Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Cile54

Editor
  • Content Count

    381
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by Cile54


  1. Sanma şahım /herkesi sen /sadıkane /yar olur

     

    Herkesi sen /dost mu sandın / belki ol /ağyar olur

     

    Sadıkane / belki ol /cihanda / serdar olur

     

    Yar olur, / ağyar olur /, serdar olur /dildar olur.

     

     

    Şiiri çoğunuz biliyorsunuzdur. Bilmeyenle için açıklayayım; Şiir soldan sağa ve yukarıdan aşağıya okunuşu aynıdır. Şiirin yazarı Yavuz Sultan Selim Han'dır. Forumumzda yer almasını istedim.

    Selametle..


  2. s.a

     

    Sadece Abdülhamit Cennetmekan değil, Osmanlı Sultanlarının büyük bir çoğunluğu kötülenmektedir. Yok içki içerlerdi, yok intihar etti, yok bileklerini kesti, yok sapıktı, eşçinseldi vb. gibi aidece iftiralar ile, zaten Şanlı Tarihinden bihaber yaşayan zavallı milletimize bunun gibi iftiralar da tuz biber olmakta. Şanlı Tarihi bu millete unutturdurlar, karaladılar, şimdi de nefret ettirmek için, iyice soğuktamak için uğraşıyorlar.

     

    selametle..


  3. yok arkadaşlar siz farklı bir gençliksiniz. böyle ufak tefek yazılar ile sizin şevkiniz kırılmaz kırılamaz ,bunu biliyorum. Benim de canım çok sıkkın ondan yazdım. Ama amacım "ben sıkılıyorum, yaz bunların da canı sıkılsın değildi. :) " Mezun olduğum bir ay olmadı. Şimdi önümde KPSS sınavı var öğretmen olabilmek için.. Bana da dua edin :) Benim de duaya ihtiyacım var. Selametle..


  4. Öss'ye giriyorsun ne oluyor ben sana anlatayım bak; ama şevkin kırılmasın (:

    Öss yi zor bela kazanıyorsun (ben ikinci senemde kazandım). Daha sonra tercih belası geliyor karşına. zor bela, sıkıla bunala, tercih ediyorsun biryer. Bazen sevmediğin bölüm de oluyor. Ama tavsiyem, istemediğiniz bölümü kesinlikle yazmayın. Hani derler ya, "kapağı atalım da bir fakülteye, bölüme, hangisi olursa olsun" dememek lazım.

    Sonra, tercihidi yaptıktan sonra, gene stresli dönem başlıyor. Acaba kazandım mı? Tüh ne olacak. Olmazsa ben ne yaparım. Yahu dünyanın sonu değil ki.. Bu yüzden intihar edenler bile var.. (işte iman noktası gençliğin!) Ve aradan haftalar geçiyor. Bir zarf geliyor. Bakıyorsunuz ki X Üniversitesi yazıyor. Tabi havalara zıplıyorsunuz.. Ohh ne güzel (İlerde zıplamak nasıl oluyor göreceksin) O sevinç ile gidiyorsun, tüm arkadaşlarına dondurma, çay vs. ısmarlıyorsun, tabi sonra o günler aklına gelip tüh keşke o parayı kenara atsaydım diyeceksin, (onu da ilerde anlayacaksın (: ) neyse efendim, nerde kaldık, he evet, sonra kayıt faslı geliyor araya, gidiyorsun göğsünü gere gere kayıt olmaya amma, yanında babanla.. Bırakmazlar, belki eşantiyon olarak annenizde gelebilir, ben annemi zor ikna etmiştim gelmesin diye (: Yahu anacım dedim, ilkokula kayıta gitmiyoruz. Üniversite bu, yaşım 20 olmuş.. Ağlıyor arkamdan, sanki askere gidiyoruz. (: Gel zaman git zaman başlıyorsun üniversite hayatına.. Önce arkadaşlıklar, tabi çoğu menfaat üzerine kurulu oluyor, binlerce kişi arasında kendinize en fazla 2 tane dost edinirsiniz benim gibi asosyalsaniz tabi. Sınıfta herkes size öcü gözü ile bakar.. Neyse buralara girersem çok uzun sürer. daha sonra ayrıca bahsederim. evet, üniversite başlar, bir bakarsınız sınavlar gelmiş. haydaaa, ders de çalışamadık ki, ne oldu ne giti anlamdan patır patır dökülürsünüz vizelerde... Bu hemen hemen her üniversitelinin vizelerinde olmuştur.Şimdi buraya dikkat, vizelerde afallayan yeni gencus üniversitelis, finallere tabiri caizse eşek gibi çalışır, bu sefer de final stresinde azami 1-2 tane bırakır. Ha bir de hepten amaan banane kurtuldum evden o bana yeter diyenler var ki onlar da asgari 4 tane bırakırlar alttan. Bir nokta daha var, ona da değinip bitirecem, hele de kendi şehrinizde okumuyorsanız, sıkıntınız bir katta daha artıyor. Öğrenci milleti hep açtır. Parasızdır. Bunu olur da giderseniz, anlarsınız. Evden para gelir, nasıl bittiğini anlamazsınız..Öğrenim kredi alırsınız, devlete yağdırırsınz.. Üç kuruşla nasıl geçinecem diye... En başta üstünde durmak istediğim aslında Sınavlardı ama hiç ona değinemedim. sözün özü; Üniversiteyi kazanacan sınav, üniversiteyi bitirmek için yüzlerce sınav, üniversiteyi bitiriyorsun, bir işe girmek için gene sınav. işe giriyorsun zor şer, işinde yükselmek için gene sınav. Milletimizin gençliğinin, 25-35 yaş arasında, verimlilik çağındaki yetişkinlerimizin hayatları, maalesef hep böyle dakikalık sınavların sonunda..! Allah hepimizi yardımcısı olsun kardeşim..

