Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kılıçkıran

Editor
  • Content Count

    88
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by kılıçkıran


  1. Sonradan tanıdığım sevgilimin “has odası”nın kapısına köpeklik vazifesiyle kıvrılırken, gözümü açtığım, içinde büyüdüğüm menfi tarafları şahıslarıyla kaim,terbiyesiyle yetiştiğim camiamın kapısından bir daha dönmemek için ayrılırken,kapı aralığından bir Kılıçkıran ağabeyimi bir de seni…Seni yüreğimin kollarına sararak ayrılmıştım be Reis her ne kadar onlar sana öyle böyle demişseler de…

     

    İçimden atamadığım ne kadar da uğraşsam yüreğimden sökemediğim, işte ta şuramda kancalı bir zıpkın gibi kalan, içimdeki o hala safi, o hala bir köşesindeki dirice “Türk-İslam Ülküsü”nü yaşatan meğer senmişsin be Reis!..Ne çok özlemişim Reis demeyi sana!..

     

    Bizi affet Reis!

     

    Sen Büyük Doğu gençliğini, yarenin yoldaşın bildiğin,bedenen yanında hatta bizi o soğuk siyasetin muktezasınca kelle hesabına biriktirdiği rey kumbarasının başında görmesen de kırılmayacığını,içimdeki şahsi ateşe binaen bizi affedeceğini bildiğimiz halde affet bizi koca yiğit!

     

     

    Ey Peygamber aşığı!..Ey yüce gönül!..Ey mazlumluğun remzi!..Ey çilenin adamı!..Ey gariplerin sesi!..Ey tevazunun büründüğü,çirkinin ve zulmün bile seni işaretlediği güzel insan!

     

    Reis!..

     

    İki gecedir, gözyaşlarımıza dualarımıza Rabbimiz şahid!

     

    Dostlarımız da şahit olsun ki seni bir seni unutmadık bir seni gönlümüzden silmedik,toprağa kadar da silmeyeceğiz Reis!

     

    Sen iki gecedir orada öylece üşürken ve seni orada öylece soğukta düşündükçe biz donduk..Donduk ve utandık be güzel insan!...Vardık dediler,yaklaştık dediler,cümle alem,asker,devlet seferber oldu dediler,her saniye geçişi içimiz parçalandı;”hani nerde 400 metre kaldı,yok sinyal bulundu..” Utancımız, acizliğimiz alem sathını kuşattı da bir sana ulaşamadık canım ağabeyim! Seni o dağ başlarında bilmem hangi kahpe tertiplerle,güya “bozkurt” kılığına bürünmüş, güya kadim “davadaşlar”ının şimdilerde Kemalist zorbalara şirinlik çabasındaki ..”..ama o bizi terk etti” sözüyle başlayan ön koşullu sahte matemci çakalların hevesiyle parçalamak,yem etmek istediler!!! …

     

     

    Yıkıldık haberinle reis!

     

     

    Hele o mübarek, düşüpte boynunda saatlerce ağlanası annenizin,o bizden,o Anadolu sıcaklığındaki o safi, o tertemiz yüreğinin aksettiği duruşuyla gözyaşlarını görünce daha bir yıkıldık güzel ağabeyim!..

     

     

    Ümit mi?..Allah’a tam teslim olmuş bir yiğidin kardeşlerine ümitsizlik düşmez…Ama yürek bu can bu eriyoruz her saniye!!

     

     

    “Sonsuzlu düşünüyorsun” ya, “İçim huzur dolu” diyorsun ya,”Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum” diyorsun ya…”üşüyorum “diyorsun ya…Sevgiline kavuşmak istiyorsun ya…

     

    Bizde biraz daha kal sana ihtiyacımız var diyoruz be Reis!

     

     

    Yüce Rabbim’in izniyle,Habibinin yüzu suyu hürmetine…

     


  2. Kıymetli Gönüldaşlarım;

     

    Tarih yükseliş-alçalış gibi tabi seyri içinde aynıyla tekerrür ve tekabül etmez,misliyle tekamül eder.Zira tarihte meydana gelen her hadise,bütün kulaklar sağır,gözler âmâ,vicdanlar dumur olsa da o tarihin vücut ikliminin içinde fırtınalardan,nakıslıklardan ve hatalardan arınıp istikbalin kahramanları için bir ip ucu,bir sıçrama tahtası,keskin nazarlara ve dimağlara bir ibret vesikası olarak sunulur;yine tarih kendi zamanını yüceltenlerin madalyasını cilve-i ilahi üzerine ahir ömründe boyunlarına takarken asıl kıymetlerini de fikirlerinin tahakkuku için bir sonraki devire havale eder.

     

    Tarih namütenahi,yuvarlak dört kutuplu bir hortum içinde bir su gibi dönen ve bu dairenin tepe- kutup noktasına Allah Resul’ünün devrinde ulaşan,keyfiyette bir daha ulaşılamayacak olan devir-ki bu devir yerle göklerin yaratıldığı devir-ve ondan sonra aşağılara süzülen “zaman”mefhumunun bir serüvenidir.Allah Resulü’nün mübarek vücuduna,nefesine ve kemiyette devrine yakınlığıyla müstesna tuttuğumuz Emeviler ve Abbasiler’in üzerinden su misali aşağılara kıvrılan zaman Yüce Beyan’ın sena ettiği Osmanlı devletini o mücerret tepe-kutbundan sonraki yan-kutbunda yakaladı.Ve sonra ilahi mukadderat ve zamanın devrini yaptığı mücerred dairenin gereği aşağılara,yani tepe-kutbun tam tersine alt-kutba düşüş…20.yüzyıla sarkan 19.yüzyıl…Bu tarih,zulmeti,zulümleri,istibdatı ve dalaletiyle birlikte aynı zamanda dördüncü yan-kutba yükselişin bir delaleti,zemini ve işaretiydi.

    Evet 20.yüzyılın ortaları,zamanı düştüğü en dip kutuptan yukarılara taşımanın ve bunun mücadelesinin verildiği bir devir….Zamanı yukarılara çekmenin çetinliği ve zorluğu mücadele kahramanlarına o devre ait metodu da beraberinde getirmişti.Kimi zaman rüzgarı yarıcı aerodinamik bir füzeden daha keskin çıkışlar;kimi zaman da en haşin ve sert polemikler…Bu noktada metod,mücerret daire içindeki “zaman”ın bulunduğu yer,içtimai ve siyasi vaziyet ölçüsüne göre kıymetlendirildiği takdirde haklı ve geçerli,hatta hatalarıyla birlikte mazur görülebilir.

     

    Evet şu an, 21.yüzyılın kapı eşiğinde;ilahi hikmete bağlı olarak zamanın tabi seyrinin iktizası ve hüccetiyle dört kutuplu mücerred zaman dairesinin dördüncü yan kutbuna doğru yükselen,ruhta ve maddede güçlü bir Türkiye’nin arifesindeyiz.Müjdeler Olsun!... Amma velakin, bu yükselişten başları dönenlerin;tezgahları başına yıkılanların;yükselişin önüne geçmek isteyenlerin,doğan güneşten rahatsız olan yarasaların ”kaos”tan nemalanmak isterken kendi “kaos”larında çırpınanların,gövdesi burada kökü dışarıda kimi mahfillerin olduğu ve bunların korkuya bağlı insiyakla kaçarken şehirleri yakıp yıkma ameliyesi üzerinde bulundukları ve çeşitli provakatif eylemleri tertiplediği muhakkak...Oyunları ve taktikleri belli:

    1-) Laik-anti laik çatışmasını yeniden körükleyip halkı sokağa dökmek…

    2-) Suni ve sözde “islami mücadele”örgütleri ortaya atıp,yine güya bunları suçüstü yakalamak ve deşifre etmek…

    3-) Bizatihi içinde bulunmalarıyla birlikte “İslamcı” kisvesine bürünüp saf ve masum halkı devletin kimi kurumlarına karşı kışkırtmak veya yine o kisveyle “mütedeyyin halkın karşı kutbunda”olduğunu iddia ettikleri yerlere fiili olarak saldırmak ve suçu yine masum ve mütedeyyin halkın üzerine atmak…

    4-) Yine buna bağlı olarak muhafazakar ve hamiyetperver insanlar üzerinde “korkaksınız”,”susma zamanı değil”,”sisteme entegre oldunuz” türünden psikolojik baskılar yapmak...

    5-) Türk milletinin yekpare bağlayıcı unsurlarını kopararak etnik ve mezhepsel çatışmalarla “kaos”ortamı oluşturup,bu “kaos”un tozu dumanı arasından menzillerine doğru süzülmek…

    Yegane mekanları:

    Çarşı,sokak,kahvehane,üniversite ve özellikle çağımızın en tesirli verimlerinden biri olan internet ortamını kullanmak…

    Evet saygıdeğer gönüldaşlarım,

    Türkiye’miz şu günlerde yakaladığı istikrar ve terakkiyle birlikte hassas bir geçiş döneminin içine girmiş olup,maatteessüf bu geçiş sürecini fırtanaya çevirmek isteyen kimi grup ve şahısların varlığını müşahede etmekteyiz.Ülke olarak bu geçiş sürecinde ortaya koyacağımız tavır ve stratejilerimiz Türkiye’nin yerleşeceği yeri zaman bakımından müspet veya menfi noktada etkileyecektir.Umuma şamil bu ikaz ve istişare mahiyetindeki yazımızın,en derin fikir ve nazari planda aksiyon şuurunun mümessilleri Büyük Doğu nesline bakan cephesiyle deriz ki;

    Büyük Doğu salt nazari planda ve toprağa bağlı ölçüler içinde günübirlik siyaset,politika ve etrafı kabaca çevrilmiş herhangi bir devlet sisteminin basit bir siyasi ve ideolojik planı değil;Büyük Doğu MEVCUDA TAKILMADAN sadece iyiyi,güzeli ve doğruyu aramanın bulmanın ve bulduğunu sert ve yıkıcı metodlara asla kullanmadan sadece kalp ve kafa nahiyelerin altına topluluk şuuruyla sızmanın adıdır.Zira Büyük Doğu beş hassenin üstünde ve toprağa bağlı adi,siyasi politik hesapların üstünde bir MÜCERRET FİKİR’dir.Büyük doğuda ise NİZAM kendi iç zuhurunun tabi bir tekamülüdür.Bu hususiyete istinaden Büyük Doğu’nun belli başlı herhangi bir antitezi olmayıp daha açık bir ifadeyle düşman cephesi yoktur.Büyük Doğu en kat’i bedahet ölçüsüyle haklı davasında MUTLAK ve SADECE GÜZEL’i ortaya koyma ameliyesiyle tez’i vardır.Buna bağlı olarak hem içinde bulunduğumuz devrin ve hem de Büyük Doğu’ya münhasır Mücerret fikrin iktizasıyla deriz ki;

    “Zaman”Sert ve fevri;yıkıcı ve protest çıkışların zamanı değildir.Zaman korkutmak yerine sevdirmenin;yeis’e düşürmek yerine ümitlendirmenin;inançsızlık ve fikirsizlik elemi altında inleyen gönülleri doldurmanın zamanıdır.

    Bu vesileyle,gerek gerçek hayatta gerekse internet ortamında saf,temiz,masum,iyi niyetli ve heyecanlı kardeşlerimizi,kendi sert ve kaba metodlarıyla kışkırtmaya çalışan kişilere,kendi meşreplerine uygun yerlerde hareket etmeleri için kapıyı gösteriyor;itidalini muhafaza eden gönüldaşlarımıza da muhtemel tahrik ve kışkırtmalara alet olmamalarını önemle rica ediyoruz.

     

    Allah yar ve yardımcınız olsun.


  3. Sosyolojik vakıaların arasına sızmış teferruatlara bağlı ruh çözümlemelerini ihtiva eden enfes bir çalışma olmuş.Sevgili Cihadımın bu minvalde daha bir çok eserler ortaya koyacağını ümit ediyor ve bekliyorum.

    Cihadım,Yüce Allah beş hassenle birlikte beş hassenin ardındaki o ummanlar gibi geniş ve derin letaiflerine zeval vermesin diyorum ve benden de gönüldaşlarım gibi bir nazar boncuğu… :rolleyes:

    nazar2yb3.jpg

    Biraz büyük oldu lakin Cihadıma ancak kafi gelir :D


  4. Selamlar,

    İmanı sonsuzsa hüccet isterim. Siz de isteyin ondan… Namaz, gözle görülmeyen ancak bir balon içinde zabdedilince bütün şekil ve kıvrımlarıyla ortaya çıkan hava gibi;yine gözle görülmeyen imanın müşahassasa çıkarıcısı ve yegane hüccetidir.İmanda öylesine enteresan bir durum vardır ki,ister hak ister batıl cephesiyle olsun iman,daima bir fiil haline sarkmak ve evvela yuvalandığı kalbe kendi kendini tasdik ettirmek ister.

    Varlığım kadar eminim ki o kişi kalbinin şu sualine mutlak muhatap:

    — İmanını göster ve iman ettiğini bana da ispatla…

    — Ne ile göstereyim? İman ediyorum dedim ya…

    — Olmaz bir vücut içerisinde göster…

    — Nasıl bir vücut?

    —İ çinde benim de olduğum,şekil ve harekete gelen bir vücut…

    — ……?


