Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Cile54

Editor
  • Content Count

    381
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by Cile54


  1. Gerçekten güzel bir konu. Paylaşımınız için teşekkürler. Ben de bir iki cümle eklemek istiyorum.

     

    Dua, Müminin Silahıdır.

     

    Duanın karşılığı, belki o an, belki yarın, belki çok sonra, gelebilir. Allah C.C. dilediğine verir, dilediğini kabul eder. Bazıları dua ediyoruz, ediyoruz kabul olmuyor gibi yanlış şeyler söylüyorlar.

    Allahü teâlâ, (Duanızı kabul ederim, elinizi boş çevirmem) buyuruyor. Demek ki boşa gitmiyor. Ama bizim isteğimiz olmayınca boşa gittiğini sanıyoruz. Kitaplarda diyor ki: Dua sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir bela önlenir, ya mevcut bir bela kalkar, yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur.

     

    Selametle...


  2. Türk Edebiyat Tarihi'ne "Bayrak Şairi" olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 yılında Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnovalı Fatma Hanımdır. Nihat Asya bir aylıkken babasının ölümü üzerine, akrabalarının himayesinde büyümek zorunda kaldı. İlköğrenimine köyünde başladı fakat daha sonra İstanbul'a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi'ne daha sonra Gülşen'i Maarif Rüştiyesi'ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi'ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu.

     

    Milli Mücadele Dönemi'nde Ankara'da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir. 1828 yılında Darülmuallimin'i Aliye'den edebiyat öğretmeni olarak mezun oldu ve Adana kolej ve öğretmen okullarında edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. 1948 yılında Edirne'ye tayin edildi. 1950-54 döneminde Adana Milletvekilliği, 1954 yılında Eskişehir milletvekilliği yaptı. 1962 yılında ise Ankara Gazi Lisesi'nden emekli oldu. 5 Ocak 1975 tarihinde Ankara'da vefat etti.

     

    Edebiyatımızda “Bayrak” şairi olarak tanınan Asya, Bayrak şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazdı. Bir çok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar

     

     

    BAYRAK

     

    Ey,mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,

    Kızkardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü!

    Işık ışık, dalga dalga bayrağım,

    Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

     

    Sana benim gözümle bakmayanın

    mezarını kazacağım.

    Seni selamlamadan uçan kuşun

    yuvasını bozacağım.

     

    Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...

    Gölgende bana da, bana da yer ver !

    Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.

    Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

     

    Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.

    Kızıllığında ısındık,

    Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.

    Gölgene sığındık.

     

    Ey, şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalan;

    Barışın güvercini, savaşın kartalı...

    Yüksek yerlerde açan çiçeğim;

    Senin altında doğdum,

    Senin dibinde öleceğim.

     

    Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:

    Yer yüzünde yer beğen !

    Nereye dikilmek istersen,

    Söyle, seni oraya dikeyim !

     

     

    Not: Genellikle kendimi asosyal olarak nitelendiren bir insanım. Lise de yüzlerce kişinin önünde bu şiiri zor bela okumuştum. Bu şiiri okurken insan ister istemez heyecana geliyor, bağırıyor, celalleniyor. Hayatımda ilk ve son kez , topluluğa karşı bu şiiri okuduğumdan ve beğendiğim bir şiir olduğundan sizinle paylaşmak istedim. :)

     

    Selametle..


  3. Bunları okuduğumuzda insanın tüyleri diken diken oluyor. Şimdi sizden aşağıyı dikkatli okumanızı istiyorum;

     

    İşte Asıl Amaç...

     

    Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer'in 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmayı hatırlatayım;

     

    "SİZİN GÖREVİNİZ, MÜSLÜMANLARIN HRİSTİYAN YAPILMASI DEĞİLDİR. ASIL GÖREVİNİZ ONLARI DİNLERİNİ SORGULAR, TARTIŞIR HALE GETİRMEKTİR. BU SAĞLANIRSA GERİSİ KENDİLİĞİNDEN GELİR. BİZİM YAPMAK İSTEDİĞİMİZİ KENDİ KENDİLERİNE YAPARLAR."

     

    Evet , anlaşıldığı üzre, kadınların camide namaz kılması, Setr-i Avret e uymadan namaz kılması, erkekler ile camii içinde bir saf tutmasının ardından, yapılan tartışmaların; yani "tabi olur", "evet güze bir uygulama" vb. şekilde her kafadan ses çıkmasına şaşırmıyorum. Yukarıdaki misyonerin açıklamaları zaten her şeyi anlatıyor.

     

    Korkunç bir durumdayız..!

     

    Allah sonumuzu hayretsin.. Amin..!


  4. Evet, gerçekten sevindirici bir sonuç benim için. Daha önce de israil ile yapılmaya çalışılan anlaşmalar, çalışmalar hep bir şekilde ya sabote edildi ya da israil keferesinin soysuzluğu yüzünden suya düşüp, Filistin'e ve Filistinli masum halka zarar geldi, ölüm getirdi.

     

    Bundan sonra ne olacağı, Hamas'ın nasıl bir yol izleyeceği gerçekten çok merak ile beklenen bir konu.

    Hayırlısı olsun...


  5. Kaynağım, Ehli Sünnet Alimlerinin kitaplarından, sözlerinden hazırlanmış bir web sitesi

     

    Bu sayfada web sitesi hazırlanırken yararlanılan kitap ve eser sahiplerinin alfabetik olarak listesi var buyru bakabilirsin;

     

    KAYNAK

     

    Tasavvuf hakkında yukarıdaki yazıdan gerekli mi ve günümüzde tasavvuf ehli insan bulunur mu gibi suallere cevap sanırım çıkabilir diye düşünüyorum. Zira tasavvuf ehlinin yolunda olmak demek bizim gibi insanlarda pek hasıl olmayan bir iştir. Bizim yapmamız gereken, bize yapılması emredilmiş işlerdir. Ben böyle düşünüyorum.


  6. Tasavvuf Hakkında;

     

    Tasavvuf ehlinin yollarının esası şunlardır:

    1) Fakirlik: Her işte, her şeyde Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmektir.

     

    2) Zühd ve takva: Her işte İslamiyet’e uymaktır. Dinin bütün ahkamına tamamen uyarak çalışmak, iyilik yapmak ve boş zamanlarını ibadet ile geçirmektir.

     

    3) Tefekkür, sükut ve zikir: Hep Allahü teâlânın varlığını, nimetlerini düşünmek, lüzumsuz konuşmamak, hiç kimse ile münakaşa etmemek ve daima Allahü teâlânın ismini zikretmektir.

     

    4) Hâl ve makâm: Kalbe gelen nurlarda, kalbin, ruhun temizlenme derecesini anlamak, kendini ve haddini bilmektir.

     

    Tasavvufun gayesi, insanı Marifet-i ilahiyye’ye kavuşturmak, yani Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmaktır. Onun zatını, yani kendisini tanımak mümkün değildir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), (Allahü teâlânın zatını düşünmeyiniz. Onun nimetlerini düşününüz) buyurdu. Yani, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara verdiği nimetleri düşünmelidir. Bir defasında da, (Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zaman, hatırına her ne gelirse, bunların hiçbiri, Allah değildir) buyurdu.

     

    Tasavvufun esası, insanın kendini (aczini, zavallılığını) tanımasıdır. Tasavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce [ulvi] aşk esası üzerine kurulmuştur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselama uymakla kavuşulabilir. Kur’an-ı kerimde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecelli eder. Fakat, bu tecelli yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellisidir. Akıl ile alakası yoktur. Tasavvuf ehli, Allahü teâlânın tecellisini kalbinde duyar. Onun için tasavvuf ehline ölüm bir felaket değil, güzel ve tatlı bir şeydir.