     

    Allah sitemizde bulunan, öss ye hazırlanan tüm kardeşlerimizin de hakkında hayırlısını nasip etsin.

     

    Selametle


  5. Aynen sizin de dediğiniz gibi, Bunlar gibi konferansların çoğalması lazım. Üstad'ı ve Onun Fikirlerini anlamak, anlatmak için, Türkiye'de il il, ilçe ilçe, kasaba kasaba konferanslar, toplantılar düzenlenmelidir. Gençliğin, yeni yetişen nesillerin Üstad'ı anlamaya ihtiyacı var... Televole kültürüne değil, Büyük Doğu'ya, İslam'a, İman'a ÖzKültürümüzü tanımaya şiddetle ihtiyacımız var.

    Selametle..


  6. Huzur ve istikrarı hedef alan karanlık güçler bu sefer Ankara’da sahne aldı. Trabzon rahip öldürülmesi olayı ile başlayan, Nevruz’da provokatif amaçlı eylemler düzenleyen karanlık güçler dün de kendisine hedef olarak Danıştay’ı seçti. Provokatör amaçlı alçakça eylemde Danıştay 2. Dairesi’ne toplantı halinde iken yapılan silahlı saldırı sonucu 2. Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybetti. Saldırıda, 2. Daire Başkanı Mustafa Birden, üyeler Ayfer Özdemir ve Ayla Gönenç ile 2. Daire Tetkik Hakimi Ahmet Çobanoğlu yaralandı. Silahlı saldırgan ise olaydan hemen sonra binadan kaçmaya çalışırken yakalandı. Avukat olan saldırgan Alparslan Arslan, İstanbul Barosu’na kayıtlı.

     

    Saldırı saat 09.45’te

    Olay, dün sabah Danıştay İkinci Dairesi’ndeki Müzakere Salonu’ndaki heyet görüşmeleri sırasında saat 09.45’te meydana geldi. Alınan bilgiye göre, Danıştay 2. Dairesi Başkanı Mustafa Birden, üyeler Ayla Gönenç, Mustafa Yücel Özbilgin, Ayfer Özdemir ve Kamuran Erbuğa’dan oluşan beş kişilik heyet, sabah 09.30 sıralarında gündemindeki dosyaları görüşmek üzere Danıştay ek binasının 5. katında toplandı. Tetkik hakimi Ahmet Çobanoğlu da dosyalarını anlatmak üzere toplantıya katıldı.

    Saldırganın saat 09.45 sıralarında müzakere salonuna girerek Glock marka silahla ateş açtığı ve üyelerden Erbuğa’nın kendisini yere atarak saldırıdan kurtulduğu öğrenildi. Erbuğa’nın daha sonra saldırıyı Danıştay Başkanlığı’na bildirdiği belirtildi. Saldırıyla birlikte Müzakere Salonu kan gölüne döndü. Yaralılar acil olarak Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Üye Erbuğa, saldırıdan sonra ‘’Saldırganın ateş ettiğini hatırlıyorum, başka bir şey söylediyse de ben duymadım, kendimi yere attım’’ diye konuştu.

     

    Başkan uyarmıştı

    Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu geçtiğimiz hafta Danıştay’ın 138’inci kuruluş yıl dönümünü nedeniyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada, kimi kararlara karşı duyulan memnuniyetsizliğin, eleştiri ve yorum sınırlarını aştığını söylemiş ve karara katılan yargı mensuplarının kişisel bilgi ve fotoğraflarına gazete sayfalarında yer verilmek suretiyle ‘yıpratma, hatta hedef gösterme’ girişimine dönüştürüldüğü uyarısında bulunmuştu.

     

    > Hakim Özbilgin kurtarılamadı

    Hastaneye kaldırılan 5 Danıştay üyesinden durumu ağır olan Özbilgin tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Yaralıların durumuna ilişkin bilgi veren Hacettepe Hastanesi Genel Direktörü Uğur Erdener, mide ve dalağından yaralanan Başkan Mustafa Birden’in operasyona alındığını, Özbilgin’in ise başına isabet eden kurşun sebebiyle hayati tehlikesinin sürdüğünü açıkladı. Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tunçalp Özgen ise biraz sonra acı haberi verdi ve Özbilgin’in vefat ettiğini bildirdi. Özgen, ‘’Değerli hakim Mustafa Yücel Özbilgin’i kaybettik. Ailesine, Danıştaya, ülkemize başsağlığı diliyorum. Başka söyleyebileceğim maalesef bir şey yok’’ dedi. Özgen, Başkan Mustafa Birden ve üyeler Ayla Gönenç, Ayfer Özdemir ile 2. Daire Tetkik Hakimi Ahmet Çobanoğlu’nun durumlarının ise iyi olduğunu, hayati tehlikelerinin bulunmadığını açıkladı.

