1905 doğumlu olduğunu söylüyorlar. Halbuki Üstad 1904 doğumludur, Efendi Hazretlerini tanıdığı sene 1934 olduğuna göre, 30 yıl. Bunu da bir noktalamasında şöyle dile getiriyor biliyorsunuz.

    Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum.

    Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

    1934 de tanıyor Efenddi Hazretlerini ve hemen arkasından Örümcek Ağının yayınlandığı yıllar. Ben ve Ötesi, Kaldırımlar. Daha sonra Tohum piyesi , Ağaç dergisi 17. Sayısında kapanıyor biliyorsunuz. Asıl Büyük Doğu mücadelesi 1944 de başlıyor. 40 yıl mücadele veriyor Üstad. Bu 40 yılda dönem dönem Büyük Doğu Fikir kulüpleri hatta bir ara Büyük Doğu Partisi kurulma arefesine gelinmiş. Ortalığın karışacağını bilen çevreler partiyi engellemişler. Üstad tabi dönem dönem, Büyük Doğu Fikir Mektebi, Edebiyat Mektebi olarak, bir çok insan yetiştirdi. 70li yıllarda Salih Mirzabeyoğlu ile yakın temasta oldu Üstad. Raporlar çıkıyordu biliyorsunuz. Ben, Salih Mirzabeyoğlunu o Raporlarda tanıdım. O günlerde Raporlar, Gölge, Akıncı Güç çıkıyordu. Önce Gölgede ve Akıncı Güçde ismini tanıdığım Salih Mirzabeyoğlu ile, daha sonra yüz yüze Büyük Doğu da karşılaştık ve kısa bir süre selamlaştık, hal hatır sorduk. Fakat daha sonra kitapları peş peşe geldi. Üstadı 40 yıllık mücadele safhasında kanaatime göre en iyi anlayan, yorumlayan insan Salih Mirzabeyoğludur. Bu münasebeti yok saymak ahmaklık olur. Zaten ortada olan bir şeyi inkar mümkün değil.

     

    F: Peki, sizin gibi bir çok insanın şahitliği olmasına rağmen. Her şeyden önce eserler de ortada. Bir şey söylemeye gerek kalmamasına rağmen, piyasada alttan alttan işlenmeye çalışılıyor. Hatta biraz daha ileri gidersek , Büyük Doğu yayınlarının başındaki insanlar bile, duyduğumuz kadarıyla, iftira etmiş olmayalım ama bunu dillendirmeye çalışıyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Büyük Doğudaki insanlarla geçmişte benim çok temasım oldu. Üstadın oğulları Mehmet Kısakürek, rahmetli Ömer Kısakürek, ve Osmanla. Benim görüştüğüm sıralarda Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili herhangi bir menfi sözlerine şahit olmadım. Daha sonrada zaten ben Belediye Başkanlığı yaptım Bahçelievlerde . O sıralar, şimdi burada söz konusu etmeyeceğim sebepten dolayı münasebetimiz limonileşti. O gün bu gündür Büyük Doğu yayınlarını uzaktan takip ediyorum. Kendileriyle temasım yok. Böyle bir ifadeleri var mı bilmiyorum ama Cağaloğlu piyasasında Salih Mirzabeyoğlu ile Üstadın ilişkisi olmadığı yönünde ahmakça ifadelere rastlıyorum, gülüp geçiyorum. Üzerinde durmaya değmez. İBDA külliyatı ortada. Bu kitaplara doğrudan bakıldığı takdirde, Salih Mirzabeyoğlunun mağruf tabir ile Knın Üstad ile münasebeti ortadadır. İnkar edenler kendilerini inkar etmiş olurlar.

     

    F. Bunu şunun için sorma gereği duydum. Tabi aslında eserler ortada olduğuna göre bu mevzuya girmek bile abesle iştigal ama, dergimize gelen maillerde bizden şöyle bir talepte bulunuluyor. İnsanlar bu münasebetin olduğuna dair bir şey anlatılmadığı için soru soruyorlarmış kendilerine, böyle bir şey yok nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz diye.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Kime soruyorlarmış?

     

    F: Bize mail gönderenlere. Bu tür mailler aldığımız için demek ki bir yerlerde bu iş fazlasıyla kurcalanıyor gibi geldi bize. Onun için bu soruyu sorma gereği duydum. Yoksa ne sizin, ne bizim için böyle bir sorunun mahiyeti çok önemli değil.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Sağlığında Üstad ile Salih Mirzabeyoğlu nun görüştüğüne biz şahidiz ve bir çok kişi şahit. 12 Eylül ihtilali öncesinde ilişkilerinin çok sıkı olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Farzedelim ki Üstadın sağlığında hiç görüşmediler Üstad öldükten sonra!.. Üstad sıradan bir fikir adamı değil kİ; dünya çapında. Üç yüz, dört yüz yılda bir gelecek bir fikir adamı . Diyelim ki, sonradan Üstadın eserlerini okudu Salih Mirzabeyoğlu. Kendisi de dünya çapında bir fikir adamı. Diyelim ki böyle bir temas kurdu ve bu fikir örgüsünü bunun üzerine bina etti olamaz mı? Kaldı ki sağlığında beraberdiler.

    Sağlığında İBDA Külliyatından çıkan eserlerin bir kısmını da Üstad gördü, takdir etti. Takdir ettiğine dair el yazısı var, biz el yazısını biliyoruz Üstadın. Birileri uydurmuş olamaz. Dolayısıyla, bilindiği gibi tarihteki büyük filozoflardan Eflatun ile Sokrat arasında bir münasebet var.

    F: Üstad da onu misal veriyor; Biz Sokrata nisbetle Eflatun gibiyiz, diyor İBDA Mimarına.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Dolayısıyla günümüzde iyi veya kötü niyetle bu münasebeti yok sayanlara baktığımızda, yine kendimizde aramalıyız eksiği diyorum. Demek ki biz anlatamamışız bu münasebeti . Bize gayret düşüyor.

     

    BAŞBAKAN ERDOĞAN İDEOLOCYA ÖRGÜSÜNÜ OKUDU MU?