  5. Müstakil manasıyla ve kutsi müessese simsarcılarının terennüm ettiği haliyle

    ruhumda karşılık bulmayan ve TAMAMIYLA ISMARLAMA üzerine birkaç ay önce yazdığım bir hikaye “Barış”…Mahut çevre,hakikatte İslam’la müsemma olan bu mefhumu, “Global Demokrasi şövalyeleri”nin tuz ruhu ve perhidrol gibi bir kimyevi terkibin içine atıp İslam’dan sıyırma ve mesnetsiz hümanizme irca etme ananelerinin tesiri altına girmiş olacak ki,hikayenin içindeki küçük bir manevi vurgu bile onları alerjik reaksiyona sevketmeye ve hapşurukla ötelemeye kafi gelmişti.Bu da şahsıma hem bir ders hem de o kesime “lay lay lom”türünden eser yazacak madenimde cevher bulunmadığına dair bir ikaz oldu…

     

     

    BARIŞ

     

     

     

    Şefkatli bir avucun ortasında emniyetle uyuyan bir serçe gibi dört tarafını parmaksı gümüş renkli dağların kuşattığı; her canlının kendine has farklılığını ve zıt yönlerini kendi bünyesinde eritmiş bir köy vardı.Suyun toprağa koşulsuz meyli;ağacın, tepesindeki kuşa tahammülü;çiçeğin arıya cömertliği sanki bir uzvu çalışmayan insanın o çalışmayan uzvundaki gücün başka bir uzva geçmesi gibi o köydeki şuurlu varlıklarda eksik olan bir değerler manzumesi adeta şuuraltı varlıklara geçmişti.Sevgi,tahammül,hoş görü ve şefkat…Ve hepsinin vücut bulduğu ana mimari barış…

    Dağdaki her canlının kendine has sesiyle terkipleştirdiği barış armonisini arkamıza alıp dağların eteklerinden köyün içine doğru süzülelim.Köyde derinliğine bir sessizlik fakat genişliğine bir koşuşturma hakimdi.Başlar dimdik,bakışlar sönük ve donuk;çehreler asık ve ölgün…Süratli adımların,üç beş çocuğun ve birkaç alet ve edevatın zaruri sesinden öte sadece ama sadece sükût… Aslında ilk bakışta muazzam bir nizamın,intizamın,huzurun ve barışın semeresi gibi görünse de bu sükût çoğu zaman köydeki ya büyük bir kavganın arifesi veya da bir kavganın ertesiydi. Açlıktan ağlaya ağlaya uyumuş çocuğun sessizliğindeki sahte huzur gibi sükût …Her an kavgayla bitişik her an yeni bir kavganın sessiz sireni…

    Köy meydanı...Bütün sokakların kesiştiği noktada iki kibrit kutusu gibi yan yana duran iki pınarı ve Anadolu kokan havasıyla daima üzerinde gezinen kavganın demirden ayaklarına nispet bir resim tablosundan sıçramışçasına şirin ve estetik…Ama elemli,ama inleyen bir ney gibi kederli…Nasıl kederli olmasın ki?... Adeta somurtuk yüzlerin havası buharlaşıp gökyüzünün bir yerinde maddeleşip,narin ve şirin o köy meydanının bağrına bir taş gibi oturmuştu. Öyle ki küçük bir his derinliğine sahip bir yabancı köye gelse bu taş gibi ağır havayı hemencecik hissedebiliyor ve gördüklerine de inanamıyordu.Okul cıvıltısız…Cami cemaatsiz…Diller selamsız…Kahvehane kapalı..Bazen açık olsa da önünde ahşap ve tozlu iki masada ayrı ayrı oturan yalnızca iki üç ihtiyar…Köye gelen yabancı da çoğu zaman sağına ve soluna ürkek bir iki bakış fırlattıktan sonra derin bir elem ve kaygıyla yelesini rüzgara vermiş bir kısrak gibi hemencecik oradan uzaklaşıveriyordu.Elem ve kaygı…Şüphesiz ki bunu en çok hisseden kişi de Rasim Amcaydı.Çoğuna göre o meczup ve divane biriydi.Ama illaki sırlı bir hazineyi saklıyormuşçasına esrarlı;köylü belli etmese de merak konusuydu.

    Rasim Amca daima vakarlı,serin kanlı,metanetli ve bu halini tasvir edercesine acele etmeden yürüyen ayağının altında yumurta varmışçasına yere düşünerek basan bir amcaydı.Lakin son zamanlarda Rasim Amca’ya bir haller olmuştu.Köy meydanında kafese kapatılmış bir aslan gibi yerinde duramıyor,bir sağa bir sola kıvranıyordu.Ne gariptir ki bu kıvranışların son durağı daima o iki insan kolu kalınlığında suları akan iki pınarın yanı oluyordu.Ve ince uzun kemiksi elleriyle kavradığı bastonunu pınarların betonuna “şak”diye vuruyor ve haykırıyordu:

    — Meydan ola,

    Can ola,

    Yol ola,

    Barış ola,

    Yüreklere su gibi dola!

    Rasim Amcadaki bu tuhaf hallere birkaç saniyelik bakışlarla köylü de kayıtsız kalamadığını belli etse de önce dudak kenarlarında alaycı bir kıvrım beliriyor ve sonra da “deli işte” dercesine uzaklaşıyorlardı.

    Rasim Amca ,beş gündür tekerrür eden o esrarlı halini silici ve aratıcı bir şekilde o gün daha bir telaşlı,daha bir celalliydi.Gözler yuvasından fırlayacak gibi,dudaklar titrek,sağ eli göğsünde sabit,bir iki turdan sonra yayından fırlamış ok gibi çeşmelerin yanında buldu kendini.Diliyle dişinin arasında kısık ama çok kısık bir sesle “himmet Eyle pirim Mevlana,ılık bir su gibi ak içimize Pirim Mevlana!..” diye söyleniyordu.Bir ara, yan yana duran iki pınarın ortasına geçip derin bir vecd ve huzur haline gelmişçesine susuverdi.Başı ufkun hizasında ve yumuk gözlerinin arasından beyaz sakallarına yuvarlanan iki damla gözyaşı…Bir iki dakikalık bu vecd hali geçince titreyerek açılan gözleri ufuktan bir işaret almışçasına başını köylünün yürüdüğü patika yola çevirdi.Ve sonra bütün gövdesiyle birlikte şimşek gibi bir dönüş ve köylüden tarafa haykırış:

    — Can içinde cansız,gül içinde gülsüz gezen be hey köylü!..Yetmedi bu kavga;yetmedi mi bu kin?!..Yetmedi mi?..

    Yoldan geçen köylünün ekserisi Rasim amcaya kayıtsız kalsa da; 1,2,3 derken 7-8 kişi olduğu yere mıhlanıverdi.Rasim Amca kendisine dikkat kesilen kişilere konuşmaya devam etti:

    — Atalarınız!..Evet atalarınız paylaşamadığı şu bir avuç toprak için kanlarını canlarını feda etti!...Ne oldu? Şimdi onlar da paylaşamadıkları bu toprakların sinesinde etiyle kemiğiyle eriyip gitmediler mi? Onların ve onların davasını güden sizlerin ne geçti eline!..Hiç!..Bakın şu elinizin erişemediği,ayaklarınızın gidemediği uzak dağların eteklerindeki her canlıyı bir ana gibi kucağına basmış ve bebek yüzü gibi gülümseyen şuursuz doğaya.Ve bakın uğruna kavga ettiğiniz ve hiç birinizin işleyemediği taşlı,dikenli gönülleriniz gibi kupkuru topraklara…Adeta atalarınızın kini,nefreti ve hırsı diken olup topraklarınızın bağrını yarıp fışkırmış ve siz de o

    nefret dikenlerini suluyorsunuz.Hırsın,kinin ve kavganın yüzüne hiç biriniz ekmeye muvaffak olamadınız bu toprakları.Gönülleriniz gibi ambarlarınızda tamtakır kalmadı mı? Söyleyin!…Her biriniz büsbütün kazanmak,sahip olmak hırsıyla büsbütün mahrumluk içinde değil misiniz? Eğer topraklarınızı kardeşçe,barış içinde aranızda taksim edebilseydiniz,topraklarınız verimle,gönülleriniz sevgiyle,ambarlarınız ürünle dolup taşacaktı a canlar!

    “Peki ne yapalım bu saatten sonra?” diye söylendi birisi kaş altından mağrur bakışlarıyla.

    Rasim Amca meydan okuyan cevval bir delikanlı gibi elleri havada:

    — Aza kanaat edip,hep kazanan iyinin,güzelin ve barışın aşkıyla;aldıkça hırslanan,hırslandıkça hep kaybeden kötülüğün ibretiyle barışın!..Gün gelir içinizdeki düşmanlık ateşi ormanı sarar,çember daralır,bir birinize sarılırsınız belki amma ya söndüremezseniz ateşi halimiz nice olur o zaman?..Siz, felaket gelmeden barışa gelin önce barışa!

     

    ●●●

    4 gün sonra:

    Köylü,Rasim Amca’nın o gün ki telkinlerinden fazla etkilenmemişçesine bir tavır içinde olsa da Rasim Amca vazifesini ihya etmiş bir nefer gibi gayet sakin ve sessizdi.Rasim Amcadaki o telaş,kaygı ve celal adeta buhar olup uçmuş eski Rasim Amca tekrar yerine gelmişti.Aslına bakılırsa o gün Rasim Amcayla birlikte her şey daha bir durgun,iğne düşse yere sesi duyulacak kadar daha bir sessizdi.Tepede mızraktan ışınlarını köye yollayan kavurucu güneş,ılık bir nefes gibi tenleri saran yoğun nemin de bu kadarı son yıllarda görülmüş değildi.

    O gün ki yoğun ve baskın havaya hiç kimse bir anlam veremese de nihayet akşama doğru kavurucu güneş gri bulutlarla nöbet değiştirmiş ve ortalık serinliğe kavuşmuştu.Pınarların taştan duvarına bir gölge gibi yaslanmış Rasim Amca hariç herkes gece yarısı olunca lambaları püfleyip yataklarına süzülüverdi..Hafiften yağmaya başlayan ve damları tıkırdatan yağmur hariç her şey bir cenaze göğsü kadar durgundu yine.Neden sonra yağmurun damlardaki zarif ve seyrek vuruşları yerini uğultular ve sert vuruşlar arasında şiddetli bir yağmura bıraktı.Yağmur öylesine şiddetli yağıyordu ki adeta göğün koyu gri gömleği yırtılmış hoşurtular arasında bütün suyunu köyün üstüne boşaltıyordu.Hemen peşine yağmurun uğultularını boğan feci bir ses...Anlık zaman içinde peş peşe gök gürültüsü,ışık hüzmesi,yer sarsıntısı,cam zangırtıları ve infilak…Gök gürültüsünün doğal sesine bitişik ve gittikçe artan dehşet verici gümbürtülü bir ses…Senfoni nizamında yataklarından fırlayanlar,camlara koşuşanlar,dışarıya kendilerini atanlar,ağlayan çocuklar…Hepsi de dehşet verici sesin şiddetiyle şaşkına dönmüştü.Dışarıya fırlayanlar göz ucuyla bir birine “Ne oldu?” dercesine baksalar da sonuçta ezeli düşmanlıklarının kötü gururu onları konuşmaktan alıkoyuyordu.

    Keskin bir bıçak gibi sesin şiddetiyle bölünen uykuların geri gelmesi ne mümkün?..Yatağa yorgunluktan öylece kıvrılan üç beş çocuk haricinde kimseyi uyku tutmamıştı o gece..Herkesin kafasında aynı soru” Ne oldu,ne var,neydi o ses?”

    Sabahın ilk ışıklarıyla sıkılmış sünger gibi suyunu boşaltan gri bulutlar da çekilmiş yerini pırıl pırıl bir havaya bırakmıştı. Yapraklardan süzülen bembeyaz, inci gibi yağmur damlalarının aksine köyün her türlü su ihtiyacını karşıladığı pınarların oluklarından akan sular koyu kahve rengindeydi.Anlaşılan o ki; insan eli değmemiş gümüş renkli dağların arasından kristal taneleri gibi süzülerek gelen ve pınarları besleyen çaya,şiddetli yağmurun sebebiyle hayli çamur karışmıştı.Bu renk değişimi bir öncekilere nazaran daha fazla olsa da her yağmur sonrası meydana geldiği için köylüde pek de telaşa sebep olmamıştı.Ekseriyetle birkaç gün sürüyor ve sonra tekrar doğal haline dönüyordu.Gerçekten de pınarların suları birkaç gün çamurlu aktıktan sonra tekrar o eski berraklığına dönüvermişti.Dönmüştü dönmesine fakat ortada çok garip bir durum vardı.Her biri iki insan kolu kalınlığında akan sular zayıflamış ve tazyikini yitirmişti! İşte şimdi endişelenmenin tam zamanı,şimdi endişelenmek bir ana sütü gibi bütün köylüye helal...Zira her türlü su ihtiyacının karşılandığı bu iki çeşme,köylü için damarlarındaki akan kan gibi değerliydi.Sahiplik içinde büyük mahkumluk…Eksikliğine de israfına da tahammül yoktu.

    Günler geçtikçe iki insan kolu kalınlığında akan pınarların gücü köylünün gözleri önünde hastalıklı bir ihtiyar gibi eriyordu.Suların çapı,derken bilek kalınlığına,ve hemen sonra da bir parmak kalınlığına kadar düşüverdi.Köylü zaruri içme suyu ihtiyacından öte ne şahsi temizlik,ne bulaşık,ne çamaşır hiçbir ihtiyacına su bulamaz olmuştu.

    Ve pınar başlarında su kuyruğuna geçen köylüde manada azami uzaklık içinde mekanda azami yakınlık…Bu derece omuz yakınlığının yanında her biri diğerine gözleriyle kaçamak sorular gönderiyordu:

    “Bu hal neyin nesi?...Ne oldu?!” Her birindeki endişe o çapa erişmişti ki;her biri,bir kazma darbesi kadar hükmü olan toprağın ince zarına kadar birikmiş ve fışkırmaya hazır petrol...Biri bir konuşsa adeta sinelerdeki düşmanlığın toprağına kazma gibi inecek ve altından barış fışkıracak!..Ama olmuyor…Kazma havaya kalkıyor fakat inmiyor ve bir şeyler tutuyordu sanki...Tam o esna da bir ses yükseldi kalabalıkların gerisinden:

    — Rasim Amca!..Sen söyle bari,sen bilirsin ne oldu bu suya?...Bak,insanlar perişan,bir damla suya muhtaç kaldı.Susuzluktan her tarafa salgın hastalıklar yayıldı.