     

    1999’dan beri Danıştay’da

    1942 yılında Akçaabat’ta doğan Özbilgin. Tokat’ın Zile ilçesi nüfusuna kayıtlı. Özbilgin, Yozgat Lisesi’ni bitirdikten sonra öğrenimine devam ettiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1965 yılında mezun oldu. Taşova Kaymakam vekilliği, Havsa, Ardahan, Kahta ve Bozova kaymakamlıkları, mülkiye müfettişliği, Adıyaman valiliği görevlerinde bulunan Özbilgin, altı ay süreyle kaldığı İngiltere’de ‘Yerel Yönetimler Denetimi’ konulu ayrıntılı bir rapor hazırlamıştı. Cumhurbaşkanı tarafından 30 Eylül 1999 tarihinde Danıştay üyeliğine seçilen Özbilgin, bir süre Danıştay Genel Sekreteri olarak da görev yaptı. Son olarak Danıştay İkinci Dairesi üyeliği görevinde bulunan Özbilgin, evli ve iki çocuk babasıydı.

     

    > Bir gün önce keşif yapmış

    Danıştay 2. Daire Bakanı ve üyelerine yönelik silahlı saldırıyı gerçekleştiren avukat Alparslan Arslan’ın üzerinde Glock marka silah bulundu. Olay yerinde 5 adet mermi kovanı bulunduğu öğrenildi. Saldırganın avukatlık kimliğini kullanarak binaya kolayca girdiği ve eylemi gerçekleştirdiği sanılıyor. Arslan’ın bu saldırıyı özel bir şekilde planladığı ve bir gün önceden gelerek keşif yaptığı belirlendi.

    Saldırıyı gerçekleştiren avukatın bir gün önceden İkinci Daire Başkanının makamının katına çıkarak başkanı sorduğu, başkanın yerinde olmaması üzerine oradan ayrıldığı belirlendi. Ardından arabasını Kocatepe Kapalı Otoparkı’na getiren avukat Arslan’ın, sabah saatlerinde Danıştay’a tekrar geldiği öğrenildi. Arabasını Necati Bey Caddesi üzerindeki kaldırıma park eden avukatın 5. katta bulunan İkinci Daire’ye gittiği öğrenildi. Avukat olduğu için üstü aranmayan avukatın, düzgün giyimli, tıraşlı, kravatlı ve kahverengi takım elbise giydiği tespit edildi. 5. kata çıkan avukatın müzakere salonunu basarak, başkan ve üyelere rastgele ateş ettiği belirlendi. Olayın duyulması üzerine binanın sivil savunma ekiplerine haber verildiği, avukatın ana çıkışa uzak mesafede bir yerde 2 polis memuru ve bir sivil memur tarafından kıstırılarak yakalandığı öğrenildi. Avukatın, yakalama sırasında, kendisini yakalamaya çalışanlara da bir el ateş ettiği ve slogan attığı öğrenildi. Avukatın arabasında yapılan aramada, gazete kupürleri, içinde avukatlık ve davalar ile ilgili belgelerin bulunduğu bir çanta ve Kocatepe Oto Parkı bileti bulundu.

     

    Araçta ikinci bir silah

    Araç, burada detaylı bir aramadan geçirildi. Yapılan arama sonucu, araçta 14 milimetre çapında bir silah daha bulundu. Bu arada avukat Arslan’ın üzerinde özel bir televizyon kanalına ait kartvizitin bulunduğu bildirildi. Arslan’ın üzerinden ayrıca Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği’nin üyelik kartı çıktığı ileri sürüldü. Son günlerde sürekli gündemde olan Danıştay İkinci Daire’nin özel korunduğu belirlendi. Daire Başkanı’na özel koruma verildiği de tespit edildi. Ancak müzakere sırasında yanında özel korumasının bulunmadığı öğrenildi.

     

    Saldırgan sorguda

    Gözaltında tutulduğu Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden Terörle Mücadele Şubesi’ne getirilen saldırganın 1977 Bingöl Kiğı doğumlu olduğu ‘’Alparslan Arslan’’ adına düzenlenmiş avukat kimliği çıktı. Olayla ilgili soruşturmayı Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hamza Keleş, yürütüyor. Arslan, yapılan ilk sorgulama sonrasında, sağlık kontrolü için Ankara Adliyesi’ndeki Adli Tıp Kurumu’na götürüldü. Burada yaklaşık 1 saat süreyle sağlık kontrolünden geçirilen Arslan, daha sonra Numune Hastanesi’ne götürüldü. Burada da sağlık kontrolünden geçirilen Arslan, daha sonra, tekrar Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne getirildi. Burada sorgulanan Arslan’ın ‘’Olayı münferit olarak gerçekleştirdiğini ve herhangi bir örgütle bağlantısı olmadığını ısrarla vurguladığı’’ kaydedildi.