     

    Tasavvuf ehli arasında, imam-ı Rabbani, Cüneyd-i Bağdadi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Seyyid Abdülhakim Arvasi gibi büyük veliler, Sultan Veled, Yunus Emre, Mevlana Halid-i Bağdadi gibi Hak aşıkları vardır.

     

    Ve son olarak;

    kalbin bu tecelliye kavuşabilmesi için, hasta olmaması gerekir. Kalbin hasta olması, günahlar ile kararmasıdır. Günahlardan kaçıp ibadet ederek kalbi temizlemelidir.

     

    Yani sonuç olarak, tasavvuf mertebesi sanıldığı gibi kolay bir mertebe değildir.!


  7. Emin olun, bir şeylerin çilesini çekiyorsanız ve kafanız meşgul oluyorsa zaman zaman, bu kitaptan iyi ilaç bulmanız çok zor.

     

    Teşekkürler Cile54...

     

    Saygı ve selamlarımla

     

    Efendim, yazıyı okumanın heyacanı içinde, bu yazıyı benim ile paylaşan ve burada yayınlanmasına sebep olan N-F-K Fan arkadaşımıza teşekkür etmeyi unutmuşum. Kusura bakmayın.

     

    N-F-K Fan'ın yukarıda yapmış olduğu tesbitler çok samimi ve doğrudur. Gerçekten de bir şeylerin çilesini çekenler için bir ilaç evet, amma şu da var; manevi olarak da bir şeylerin çilesini çekemeyen ya da unutmuş olan, gündelik işlerden hatırlamayan;[ benım gibi insanlar için] de daha sonra kafalarının içinde kalan o soru işaretlerinden, akıllarında ve fikirlerinde; kalbinin pas tutmuş derinliklerine kadar o çileyi, ruhunu titretecek o acıyı çekemeye başlayacaklarına da eminim. Belki cümleler şu anda düşük oldu, ve ya anlaşılmaz oldu, ama emin olun bu, kalbimdekileri ve aklımdakileri yazıya dökemediğimdendir. Ben böyle etkilendim..! Beni mazur görün.

     

    Selametle...


  8. Vecdimin Penceresinden N-F-K

     

    Gerçek akılsız, dolayısiyle nasipsiz kimdir bilir misiniz? Ne aklın altında kalıp da onu hiç kullanmadan inanan, ne de aklın üstüne çıkıp onu akıl aleyhinde kullanarak inanmaya bakan... Akılsız, aklın içinde kalandır; akıl fıçısı içinde, "nârıbeyzâ"dan aşk parmaklariyle cidar pencereleri açamadan ve bu işte aklı kullanmadan ermeye de yol kapalı...

     

     

    Akıl, o "ufacık fıçıcık, içi dolu turşucuk" maskara, inanmadığı şeylere "acaba, ya olursa, belki" gözüyle bakar da, inandığı şeylere "niçin, ne sebeple, neden dolayı" gibilerden bir şüphe tavrı ve ille anlama kaygısı gösterir.

     

    Eli inmeli, dili düğümlü, kalbi buruk, edası pısırık, sermayesi korkak, işi ürkek, ahlâkı katlanmak, ibadeti saklanmak...

     

    Bu mu müslüman?..

    bir şeye malik olmak için o şeyi istemenin yeter olduğunu anlarlar. Ama istemenin istemek olması için dudakların yetmeyeceğini anlasalar..

    Işık saniyede 300 bin kilometre yol alıyor ve aydan dünyaya 1 saniyede geliyor da, hayâl, milyarlarca ışık senesi tutan mesafeyi bir anda kestiriveriyor. Neyi ve nereyi hayâl ederseniz, onda ve oradasınız. Demek insanda zaman ve mekân üstü bir arayıcılık kudreti var... Aranan Ve arayan olmadan arayan ve arama olmayacağına göre, ki arıyorum, kimi aramaya memur bulunuyorum?

     

    Yok!

    Diyenlere bir sözüm var:

    - Siz bana gerçekten yok olan bir şeyi gösterebilir misiniz ki, yok'u ispat edebilesiniz?.. Gösterebilecek olsanız zaten o şey yok değil, var olur. Gösteremeyince de yok demeye imkânınız kalmaz! Allah'a yok diyebilmeniz ayrıca ispat ediyor ki, o "var"ın ta kendisi, "yok"un da yaratıcısı...

     

    Kapıları yıkarcasına tekmeleyeceğim, limandaki bütün vapurların ve şehirdeki bütün fabrika bacalarının canavar düdüklerini öttüreceğim, trafiği durduracağım, insanları oldukları yerde mıhlayacağım ve gök tavanını yıkan bir sesle haykıracağım geliyor: - İnsanlar! Allah var! O'nu düşünmekten başka her işe paydos!...

    Bana "deli" mi diyecekler? (Göz yaşlarıma hakim olamadığım, deliler gibi boşalmaya başladığı yer..... Cile54)

    Canım kurban, aklın son durağı olan böyle deliliğe!..

    Varlık hudutsuz girift bir ağaç... Ve sen ey dinatın Efendisi; onun, hudutsuz girift köküsün! Bu köke bağlı gövde... Bu gövdeye bağlı ince dal... İnce dala bağlı yaprak... Yaprağın üstünde el ayası gibi lif lif bir ağaç haritası... Onun üstünde de küçücük bir böcek...

     

    Ben de buyum!.. Bütün insanlık budur!.. Ve senin getirdiğin nizam ağacının en küçük yaprağında bir böcek olmaktan üstün paye yoktur!

     

    Allah'a iki cins insan inanır. Ya en aptal, ya en akıllı!.. îkisi ortası dediğimiz hakikî ahmak, inkâra memur...

     

    Akıldan büyük nimet, zekâdan da ağır yük tanımıyorum.

     

    Zekâ azaldıkça iman engelleri de azalıyor ve iman bir "az" üzerinde durabiliyor. Zekâ çoğaldıkça da engeller yıkılıyor, kökünden sökülüyor ve iman bir "çok" üzerinde duruyor.

     

    Vah, ikisi ortası nasipsizlere!..

    Her ferdin tepesinden geçmiş, çelikten, mahrut şeklinde kalın bir çadır var... İlâhî nura yol vermeyen bir çadır... Bu nefstir! Ne mutlu, onu incelte incelte sigara kâğıdına çevirenlere ve içeriye nuru sızdıranlara!.. Ve ne mutlu onu delip ileriye geçenlere!.

     

    Madem ki nefs had tanımaz, doymaz, kanmaz ve razı olmaz, sen de kes onun bütün istihkaklarını!..

     

    Namazda teslimiyet vardır. Onun içindir ki, namaz nefse giran gelir. Yalnız bu kadarı İslâmın hak ve namazın mutlak ibadet olduğunu göstermeye yeter.

     

    Nefslerini şartlandıranlar, namaza yaklaşamazken, müslüman geçinenler de onun kabuğunda kalır ve gerçek namaz pek az kimseye nasib olur.

     

    Büyük Velî Abdülhakîm Efendi Hazretlerinin en güzel sözlerinden birisi, ermişlerin benlik haline dair şu görüşü;

    "- Mevzuunu bulamaz ki, ben diyebilsin..."

    Bizse "ben"den başka mevzuu olmayan biçareleriz

     

     

    Aman Yarabbi, aman Yârabbi; biz seni lâfta, yalnız lâfta ve kelimede anıyoruz. Üstelik hikmetin karşısında vecd ve hayrete düştüğümüzü sanıyoruz. Senin, hikmetten bahsedici aklı yaratan hikmet sahibi olduğunu düşünüyorum da, patlayacak kadar şişen kafatasımı secdeye mıhlamak ve öylece kalmaktan başka yol göremiyorum. Zira secde, kendimde sandığım, kendimin diye vehmettiğim şeylerin sana iadesidir.