     

    F: Salih Mirzabeyoğlunun şahsında Yaşayan Necip Fazıl, İBDAnın bünyesinde Yürüyen Büyük Doğu ; bu bir bedahet. Türkiyede fikir silsilesi içinde fevkalade bir kopukluk mu var ki bu münasebet anlaşılmıyor. Yoksa bazı artniyetlilerinde teşebbüsleri var mı?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Biliyorsunuz 1923 devrimlerinden sonra korkunç bir kuraklık baş gösterdi ve bu giderek derinlere işledi. Türkiyede ciddi ve sağlıklı bir fikir ortamından bahsedilemez. Bir başıbozukluk var. Dolayısıyla bu başıbozukluk arasında bir hay huydur gidiyor. Zaten Türkiyede ciddi anlamda okuma oranı düşük. İlk öğretiminden Üniversiteye 20 milyondan fazla öğrencisi var Türkiyenin. Bu, Bulgaristan ve Yunanistanın genel nüfusundan daha fazla. 75 milyondan daha fazla nüfusu olan bir ülke. 1970de Nevşehir lisesini bitirdim. Ben o yıllarda ciddi kitap okumaya başlamıştım. O günlerde aldığım kitaplara bakıyorum, dört bin beş bin kitap basılıyordu, o günün nüfusu 30 bin civarıydı. Şimdi iki katından fazla nüfusa sahip Türkiye ama, şimdi ciddi yayınevleri ciddi kitapları bin adet basıyor. Demek ki, Türkiyede medya ve internet ağı yaygın. Ama ciddi okuma yok. Günübirlik , iki günde hazırlanan çerez kabilinden kitaplar çıkıyor. İşte onlardan da böyle bir ortam doğar. Tabi Üstadı okuyup anlamak her babayiğidin harcı değil. Ve bir o kadarda Salih Mirzabeyoğlunun külliyatını . Üstadı seven belki milyonlarca insan var. Bir çok şehirde Necip Fazıl kültür evleri var ama, onu hakikatiyle anlayan kaç kişi var. Acizane ifade etmiş olayım; ilk defa üstadımız adına kültür evi açmak bana nasip oldu. Sonra Türkiyenin bir çok ilçesinde

     

    F: Öncü siz oldunuz yani!

     

    MUZAFFER DOĞAN: Bir çok kültür evi biliyorum, Üstadın adını taşıyan cadde, sokak, mahalle o kadar çok. Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ün eski Büyük Doğucu olduğu söyleniyor. Öylemidir değil midir ayrı vakıa, şimdi o konuya girmeyeceğim. Sayın Başbakan Erdoğanın da Büyük Doğucu olduğu söyleniyor. Hatta Üstadın şiirlerini ezbere okuduğunu ve kendi sesinden kaset doldurduğunu biliyoruz. İçişleri Bakanı Beşir Atalayın ve bir çok bakanın, işte Anayasa Başkanının Büyük Doğucu olduğu söyleniyor. Bu kadar Büyük Doğucu var da İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü kaç kişi okudu. Benim, Tayyip Erdoğanın ciddi anlamda İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü okuduğundan şüphem var açıkçası. Bu röportajın çıkacağı Furkan dergisi kendilerinin eline ulaşır mı bilmiyorum. Özellikle sizden istirham ediyorum. Sayın Başbakanın İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü okumuşsa bile anladığından şüpheliyim. Furkan dergisini kendisine postalayın, kendisi bizi tanır, bizde onu tanır severiz. Eğer fırsatı olur da bu röportajı okursa ne der ne düşünür bilmiyorum ama, ben harbi olarak söylüyorum, bu olgun ve dolgun yaşında bu kitabı okuyup anlayacağını umarak kendisinden tekrar okumasını istirham ediyorum. Sayın Cumhurbaşkanının okuduğunu biliyorum çünkü, Büyük Doğu Fikir Kulübü vardı Kayseride ve İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü ilk derli toplu hale sokan Kayseri Fikir Kulübüdür. Zannediyorum 69 yılında. Ama diyorum ki İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü , Üstadı sevenlerin içinde kaç kişi anlayarak okumuştur. Sakarya Türküsünü ezberlemek tamam; yedi-sekiz yaşında çocuklar çıkıyor televizyona okuyor papağan gibi; ezberletilmiş, belli ki babaları Büyük Doğucu. Fakat Sakaryayı anlayabilselerdi İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü anlamış olurlardı. Bizde, eski Büyük Doğucuların çoğu bugün, burayı tırnak içinde yamanızı istiyorum, aşkla şevkle Türkiyeyi Avrupa Birliğine sokmak için gecelerini gündüzlerine katıyorlar. Bu nasıl bir Büyük Doğuculuk, nasıl gerçek Müslümanlıktır. Dolayısıyla Türkiyede fikir ortamımız bu. İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnün açılımını sağlayan -burayı özellikle böyle yazmanızı istiyorum- MÜEBBET MAHKUMUMUZ K. Salih Mirzabeyoğlunun, Üstadın eserlerinin açılımı sayabileceğimiz kitaplarını okumamız, okutmamız elzemdir günümüzde. Aydınlar, münevverler bu kitaplara eğilmelidirler. Türkiyede kominizmi , marksizmi bir kurtuluş yolu zannediyorlardı. 90lı yıllarla beraber kominizm bitti. Türkiyedeki eski tüfek koministler ve sosyalistler bile kominizmden sosyalizmden bahsetmiyor. Dünyayı felakete sürükleyen Amerikan kapitalizmi de bitiyor. Demokrasi ise insanlara hiçbir Doğu İBDA ile ortaya konulmuştur. Birileri hasetliğinden fesatlığından , zihni tembellikten, bir takım insanlarda Üstad ve Üstadın yoluna, Salih Mirzabeyoğlu ve Salih Mirzabeyoğlunun yoluna düşmanlıklarından bu kitaplara sırt çeviriyorlar.