     

    > 5 yıllık avukat

    Danıştay 2. Dairesi’ne silahlı saldırı düzenleyen Alparslan Arslan’ın, 2001 yılında avukatlığa başladığı öğrenildi. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra stajını tamamlayan Arslan, 2001 yılında İstanbul Barosu’na kayıtlı olarak Üsküdar ilçesinde avukatlığa başladı. Kayıtlarda Arslan’ın Elazığ Kovancılar Lisesi’nden mezun olduğu bilgisini verdiği öğrenildi.

     

     

    Gürüz'den Açıklamalar

     

     

    Kemal Gürüz: Başörtülüler Sokakta Bile Dolaşmasın

     

    Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) eski Başkanı Kemal Gürüz, başörtülü öğrencilerin sokakta bile gezmesine taraftar olmadığını söyleyerek Arabistan’a gitmelerini istedi. Üniversitelerde başörtülü okunması halinde vahye dayalı bir hukuk sisteminin devreye gireceğini iddia eden Gürüz, bu yüzden hiçbirine fırsat verilmemesi gerektiğini öne sürdü.

     

    Kemal Gürüz, "Bunların üniversiteye girmesi ne anlama geliyor biliyor musunuz? İnsanlara vahye dayalı bir hukuk anlayışı ve sistemiyle insan aklı ve pozitif hukuk sistemi arasında bir tercih yaptırmak istiyorlar. Böyle bir tercih hakkı tanımanız olabilir mi? Buna izin verilebilirse cumhuriyete en büyük ihaneti yapmış olursunuz. Onun için bu, cumhuriyetin sonu anlamına geliyor. Hiç kimse bundan geri dönemez, olay bitmiştir. Hiç kimse türban meselesini çözerim diye ortaya çıkmamalıdır, çıkanlara da fırsat verilmemelidir. Bu işin artık bitirilmesi lazım. Ben sokakta dolaşmalarına da taraftar değilim, Arabistan’a gitsinler." dedi.

     

    Gürüz, İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde (İEÜ) öğrencilere, "Küresel Bilgi Ekonomisinde Yüksek Öğretim ve Yabancı Uyruklu Öğrenciler" konulu bir seminer verdi. YÖK eski Başkanı, Danıştay üyelerine yapılan saldırıları kınarken sorumlu olarak dindar kesimi gösterdi. Türbanın özgürlük olarak algılanmaması gerektiğini iddia eden Gürüz, "Türbanı özgürlük olarak görmek kadar büyük gaflet olamaz. Bu, cumhuriyetin bütünlüğünü bozmak anlamına gelir. Sokakta dahi türbanla dolaşılmasına karşıyım. Bunlar çok ciddi konular." şelinde konuştu.

     

    YÖK başkanlığı sırasında kendisine başörtüsü konusunda devamlı saldırıldığını söyleyen Kemal Gürüz, "Görev yaptığım dönemlerde bana, ’Efendim, bu kızlara yazık günah değil mi? Başı bağlı girsin.’ dediler. Kardeşim, ortada devletin hukuk yollarıyla verdiği bir karar var. Sanki başını açsa herkes üstüne saldıracak. Bunların kesinlikle girmemesi lazım." dedi.

     

    Danıştay üyelerine yapılan saldırıya karşı sessiz kalınmaması gerektiğini belirten Kemal Gürüz, şunları söyledi: "Danıştay’a yapılan saldırı bir şeyin sebebi değil, sonucudur. Bir bataklığın sonucudur. Çeşitli eylem, söylem ve hareketleriyle bu bataklığı ortaya çıkardılar. Türkiye bunları aşacak. Bunları hoş görünmek için yağcılık yapanlar ve susanlar da en az onlar kadar suçludur."

     

     

     

    İşte , son bir kaç haftadır Ülkemizde piyasa dalgalanması ile başlayan fırtına, Danıştay üyelerine saldırı ve gürüz'ün açıklaması ile devam etti. Daha da devam edecek gibi gözüküyor...


  7. gardenya, teşekkür ederim bunu yazdığın için. bu aralar finallerim var, fazla imkan bulamıyorum internet için. cevapları şimdi farkettim. gerçekten yazıyı okuyanlar bilir, çok hoş, açıkcası ben can dündar'ın yazısı olduğunu duyduğumda biraz şaşırmıştım, güzel manevi mesajlar vardı, sonu da çok güzel bağlanmıştı. neyse.

     

    Trradomir üstad'ıma; özür diliyorum, buraya yazmak gerçekten çok doğru olurdu, herkes rapidden indiremiyor, veya bazı sorunlar oluyor internet problemleri vs. vs. buyrun yazıyı merak edenler için;

     

    Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde..Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda,hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum..

     

    Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye ediliyordu..

     

    Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın...O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...

     

    Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...

     

    Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz...Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...

     

    Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım...

     

    Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine... Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...