    Konuşan kişi tahammülü son kerteye dayanmış köyün Muhtarıydı.

    Birkaç gündür ortalıklarda gözükmeyen ve o gün buluttan çıkan ay gibi pınarların başında bitiveren Rasim amca, pınarların bir iki adım ötesinde tevekkül ve ibret içinde köylüyü seyrediyordu.Muhtara gülümseyerek baktı ve:

    — Şu can kafesine bir damlacık su,düşman kesilir gibi oldu da feryadınızla arşı inlettiniz…Ya sizin ebedi varlığınız şu gönülleriniz yıllardır susuz…Birbirinize düşmanlığınız gönüllerinizi çöle çevirmiş.Asıl susuz olan orası,ona feryat edin a muhtar!..O zaman umulur ki şu kainatın biricik halikı ve muhtarı size şefkat nazarıyla bakar da, gönül feryadınızın hatrına suyunu kursaklarınıza yetiştiriverir,dedi.

    Muhtar:

    — Rasim Amca!..Ben ne diyorum sen diyorsun Allah aşkına!..Bize bunun hal ve çaresini söyle biliyorsan?

    Rasim Amca adeta tevekkülden bir heykel…Bu halini mühürlercesine sakince konuştu:

    — Ateş ormanı sardı.Çember darılıyor…Çember daraldıkça omuzlar da bir birine değiyor a muhtar!..Görelim Mevla’m neyler neylerse güzel eyler!

    Saatler sonra pınarların başında duyulan keskin bir uğultu...Belli ki bir parmak kalınlığında akan pınarlardan biri tamamen kurumuştu.Bu saatten sonra artık tahammül koptu kopacak bir iplik…Her suratta çaresizlik ve kaygıdan mürekkep birer imza…Akşam da olmuştu artık.Herkes suratlarındaki imzayı karanlığa gömüp çaresiz evine çekilmişti.

     

    ●●●

    Saat gecenin onu…Zifiri karanlığı ışıktan bir çizgi gibi yararcasına köyün içine doğru nefes nefese at üstünde süzülen birisi…Soluk hışırtıları arasında köyün girişinde duruverdi.Bu kişi Rasim Amca’nın ta kendisiydi.Derin bir nefes alıştan sonra bastonunu sımsıkı kavradığı gibi sağlı sollu evlerin kapısına bir yandan vuruyor bir yandan da sesleniyordu:

    — Dışarı...Dışarı!..Erkekler köy meydanına!..

    Bir o kapı bir bu kapı derken Rasim Amca peşine taktığı köylülerle birlikte köy meydanında buldu kendisini.

    Nihayet kalabalığı gören,uğultuyu duyan herkes köy meydanına doluşmuştu.Ortada Rasim Amca ve Rasim Amca’yı saran insan çemberi…Farklı kafalardan çıksa da duyulan mırıldanmalar hemen hemen aynıydı.”Ne oldu yahu...gecenin bu saatinde…Allah Allah!”Bu kalabalığı gören muhtarda üzerine ceketini kaptığı gibi çemberi yarıp Rasim Amca’nın yanında bitiverdi:

    — Ne oldu?...Hayırdır Rasim Amca ne bu kalabalık gece gece?!..Dedi muhtar telaşlı telaşlı…

    Rasim Amca birinin elinden kapıverdiği gaz lambasını göğsünün hizasına getirip:

    — Bana bakın,beni iyice dinleyin!..Geçtiğimiz gece yağan şiddetli yağmurun sebebiyle,köyümüzün pınarlarını besleyen çayın yanındaki kayalıklı tepeye yıldırım düşmüş ve haliyle kopan kayalar da çayın içini doldurmuş.Pınarlarımız da bu yüzden kurumuş,dedi.

    Bu sözleri duyan insan çemberi ümit aşına banmak istercesine büzülüverdi.Başta muhtar olmak üzere bütün köylünün gözleri ışıl ışıl…Sevinçten bedenler bir birine sarılamasa da gözler çoktan sarmaş dolaş olmuştu bile.

    Sevincin tesiriyle, muhtar,Rasim Amca’nın yakasını kavrayacakmışçasına ellerini ileriye uzatıp:

    — Ne diyorsun Rasim Amca!..Doğru mu bütün bunlar? Hemen gidelim oraya hemen!..Dedi.

    Rasim Amcada sarsılmaz bir tevekkül ve sakinlik…

    Durun bir dakika…Bu işe lazım gelen bilek ittifakının sağlanması ancak gönül ve yürek ittifakının sağlanmasıyla olur.Zira düşmanlıkta bencillik vardır.Düşmanlık üzerindeyken kazanılan başarı,vücudun gıdasıyla beslenip semiren hastalık mikrobu gibi ancak düşmanlığınızı besler.Öncelikle size düşen pınarlarınızın beslendiği kaynağı kapatan kayaları kaldırmak değil;gönlünüzü kurutan düşmanlığı ortadan kaldırmaktır.Bunun tek hal ve çaresi barıştır barış!...Barışacak mısınız?

    Önce Muhtar:

    — Barışacağız!..Yeter ki bu musibet ortadan kalksın!

    Sonra arkadan başka bir ses:

    Evet!..Bitecek bu düşmanlık bitecek!..

    Barış arzusunu kelimelerle mühürleyen sadece iki kişi…Ya diğerleri..Çıt yok…

    Rasim Amca yumuk gözlerinin altında beliren apaçık bir gülümseyişle cevap alamadığı köylüye yöneldi:

    — Sadece iki kişi mi? Ya sizler…Sizler hala atalarınızın düşmanlığını gütme davasında mısınız? Dış plandaki bu musibetin,içinizdeki daha büyük düşmanlık musibetinin bir ibreti ve ikazı olduğunu görmüyor musunuz a sevgili köylüm!...Hala barışmamakta ısrarlı mısınız?

    Öne eğik ve sükunete gömülmüş başlardan belli belirsiz mırıldamalar:”Barışacağız…”

    Rasim Amca köylünün barış hususundaki bu zayıf sözüne karşı tatmin olmasa da yüreklere düşen bu küçük kıvılcımı üfleyip tutuşturmak derdiyle işareti verdi:

    — Öyleyse gidiyoruz!..Hem de bu gece!..Malum yolumuz uzun… Evvela binekler,erzaklar ve gaz lambaları hazırlansın.Ayrıca çayın içini doldurmuş kayaları kaldırmak için de halat ve bol miktarda kalın ağaç parçaları

    lazım.Bunlar da tedarik edilsin.Sonra yola düşeriz ve inşallah seher vaktinde orda oluruz.Şimdi çok ihtiyar,çocuk ve hastalar hariç herkesin iştirak etmesi gerekir..İştirak ediyor muyuz?

    Hep bir ağızdan yine kısık bir sesle”evet iştirak ediyoruz”dedi bütün köylü.

    — Peki o zaman,malzeme taksimi yapılsın ve herkes yarım saat içinde tekrar burada toplansın,dedi Rasim Amca.

    Malzeme taksimi görevini muhtar üzerine aldı.Gerekli malzemelerden kimlerin evinde mevcutsa muhtar, malzeme taksimini yaptı ve yarım saat sonra binek,malzeme ve erzaklarla köylü tekrar meydanda toplandı.

     

    Rasim Amcadan son yoklama ve işaret:

    — Malzemeler hazır mı?

    — Hazır!..

    — Siz hazır mısınız?

    — Hazırız!..

    — Haydi Bismillah!..Gidiyoruz öyleyse…

    Binekler üstünde ,önde Rasim Amca ve arkada köylü etrafına ışıktan helezonlar saçan fener alayı gibi geçtiler köyün içinden ve biraz sonra alevi sönen bir mum gibi kayboldular karanlıklar içinde…

     

    ●●●

    Saat sabaha karşı üç..Uykusuzluktan ve yorgunluktan sallanan başlar,kayıp giden gözler ve açlık…Bunu hisseden Rasim Amca kervanın önüne atıldı:

    — Durun!...Şuracıkta bir müddet dinlenir,bir şeyler atıştırır ve sonra devam ederiz.

    Bunu duyan köylü “of”,”üf” ve esneme sesleriyle bineklerinden inip yorgun bedenlerini patika yolun kenarındaki tepeciğe bırakıverdiler.Allah ne verdiyse kabilinden;çıkınlar açıldı ve nevaleler yenmeye başlandı.Fakat yine küskün çehreler ve yine ayrı ayrı oturuşlar...Rasim Amca bu manzara karşısında bir an ümitsizliğe düşer gibi olsa da az sonra şahit olacağı bir olay onu ümidin zirvesine çıkaracak ve gözyaşına boğacaktı.

    Herkes bulduğu bir taşın üstüne veya dibine oturmuş bir şeyler atıştırmakla meşguldü.Ama bir kişi hariç…25 yaşlarında bir delikanlı biraz uzakta irice bir kayanın dibine çömelmiş bir yandan eline geçirdiği çöpleri kırıyor,bir yandan da kaçamak ve mahzun bakışlarla etrafı süzüyordu.Elindeki son çöpü kıracakken tam o esnada kulağının dibinde parlayan tok bir ses:

    — Cemal!..

    Delikanlı birden irkildi ve şimşek kıvraklığıyla başını sesin sahibine çevirdi.

    — Ekmek ister misin?

    Cemal suskun…

    — Bak,ben yanıma iki tane ekmek almıştım.Birini sana verebilirim.

    — İstemem!

    Cemal’in yaşlarında olan Mustafa,teklifine karşılık gelen bu sert cevabın karşısında önce durakladı,sonra yutkundu ve içlenerek konuşmaya başladı:

    — Yetti be!..Yetti!..Bitsin artık bu kahrolası düşmanlık bitsin!..

    Mustafa kopmuştu artık...Sözleri bir süre boğazında düğümlendikten sonra gözünden boşanan yaşlarla kesik kesik konuşmaya devam etti:

    — Çok var ki…Ben...Ben o günleri hiç unutamıyorum cemal!..Ailelerimizin düşmanlığına,bizim üzerimizdeki baskılarına rağmen çocukluğumuzda seninle bütün engelleri aşıp can ciğer arkadaşlık yaptığımız günler aklıma geldikçe kahroluyorum Cemal!..Dayanamıyorum gayrı dayanamıyorum!...Bize ne atalarımızın manasız düşmanlıklarından bize ne? Bak,pınarlarımız kuruyunca boğazlarımız nasıl kuruduysa,bu düşmanlık yüzünden gönüllerimizde odun gibi kupkuru Cemal kupkuru?..Ben seninle barış içinde şu bir kuru ekmeği paylaşınca mutlu olacağım;dönüm dönüm topraklara sahip olunca değil. Haydi Cemal uzat elini bana uzat!..Bitsin bu düşmanlık...Barış olsun gayrı barış!..

    Cemal,ekşimiş suratını birden sol tarafa çevirdi.Belli ki cemal de duygulanmış fakat belli etmemeye çalışıyordu.

    Mustafa ısrarlı:

    — Haydi cemal!..Ver elini ver ver!..

    Mustafa sola dönük başını önce öne çevirdi ve sonra dudaklarını sıktığı gibi yerinden iniltiler arasında öyle bir fırladı ki kendisini Cemal’in Omuzlarında buldu.Ve uzun uzun sarılmalar,ağlaşmalar…

    Uzaktan gizlice bu sahneye şahit olan Rasim Amca “Allah!..” dedi.Ve sonra”Şükürler olsun Sana,bütün fıtratları barış üzerine yaratan Allah’ım şükürler!...”

    Rasim Amca da bu manzara karşısında bir süre ağladıktan sonra yine o meşhur sözleri döküldü dilinden:

    — Meydan ola,

    Can ola,

    Yol ola,

    Barış ola,

    Yüreklere su gibi dola!

    İçinden “yol’a düştük yol’u bulduk şimdi sıra büsbütün barışta”diye söylendikten sonra gözyaşlarına silip köylünün yanına geldi molanın bittiğine dair işareti vermek için:

    — Haydi Sevgili köylüm istirahat bitmiştir.Yola düşme vakti!..

    “Kalk”borusuna riayet eden asker edasıyla bir çırpıda toparlanıverdi ve tekrar yola koyuldu köylü.

     

    Nihayet Sabahın ilk ışıklarıyla gümüş renkli dağların eteklerine gelinmişti.Ve tam karşılarında iki dağı ortadan bölercesine kıvrılan,ve bir tarafı sarp kayalıklarla çevrili o çay…Gerçekten de Rasim Amca’nın dediği gibi yıldırım sebebiyle düşen kayalar çay’ın yatağını değiştirmiş ve sular yan taraftaki meyilli araziye devrilmişti.Çayın biraz gerisindeki küçük bir tepecikten manzarayı seyreden köylü,üzerlerine kovalarca soğuk su

    dökülmüşçesine irkiliverdi birden.Ne yorgunluk kalmıştı artık ne de mahmurluk...Zira çayın ağzını dolduran ufak tefek kayaların yanında çayın göbeğine oturmuş öylesine büyük bir kaya vardı ki;onlarca insanın bile takat getirip çıkaracağı cinsten değildi.Endişeli bakışlara karşı Rasim Amca “her şey yolunda,halledilecek”dermişçesine bir edayla köylüye yöneldi:

    — Sakın ümitsizliğe düşmeyin.Lakin,bu koca kayanın altına girecek ellere bir de sinelerdeki gönüller ittifak etti mi Allah’ın izniyle bu kaya bir tüy olur kalkar yerinden.

    Rasim Amcayı,gülümseyerek önce muhtar sonra da barışın manasına ermiş Cemal ve Mustafa da başlarıyla tasdik etti.

    —Şu dağların arasından kıvrılarak akan suyun fıtratında nasıl akmak varsa ve kesilmek sonradan ise,biz insanlığın sinesinde de fıtraten barış vardır.Gün gelir her şey kendi fıtratı üzerine döner…Su,toprağa,yürekler barışa,dedi ve sözünü böyle tamamladı Rasim Amca.

