Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

kılıçkıran

Editor
  • Content Count

    88
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by kılıçkıran


  1. Aşağıdaki yazı bir süredir üzerine eğildiğim “İslamcı” isimli roman çalışmamıza ait bir bölümdür.Derinliğine fert ve genişliğine içtimai hayat arasındaki muvazeneyi yakalamaya çalışan ve kendisinden yola çıkarak kendisinin temsil ettiği cemiyeti sorgulayan bir gencin etrafında gelişen hadiseleri konu olan “protest”karekterli bir roman çalışması…Romanın arzu edilen kıvama erebilmesi noktasında görüş ve tavsiyelerinizi bekliyor ve kısa da olsa bir bölümünü takdim ediyorum…

     

    " İSLAMCI "

     

     

    Henüz okul açılalı sekiz gün olmuştu.Okul kaydının ve ev bulma telaşının sıkıntısını üzerinden ancak yeni yeni atmaya başlamış fakat eve çıktığı kendisi gibi a-sosyal ve dış plana doğru ürkek seciyeli dört köylü ev arkadaşının dışında sınıf arkadaşlarıyla tanışmaya bir türlü muvaffak olamamıştı.Onlarla da tanışması okul önünde “he gardaş nidecik toplansak da bir eve çıgsak” türünden konuşmalarının güya safi ve tılsımlı büyüsüne kapılıp yanlarına sokulmasıyla gerçekleşmişti.

    Alper, zahiri planda bütün hal ve hareketleriyle,giyim ve kuşamıyla eve çıktığı bu dört mahçup edalı,sözde safi, yüreği yanık Anadolu delikanlılarına(!) benzese de içinde bir volkanizma kasavetinde her an ilk bulduğu boşluktan fışkırmaya hazır fakat içinde büyüdüğü taassupçu cemiyet tarafından bastırılmış,etrafı çevrilmiş üzerine bolca “günah” etiketi vurulmuş korkunç bir sosyal münasebet istidadı vardı.Sekiz gündür evden okula,okuldan eve ruhsuz ve soğuk bir tabut gibi gidip gelmeler bu istidadı kamçılamış olacak ki nihayetinde onlardan ayrılmanın bir yolunu buluyor ve kendisini,sınıf arkadaşlarının ders aralarında bir arınma kornası gibi üşüştüğü kantinin kapısına dikiyor.Kantin,müstakil,izbeyi andıran yere doğru bir metre aşağıya merdivenlerden inilen,loş ve sigara dumanlarının tavanı yarıya indirdiği rutubetli bir bina…Kantin kapısını aralayıp henüz merdivenlerden inecekti ki kapı önündeki sağanlıkta bir an durakladı.Kantini bir metre yükseklikten başıyla kısa bir süre temaşa etti.İçerden gelen çılgınca çığlıklar,kahkahalar ve kulak patlatan bol ritimli pop müziği adete gençlerin ebeveynlerinden kurtuluşunun ve özgürlüğün(!) partisi;kendi iradesine kendinin hükmettiği düşüncesinin psikolojik tekamülüydü.Bu kısa tetkikten sonra neredeyse bacakları bacağına dolaşırcasına ağır ağır merdivenlerden aşağıya inmeye başladı.Kahkahasından dolayı sigarasından nefes çekmeye fırsat bulamayan eli sigaralı kızlardan erkeklere ve bir çoğu da kendi sınıfından olan bazı kişiler Alper’i tepeden aşağıya süzmeye,bazıları da yanındakine işaret ederek Alper’i göstermeye başlamıştı.Alper hakkında mülayimliğinin,ürkekliğinin ve içine kapanıklığının ötesinde fazla bir kanata sahip olmamalarına rağmen Onun bu derece dikkat çekmesindeki baş müessir giyinişi ve fiziki mizacındaki farklılıktı.O,blue jeans’lı,tişörtlü,saçları bir avuç jöleyle karıştırılmış,uzun favorili hemcinslerine nispet siyah kumaş pantolonun üzerinde düğmesi sonuna kadar iliklenmiş açık mavi sade bir gömlek;temiz yüzünün üzerinde kömür karasıyla çizilmişçesine duran ince bir bıyık;iddiasız fakat itinayla taranmış hafifçe uzun saçlar...Aslında gayet mütevazi,kibar,hissiyatlı ve insancıl olmasına karşın dış plana aksülamel eden sert,ciddi,vakarlı bir görünüş ve bu mizaçlara eşlik eden hafiften mağrurane bir yürüyüş…İşte,bütün ürkekliğine rağmen bu tabi yürüyüşünü bozmadan kantinin ortasında durdu ve kendine oturacak bir yer aradı. Sağ tarafta duvara yakın birleştirilmiş iki masa ve masanın etrafına dizilmiş kendi sınıfından 15-20 kişi…Sanki hepsinde,aynı ananın sütünü emmişçesine bir samimiyet,koyu şakalar ve kahkahalar...Sol tarafta,köşede yine uzun bir masa,masanın arkasındaki duvarda siyasi bir davanın güdüldüğü hissini veren tablolar ve yazılar...Ve tablolarla aynı karede poz verme çabasındaki omuzlarının biri düşük,kaşlarının biri kalkık,külhanbeyi tipli kılıksız ve itici üç beş kişi…Sol köşedeki küçük ve plastik boş masayı dikkate almakla birlikte başını tekrar sağ tarafa çevirip içine” arkadaşların yanına gidip ben de tanışsam” gibi bir arzu düşmüş olsa da buna hala hazır olmadığına kanaat getirdi ve bir çay alıp o boş masaya oturdu.Ve oturmasıyla birlikte üzerinde gezen gözlerde yavaş yavaş kendi yuvalarına çekilmeye başladı.Yaktığı sigarasından derin bir nefes çektikten sonra nihai teşhisi koyacakmışçasına o şahsına münhasır mağrurane bakışlarıyla bütün kantini derinliğine uzun bir süre süzdükten sonra gözlerini sigarasının ucunu gezdirdiği kül tablasına mıhladı.Derin bir iç çekişten sonra kendi kendine “yok yok buralar bana göre değil;içinde büyüdüğüm ham ve kaba cemiyetin önüme diktiği tabuları yine yıkamayacağım. Ve yine köreltilmiş içtimai istidadımdan dış plana zerre kadar da olsun bir alamet sızdıramayacağım…Hem ufunetli bu yer sosyal bir istidadın tahakkuk zemini olabilir mi?...Bu da ayrı bir muamma…”diye söylendikten sonra tam yerinden kalkacaktı ki kulağının dibinde ılık bir nefes inceliğinde parlayan incecik,cüretkar ve tatlı bir ses:

    — Merhaba!..

    Alper,kül tablasına mıhladığı dalgın bakışlarını bir şimşek kıvraklığıyla çekip şahin bakışlarını sesin sahibine fırlattı.Karşısında kadınlık mefhumunun pırıldattığı bütün zarafet,estetik ve cazibeyi adeta bünyesinde toplamış bir bayan duruyordu.Vücudunun üstün yaratılışına uygun pamuksu kibar elleri hava da kalmış Alper’le el sıkışmayı bekliyordu:

    — Ben Kübra…

    Alper’de ne bir ses ne de bir kıpırdama…Üzerine kovalarca alçı dökülmüşçesine donuk ve sönük…Alper adeta kendi bedenini milyarlarca defa katlamış ve bir toz zerresi haline getirip Kübra’nın gözlerinin içine üflemişti.Kübra’nın vücuduna dair her çizgi iptal…Sadece gözlerinde karar kılmak,gözlerinde erimek ve gözlerinde yok olmak davası…Bu kadar kısa bir sürede mi? Evet bu kadar kısa sürede!..Zamana yayılmış binlerce kez görmek,bir kerecik görmenin türevi değil miydi? Madem çarpacak o gözler neden ileri vadede...Madem çarpacak o gözler neden şimdi değil?

    — Hey!..Duymuyor musun? Sana diyorum.

    Alper üzerine soğuk su dökülmüşçesine ikinci kez irkildi:

    — A evet!..Afedersiniz…

    Alper,Kübra’nın uzattığı eline karşılık elini yukarıya kaldırmasıyla birlikte masanın üstünde parlayan bir “tak”sesi!.. Ne oldu?..Alper uzattığı elini müthiş bir refleksle geri çekip masanın üstünde kendi elini kündeye getirmişti.Alper beden diliyle el sıkışmayı reddetmişti.Sağ taraftaki masada oturan sınıf arkadaşlarının istisnasız hepsinin gözü Alper ve Kübra’nın üzerindeydi.Bu hareketle birlikte sağ masadan kopan uğultular arasında Kübra’nın yüzü kızarmış,gözleri irileşmiş adeta yerinde buz kesilmişti.Bir süre sükuttan sonra Kübra bir ara yerinde şaşkınca sendeledi ve:

    — Hı!.. Görgüsüz yabani..Budala!..Diye çığlığı bastı.Ve bu çığlıkla birlikte sağ masada kopan kahkaha cümbüşü ve Alper’in göğsüne düşen hicap yüklü başı…

    Kübra eteklerini toplayıp giden bir prenses edasıyla arkasını döndü ve hızlı hızlı öfkeli bir vaziyette sağ taraftaki masanın yolunu tuttu.Masaya oturur oturmaz ayak ayaküstüne atıp sigara paketinden celalli bir şekilde bir sigara çekti ve yaktı.İçine çektiği ilk dumanı Alper’den tarafa üfleyerek,kinlenmiş bir şekilde “ne olacak...Küstah!”diye söylendi.Üzerinde Rus usulüne benzer omuzları kadifeli rodingot ceketli en aşağı 27 yaşlarında,sarı kafalı,yeşil gözlü entelijansiya özentili biri suni bir kibarlığın çerçevelediği,hadiseye hakim bir aydın(!) edasıyla seslendi:

    –– Sert bir kayaya çarptınız galiba Kübra hanım…Kübra:

    — Hah!..O’nun her tarafı sert olsa ne yazar kuzum…Ben ne bükülmez ve eğilmez erkekler gördüm ki;cazibemin havuzuna düşer düşmez bir bisküvi gibi çözüldüler…Ama itiraf etmeliyim ki elimi sıkmaktan imtina eden ilk erkek…Enteresan yani!..Rodingot ceketli (Onur):

    — Ah!..Kübra hanım anlamadınız mı hala?

    — Neyi?

    — Neden sizinle el sıkışmadığını?..

    — Nedenmiş?

    — Bu da diğerleri gibi kadın gördüğü vakit yanından geçmektense köstebek olup yerin dibinden gitmeyi yeğleyecek kadar gurursuz; yanında bir ceviz kabuğu bitse,neredeyse ceviz kabuğunun içine pusacak kadar medeniyet fukarası tipik bir İslamcı!..Bunlar,uçurumun kenarında asılı kalsanız dahi aşağıya düşmenize göz yumarlar yine de elinizden tutmazlar…Neymiş efendim,harammış!

    Onur,“Ve yine bunlar!..”diyerek hakaretin dozunu biraz daha artıracaktı ki hiç beklenmedik bir anda şaşırtıcı bir tavırla,san ki Alper’e yalnız kendisinin hakaret etme hakkı varmışçasına:

    — Yeter artık Onur!..Anladım sus!...Diye çıkıştı Kübra…

    Kübra’ nın bu ilginç ve beklenmedik çıkışı masadaki herkesi derin bir şaşkınlığa sevketmişti.Kübra,bir yandan vücudu endorfin salgılayan gerilimli biri gibi istem dışı sağ bacağını sabit bir ritimle sallıyor;bir yandan da alt dudağını biraz dışarı çıkarmış ve gözlerini bir derece tavana dikmiş kendi kendine söyleniyordu:

    — İlginç!..İlginç ki ne ilginç!..Evet illa ki bir budala!..Fakat asil bir budala…Ayol var mı böylesi hala?..Off neyse ya banane, tasası bana mı düştü? Allah Allah!..

    ***

    Alper karışık bir ruh hali içinde parmak uçlarını alüminyum kül tablasının keskin kenarlarına geçirmiş;az sonra gövdesini büyük bir öfkeyle kantinin ortasına çakacakmışçasına bir gerilim içinde keskin bakışlarıyla kantinin zeminini imzalamakta....Ve dişlerini sıktığından olsa gerek yanaklarında beliren hale hale titremeler...Zaten tabi haliyle bile vakarlı ve ciddi gözüken Alper’in fiziki haline inkilap eden çelişkili düşünceleri yüzünden okumak zor olmasa gerek:

    “Aptalım ben aptal..Hem de su katılmamış bir aptal!...Ne olurdu sanki elini sıksaydım.Ne kaybederdim?...Hayır hayır!..Ne diyorum ben!..Aman Allah’ım!..Ne yani tabi ki çok şey kaybederdim.Din mefhumunu topyekün yasakların sırtına bindiren benim içinde büyüdüğüm yobaz cemiyetin bir telakkisi değil ki bu…Bu hem ezeli hem de bugünü en ileri bir istikbal nazarıyla kuşatan eskimez,pörsümez yüce bir telakkinin hikmeti fiilinde gizli bir hakikati ve emri değil mi?..Evet haram…haram..haram!..Hikmeti fiilinde gizli bir haram!...Ama hiç değilse nazikane bir üslupla ‘lütfen mazur görün dünya görüşüm itibarıyla bir bayanın elini sıkamam’da diyebilirdim..Ne o öyle?.. Ateşten bir maşaya değmişçesine elini aniden çekmeler…”

    Alper içli bir of çekip mağrur başını hafifçe salladıktan sonra sigara paketini cebine koymasıyla birlikte yıldırım gibi kendisini dışarı attı.Sözde safi Anadolu delikanlısı ev arkadaşları sanki dışarıda hazır ve nazırmışçasına:

    — Alper nerdesin yav!..Ders yok bi şey yok..Hadi eve gidek.