     

    Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu...Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu per perişan... Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla...Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi

     

    hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını... Kardeşlerim, akrabalarım

     

    "çok erken gitti, doyamadı oğluna.." diyordu acıyan ses tonlarıyla...

     

    Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur.." diyordu...

     

    Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup...Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamınıokumadan kitabın...

     

    Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...

     

    Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...

    Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim...Almam gereken dersi ve mesajı almıştım...Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum...Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum...Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik...Biraz kendime geldikten sonra devam ettimhayatımın en zor hayaline...Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı..Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında...

     

    Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde... İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...

     

    Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti..

     

    Ağlayacaktı aklına geldikçe...Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları...

     

    Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu... "hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni...Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...

     

    Bak mezuniyet törenimde de babasızdım... Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...Diyecek canı yanarak bir köşede...Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum...

     

    Nasıl dayanır bensizliğe?...O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana...

     

    Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı...Bir daha " Seni seviyorum " diyemeyecekti...

     

    Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne.. Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün...Tek cümlesi takıldı o an içime;

     

    " Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?..." Babam-annem,o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...Helaldi şüphesiz hakları...Bilerek hiç kırmamıştım onları...

     

    Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım....Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak...Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek...

     

    Diğerlerine geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre"diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz... Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza "ölmüş“ diye...

     

    Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız... Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi...Oysa ki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini" göstermekti... Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım... Ama dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı... Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM...

     

    Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim... Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş,

    oyun perde demişti... Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı... İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...

     

    Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence...

     

    Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim... Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki... Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın...

     

    LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN,

     

    DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN...

     

    Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...

     

    İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın,

     

    ertelemeyin... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin...

     

    Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...

     

    Ve en önemlisi;

     

    VERDİĞİ-VERMEDİĞİ, ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN,

     

    TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A


  8. evet yakında anketler adı altında bir başlık açabiliriz diye düşünüyorum. Sanırım bunu NFK-Fan'a iletme zamanı geldi.. :)

     

    Aslında tek bir gazeteden ziyade vakit buldukça 2-3 gazeteyi okumaya çalışırım. Ama sürekli olarak takip ettiğim Türkiye Gazetesi'dir.


  9. evet, uzun bir süre önce o dergideki yazıyı bir arkadaşım okuttu. biraz duygusal bir insan olduğumu için, hele de böyle vatan, millet, şehit, çanakkale bu tip konular mevzubahisse tutamayız gözyaşlarımızı.

    işte bu yaşananları okuduğumda gerçekten çok duygulandım. Yarabbi ne büyük bir milletin torunlarıyız dedim kendi kendime..? Gerçekten de çok etkileyici .. herkesin okumasını isterim..


  10. hmm, :)

     

    ben demiştim, burada cevherler çok diye, yavaş yavaş çıkacak işte..

     

    Panturk bu bölümü ele aldı gidiyor, gerçi o daha çok nesir türünde ürünler verse de, arada böyle farklı kişilerin şiirlerini, yazılarını görmek hoş oluyor. Diğer tüm arkadaşların da katılımlarını bekliyoruz.

     

    Beyitinize gelince, gerçi belki bir şiirin tek bir beyiti de olabilir bilemiyorum, belki tamamını da yayınlarsınız, o yüzden burayı geçiyor, gayet hoş bir beyit olduğunu da yazdıktan sonra ellerinize sağlık diyoruz efendim. Tabi devamını da bekliyoruz.. :)


  11. trradomir kardeşimin de dediği gibi,

    Sanatkarın pazarlamacıdan farkı.. İnce noktaya gerçekten çok güzel değinmiş üstad.

    Özellikle de sanatı tarif edişi muhteşem;

     

    "Sanat önü kalabalık bir çeşmedir. Kimi bu çeşmenin bilek kalınlığında dökülen kevseriyle avuçlarını doldurup içer, kimi dolu avuçlardan fışkıran damlacıklarla dilini ıslatır, kimi çeşmenin yalağındaki artık sulara başını gömer, kimi de bu artık suların toprak üzerinde akan ve ayaklar altında ezilen bulanık ve çamurlu yollarına yüzükoyun kapanır."

     

    Ayrıca;

    "Sen daima Kop Dağı'nın tepesinde otur ve dükkânında o cinsten şeyler sat ki o eşyanın kıymeti, Paris'ten yola çıkıp Kop Dağı'nın tepesindeki cevheri aramanın zorluğuyla ölçülsün."

     

    cümlesi ile de, sanatkarın kendini pazarlamasından ziyade sanatı için aranır olmasını, şiirllerindeki o mükemmel üslubuyla nesrine de yansıtmış üstad.

     

    Bu denemeyi okuduktan sonra, günümüzde "Sanat" ve "SANATÇI" kelimelerinin ve bu kelimeleri kendilerine yakıştıranlar ile burada bahsi geçen sanat ve sanatçı tasvirlerini insan karşılaştırmadan edemiyor. Ve insan, üstadın bu güzel kelimeyi, öyle güzel tasvir ettiği bu kelimeyi, kimlerin, neylerin, ne için kullanıldığını görünce içi sızlıyor.