     

    NET KONUŞMAK LAZIM ÜRKÜTÜCÜ GELİYOR

     

    F: Bir kısmına değindiniz ama, yine de soracağım, daha da açılsın diye. Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; bunlar eski Büyük Doğucular, belki hala da kendilerini öyle addediyorlar; bilemiyoruz.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Hala Üstada olan muhabbetlerini biliyoruz biz kendilerinin.

     

    F: Bir çok kimse gibi Üstadı görmüş insanlardan biri de sizsiniz. Ve bir çok şeye şahit oldunuz. Aynı noktadan çıkış yapılmış olmasına rağmen sizin bazı insanlar gibi Salih Mirzabeyoğluna bırakın kıskançlık tavrı içinde bakmayı, tam tersi ne kadar hoşnutlukla baktığınızı görüyoruz

     

    MUZAFFER DOĞAN: Benim nazarımda, net bir şekilde söylüyorum; Salih Mirzabeyoğlu bir kahramandır. Hakikaten böyle çileli bir insanı yok saymak da, böyle büyük bir manaya ihanettir.

     

    F: Tam bu noktada şunu sormak istiyorum. Salih Mirzabeyoğluna, menfi tavırlar içinde bakanların asıl duyguları sizce nedir. Mesela Başbakan ve Cumhurbaşkanının Büyük Doğucu olmalarına rağmen, Üstadın Salih Mirzabeyoğlunu nasıl takdir makamına yükselttiğini bilmiş olmalarına rağmen hiç dönüp bakmamaları, yokmuş gibi davranmalarının sebebi nedir sizce?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Genel olarak söylüyorum. Resmi makam işgal edenlerin bu tavırları arkasında şunun yattığını düşünüyorum; Üstadın ve ona bağlı olarak Salih Mirzabeyoğlunun adının korkutucu gelmesi Net konuşmak lazım ürkütücü geliyor. Ben Salih Mirzabeyoğlu gibi soylu bir kafaya çileli bir mütefekkire , haksız yere müebbet hapse mahkum edilen birine onların bigane kalacağını düşünmek istemiyorum; kalmamalılar. Fakat işler farklı yürüyor, mesela birkaç sene önce Taksim Kültür Evinde Üstadın 100. Anma günü yapıldı. Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Dışişleri Bakanı idi. Başbakan geldi, o zaman Kültür Bakanı Erkan Mumcu vardı. Kültür Bakanlığı da çok ciddi güzel bir kitap çıkarmıştı, bu kitabın tanıtımı oldu. Başbakan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Erkan Mumcu Kültür Bakanı olarak konuşma yaptı ve Üstadı anma gününde ister istemez Nazım Hikmetten de bahsedildi.

     

    F: Bunun sebebi nedir?

     

    M: Sanki Nazım Hikmetten bahsedilince Üstad arada meşrulaşacakmış gibi; böyle bir çekingenlik. Üstad sistemle 40 yıl kavga etmiş bir adam. Üstad tek kelime ile pazarlıksız Müslüman. Eserlerinde anlatıyor; kendisine ya Büyük Doğuyu terk et ya da Üniversitede hocalığı, diye bir ihtarname geliyor Milli Eğitim Bakanlığı imzası ile. Üstadda ne diyor biliyorsunuz. Elli kişilik üniversite anfisindense vatan çapında hocalığa dönüyorum, diyor. Dünya çapında destanlık bir mücadele bu. Ben Bahçelievler Belediye Başkanı olduğum 92-94 yılları arasında Bahçelievlerde bir kültür merkezine Üstadımızın adını koyduğumuzda Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan aynen şunları dedi. Bu adam eski MHPli bu adamın üstüne neden bu kadar düşüyorsun. Sonra kendisi Büyük Şehir Belediye Başkanı oldu. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Üstad ile ilgili bir gün düzenledi. Bende davet edildim. Tayyip Bey ile yan yana oturduk. Aynen kendisine şöyle dedim; Tayyip Bey, Üstad MHPli idi siz Büyük Şehir Başkanı olarak burada gün düzenliyorsunuz, bu çelişkiyi anlayamadım. Aynen şöyle dedi; ya oraları karıştırma. Bu röportajı okursa hatırlayacaktır. İki üç dönem Bağcılar Belediye Başkanlığı yapan Feyzullah Kıyıklık da aynısını dedi. Ya Necip Fazıl da ne buluyorsun, üstüne niye bu kadar düşüyorsun, dedi bana. Anlaşılıyor ki bunlar Üstadı okumamış. Ben onlara dedim ki, Üstad geçmişte Milli Selamet Partili olmadı hiç. MHPnin mitinglerine çıktı ama hiç MHPli olmadı. Üstad zaten, Geldi gerçek parti, partiyi batırdı dibe, diyor. Üstad gibi bir insan partilerin dar sınırlarına sığacak bir insan mıdır , dedim. Tabii iyi niyetli olanların bir kısmı da Üstadın isminden korkuyorlar. Üstadı seviyorum demek yürek ister. Üstadı seviyorum dediğiniz andan itibaren bir çok kapı size kapanıyor. Millet Vekilliği kapısı kapanabilir, Belediye Başkanlığı kapısı kapanabilir. Üstad antidemokrat, antikemalist bir adam. Kemalizmle Türkiyede ilk ciddi ve tutarlı hesaplaşmanın Üstaddan başka ekolünü bilmiyorum. Said-i Nursiden belki bahsedilebilir ama o avami planda ve çok farklı onun mücadelesi. Entelektüel çapta ve sistem teklif ederek; İslamı İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ ile bir hayat tarzı olarak sunarak Doğu değil Büyük Doğu diyerek Batının karşısına dikiliyor. İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ dünyada belki de sistem teklif eden tek kitap. Birilerine çok abartılı gelebilir bu, okuyunca görürler. Okusunlar bizi çağırsınlar biz kendileriyle tartışalım konuşalım. Bir grup Üstadın isminin duyulmasıyla kapıların kapanacağından korkuyor. Bir kısım da haset edenler. Üstadın büyüklüğünü hayli bilen var ama değişik yerlerden gıdalanmışlardır, bu gayet tabiidir. Bağlı oldukları yerler olabilir, bir tarikat büyüğü ki, tarikat büyüğünün böyle bir şeyi olmaz çünkü tarzı o değil. Ben çok haset eden bilirim, burada isimlerine girsem şaşarsınız, gerek yok. Okuyucunun idrakine bırakıyorum bu kıyaslamaları. Bir de düşmanları var. Ben marksizmin düşmanıyım kemalizmin düşmanıyım ama NUTUKu on kere okudum. Mustafa Kemalin ve kemalizmin düşmanıyım, bunu aynen böyle yazabilirsiniz. Ama bir kemalistten daha iyi biliyorum kemalizmi. NUTUKu hem Osmanlıcasından hem Latinize edilmiş şeklinden okudum. Bir çok bölümlerinin de çıkarıldığını gördüm. Şimdi bunu niye söylüyorum, biz kemalizmi sevmediğimiz ve onu bir dünya görüşü olarak görmediğimiz halde, bunu tırnak içinde söylüyorum, adeta onların Kuranı olan bu kitabı bir çok kemalist okumamıştır. Ben okudum. Kemalistler İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnü okumamışlardır. Üstad mealen; bir fikre ve fikrin öncüsüne düşman olabilirsiniz ama ben Marksı okudum, Engelsi okudum, Lenini okudum, Batıda bir çok felsefecinin mübdilerini okudum. Ben Batıya karşı çıkıyorsam onların önde gelen fikir adamlarını bilmem lazım, diyor. Fikir haysiyeti bunu gerektiriyor. Ben de diyorum ki İslam görüşüne , Üstada ve onun en iyi yorumcusu Salih Mirzabeyoğluna karşı çıkanlar, Üstadın ve Salih Mirzabeyoğlunun kitaplarını iyi okumalılar; muhalefet edebilmeleri için.