    — Uffff!..Hadi gidelim!

    — Ne oldu niye uf çektin?

    — Yok bir şey…

    Bir yandan kursaklarına çöktüğü kapitalizmanın karşısında “Bu adam benim babam sekiz köşe kasketiyle,eli nasırlı,yüzü güneş yanığı”namelerini zırvalayan; ezilmiş ve ezildikçe kahramanlaşmış triplerine yatan;bir yandan da ruhlarını bir çuval gibi ters çevirip içinden fikir,sanat ve “müspet buluş”namına ne düştüyse alıp kaçan batı medeniyetinin aynı verimleri kendi teknesinde yoğurup gözlerinin önüne dikince de ürken,ürktükçe de bu verimleri neredeyse küfür diye yaftalayan ve “bunlar bizi bozar baba” türünden delikanlılık ayaklarına yatan bu Anadolu yiğitlerine(!) göre kitap okumak koyunluk;bir konferans ve panele katılmak,resim sergisine gitmek veya böyle bir sanatla meşgul olmak entellik;klasik müzik dinlemek züppelik ve bir bayana ‘günaydın’ demek ve ya bayanla konuşmak düpedüz rajona ters…Bu görüşün ispatı;ilerleyen zamanlarda en az kendileri kadar ürkek ve a-sosyal olan Alper müspet ne kadar etkinlik varsa arkadaşlarına iştirak noktasında ısrar ettiyse de aldığı cevaplar temsilen “bizi bozar” olmuştu. Peki ne yapar bunlar?..İşte safi Anadolu delikanlıları(!)nın bütün zamanlarına şamil ve bütün zamanlarına numunelik bir günü:

    Kitaplarını kaptıkları gibi olan ve ya olabilecek,müspet ve ya menfi hiçbir sosyal aktiviteye takılmadan doğru eve..Eve gelir gelmez bacaklara çekilen eşofmanlar…Feryadı basan midelerin emri üzerine hummalı bir şekilde yemek telaşına düşmeler ve akşam olunca da,hava biraz da serinse bacaklarına çektikleri eşofmanın üzerine de battaniyeleri çekip tv karşısına tek yekün içinde dizilmeler…Genelde evin en nazdar,açıkgöz ve bencil delikanlısı ateşli bir aşık edasıyla bir kavrayışta tv kumandasını yakaladığı gibi doğruca kendisine en nezih köşede hazırladığı battaniyenin arasına yılan gibi süzülür ve ulvi bir eserin perdesini indirircesine tv kumandasına basar..Ne mi izlenir?... Bir mankenin bacağındaki kaçan ten çorabı üzerine üretilen magazin haberlerinden;umuma açık boynuzlamanın ve mahremiyeti delik deşik etmenin en ala “röntgenleme” programlarına kadar türlü türlü kepazelikler...tv seyredilmediği vakit de kusmuk türünden arabesk,ağıt,uzun hava ve en ami sokak süprüntüsü kadınların ve erkeklerin nameleriyle göbek attığı oyun havaları dinlemeler..Ve bir de futbol...Bu küflenmiş kafaların hissesine düşen seyirlerin en edeplisi ve mazur görülebilecek olanı da bu olsa gerek…Ve,ve ne tezat bir ruh hali ve ne korkunç bir psikoloji ki;cemiyet içinde kadın varlığına dair en küçük bir alamet sezer sezmez-ki bunu ilk bakışta yüksek bir edep tavrının tecellisi zannedersiniz-akrepten ve yılandan kaçar gibi kaçan aynı tipler,tv karşısına geçer geçmez salya sümük karpuz dilimine abanırcasına kadın bacağının her çizgisini şerhe şerhe okumakta bir beis görmezler!..Dış plana yayıldıkça namütenahi yabanilik,içeriye doğru büzüldükçe namütenahi riyakarlık!..Ve bunlarla aynı evi paylaşan ve bunlara mekanda azami yakın keyfiyette azami uzak Alper...Eski bir bavul gibi diğer soğuk ve karanlık odaya kitaplarının arasına atılmış onların diliyle “Farabi Alper”…Bu yakınlıktaki uzaklığa rağmen Alper’le Onların sırtındaki yafta aynı:”İslamcı!” Bu yaftanın müellifleri de okulun, içi küflü dışı jelatinli sözde çağdaş ve ilerici gençleri...

    Ve işte nihayet!..En nihayet Alper’i çatlatan,patlatan,sızlatan ve hatta kudurtan nokta işte burası!..Yıllarca içinde büyüdüğü bir türlü kabullenmediği fakat ruhunda ister istemez derin kabuklar bağlayan küt,kaba Hak ve batılı birbiriyle sentezlemiş cahil cemiyetin telkin ve değerlerinden ve bu değerleri temsil eden fertlerinden ne kadar kaçmaya ve kurtulmaya çalıştıysa da yine onlarla yolu kesişmiş yine onlara sığınmak zorunda kalmıştı…Yine onlar…Yine onlar...Hep onlar!..Yine Onların tesiri altında yine onlar gibi yaşamak(!) zorunda kalan Alper!..Tavadan sıçrayan yağ damlaları gibi yetiştikleri cemiyetten Üniversite agorasına sıçramış dört numunelik…Bir de kendisi beş!..

    Alper’i ve Alper’in psikolojisini büsbütün vazıhlaştırmak adına yaptığımız bu kısa tetkik ve tenkiti bir kenara bırakıyor “el sıkma” hadisesinden tam on gün sonrasına sıçrıyoruz.

    ***

    Alper günlerce boynunun üzerinde inmeye her an hazır bir kılıç varmışçasına başı öne eğik halde düşüncelerden düşüncelere garkoldu;ve nihai kararını verdi:”özürdileyeceğim.” Elini sıkmadığı için mi? Hayır kesinlikle hayır!..Usulüne göre izah edemediği ve kabaca elini çektiği için özürdileyecekti.Kaç defa denedi ama kaç defa…Sağından yaklaştı olmadı.Önünden geçti olmadı.Ardından yürüdü olmadı.Hep yutkunmalar hep pesetmeler…Ama işte o gün…Tam onuncu gün…Alper ders çıkışı bütün sınıfın boşalıp sadece Kübra’nın içerde kaldığını fark etti…”fırsat bu fırsat,yeter artık gidip özürdileyeceğim!”dedi ve yelesini rüzgara vermiş bir kısrak gibi içeri süzüldü.Sağ elini usulca kaldırıp biraz ileriye götürerek:

    — Şey…Kübra, diye seslendi.

    Kübra hafiften kaşlarını çatmış,yüzüne kondurduğu alaycı bir edayla:

    — Evet,dedi.

    Alper uzun zamandır ilk defa bir bayanla hem de bu derece alımlı ve cazibeli bir bayanla konuşacağından olsa gerek gövdesi desteğini yitirmişçesine tuhaf bir hissin içine girmiş,bacakları hafiften titremeye ve yutkunmaya başlamıştı.Kübra sabırsızlık ifadesiyle tekrar seslendi:

    — Evet,hadi seni bekliyorum!

    — Şey..Ben…

    — Ee Sen!..

    — Ogün ki kaba davranışımdan ötürü senden özürdilemek istiyorum.

    Kendi yaşadığı coğrafyanın fikriyatına büsbütün uzak fakat Rus ve Batı klasiklerinin neredeyse tamamını okumuş bir kitap kurdu ve laf cambazı olan Kübra hemen mukabele etti:

    — O kaba ve küstahça davranışının üzerine çekeceğin incecik bir özür hatanı büsbütün örtmeye yeterli mi sence?

    Kübra’dan alaycı bir kahkaha veya çok yavan veya tek kelimelik bir klişe karşılık bekleyen Alper,Kübra’nın bu belagat yüklü kıvrak üslubu karşısında şaşkına dönmüştü.İstisnalar dışında genellikle günlük konuşmaları “şey,e yaani,şekerim,hahay,koptum,dermişim yani”den öte geçmeyen bayanlara nispet adeta Kübra,Alper’in karşısına belagatın altın suyuna batırılmış bir kelam heykeli…Alper de ürkek seciyesine rağmen belagat yönünden Kübra’yla müşterek noktalarını mühürlercesine ve gergin bir ses tonuyla:

    — Evet,benim incecik ve şeffaf özrüm hatamı büsbütün belki örtemez…Fakat!..Fakat ben senin özrümden daha büyük ve örtücü affına sığınıyorum..Özre sebep hatanın büyüklüğü ne olursa olsun,affetmek hatadan daha büyüktür.Hatanın çapı hiç bir zaman affın çapını kuşatamaz Kübra…dedi.

    Kübra,yüzündeki alaycı edadan taviz vermeden:

    — Yaa öyle mi?..Peki söyle bakalım o zaman elimi neden sıkmadın? Daha doğrusu el sıkışmaya yeltenmişken uzattığın elini neden aniden geri çektin? Hem de ne çekiş!...

    — İnançlarım..Fakat…

    Alper daha sözünü bitirmeden Kübra beynine kan sıçramışçasına iki elini yana açıp kükredi:

    — İnançların ha inançların!..Senin inançların “bir bayana elini uzat ve sonra da hakaret edercesine elini aniden çek” mi? Diyor!

    Ne oldu,nasıl oldu? Bilinmez ama Alper’in kapıdan girerken gösterdiği o cesaret sanki tekrar yerine gelmiş ve kelimelere olağanca şiddetiyle abanmaya başlamıştı:

    — Hayır hayır!..Sözümü kestin.Benim inançlarım her meseleyi kırka yaracak her kırkının üzerinde de ayrı bir usul ve incelik belirleyecek kadar rikkatli ve ölçülüdür...Bütün zaaf ve kusur inançlarıma değil bu ölçüye uyamayan şahsıma aittir.Sadece şahsıma!.. Zaten sana olan özür talebim el sıkışmadığım için değil,bunu usulüyle sana izah etmeden kabaca elimi çektiğim içindir.

    Kübra’nın iki kaşının ortasına inen dik çizgiler bir an kaybolmuş olsa da içinden “hayır taviz vermek yok” dercesine tekrar kaşlarını çatarak:

    — Demek el sıkışmadığına pişman değilsin…Demek sadece usulündeki kabalığa pişmansın öyle mi?

    — Evet…Kesinlikle!..

    — Peki neden usulüne uygun bir şekilde inanancının nezaket ölçüleri içinde “el sıkışamayacağını” söyleyemedin de elini elektrik çarpmışçasına masanın üstüne fırlattın?

    İşte bu soru!.. Alper’in en ağrıyan yerine dokunan soru!..Neden?!...

    -Devam edecek-

    Bundan sonraki gelişecek hadiseleri romanın kemale erdiği noktada paylaşabilmek dileğiyle...

    kılıçkıran


  2. Uzun bir süredir gafletimden dolayı foruma iştirak edemiyordum…Neyse ki ayak altı parya insanların aynasında boyumun ölçüsünü aldıktan sonra bu sanal yuvama karşı bende bir hasretlik doğmuştu ki dün akşam da olmak üzere önceki günlerde de gördüğüm fakat cevap yazmak istemediğim “alıntı” diye iktibas edilmiş bu yazının şahsıma ait olduğunu söylemek mecburiyetindeyim.Bundan dört yıl evvel “Eyvah Dilimi Kestiler” başlığıyla yazdığım bu yazıyı Büyük Doğu mefkuresine muhatap gördüğüm için bu sitede “Büyük Doğu:Dil” ismiyle değiştirip eklemiştim.Bunu “bakın ben yazdım bilin” manasında söylemiyorum...Forumda bu yazıdan iki adet olmasının ve birinin altında da şu kafası karışık günahkarın (benim) ismimin olmasının okuyucular kafasında doğabilecek muhtemel “kılıçkıran aşırmış bu yazıyı” vehminin izalesi ve iptali için yazıyorum…

    Yine gafletimin baskısı ve zamanımın darlığı sebebiyle bu mevzuda ayrıca yoruma giremeyeceğim fakat şunu söylemek istiyorum.İçinde yetiştiğim ve murad ettiği mana bakımından hala saygı duyduğum ülkücü camiayaya derim ki;resmi ideolojinin yırtık maslahatlarına artık yama olmaktan vazgeçsinler ve iki de bir hamasetçe terennüm ettikleri ulvi gayenin ezeline istikbalci bir kafa nazariyesiyle baksınlar…

    Son olarak mudejar. Arkadaşın isabetli görüşüne istinaden deriz ki;gerçekten dünya üzerinde kullanılan bir çok alemşümul kelimeler vardır ki bunlar da tabiyatıyla ilmi ve teknik kelimelerdir ve bunların olduğu gibi kullanılması gerekiyor.Biz ne kadar kendi ruhumuzu nakşettiğimiz (burası çok önemli,ruhumuzu nakşettiğimiz kelimeler) ve bin yıldır kullandığımız kelimelerin yaşaması noktasında çaba sarfediyorsak aynı ölçüler çerçevesinde alemşümül diye tabir ettiğimiz bu kelimelerin de keşif ve dil haysiyeti açısından aynen yaşaması taraftarıyız ve uydurukçanın kıskacına takılmaması arzusundayız…Yine mudejar’ın temas ettiği gibi bunu Üstadda da müşahede etmek mümkün.. saygılarımla…