  12. Bir itiraf ve nacizane bir tavsiye panturk kadeşime..

    İlk itiraftan başlıyayım; önceleri yazdıklarının bazılarını uzun olması nedeni ile okuyamıyordum biraz da zamanımın kısıtlı olması nedeni de vardı hani. Daha sonraları yazılarını okumaya başladıkça gerçekten çok zevk aldım.. umarım kızmazsın bu itiraftan dolayı. :)

     

    Şimdi nacizane tavsiyemize gelince, yazılarınızda biraz paragraf yapsanız, yazı bir bütün olarak göze korkutucu gelmese, belki okuması kolay olur diye düşündüm..

     

    Ha, yazılarını okumaya başladım panturk, ona göre :)

     

    Selametle, eline sağlık


  13. Hasan Karakaya'nın yazılarını zamanında takip etmişliğim vardı. Gerçekten çok iğneli lafları olan, açık açık herşeyi yazan, çoğu zaman yazdıklarından dolayı mahkeme kapılarında dolaşan bir yazardır sizin de bildiğiniz gibi.

     

    Yazdıklarına katılmamak gerçekten elimizde değil. İnsanın içi sızlıyor maalesef. Biz onların yaptıklarını yapmaya kalksak, bu mübarek şehitlerin torunları olan ve Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yaşayan yobazlar bas bas bağırır avrupalıdan önce... Olur mu hiç öyle şey? Sen kimsin ki dedene, atana, ceddine Fatiha okuyacaksın? Bırakın fatiha okumayı, adamlar ta dünyanın diğer ucundan gelip ayinler düzenliyor, bizim milletimizin insanları; iki adımlık yoldan Çanakkale'ye gitmiyor. Neden? Neden bu soğukluk? Tarihimize karşı duydukları utanç, antipati neden? Neden bunlar tarihleri ile utanıyorlar? Neden bir Çanakkale harbi onların lehine yontulup, savaşın dostuluğu ön plana çıkartılıyor da bizim Ülkemizde ne için geberdikleri sorulmuyor bunlara? Niye Niye, niye hep biz utanıyoruz tarihimizden?

    Neden? Neden? Allah aşkına söyleyin neden? Ne istiyor bu insanlar şanlı tarihimizden?

    O kadar acınacak haldeyiz ki;

    Rumlar, 7 yaşından itibaren okullarda çocuklarına Megalo İdea yı anlatıyor biz, padişahlarımızı kötülüyor, tarihimizi karalıyoruz.

    İngilizler çocuklarına okullarda yüzlerce yıllık Şekspiri okuturken, biz neden Mevlana'yı, Yunus'u anlamıyoruz?

    İnanın, bunları yazarken o kadar sinirli bir haldeyim ki anlatamam...

    Allah bizlere akıl fikir ihsan eylesin.. Amin


  14. Seyyid Abdülhakim-i Arvasi

     

    Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Silsile-i aliyyenin otuz dördüncüsüdür. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van'ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara'da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.

     

    Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.

     

    İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri'de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

     

    Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, şeriat sahibinin huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.

     

    Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:

    "Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”

     

    Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurmuştu.

     

    Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu. İstiharede şöyle bir rüya gördü:

    Seyyid Tâhâ hazretleri, camide, talebesi Seyyid Fehim'e şu emri veriyordu: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakıyordu.

     

    Bu rüya onun talebeliğe kabul edildiğine dair gayet açıktı. Tabire muhtaç kısmı sadece cevâzımât-ı hams tabiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'i, kesin demektir. Hams yani beş adedi ise âlem-i emrin, latifenin tasfiyesine işaret olduğu açıktı. Rüyanın başka tabire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilahi lütuf ve sonsuz bir ihsandı.

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi, gördüğü bu rüyanın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsil edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı.

     

    Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad', beyan, meani, bedi', belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale'de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

     

    1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu'yu işgal edince, Başkale'den hicret edip, Irak'a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul'a geldi. Eyüp Sultan'da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.

     

    Anadolu'da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu'ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir'e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir'de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara'ya getirildi. Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara'nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı.

     

    Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; "Ben" dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.

     

    Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu'nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.

     

    Yetiştirdiği seçkin din adamlarının en selahiyyetlisi; çeşitli din ve fen kitaplarının yazarı, eczacı, kimyager ve emekli öğretmen albay Hüseyin Hilmi Işık beyefendidir. 1929'dan 1943 senesine kadar o büyük zattan ders almış, Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Türkçe, Arabi, Farisi, Almanca, Fransızca ve İngilizcenin yanında, başka dillerde de çeşitli din kitapları neşretmiştir. Bütün ilim ve feyzini, Abdülhakim Arvasi'den aldığını eserlerinde belirtmektedir.

     

    25 yıl önceki rüyadaki şahıs

    Seyyid Abdülhakim Efendi, 1897 yılında hac vazifesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medine'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zat vardı. Onunla beraber bir gece, mübarek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saadet şebekesine döndürmüş, son derece edep ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı

    Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:

    "Refikam, şu anda özür sahibidir. Peygamber Mescidini ziyarete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzurunda bir selam verip, Bâb-ı Cibril'den çıkmasına şer'an müsaade var mıdır?" dedi.