     

    Aman Yârabbi; ne büyük sır var secdede!.. Anlar gibi oluyorum ama yine anladığımı iddia edemiyorum.

     

    Bana öyle geliyor ki, münkirin gözünü çıkarsalar, kulağını sağır etseler, burnunu tıkasalar, dilini sükseler ve temas hissini dondursalar, o zaman görür, işitir, koklar, tadar ve temastan anlar...

     

    Eyvah, görmemek için göz, işitmemek için kulak taşıyanlara!..

    Bu âlemde hiçbir şeyin tam ve mutlak izahı yoktur. Bir şeyi izah etmek için kullandığımız kelimenin izahı bile ayrıca izaha muhtaç, başka bir kelimeyle... Bütün izah edilemezleri yine izah edilemezlerle izaha çalışırken, farkında mıyız ki, bu izahı izah edilemeyenlerin en büyüğü, yine Allah?.. Kâinatın tek ve mutlak izahı, Allah...

     

    Dünyada hiçbir akıl, İmam-ı Gazalî'nin şu idrak inceliğine ulaşamaz:

    - Size bir kâhin, filân gün falan renkteki elbiseni giyersen ölürsün, dese, siz bu lâfa inanmaz, fakat o gün o ~ elbiseyi de giymezsiniz. Buna karşılık bir Peygamber, günde şu kadar rekât namaz kılın dediği zaman ona inanıyor, sonra da "niçin?" diye soruyorsunuz!

     

    Hiç bir şey için değil, Allah böyle emrettiği için... Şeriat, mutlak ve ulvî sebeplere bağlı bütün bir esrar âleminin dış ölçülerinden ibarettir; onu böyle bil ve ona böyle bağlan!

     

    Akıl, o "ufacık fıçıcık, içi dolu turşücuk" maskarasının, inanmadığı şeye ayırdığı "belki" payı ile, inandığına da tahsis buyurduğu "ama niçin, ne sebeple" istifhamı arasındaki uçurumu gör!

     

    Allahım, nasıl da insanlardan kendi korkunç tezadlarını gizliyor ve tüneksiz kuşlar gibi bir duman halkasından bir su kıvrımı arasında onları, o teselliden bu teselliye gezdiriyorsun!.. Ey kudret sahibim!..

     

    Bize 10 dakika sonra öleceğimizi söyleseler ne yaparız?.. Dünya ile en küçük alâkamız kalabilir mi?.. Susuzluktan dilimiz kurumuş olsa böyle bir ihtiyacı düşünebilir miyiz?.. Dünya o anda bütün nimetleriyle başımıza yağsa dönüp bakabilir miyiz?..

     

    Peki; 10 dakika yerine 10 veya 100 yıl olmuş, farkı ne?.. Hiç'in milyon veya milyara darbı, hiç'i büyütmeye çalışmaktan başka neye yarar?..

     

    Aklı kopuncaya kadar geremedikçe, bunu yapamadıkça, ya taklitçi mümin, yahut sersem kâfir olmaya mecbursun!

     

     

    Buyrun İndirin ve 30 Dk nızı ayırarak, şöyle bir test edin? Neyi mi test edeceksin.. Bunu okumayı bitirdikten sonra neyi test ettiğini anlayacaksın..

    • Like 3

  9. Tekrar s.a, bu arada yeni ismini hayırlı olsun.. :)

     

    Sizin verdiğiniz linkten önce şunları yazmak istiyorum;

    Halk arasında, zodyak (burçlar kuşağı) üzerinde yer alan 12 takım yıldıza "burçlar" adı verilir. Zodyak, gökyüzünde güneş ve başlıca gezegenlerin yolu üzerinde bulunduğu tasarlanan hayali bir kuşaktır. Burçlar kuşağı olarak da söylenir. Güneşin burçlara karşı olan durumunun değişmesi yüzünden, bugün burçlardan hiçbiri kendi adıyla anılan bölgede bulunmamaktadır. Bu yüzden 20. yüzyılda Güneş, 1 Ocak’ta Oğlak burcunda olmayıp Yay burcundadır. Bu yüzden de burçlarda doğanların belli bir karakter sahibi olduğu söylenemez. Her burçta doğan aynı karaktere sahip olsa, bütün dünyadaki insanlar 12 karakterli olurlar. Aynı burçta doğan iki kişiden biri âlim, diğeri zalim, biri sert, öteki yumuşak olabilir. İnsanların karakterlerini burçlar tayin etmez.

     

    Şimdi gelelim verdiğiniz linke;

    5. Maddenin sonlarına doğru yazılan şu kısım ve sonrasını okursanız sanırım konuya hakim olabilirsiniz;

     

    Bir kimsenin durumu değişikliğe uğrasa, üzüntü ve gam istilasıyla şaşırıp kalsa ve dünyadan yüz çevirip, el çekmek zamanı gelse; onu hakkına tabib der ki: Buna sevda hastalığı üstün gelmiştir, malihülya illetini bulmuştur.

    Bunu etimon şerbeti ile ilaçlamak lazımdır. Tabiatçı dahi der ki: Bunun

    hastalığı, tabiatına kuruluk üstün geldiğindendir ki dimağı üzere istila

    etmiştir. Tabiatının kuruluğuna sebeb kış havasıdır. Bahar gelip, rutubet

    havası üstün olmadıkça buna ilaç olmaz. Müneccim de der ki: Buna, sevda ârız olmuştur. Sevda ise utarid ile merih arasında kötü bezerlik

    oluşmasından meydana gelir. Utaride iki kutlunun yaklaşmasıyle üçlenme erişmedikçe bunun hali iyiye gitmez. Halbuki bunların hepsi sözlerinde doğrudur. Zira ki, her biri aklı erdiği kadar söylemiştir. Neylesinler ki, cüzî akılla aslına ermemişlerdir.

     

    Bu noktaya dikkat ;) (Neylesinler ki, cüzî akılla aslına ermemişlerdir.

    ) Bu kısımın devamını da o sayfadan okursanız sanırım herşeyi anlarsınız. Selametle. (Diğer bölümleri ve manzumları okumaya çalıştım, lakin çok ağır bir dili var.)

    Selametle..


  10. bu olay hakkında binlerce komplo teorileri üretilebilir aslında. Lakin hastalığın varlığından şüphe etmiyoruz, ama hastalığın sadece hasta hayvanlardan bulaştığı bir gerçek. Ben son hızla yumurta yemeye devam ediyorum :) tavuğu da zaten buldukça ;) iyice pişirip yedikten sonra bir sorun olmuyor. Hastalananların hepsi zaten tavuğu kestikleri ya da tavuğun tüylernin yolunması vb. şeklinde bulaşmış. İnsandan insana da zaten geçmiyor.

     

    Lakin şu da bir gerçek, tavukçuluk sektörü ülkemizde çok yaygın ve ihracat olarak üst düzeyde. Bu sektörün de büyük bir darbe aldığı kesin.

    Ve haberlerden takip ettiğim kadarıyla, Avrupada'da bu vakalar görülmüş ve bizden çok insan kaybı olmuştur. Ne hikmetse bu ülkemizde olunca bu kadar çok yaygara kopuyor ve ülke ekonomisi zarar uğrayacak şekilde darbe alıyor.