  3. Ve bütün bunlar Büyük Doğu mefkuresinin 21.yılın eşya ve hadiselerine tatbiki için uzuv değil beyin mahiyetinde yeni bir "..... ..... fikir akademyası"nın olmasını zaruri kılıyor...İnsanın bütün letaifleri ve vücüduyla birlikte zerreden kürreye muhatap olduğu bütün ilimleri bünyesinde toplayıcı ve dağıtıcı;ve bu ilimleri en yüksek fikir ve mefkure mihenginde "İlim ve Tefekkür Şubesi","Fen ve Keşifler Şubesi","Edebiyat ve Güzel Sanatlar şubesi" şeklinde ölçülendirici bir akademya...Teşkilat ve idaresi arının peteğindeki hendeseye gıpta edercesine yüksek bir disiplin ve ahenk içerisinde...Bu akademyanın yegane ve mutlak kadrosu:He türlü günü birlik politakadan,siyasetten,hizipçilikten,nefsani polemikçilikten,hamasetçilikten,slogancılıktan ve bütün bu aşağı sınıf insan tipini remzleştirici bütün menfi hasletlerden azami derecede uzak,kafası ateş parçası,ruhu bu ateşin sürekli tesiri ve telkini altında;sürekli aramaya ve keşfetmeye memur,ararken bulduğunun fikir olmadığını,fikrin bütün buluşların ötesinde mücerred bir visal olduğunu ancak bulunananların fikrin eşya üzerindeki maddi ve küçük bir tecessümü olduğunu idrak edebilen,İnsan korkutan ve kaçıran küt fiilli insan psikolocyasından ve estetikten bihaber cahil ve slogancı islamcı(!)lara asla benzemeyen,ancak velilik tavrını takınırcasına bir vekarlılık içinde tepeden tırnağa merhamet,zerafet ve nezaket pırıldatan ve asli görevi,nadanlarının istediği mevcuda takılıp enerji ve zaman kaybetmek yerine güzeli ortaya koymak ve ortaya koyduğu güzelin yayınında kötünün barınmamasına ve hatta kendi kendisinin def'ine imkan hazırlamaya çalışan bir kadro...Ve bu kadroyu iç ve dış bütün tezahürleriyle çerçeveleyici tek cümle:İman hakikatlerinin tahkikine erebilmiş ve bunu evvela kendi ruh iklimine tatbik edebilmiş "münevver aristokrasya"...Metodoloji:Bünyesinde şubeleşmiş üç an kolun (yukarıdaki şubeler) her biri kendi teoerik ve pratik ihtisas alanlarına göre teferruatlı bir sistem içerisinde kitap,dergi,gazete,radyo,konferans,sanatın bütün şubesi (müzik,resim,tiyatro,edebiyat vs...)... Daha çok pratiğe dayalı tıbbi araştırmalar,mühendislik keşif ve icatları...Her bir akademya mensubu ayrı ayrı kendi ihtisas alanında teorik ve pratik verimlere memur olmaklarına mukabil hepsinin ruhundaki ve kafasındaki yüksek insan ideailini sistemleştirici yegane mana ve maslahatlar aynı...

    Biz ne bir siyasi ve politik bir teşekkül ve cemiyet (asla da olmayacağız) ne de küçük iktisadi ve içtimai ideolojik protesto grupları olacağız.Sadece aramak,bulmak,bulduğunu tatbik etmek ve bulduğunun daha ötesine sıçramak davasında olacağız...Kısacası Türk'ün ruhundaki iradenin hem mana ve hem de madde planındaki inkişafı ve tekamülü için çalışacağız...Ne zaman mı?...İç bünyedeki kemali zuhurunun vaktidir.

    (Teorik olarak çok kaba ve umumi olarak etrafını çizdiğimiz bu projenin dış plana ait ölçüleri farklılık gösterse de keyfiyeti Üstadımıza aittir...)

     

    Bu müstesna kodronun şimdiden mensublarına ve namzetlerine saygılarımla,


  4. Selamlar

     

    Harikulade, harikulade bir yazı. Allah razı olsun. Zaman ve zamansızlık ancak bu kadar güzel hissettirilebilirdi. Elinize sağlık abi, geçmiş olsun ayrıca. Artık favorilerim arasında...

     

    Saygı ve selamlarımla

     

    Allah razı olsun.Teşekkür ederim sevgili kardeşim.Hissetmişiniz ne güzel...Söyleyenin söyleme keyfiyetine mukabil hissetmek de ayrı bir keyfiyet ve hususiyet gerektiriyor...Fikirli ve keyfiyetli kardeşim.Bu arada artık biz de favori olmuşuz artık :( Hani insanın aklına bu pop 10 şarkı listesi gibi geliyor :( Neyse işin şakası bir tarafa tekrar en samimi tarafımla teşekkür ederim sevgili kardeşim.Hem size hem de sizin nezninizde bütün forum-istişare sitemizin sakinlerine...


  5. Mustafa İslamoğlu,bir başka yazımda da üstü kapalı olarak temas ettiğim ve benim hayatım da çok hususi,ehemmiyetle ve derin bir yeri olan büyük alim ve mutasasvvuf Muhterem hocam Ahmed İslamoğlu Hocaefendi gibi bir müstesna şahisiyetin evladı olmasına karşın muhterem babalarının sudan berrak çizigiden düz düstur ve istikametlerine uymadıklarını ne yazıkki teessürle müşahade ediyoruz.Bunun yanında bu şahsın bir çok düşünce platformlarında "mezhepsiz"olduğu yönündeki iddialar süre dursun,biz böyle bir hükmü koymaya hem imtina ediyor,hem de mevzumuz icabı lüzum duymuyoruz.Yalnız tasavvuf müessesini hafife aldığını ve bir çok yazı ve makalelerinde bunu açıkça dile getirdiğini ve batın kahramanlarına nisbet,batın ve mezhep kahramanlarına sürekli rekabetleriyle hatta düşmanlıklarıyla bilinen Teymiyye,Mevdudi,Fazlurrahman,Cemaleddin,Abduh,S,kutup,Ali şeraiti,gibi şahısları diktiğini ve yeri geldiğinde bu kahramanlar(!) üzerinden hakiki kutlu kahramanlara saldırdığını biliyor ve söylemekte de bir beis görmüyoruz.Son zamanlarda da tasavvuf ve kahramanlarına karşı biraz daha esnekleştiğini de görebiliyoruz.Bunun himetini nedir?Bilmiyorum.

    Evet Üstad ve islamoğlu meselesi...N-f-k-Fan kardeşimin tesbitinde olduğu Mustafa İslamoğlu'nun tanıdığım süre zarfında bir çok defa Üstadı ya tekzip ettiğine veyahut da hafife aldığına şahit oldum.Üstad hakkında "bilmediği kounular hakkında atıp tutuyor"iddiasının yanında mealen "Necip Fazıl diğer İslam Ülkelerini kucaklamaktan uzaktı.Sadece Anadoluculuk da karar kılıyor" iddiasından (Bu ayrı bir cehalet Büyük Doğu mefkuresinden bi haber olduğuna da şehadet ediyor.) "Necip Fazıl iyi bir şair olabilir fakat ölçüsüz kişiliğinin yanında bir düşünür değildi"iddiasına;" Necip Fazıl'ın Kur'an kültüründen ve yeterli din bilgisinden uzak,dini bilgisi ortlama bir kişinin bilgisi kadardı" iddiasına,"Necip Fazıl davasını adına başını ortaya koyamadığına"hatta "hiç bir şeyini feda edemediği" iddiasına kadar bir sürü terbiyesce,cahilce ve küstahça iddilarına şahid oldum...Ve bu zevatın ciherindeki diğer bir lekeyi de kendisinin en gözde kürsisi ve alamet-i farikası olan TV'sinde,Hilal tv'de gördüm...Ortada genç ve kendisini allame tipli bir havaya sokarcasına vurgulu vurgulu konuşan bir şahıs ve etrafını halkalayan bir grup dinleyici...İsmini hatırlamıyorum...Belirli günler yayınlanan ve Ashab-ı Kiram'ın hayatının anlatıldığı bu programı tesadüf icabı yakaladım.Mevzu Hz.Ali ve Hz.Muaviye...Ve söz Hz.Muaviye bahsine kıvrılınca hakkında bir sürü iğrenç ve hakarete varan iddialar...Ve bu iğrençliğe mukabil bulanan içimle birlikte "tüh size yazıklar olsun!"demekten de bir an kendimi alamadım ve televizyonu kapattım...Her ne ise,bu günlerde bir bahis altında hep daha ziyade söylemem gerekenler varken kafamda ve de niyetliyken ,yazının ortasında bırakasım geliyor ve sonunu bitirmeden düğümleyiveriyorum.Dışarda da aynı hal...Biraz da bu M.İslamoğlu'nun şahsında simgeleştirdiği insan tiplerine karşı laf anlatmaktan bıkkınlık geldi.Yanımda da var bunlardan...Kimisinin biricik Ladin'i;kimisinin tasavvuf ve mezhep düşmanlığı,ve bana ayrıca hususi dokunuşu olan Üstadıma olan kinleri vs.vs...


  6. Teşekkür ederim Sevgili kardeşim Cihad güzel bir tesbitte bulunmuşsunuz.Bu güzel tesbitinize iştirak mahiyetinde şunu söyleyebiliriz;

     

    Belli başlı-özellikle mücerred-bir dünya görüşüne bağlı ruhi çözümlemeleri ihtiva eden eserler,diğer gündelik meseleler üzerine neşredilen esserlerin tersine okuyucunun eseri kuşatmasını değil,eserin okuyucuyu kuşatmasını murad ediyor.Hal böyle olunca da temsil ettiği dünya görüşüne bağlı ruhi çözümlemeleri olan eserler anlaşılma cihetinde okuyucudan tabi olarak empati cihazını çalıştırmasını beklemektedir.Tabiyatıyla empati cihazını çalıştırabilmek de aynı mefkurenin mensubu olmayı iktiza ediyor.Ve böylelikle sizin de dediğiniz gibi bu tür fikri ve ruhi fenomenleri ihtiva eden eserler maalesef gündelikçi bitaraf kesimin ruhunda karşılık bulmuyor ve azami derece gayriaksiyon ve zevksiz gözüküyor.Biz her ne kadar bir eser üzerinde empati yapabilmek aynı mefkureye muhatap olmayı gerektiriyor desek de bu gündelikçi takımıyla ruhçu kadro arasındaki bir idrak ve ilişki ölçüsüne dayalı genel bir görüştür.Ama meseleyi hakiki müslümam mefkureciler zaviyesinden ele alırsak,müslüman müfkureciler kadrosu bu genellemenin dışına çıkıyor.Örneğin;fikri mesleğini tek cepheli iktisadi bir mezhep üzerine kuran bir batıcı kapitalist Dostoyevski'inin ruhi çözümlemelerine karşı empati yapmakta zorlanacaktır.Fakat mesleği zaten ruh olan ve ruhun en çetrefilli hallerine vakıf bir hakiki müslüman mefkureci Dostoyevski'nin ruhi çözümlemelerine empati kurmakta zorlanmayacaktır.

    Hasılı Sevgili kardeşim Cihad,isabetli,güzel ve önemli bu tebitinizin yanında son olarak söyleyebilirim ki;Üstad'ın şahsında remzleştirdiği bu mefkureye muhatap kendi içinde derecesi ve nisbeti ne olursa olsun bütün ruhlara empati yapabilme mevkiindedir.Sürekil "seçkinler kadrosu"dediğimiz bu kadroyu seçkin yapan unsurlardan biri de bu olsa gerek...


  7. Kılıçkıran abi, ne desem az, bölümün belki de en kral yazısı... Soluksuz okudum, biraz Shakespeare'i, biraz Üstad'ı, biraz Filibeli Ahmet Hilmi'yi, biraz Dante'yi hatırladım. Tek kelimeyle muhteşem bir yazı, Allah razı olsun. Hemen hemen aynı şeyleri yaşıyoruz, hemen hemen aynı düşünüyoruz, belki feyz aldığımız menbaa bizi bu neticenin kucağına itiyor, bilmiyorum. Ama Allah'ın izniyle hakikatin keşfi noktasında bahtlı insanlar olduğumuzu söylemek durumunda hissediyorum kendimi. Rahatsızmışsınız, Allah acil şifalar versin abim, kısa zamanda sıhhatinize kavuşursunuz inşallah. Fikir çilesini son haddine değin yaşadığını haykıran beyninizden süzeceğiniz yeni fikirlerinizi, türü ne olursa olsun, yeni yazılarınızla bizimle paylaşmanızı istirham etsek sanırım terbiyesizlik etmiş olmayız, zira biz insanı sadece birkaç dakika etkisine hapsedebilme mevkiinde olan bir kısım leziz yiyeceğin dahi peşinden koşarken, şahsımızın her daim hatırlanacak, her daim tadı ruhumuzca hissedilecek böyle ürünleri talep etmesi, insanlığımızın, nefs taşıyan varlıklar oluşumuzun en tabii neticesi olsa gerektir. Allah razı olsun abim, tekrardan ellerinize sağlık...