     

    TESTİNİN İÇİNDE NE VAR?

     

    F: Tam yeri geldi yine sorayım. Şu an ki hükümetin bakanlarından birisi Furkan dergisi Genel Yayın Yönetmeni Saadettin Ustaosmanoğluna selam gönderiyor, bir ihtiyaçları var mı, diye soruyor.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Sağolsun.

     

    F: Biz de dedik ki kendilerine; bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Fakat şu anda cezaevinde kendisine Zihin Kontrolü tatbik edilen Büyük Doğu İBDAnın mimarı Salih Mirzabeyoğlu var. Eğer bir iyilik yapmak istiyorlarsa ellerinden geleni yapsınlar. Hiçbir sonuç doğmadı tabi. Sormak istediğim şu; ellerinde mevcut olan bir takım imkanları sağcısı, solcusu , milliyetçisi her zaman kullanır. İktidarın böyle bir nimeti var. Bunlar Üstadı açıktan methedemezler makam mevki itibarıyla . Salih Mirzabeyoğlunu hiç edemezler, o ayrı bir cesaret işi, fakat ellerinde imkan var ve hukuki olarak müdahale etme görevleri de var. Çünkü bir iddia var. Kendisine zihin kontrolü yapıldığına dair.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Zulüm tatbik ediyorlar.

     

    F: En azından; yahu nedir burada söylenenler diye hukuken de müdahale edebilirler. Fakat hiçbir şey yapmıyorlar. Bu kavle göre bu insanlar samimi mi değiller veya kalben düşmanlıkları uç noktaya gitmiş de dışarıya mı hissettirmiyorlar. Niye böyle yapıyorlar biz anlayamıyoruz tabii ki. Bunu siz neye yoruyorsunuz?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Görüşüp konuşma imkanımız yok. Samimi olup olmadıklarını sadece Allah bilir. Bir testinin içinde ne varsa dışına o sızar, diye bilinen bir gerçek var. Temin ifade ettiğimiz gibi, Salih Mirzabeyoğluna bir zulüm tatbik ediliyor. Bundan ıstırap duyan yüz binler var. Salih Mirzabeyoğlu sıradan bir insan değil, yüz binlerce bağlısı var. Şimdilik ellerinden bir şey gelmiyor. Uzaktan gönülden dua ediliyor. Sona erdirilmesi gereken bir ıstırap var. Bu da dediğimiz gibi hükümete düşer. Adalet Bakanlığına düşer. Salih Mirzabeyoğlu hangi büyük cürmü işlemiş, bunu kamuoyu bilmeli. Eğer gerçekten suç işlemişse Salih Mirzabeyoğlu, bu bilinmeli. Bundan dolayı bu cezayı hak etti denmeli. Bi gayri hakkın içeride tutuluyor. 28 Şubat sürecindeki mahkemelerin durumu belli. Derhal bu zulme son verilmesi lazım. Türkiyeyi Avrupa Birliğine aşkla şevkle sokmak için çabalayan insanlar, hiç olmazsa Avrupa ülkelerindeki düşünce özgürlüğüne bir nazar etmeliler. Bir fikir adamı orada müebbet hapse mahkum edilmiş midir?

     

    F: Mümkün değil.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Dolayısıyla bunun üzerinde durmalı hükümet. Bu insan Müslüman bir insan, İslami hayat tarzı teklif ediyor. Tehdit değil, teklif ediyor. Salih Mirzabeyoğlunu hapiste tuttuklarında Türkiyenin hangi problemi çözülüyor. Salih Mirzabeyoğlunu salıverseler Türkiye ne zarar görecek. Bence Türkiyenin düşünce dünyasına katkıda bulunmuş olacaklar. Mesela Sarp Kuray sol hükümet olsaydı müebbet hapisle cezalandırılmazdı gibi geliyor bana. Veya daha önce cezalandırılmış olsaydı ve sol bir hükümet gelseydi Sarp Kurayı bir yolunu bulup çıkarırlardı. Benim aklıma Nazım Hikmet geliyor. Nazım Hikmet 1950 Demokrat Parti iktidarından önce Cumhuriyet Halk Partisi tek parti döneminde bir çok kere cezalandırılmış. Uzun yıllar mahkum edilmiş. Demokrat Partide de o dönemden kalan cezalarını yatarken o günün yazar çizer takımı Mehmet Emin Yalmanında öncülüğüyle Nazım Hikmete özgürlük diye bir kampanya başlattılar. Biz çocuktuk tabi ki, sonraki araştırmalarımız bunu gösteriyor. Daha sonra Cumhurbaşkanı olacakken dövülüp İsviçreye kovulan Ali Fuat Başgil hoca bile Nazım Hikmetin hapisten çıkarılması için imza verebiliyor. Aradan 50 yıl geçmiş, Türkiye daha özgür olması gerekirken, fikrinden dolayı insanlar müebbet mahkum edilebiliyor. Türkiyedeki fikir namusuna sahip olanların da artık meydanlara çıkması lazım. Bu ülkede en çok zulmü Müslümanlar görüyor. Çıkıp haysiyetli bir şekilde bunun davasını gütmeliyiz. Salih Mirzabeyoğluna özgürlük bayrağını açmalıyız, diyorum ben. Efendice, haysiyetlice, müdellel bir şekilde. Sadece Müslümanların bu işi yapması gerekmiyor. Fikir haysiyeti taşıyan, hatta İslama inanmayan kimselerin de bu kampanyaya katılması sağlanabilmeli.