  11. Evet , gardenya'nın dediği gibi bu konuya fazla girmemek gerekiyor, zira bizden istenen buna iman etmemiz..! bunu araştırın, bunu inceleyin vb. şekilde bir emir verilmemiş. Ve bu tip konulara mantık, akıl,fikir ermez.

     

    Bu konu ile ilgili sizinle paylaşmak istediklerim var buyrun,

     

    (Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda] dır.) [Hud 6]

     

    Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, Ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de, apaçık kitaptadır.) [sebe 3]

     

    Bir canlıya verilen ömür ve ömrünün azaltılması da mutlaka bir kitaptadır.) [Fatır 11]

     

    (Ahir zamanda şerli kimseler kader hakkında konuşur.) [Hakim]

    (Kaderden bahsedilince dilinizi tutunuz!) [Taberani]

    (Kaderi inkâr edene, bütün peygamberler lanet eder.) [Taberani]

     

    Peygamber Efendimiz (S.a.v)Ya Resulallah, yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre, iş yapmanın ne önemi var) diye soranlara, (Herkes, kendi işine hazırlanır) ve (Herkes önceden takdir edilmiş olan işlere hazırlanır) buyurdu. (Müslim,Tirmizi)

     

    Selametle..


  12. aslında her okuduğumda, işte bu benim şiirim diyorum, yani bir türlü karar veremiyorum :)

     

    ama bunu gerçekten çok seviyorum;

     

    BEN, kimsesiz seyyahı, meçhuller caddesinin...

    BEN, yankısından kaçan çocuk kendi sesinin...

    BEN, sırtında taşıyan işlenmedik günahı;

    Allah'ın körebesi, cinlerin padişahı...

    BEN, usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların;

    BEN tükenmez ormanı, ısınmaz külhanların...

    BEN, kutup yelkenlisi, buz tutmuş kayalarda;

    Öksüzün altın bahtı, yıldızdan mahyalarda...

    BEN, başı ağır gelmiş, boşlukta düşen fikir;

    Benliğin dolabında, kör ve çilekeş beygir...

    BEN Allah diyenlerin boyunlarında vebal;

    BEN bugünküne mazi, yarinkine istikbal...

    BEN, BEN, BEN; haritada deniz görmüş, boğulmuş;

    Dokuz köyün sahibi, dokuz köyden kovulmuş...

    Hep BEN, ayna ve hayal, hep BEN, pervane ve mum;

    Ölü ve Münker-Nekir, başdönmesi uçurum...


  13. Evet, bunlar yabancı olmadığımız haberler, fakat bir hatanızı düzeltmek istiyorum, sonda verdiğiniz hadis-i şerif "Müminler" içindir. Yukarıda bahsettiğiniz şahıslar Mümin değildir!.. Bunlar dini saptırmaya çalışan bid'at ehli sapık insanlardır.

     

     

    Selametle..


  14. Kurân'daki "dumansız ateş" ve "gözeneklere nüfuz eden ateş" uyarılarının "ışınsal enerjiye" işaret ettiğini keşfetmesinden sonra; Kurân'ın işaret yollu açıklamalarını değerlendiren; bundan sonra dinsel anlatımdaki işaretlerin bilimsel karşılıklarını deşifre etmeye çalışan Ahmed Hulûsi, bu alanda ilk çalışmasını 1985 yılında "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabında açıklamıştır

     

     

    Mevcut bilgileri ışığında, tamamen insanlardan uzak kendi "köy"ünde yaşamayı tercih edip; herkese, orijinal kaynaklara göre Rasûlullahı ve Kurân'ı aracısız olarak yeniden değerlendirmeyi tavsiye etmektedir!.

     

    Bu vatandaş bir şeyler keşfettiğini yazıyor, bakın hadis-i şeriflerde ne yazıyor;

     

    (Kur’anı kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir.) [Nesai]

     

    (Kur’ana ehliyeti olmadan mana veren, Cehennemde azap görecektir.) [Tirmizi]

     

    (Kur’anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [M. Rabbani]

     

    Kur’an-ı kerimin manası tercümeden anlaşılmaz. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Hele tercüme eden bid’at ehli ise, mana tamamen değişir. Tefsir, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Kendi görüşüne göre verilen mana, doğru olsa bile, meşru yoldan olmadığı için hata olur, mana yanlış ise, küfür olur. (Berika)

     

    Diğer bir husus; eğer insanlar Kuran-ı Kerimi anlayabilseydi neden Peygamber Efendimiz S.a.v Kuran-ı Kerimi açıklardı ki? İnsanlar zaten onu anlayabilirdi. Neden binlerce yıl Allah c.c Mürşid-i Kamil’ler yollamış?

    Biraz düşünün arkadaşlar. Bu ve bunun gibi bazı şeylerin kendilerinde tecelli ettiğini zanneden ve böylelikle hemen eline kağıt kalemi alıp kitap yazmaya başlayan bir çok insan vardır.

     

    Bize, Ehli Sünnet alimlerinin kitapları yeter ki o kitaplar yüzyıllardır atalarımıza, Müslümanlara ışık tutmuş kitaplardır. Lütfen, böyle şeylere fazla kapılmayalım.

     

    Allah bizi sahte din adamlarından korusun... Amin.

     

    Ben yukardaki vatandaşa kesinlikle inanmıyorum...


  15. Sultan Abdülhamit Cennetmekan bir avuç toprağı satmadığı için kızıl sultan yakıştırması yapılır ve bizim boş beyinli mankafalar da buna inanır, Yüce Hakan'ın resimlerine domates atar. Neden? Batı o'na kızıl dedi diye!..

     

    Abdülhamin Han'ı sizlere anlatmaya zaten gerek yok. O tüm dünyaya meydan okumuş bir sultan. Mükemmel devlet yöneticiliği, ilm-i siyaseti, sabrı, asaleti, ve imanı ile bir örnek. O devletin en gereksiz evrağına bile abdestsiz imza atmamış bir insan.

     

    Bu yazının kesinliği hakkında bir şey diyemiyeceğim fakat, Sultan Abdülhamit Han hakkında okuduğum kitaplardan ve kendi hatıralardan yola çıkarak şunları söylemek istiyorum; bu yazılanlar ile Abdülhamit Han'ın izlediği politikanın aynı yönde olduğu söylenebilir.


  16. Üstad'dan mükemmel bir yorum daha...

     

    Yurdumun halleri ve milletimizin içinde bulundu perişan hali, kendine has çekici üslubu ile yansıtmış bu şiirine Üstad.

    Düştüğümüz maddi, manevi ve ahlaki çöküntüleri çok güzel dizelerine yansıtmış. Üstad'ın "her cümlesi beyinlere kazınması gerek" olan şiirlerinden biri.


  17. Aman Efendim Aman...!

     

    Aman efendim, aman!

    Galiba Âhir Zaman!

    Manzarası yurdumun,

    Tufan gününden yaman!

    Göz görmez aydınlıkta;

    Asümanedek duman.

    Yer dumanmış ne çıkar,

    Duman dolu âsüman.

    Türk evi delik deşik;

    Yıkık dökük hânüman.

    Duraksız itiş kakış;

    Süresiz karman-çorman.

    Anne çocuk doğurur,

    Köpek soyundan azman.

    Beyinler zıpzıp kadar,

    Mideler koskocaman.

    Aziz fikir buğdayı,

    Katıra mahsus saman.

    Boş lâf, hep dalga dalga;

    Uçsuz bucaksız umman.

    Hayvanlık orkestrası:

    Eşek, birinci keman.

    Orman keleş, nebat kel;

    Nebat adamlar orman.

    Midelerde ihracat,

    Günde beş milyon batman.

    Bilmem kaç milyar harman.

    Yangın evinde satranç;

    Plân, reform ve uzman.