    Tam da sevgili kardeşim Cihad'ın o güzel tespitlerine katıldığıma dair bir iştirak mahiyetinde küçük bir yazı gönderecektim ki;trradomir kardeşimin bu letafet,samimiyet ve içtenlik yüklü sözlerine hiç olmazsa bir teşekkür mahiyetinde nasıl mukabele ederim düşüncesiyle kilitlendim...(şimdi bir şeyler yazmaya çalışıyorum)İnsanın duygularını kelimelere kondurma da imtina ettiği ve bazen kelimelere "hiç bir işe yaramıyorsunuz"dediği anlar olur ya...İşte o hale düştüm şimdi...Aramızda bir birimizin gözünün önüne duruma göre diktiğimiz bir takım dekorlar ve resmiyet olmadığı için söylüyorum...Çok duygulandım...Hatta...Biraz da mahçubum...Ama şu an hissettiğim diğer bir duygu;şahsımın haketmediği bu teveccühlerin yanında bu tevccühlerle birlikte kendimi davama ve siz sevgili kardeşlerime karşı herzamankiden biraz daha fazla sorumlu hissetmeye başladım.Sevgili kardeşim trradomir siz ve bu kadronun her bir ferdinin başlı başına bir eser ortaya koyacak istidad malik olduğunuza inanıyorum.Allah razı olsun...

    Bir aşağı ki bölüme de sevgili kardeşim Cihat'ın tesbitine iştirak yazımı göndereyim.


  8. Hepinize ayrı ayrı ve tafsilatlı olarak teşekkür etme borcundayken buna imkan el vermediği için icmali olarak hepinize olan teşekkürümü kabul edin kardeşlerim...İçimde volkanizma gibi biriken fakat kelimelere dökme manasında özel bir gayretim olmadığı ve başka bir proje üzerindeyken ve yatağıma uzandığım bir vakit yüksek bir his yoğunluğu arasında kendiliğinden fışkıran bu hikaye'nin ruhuna,özellikle ruhuna gösterdiğiniz alakadan dolayı Allah razı olsun sizden.Esasen bir süredir mevcut olan ve şu hikaye'nin yazıldığı son dört gün içinde fevkine çıkan sıhhatimin bozukluğundan dolayı ne diyeceğimi bilemiyor ve kelimeleri toparlayamıyor ve dolambaçlı yollara giriyorum...Özellikle bu hikaye..Her ne derece üzerimdeki tesiri kendi irademin çapında olmasından dolayı kontrol edebilecekken tuhaf bir şekilde beni kendi irademin dışında yoğun ve karmaşık bir ruh hallerine sevketti...Bundaki en büyük amil de;ilk defa bir çalışmam da bu derece kendi ruh iklimimin en mahrem yerlerine yaklaşmış olmam olsa gerek...Daha fazla yazmaya kendimde takat bulamıyor,ve sizinle paylaşmak istediğim fakat güç yetiremediğimden dolayı anlatamadığım bazı hadiselerin elemini yaşıyorum...Yalnız şu kadar ki bu hikaye'nin görünen yüzünde şahsımızın ismi olsa da asıl ve manevi müellefinin Üstadım olduğunu söylemek borcundayım.Ve BDG kardeşim,Murat'ı adeta deşifre eden ve kelimeler üzerinde ruhunu tecessüm ettiren yorumunuzun üzerine asıl ben ayrı bir yorum yapmaya muktedir olamıyorum...Tekrar Allah razı olsun sizden...Kardeşlerim hastalıklı halimden dolayı cümlelerimde belki yersizlik ve abasiyet olabilir.Öyle telakki doğacaksa şimddien özrümden büyük affınıza sığınıyorum..


  9. Bu hikaye yıllardır içimde bir ur gibi büyüyen bir takım ruhi fenomenlerimin kelime üzerindeki tezahürleridir.Son üç gün içerisinde bitirdiğim,yazarken adeta o fenomenleri tekrar yaşadığım bu hikayeye kitaplık çapta bir eser iddiasıyla girişmediğimden dolayı roman ve hikaye teknikleri doğrultusunda yazma gibi bir endişe ve çabaya düşmedim.Ama oldu mu? Oldu?..Çift taraklı sanat erbabının “pek olmadı ya,kabul edin”gibi tevazu numaralarına yatmayacağımıza göre,yine yapanı yaptırandan biliriz hikmetine göre Eser varsa eserin müessirinin,müesseri de vardır.Biz senaları gerçek sahibine yergileri de üzerimize alaraktan gönül rahatlığıyla siz sevgili kardeşlerime takdim ediyorum.

     

    ÇAPRAŞIK ZAMAN

    “Niye karanlık bu köy (kasaba) böyle? Nerede insanlar? Ne oldu, ne var ,nereye gittiler!? Hem bu camları tokatlayan,bacaları uğultudan rüzgar da neyin nesi? Ah evim!..Hemen evime girmeliyim içim titriyor.İnsan namına kabus gibi bir karanlık ve sessizlik bu.Bana refakat eden sadece yerde uçuşan üç beş kağıt ve naylon parçası…Çok korkuyorum hem de çok!..Üstelik üşüyorum. Ne oluyor yine?..Bu komşu evinin duvarı da niye yıkık böyle.Hatta hatta balkonu…Ahşap balkonu da çökmüş! Korkularım katlanarak artıyor.Hemen evime girmeliyim ve girer girmez uyumalıyım.”

    Hızlı hızlı çıkıyorum toprak damlı evimin balkona çıkan taştan basamaklarını…

    “Allah Allah!..Neden bu kadar çok kurumuş ağaç yaprakları birikmiş evimin tahta kapısının eşiğine…Sanki yıllarca süpürülmemiş ve dönüp bakılmamış gibi.Musalla taşında terkedilmiş bir garip cenazesini andırıyor, rüzgar üfledikçe kapıyı yalayan bu gazel yaprakları.Fakat,fakat daha 2 saat önce evet evet 2 saat önce!..Dipsiz bir canavar ağzı gibi camdaki bu karanlık da nedir öyle? Kapıyı çalmalıyım,her ne olursa olsun çalmalıyım.Babaannem evdedir? Ailem uyumuş olsa dahi o pencerenin kenarında oturmuş dışarıyı seyrediyordur şimdi.Babaanne ne olursun aç kapıyı,içim titriyor kalbim çarpıyor nefesim daralıyor ve çok korkuyorum çok!..Ne olursun babaanne ne olursun aç kapıyı aç! Yok,yok!.. Kimsecikler yok evde!..Saat de daha erken aslında uyumuş da olamazlar ki!.Nerede ailem;annem,babam,kardeşim!.Her şey niye bu kadar tuhaf ve niye bu kadar ürkütücü!..Ah evet evet belki komşulara gitmiş olabilirler.Hemen bir sokak ötedeki Nuriye teyzelere gitmeliyim.Büyük ihtimal onlara oturmaya gitmişlerdir.”

    Havadan sökercesine hızlı hızlı aldığım nefesimin ve titreyen dudaklarımın yanında bana kayıtsız ve takatsiz kalan bacaklarımı devşirdiğim küçük bir ümitle hareket ettiriyor ve diğer sokağın yolunu tutuyorum.”Hayret!..Şu köşedeki elektrik direğine de ne oldu?.Yıllarca burada duran elektrik direği...Daha birkaç saat önce…Of başım başım!..Hiçbir şey anlamıyorum artık…Yeter artık şu köşeyi dönünce bitsin bu kabus gibi korkulu dakikalar!..Aman Allah’ım...Aman Allah’ım!!!

    A-a-ama bu ev harabeye dönmüş!..Nuriye teyze!...Annem,babam,babaannem!..Ailem!..He-he hepsi de yoksa!...Yoo! yoo! İnanmam inanamam!..Her şey bir kaç saat içinde değişmiş olamaz.Allah’ım sen aklıma mukayyet ol Allah’ım!..Hayal görüyorum.Hayal hayal hayal! Hepsi bu.Evet yalnızca hayal!..” Korkudan dilim damağıma yapışmış,ağzımın içi kurumuştu.”Hayır,elimi vuramam buraya elimi vuramam!.Daha fazla ilerleyemem.Önce şu karşı ki Camii’nin lavabosuna gidip önce bir yüzümü yıkamalıyım ve bir lahza dinlenip kendime gelmeliyim. sonra Selim’in yanına gitmeli...Onunla tekrar gelmeliyim buraya...Ah Selim,dostum kardeşim ne olurdu şimdi yanımda olsaydın keşke. O kadar çok korkuyorum ki çok…” Aynı sokağın köşesinden kıvrıldıktan sonra Camiye çıkan meyilli toprak yola düşüyorum.İki yana yıkılmış zifiri karanlığı yaran bu yolun sonu hayatımın müntehası gibi korkularımı daha da bir depreştiyor.Takatsiz bacaklarımı sürüye sürüye yaklaştığım camiye nihayet 20 metre kalmıştı ki buz gibi kesilen ve kasılan elimi yumruk yapıp ağzıma götürdükten sonra“ Cami...Cami’ye ne olmuş böyle!...Da-Daha bu akşam,akşam namazını kıldığımız cami...O cami bu cami değil!...Her şey değişmiş hiçbir şey yerli yerinde değil…Neredeyim ben? Ne oluyor bana!!! Ama lavabo yerinde...Yoo hayır!...Metanetli olmalıyım.Düzelecek düzelecek...Hemen şu lavaboya girip yüzümü yıkamalıyım önce.”Sanki o an tek değişmemişlik namına ortada kalan bu lavabonun varlığına dayanmıştım ve tutunmuştum.”Evet bu gerçek diğerleri hayal,sadece hayal…”Karanlık lavabonun yarı açık demir kapısını ürkek ellerimle itekliyor,bir yandan da beynimi delici gıcırtısından dolayı içeriden bir hayalet çıkacakmış vehmine kapılıyordum.”Çok karanlık ve ürkütücü burası,hemen ışığı yakmalıyım” Bedenimin yarısı dışarıda olduğu halde heyecanlı,titrek ve yorgun elimi bir müddet iç duvar yüzünde hızlı hızlı elektrik düğmesini bulmak için gezindirdikten sonra nihayet düğmeyi buluyorum ve karanlıklı ve korkulu dakikalarım sonrasında şükürler olsun ki ilk kez bir ışığa kavuşuyorum.”Ohh ışık ışık!...”

    Bir lahza dinlendikten ve ışığın nurunu seyre daldıktan sonra gerilen ve kasılan vücudum sobanın yanına konmuş buz kütlesi gibi bir nebze de olsun çözülmeye başlamış,vücudum gevşemiş ve bu kabus dolu dakikaların az sonra biteceğine ve sonra eve gideceğime ve çok sıkıntılı olduğum zamanlarda yaptığım gibi ümit ve şefkat kaynağım babaanneme sarılacağıma ve hatta iki damla sevinç ve huzur gözyaşı dökeceğime inanmıştım artık.Evet bu kabus bitecek bitecek!..

    “A lavabo!..”

    Yüzümü yıkamakla birlikte bütün karanlıkların peçesini düşürüp nura inkilap edeceğine olan inancımla hızlı hızlı musluğu çevirip yüzüme üç beş avuç su çarptıktan sonra son hareketimde ellerimi yüzümden çekmeden yavaş yavaş başımı kaldırıp aynaya bakmaya yelteniyorum.Başımı aynanın hizasına getirdikten ve kısa bir süre derin bir nefes aldıktan sonra aynı yavaşlıkla ellerimi bir tiyatro perdesi açılırcasına yavaş yavaş yüzümden indiriyorum.Aynadaki suretime karşın gayriihtiyari yanaklarıma geçen tırnaklarım…Ve aniden lavoba önünden geriye doğru irkilişim…Ve çığlık… “Hıııh Hayır!!! Hayıııııır!!!..Allah’ım Allah’ım!..Bu,bu be-be ben değilim.Ben değiliiiiim! Yeter artık yeteeer! Yeter!”

    Bir müddet sonra yanaklarıma zıpkın gibi geçmiş parmaklarım gevşemiş,parmak uçlarım yanaklarıma hafif temaslar yaparak şiddetli bir hummalı hasta gibi titremeye başlamıştım.Bu titreyişler birkaç dakika sürdükten sonra yerini sarsıla sarsıla bir ağlayışa bırakmıştı.”Ben kimim ,neredeyim,ne yapıyorum,sağ mıyım,ölümüyüm,gerçek miyim,yalan mıyım,yalanın yalancısı mıyım?...Ağlamaya devam ederek “Seliiim ne olursun gel ne olursun selim.…Sen de mi yalansın,sen de mi yalancısın?”