    Rasim Amca’nın sözünün bitmesini fırsat bilen muhtar ileri atıldı:

    — Rasim Amca, hemen kolları sıvayalım ve kayaları kaldıralım oradan.Haramdır beklemek gayrı bize!..

    Rasim Amca:

    — Evet,sıcak çökmeden başlayacağız lakin önce bedenlere can gerek…Hele şuracıkta önce birkaç lokma bir şeyler atıştırır sonra işimize bakarız.

    Ve yaprak yaprak açılan çıkınlar,bir hışımla yenen yiyecekler,hazırlanan malzemeler ve çaya nazır tam tekmil hazır duruş…Kayalara doğru,avına kilitlenmiş şahin bakışlar arasında Rasim Amca’nın havada parlayan işaret parmağı:

    — Evvela şu büyük kayayı sonrada büyük kayanın önüne serpilmiş küçük kayaları kaldıracağız.

    Gelen işaretle birlikte ellerde malzemeler,taarruza geçen bir müfreze gibi süzüldü bütün köylü çaya doğru…Ama ayrık yürüyüşler,ama ümitsiz çehreler...

    Nihayet çayın dibine gelinmişti.Büyük kayanın kapattığı yer haliyle göllenmiş ve insan göbeğinin yukarısına çıkacak kadar derinlik kazanmıştı.Bu arada Rasim Amca bir yandan araziye bir yandan da eldeki malzemelere bakıyor ve kafasında kayayı çaydan çıkarmak için en ideal planı kurguluyordu.Bir süre elini çenesinde gezdirip “hım”dedi ve planın tatbiki için köylüye talimatlar verdi.Plana göre kaya kertikli yerlerinden halatla bağlanacak;bir grup çayın diğer yakasındaki geniş ve meyilli araziye geçip halatı çekecek;bir grup kayayı itekleyecek birkaç kişi de kalın ağaç parçalarını kayanın altına iliştirip kayaya meyil verecekti.Fakat,kayanın büyüklüğüne baktıkça,köylünün ümitsizliği kayanın çapını aşıyordu .Bunu fark eden Rasim Amca hemencecik halatı bağlattı ve görev taksimine başladı:

    — Şöylece sizler karşıya geçiyorsunuz...

    Eliyle rastgele kalabalığı bölüp karşıya gönderdiği 18 kişi…

    — Sizler de burada kalıyorsunuz…

    Kalanlar 30 kişi…

    — Siz de kaya yerinden oynadıkça altına ağaçları uzatacaksınız.

    Onlarda kalanların içinden beş kişi…

    Rasim Amca son kez etrafı gözden geçirdi ve bir komutan edasıyla komutu verdi:

    — Eller ellere değdi,omuzlar omuzlara…Şimdi yürek birliğinde sıra!..Haydi Bismillah başlıyoruz!

    Suyun içinde 25 kişi...Eller kayaya bitişik...Karşıda 18 kişi halatlara perçinli…

    — Haydi!..İtiyoruz!..

    — Halattakiler çekin!..

    — Ağaçlar kayanın altına!..

    Birkaç defa denendi Ama nafile… Her denemede kayanın, ağaçları altına sündürmeye fırsat bırakmadan bir parmak kalınlığında yerinden oynamasıyla tekrar yerine oturması bir oluyordu.Halatı elinden bırakanlar,suyun içinde eli belinde öylece kalanlar ve birbirinden ümit devşirmek istercesine göz temasına girenler…

    Rasim Amca tekrar, çamura saplanmış kaya gibi ümitsizliğe saplanan köylüyü uyarmakta gecikmedi:

    Hayır,hayır,hayır!..Ümitsizliğe düşmek yok…Bu kaya çıkacak buradan…Yeter ki,fert fert her biriniz burada kendisi için istediğini herkes için istesin!..Yeter ki;bu musibetin sizden ayrı ayrı her birinizin yalnızca bilecek gücünü istemediğini,sizden barış potasında erimiş bir ruh ve gönül birlikteliğinin gücünü istediğini bilesiniz.Sizden istenenler belli…Siz de istiyor musunuz?Havada eriyen bir iki cılız ses:

    — Evet!...

    — İstiyor musunuz?!..

    Bu kez havaya tos vuran daha güçlü sesler:

    —İstiyoruz!..Evet istiyoruz!...

    Rasim Amca dağların gergefine işlenen bu haykırışlardan aldığı güçle tekrar işareti verdi:

     

    — Haydi öyleyse,yüreklere esenlik,gönüllere birlik,bileklere güç veren barış için,barışın aşkıyla!..

    “Haydi!”sesleri bu kez koro halinde yükselip yalçın kayalıkların kıvrımlarında yankılanmıştı köylünün..

    Bu sefer yüreğe düşen coşkunun eseriyle,sevgileye sarılan mahşuklar gibi sarıldı eller kayaya…

    — İtin!..İtin!...

    Kaya yerinden oynadıkça ümitler kanatlanıyor,yürekler coşuyordu.

    — Oluyor,oluyor!..Çekin,çekin!...

    sesleri inletiyordu ortalığı...

    — Ağaçlar kayanın altına,ağaçlar kayanın altına!..

    En nihayet vicdana gelip yerinden homurdanarak kalkan kayanın altına ağaçlar itilmiş ve karşı tarafa yuvarlanması için gerekli meyil verilmişti.İşin birinci safhası tamamdı.

    Rasim Amcanın “tamam!” demesiyle birlikte gözlerden dışarı iplik iplik boşanan sevinç adeta havada birleşip bir sevinç yumağı oluşturmuştu.Aradaki düşmanlık duvarı da incele incele şeffaf bir tüle dönüyordu sanki…Artık bir dokunuş,bir üfleyiş yeterdi bu tülden düşmanlık duvarının yıkılmasına.

    — İşin zor tarafını geçtik canlar geçtik!...Kayayı bile vicdana getiren yürek birliğiniz aşkına,barış aşkına haydi bir daha!.. Dedi Rasim Amca,bahar tomurcukları gibi tebessümler serpilmiş çehrelere…”bir daha!..”

    — 1,2,3 haydi itiyoruz!..

    — Halat çekilsin!..

    — Ha gayret!..

    Derken,kaya, başını sudan çıkarıp sallayan bir insan gibi etrafına damlacıklar saçarak birazcık ileriye doğru gerinmesiyle birlikte kayayı itenler birden geriye fırladı. Kaya tekrar yerine oturacaktı ki Rasim Amcanın “devam edin,devam edin!”ikazı yankılandı havada…Bir daha yapıştı eller kayaya…”bir daha haydi!”sesleri ve iniltiler arasında nihayet inatçı kaya küçük patinajlar yapmış olsa da koca gövdesiyle birlikte çayın kenarında buldu kendisini...Ve kayanın mahkumiyetinden kurtulan su ,köyde bekleyenlere ilk müjdeyi kendisi vermek istercesine,dürülü bir halı gibi açıldı ve sonra uzanıverdi köpükten deseniyle kurumuş toprağın bağrına...

    Asıl sürpriz ve müjdeden habersiz su, kendi kurtuluşunun müjdesini köye kendisi götüre dursun biz gözlerimizi köylüye çevirelim.

    Kayanın çaydan çıkarılmasıyla birlikte bütün gözler bir anda önlerinden bir yılan gibi süzülüp giden suya takılmıştı.Kısa bir süre sadece ama sadece suyu seyrettiler..Şaşkınlık,sevinç ve heyecan bütün bakışları suya mıhlamıştı.Ve havada kopan,kuşları ürküten bir çığlık bütün bakışları,mıhlandıkları sudan çekmeye yetmişti:

    — Heyy!..Başardık..Allah’ım şükürler olsun sana!..

    Bu kişi ellerini iki yana açmış,Mustafa’ya doğru yürüyen Cemal’di..Mustafa da sağ elini havaya kaldırıp yanına gelen Cemal’in sırtından kavramasıyla birlikte kucaklaşmaları bir oldu.Bu onlar için adeta dün akşam ki barışlarının bir hediyesiydi.Bir anda yanlarında bir genç daha bitiverdi.Dokunsalar patlayamaya hazır içi su dolu baloncuk gibi gözler dolu dolu;ürkek tavrına uygun titreyen dudaklar arasından dökülen sadece iki kelime:

    — Cemal...Mustafa!..

    Başka söze ne hacet…barışın altından mührünü vuran üçüncü kişi de Ferhat olmuştu.

    Rasim Amca ve Muhtar…Sadece sükût halinde yan yana durmuşlar arada bir, bir birlerine bakışıp gülümseyerek gençlerin örnek davranışlarını takdir edercesine başlarını sallıyorlardı.

    Ve diğer köylüler…Bu olay sürecinde ince incele bir tül perdesine dönen düşmanlık duvarının arkasından davetkar bakışlarla bir yandan birbirlerini süzüyorlar,bir yandan da imrenircesine gençleri seyrediyorlardı.O kutlu barış davetini herkes bir birinden bekliyordu sanki…Birisi bir adım atsa barış şimşekleri çakacaktı havada…Zaman geçiyor, başlar öne düşüyor,bakışlar belli belirsiz bir yerlere takılıyordu.

    Bir ara Rasim Amca yanındaki Muhtara başıyla sessizce bir işarette bulundu.Muhtar da başıyla “tamam”dercesine karşılık verdi.Köylüye doğru yürüdü ve aralarında durdu.Başı öne eğik köylülerden birine yönelerek:

    — Şükrü…Dedi.

    — Buyur Muhtar...

    — Başını hele bir kaldır şükrü gardaş...

    Başını yerden kaldıran şükrünün karşısında makas gibi iki yana açılmış sarılmayı bekleyen kollar…

    Şükrü önce sağa sonra sola bir bakış attı.Sonra yutkundu ve sonra sessizce muhtarın omuzlarına düştü...Bir süre sarıldıktan sonra boğuk ve içli bir sesle sadece “hakkını helal et muhtar!”dedi.Muhtar da ağlamaklı bir ses tonuyla “helal olsun helal!..”dedi.

    Bu fasıldan sonra Muhtar, Cemal’i omzu omzuna değecek şekilde sol tarafına aldı ve zaten yayından fırlayacak ok gibi hazır ve daveti bekleyen Ahmet’te muhtarın “gel Ahmet gardaşım gel,bugün barış”günü demesine kalmadan yerinden fırladığı gibi kendisini önce muhtarın sonra da Şükrünün omuzlarında buldu.Şükrü de,omuzlarına düşmüş ve sarsıla sarsıla ağlayan Ahmet’i iki eliyle usulca doğrultup yanına aldı.Gençlerden sonra tepeden tırnağa barışın ete kemiğe büründüğü üç kişi daha...Yan yana,omuz omuza...Saf tutarcasına bu duruşun manası belliydi.Dördüncü kişiye davet çıkmıştı.Rasim Amca’nın “hem saf’a güç katın hem de diğerlerinin cesaretine yol açın”dercesine gençlere gönderdiği göz işaretiyle saf’ın sayısı altı olmuştu.Tam altı kişilik bir saf ve karşılarında patlamaya hazır balonlaşmış gözbebekleriyle diğer köylüler...Herkes ağlamamak için kendini zor zaptediyor,dikkatini başka bir şeye vermeye çalışıyordu.Kimisi dudaklarını sıkıyor,kimisi parmak uçlarını alnında gezdiyordu.Bu hal üzerinde olanlardan biri de köyün vücutça en iri,haşin ve sert görünüşlüsü Tahir Amcaydı.Dışarıdan bakılınca “taş ağlar da bu insan yine ağlamaz”intibası veren Tahir Amca bir ara parmaklarının arasında şakırdattığı iri tespihiyle beraber elini yüzüne götürdü.Bir süre geniş yüzünü saran beyaz sakallarını sıvazladıktan sonra yüzünde titrek temaslar yapan ellerinin arasından süzülen gözyaşı,bütün

    köylünün balonlaşmış göz bebeklerini patlatmaya yetmişti.Evet artık herkes ağlıyordu.İçlere ılık bir su gibi akan barış,buharını gözyaşlarıyla dışarı salıyordu.Tahir Amcanın…Çocuklar gibi ağlayan o gürbüz adamın, “Barışta ağlamak ne güzel şeymiş be…Yüreğimi hissettim..Yüreğimi!..Yüreğimi!..”sözü düşmanlığın çatırdayan binasına bitirici son darbeydi adeta…Yerle bir ettiği düşmanlık binasının enkazı üzerinden süzülüp barış safına doğru yürüdü Tahir Amca. Derken 8,9,10,11,12!..Ve bütün köylü annesinin şefkatli kucağına koşan bir çocuk gibi saf’a doğru koşuyordu.Aynı ahenk içinde önce teker teker kucaklaşmalar ve bir sonraki sırada yer tutmalar...Boğaza kadar dayanmış hıçkırıklar arasında ne bir söz ne de bir kelime…Sadece huzur verici bir sükût …Sükût içinde konuşan yalnızca barışın diliydi.Hem ne gerek vardı ki söze?..Zaten her sözün toplamı o;her mananın kesiştiği nokta o;her hareketin gayesi o’ydu.O yalnızca o!..O Barıştı…

    Ve adeta bütün insanlık kadrosunun en ince imbiklerinden süzülmüşçesine barışı manası ve maddesiyle heykelleştiren köylüyü seyreden Rasim Amca…O barış heykelinin arkasındaki,yüreği maddesini kuşatmış büyük usta...Daima o kısık gözlerini ufka dikip sessizce:

    — Çağını aşan,sevgi ve barışın isminde eridiği ey büyük pirim!..Sanki seni bir an buralarda görür gibi oldum,dedi ve gerdirilmiş bir iplik gibi saf halinde duran ve kendisini bekleyen köylüye doğru ilerledi.