    Tam bir buçuk asırdır,

    Maymunlardan eleman.

    Bizdeki hale nispet

    Maymun taklitten pişman.

    Hangi yol Türke uygun,

    Hangi parti tercüman?

    Çıkamaz meydanlara;

    Camide mahpus iman!

    Silah küfrün belinde,

    Küfrün elinde, ferman.

    Cehle sorarsan ilim;

    Zehre sorarsan, derman.

    Rahmet, meçhul kelime;

    Bilinmez isim, Rahmân.

    Kutsal kitaptır fuhuş;

    Ahlâk, okunmaz roman.

    Tarih, kontra gerçeğe;

    Hürriyet hakka düşman.

    Millete kasdedenin

    İsmi milli kahraman.

    Yere batsın bu dünya,

    Bu dünyadan hayr uman!

    Genç adam, at yorganı!

    Sana haram, uyuman!

    Aman, efendim aman!

    Efendim, aman, aman!

    • Like 1

  18. bu da ilginç bir şey ;

     

    Yusuf İslam şöyle diyor;

     

    Allah (c.c) bana Müslümanları göstermeden önce İslam'ı tanıttı. Eğer müslümanları tanısaydım İslamiyeti seçmem zor olurdu.

     

    Biz müslümanlar islamiyet'i mi yaşıyoruz?

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri sokakta yürürken yanına biri yanaşır ve şöyle der;

    Efendim, Ümmet-i Muhammed için dua ediniz, halimiz kötüdür

    Bunun üzerine Efendi Hazretleri şöyle buyurur;

     

    Bana O Ümmeti göster, dua edeyim...

     

    İşte cevap yukarıda...

     

    Selametle...


  19. S.a, bende konuya ek olarak şu yazıyı okumanızı tavsiye ederim...

     

    Yazı snoforum.org dan alıntıdır.

     

    Eğitimci Gözü İle Din Eğitimi

     

    Bazı eğitimciler çocuklara küçük yaşlarda din eğitimi vermenin laikliğe aykırı olduğunu, ancak ergenlik çağına geldiğinde hür iradesi ile buna kendisinin karar vermesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bu görüş, gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ateist bir anne veya baba din eğitimine karşı olsa bile çocuğunu içinde yaşadığı toplumdan soyutlayamaz. Zira çocuk, yetişkinler gibi peşin yargılara sahip değildir. Çevresinde gördüğü herşeyle ilgilenir, öğrenme isteğiyle doludur, tarafsız bir gözlemcidir. İlk defa duyduğu ezan sesini yahut ilk defa gördüğü caminin ne olduğunu sorup öğrenmek isteyecektir.

     

    Psikolog Antonie Vergote, Din Psikolojisi isimli eserinde, çocukların doğuştan din duygusuna sahip olduklarını söyler. İnsan sadece etten, kemikten ve kandan ibaret maddî bir varlık değildir. Onu diğer canlılardan ayıran doğuştan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sevmek, sevilmek, bir inanca sahip olmak, kendisini değerli ve güçlü hissetmek ister. Bu da ancak bir aileye, bir topluma, bir vatana ve bir dine bağlı olmakla mümkündür.

    Kuralsız toplum yoktur. Bir toplumu ayakta tutan kurallar bütününe hukuk diyoruz. Hukukun olmadığı yerde anarşi, kargaşa ve kaba güç vardır. Hırsızlığı, haksız kazancı, zayıfı ezmeyi, adam öldürmeyi, kısacası cana-mala-namusa tecavüzü yasaklayan hukuk maddeleri kaynağını dinden almaktadır. Allah’ın elçisi bütün peygamberler bu kuralları insanlara bildirmek ve toplum düzenini sağlamak için gönderilmiştir. Helâl-haram, sevap-günah kavramlarını kullanmadan, yani dinî kaynaklara başvurmadan çocuklara ahlâkî davranışlar kazandırmamız çok zordur.

     

    Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatacağız?

     

    Çocuklar hikaye ile anlatılan konuları daha kolay ve daha istekli öğrenirler. Allah’ı ve sıfatlarını öğretirken Lokman(a.s.) ile oğlu arasında geçen konuşmaları hikaye şeklinde anlatabiliriz. Ben çocuklarıma Peygamberimizi anlatırken çocukları ne kadar çok sevdiğini torunları Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizden ve kızı Fatıma anamızdan örnekler vererek hikaye şeklinde anlatmıştım. Keza gösterdiği mucizeleri anlatırken de hikaye yolunu seçmiştim. Meselâ, sevgili Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir hicret için Sevr mağarasına gizlendiklerinde yaşanan örümcek ve güvercin mucizesini hikaye suretinde anlattığımda, oğlum dört yaşındaydı. O kadar hoşuna gitmişti ki, “Babacığım, bir daha anlat” demişti.

    Lokman’ın(a.s.) oğluna yaptığı öğütlere baktığımızda ilk sırada “Allah’tan başka ilâh yoktur” inancının geldiğini görüyoruz. “Lokman oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum, dedi, Allah’a ortak koşma, çünkü bu büyük bir haksızlıktır” (bkz. Kur’ân, 31:13). Biz de, bu âyetten hareketle, çocuklarımıza Allah’ın büyüklüğünü anlatacağız. “Kâinatı, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan O’dur. Dünyanın en güçlü kralına da, küçücük sineğe de can veren O’dur. Allah’tan başka ilâh yoktur. İbadete ve duaya lâyık ancak O’dur. Ancak Allah’ın önünde eğilir (namaz kılar) ve gücümüzün yetmediği şeyleri O’ndan isteriz. Eğer Allah’ı unutur, mal, para ve makam elde etmek için başkalarının önünde eğilirsek Allah’a ortak koşmuş, büyük bir haksızlık yapmış oluruz.”

    Lokman(a.s.) öğüdüne devamla, “Yavrucuğum, dedi, yaptığın en küçük bir iş (iyilik veya kötülük) bir kayanın içinde, göklerde veya yerin derinliklerinde olsa dahi Allah onu görür. Doğrusu Allah’ın her şeyden haberi vardır.” (bkz. Kur’ân, 31:16). Biz de Lokman(a.s.) gibi, çocuklarımıza Allah’ın yaptığımız herşeyi gördüğünü, aklımızdan ve kalbimizden geçen en gizli duyguları bildiğini, O’ndan hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimizi, iyi şeyler yaptığımızda çok hoşuna gideceğini ve bizi seveceğini anlatmalıyız.

    Sonraki âyetlerde, Lokman (a.s.): “Yavrucuğum,” der, “namazı kıl, (insanlara) iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. İnsanları küçümseyerek onlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Konuşurken sesini yükseltme, unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir. Doğrusu bunlar üzerinde durulmaya değer şeylerdir” (bkz. Kur’ân, 31:17-19). Bu âyetlerde hem Allah’a, hem de O’nun yarattığı insanlara karşı görevlerimiz sıralanmakta; adab-ı muaşeret kurallarının bir özeti verilmektedir. Bunları çocuklarımıza anlatırken kelime ve açıklamalarımızı onların yaşına ve anlayışına göre seçmemiz gerekir.

     

    Sorulara Çocuk Mantığı ile Yaklaşmalıyız

     

    Çocukların her konudaki sorularına cevap verirken yetişkin mantığı ile değil, çocuk mantığı ile düşünmeliyiz. Yapacağımız küçük bir hata onların zihinlerini karıştırmaya yetecektir. Çocuklar dört yaşına kadar ben-merkezci bir düşünceye sahiptir. Canlı cansız ayırımı yapamazlar; onlara göre herşey canlıdır. Bu sebeple masallarda geçen olayların tamamına inanırlar, uydurma olduğunu düşünmezler.