    Bir süre sükuttan sonra titreyen ellerimle duvardan destek alarak lavabonun dışına attım kendimi..Her ne pahasına olursa olsun güçsüz bacaklarımın kifayetsizliğine,”gerçek”,”yalan”çatışması yaşayan beynimin dağınıklığına ve ikincilliğime rağmen gitmeliydim selimin yanına.Bu düşünceler geçerken içimden sırtımı verdiğim lavabonun dış duvarına sürtünerek yere doğru süzülmeye ve kendimden geçmeye başlamıştım.Başım dönüyordu.Bir süre sırtım duvara bitişik vaziyette askıda kaldıktan sonra kemiklerimin hepsi bir den ve aniden çekilmişçesine yere serildim.Ve yaklaşık 200 metre ötedeki evim belirdi gözümün önünde ve hala karanlıklar içerisinde ışıkları yanmayan odanın kapkara penceresi…

    “Ah babaanne,canım babaannem!..Şefkat ve teselli kaynağım babaannem!..Niye bu kez seyretmiyorsun o karanlık pencerenin arkasından dışarıyı.Veya seyrediyorsun da niye “biricik torununun” yanına gelmiyorsun.Hadi ne olursun,yalvarıyorum gel!..Veya!..Veya bir ışık bir işaret gönder de ben geleyim yanına canımdan can çekerek!...Geleyim ve yine balkonumuzda başımı dizine yaslayıp ay dedeyi seyredeyim babaanne! Yine atkını üzerime ört ve sıcak ellerini saçlarımın arasında gezdir babaanne!..Babaanne,anne,babam…Ailem neredesiniz!.Ben öldüm mü,burası kabir mi yoksa!?...Ben öldüysem iliklerime kadar sinmiş bu ölüm korkusu da nedir? Ölüler korkar mı hiç? Yoksa siz,siz!...”

    Kısa süreli baygınlığımın ortasına bir şimşek gibi düşen caminin toprak yoluna bağlanan taşlı yoldan gelen,azalan-artan hep bir ahenk içinde azalan-artan bir ayak sesi...

    “Hey!..Heyy!..Duymuyor musun beni!..Buradayım işte burada!...Niye duymuyorsun beni niye niye!...Lütfen duy beni lütfen...lütfen lütfeeeen!!!” Ve gizli bir derinliğe inercesine aynı ahenkte yavaş yavaş kesilen ayak sesleri...Ve dudaklarımı sıktığım halde gözümden yuvarlanan çaresizlik gözyaşları...”Evet ben ölmüşüm galiba!..Ölüyüm ben ölü! Ölüüüü!..A-ama bu yanaklarımdan süzülen ılık kan ve şu gözlerimden yuvarlanan gözyaşı da neyin nesi öyleyse!..Ölüler ağlar mı? Ölüler den ılık kan akar mı hiç? Madem yaşıyorum niye her şey yerli yerinde değil? Madem ölüyüm niye hissediyorum?...Ne olur yalvarıyorum biri gelsin ahvalimi söylesin bana.”Hiç”likteysem “hiçlik” teki yerimi;”varlık”taysam varlıktaki yerimi söyleyin,söyleyin bana…Yeter ki söyleyin ben neyim ve neredeyim söyleyin bana söyleyiiiiiiiiin!”

    “Selim…Selim geliyorum yanına!…Solucan gibi sürünerek de olsa,geçtiğim her sokakta gövdemden bir parça bırakarak da olsa geliyorum.Daha iki saat önce ayrıldığın bu zavallı dostunun vuslatı,varlığının veya yokluğunun veya her ne isem onun şehadeti olacaksın.Geliyorum!”

     

    Selim’e doğru yine karanlık ve ıssız bir yola düşüyorum.Sağ tarafımda karanlığın üzerlerine bir örtü gibi düştüğü içime işleyen çizgi halindeki kavak sesleri...Sol tarafımda evler ve rüzgardan tabelası sallanan bir köy kahvehanesi…Biraz ileride,sonu selimlerin evinin önündeki cadde de biten mezarlık…Ah o mezarlık!...Her eve gelişimde yanından geçmeye mecbur olduğum ve bana her an beni içine çekecekmiş vehmi veren o mezarlık...Ensemden doğru ta ayaklarımı kavrayan soğuk bir ürperti…Mezarlığa yaklaştıkça cesaretim erimeye;ayaklarım vücudumdan kesilmeye başlamıştı.O an aklıma birden her defasında bu mezarlığın yanından onunla geçerken bana “ölü zaten ölüdür,sen önce diriden kork Murat” diyen,her ne kadar Selim mesabesinde olmasa da iki dostumdan biri olan ve bu akşam üçümüzün de bereber olduğu Ahmet geldi...”Evet evet !..Önce Ahmet’e uğramalı;vaziyeti ona anlatmalı hatta onu da yanıma alıp Selim’e gitmeli…Hem Ahmet’in evine ulaşmak için mezarlık yolundan geçmeme de gerek yoktu.”Bulunduğum yerin hizasındaki üç sokak ve bir cadde ötesi Ahmetlerin eviydi.

    Birbirinin üzerine devrilecek gibi sıra sıra dikine dizilmiş tabutları andıran evlerin olduğu ürkütücü sokaklardan ve suların gözenekleştirdiği dik ve çamurlu bayırdan geçtikten sonra nihayet kendimi Ahmetlerin evinin önünde buldum.Ahmetlerin o geniş,bahçeli ve daima sürgüsü açık olan avlularının demir kapsalığından içeri süzüldüm.Fakat burada da bir takım ilginç ve yine ikincil bir korkuya sevkedici değişiklerin olduğu gözüme çarpmıştı.Ama öyle yorgun,bitkin ve his iptali içindeydim ki artık beni ürküten ve titreten bu eşyadaki ani değişiklere ülfet kazanmıştım.Ahmetlerin evi iki katlıydı.Ve Ahmet biraz da münzevi bir kişiliğe sahip olduğu için birinci katta otururdu.Bu bizim işimize de gelen cazip bir durumdu açıkcası..Bazı günler Ahmet’in evinde üçümüz bir araya gelir “aykırı” muhabbetler yapardık.Ahmet’i bulmak için her gelişimde kapısı avlunun giriş bölümüne uzak düşmesinden dolayı avlu girişine bakan odada oturduğu için gelişimi odanın camını tıklatarak duyururdum. Ve benim geldiğimi anlar öylece kapıyı açardı.Fakat,fakat bu kez Ahmet’in ışığı da yanmıyordu.Diğer odada da oturması mümkün değildi.Çünkü o oda boştu.Hem nereye gitmiş olabilir ki ?Yaklaşık iki saat önce ayrılmıştık ve “ben eve gidiyorum” demişti.Ah yine başlıyoruz yine mi başa dönüyoruz?...Yine ışığı yanmayan bir pencere ve sessiz bir avlu;yerde uçuşan “ölüm boşluğu”gazelleri…Ahmet,Ahmet sende mi?...Sen çık ortaya bari sen neredesin?...Ah yine başım,başım dönüyor!..Sanki bütün bir köylü bir süpergeyle çekilmiş gökyüzüne...Ben sadece bir dekorun üzerinde yalnız başıma geziyorum.Ben unutulmuşum burada. Sanki sadece ben!..Ya Cavit amca…Evet Ahmet’in babası cavit amcaların ışığı yanıyor!..Yanıyor!..Nihayet şükürler olsun,şükürler olsun penceresinden ışık saçan bir ev buldum!...Hemen ikinci katın zilini çalmalıyım ve Cavit Amcaya sormalıyım,Ahmet’in nerede olduğunu.”

    Bir yandan ışık görmenin ve bu kabusun ortasında nihayet bir insanla konuşacağım sevinci ve heyecanıyla hiç düşünmeden titreyen ellerimle abanıyorum kapı ziline…”

    “kim o?”

    Oh nihayet,nihayet!..Allah’ım bir insan sesi bir insan sesi!..Varlığımın deliline doğru yükselen bir insan sesi!...

    “Cavit Amca Be-be ben Murat!”

    “Murat?...Tanıyamadım murat da kim? Hem bu saat de…”

    Kendi kendime mırıldanırcasına “Ne,ne,ne demek Murat da kim!?...Nasıl tanımaz beni,başka hangi Murat olabilir ki?”

    “Cavit Amca ben Murat…Murat Kılıçkıran”

    “A-a-a!..Murat !...Murat evladım sen ne zaman geldin!...Hayırdır inşallah hem bu saat de!”

    Yine kendi kendime “Allah’ım!...Ne ne demek, nasıl yani?...Ne zaman geldim.Ben zaten hep buradaydım.Cavit Amca niye uzun zamandır beni görmüyormuş gibi konuşuyor böyle!!!..Daha akşam namazında aynı camideydik.”

    Balkonu saran asmaların arasından yüzünü zar zor seçebildiğim Cavit Amcaya yönelerek:

    “Cavit Amca!...Ben zaten buradaydım.Daha,daha akşamüstü beraberdik ya. Yalvarıyorum lütfen siz yapmayın bari…Hem ben!...Ben buraya Ahmet’i sormaya gelmiştim.Konuşacaklarım var O’nunla...”

    Cavit Amca:

    “Murat yavrum ne oluyor sana?…Bir sıkıntın mı var?.Hangi akşam beraberdik yavrum beni korkutuyorsun.Hem Ahmet İstanbul’da…Bilmiyormuş gibi niye soruyorsun yavrum.Gel hele bir yukarı çık,gel de yüzünü göreyim.Tövbe tövbe!..”

    “Ne-ne-ne demek Murat İstanbul da Cavit Amca ne diyorsunuz siz!..Daha birkaç saat önce şuracaktan ayrılmıştık!..”

    Saniyelik bir süre içinde en derin okyanusun en dibine girmiş ve aniden çıkmışçasına bir beyin zonklaması…Adeta varlığım parça parça bölünüyor ve her parçam başka bir zamanda diliminde yaşıyormuşçasına korkunç bir dipsizliğe,şuursuzluğa ve bilgisizliğe ve “ben”sizliğe doğru yuvarlanıyorum.İki elimle başımı kavradığım halde avludan geri adımlarla uzaklaşmaya başlıyorum.

    “Murat!..Murat evladım,ne oldu niye yukarı çıkmıyorsun?.Nereye gidiyorsun? Evladım korkutma beni...Buraya gel…Murat!..Muraat!”

    Bu korkunç şuursuzluk ve “ben”sizlik olduğu halde Cavit Amca’nın çağırmalarına kayıtsız kalarak avlunun demir kapsalığına çarpana denk geri geri gidiyorum.O an çarpmanın sonucu olacak ki bir ara sendeliyorum ve tam düşecekken demir kapsalığın kenarından sımsıkı yakalıyorum.Hem de sımsıkı ta ki bir daha bırakmamak istercesine…Bütün “ben”sizliğimi çağrıştıran eşyaya inat soğuk demire “ben”liğimi ve varlığımı ve hep burada olduğumu kabul ettirmek istercesine sıkıyorum!

    Bir süre sonra sımsıkı tuttuğum kapsalığın demirine kilitlenmiş ellerim Selim’in beynimde parlamasıyla gevşemeye başlıyor.Kapsalığın dibine eğik başımı kaldırıp yerimden fırlayacakmışcasına bir müddet buğulu gözlerle selimlerin evinin istikametine çeviriyorum gözlerimi...

    “Dostum,varlığımın diğer yarısı!..Ne hallerde olduğumu bir bilsen…Sen kaldın Selim tek sen!

    Bu kabusun ipini koparabilecek yalnız sensin sen!...Hangi alemde ve ya zamanda olursam olayım senin varlığın bu alemin ben de kabulü olacak.Sana geliyorum selim sana sanaaa!”

    ***

    Ve işte o bağrına gömdüğü her kurbanını içime salan o mezarlık ve tam karşısında varlığımın diğer yarısı Selim’in evi…Mezarlıktan uğultular,ayağımın altından yer sarsıntısına benzer homurtular duyuyordum sanki…”Ne oldu ne var?...” Her an olacağına inandığım,olacağına inanmakla birlikte içimde o an gerçekleşen bir vaka:Saniyenin binde birinden daha kısa bir sürede mezarlık önce uğuldayacak,sonra içinden yeni bir dünya,hem de kocaman bir dünya doğururcasına çatırtılar arasında sarsılacak ve içindeki bütün ölüleri bir kaynak gibi fışkırtacak bu mezarlık Fışkırtacak ve herkesi kendi mekanına savuracak bu mezarlık!…

    Ağlamaklı bir tonda sayıklarcasına ”Ya,ya olmuşsa bütün bunlar!...Ve ben!..Ve ben de bu mezardan fışkıranlardan biriysem…Ve benim mekanım da Cehennemse ve burası da bir Cehennemse!!!..Olmuş olamaz mı?...Hayır olmaz, olmamalı!?...Selim!.selim selim ah selim!..Selim sen buradaysan burası cehennem olamaz…Olamaz!”

     

    Bayırın sonuna düşmüş ve aniden karşılaşmış olmamdan olacak ki…Bir süre bu dipsiz ve korkunç sayıklamalarımdan sonra son ümidim olan Selim’i -bu grift ve korkunç muammayı çözecek dostumu -tekrar hatırlamakla birlikte sabit bir şekilde üzerine mıhladığım gözlerimi irkilircesine çekiyorum mezarlıktan…Neden sonra başımı sol tarafa,üç ev ötedeki selimlerin evine çeviriyorum.

     

    Yıkık omuzlarımla ve zik zaklar çizen adımlarımla ipten ince bir ışık çizgisi üzerinde ilerlemeye çalışırcasına yürüyorum. Selime doğru yürüyorum.Evet,ipten ince bir ışık çizgisi…Işık… incecik bembeyaz bir ışık..Bu kutlu bir gidenin ardından bıraktığı alamet,bir işaret bir takip çizgisi adeta…”Ama niye yürüyemiyorum bu çizgi üzerinde ben…Ne yaparsam yapayım sendeliyorum,ayağım kayıyor zik zaklar çiziyorum!... Hem niye illaki bu çizginin dışına çıkmadan yürümek zorunda hissediyorum kendimi...”