    Rasim Amca’da ilk sıradan başlayıp bütün köylüyle kucaklaştı.Bir yandan kucaklaşıyor bir yandan da her birinin yüzüne tebessümler konduruyordu.Nihayet gözyaşları dinmiş,her bir insan kendine has çehresiyle gülümsüyordu.Rasim Amca bütün köylünün yanağına kondurduğu tebessümden bir tane de kendi ayırdı ve o hal içinde köylüye:

    — Canlar…Barışın neferleri…Bakınız şu suya, nasıl hep ileriye akıyor,geçtiği yerlere can katıyor ve bütün nihai verimini insanlığın kursaklarına döküyorsa;siz de her biriniz geçtiğiniz yerlere beraberinizde barışı götürecek;düşmanlıkla kurumuş gönülleri yeniden dirilteceksiniz.Ve siz de aynen bu su gibi barışın nihai verimlerini gelecek nesillerinize aktaracaksınız.Hem sizler bugün,gizledikçe azalan dağıttıkça çoğalan;her belayı kovan,her eksikliği gideren;hem kendi zamanınızın hem de bütün zamanların en büyük hazinesine sahip oldunuz.Bu hazinenin adı barıştır,mücevherleri sevgi,kardeşlik,hoşgörü ve dayanışma…Dikkat ediniz bu mücevherlerin içinde eridiği biricik sanduka barıştır…Barışı kaybedersek eğer,Allah korusun hepsini birden kaybederiz..

    Rasim Amcayı pür dikkat dinleyen köylü hep bir ağızdan:

    — Kaybetmeyeceğiz!..Kaybetmeyeciğiz!..

    — Peki öyleyse canlar..Şu önümüzdeki ufak kayaları da kaldırıp hemen köye dönelim..Dönelim ki,suyumuzla giden müjdenin üstüne bir de bu kutlu müjdemizi verelim ve bu hazinemizi ilk onlarla paylaşalım.Umulur ki bu müjdeyle birlikte köydeki eşlerimiz ve çocuklarımız hasret kaldığı sevgiye;yaşlılarımız şefkate;hastalarımız da şifaya gark olur.

    Aslında köydeki havaya bakılırsa köydekiler de gelecek müjdeye çoktan hazırdı bile.Zira pınar başlarında suyun gelmesini merakla bekleyenler kaçamak ve ürkek bakışlarla:

    — İnşallah başlarına bir iş gelmemiştir.

    — İnşallah...

    Başka birisi..

    — susuzluk da ne zormuş…

    — ya öyle..

    türünden çok yüzeysel olsa da diyalog içine girmeye başlamışlardı bile.Neden sonra,pınarlardan duyulan öksürük sesi ve havada patlayan:

    — Sular geldi!...

    Çığlıyla birlikte suyun geldiğini bir birine müjdeleyenler hatta sevincin tesiriyle bir birine sarılan bile olmuştu.

     

    Nihayet,iki büyük sevinci bir arada yaşayan köylü,çayın içine serpilen ufak tefek kayaları da bir hışımla temizleyip Rasim Amcanın “haydi canlar köye dönme vaktidir” komutuyla yola düşmüşlerdi.

     

    ●●●

    Her birinin sırtında görünmez birer heybe,içleri barış’ın mücevherleriyle dolu;toy düğünden dönen yiğitler gibi barışın zaferiyle girdiler köye barış neferleri...Patika yolun kenarındaki ağzı emzikli çocuklarını bir kavrayışta yakalayıp koklayanlar...Duvar diplerinde oturan ihtiyarlara selam verenler...Ve hala gözyaşlarını tutamayanlar…

    “Barış neferleri”nin köye girişini gören koşuyordu yola...”Siz gelmeden sizin müjdenizi suyumuz çoktan getirdi a evlatlarım”dercesine gülümseyen tatlı bakışlı nineler,çukur gözlü dedeler,çocuklar,hatta hastalığına rağmen yatağından titreyerek kalkıp gelen hastalar...Hepsi de bayram yerine koşuşan çocuklar gibiydiler.

    Barış neferleri,ellerini daldırdıkları heybelerinden etrafa hayat iksiri barış mücevherlerinden dağıtarak ilerlediler köy meydanına…Bu mücevherlerin hepsine birden herkesin ihtiyacı olmasının yanında herkes en çok hasret kaldığı mücevherlerden alıyordu kendisine…İhtiyarlar ve hastalar şefkat mücevherinden;çocuklar ve kadınlar sevgi mücevherinden;gençler anlayış ve hoş görü mücevherinden…Rasim Amcanın dediği gibi verildikçe çoğalan,barışla gelen,barış zarfının içindeki mücevherlerdi onlar.

    Daha düne kadar düşmanlığın demirden ayaklarıyla üzerinde yürüdükleri ve incittikleri o zarif ve şirin köy meydanında toplandı köylüler..Ama şimdi aynı ayaklar,köy meydanı için başakları okşayıp geçen meltem

    rüzgarı kadar tatlı ve yumşak olsa gerek.Nasıl öyle olmasın ki? Barışmanın verdiği sevinçle adeta kanatlanıp ayağı yerden kesilen insan manzarası bunu en güzel şekilde ispatlıyordu:

    Bugünleri de gördüklerine şükreden ihtiyarlardan;oynayacakları ilk futbol maçının planlarını şimdiden yapan gençlere;akşam için ailecek oturma davetinde bulunan kadınlardan;azat kuşları gibi kalabalığın etrafında turlayan çocuklara kadar herkes kendi çapında neşenin,gönül hafifliğinin zirvesindeydi.Ve her şey de aslına-ait olduğu yere- dönmüştü artık…Su toprağa;barış gönüllere ve kalpler de birbirine…

    Bir ara Rasim Amca ,yürekten yüreğe tos vuran sevinç çığlıkları arasında nazikçe “beni dinleyiniz” dercesine kollarını havaya kaldırdı.Rasim Amcanın bu hareketini gören susuyor ve gözlerini o güzel insanın gülümseyen çehresine teslim ediyordu.Ve kısa bir süre sonra uğultular büsbütün kesilmiş ve bütün bakışlar Rasim Amca’nın üzerindeydi.Rasim Amca önce derinden bir iç çekti ve sonra döktü kelimeleri dilinden:

    Canlar!..Bakınız (eliyle kalabalığı işaret ederek) dıştan gelen bir felaket içeride birliği ve barışı doğurdu.Hani bir aile olur;bütün fertleri bir biriyle dargındır ve hepsi kendi namına yaşar.Fakat gün gelir aileye,bütün fertlerini ilgilendiren bir kötülük dokunur ve o kötülük bütün aileyi bir araya toplar.Aile ya o kötülüğü defeder ve barışır;veya yine kötülüğü defeder fakat herkes yine kendi namına yaşamaya devam eder;veya da o kötülük,epeydir dargınlıktan güçsüz düşmüş aileyi gafil avlar ve hepten harap eder ya...İşte bunun gibi canlar,şu köyümüzde de biz bir aileyiz.Şükürler olsun ki biz,o aileyi bekleyen muhtemel üç akibetten birincisine nail olduk.Yani başımıza gelen kötülük etrafında birleşip o kötülüğü defettik ve barışa erdik.Şimdi,evet şimdi bize düşen görev;ortadan kaldırdığımız musibetin verdiği rahatlıkla yine eski halimize dönmemektir canlar.

    Kalabalık arasında önlerden,ortalardan ve arkalardan yükselen tek tük “dönmeceğiz!..”seslerine tempo tutarcasına bütün köylü iştirak etti:”Dönmeyeceğiz!..Dönmeyeceğiz!..”

    Rasim Amca sağ elini havaya kaldırıp işaret parmağıyla havada geniş bir daire çizerek devam etti sözlerine:

    — Aslında şu küçücük köyümüz de şu koca dünyanın bir örneği ve numunesidir öyle değil mi canlar? Ah keşke şu köyümüz bütün bir milletlere örnek olsa...Güzel ve biricik dünyamıza büyük felaketler gelmeden bütün insanlık kadrosu mevcut sıkıntılara karşı barışa gelse...Keşke!..Ama kim bilir? Belki bakarsınız bir gün o da oluverir.Zira her gecenin payına düşen bir ümit;her çağın payına da düşen barış neferleri vardır.

     

    Evet kim bilir? Belki bir gün Dünyamız da bütün insanlığın ortak sıkıntıları etrafında birleşiverir.Belki de bu küçücük köyün toraklarına ekilen barış tohumları gün gelir kabuğunu çatlatır;filizler boy verip ağaç olur;yemişleri yedi iklim dört bucağa serpilir.Kim bilir?..


  6. Eyvallah Sevgili Cihadım.Çok teşekkür ederim.

    Şu bizim muhabbet meczubu Ozan,şimdi senin yeni bir açılım getirdiğin muhabbet tarifini duysaydı Muhib'i kovar ve karşına oturup gözlerini de irileştirerek hayretle ve istekle "eee!"derdi herhalde:)

    Zaten bu günlerde bizim Muhip masivadan yediği yumruklarla "hacı yatmaz" gibi sallanıp duruyor.Kah okul,kah futbol kah gezi....

    Muhipçiğim kulakların çınlasın ayağın kayıyor bak;yerine Cihad geliyor ona göre:)


  7. MUHABBETNAME’DEN

    Birinci Fasıl

    MUHABBET

    — Gel ey varlığımın delili;ruhumun zemini;fikrimin tezahür haldeki tekamülü;aşım,ekmeğim,suyum her nevi gıdam ve himmetçim,dostum gel!...

    — (gülümseyerek) Eyvah!... Azizim yine yüzümüze toprak attın.Haydi hepsini şu müflis nefsimize yedirdik diyelim;şu “himmetçim” takdimine ne demeli…Hem himmet velayete mahsus bir hususiyet değil mi?

    — Ah,Muhip neden üzerine alınıyorsun ki? İltifatlarımın menzilindeki sen değilsin;senin getirdiklerin…(gülüşmeler)

    Latife bir yana azizim; insan,ihlâsla taşa bile himmet nazarıyla baksa taş bile himmetçi kesilir.Tabi ki bu şuur halinde devamlılığı olmayan insiyaka bağlı asgari ve mütenahi bir himmet…Kaldı ki dost...Dostun dosta himmeti şuur halinde devamlıdır ve muhabbet mihraklıdır.

    — O zaman sen de benim himmetçimsin azizim…

    — Nakıslığımızdan ve çirkin nefsimizden beri olan ruhumuzu nazara alıp söylüyorsun doğrudur Muhip.Aksini iddia edemem.Dedik ya muhabbet mihraklı…

    — Allah muhabbetimizi artırsın azizim.

    — Heh!...Muhabbet dedik ya azizim;aklıma müthiş bir söz geldi.Batın kahramanlarından…Dikkat buyur:

    “Muhabbet;sevenin kendi sıfatlarından feragat edip;sevdiğinin sıfatlarını yüklenmesidir.”

    — Tüh desene şimdi senin sıfatlarından bana da geçti azizim…Yandık!...

    — Yandın ki ne yandın!...(gülüşmeler) Ama bunun yanında kendi sıfatlarından feragat ettiğini de itiraf ediyorsun yani…O zaman kendi elinle kendini yakan da sensin azizim.Razı ol...

    — Pes,tamam!...İtiraf ediyorum Ozanım;gizliden gizliye senin sıfatlarını yüklendim.

    — Hah şöyle hizaya geliniz efendim.

    — Azizim öyleyse şu muhabbetin muazzam tarifine dair sıfat değişimini teşrih masasına yatırıp biraz tehkik etsek...

    — Edelim etmesine de azizim;hayırdır okulda yine kadavra filan mı kestiniz? Ne o Teşrih masası filan…Burası teşrihhane değil lütfen…

    — Aaah muzip…

    — Tamam kızma iki gözüm…Ne yapalım biz de teşrih masasında hallederiz bu işi…

    — Buyrunuz…

    — Muhabbet…Evvela şunu peşinen ifade edelim ki “şahsiyet”in muhafazası için ilahi hikmet gereği mutlak muhabbet muhaldir;keza mutlak sıfat değişimi de mümkün değildir.Mutlak muhabbet güneş gibi maverâi olup;maksat ona tutunmak değil;ona yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşma davasıdır.

    — Ozanım buna hüccet isterim…Özellikle şu mutlak sıfat değişimine mani “şahsiyet” meselesi için…

    — Hay hay muhipçiğim…Seninle ilk tanıştığımız günleri hatırlıyor musun? Çocuk sayılabilecek yaşlarda…İlk temasımızda müşahhas plana çıkan küçük bir fikir ittifakı haricinde sende de bende de müspet ve menfi sıfatlar kendimizde müstakil ve büsbütün çelik mahfuzlar içindeydi.Ve keza aramızda kaskatı ve kalın bir bend…Ve o küçücük fikir ittifakının evvela oksijen kaynağı gibi çelik mahfuzlarımızı eritişi ve sonra bendin her iki tarafına dayanan sıfatlarımız…Gün geçtikçe ben bendin üzerinden elimi senden tarafa daldırıp bendeki menfi sıfatları zıddıyla sendeki müspet sıfatlara tebdil ettim.Ha keza sende öyle…Rıza ve feragat üzerine-dikkat et azizim rıza ve feragat üzerine- bu sıfat tebdili (değişimi) o raddeye ulaştı ki;bir birimizden tebdil ettiğimiz sıfatlar tatbik ettiği mukavemetle aradaki bendi incelte incelte tabiri caizse bir arşın kalınlığından bir karış kalınlığına düşürdü.

    — Ozanım sıfat tebdiline bir örnek…

    — Vereyim azizim…Dikkat ettiysen Muhipçiğim;evvelden ihtilaf halindeki huylarımız zamanla azami derecede bir birine benzemeye başladı.Örneğin bendeki asabiyete dayalı menfi celalet sendeki müspet sakinlikle tebdil olundu.Ve nispeten kendi sıfatımdan feragat edip,senin sıfatlarından bir sıfata bürünmüş oldum.Bu aynen senin için de geçerli bir durum.

    — Neylersin ki ben de senin muziplik,afedersin nüktedanlık sıfatını üzerime aldım.Görüyorsun ya halimi…

    — Ah!...Bunu müspet bir sıfat tebdili olarak görüyorsan ne ala Muhipçiğim.Bir ömür sermayen olsun.