    F: Biz Furkan dergisi olarak Cumhurbaşkanına bir mektup yolladık. Dergimizde de yayınladık. Salih Mirzabeyoğluna yapılan işkencenin muhtevasına dair meseleyi anlattık. Oradan da hiç ses çıkmadı. Şimdi, bir Büyük Doğucu, yürüyen Büyük Doğu olarak kaim kaldığı için, fikir adamı haysiyetiyle dik durduğu için cezaevine atılıyor. Dönem arkadaşı Cumhurbaşkanı oluyor. Burada ellerinden bir şey gelir mi gelmez mi diye sormayacağım çünkü devletin başındalar. Buna rağmen en ufak değişiklik yok hadisenin muhtevasında.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Korkuyu üzerimizden atmalıyız. Bana göre bir korkudur bu. Tabulara dokunmalıyız. Kimse yirmi birinci yüz yılda tabuları sevmeye zorlanamaz. Dümdüz söyleyeyim; Mustafa Kemali sevmediği ve kemalizmi sevmediği için suçlandırılamaz. Artık Türkiye Büyük Doğucu bir insanın Cumhurbaşkanı olduğu bir dönem yaşıyor. Son beş yüz yılın yetiştirdiği büyük fikir adamı Necip Fazıl Kısakürekin ruhunu muazzeb etmek istemiyorlarsa, onun takipçisi Salih Mirzabeyoğlunun kangrenleşmiş bu meselesine el atmaları gerekir. Kimseden korkmasınlar arkalarında koca bir Türkiye var. Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık makamları kalıcı değil, onlar bunu en az bizim kadar iyi bilirler. Sayın Abdullah Gülü ve Sayın Erdoğanı yakından bilen biriyim. Ve Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahini, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçeği M. Ali Şahinin Gölge Dergisi, Akıncı Güç dergisi okuduğunu biliyoruz. Kimliklerini neden saklıyorlar. Ben Belediye Başkanı olduğum sırada, o zaman bu kadar güçlü de değildik. İktidarda başka dünya görüşlerinin mensupları da vardı. Kimseyle durup dururken kavga etme niyetiyle değil , gayet dostça inandığımızı efendice söylüyorduk. Kimse de bize bir şey yapmadı. Ben Cumhurbaşkanı olsaydım ilk işlerimden biri olarak görürdüm bunu. Bu ülkede Sayın Abdullah Gülden önce yedi seneyi geçmiş bir şekilde Cumhurbaşkanlığı yaptı Sayın A. Necdet Sezer. Dağda Türk askerine kurşun sıkan adamları, bir çok insanları katletmiş kişileri patır patır affetti değil mi. Kim ne dedi A. Necdet Sezere?

     

    AHMET NECDET SEZER KADAR CESUR OLMAK

     

    F: Yapılabiliyor demek ki. Peki şöyle bir şey olabilir mi. Başbakan iktidar olduk ama muktedir olamadık, dedi. Bu sebepten yapamıyor olabilirler mi?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Kuranda iktidardan da bahsedilir muktedirlikten de. Allah-u Teala insanlara hem iktidar veriyor hem muktedir kılıyor. Öyle bir makama getirmişse Allah onları, o makam onları zaten muktedir olmaya mecbur ediyor.

     

    F: Peki bu sözü niye söylemiş olabilir?

     

    MUZAFFER DOĞAN: Tevfik Fikretin Kelime-i Tevhid ile başlayan şiirler yazarken Mehmet Akif ile kavgalarını hatırlarsınız. Fikrim Tebdil-i Tebaiyyet ediyor, dedi. Ve ciddi bir değişim geçirdi. Bu insanlara bu gözle mi bakmak lazım. Bu gözle bakmak insafsızca olur diyorum. Başbakanın da, Cumhurbaşkanının da hanımlarının başları kapalı. Halbuki başörtülü insanlar üniversitelere giremiyor ama bu iki insan orada oturuyor, bu tezadı nasıl izah edecekler. Hanımlarının başını örtmesi şahsi meseleleridir saygı duyuyoruz, ama koca bir camianın kangrenleşmiş meselesine de bir neşter atmalılar. Cesaret gerekiyor. İktidar sahiplerinin muktedir olmasını bekliyoruz.

     

    F: A. Necdet Sezer kadar cesur olsunlar diyorsunuz.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Ondan daha cesur olmaları gerekiyor. Üç yüze yakın mahkumu yetkisini kullanarak bıraktı. Hatta biz Sarp Kurayı da çıkartmalarını istiyoruz. Ona da zulmediliyor. Hatta Cemalettin Kaplanın oğlu Metin Kaplana da aynı şekilde muamele ediliyor.

     

    F: O zaman şöyle noktalayalım. Cumhurbaşkanı , Başbakan ve Bakanlar bu meseleyi bir kez daha düşünmeliler.