    Selim’in evinin önüne gelmemle birlikte esrar yumağı içindeki o beyaz, ince ve esrarlı çizgi de kayboldu birden…Ama kafama ilişen ve sabit bir fikre dönüşen iki kelime “kutlu giden…”

    Bu sabit fikirler iğne iğne beynimi işleye dursun.Nihayet yorgun ve bitkin ve arı kovanı gibi uğultulu başımı taşıyan gövdemi Selim’in kapısının önüne dikebilmiştim.

    “Ama niye uzatamıyordum ellerimi bir türlü kapı zilene doğru?...Ne oldu?..Ne demek oluyor şimdi bunlar? Melonkoli şeklinde bir davaya dönüşen selime kavuşma arzusunun bir zil ötesindeyken ve ben kapıyı çerçeveleyen baygın bakışlarımın ötesinde hiçbir şey yapamıyorum.Halbuki solucanlar gibi sürünerek,tenimden her bir parçayı geçtiğim sokaklara bırakarak gelmiştim buraya...Evet korkuyordum bir şeylerden hem de çok korkuyordum.Yine zift çekilmiş camlar mı? Kanımı donduran karanlık mıydı beni korkutan?Belki hep ümidimi havale ettiğim Selimde de hüsrana uğramaktan korkuyordum.Ama hayır,hayır Selim,Selimde bu düğüm çözülecek,çözülmeliydi!...”

    Sonunda,demir ağırlıklar bağlanmışçasına aşağı sarkmış sağ kolumu titrek bir şekilde,havada çok küçük daireler çizerek kapı ziline doğru uzatıyorum ve soğuk terler akan avucumun tümüyle zile basıyorum.Neden sonra içeriden bir takım sesler geldikten ve ışıklar yandıktan sonra kapı açılıyor.

    “Murat!!!..Murat kardeşim!..Sen ne za…Murat! Dur bir dakika sana ne olmuş böyle kardeşim.Yüzündeki kanlar ve bu çökmüşlük de nedir öyle? Ne olmuş kardeşim sana ne olmuş böyle!”

    Yine titrayen ellerimi üç beş karış ileriye –Selime doğru-uzatıp kekemeli bir şekilde:

    “Se-se Selim,Selim se-se senin yüzünde birden değ...!” (sükut)

    “Murat yalvarırım bir şeyler söyle...Ne oldu sana böyle?..Hem ne zaman geldin sen köye?”

    Selimin bu ‘sen ne zaman geldin köye?’sorusuyla adeta beynime iki yandan iki büyük kaya çarpmış ve olduğum yerde sarsılmıştım.Artık aramda ne mekanla,ne zamanla nede eşyayla hiçbir uyum kalmamıştı.O haldeyken ürkek bir şekilde donuk gözlerim Selim’in üzerinde olduğu halde bir adım geri gidiyorum..Aşağı sarkmış ellerimi yumruk yapıp zangır zangır titreyen başımın hizasına getirdikten sonra,yumruklarımı çözmeden iki elimi de dudaklarımın önüne getirip,dişlerimi sıkarcasına,çok ama çok kısık bir sesle:

    “Seliiiim!..Selim bari sen yapma selim”diye inliyor ve kendimi Selim’in omuzlarına bırakıp hıçkırıklar arasında sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyorum.Çok geçmeden halimden dolayı teessüre,korkuya ve şaşkınlığa kapılan Selim de dayanamayıp benimle birlikte ağlamaya başlıyor.Dakikalarca ağlaşmalardan sonra Selim iki eliyle beni usulca doğrultup:

    “canım kardeşim…Murat hadi söyle ne oldu söyle? daha fazla korkutma beni…”

    “Selim ben hep buradaydım selim!..Bana niye ‘Ne zaman geldin köye?”diye soruyorsun Selim.Daha bu akşama doğru ayrılmıştık ya birbirimizden Selim!…Sen ve Ahmet…Ve senden ayrıldıktan sonra birden her şeyi değişmiş,tükenmiş ve köyü terkedilmiş gibi buldum Selim!...Ah Selim asıl ben Sana yalvarıyorum ne olursun neyin nesi bu söyle?...Annem,babam,babaannem,kardeşim!...Yok yok yok işte yok! “

    Selim Aklımı oynattığım düşüncesiyle başını iki yana acı acı salladıktan sonra,aynı acıyla,hatta daha korkunç bir acıyla gülümseyerek eline bana doğru uzatıp kısık bir sesle:

    “Murat sen ne diyorsun?...Kardeşim,canım kardeşim bir sıkıntın mı var!...Kendine gel Murat biz seninle tam üç yıldır görüşmüyoruz ve siz bu köyden taşınalı tam 9 yıl oldu!.En son telefon görüşmemizde de yazın köye geleceğini söylemiştin ve ben de sabırsızlıkla yazı beklerken sen apansız bir şekilde çıkageldin.Üstelik bu vaziyette ve bu saatte!..”

    Bu sözlere karşılık Selim’in endişeli bakışları arasında şiddetli ve çok tuhaf hırıltılar çıkarıyor ve iki elimle yüzümü kapatıyorum.Selim daha “Murat” demeden ellerimi Selim’in yakasını tutacak gibi uzattıktan sonra:

    “Selim!...Kaç tane zaman,kaç tane mekan kaç tane “ben” kaç tane “sen” var selim.Gerçek hangisi!..Gerçeeeek! Ve hani annem,babam,babaannem!...Evet babaannem…Evet o nerede Selim O nerede? Şefkat kaynağım,üşüdüğüm vakit atkısına sığındığım,içlendiğim de dertleştiğim ve sarılarak ağladığım babaannem nerede Selim…Nerede? ”

    Selim iki elini göğsünün hizasında “çok kötü” dermişçesine bir edayla salladıktan sonra:

    “ Ah babaannen!...Murat!...Murat kardeşim babaannen öleli iki yıl öldü iki!..”

    Uzunca saçlarımın arasına parmaklarımı geçirip saçlarımı yolarcasına bir çığlık atıyorum:

    “Ne-ne-ne ne diyorsun sen!!!? BA-BA-AN-NEM ÖL-DÜ-MÜ!!!? Hayır Hayıııııır!!!

     

    “Murat kuzum Murat Besmele çek Murat!...Hadi ya Allah!...”

    “Babaanne!..”

    “Hadi kalk oğlum hadi.Sabah’ın sıcağı düşmeden nohut tarlasına gidin kardeşinle…Hadi Aslanım benim çayın da hazır hadi.”

    “Babaanne..Yaşıyorsun sen babaanne!”

    Yataktan fırladığım gibi hemen o gece dışarıdan karanlık dipsiz bir canavar ağzı gibi görünen penceremizden büyük bir merak ,telaş ve heyecanla dışarıyı seyrediyorum.

    “Cami!..Cami değişmemiş Allah’ım,değişmemiş o bizim eski camimiz! Allah’ım şükürler olsun şükürler!...O zaman her şey yerli yerinde demek;bu gördüklerim de gerçek o zaman gerçek” O esnada birden başımı yerinden fırlayacak derecede irileşmiş gözlerimle babaanneme çeviriyor ayağının dibine atılıyor;elini yüzünü öpmeye ve gözyaşları içinde sarılmaya başlıyorum.

    “Hele bir dur yavrum dur!..Muradım ne oldu?”

    “Babaanne öyle bir korktum ki seni kaybettim diye…Çok kötü şeyler yaşadım babaanne çok!”

    “Gece Elham’ı (Fatiha Suresi) okumadan yattıysan kötü düşler görmüşündür oğlum.Geceleri Besmele çekmeden,okumadan yatma!”

    “Yok babaanne yok bu rüya olamaz.Belki rüyaydı ama rüya değildi bu… Çok korkunç ve esrarlı bir bilinmezliğin peçesinin düşer gibi olduğu bir andı bu!...”

    Sanki bir an “zaman”a olan itimatımı yitirmişçesine veya şu anki varlığımın gerçekliğine teminat ararcasına birden içinde bulunduğumuz zamanı soruyorum:

    “Babaanne,bugün ayın kaçı hangi tarihteyiz?”

    “Ah yavrum ah!..Okul tatil diye günleri de şaşır oldun…Bugün Çarşamba oğlum.Ağustos’tayız”

    “Hayır babaanne yıl yıl!..”

    Babaannem daha cevap vermeden mamurlu gözlerim duvardaki takvime takılıyor.Yıl 1997...

    “Tamam babaanne tamam!...Allah’ım şükürler olsun şimdi inandım şimdi!..Ohhh Yıl 2007 değil!”

    “Babaanne sana da anlatacağım akşam tarladan gelince rüyada gördüklerimi? Ama inan babaanne bu rüyadan başka bir şeydi…Akşam balkonda otururken anlatırım sana babaanne…”

    “Hayır ola hayır gele yavrum.Hayra yoralım hayır olsun”

    “Ha babaanne şu kadarını söyleyeyim.Nuriye teyzelerin yıkılmış evi beni çok etkiledi.Hele sizin de o gece o evde olduğunuzu düşününce…Amam Aman!.. Allah korusun!”

    “Ah Nuriye Ah!..Kulakları çınlasın Sabah Sabah!...Sen ta Ankaralara taşın da bu yaşta…O güzel ev burada kepsin (yıkılsın) Gerçi biraz eskiydi amma otursalardı içinde yıkılmazdı...Yıllardır ne bakan var eve ne gelen!...Ne ettin de gittin oralara…Şurada yüz yüze bakıyorduk.Komşuluğumuz vardı”

    “Babaanne!..Ne Ankara’sı ne yılları...Ne yıkılan evi!..Ben,ben Nuriye teyzeden,şu bizim komşu Nuriye teyzeden bahsediyorum!”

    “İyi ya oğlum ben de ondan bahsediyorum.Başka Nuriye’mi var san ki bizim komşumuz.Alah Allah...”

    “Babaanne! Az önce,az önce inandığım bu gerçekliğin dünüydü vakit.Öğle vaktiydi..Siz Nuriye teyzelerle balkonda oturmuyor muydunuz?..Nasıl Ankara’da olur? Nasıl evi yıkılmış olur?...Öyleyse benim rüya!..”

    “Murat kuzum ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum söylediklerinden.Hele ilk söylediklerinden (inandığım gerçekliğin dünü) hiçbir şey anlamadım.Oğlum hadi önce yüzünü bir yıka sen.Hala rüyadan ayıkamamışsın.Besmele çek besmele!”

    “Yo,yo!..Ev yıkık mı?... şimdi o ev yıkık mı!?...Gitmeliyim,oraya gitmeliyim artık inanmam inanamam!”

    “Murat oğlum kendine gel murat!”

    Evet artık tıbbi bir teşhisle kafayı bozduğuma dair şehadet verilecek duruma gelmiştim.Göbek hizama doğru demir gibi gerilmiş kollarımın yanında gülmekle ağlamak arası korkunç bir hale giriyordum.Ama artık niye yaptığımı, benim için ne mana ifade ettiğini bilmeden o evin yıkık mı yerinde mi olduğunu görmek maksadıyla bulunduğum odanın eşiğinden fırlamamla birlikte içimde-su dibinden gelircesine-bir takım sesler işitiyorum:

    “Saat 12 oldu hala uyuyor.Son günlerde bu çocuğa bir haller olmaya başladı.Hele Sabah odasından iniltiler geliyordu.Girdim baktım ne oldu diye,sayıklıyordu.Kıyamadım uyandırmaya.Ateş gibi de yanıyor.Vah yavrum yüzü de kireç gibi olmuş…”

    “uyandır,uyandır!”

    “Murat!..Murat!..Kalk yavrum öğle oldu hadi kalk”

    “babaane,babaanne ev yıkık babaane!”

    “Babaannesini sayıklıyor yavrum.Ne de severdi rahmetli,murat’ı...İçine çok atmış babaannesinin ölümünü hala unutamadı.”

    “Bize de hiç belli etmez di babaannesinin ölümünü…Doğru söylüyorsun hanım doğru,içine atmış çoçuk içine..”

    “Hala uyanamadı..Murat…Murat!..Hadi Murat hadi yavrum…”

    Kıpırtatamadığım ayaklarıma ve gerilmiş kollarıma rağmen zorlukla açabildiğim gözlerimin önünde,buğular içinde iki kişi…

    “Neresi burası?neredeyim ben?hani babaannem!..Of kolum!..kolum!..”

    “Aman Allah’ım!...Bu çocuğun kollarına ne olmuş böyle...İçe içe geçmiş kolları Mustafa!..”

    “Çok gerilmiş de ondan…Bayağı bir korkmuş galiba…Biraz ovala geçer her halde”

    “Allah’ım!...Açılmıyor kolları nasıl gerilmiş böyle..Ne oldu sana yavrum ne oldu böyle!..Bir uyku da bir insan bu halemi gelir”

    Bir müddet sonra adeta anne şefkatini hisseden vücudum çözülmeye,gözlerim biraz daha iyi seçmeye,bilincim de açılmaya başlıyor.Tabi ki bunun adı bilmekse..Bildim diyerek eşyanın üzerine yürümekten;anne teması da olsa bu gerçek temas demekten korkuyorum artık.