     

    ***

    — Eyvah!...

    — Hayırdır Ozanım ne oldu?

    — Muhabbet suyu Muhipçiğim muhabbet!...Ocakta unuttum…Hemen geliyorum.

    — Tabi ya!...Ben de ‘bir şeyler eksik ama ne?’ diyordum kendi kendime…Ah Ozanım ah…

    — İşte geldi muhabbet suyumuz…Buram buram muhabbet kokuyor mübarek…

    — Şükür hatırlatana…

    — Buyur muhipçiğim…

    — Eyvallah Ozanım,berhudar ol…

    — Afiyet olsun.

    — Ehl-i muhabbetin gıdası budur işte.

    — Aynen öyle azizim.Zaten büyüklerin çay’a olan sevgisi hep merakımı celbetmiştir.Ne zaman muhabbet suyunu yudumlasam,Üstadımızdan,Efendi Hazretleri’nden,Bediüzzaman’dan rayihalar duyuyorum.Bu arada azizim malum tıbbiyecisin

    buna da tıbbi bir tevil getirsen…

    — Ozanım,Yapılan araştırmalar neticesinde ortak kanaat;çayın insan fizyolojisi ve psikolisi üzerinde bir çok müspet tesirlerinin olduğu yönündedir.Kalp krizi riskini azaltması,mide ve bağırsak sistemini düzenlemesi,asabiyeti izale etmesi,yorgunluğu gidermesi vs...Lakin burada büyüklerin çaya olan teveccühü tıbbi “fayda”ların ötesinde olsa gerek.Senin sohbetimizin başında ”insan,ihlâsla taşa bile himmet nazarıyla baksa taş bile himmetçi kesilir.” Dediğine benzer bir durum olsa gerek.Çayın kendisiyle gelen ve kendisiyle giden küçük ve şuur halde devamlılığı olmayan himmet.Bu da çayın himmeti...Elverir ki ihlâsla olsun…

    — Eyvallah Muhipçiğim…O zaman biz şuur halde devamlılığı olan muhabbet bahsimize dönelim.

    — Lutfedersin Ozanım.

    — Ee nerde kalmıştık…

    — Sıfat feragatı ve tebdiline temas etmiştik…Sıra şahsiyet meselesinde...

    — Evet şahsiyet…Muhipçiğim temas ettiğimiz gibi mutlak sıfat tebdiline ve dolayısıyla mutlak muhabbete tek mania şahsiyettir.Şimdi bizim aramızdaki temsilen ifade ettiğimiz;incele incele bir karışlık duvar kalınlığına inen bend, bu yönüyle zahiren engelmiş gibi görünse de aslında ilahi hikmet ve imtihan sırrı gereğince şahsiyetlerimizin muhafazasını sağlayan bir unsurdur.Hayalimizde bu bendi bir an yıkalım veya sıfır mesabesinde inceltmiş olalım.Manzara:Büsbütün sen ben;ben de sen... Sana ve bana dair hususi hiçbir inanış,fikir,tavır ve edanın kalmaması… Ve mutlak şahsiyetin iptali....Şahsiyetin iptali demek neredeyse bütün insanlık kadrosunun tek inanış,tek görüş,tek huy ve tek anlam içinde vücut bulması demektir ki dünyadaki 5 milyarlık insanın birbirine vereceği ve alacağı hiçbir şeyin kalmaması…Ne fikir,ne yenilik,ne tecessüs,ne merak,ne de karşı geliş…Kaskatı bönlük…

    Bu arada aklıma Üstadın bir noktalaması geldi.Üstü sarmallı bir nüve gibi…Açtıkça her katında ayrı bir mana…Ama ben nüvesine yaklaştıkça mevzuumuza dair manalar çıkardım.

    “Anlamak yok çocuğum,anlar gibi olmak var;akıl için son tavır,saçlarını yolmak var”

    Her ne derece bu noktalama,aklın nesne,nesneye bağlı ve nesne üstü mücerret olgular karşısındaki muktedirsizliğine işaret olarak tevil edilse de-ki doğrudur-bizim bu muhabbet mihraklı şahsiyet meselesine de bir işaret olarak telakki ediyorum.Anlamayı zorlaştıran unsur insanlardaki hususi halleri besleyen sıfatlar…Yani şahsiyet…Derecesine göre insanlardaki bir birini anlama filini ortaya koyan nedir? Muhabbet seviyesi…Muhabbet seviyesi de fertler arasındaki sıfat tebdiliyle ve şahsiyet bendinin çapıyla alakalı olduğuna göre nihai sonuç büsbütün anlamak yok anlar gibi olmak var.Tabi ki bizim bu noktalama üzerindeki tevilimiz beşeriyet planında…Nesne dahil değil…Bilmem anlatabildim mi azizim?

    — Şimdi büsbütün anladım desem şahsiyet gidecek;anlamadım desem olmayacak…En iyisi mi anlar gibi oldum diyeyim azizim.Eh bizim de muhabbet derecemiz bu kadar anlamayı iktifa ediyormuş azizim.Buna şükür.Biz yine de şu bendi inceltmeye bakalım ne dersin Ozanım (gülüşmeler)

    — Eyvallah derim muhipçiğim Eyvallah…

    — Öyleyse demek oluyor ki Ozanım;tarihin hiçbir devrinde de mutlak muhabbet zuhretmedi.

    — Aynen öyle…Ne dün,ne bugün ne de yarın…Hiçbir zaman mutlak muhabbet olmadı…Bundan sonra da olmayacak...Olmaması da fikir ve tecessüs namına bir nimet…

    — Ozanım,biz aramızdaki şahsiyeti muhafaza eden bendin çapına,temsilen bir karış dedik.Pekala bunu adeta jelatin inceliğine çevirenler de olmuştur değil mi?

    — Hiç şüphesiz evet…Şu kadar ki Allah’ın Resulü’ne karşı ashabın bendi aynen senin dediğin gibi mutlak muhabbet noktasında bir jelatin inceliğindeydi.Belki de daha öteydi.Yalnız şu var ki;Allah Resul’ündeki sıfatlar bütün zaman ve mekan içerisindeki beşeriyetin en kamil ve ulvisi olduğu için Allah’ın Resulü’nü sıfat tebdili içinde düşünemeyiz.Sadece ashabın Allah Resulü’ne karşı sıfat tebdili...Ashabda Allah Resulü’nün maverai sıfatlarını her an yüklenme cehdi…Ve işte mutlak muhabbete en yakın kadro…

    — Ya bizim Allah Resulü’ne karşı muhabbetimiz Ozanım….

    — Hangi alet ölçebilir ki aradaki bendin çapını? Buradan öte sükut düşer bana azizim.

    — Anladım…Peki Ozanım,günümüzde sohbet mefhumuyla muhabbet mefhumunun eş anlamda kullanılmasına ne diyorsun? Halbu ki biz burada muhabbeti başkaca tarif ettik.

    — Ah evet evet azizim!...Benim de çokça muzdarip olduğum durumlardan biri…Hatırlattığın için teşekkür ederim.

    — Rica ederim.

    — Sohbet…Ama halis,fikir soylu sohbet muhabbetin bir semeresi olup muhabbetin kendisi değildir.Fakat meselenin künhüne vakıf insanlar tarafından iyi niyete binaen muhabbet,sohbet mefhumunun veya sohbet muhabbet mefhumunun yerine kullanılıyorsa bunda bir beis yoktur.

    Muzdarip olduğumuz taraf,muhabbet mefhumunun esamesini bilmeyen lümpenler eliyle ayak altına düşürülmesi…Bu ulvi mefhum o derece ayakaltına düşürüldü ki;kahvehane lakırtılarından;kız-erkek paslaşmalarına;sokak arası dedikodularından; talk Showlara ve daha bilmem nicelerine hepsinin adı muhabbet(!) Ha bir de malum İnternetle iç içeyiz...Sanal alemin muhabbet mümessilleri;chat siteleri “seviyeli muhabbet,sohbet”,”muhabbet siteniz” vs…Akıllara ziyan!...Bakar mısın şu sözüm ona sohbete,muhabbete tam bir sıfat tebdili (!)

    “slm”,”slm”,”nbr”,”iii”,” ya sen”, “bende iii”,”no sorun”,”yoq” bitti…Hele şu kelimelerdeki imla kaidelerinin kusursuzluğuna(!) ne demeli… Benim için adeta çocukluğum kabusu mistik koncolos…Yutkunamıyorum.

    — Ooo azizim!...Hayırdır chat met!...Ne iş…

    — Çaktırma birkaç defa tecrübe ettik. (gülüşmeler) Hem Muhipçiğim benimkisi sadece sosyolojik ve psikolojik bir takım tahliller içindi.

    — Ah ne demessin;bilmez miyim hiç Ozanım bilmez miyim…

    — Yahu mübarek senin işin nasıl kan nuftesi üzerinde bir takım tahliller yapmaksa benim işim de sosyolojik vakıalar üzerinde tahliller yapmak…Hem biz dünya görüşümüz itibariyle hayatın her şubesini kuşatmakla yükümlüyüz ve hiçbir şeye kayıtsız kalamayız Muhipçiğim.

    — Aman Ozanım;biz her şubeyi tecrübeyle kuşatırsak ayağımız kayar Allah korusun. (gülüşmeler)

    — Şaka bir yana haklısın Muhipçiğim.

    — Ee Ozanım,bugünlük sohbetimizin de sonuna geldik galiba…Sahi sohbet mi muhabbet mi oldu şimdi bu?

    — Muhabbet mihraklı sohbet...(gülüşmeler) Veyahut da gönlümüze nakşeyleyen tarafıyla gönlümüzün Muhabbetname’si…

    — Eyvallah Ozanım.Yarın da yanındayım;yarın ki muhabbetname’mizin mevzusu ne olsun?

    — Ne o çalışıp da mı geleceksin?

    — Ayıptır söylemesi gönlüne ben zaten idmanlıyım Ozanım.

    — Öyleyse, muhabbetimizin tedaisinden bahtımıza ne çıkarsa bizimdir Muhipçiğim.Daha olmazsa Ehl-i muhabbetin ruhlarına iltica eder,bir sohbet mevzusu buluruz inşallah…Malum tedai…

    — O halde ben giderim yollar benimdir Ozanım.

    — Gideceğin yollar dönüşüne şahit olsun Muhipçiğim.Güle güle…

     

    kılıçkıran


  8. Muazzam.. Müstesna.. Nefis... Konu her yönüyle ele alınması gereken bir konu... Benim tüm beceriksizliğime rağmen, hiçbir deneyim ve yetkiye sahip olmamama rağmen tasarlamaya uğraştığım bir romanı bu sayfalarda son derece muhteşem bir uslup altında görmek ne saadet. Evet piyasada dolaşan basit üstüne basit romanların aksine muhteşem bir uslüp...

     

    Romanda gerçekliğe ve yaşanabilirliğe susamış Türkiye okuyucularına sunulabilecek muazzam bir eser... Rica ederim, böyle bir eseri yarıda bırakmak; eserin ruhuna karşı işlenmiş byük bir cinayet olur...

     

    Genç kesimin yaka silktiği şu muvazenesizliği, şu basitlik ve bayağılığı, şu amaçsızlığı, şu düstursuzluğu ve arayışı dolduracak bir eser tasarlayabiliyor insan bu yazıdan.

     

    Tüm satırlarını dikkatle okudum.. Hakikaten Müslüman gençliğin ihtiyaç duyduğu "yön" kavramına bir işaret, bir usul kazandıracak çapta bir eser olur kanısındayım...

     

    Bu güzel konu, -piyasada olduğu gibi- basit ellerde çürümesin.. Bu kardeşinizin ricası nekadar önemlidir bilemiyorum ama, lutfen devam ediniz. Zira Türk gençliği olarak muvazenesini kaybetmiş bizlerin çok ihtiyacı var...

     

    selam dua ve muhabbetlerle...

     

     

    Estağfirullah…Ricanız değil,önemsenmemeye,aksine,içimdeki gönüldaşlarıma karşı sönmeyen minnet ateşinin nar-ı beyzasıdır.Yakıcı minnet…Lakin şekil ve kıvam verici…

    Eser ve fikir…Eserin yüzü fikre dönük olunca,eser;kainatı kendi hacmi içinde milyar defa katlayıp bir topluiğne başına yerleştirme davası…Hal böyle olunca iş,kesbî ve tecrübî bir liyakat şartlarından çıkıp ledünni ve kalbi letaiflerin mevcudiyetine bakıyor.Kendime yönelttiğim “sen bu şartlara haiz misin?” türünden vesveseli bir suali tasdik edercesine eser,kendi lisan-ı haliyle “ya beni büsbütün ihya et;veyahut da bırak” dedi.Bırakmıştım…Fakat sonradan gördüm ki bu,eserin,vücuduna bürünme istidadında olduğu fikirden gelen bir cilve ve hüsn-ü kibirmiş…Bu sevgilinin “beni bırak “sözündeki beni “daha fazla sev” iması,cilvesi ve nazı gibi…Mamafif,”büsbütün ihya”nın mümkünler aleminde,mümkün olamayacağını;eserde ihyanın vardıkça buutlaşan bir mavera olduğunu idrak ve kabul ettim.Bu kabulle birlikte Peygamberleri,Enbiyaları ve Asfiyaları tenzih ederekten yüce ruhuna sığındığım “ sevgilimin himmeti ve manevi ihtarıyla üç dört gün önce tekrar yazmaya başladım.Ve yazıyorum…Her ne derece usul ve uslüp noktasında sevgilimin “mukallitçisi” olduğuma dair ithamlara maruz kalsam da,bu yolun en adi ferdine bile düşen-ki o fert benim- “ruh ayniyeti” ve o ayniyetin getirdiği “ortak malumat” sırrından bi haber olduklarını söylemek borcundayım.Her şey aleni söylenmiyor.Gönül isterdeki; muhtemel “megolaman manyak”ithamlarını da göze alıp,bu roman ve yazınız vesilesiyle burada bir takım mahfuzlarımı ifşa edeyim;hem içimi dökmüş olayım hem de bir muhabbet efkârı oluşturayım.Ama olmuyor işte…Belki de böyle olması iktiza ediyor.