     

    MUZAFFER DOĞAN: Temin iktidar ve muktedir olmaktan bahsettiniz ya. Bunlar eğer bunu başaramazlarsa, mahkeme kadıya mülk değil diye meşhur bir söz var biliyorsunuz. Bir nesil geliyor, zaman akıp gidiyor. İktidar kimseye baki değil. Üstad;

    Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,

    Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es

    diyordu, ta 1940lı yılların başında. Şimdi bir çok gedik açıldı. O gediklerden birileri girdi Cumhurbaşkanı oldu Başbakan oldu, Bakan oldu. Ülkenin yönetimini ele geçirdiler. O koltuklarda oturmak marifet değil. Üstad Türkiyeyi yüzlerce kere taradı Beklenen ve Özlenen Nesil diye konferanslar verdi, geceli gündüzlü. İki üç saat uyuduğunu Sayın Abdullah Gül iyi bilir. Çok yakınındaydı, çayını taşıdığını biz biliyoruz. Cumhurbaşkanı olacağı sıralarda Üstadın çaycısı diye karikatür çizildi. Aleyhte bazı yazarlar bunu dile getirdiler. Üstad gibi bir insanın tırnak içinde, çaycısı olmak bir şereftir. Ben de keşke öyle bir şerefe nail olabilseydim. Abdullah Gül kadar değil ama, Üstadın yanında ben de bulundum, ona hürmet ve hizmet etmeye çalıştım. Ama şunu biliyorum; Üstadı hiç görmemişte olabiliriz. Görmek ayrı bir nimettir ama, görememekte neticede takdir. Şunu biliyoruz ki; Üstad özlenen neslin bir takım vasıflarından bahsederdi. Mesela Büyük Zuhur diye bir yazı, Salih Mirzabeyoğlunun çıkardığı Akıncı Güç dergisinde iktibas edildi. Bu yazı şöyle bitiyor. Vasıflarını saydığı gençler için diyor ki; GELİYORLAR Evet o nesil geliyor. Eğer Abdullah Gülden beklediğimizi göremezsek. Üst derecedeki Bakanlardan beklediğini göremezse bu millet Yarın bu milletin içinden herhalde CHP değil şimdiki iktidardan daha muktedir iktidar sahibi kişiler gelir. Geleceğini umut ediyoruz. Onların vasıflarını şöyle çiziyordu Üstad; gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalpleri ceylan, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edaları şiir, diyalektikleri ipekten örgü; geliyorlar Geleceğiz geliyoruz. Biz geliriz bizden sonrakiler gelir. Resulüllah çıktı, Mekkeli müşrikler olmadık zulümlere başvurdular, o büyük akımı durduramadılar. Hazret-i Ömer Efendimiz geldi, Hazret-i Ebu Bekirden sonra. Hazret-i Ali efendimiz, Hazret-i Osman efendimiz, Ebu Zerr Gıfari Hazretleri; o sahabi ordusu geldi. Sonra İslam dalga dalga tüm dünyayı sardı. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vs. Yeni bir büyük zuhur gelecek; inanıyoruz. İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnün bir yerinde tamda bu konu ile alakalı bir kısım size nakletmek istiyorum. Ümitsizliğimiz diye bir yazı İDEOLOCYA ÖRGÜSÜnün sonlarına doğru iki yazı var peş peşe. Biri Ümidimiz sonrada Ümitsizliğimiz. Bildiğiniz gibi Müslüman tavrı beyn-el havf ve reca, korku ile ümit arasında olmak. İşte Üstad bu iki yazıda buna temas ediyor ve bir yerinde diyor ki; Müslüman ruhunun son haddiyle ümitsiz ve ümitliyiz. Her şeye rağmen tepesinde yapayalnız kaldığımız dağdan memlekete baktıkça ümitsiz, başımızı dipsiz maviliklere çevirip ilahi hikmetlere göz attıkça da ümitli. Ümidimizi de böylece bildiriyoruz, diyor Üstad. Demek ki memleket manzarasına bakıldığında bir zamanlar Büyük Doğudan gıdalandıklarını bildiğimiz insanların ataletine baktıkça biraz ümitsizliğe kapılıyor olsak da ümitliyiz. Kelimenin tam manasıyla ümitliyiz. Rabbimize sığınıyoruz ve Rabbim o güzel günleri bize gösterecek. Şimdi.. ümidimiz ve ümitsizliğimiz deyince, Üstadın Çerçevelerde bir Yol yazısı vardır Çok eskiden, 1940larda yazılmış bir yazı. Onun bir yerinde Üstad diyor ki; Yirminci asrın yol ortasında insanoğlu (Biz yirmi birinci yüz yıldayız dikkat ederseniz)batılla batıl arasında kaç nokta varsa hepsine birden bilet kesen, hepsine birden tren kaldıran cehennemi bir yol şebekesinin merkez istasyonundadır. Belki de yalnız Hakka giden hattır ki, işlememekte, üzerinde yorgun öküz arabaları dinlenmekte Şimdi yirmi birinci yüzyılın 2009 yılının Nisan ayının yirminci günündeyiz. Şimdi de dünyayı böyle farz edebiliriz. Yani, batılla batıl arası kaç nokta varsa hepsine birden bilet kesen, hepsine birden tren kaldıran , cehennemi bir yol şebekesinin merkez istasyonundayız. Belki de yalnız Hakka giden hattır ki, işlememekte, üzerinde yorgun öküz arabaları dinlenmekte. Bu öküz arabaları ne zaman hattan kalkacak da bu yorgunluğu bu ataleti üzerimizden atacağız. Ne zaman küheylan olacağız. Ne zaman o büyük zuhur yazısındaki gibi; imanları volkan, irfanları tarla diye ifade ettiği noktaya geleceğiz. İşte o zaman bu düğüm çözülecek!

    F: Birilerine duyurulur diyorsunuz.

     

    MUZAFFER DOĞAN. Birilerine ithaf olunur.

     

    F: Teşekkür ederiz.