    “Anne sen misin?..Burası neresi?”

    “Evet kuzum!..Benim ben Annen!..Evimiz burası yavrum evimiz.”

    “Anne!...Anneceğim tut ellerimden tut!..Yalvarırım tut!..Söyle,söyle anne bu temas gerçek temas,bu zaman gerçek zaman değil mi?..Sen yanımdasın değil mi?Ayağının altına al çiğne beni;tenimi liğme liğme kopar:gözlerime kızgın miller çek;bütün bunları annelik şefkatine vereyim.Hiç üzülmem,hiç darılmam!. Sen söyle yeter ki anneciğim bu an gerçek an değil mi?..Anne,anne çıldırıcağım Anne!..”

    Annem hıçkırıklar içersinde ellerimi sımsıkı tutarak:

    “Nasıl söylersin bunları kuzum Nasıl ben anayım kıyabilir miyim sana nasıl?..Değil senin tenine kıymayı;her parçam adına sana ömür yazılsa; göreceğin her parçam senin gerçekliğin adına bir ispat olsa şu an kendimi pare pare parçalamaktan bir adım bile geri durmam kuzum geri durmam!”

    Bir ara gözlerim yatağımın sağ tarafındaki sehpanın üstündeki küçük çerçevedeki küçük bir vesikalık resme ilişiyor.

    “Babaanne!..Anne, babaannem nerede?”

    “ Şeyy..Oğlum Nasıl yani!..”

    “Babaannem anne babaannem!”

    “E oğlum,bildiğin gibi işte!..Babaannen öleli iki yıl oldu..Biliyoruz çok seviyordun;unutamadın ama biraz da toparlaman gerekir kendini yavrum.Bunlar hayatın gerçeği”

    “Hangi gerçek anne? Hangisi gerçek?...Hayır Anne!...Hayır Anne bu bir yalan sen de yalansın anne sende,sendeeee!”

    “Oğlum!..yavrum,kuzum Muradım kendine gel..Ne diyorsan yapayım;öl de öleyim kendine gel kuzum kendine!”

     

    “Anne!..Biz “zaman”ın neresindeyiz Anne.Hangisi gerçek anne hangisi!..Hangi bir rüyadan uyanırsak başka bir rüyaya giriyoruz.Uyandığımız her “sanılan gerçeklikten” başka bir “sanılan gerçekliğe” uyanıyoruz.Korkuyorum anne korkuyorum.Bunların hepsi yalan;koca bir yalan sen de yalansın babaannem de yalan yalaaaan!”

    Ömrü boyunca bir fiske bile vurmamış babamın yüzüm de patlayan tokatı ve bir süre sükut..

    “Vur baba vur ki hissedeyim vur!..Ama rüyada hissettiklerime de kanmıştım “hissediyorum bu gerçek” diye ama onlar da yalan çıktı yalan!”

    İçine saldığı pişmanlığını gözyaşıyla dışarı çıkaran babam yüzüme çok kısa,acıklı bir bakışla baktıktan sonra odadan dışarıya atıyor kendini…

    “Oğlum neye inanmıyorsun neye?”

    “Anne,şu anında bir rüya olmadığına dair kim teminat verebilir…Bizim gerçek diye uyanacağımız başka bir rüya olmasın bu.Her temasıma şüpheyle bakıyorum.Her temasa gerçek bir temas diye yapışmıyorum artık...Asıl gerçekliğe uyanana kadar,türlü türlü rüyalardan başka bir rüyaya gerçek diye uyanacağız ve aldanacağız anne aldanacağız!”

    “Oğlum anlamıyorum artık seni!..Kaybediyorum yavrumu gözlerimin önünde eriyip gidiyor Allah’ım!..Allah’ım!..”

     

    Annemin bir türlü kabullenemediğim gerçekliğine rağmen içime,hatta en ince yerime dokunan ağlamaları arasında yerimden doğrulup odamın penceresine yaklaşıyorum.Etrafı yarı baygın bir alaycı gülümsemeyle seyrettikten sonra dilimden süzülen son kelimeler...

     

    “Zaman içinde zaman,rüya içinde rüya…Sonsuz bir helozon gibi kıvrılan bu alemin ve zamanın hangi katındayız Anne…Hangi katı gerçek..Hangi katı…”

     

    “Murat!!!”

     

    Kılıçkıran / 2007


  10. Evet siyonistler marifetlerini sıralarken hakikatı da ifşa etmiş oluyorlar.Bazen Allah hikmetli sözleri küfrün ağzından da söyletebiliyor.Hele şu bizim Enver taifesiyle hortlatılan Türklük (!) adına Türke kıyan İttihat ve terakki eşkiyalarının ağzına sakız olan ve bizim ilerici (!) papağanların eskitemediği "Hürriyet,uhuvvet (kardeşlik) ,musavat (eşitlik) tekerlmeleri üzerindeki beyanatları ne kadar da doğru...Her ne derece o dönemde (özellikle Abdülhamid Han hazretleri dönemi) meydanlarda Büyük Hakan'ın istibdatına (!) karşı naralar atanların arasındaki kanat önderlerinin bazıları zorla alet edilmiş olsa da-ki yine o naraları atmadı onlar- bu saf halkın ekseriyesi bugün olduğu gibi o sergerder taifesine ve eşkiyasına kanıp "Hürriyet,uhuvvet,musavat naraları atmıştır.(28 şubatta olduğu gibi) Şimdi de adamlar marifetleriyle övünüyorlar ve "biz halkı nasıl kandırdık,nasıl sokağa döktük görün işte"diyorlar.


  11. "AVAM BARBARDIR VE BARBARLIĞINI HER FIRSATTA GÖSTERİR. AVAM HÜRRİYETİ ELE ALIR ALMAZ ONU, BARBARLIĞIN SON KERTESİ OLAN ANARŞİYE ÇEVİRMEKTE GECİKMEZ."

     

    Özellikle bu söz ne kadar isabetli ve hikmetli bir söz...Evet irade,idare ve hürriyet gibi müesseseler ne kadar avamın selahiyetinde olursa o kadar minvalinden sapmış olur.Avamın "irade"sinin tekamülü ve idare üzerindeki imtiyazi yalnızca kendi içinde mahfuzladığı ve öz nefsinden ve kendi sığ telakkisinden münezzeh olan ruhi cihazlarını devlet mümessilleri ve hükümleri üzerinde görmek istemesinden ibarettir ve bu istekte de sonsuz bir bakiyeye sahiptir.Yani "ben idaremden hakkı istiyorum" deme selahiyetine malik olmasına mukabil "hak budur,ve benim istediğimdir" deme imtiyazına sahip değildir.Elverir ki her çağrılan koyna giren arsız demokrasyanın yerine avamın kendi nefsinin kirinden münezzeh tertemiz ruhi cihazlarını olduğu gibi üzerine alabilen ve tekrar idare aynasıyla aldığı gibi avama tecelli ettirebilen "üstün fikirliler aristokrasyası"nın hüküm sürdüğü bir iklim olsun.


  12. Hamama girmeden terledim sandım kapısında

    Bağırdım çocukça:"Su getirin bana,susadım!"

    O da ne? Önüme serdiler şekerinden helvasına,

    Hiç düşünmeden atladım taama'a ve bandım

    Sordu ehiller sonra:"Hani susamıştın yanarcasına!?"

    Anladım ki imtihanmış,utandım! Yani sınandım ve kandım

     

    2003


  13. Yüce Allah hiç bir devri boş bırakmadı hamd olsun.Her devirde rahmetini fikir ve mana liderleri üzerinde tecelli ve tecessüm ettirip,devirlerin istibdat ve cehalet yıldırımana karşı paratoner vazifesi gördüler.Ve çoğu zaman vatan sathına ve fertlerine şamil bu zulüm yıldırımına karşı kendi zaif ve naif sıhhi bünyelerini feda ettiler.Ve çoğu zaman da bu küfür yıldırımlarını dürüp büküp bir ateş topu halinde esbapların suratına çarptılar. Üstadımız başka bir müellefin eserinde muhatabına karşı "bomboş bir devirdeyiz bomboş!..Hiç bir devir bu derece boş olmamıştı.Bir kahraman bekleniyor,bizden bekleniyor." diyor.Ben de derim ki "Ey Aziz Üstadım!..Siz,değil sadece muhatap olduğunuz (bulunduğunuz) zamanın ve mekanın kahramını ve önderi;hem de bu zamanın kahramanısınız.Siz hem remz şahsiyet,hem de hep yanımızda bir kala gibi lidersiniz.Sizden sonra gelen KAHRAMAN olacaktır ve olması da iktiza eder inşallah!..Lakin sizden sonra gelen kahraman sizin talebiniz mesabesindedir Aziz Üstadım!..Geliyoruz!..Yapanı yaptırandan bilerek,keyfiyetin sırrına ererek bir değil,on değil yüz kahraman olarak geliyoruz!..Sizin talebeniz olarak geliyoruz.


  14. Dünyanın en zeki insanı ünvanını elinde bulunduran Prof. Dr. Naida Camukova, Kur-an'ı Kerim ile ilgili çok çarpıcı yorumlar yaptı.

    Dünyanın en zeki insanı unvanına sahip Dağıstan Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naida Camukova, "Kur'an-ı Kerim'de, insanın yaratılışına aykırı gelebilecek hiçbir şey görmedim." dedi.

     

    Zonguldak'ın Ereğli ilçesinde, Yıldırım Koleji'nin öğrencilerine, konferans veren Camukova, 3,5 yaşındayken Kur'an-ı Kerim'i öğrenme hikâyesini anlattı. Camukova, Kur'an-ı Kerim'i Moskova'da öğrendiğini belirterek, "Bir Tatar'ın evine misafirliğe gittik. O zaman dini konular açıktan dışarıya yasaktı. Oradaki beyefendi, Sinbat'ın maceralarını Arapça'dan Rusça'ya çeviriyordu. Sesli çeviri yaptığı için biz de dinliyorduk. Ben orada farklı bir yazı gördüm. Dikkatimi çekti. O ne okuduysa ben de onu okudum. Sonra çeviri yapan çay içmeye geçti. Ben de kitabı aldım okumaya başladım. Benim okuduğumu gören çeviri yapan kişi, babama bu Arapça biliyor mu dedi. O da benim özel durumumu anlattı. Sonra çevirici bana birkaç ayet öğretti. Daha sonra aynı kişinin yanına birkaç kez gittim. Sonraları da gitme ihtiyacı hissetmedim. Okuduğum için ezbere öğrendim. Kalın kitaplar hoşuma gidiyordu. O zamanlar 3,5, 4 yaşındaydım. Ardından Kur'an-ı Kerim'in anlamını bilerek okumaya başladığım zaman 16 yaşındaydım." dedi.

     

     

    Naida Camukova, bir romandan ilmi olarak alınabilecek şeyin olmadığını, ancak Kur'an-ı Kerim'den öğrenilecek çok şeyin olduğunu ifade etti. Camukova, "Kur'an-ı Kerim'de, insanın yaratılışına aykırı gelebilecek hiçbir şey görmedim." ifadesini kullandı. Camukova, Türkiye'ye karşı özlemini ve gördüğü ilgiyi ise şu sözlerle ifade etti: "İnsanlar evlerinden uzak olunca evlerini özlerler. Evlerini değil evin içerisindeki yakın akrabalarını özlerler. Ama gittiği yerlerde akrabalarını görebiliyorsa ve karşısındaki insanları gerçekten akraba olarak hissediyorsa bu özlemi kısmen olsa da gideriyorlar. Sizin benim evimin özlemini kısmen de olsa giderdiğiniz için teşekkür ediyorum."

    ------------------www.habervakti.com-------------------------

    "Dünya'nın en zeki inasan"ını referans alırsak aksülamelinden bizim sivri zeklalıların niye anlamadıkları daha bir ayan beyan ortaya çıkıyor.


  15. Şükür kavuşturana!..Forumun bir süreliğine kapalı kalması bizi nisbeten üzmüş olmasına mukabil;varlığının ehemmiyetini de idrak ve müşahade etmiş olduk.Teşekkür ederim sevgili kardeşim "NFK-Fan",bizi tekrar forum-iştişare sayfamıza kavuşmak da vesile olduğun için...


  16. Herkesin alalade ölü sandığı cenazenin peçesini aralayınca gördüğü "müjdeli cemal"den dışarıya hiç bir şey sızdırmadan arkasını dönüp oradan kayar gibi uzaklaşan adamın halini üzerimde taşırcasına bu "gölge"hikayesinin muradını içimde mahfuzladıktan sonra kelamın hissesine düşenler:"Yalnız ve tek gölgesi olmayan O'na kadar her "gölge" kendinden önceki ASIL'ın gölgesidir.Yalnız O'nun "gölge"si yere düşmedi.O'nun gölgesi "UFKUN" ufkundaydı...Gaye-İnsan-Ufuk...Aziz Üstadım UFKA doğru bir işaret...Belki de son işaretçinin işaretçisi...Bütün "gölge"ler UFKA işaret...Üstadımın gölgesi kim?...

     

    Ufuk bir tilkidir,kaçak ve kurnaz.

    Yollar bir yumaktır, uzun dolaşık

    Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

    Tütüyor önümde mavi bir ışık.