    Hülasa romanı devam ettiriyorum…Lakin şimdi söyleyeceklerime peşin,sizden gerçek manada büyük bir af talep ediyorum ve bunu da utanarak yazıyorum.

    Romanın geldiği noktayı istisnai tutarsak;romanın zarf ve mazrufunda bir takım değişiklere gittik. Mevcut bir fikri istida sahip kahramanımızı tekamül edeceği son noktadan daha ileriye sıçratıp;Büyük Doğu neslini “münevver aristokrasya”nın içine roman planında taşıyıcı bir rol yükledik.Bu roman Allah’ın izniyle varımızı yoğumuzu;eteğimizdeki bütün fikri taşlarımızı dökeceğimiz büsbütün bir “fikir terkibi”olacak.Ve romanı tastamam bir kitap halinde bastırıp taktim etmeyi kararlaştırdık.Bu vesileyle romanın davamını maatteessüf sitemizde yayınlayamıyoruz.

    Bu noktada gerçekten çok üzgün olduğumu en samimi tarafımla beyan ederim.

    Meselemiz,romanla kaim değil;romanın bizden öz be öz Büyük Doğu neslinden gelen tarafıyla bize göstereceği işaret ve tatbikine mimarlık edici bir oluşumun meselesi…

    Engeller çok,olacak da…İmkanlar kemiyette sıfıra yakın…Muvaffak olamayabiliriz de…Ama biz illiyetler arkasındaki himmetlere nazar ettik;takdir Allah’ın…Mazrufun zarfı:”Üstün Buluş” yani romanın ve daha ötesinin ismi…Tekrarında bir beis görmüyorum:Meselemiz romanla kaim değil…

     

    Zikredemediğim illetlerimin def’i için sizden dua talep ediyorum;lütfen dua…Ve bunun yanında asabiyetimin düşürdüğü gafletle bilerek veya bilmeyerek;ister gönüldaş olsun ister nadan;kalplerini kırdığım insanlardan özürdiliyor ve helallik talep ediyorum.

     

    Allah yar ve yardımcınız olsun,


  9. Her mevzuu,hareket ve oluş kendi hususi dairesi içerisinde kıymetlenir.Fert bu şubeleri kendi namına ister müspet isterse menfi bir alana irca edebilir.Bu cihetle PKK illetine ve buna mukabil,şehit olan Anadolu çocuklarına bizim bakış açımız en ince ehl-i sünnet ölçülerine göreyken şu iki bakış açısı üzerinde büsbütün ittifak halinde değiliz.

    Birincisi: Kemalist ideolijinin yırtık maslahatlarına yama olmakta pek civanlık gösteren “ya sev ya terketçi”gürühun bu mevzuu üzerindeki görüşü…Din ve Türklük düşmanı PKK’ya karşı ulvi tavrını en yücelerden bedahet üzerine en küçük bir farkındalık olmadan alırken;bu tavır şuurunu malum çevreden alıyormuşçasına bir garebet içine düşmeleri ve bu tavrı semerelerine de onlarla paylaşmaları..”Yaşasın Kralımız!..” Kim mi o malum çevre?..Cumhuriyet içinde Cumhuriyet’in yegane düşmanları,minnoş soyunun aziz ve azizeleri (!) “Cumhuriyet mitingçileri”ve o minnoşların temsil ettiği güruh…Bu güruhun türevlerini tedai gücünüz çapında kafanızda canlandırabilirsiniz…

    İkincisi: Her “kaos”u ihtilale hazırlanan bir zemin olarak gören ve bu minvalde,PKK’yı da siyasi ve stratejik olarak kıymetlendirmeye çalışan devrimci-İslamcı kesim…Bu kesim de PKK’yı din ve milliyet düşmanı olarak görseler de “Düşmanımın düşmanı”ölçüsüyle yaklaşmalarının yanında”PKK’yı güdenin de rejim olduğu”iddiası bunlar adına en büyük garabet ve çelişkilerden biridir.Bu kesimin mezkur tezatlarının çatışmasından doğan,öylesine ürpertici bir görüş daha var ki;şehit olan askerlerimize karşı “şehit”demekten imtina edişleri…(hepsi değil,bilhassa entelektüel kesiminde karşılık bulan bir görüş)

    Şimdi ilk cümleyi buraya çekiyorum.” Her mevzuu,hareket ve oluş kendi hususi dairesi içerisinde kıymetlenir.” Devlet,kurum,ideolacya gibi umumi olan şubelere nispet en büyük dava ve hakikat ferdin hakikatına bağlıdır.Zira fertte iman ve dava her an var olması gereken ve istikbale havale edilebilmesi muhal olan mücerred bir müessesedir.Ve fert kendinde her an var olması gereken imanını ileri bir istikbale havale edemezse,aynen fert de,karşındaki düşmanın ana gayesini bildikten sonra,karşısındaki düşmanını imha etmesiyle hangi menfi siyasi ve stratejik mercilerin faydasına dokunacağını düşenemez.Mevzuu ve hadise o anın mevzuu ve hadisesedir.Ve on içinde kıymetlenir.Bu düşüncemizi PKK üzerinden açıklamaya gidersek;bir asker her an Yüceler’den devşirdiği ve her an yenilenen imanına (imanın kararlılık içinde devamlılığı) antitez olarak muhatap olan bir PKK karşısında göstereceği yegane hareket onu imha etmesidir…Onun her hareketi fert hakikatine nispetle bütün siyasi ve stratejik hesapların ve planların üstündedir…Yani güdülen PKK’nın kimin tarafından güdüldüğünün farkında olmamızın yanında fert süfli-geniş daireye nispetle güzel-küçük dairesi içinde kıymetlenir.Hasılı islam’ın;

    *hem rikkat ve inceliğinin binlerce paresinden bir paresi olan hüsn-ü zan tavsiyesine ve hüsn-ü zan’daki emniyetin realitesine istinaden,

    * Kainatın Efendisi’nin mealen “ölülerinizi hayırla yad edin”düsturuna istinaden,

    * Hem yine ve dünyada kalanlarca ölüler arkasından yapılan hüsn-ü zanlar’ın o vefat eden kişi için bir dua belki de o zanların gerçiğine tebdil edebileceğine istaneden;

    * Ve hem de mezkur mevzumuzdaki “fert hakikatine” istinaden;

    Din ve Türklük düşmanı PKK karşısında vefat eden bütün Anadolu çocuklarını şehit mevkiinde görüyoruz ve Yüce Allah’ın bu inancımızı dua olarak kabul buyurmasını ve zannımız gibi olmasa da zannımızla tebdil etmesini niyaz ediyoruz.

    Ve birincisi ve ikincisiyle bir bütün içinde bütünden gayr-i ihtiyari uzak düşmüş,ama samimi,ama iyi niyetli fakat illa ki en ileri tecrit davasında (agora tabiriyle sapla samanı birbirinden ayırabilmek) nispeten aynı başarıyı gösteremeyen sevgili kardeşlerim…Zamanım gayet elverişsiz…Bana yine kapı aralığı gözüktü...Bedenimin yarısı kapı dışındayken size alel alece şu işaret çubuklarını bırakıyor ve tedaisini cins kafalarınızı havale ediyorum…

    İman-süreklilik;o an-ertelenemez bunların terkibi ferdin hakikati…(hususi)

    Srateji-siyaset;istikbal-ertelenebilir bunların terkibi kurum hakikati..(umumi)

     

    Her iki kesime de asla şahsi bir garazimin olmadığını,ilki içinde büyüdüğüm diğeri ise dünya görüşümün diyalektiğine mutabık yönleri olan ama her ikisine de büsbütün müdahil olmadığımı ve yine her ikisini de en ileri sistem ve itidal merci ve mefkuresi olan adı ve manasıyla sadece“Büyük Doğu”da görmek istediğimi söylemek borcundayım.

     

    Sevgi ve muhabbetlerimle,


  10. Demokrasi:

    Ezberi ve vakıası bakımından gayet esnek tarifini bir cümle içinde toplarsak;

    Demokrasi;halk iradesinin idareye tekamülü ve bu tekamülün de irade biriminden tekrar eşit bir mikyasta halka tecelli etmesidir. Teorikte bir an bu mefhuma hakiki bir liyakat ve maslahat yüklediğimiz vehmine düşülse de pratikte muzip ve tahayyül sınırı namütenahi bir çocuğun en uzak iki yıldız arasına incecik bir ip gerip sağa ve sola yalpalamadan cambazlık yapma gayretinden başka bir şey değildir…Mevzua derinliğine giriyorum dikkat buyurunuz;Tarih çizgisi üzerinde en kadim medeniyetler olan demokrasinin menşei Yunan medeniyetinden ve Kraliyetin tasfiyesinden sonra kısmen de olsa demokrasiye geçen Roma medeniyetine ve bu demokrasi vakıasına muhatap şimdiki ülkeler de dahil hiçbir zaman hiçbirinde demokrasi denen muzip tahayyül tatbik edilememiştir…Bir idare veya varlık müspet veya menfi,kudretini ister ruhtan ister paradan ister dikdatöryasından isterse halktan devşirsin kendi malik olduğu düşüncenin maslahatlarını tatbik etmek isteyecek ve tabii olarak da evvela kendi idaresinin tatbikini tasvip eden halk kadrosunun ruhunun ve düşüncesinin batıl tarafından da olsa hakkaniyetini verecek ve hayat zeminini hazırlayacaktır. İstisnasız bütün devletler,aşikar veya mahfuz;müspet veya menfi bir aristokrasyayla yönetilmiştir.Kraliyet aristokrasyası,demokrasi kılıflı kraliyet aristokrasyası,iktisadi sermaye aristokrasyası,teknoloji aristokrasyası ve ülkemizdeki demokrasi peçeli CHP- Kemalizm aristokrasyası.. .Biz bunlardan,güzel ve ya çirkin hepsinden kaçsak ve hepsinin dışında bir idare tahayyül etsek de bunların dışındaki o tahayyülümüzde kendi iç idaremize dayalı ve idaremizin ana muhataplarına evvela hayat hakkı verici bir aristokrasyadır.Öyle ki “A” karesinin dışı boş bir zemin değil onun dışındaki de mutlaka bir “B” karesidir...Ve bütün bu nefsi hegomanyalara mukabil bizim muradımız,tatbiki muhal ve gülünç,tatbiki cüce ve sefil “eşit”liğe nisbet Asr-ı Saadette tatbik edilmiş hakkaniyet (eşitlik değil) ölçüsünde ruh aristokrasyası… Yani çoğunluğun ruhunun yegane tekamülü,fakat çoğunluğun mekanik olarak seçtiği değil,çoğunluğun mücerret ruhunun yetiştirdiği ve seçtiği (akademik bir yetiştirme ve seçiş) ve o ruhu şahsında remzleştirici liyakat sahibi “remz şahsiyetlerin” idaresinde bir ruh-fikir aristokrasyası…(Asr-ı saadette her hakikat Allah Resulü’nün şahsında tecelli ettiği için müşahassası irdeleyici fikir kaygısı yerine sadece bedahat dayalı ruh aristokrasyası vardı…O’ndan sonra bedahat yerini,bedahatın biricik varisi üstün fikri bıraktı ve bizim muradımız ruh-fikir aristokrasyası olarak vücut buldu.) İşte mutlak ve hakiki manada halk idaresi…Kemmi ve nefsi değil ruhi ve fikri bir irade tekamülü…Sakın burada Cumhuriyet’e karşı olduğumuz vehmine düşülmesin…Aksine bizim halkın ruh iradesine istinad ettiğimiz fikrimiz Cumhuriyet’in en ileri ve yegane modelidir..Ve bu ruh en aşağı ve cahil insan soyundan en yukarı ve münevver insan soyunun nefsinden daima münezzeh ve berraktır.İşte bu ruhun biricik menbaı HAKK’tır ve Üstadın “Hakk’ın hakimiyeti “ ve Gençliğe Hitabe’sindeki ,”halka değil,Hakk’a inan…Hakimiyet Hakk’ındır ” sözlerinin muradı bu ruh hakimiyetidir..

    Ve halkın mekanik olarak da kendi kendini seçmesi,liyakatli doktorun karşısında hastanın, hastalığına dair kendi kendisine reçete karalamasına benzer...

     

    Yüce Beyan’ın nizamname olamayacağı mülahazasına karşı kısaca:

    Cemiyet ,zarfının içini fertlerle doldurur ve fertte karşılık bulan doğru,cemiyette de bulur;cemiyette karşılık bulan doğru idarede de karşılık bulur ve topyekün muhataplık kazanır…

    Uzatmayacağım,madem nizam şekli olarak üzerine kıvrılacağımız her nokta bir aristokrasi ve bugün bu mefhumu demokrasi kılıfında en azılı istibdatıyla kullanan Türk ruhunun nadanı CHP’dir; ve biz bunun tasallutunu meşru bir demokrasi çerçevesinde görüyoruz da neden

    Türk halkının ruh hakimiyetini; ruhunu bir kerecik de olsun nizamname hüviyetinde göremiyoruz ve neden bizim ruhumuzda karşılık bulduğunu söylediğimiz Yüce Beyan’ın toplum planında hükmediciliğini reddediyoruz..?

    Ayrıca mevcut şartlar içinde Sayın Abdullah Gül’ü Türk ruh ve fikir tarihinin küçük mikyasta da olsa bir tekamülü ve bu ruhun bir verimi olarak görüyor;kendisine muvaffakiyetler diliyoruz…

     

    Tarih tekerrür etmez,içindeki fikir cevherleriyle birlikte tekamül eder ve yeni bir dönemin eşiğindeyiz…Türkiye’nin önümüzdeki 10-15 yılını muazzam bir ruh nizamının mimarileşmeye başlaması olarak görüyorum…

    Bu temenni mahiyetindeki ümitle birlikte hepinizi saygıyla selamlıyorum…

     

    Not: burada aristokrasya zati anlamıyla bir istibdat ve hegomanya olarak değil,doğru ve liyakatli ellerde Hakkaniyet ve ehliyetlinin idaresi olarak tarif edilmiştir.