     

    Furkan Dergisi


  15. DOĞU TÜRKİSTAN’I ÖZGÜRLEŞTİRMEK !

     

    yakuphan.jpg

     

     

     

    Şimdi AB-D rüyasından uyanıp gözlerimizi bu defa ışığın geldiği canibe, yani Doğu’ya çevirelim ve yıkıldı yıkılıyor denildiği bir çağda Osmanlı misyonunun Pasifik sahillerine nasıl dayandığına şahit olalım. Bakalım, çöken şey, Osmanlı mıdır? Yoksa bugün en üst düzeyde ziyaret edilen Çin işgali altında ki Doğu Türkistan’a Çin’in izin verdiği ölçülerde gerçekleşen ve Çin’e zarar vermeyen bir dış siyaseti gözeten batıcı bakış açısımıdır ?

     

     

     

    Türkiyenin Doğu Türkistan Politikası !

     

    Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bir milyar 300 milyon nüfusu ve hızla büyüyen ekonomisi ile dünyada yer edinmeye çalışan Çin Halk Cumhuriyeti'ne resmi bir ziyarette bulundu. Gül'ün Çin'deki en önemli durağı Uygur Türklerinin yaşadığı Çin işgali altında ki Doğu Türkistan ve bugünkü işgalciler tarafından belirlenmiş başkenti Urumçi oldu.Gül'ün,Uygur Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Çin’in Sincang yani (Kazanılmış Ülke) dediği yere yaptığı bu ziyaret, bir ilk olma özelliğini taşıyor.Yani Abdullah Gül, Türkiye'den bu bölgeye giden ilk cumhurbaşkanı.

     

    Şunu unutmamak gereklidir ki,Çin terminolojisinde terör eşittir Uygur’lardır.Ya da açıkçası ABD’nin 11 eylül hadisesinden sonra dünyaya yayılan ve İslami olan her şey, Çin tarafından da terör faaliyeti kapsamında değerlendirilmiştir.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dışişleri bakanı olarak daha önceden gerçekleştirdiği Çin ziyareti sırasında, Çinli yetkililer Türkiye’nin Tayvan (Tek Çin Politikası) ve Doğu Türkistan (Çin’in Toprak Bütünlüğü) meselesi üzerindeki tutumuna teşekkür etmiştir.Bu teşekkür elbette ki, Doğu Türkistanlı Müslüman Uygurların (terörist!) olarak Ecevit-Bahçeli koalisyonunda Çin ile gerçekleşen ikili anlaşmalarla belirlenmesi ile ilişkili olup kesinlikle iyi niyet göstergesi olarak sunulamaz.

    Velhasıl,bu anlaşmadan sonra yasal olarak faaliyetlerini sürdüren Türkiyede ki Doğu Türkistan dernekleri bile sıkı bir takibata uğramış ve Çin’in istediği şekilde terör kapsamında değerlendirilmiştir.Yani Ankara, Çin’in Doğu Türkistan hassasiyetine özen göstermiş ve gereken tedbirleri almıştır, ancak Pekin’i yinede rahat ettirememiştir.

    Doğu Türkistan siyasî faaliyetinin merkezi konumunda olması gereken Türkiye gerekli olan merkeziyetçilikten uzak olmasına rağmen Pekin’in Ankara’ya olan baskısı halen daha devam etmektedir.Cumhurbaşkanı düzeyinde gerçekleşen bu ziyaret esnasında bile Kaşgar veya Doğu Türkistan’ın Çin egemenliğinden uzak bölgeleri değil de Urimçi gibi Çin işgalinin bastırdığı ve egemen olduğu şehrin yine Çin tarafından seçilip Cumhurbaşkanına ziyaret ettirilmesi tesadüfi olamaz.Çin devletinin Doğu Türkistan siyasi çalışmalarının Almanya ve ABD gibi devletlerde yoğunlaşmasından değil Türkiye de bulunmasından oldukça fazla endişelenmesi bile Türkiye’nin Asya-İslam topraklarında ki stratejik konumunu anlatmaya yeterde artar.

     

    *********

     

    Açıkçası Türkiye’nin ne doğu ne de batı Türkistan’a yönelik tutarlı bir politika izlediği söylenemez.Yani Türkiye’nin net bir şekilde belirleyemediği politikasızlığı söz konusudur.Doğusu ve Batısı ile kaynayan bir kazanı andıran Türkistan bugün kurtuluşunu arıyor.Ve bu da her yönü ile din,dil ve ırk bazında tarihi bağlılıkları bulunan Türkiye liderliği ile olacak bir kurtuluşu işaret etmektedir.Bu bölgelere AB-D’ci değil,Müslüman-Türk gözü ile bakan siyasi iradenin bir bütün olarak Türkistan’ın birleşmesini sağlaması mutlaka gereklidir.Bu açıdan da Türkiye’nin Doğu Türkistan politikasına incelediğimizde Uygurları terörist olarak niteleyen Çin ve onunla bu yönde anlaşmaların altına imza atmış Türkiye’nin,Cumhurbaşkanı düzeyinde gerçekleştirdiği Urimçi ziyareti hiçbir önem arzetmemektedir.

    Abdullah Gül'ün Çin ziyareti esnasında ‘Uygurlular, Çin ile aramızda dostluk köprüsü rolü oynuyor. Bu rol, ilişkilerimizin çok daha ileri boyutlara taşınmasına katkı sağlayacak' demiş olması ise basın-yayın tarafından tarihi bir ziyaret olarak nitelenen bu gezide Türkiye’nin Doğu Türkistan politikasında izleyeceği rolün tersi bir açıklama olarak yine tarihe geçmiştir.Çünkü Direnen Doğu Türkistan halkı ile Çin işgalcileri arasında süren kavga bu dostluğu adeta yalanlamaktadır.Çin hiçbir zaman Uygurları dost! Statüsünde görmemiştir ve görmeyecektir de. Doğu Türkistan’a Sincang yani Çin’in kazanılmış ülkesi gözüyle bakanlar her zaman kaybedeceklerdir.Türkiye’nin Tarihi misyonu gereği Doğu Türkistan mutlaka özgürleştirilmelidir.Tarih Türkiye’ye bunu dayatıyor.

     

    Çin’in Uygurlara Bakış Açısı

     

    Çin Uygurları terörist gibi görmesine rağmen, bu etnik azınlığın Pekin ile büyük bir birlik beraberlik ve barış içinde olduğunu dünyaya ilan ediyor. Uygur bölgesinde çok az işbirlikçi Uygur polis var. Sincan’daki Çin Ordusunda zorunlu olarak askere alınan Uygurlar yok gibi.