    Okul öncesi eğitimde masalların ve dinî hikayelerin rolü büyüktür. Masal kahramanlarının şahsında doğru davranışları öğretmek kolaylaşır. Çocuk kendisini kahramanın yerine koyar, onunla özdeşleşir.

    Çocuklar yaptığımız basit açıklamalarla yetinir, fazlasını merak etmezler. Bir anne anlatmıştı: “Dört yaşındaki çocuğum bana, ‘Anne, dedi, neden Allah’ı göremiyoruz?’ Ben de, ‘gözlerimiz küçük olduğu için Allah’ı göremeyiz,’ dedim. Kendi kendine mırıldandı: ‘Evet, gözlerimiz küçük olduğu için Allah’ı göremeyiz.’ Bu cevap ona yetti, başka soru sormadı.” Büyük çocuklara bu açıklama yeterli olmayabilir. “Niçin Allah’ı göremiyoruz, Allah nerededir, ne kadar büyüktür?” gibi soruların cevabını vermemiz ve onların şüphelerini ve zihinlerindeki yanlış imajları düzeltmemiz gerekir. Ben, on yaşında bu soruları soran oğluma karşılıklı diyalog yoluyla cevap vermiştim. Önümüzde duran masayı göstererek sordum:

    — Bu masa kendi kendine olur mu?

    — Olmaz.

    — Yani bunu yapan biri var, diyorsun.

    — Evet.

    — Şu giydiğimiz terlikler ve ayakkabılar da kendi kendine olmaz, değil mi?

    — Olmaz.

    — Onları kim yapıyor?

    — Adamlar.

    — Evet, adamlar yapıyor. Biz onlara ayakkabıcı diyoruz.

    — Ayakkabı kendisini yapan ayakkabıcıya hiç benziyor mu? Ayakkabıcının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü var ne de kulağı, ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor, değil mi?

    — Evet.

    — Basit bir masa ve ayakkabı kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığımız şu dünya kendi kendine olur mu?

    — Olmaz.

    — Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kimdir O?

    — Allah.

    — Evet, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan yüksek bilgi ve güç sahibi Biri var ve biz O’na Allah diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allah’ın varlığını biliyoruz, ama O’nu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için herşeyi göremez, herşeyi duyamaz ve herşeyi bilemeyiz. Allah melekleri nurdan yarattığı için onları da göremiyoruz.

     

    Çocuklarımızı İbadete ve Duaya Nasıl Alıştırabiliriz?

     

    Sembollerle düşünme, yani soyut düşünce tam gelişmediği için çocuklar yedi yaşına kadar herşeye inanırlar. Dört yaşındaki bir çocuk için imkânsız diye birşey yoktur, her şey mümkündür. “Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi; seni öpüp gitti” deseniz hemen inanır, bunun mümkün olamayacağını düşünmez.

    Dört yaşındaki çocuklara ibadetler ve dua çok ilginç gelir, bizi taklit etmeye çalışırlar. Bizimle birlikte namaz kılmak, dua etmek, oruç tutmak, camiye gitmek çok hoşlarına gider. Yemeklerden önce ve sonra Allah’a verdiği nimetlerden dolayı sesli olarak şükretmek, namazlardan sonra yine sesli olarak dua etmek; kendimiz, eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için iyi dileklerde bulunmak yavrularımız üzerinde büyük tesir bırakır ve onları Allah’a yaklaştırır.

    Küçük çocukların dil ve zihin gelişimi henüz yeterince olgunlaşmadığı için soruların amacını tam olarak ifade edemezler. Bir gün çarşıda dolaşıyordum. Annesinin kucağında, iki-üç yaşlarında bir erkek çocuğu parmağıyla camiyi göstererek sordu: “Bu ne?” Annesi, “O bir cami,” dedi. Çocuk tekrar sordu: “Bu ne?” Annesi yine aynı cevabı verdi: “O bir cami.” Çocuk istediği cevabı alamadığını anlatmak için yine sordu: “Bu ne?” Anne sesini yükselterek ve kelimelerin üzerine basarak, “O bir cami,” dedi. Anneye yaklaştım, “Hanımefendi,” dedim, “çocuk caminin adını sormuyor; eve benzemediği için ne işe yaradığını soruyor.”

    Eğitimci yazar Cezmi Tahir Berktin, Okul Öncesi Eğitim isimli kitabında kendi başından geçen bir olayı anlatıyor:

    “Dört yaşındaki kızım, açlık grevine başlamış gibi, birdenbire yemek yememeye başladı. Bizimle sofraya oturmuyor, ağzına bir lokma koymuyordu. Bütün çabalarımıza rağmen sebebini öğrenemedik. Gece olmuş, yatma saati gelmişti. Kucağıma alıp yatağına götürdüm. Başını okşayarak, ‘Seni seviyorum, yemek yemeyişin beni üzüyor,’ dedim. Ağlayarak boynuma sarıldı: ‘Babacığım, ne olur sen de yeme!’ dedi ve çocuk diliyle sebebini anlatmaya başladı. Meğer eşim, farkında olmadan, bir eğitim hatası yapmış. Her anne gibi, bizim hanım da çocuğun beslenmesini aşırı önemsediği için kızım soruyor:

    — Anne, neden yemek yiyoruz?

    — Büyümek için.

    — Büyüyünce ne olacak?

    — Yaşlanacağız.

    — Yaşlanınca ne olacak.

    — Her yaşlı gibi bir gün biz de öleceğiz.

    Kızım, o küçük mantığı ile, ölümden kurtulmanın çaresini yemek yememekte buluyor. ‘Yemek yemesem büyümem, büyümezsem yaşlanmam, yaşlanmazsam ölmem’ gibi basit bir mantık geliştiriyor.”

    Berktin hocanın da ifade ettiği gibi, biz ne kadar saklasak da çocuk er veya geç ölüm gerçeği ile yüzleşecektir. Çok sevdiği büyükannesi, büyükbabası veya arkadaşı öldüğünde bize sormayacak mı: “Büyükannem (veya arkadaşım) nereye gitti?” Vereceğiniz cevapta ahiret (cennet) inancı yoksa, ayrılık acısıyla dolu o küçük yüreği nasıl teselli edeceksiniz? Omuzlar üzerinde taşınan bir tabutu görüp sorduğunda ne cevap vereceksiniz?

     

    Korkutarak Değil, Sevdirerek Eğitmeliyiz

     

    Çocuklar dört-beş yaşına kadar rüya ile gerçeği birbirinden ayıramaz, düşüncelerin ve hayallerin gerçekleşebileceğine inanırlar. Kardeşini kıskandığı ve içinden ölmesini arzuladığı zaman, bunun gerçekleşeceğini düşünerek korkar, suçluluk duygusuna kapılır.

    Çocuğun yaramazlığından bıkan bir anne, “Beni çok üzüyorsun, bir gün üzüntüden öleceğim” diye yakınsa veya “Allah annelerini üzen çocukları sevmez, cehenneminde yakar” diye korkutsa çocuk bunun gerçekleşeceğini zannederek paniğe kapılır.

    Çocuklara din eğitimi verirken çoğu aileler farkında olmadan korku objesini kullanırlar. Salzman tarafından kaleme alınan ve Yengeç Kitap olarak bilinen bir eğitim klasiğini Çocukları Kötü Eğitmenin Yolları adıyla çevirmiştim. “Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları” başlığı altında şu tavsiyeler yer alıyordu:

    • Zorla dua ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.

    • Yaramazlık yaptığı zaman Allah’ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.

    • Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.

    Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikayesini anlatırken de şöyle der: Bu ahmak kadın çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: öcü, baba ve Allah. Çocukları yatmaya zorlamak için, “Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer,” derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman, “Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar,” diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder, “Baban akşam gelsin görürsün sen, temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin,” derdi.

    Çocuk eğitiminde davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. Namaz kılacağı zaman çocukları odadan dışarı çıkaran anne babalar var. Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda, “Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor,” derler. Davranışlarıyla çocukları dinden soğuttuklarının farkında değildirler.

    Bir gün ailece yaşlı bir akrabamızı ziyarete gitmiştik. Hoş beş ve çay faslından sonra sıra namaz kılmaya geldi. Biz namazda iken dört yaşındaki oğlum gelip sırtıma çıktı, kollarıyla boynuma tutundu. İkimiz de buna alışığız. Peygamberimizin çocuk sevgisini anlatırken Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin dedeleri namazda iken sırtına tırmandıklarını, Peygamberimizin buna ses çıkarmadığını, böyle birlikte namaz kıldıklarını anlatmıştım. O günden sonra, kimbilir belki de kendisini Hz. Hasan veya Hüseyin yerine koyarak, ben namazda iken gelip sırtıma tırmanır, elleriyle boynuma tutunur, böylece birlikte secdeye varırız. “Ne yapıyorsun?” diyenlere de “Babamla namaz kılıyorum” der. Biz oğlumla son rekatta iken, namazını bitiren yaşlı akrabamız hışımla çocuğu sırtımdan alıp odadan dışarı çıkardı ve kapıyı kapattı. Bana, “Bu namaz olmadı, yeniden kılacaksın!” dedi. Güldüm. “Yapma Hacı Amca, dedim, Peygamberimizin namazını bozmayan birşey neden benim namazımı bozsun.” Ne demek istediğimi anlamadı tabiî. “Neymiş Peygamberimizin namazını bozmayan şey?” dedi kızarak. Ben de anlattım, ama aklı yatmadı. “Olmaz öyle şey, nereden uyduruyorsun bunları!” dedi.

     

    Çocuklara Cenneti Olan Allah’ı Anlatmalıyız

     

    Bir akşam bir komşumuz telefon etti. “Ali bey, bizim çocuğa bir haller oldu, nazara geldi herhalde, şeytan ağza alınmayacak şeyler söylettiriyor” dedi. “Hayırdır, hele anlat bakayım” dedim. Anlatmaya başladı: “Ah sormayın, benimle birlikte namaz kılan, camiye giden bu güzel çocuğa neler oldu anlamıyorum. Gerçi yaşı daha küçük, dört yaşında, ama söylediği şeyler aklımı başımdan aldı, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. ‘Ben namaz kılmayacağım!’ diye tutturdu. ‘Olur mu, Allah namaz kılmayanları cehenneminde yakar’ dedim. ‘Ben de onu yakarım!’ demez mi? Şaşırdım kaldım. Aklıma bir hocaya götürüp okutmak geldi, ama gitmeden önce size bir danışayım dedim.”

    Komşuyu dinledikten sonra güldüm.

    — Hocaya filan götürmenize gerek yok, dedim, çocuk haklı.

    Böyle bir cevap beklememiş olacak ki, tepkisi sert oldu.

    — Ne diyorsunuz siz, Ali bey?

    — Küçük çocukları cehenneminde yakan Allah’ı hangi çocuk sever ve içinden gelerek namaz kılar? Çocuğu cehennemle korkutmaya ve Allah’tan soğutmaya ne hakkınız var? Çocuklara cehennemin kapalı olduğunu bilmiyor musunuz? Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Buluğa erinceye kadar çocuktan ve akıl hastasından kalem kaldırılmıştır.’ Çocuğu cehennemle korkutarak hem Allah’a, hem çocuğa haksızlık ediyorsun. Çocuğun tepkisi gerçek Allah’a değil, senin uydurduğun Allah’a. Bu vebalin altından nasıl kalkacaksın?”

    Çocuk adına çok üzüldüğüm için sözlerim sert olmuştu, bunun farkındaydım, ama kendimi tutamamıştım. Adam bir müddet sustuktan sonra:

    — Ali bey, kusura bakmayın, aklım iyice karıştı... dedi. Ben hocalardan Peygamberimizin “Çocuklarınızı yedi yaşından itibaren namaza alıştırın,” dediğini duydum.

    — İyi de kardeşim, cehennemle korkutarak alıştırın dememiş ki!..

    — Haklısınız galiba... Peki, ne olacak şimdi? Hatamı nasıl tamir edeceğim?

    — Çocuğunuzun terapiye ihtiyacı var, gelin de bunu nasıl yapacağımızı konuşalım.

    Baba iyiniyetli ve söz dinleyen biri olduğu için verdiğim tavsiyeleri yerine getirdi ve çocuğun bozulan itikadı kısa zamanda düzeldi.

     

    Çocuklarda Ölüm Korkusu

     

    Araştırmalar, okul öncesi çocuklarda ölüm korkusunun çok baskın olduğunu göstermektedir. Öncelikle anne babasının, daha sonra kendisinin öleceğinden korkar. Ölüm korkusunun tek çaresi ahiret inancıdır. Ölümü öldürüp kabir kapısını kapatamadığımıza göre, “Nereden geldik, nereye gideceğiz?” sorusuna cevap bulmak zorundayız. Bu sorunun cevabı da İslâm inancında vardır.

    Bir gün bir hanım okuyucum telefonla beni aradı. Ağlamaklı bir sesle,

    — Ali bey, annemi kaybettik, dedi.

    Başsağlığı ve sabır diledim.

    Konuşmaya devam etti:

    — Annemin öldüğüne fazla üzülmüyorum, iyice yaşlanmıştı, kendini zor taşıyordu. Namazında, niyazında, iyi bir insandı. Çok defa, ‘Allahım beni çocuklarıma yük etme, yatağa düşürmeden emanetini al, beni Hasanıma kavuştur’ diye dua ettiğini duydum. Hasan derken ölen babamı kastediyordu. Babamı üç sene önce kaybettik. Sözü fazla uzatıp başınızı ağrıtmak istemiyorum. Dört yaşındaki kızım için arıyorum. Büyükannesini çok severdi. Annem ölünce, kızımı hemen götürüp teyzesine bıraktım. Annemin hasta olduğunu söyledik, öldüğünü bilmiyor. Uzun süre saklamamız imkânsız, bir şekilde bir yerlerden duyacak veya nereye gittiğini soracak. Ne cevap vereceğimi, nasıl anlatacağımı bilemiyorum; bana yardımcı olun lütfen.

    Tekrar başsağlığı ve sabır diledim.

    — Siz inançlı bir insansınız, dedim. Bir-iki gün sonra acınız hafifleyince çocuğunuzu yanınıza alın. Ona büyükannesinin öldüğünü, fakat cennete gittiğini, orada daha güzel bir hayat yaşayacağını anlatın.

    Anne biraz tereddüt geçirdikten sonra:

    — Ben de buna benzer şeyler anlatmayı düşünmüştüm, dedi. Ancak, “Büyük annemi bir daha göremeyecek miyim?” derse ne cevap vereceğim?

    — Çocukların sorularına cevap verirken dürüst olacağız. Detaylara girmeden, kısaca, anlayacağı kelimelerle cevap vereceğiz. Nasıl inanıyorsak öyle anlatacağız. İnancımıza göre, ahirette yine biraraya geleceğiz, akrabalık ve dostluk ilişkilerimiz devam edecek. Siz de çocuğunuza bunları anlatın. Büyükannesiyle cennette buluşacağını, yine kendisini seveceğini söyleyin.