  11. tebrik ederim. merakla ve aynı güzellikte olacağı kanaatimle yazının devamını bekliyorum

     

    Bu çalışma ne yazık ki hususi sebeplerden dolayı askıya alınmış olup;en iyi ihtimalle müphem bir istikbale havale edilmiştir.Çalışmamızdaki Alper’in muhatabına söylediği gibi;özrümden büyük affınıza sığınarak özür diliyorum…Üzgünüm…

     

    Muhabettle...


  12. YİRMİ YEDİ

     

    Ağardı tan yeri,bozuldu tılsım

    Eridi haykırdığım o tepeler

    Kırıldı elmastan keskin kılıcım

    Sonun sonundayım bitti vadeler!

     

    Vadelediğim o gün işte bugün!

    Nerde eser,nerde verim? Nerdesin?

    Oldum zannederken yıkıldım o gün

    Elinde bir oyuncak oldum nefsin!

     

    Arkam düşman gibi kapkara deniz

    Önüm deniz gibi kapkara düşman

    Yaktığım gemilerim nerdesiniz?

    Gelin,dönüyorum tükendi zaman!

     

    Attığım taşın sesine varmadan

    Sesler karıştı o kutsi sesine

    Her bir gürültüyü asıl sedadan

    Süzmeden girdim yirmi yedisine

     

    Kıvrıldı menzil ağaç gibi yana

    Vardıkça uzadı yollar yoruldum

    Geçtim de hepsinden,hepsi bir yana

    Senin yokluğunla ihtiyar oldum!

     

    Hep fırtınada iskambilden kule

    Dikmekle beyhude geçti hayatım

    Diktiğim kulede yalnız Rapunzele

    Benzemekle yalnız geçti hayatım

     

    Hep sıcak beton üstünde damlaymış

    Heveslerim,dostlarım,sevdiklerim

    Sensiz bir oyalama kağıdıymış

    Hayatım,bildiklerim,çözdüklerim


  13. Muhteşem bir tahlil,terkip,betimleme ve topyekün uslüp...Ve birinci bölümde de dediğim gibi teferruatlar arasına kıvrılmış fakat tepeden tırnağa,enfüsi ve afaki bütün hayatımıza şamil bir psikolojinin ince tahlili...

    Dostun dosta nazarı yüreğine gıpta ve takdir mahiyetinde olurmuş ama biz yine de ihtiyatı elden bırakmayıp Allah kötü nazarlardan korusun,çünkü hususiyetle Cihat kardeşimde hem fikri hem de edebi noktada takdire şayan bir inkişaf görüyorum.Elhamdülillah,adeta Sevgili Büyük Üstadımızın manevi dersinin verimlerini sizin üzerinizde müşahassas planda görüyorum...Ne güzel...


  14. Teşekkür ederim,eline sağlık sevgili kardeşim...Yüreğinde Üstad'a topluiğne ucu kadarda olsa minnet borcunu hissedenleri tesiri altında bırakacak çapta bir mesaj...İnşallah tesirini hissederler de nedamet tavrının şerefine yakışır bir şekilde hatalarına mukabil bir cevap gönderirler...Yok nazarı itibere almayıp göndermezlerse de kendileri bilir;bizim tavrımızda açık ve net olur...


  15. Evet bir kaç gündür özellikle ben de bunu elemle müşahade etmekteyim."islami hassasiyeti" olan Zaman ve bilhassa sevdiğim ve umduğum Vakit gazetesinde Üstad'a ayrılmış özel bir sayfa bulamayışım ben inkisara sevketti.Yalnız vakit gazetesi yanlış hatırlamıyorsam 26 Mayıs'ta "şair Necip Fazıl Anılıyor" isimli küçük,ruhsuz ve gayet resmi bir başlık ayırmış Zaman gazetesi de gecikmeli de olsa bugünki baskısında 27.sayfada "Üstad Necip Fazıl Kısakürek Ölümünün 24.yılında anıldı" isimli küçük bir habere yer vermiş...Habere giriş cümlesi de çok hafif ve derya da katre mesabesinde "Türk edebiyatının önemli isimlerinden...." Vakit başta olmak üzere İslami basın hayal kırıklığına uğrata dursun Yeni Şafak bu yıl diğerlerine nisbeten daha erken ve muhtevalı olarak içinde sitemizinde adının geçtiği bir haber yayınlamıştı.Hasılı mavera arkadaşımızın sitemine ortak olarak başta Vakit Gazetesi olmak üzere şu an siyaset aşına kaşık sallamakla meşgul bütün "İslami basın"ı bu vefasızlığından daha açık bir ifadeyle nankörlüğünden dolayı şiddetle kınıyoruz!...Evet şahsım olarak hususiyetle umduğum Vakit Gazetesinin bu duyarsızlığına istinaden Gazetenin Editörü Sayın Hasan Karakaya'ya bir mail atmayı düşünüyorum...Veya umumi bir mail hazırlayıp bütün İslami ve milliyetçi gazetelerin editörlerine de gönderebiliriz.


  16. Mizahi havasının yanında çok güzel bir psikolojik tahlil olmuş...Günlük hayatımızın tefarruatları arasında bir çoğumuzun teseri altında kaldığı fakat dikkat etmediği bir hususus...Eline ve inceliğine sağlık cihat kardeşim...


  17. Layıkıyla anamayacağımızı bile bile sizi bir kuru lisanın bilmem kaçıncı baskısıyla rahmet ve minnetle anıyoruz Aziz Üstadım!..Bazen içimden, sizin ruhunuza sığınarak yazdığımı iddia ettiğim ne varsa karalamak,ne söylediysem unutmak geliyor…Hep üst perdeden yazma, cafcaflı konuşma ve kelimelere parende attırma hevesi…Riya!..Kocaman bir riya!..Riya içinde riya hem de…Şu cümleleri yazışım da ayrı bir riya…”şu cümleleri yazışım da ayrı bir riya”deyişim de ayrı bir riya!.. Greyder gibi önündeki karı ayıklayıp gitmek değil de ayakları çapında şahsına yol açıp sivrilmek ve sahte kemalat davası…Bazen yine diyorum ki;hani bir insan olur güya dostunun zahmetli bir işini gidermek için ona yardım etmek ister…Fakat yardım edeceğim derken işi büsbütün zorlaştırır ya…Aynı ahval…”Yürüyen Büyük Doğu”nun yanında yüreyeyim derken Büyük Doğu’ya ayak bağı olmak…Veya Büyük Doğu’nun yolunda gidiyorum derken asıl ve asil kahraman namzetlerinin geçişine engel olmak…Bazen “Madem Büyük Doğu’ya önce ben engelim,yıktım gövdemi geçen geçsin!”diyesim geliyor.Belki diyeceğim Aziz Üstadım!..Diyeceğim ve torbadan gövdemi evime hapsedip dilime kilit vurup hakiki Büyük Doğu neslinin geçiş fenerini sadece penceremden izleyeceğim…Belki de bana düşen en büyük liyakat ve bu kutlu mefkureye hizmet bu olsa gerek…Nefsime bir kaçış yolu mu bu?..Belki evet…Ama hayır!..Nefsimi böyle doyurmaktansa öyle kaçmayı yeğliyorum Aziz Üstadım!..

    Her nefsin yüzü başka bir nefse dönüktür…Hissemize hissadar olana eyvallah…


  18. Eyvallah sevgili kardeşim Cihat çok teşekkür ederim.”malik olduğumuzu” söylediğiniz kuruma malik olabilmek değil de layık olabilmek dileğiyle…Alper’in son diyalogtan sonra nefs muhasebine gireceğini düşünmüşsünüz.Evet Alper zaten muhtelif yerlerde nefs muhasebesine sürekli giriyor lakin asıl muhasebesini başından geçecek bir takım hadiselerden sonra girecek..Toplu bir nefs muhasebesi için henüz erken görünüyor…Örneğin Alper bir süre sonra görüntüsünü değiştirecek,el sıkışacak bu hareketiyle büyük bir nedamet ve inkisar içine düşücek,kendine marjinal seviyede diyeceğimiz türden bir ceza verecek…Uçurumun korkusunu uçurumun kenarında gezerek yaşayacak(tı)…Alper de nefsaniyeti bile yakin olarak bilme güdüsü…Ve Kübra’ya olan fizik ötesi aşkı da malum…

    Sevgili kaf_ANKA neden Kübra diyorsunuz? Alper’deki tezi ve ruhunu müşahhas plana çıkarabilmek için bir antitezi ve kendini seyredebileceği bir ayna gerekiyordu.Zaten aradan Kübra’yı çekersek Alper’i ortaya çıkaramayız Alperi biri eşelemeli ki Alper’in madenine inebilelim…Evet aşk var…Fizik ötesi bir aşk…Fazla temas edemeyeceğim fakat ortada yaşanmış bir ruhi hadise vardı…Küçük ve sathi gözüken “el sıkmama” daha doğrusu elini yıldırım gibi masanın üstüne fırlatma hadisesi altında derin bir ruhi ve içtimai fenomenleri barındırıyor.Ve şahsım adına diğer çok önemli bir hususta romanın içine serpiştirilmiş bir fikrimiz var(dı).


  19. Mehdilik ve Müceddit müesseseleri farklı olup müceddit daha ziyada içinde bulunduğu devrin itikadi eksikliklerini ve yanlışlıklarını izale ve takviye içindir...Yani İman hakikatleri üzerine...Mehdilikse müceddit sıfatına malik olmarıyla birlikte daha ziyada Üstadın temas ve ümit ettiği hem itikadi,hem siyasi,hem içtimai ve hem de askeri alanlarda inkilap yapacak olan fert veya şahs-ı manevi bir müessesedir.Evet Bediüzzaman devrinin müceddidiydi ve ifa ettiği meslek yalnız ve yalnız iman hakikatları üzerineydi ve içtimai ve siyasi alanda bir mücedddit değildi..Zaten bunu hem kendi dilinden hemde eserlerinden tespit etmek mümkün...Diyebiliriz ki son müceddit veya mehdi hayatın bütün şubesini kuşatan,toplayıcı ve belli bir sisteme oturtan şahıs ve ya şahs-ı manevidir...Bediüzzam şualar eserinde kendisini mehdi olarak nitelendirenlere reddiye babında mealen "bizim mesaleğimiz sadece Kur'an hizmeti ve hakaik-i İman olup ahir zamanda gelecek olan mehdi ekseriyetle siyasi ve içtimai alanda mesleğini ifa edecek"diyor....Zamanımın darlığından dolayı daha fazla yazamıyor,inşallah teferruata ihtiyaç duyulursa ileri bir vadeye havele ediyoruz....


  20. ”Müstesna kadro”nun müstesna ferdi ve değerli gönüldaşım;bu samimi teveccüh ve takdirinizden dolayı çok teşekkür ederim size.Evet sürekli temas ettiğim gibi bugüne kadar ki ve inşallah bundan sonra da vücuda gelebilecek bütün çalışmalarımızın nakıslığını ve kusurunu üzerimize alıyor,ne kadar fikre nispet güzellik varsa altına üstadımızın manevi tuğrasını basıyor ve bütün teveccühleri asıl sahibine havale ediyoruz.Bir de hemen belirtmeliyim ki dün gece bu çalışmamızın bu kısa bölümünü sitemize ekledikten sonra çalışmayı birkaç defa baştan sona tekrar tetkik ettim.Ve bir çok şiir,makale,hikaye,roman vs..yazma teşebbüslerim de yaptığım gibi “bu da içime sinmedi” deyip bunu da yarım kalmış çalışmalarımın mezarlığına gömme noktasına gelmiştim.Büyük bir yorgunluk,burukluk ve inkisar içinde “devam etsem mi,etmesem mi?”türünden muğlak bir duruma düştüm.Bu çalışmamın da neden içime sinmediği noktasında ki düşüncemin sebebini de yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için açıklayamıyorum.Nihai kararı vermek için bir süre daha düşüneceğim.

     

    Not:Bu çalışmayı bırakmaya veyahut askıya alma düşüncemin üzerinde beni gündüz vakti özel mesaj kanalıyla tenkit eden arkadaşımızın hiç bir tesiri yoktur...


  21. Evet o günden bu güne katlanarak devam eden her bir 24 yıl…Ve katlandığı her devirde cemiyetin vicdanına ve ruhuna cerahatini dökmüş resmi ideoloji…Üçüncü devri kemiyet planında 1995’e isabet eden bu ideoloji dördüncü devrini yapabilecek mi?..Bütün ümitsizliğimize ve gözümüzün menzilindeki karanlığa rağmen yakın istikbale bir aydınlatma fişeği gönderip bakınca görüyoruz ki-fikrin hakikati ve kemali bunu gösteriyor-“yüksek ruh”,”yüksek cemiyet” mefkuremiz üstüne örtülmüş ölü toprağı parçalayıp çıkma istidadında…Bu görüş öyle olmasını istediğimize istinaden ne adi ve hayali bir teselli ne de ellerimiz ve kollarımız bağlı gökyüzünün derinliklerinden inecek olan mitolojik ve mistiktik bir kahraman beklentisine perçinli…En realist bir tavırla söyleyebiliriz ki; son yüzyılın haddini aşan istibdatı ve yobazlığı “üstün insan”,”üstün cemiyet” mefkuresinin gerekliliğini ve tahakkukunu mecbur ve bizi de buna memur kılıyor.Büyüyen bir sivilcenin azami çapıyla patlaması arasındaki zaman farkı çok kısadır...Ve dördüncü devrini ifa etmeye hazırlanmış “24 yıl”a nispet Türkiye’nin 10-15 yıl sonrasını güzel görüyorum.

×
×
  • Create New...