     

    Ordu yüzde 99 Çinlilerden oluşuyor.Uygurların Din’i açıdan aşağı yukarı bütn özgürlükleri kısıtlanmış durumdadır Uygurların dinine karışmıyor görünüyorsa da politik vaazlara toleransı yok. Tüm camiler kontrol altında. Kontrol edemediği camilerde Çin cuma namazına bile izin vermiyor. Uygurca televizyon kanallarına ve okullarda Uygurcaya izin verdiği halde Sincan’da Çince konuşamayan Uygurlara devlet işlerinde ekmek yok. Ve upuzun idam listelerinin yanında ahlaki olarakta özellikle Uygur kızlarını fuhşiyata iten siyasi bir süreci İşgalci Çin, Doğu Türkistan da yürütmektedir.250 senedir süren çin işgali Doğu Türkistan direnişini tüm bunlara rağmen bitirememiş olmasını ise tamamen Müslüman Türk ruhunun söndürülememiş olmasında aramalıyız.Özellikle Çin sınrında ki ve Türkistan devletlerinde ki Uygurlar yüzünden Kırgızistan,Kazakistan ve Özbekistan gibi devletlerle Çin’in ilişkileri genelde Müslüman Uygurları asimile etmeye yönelik olup bunda da kısmen başarılı olmaktadırlar.Terörist ifadesini bu saydığımız yerlerde de yayma yolunda girişimleri olan Çin’in Türkistan devletlerinde ki etkisi mutlaka kırılmalıdır.

     

    Osmanlı Misyonu Doğu Türkistan’ı Özgürleştirmek üzerine Kurulmuştu.

     

    Yıllardan 1873, aylardan Haziran’dır. Doğu Türkistan’ı Çin istilasından kurtarmak için destansı bir mücadeleye girişen Yakup Han, yeğeni Hoca Töre’yi İstanbul’a elçi olarak gönderir. Hoca Töre, elinde Farsça bir mektupla huzura alınır. Mektupta, Yakup Han’ın, yeryüzündeki Müslümanların koruyucusu olan padişahın engin kanatları altına sığınmaya geldiklerini belirten sözleri, Abdülaziz’in duygulu dünyasında yankılanmakta gecikmemiştir. Nitekim elçinin, mektubu okuduktan sonra sözlü olarak ülkesinin içinde bulunduğu vahim durumu anlatması ve askerî yardım talebinde bulunması üzerine Abdülaziz’in direktifiyle derhal yardım hazırlıklarına başlanır. Dünyada nerede mazlum bir halk varsa, Osmanlı’nın gönlü ve eli oradadır. Hele ki bu halk, Müslüman’sa. Ta Kaşgar’dan kalkıp gelmiş bu mazlum heyetin mi yardım talebini karşılıksız bırakacaktır Osmanlı?

     

    Derhal harekete geçilir ve Tophane Müşiri Ali Said Paşa ile Umum Fabrikalar Nazırı Seyyid Paşa, yardım işini organize etmekle görevlendirilir. İmkânlar mimkânlar önemli değildir. Her şey, bir Müslüman’ın bir nefes daha fazla alabilmesi içindir. Sonunda ‘yardım paketi’ açıklanır: Bütün alet edevatıyla birlikte 6 adet Krupp topu, bin adedi kullanılmış, bin adedi ise yeni olmak üzere toplam 2 bin tüfek ile kapsül ve barut imaline mahsus tezgâh ve diğer aletler. İyi de bu aletleri kimler ve nasıl kullanacaktır? Bu da düşünülmüştür elbet. Mermi imal etmeyi bilmeyen ve hayatlarında ilk defa top kullanacak olan Doğu Türkistanlılara yardımcı olmak ve onları, nizamî bir savaşa hazırlamak için 4 muvazzaf, 4 de emekli subay, Enderunlu Murad Efendi’nin başkanlığında Kaşgar’a gönderilecektir. Adları tarihimize altın harflerle yazılması gereken bu subaylarımızdan 4’ünü biliyoruz: İstihkâm Subayı Ali Kâzım, Piyade Subayı Mehmed Yusuf, Süvari Subayı Çerkes Yusuf ve Topçu Subayı İsmail Hakkı beyler.

     

    Yakup Han’ın 100 pare top atışıyla selamladığı Osmanlı yardım heyeti, bu gelişiyle Orta Asya –Türkistan -İslam alemine adeta yeni bir hayat aşılamıştır. Osmanlı’nın en son günlerinde bile gösterdiği bu gayretler göz önünde bulundurularak Doğu Türkistan’a bakış açımızında gözler önüne serilmesi imkanı vardır.Doğu Türkistan direnişçi Halkının silahlandırılıp ve onunla da kalınmayıp eğitilmesi için subaylar gönderen Osmanlı siyaseti ve Türkistan illerine bakışı ile bugün kü Türkiye siyaseti ve bölgeye AB-D stratejileri ile gidişi arasında ki farkı görebiliyor mu sunuz?

     

    Türkiye’nin Çin’in özellikle ekonomik kalkınma ve güvenliğini tehdit eden Doğu Türkistan meselesinden dolayı Çin ile ilişkileri her zaman olumsuz etkilenecektir.Orta vadede Çin,Türkiye ile bölgesel işbirliği yapmayı planlıyor ise kısa vadede Doğu Türkistan meselesinin ikili ilişkilerin gündemini oluşturacağı açıktır.Bu yüzden de Türkiye’nin Doğu Türkistan’a yönelik Osmanlı parelelinde tarihi izler taşıyan bir politik süreci işletmekten başka çaresi yoktur.Velhasıl Doğu Türkistan meselesi her yönü ile İstiklal Savaşı niteliğinde olup Türkiye ve İslam dünyası ile de ilişkili en önemli sorunların başındadır. Çözümü ise Anadolu’dan başka yerde aranamaz.

     

    Tuncay AKSOY

×
×
  • Create New...