     

    Yararlı olabilecek bir yazı..

    Selametle..


  20. Arkadaşlar bu yazı Rabıta-ı Şerife’nin(Seyyid Abdülhakim Arvasi Hz.) Üstad tarafıdan derlenmesinden alınmıştır. Sizinle paylaşmak istedim, yararlı olmasını umarak yazıyorum, buyrun okuyun;

     

    Kitabın çok beğendiğim Takdim kısmını yazmadan geçemiyeceğim;

     

    Takdim

     

    Efendime ait, Allah’a eriş kapısının anahtarı bu eser, her kelimesi üzerinde beynimi kanatıcı ve kalemini yakıcı bir saygı, kaygı ve titizlikle sadeleştirilir ve yeni iman gençliğine aktarılırken, söylemeye değer birkaç söz:

     

    Sonsuzluğa eriş ve sonsuzluktan oluş sırrının mukaddes rejimini nokta nokta çizen bu eser, ulvi gayesinin yanı başında, dini, esrar ve derinlik buudundan mahrum bırakmak isteyen ve güya dinden yana geçinen bazı maddeci mankafalara indirilmiş bir balyoz mahiyetini taşıyor.

     

    Önüne gelenin din eseri çıkardığı ve kutsi eşyayı işportalaştırdığı bu perişanlık devrinde hemen hiç kimsece riayet edilmeyen muazzam bir din ölçüsüne uyarak, içindeki ayet ve hadisleri ve mübarek kelamları asıllarıyla vermediğim, sadece dürüst mealleriyle gösterdiğim, böylece onları ticaret vesilesi olmaktan ve asla uyuşamayacağı ifade çerçevelerine sokulmuş bulmaktan korumaya çalıştığım bu eser,vecd kaynağımızdan hayat iksiri değerinde bir damlacıktır ve Büyük Doğu idealinin tacıdır. Onu bu bakımdan Büyük Doğu Yayınları’nın başına tac ediyor ve eğer sadeleştirilmesinde herhangi bir idrak ve ifade suçum olmuşsa, bağışlanmam için, ayağı ucuna gömülmek ve kıyamete kadar o ayağı öpmekten başka emelim olmayan büyüğümün büyük üstü büyük ruhaniyetine sığınıyorum. // bu son bölüm beni ağlatmıştı, ve her okuyuşumda gözlerimi doldurur. Cile54//

     

    N.F.K

     

    Bu değerli kitaptan, ehemmiyeti yüksek bir bölüm;

     

    Hanefi mezhebinde (bizim mezhebimizde) gusl abdesti, ağız içinin her uzviyle yıkanması şartını farz olarak kabul eder. Böyle olunca, su, mutlaka dişlere, dişlerin tabii bünyesine temas edecektir. Dolgu ve kaplama bir zaruret olunca ne yapılacaktır? Hadlerini bilmeden bir nevi müctehidliğe kalkışan bazı hocalara soracak olursanız diyeceklerdir ki:

    -Guslünü alır, dişini ondan sonra doldurtur veya kapatırsın!... Emir yerine gelmiş olur. Sen de böylece devam edersin!

     

    Peki bu adam hayatı boyunca bir daha gusül abdesti almak ihtiyacına düşmeyecek midir? Tedaviden önce aldığı abdest, guslünün her bozuluşunda sürüp gideek midir? Yeni bir gusül dişe temas etmeyi şart koştuğuna göre alacağı abdest gusül yerine geçebilir mi? Zaruret ancak çaresi olmayan hallerde makbuldür; ve esasen diş meselesinde makbul olsaydı bir kerelik gusül teklifine lüzum kalır mıydı? … Müslüman esasen gusülsüz dolaşmayacağı için diş doktoruna tertemiz olarak giderek tedavisini yaptırır ve bu vaziyette her defa rahat rahat guslünü alırdı. Yani cahil hocaların içtihada yeltenici gülünç fetvalarına lüzum kalmazdı.

     

    Halbuki ilim sahipleri için çare aşikar. Yalnız bu mevzuda Şafii mezhebinin hükmüne uymak, bu mezhepte ağız içi yıkaması farz değil, sünnet olduğundan suyun dişe teması zaruretinden kurtulmak: buna mukabil de yine Şafii mezhebinin abdest bozucu şartlar içinde Hanefi mezhebinden farklı noktaları, yani zorlukları da ilave ederek, bir imkanın sadece kolayına gitmiş olmakla kalmamak… Bu fark nikahı düşen kadın cildine en küçük temasın namaz abdestini bozacağı keyfiyetidir. Halbuki Hanefi mezhebinde yardım alacak olan her Hanefi, her iki mezhebin de abdest bozucu şartlarını üst üste ekleyerek amel edecek, her iki mezhebi de zorluklarıyla bir arada tatbik kılacak ve mezheplerin yalnız kolaylıklarını birleştirip hiçbirine uymamak gibi bir hatadan salim kılacaktır.

     

    Bu son derece nazik meseleyi Müslümanlar arasında bilenler azdır.


  21. Selamün aleyküm;

     

    Benim hikayem de Ahmet arkadaşımızın ki gibi çok eskilere dayanmıyor.

     

    İnternet ile ilk tanıştığımız günler, malum ilk olan aşk gibidir o zamanlar. Bir heyecan, merak istek.. Tabi ben de o merağı ilk olarak chatte aramaya başlamıştım. Gençlik işte. ;) Bir gün, bir ircd serverinde chat yaparken, Samsun’dan bir abi ile tanıştım. Bilirsiniz o ilk tanışma fasıllarını; nereden? Asl? U? Vesaire saçma sapan diyalog ile geçer bu sanal muhabbetler. Lakin konuştuğum şahsa Sakaryalı olduğumu söyledikten sonra bana direkt;

    İnsan bu su misali, kıvrım kıvrım akar ya bir yanda akan benim diğer yanda Sakarya.. diye başladı Sakarya Türküsü’nü döktürmeye. Allah Allah dedim kendi kendime, bu adam delimidir veli’midir. Neyse bitirdi bitirmesine koca şiiri chatte ama beni de bitirdi son kelimesiyle; Neden eşlik etmiyorsun? Yoksa bilmiyor musun… Hayda al başına bela :P Utanarak, sıkılarak bir yooo çektim… Ama sanırım o bu yoo yu arsızca algılamış olacak ki; Terbiyesiz, Hadi Üstad’ı tanımıyorsun, Sakaryalısın hiç mi duymadın bu şiiri deyince girdim o an altımda duran iskemlenin dibine, boş insan oluşumuzdan olacak ki yerin dibine bile giremedik hafifliğimizden. Neyse, ben bu azardan sonra kapattım mirci. Düşündüm biraz. Sonra gidip samimi olduğum bir öğretmenime bu şiiri sordum. Sağ olsun bana Çile’yi uzattı gülümseyerek. Okudum okumasına amma boş okumuşum, Kendimi Üstad’ın kitabına layık bir insan bile görmediğimden okurken utanmışım.. Ve hala da utanır, kızarım kendime.. :) Neden daha fazla okumam diye??? O gün bu gündür, okurum arasıra. Ama gene kızarım kendime neden arasıra?İnşallah, yeniden başlayacağım ve yeniden okuyacağım, sindire sindire…


  22. Ancak ve ancak bu kadar güzel bir sille oturtturabilirdi o yobazların suratlarına...

     

    Bizdedir, ve bizdedir Arş'a giden astronot,

    Ve mekândan arınmış ve zamandan ilerde,

    Fezayı teslim alma sırrı bizimkilerde.

    Bizimkiler ışığa gem vurur da binerler;

    Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler...

×
×
  • Create New...