     

    Seyyid Abdülhakim hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyanın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyasında gördüğü şahıs da bu şahıstı.

     

    Yavaşça:

    "Bu sualin cevabına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyada olduğu gibi Resulullah efendimizin huzurunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyayı tafsilatı ile anlattı.

     

    Sultanın dua ve yardım istemesi

    Sultan Vahideddin Han kendilerini çok sever, takdir ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakim Efendi hazretleri şöyle anlattı:

    Memleketin işgal altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'uke iletta'âm" yani "Sultan sana selam ediyor ve seni iftara çağırıyor" dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vaizleri, imamları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selamı var. Hepinizden rica ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin galip gelmesi için dua etmenizi ve Anadolu'daki mücahidlere para ve dua ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi rica ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebep oldum.

     

    Bir defasında da Sultan Vahideddin Han, Ramazân-ı şerif ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyaret edecekti. Seyyid Abdülhakim Efendi'yi de davet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devamını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

    Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakim Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakim'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yan yana biri dünya, biri ahiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiya Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Beraberce ziyaret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyaretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir" deyip birini bana verdiler.

     

    Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:

    "Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.

     

    Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.

     

    Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.

     

    Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:

    "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

     

    Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:

    "Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."

     

    "Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."

     

    "Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."

     

    "Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."

     

    "İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."

     

    "Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.

     

    Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."

     

    "Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."

     

    "İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."

     

    "Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."

     

    "Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."

     

    "Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."

     

    "Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."

     

    "Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."

     

    "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."

     

    “En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."

     

    "Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”

     

    "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

     

    “Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”

     

    “Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

     

    “Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

     

    “Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”

     

    “Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”

     

    “Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”

     

    “Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”

     

    “Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”

     

    “İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

     

    “Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”

     

    Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.

     

    Talebelerinden Hafız Hüseyin Efendi anlatır:

    Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

    "Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

     

    Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

    Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

     

    Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

    Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

     

    Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

     

    Necib Fazıl Kısakürek anlatır:

    Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.

     

    Faruk Bey anlatır:

    Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

     

    Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

     

    Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:

    Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

     

    Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

     

    Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.

     

    Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:

    Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

     

    Halid Turhan Bey anlatır:

    Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.

     

    [Alıntıdır]

     

    Hepimize örnek olması dileği ile..


  15. Beni de çok etkiledi bu şiir. Foruma yazacaktım ki, dedim bir bakayım, benden önce biri yollamış mı. Biraz geç farkettik ama olsun.

     

    ALLAH ismi varken lügat ne demek

    Karalıyorum!

     

    :angry:

     

    Ne mükemmel üslub ya rabbi, ne güzel mana, ne güzel tesir.

    Allah rahmet eylesin...


  16. s.a arkadaşlar.

     

    Üstad, ekonomik sıkıntılardan, siyasilerin yalanlarından, din'in yobazlık, gericilik olduğundan, imanın boğulduğundan, fikri mürekkepsiz kalemlerle yazılmasına müsade edilmesinden şikayet etmiş, Türk milletinin içine düşmüş olduğu buhranı, acizliği mısralarında çok güzel vurgulamıştır.

     

    Şiirde, o günlere nazaran yazılanlar, hala bu gün de devam etmekte, o günlerden bu günlere, ne onlarda ne de bizde hiç bir değişme olmadığını görmekteyiz.

     

    Üstad'ın da son mısrada dilediği gibi, Allah Türke acısın.. Amin


  17. S.a arkadaşlar...

     

    Son zamanlarda haberlerde, gazetelerde, sağda-solda, camide-kahvede, kısacası her yerde "Okullardaki Şiddet" üzerine tartışmalar cereyan etmekte...

     

    Peki nedir sizce bu işin altında yatan? Hani derin bir tabir ile, okullarda da mı "düğmeye basıldı" da bu gençler birbirini yemekten bıkmadı? İllaki dikkatinizi çekmiştir, haberlerde, 10 haberden 8'i okullardaki şiddet, bıçaklama, gasp vs vs olayları.

     

    Bunun sebeplerine gelince, şahsi fikrim olarak ben bu olayların temelinde ailevi sorunların (Aile içindeki şiddet, ailenin ekonomik durumları, ebeveynlerin ilgisizliği vb.) yanı sıra dizi ve tv filmlerinde içeren şiddet temalarının da yattığını düşünüyorum. Tabiki ailenin çocuğuna verdiği dini, ahlaki eğitimin de aksikliği gün gibi ortada.

     

    Değinmeden geçemiyeceğim, internet cafelerde oynanan oyunların 3'de 2'si de şiddet oyunları. 2 Gün önce İstanbul'da bir semtte internet cafeye yapılan baskında çocukların üstünden bıçaklar, çakılar çıktı. Durum gerçekten çok vahim. Gençlik elden gidiyor. Allah sonumuzu hayr etsin...!

     

    Peki sizce nedir bunların sebebi. Bence bu konu üzerine biraz tartışmalı, fikirlerimizi sunmalıyız. Güzel bir fikir paylaşımı olur inşallah.