  17. Mükemmel bir şiir,sanki bana daha yeni yazılmış,kağıt üzerinde elini değsen mürekkebi dağılacak tazelekte bir şiir hissi verdi. Bu şiiri ilk defa okuyorum.Ah üstadım Ah!...Mutlak ve ebedi muradınızı daha o zamanlar iki kıt'aya nakşetmişsiniz.Bu iki kıt'a o aşkın kelimelerde vücut bulmuş hali değil de nedir?


  18. Evet Uğur Bey'in Üstadımızı ve mefkuresini yeni genç dimağların gözlerine,kulaklarına ve idraklarine sunma noktasında taktire şayan hizmeti olduğunu mevzularımızın üzerine isabet ettiği nisbette bahsetmiştik...Sanatı en tesirli ruh silahı bilen bu mefkurenin murad ettiği sanatçı hüviyetine yaklaşma cehdinde olan bir sanatçıdır Uğur Işılak...Neyse bizimle paylaştığınız çalışmayı dinledim.Güzel olmuş teşekkür ederim.


  19. İnternette rastladığım bir site...Üstad'ın "Sakarya Türküsü"yle "Şarkımız Bizim"şiirlerini besteleyip gitar eşliğinde seslendirmişler.Fena da olmamış.

    http://www.gitar.de/sakaryamp3.htm

    http://www.gitar.de/...mizbizimmp3.htm (rock usulünde bu daha güzel olmuş;yalnız söz:Serkan Usta yazmışlar)

    Ayrıca diğer çalışmaları da güzel olmuş:

    http://www.gitar.de/mp3.htm

     

    EKLEME: Yeni Link: http://www.gitar.de/index.php?option=com_wrapper&view=wrapper&Itemid=49&2f1dfe8fa57af1b9ff80db2a34dc444f=ac87de182e4c13fc2c9b14b83efe5693

     

     


  20. Kemiyet planında yep yeni bir yılın başlangıcına isabet eden mukaddes Kurban Bayramı'nın

    Türk ve islam aleminde hem keyfiyet hem de kemiyet planında

    yeni bir dirilişin işareti,şehadeti ve başlangıcı olmasını Kadir-i Mutlak Yüce Yaratıcı'dan niyaz ve

    siz fikirdaşlarımızın nezninde bütün müslümanların bayramlarını tebrik ederim.Ayrıca bu vesileyle;

    "seçkinler kadrosu"na namzet makamında gördüğüm forum-istişare sayfamızın müstesna mensublarının

    fikir muhtevalı olmak şartıyla olağanca celalet,öfke ve azametlerini yine fikri bir zeminde

    buna asıl layık olan mecra ve mercilere

    kaydırmalarını;kendi aramızda doğabilecek düşünce ve hareket hatalarını,hatanın nisbetinde muhatabın bütün

    bir şahsına şümullandırmadan azami derecede tatlı,nazikane,incitmeden,kesin ve kalın çizgiler çekmeden

    bizli ve müsahamakar bir dille ikaz etmelerini;hatadan dönüldüğü

    vakit de şahsı tahkir, tekzip ve tenkit yolunda ısrar etmemelerini ve bilhassa yeni katılan kardeşlerimizi de

    bu cihetten bakmalarını en kalbi duygularımla rica ediyorum.

    Vakit,küfrün hiç bir zaman göremeyeceği ve kıramaycağı yüce ve mücerred fikrin kırılmaz zincirleriyle bağlanma vaktidir

    Ve vakit ana fikirlerde birleşme;teferruattaki hataları ve inhtilafları ana fikirler içinde eritme vaktidir.

    Vakit Büyük Doğu'nun vaktidir...


  21. s1cc7.jpgs2yb7.jpg

    "Kitapçı" levhası altında kırtasiye işinden ve gözü yaşlı emrahcık tipli moda şairlerin(!) kitabından başka

    ürünün olmadığı kültür ve sanat fukarası bir ilçede yaşadığım için ancak bugün vilayete gidince rastladığım

    Büyük Üstad'ımıza ait Büyük Doğu'nun çıkardığı iki kitap "savaş yazıları 1-2 ...Hayret ne zaman çıktı bu kitaplar yeni mi?

    Veya çok oldu da benim mi haberim yok?...Bugün vilayete Üstadımın iki kitabını almak için gittim ve bu kitapları da görünce

    şaşırdım ve heyacanlandım doğrusu.Bir ara Mehmet Kısakürek bey bir konuşmasında yanlış hatırlamıyorsam Üstada ait elimizde

    mevcut çeşitli kaynaklar var ve bunları da kitaplaştıracağız ve kitap sayısı 120'ye ulaşacak gibi bir beyanat vermişti.İnşallah...Bu kitaplar

    da onların alameti olsa gerek...Sahi bu kitapları okuyan var mı?


  22. selamın aleykum dostlar...aranızda yeniyim....biraz geç kaldım forma kayıt olmakla ama şimdiye nasipmiş...yalnız formumuzda en çok sevdiğim değer verdiğim ugur abinin olması geröekten beni çok mutlu etti.....sizlerle ugur ışılak formundan aldığım uğur abinin,üstadın zindandan mehmete mektup eserini seslendirdiği videonun linkin vereyim....ugur abi çok güzel seslendirmiş ....buyrun izleyin..

    http://rapidshare.com/files/558930/Zindand...By_ALP.rar.html

     

    dostlar..... dosyanın şifresini vermeyi unutmuşum kusura bakmayın....

    Şifre: ALP

    selametle.....

     

    Aleykümselam Selim SOMAR,evvela aramıza hoşgeldiniz.İştirakınız vesilesiyle Uğur Işılak'a temas etmiş ve bu doğrultuda sevincinizi beyan etmişiniz.Üstad ve mefkuresine muhataplık yanında sizinle diğer ortak paydamız da Uğur Işılak olsa gerek.Ben de Uğur Işılak'ı severek dinleyen ve Onu,Büyük Doğu mefkuresinin manalandırdığı ve murad ettiği ideal sanatçı mevkiine yakın görüyorum.Uğur Işılak icra ettiği sanatı vasıtasıyla bir çok genci menfi ceryanlardan nisbeten uzaklaştırmış;şahsında gösterdiği dava ahlakıyla da Türk gençliğini fikir sahibi bir sanatçıya muhatap etmiştir.Buna mukabil birçok yerde Üstad Necip Fazıl'dan ve mefkuresinden bahseden Işılak bir çok gencin Üstadla tanışmasına da vesile olmuştur.

     

    Bu vesileyle sanatın yolunu ASIL VE MUTLAK sanatçıya bağlama cehdinde ve fikir adamlığı ruhu olan Uğur Işılak'ı taktir ve tebrik ediyor;alaka gösterdiğim "Anadolu Gönül Hareketi (Büyük Gençlik)"projesinin de bir an evvel tatbikat sahasında vücut bulmasını temenni ediyorum.


  23. "Nihat- Ben kahvedeydim, sayın hakim! Bu ince bir kader mevzuu. Cinayetin üzerime kalması için kahvede kimse beni fark etmedi. Bütün dikkatleri oyunlarındaydı. Bütün dünyaları sanki oyundan ibaretti."

    diyerek karşımızda vak'ayı işlemeye mecbur edildiğine inanan bir kaderiyeci veya kaderiyeci rolünde mahkemeyi vicdan yokuşuna sürmeye çalışan bir şahıs var.Bu ince noktada Nihat'ın akibetini bekliyoruz,netice ne olacak bakalım?


  24. Bazen mefkure noktasında marifet ve davaya ülfet dava heyecanını silici bir rol üstleniyor.Hem davanın ilmine hem de künhüne vakıflık ve hem de dava heyacanı…Yüksek bir ruh muvazenesi…

    Forumda “adıdeğmez”rumuzlu kardeşimin “ideolacya Örgüsü’nden”isimli bahsi altında “Büyük Doğu (ideolacya) Örgüsü”nden iktibas ettiği yazılar bir süredir masamın üstünde şu veya bu kitapların arasında baş ucu kitabım dediğim “ideolacya Örgüsü”sünü göremeyişimin acısını ve o nispette hasretini körükledi.

    Kitabım,fikir cihetinde zahiri tecessüs kırıntılarına ve ısrarına istinaden verdiğim ve sonradan fikir ve kıymet bilmez biri olduğunu anladığım şahsın eline geçtiği ve ademe karıştığı günden beri hep bir tarafım yarım ve buruk.Ve benim de bir takım sıkıntılarımın arasında” ha bugün ha yarın yenisini alacağım ve kana kana tekrar içeceğim” dediğim ve bir türlü alamadığım ve yine şu ve bu kitapların arasında boynu bükük bir fikir öksüzü gibi kaldığım şu günlerde ve hususiyetle şu forumdaki yazıyı gördüğüm dakikalar içerisinde içimde damla damla biriken hasret ruhumun meydanına bütün tazyikiyle bir yıldırım gibi düştü.

    Ah bu kitap!...Evet bu kitap,bu kitap!..

    Yüksekokul yıllarımda bana,sabahın ilk ışıklarıyla yüksek bir tepenin üzerinde uzun saçlarını rüzgara vermiş elmastan kılıcını şehre doğru uzatıp “Ey şehir! Bütün iş ve oluşları bünyesinde toplayan ve bütün halde sizi mutlak vahdet caddesine çıkaracak bir fikre çağırıyorum”diyen bir kurtarıcı hüviyetini,heyecanını,safiyetini ve ruhunu veren o kitap!

     

    Evet,içinde bulunduğum ve fasılalı vazifeler aldığım cemiyete muhalif,içimde hep bir arayışlar ve depremler olduğu halde “ülkücü kılıçkıran”olarak geldiğim yüksekokulda ve bir vesileyle elime geçen;tek odasında soba yanan öğrenci evinin soğuk kış gecelerinde arkadaşlarımın lambayı kapatıp yatağın içinde telefonumun ışığıyla okumaya çalıştığım ve okudukça ruhumu fikir infilakına sevkeden,susamış beynimin her satırını sömürürcesine içtiği kitap.Aman Allah’ım!..Herkesin alelade ve mesudane yürüdüğü ve görmediği şu cadde üzerinde mücerred bir cadde;her ferdin ayrı ayrı miskin ve dağınık bir vazife üzerinde olduğu bir anda bütün halde kuşatıcı,toplayıcı ve dağıtıcı bir vazife…Suretler aynı,okul aynı,arkadaşlar aynı ama ben değişiyor ve adeta gizli bir iradenin eliyle başka iklimlere çekiliyorum…Büyük Doğu?!..Büyük Doğum!

    İki karış ötemde mışıl mışıl uyuyan,uykuları yatağın dokularına kadar nüfuz etmiş arkadaşlarımın yanında pamuktan çalı çekilircesine ruhumdan yeni bir ruh doğuyor,mücerred hıçkırıklarımı içime saldıkça onlarla aramdaki iki karışlık mesafe adeta arz ve sema arasına çıkıyor.Soğuktan dolayı aynı odayı paylaşmaya ve uyumaya mecbur olduğum arkadaşlardan bedenen de uzaklaşıyor;Soğuğa rağmen üzerime kat kat giydiğim elbiseler ve battaniyeye sarılarak Üstadımla yalnız kalmak ve onun beni içine aldığı yeni sıcak ikliminde(Büyük Doğuda) ısınmak için kendimi diğer bir odaya atıyorum.Ne olduysa bana bu soğuk odada oldu.Evet her şey ama yeni ve değişim namına ne varsa bu soğuk odada!...Titrek ellerimle ve titrek dudaklarımla battaniye altında nefesimin buğusuna karışarak peş peşe içtiğim sigara dumanının içinde bitirdiğim İdeolacya Örgüsü” bana soğuk Odayla Üstadın yepyeni külliyatının geldiği okul kütüphanesi arasında bir cadde açtı…O caddeden gelen ve ideolacya Örgüsünü’nün etrafında halkalaşan ve İdeolacya Örgüsü’nü bende muhkemleştiren diğer kitaplar…Ve bu geliş ve gidişlerin ve soğuk odamın ortasına düşen Üstadımın ihtarı…………………………………………………..!)

    İçimde gelişen devin yumruklarıyla derimi parçalayıp dışarı çıkmışcasına ve Büyük Doğu’nun tek varisi muhatabı ve münadisi gibi kulakları patlatırcasına haykırmak ve cemiyet planına tahakkuk ettirmek istiyorum,herkese anlatmalayım,herkes duymalı… Bundan kimsenin bi haber kalmaya hakkı yok!...Duyun bunu!...Kurtuluşun yolu Büyük Doğu!

    Ah o soğuk oda!..Ah o heyacan ve o safiyet…Şimdi kırıntılarını toplamaya ve o kırıntılarıyla yaşamaya memurum.Belki ben sadece o kitabın kemiyet planında hacmini ve yazılarını değil;o yazılar arasına kıvrılmış ruhi heyacanını ve bana verdiği çocuk safiyetini arıyorum.Belki ben kaç defa okuduğum o kitabı tekrar almaya cesaret edemeyişimin sebebi de o heyacanı tekrar yakalayamama korkusu olsa gerek…Şimdi durgunum,şimdi yorgunum ama yeniden doğmalıyım.Hep yeni için yeniden “Büyük Doğu (ideolacya) Örgüsü”…

×
×
  • Create New...