    Selametle...


  18. Sanık Polat Alemdar, ayağa kalk!

     

    İtiraf ediyorum, çocukken çok kovboyculuk oynadık. Tahta kılıçlarla epey düşman kovaladık. Cüneyt Abi’nin yeni filmi şehre geldiğinde ilk seyreden imtiyazlı gruptan olup hava atmaktan geri durmadık. Başka mahalleden, diğer okuldan olmayı düşmanlık için yeter şart gördük.

     

     

    Fakat kırmızı çizgilerimiz çok esnek, cezalarımız çok naifti. Rol modelimiz, sert delikanlı Cüneyt, yarım metre uzaktan yumruk sallıyordu. Bu kavga sahnelerini gerçekçi kılmak için kullanılan ses efektleriyle normalde üç film çıkarılırdı. Bugünkü çocuklar bizim tek nefeste izlediğimiz filmleri kahkahalarla seyrediyor. Onların çizgi filmleri de bizim gibi masum değil. Şeker Kız Candy, Heidi, sinsi köpek Değerli ve Tonton ailesini merakla beklemiyorlar. Burnundan ateş çıkan ejderhalar, hayal dünyalarını altüst eden yaratıklarla büyüyorlar.

     

    Yetmiyor, ebeveynleriyle birlikte kahramanlaştırılan mafyaları izliyorlar. Bir sezonda onlarca karakterin çeşitli şekillerde katledildiği diziler seyredilme rekoru kırıyor. Evlerimizdeki sihirli kutular, zamanla zehirli kutuya dönüşüyor. Sokaklar bu hayal âleminden fırlayıp aramıza karışan tiplerle doldu.

     

    Fark ediyor musunuz, son günlerde okullarda işlenen cinayetler ne kadar profesyonelce. Eskiden de bıçaklı kavgalar olur, çocukların en fazla kolu bacağı çizilir, elbiseleri yırtılırdı. Şimdi kalbin üzerinde kavis çizen, boyun damarlarını ‘ustaca’ kesen katil çocuklarımız var. Trabzon’da papazı öldüren delikanlının soğukkanlılığı kanımızı dondurdu. Mafyatik dizilerde bazı sahneler hiç yabancı gelmez, Batılı şiddet sanayiinden kopyalandığı hemen anlaşılırdı. Bugün sokaklardaki ölüm sahneleri de size tanıdık gelmiyor mu? Evet, hep birlikte tempo tutuyoruz: Sanık Polat Alemdar ayağa kalk! Oh be rahatladık, katili bulup kamu vicdanına havale ettiğimize göre, şöyle ayaklarımızı uzatıp televizyon seyrederek stres atabiliriz.

     

    Kurtlar Vadisi gibi şiddet içerikli yayınlar aslında bir sonuç. Onu tek başına sebep konumuna oturtmak yanıltıcı olacağından çözümü de geciktirecek. Bu tür dizilerde arz ve talep kısırdöngü halinde toplumu sarmalıyor. Onlar şiddet verdikçe biz daha çok istiyoruz, biz istedikçe onlar dozu biraz daha artırıyor. Polat, çetesini bırakıp diplomatik mesajlar verebilmek için Suriye’ye gittiğinde isyan edip geri çağırmadık mı? Osman Sınav’ın, Mustafa Kutlu’nun hikâyesini televizyona uyarladığı sosyal içerikli Kapıları Açmak dizisini iki haftada ıskartaya çıkarmadık mı? Hepsinden önemlisi evlatlarımızı biz mi yetiştiriyoruz, umuduna terk ettiğimiz televizyon ve bilgisayar mı?

     

    Günah keçileri bulup vicdanımızı uyuşturmak meseleyi halletmiyor. Anne babalar ve öğretmenler vakit geçirmeden ‘biz nerede hata yapıyoruz?’ sorusuna cevap bulmalı. Arabamızın boyasına gösterdiğimiz özeni çocuklarımızdan esirgiyoruz. Etrafta bol miktarda çeşitli boy ve yaşlarda Polat Alemdar adayı var. İşin acı tarafı, aileler bu gidişi fark etmiyor. Bilhassa büyük şehirlerdeki hayhuy her şeyi unutturuyor.

     

    Aileler bugünden tezi yok olaya el koymalı ve olağanüstü hal ilan etmeli. İlk yapılacak şey, çocukları şiddet içerikli oyun ve sitelerden uzaklaştıracak şekilde bilgisayarı kontrol altına almak. Televizyona filtreler yerleştirip zararı asgariye indirmek hemen bunu takip etmeli. Bunlar bir noktada hıfzıssıhha tedbirleri. Mevcut tahribatı onarabilmek için ise samimi bir şekilde ‘benim çocuğumda Polat olma özentisi var mı?’ sorusunu kendinize sorun. Sanal âlemdeki Polat ve gerçek dünyadaki Polat’lar varlığını bize borçlu. O zaman suçlu başkası değil, biziz.

     

     

     

    30.03.2006

    ZAMAN GAZETESİ

     

     

    Bülent KORUCU'dan alıntı

×
×
  • Create New...