Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

HİÇ

Editor
  • Content Count

    948
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    92

Posts posted by HİÇ


  1. utanmak diye bir mevzu vardı değilm mi? sokağa bir bakalım hangi utanma? kim kimden utanıyor? utanma, haya, edep, ahlak nereye gitti? kendi bedenini cümle aleme afişe etmenin adına modernlik, çağdaşlık, özgürlük diyenler, vücudunu sergilemeyi marifet bilenler, acaba ahlak kelimesini en son ne zaman duydular veya cümle içinde kullandılar. lügatlarında bu kelime silineli çok oldu tabi. bizim sokaklarımızın, şehirlerimizin gayrımüslim şehirlerden ne farkı kaldı.

     

    açık zaten açık, kapalı da olması gerektiği gibi kapalı değil, dünya güllük gülistanlık, herkes de halinden memnun, yaşayıp gidiyor, Üstadın tabiriyle "kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz" aynen böyle...

     

    istisnalardan, o az sayıdaki istisnalardan Allah razı olsun...


  2. güzel bir çalışma, mevzu 3 sayısından açılımışken ben de Mahmud Sami ramazanoğlu ks hazretlerinin hz ebubekir ra isimli kitabından alıntı yapayım...

     

     

    Dünyada sevdirilen üç şey

     

    Peygamber efendimiz buyurdular ki:

    Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: güzel koku, helal nisa, gözüm nuru olan namaz

     

    Hz. Ebubekir ise bana üç şey sevdirildi ya rasulullah:senin yüzüne bakmak,kızımın Rasulullahın zevcesi olması, senin yolunda mal harcamak

     

     

    Hz. Ömer ra bana üç şey sevdirildi.:iyilikle emretmek, kötülükten nehyetmek eski kaftan giymek

     

    Hz. Osman ra Dünyada bana üç şey sevdirildi.:aç doyurmak, kuran okumak, çıplak giydirmek

     

    Hz. Ali ra bende dünyadan üç şeyi sevdim: misafire hizmet etmek, yaz gününde oruç tutmak, düşmana kılıç vurmak

     

    [İbni Abbas ra:Bana da üş şey sevdirildi: mahlukattan uzlet, Allah ile ünsiyet, Allaha tövbekar olmak

     

    Hz. Hasan ra:Bana da üç şey sevimli geldi: geceleri namaz kılmak, sözün doğrusunu söylemek, hastaları ziyaret etmek

     

    Hz. Hüseyin ra:Ben üç şeyi sevdim: Allaha. Muhabbet, Allah için fukaraya şefkat, Allah yolunda şehadet

     

    Hz. Hamza ra Bana da üç şey sevimli gelir: Ahde vefa, emaneti eda, cemaate devam

     

    Hz. Aişe bana sevimli gelen üç şey: ana babaya ikram, helal kazanç, haramdan sakınmak

     

    Hz. Fatıma ise: yetimlere şefkat, komşuya ihsan, fakir ve zaiflere merhamet

     

    Mikail (as): ağlayan göz, zikreden lisan, titreyen kalb

     

    İsrafil (as):ilmiyle amil alim, sabırlı zahid, acize yardım

     

    Azrail (as): Allaha tevekkül, Allahın kaderine rıza, Allahın emrine itaat

     

    Cebrail (as):delalette olanları hidayet etmeyi, Allah itaatkar olan gariblerle ünsiyet etmeyi, darlık içinde olan ailelere yardım etmeyi

    • Like 2

  3. Yaşayanlar için umut her zaman vardır. Umutsuzluk, ölüler içindir. [Theokritos]

     

    Hangi yaşlı insana sorsanız, yaşadığı yılların nasıl geçtiğini anlayamadığını söyler. Gerçekten de hayat göz açıp kapama süresi kadar. Benim için de aynı; yıllar hiçbir şey anlamadan geçip gitti. Gençliğimde ben de muhtemelen birçok insan gibi, yaşlanacağımı pek düşünmedim, hep kendimden çok uzak gördüm. Şimdi ise o çok uzak yılların ne de çabuk gelip beni bulduğunu şaşkınlık içinde izliyorum.

    "Yaşamın süresince neler yaptın, anlat" deseniz anlatacaklarım birkaç saatte biter sanırım. Yaşlılık yüzünden unutmuş değilim; her şeyi hatırlıyorum ancak ne kadar az şey yapmış olduğumu görüyorum. Onca yıl, ama işte anıların hepsi bu kadar; birkaç satır.

    Şimdi ise arkama dönüp baktığımda soruyorum; yaşamımın amacı neydi? Bugüne dek hiç sormadığım bir soru; "bu kadar yılı neden yaşadım?"

    Ailem, çocuklarım, işim; hep bunlar için ömrümü tükettim. Sonrasında ne olacağını ise aklıma bile getirmedim. Belki de ölümü ve sonrasını düşünmeyerek sorumluluktan kurtulduğumu düşündüm ancak kendimi kandırdım. Ölümü herşeyin sonu, her şeyin bitişi olarak gördüm ama bu kez de yokluk düşüncesinden müthiş korku duydum.

    Dünya çok kısa ve geçiciydi; o yüzden her anın tadını çıkarmaya, doya doya yaşamaya çalıştım. Dünya hayatının çekici ve geçici süslerine aldandım. Onlar karşısında acze düştüm. Anlamsız saplantılarla aklı baliğ olmayan çocuklar gibi "oynayıp oyalandım", onlara tutkuyla bağlandım. Hatta, "dünyada ne yaparsak kâr, Allah'ın verdiği nimetlerin tadını çıkaralım" gibi cahilce mantıkla, cahilce sözler bile söyledim.

    Yığıp biriktirdiklerime sahip olduğumu zannediyordum. Oysa biriktirdiklerim benim sahibim oldu, emrime verilenlerin emrinde yaşadım; şimdi anlıyorum.

    En zenginler bile her şeyini dünyada bırakıp gidiyor. Arkasından koşturduğum her şey yok olacak. Peki bu yok olacak şeyleri nasıl amaç edindim?

    Yaşamım süresince yaptığım iyi işleri hep, "desinler" ya da "demesinler" diye yaptım. İnsanların gözünde bir yerlere gelebilmek, çevremden saygınlık kazanmak için yoğun uğraş verdim.

    Kimi zaman güzel işler de yapmadım değil. Dünyada iyi bir şeyler bırakmak için de gayret ettim. Ama şimdi anlıyorum ki, önemli olan dünyada bıraktıklarım değil, önden gönderdiklerim. Çok açık ki değer verdiğimiz her şey gerçekte ölümle birlikte anlamını yitirecek değersiz şeyler.

    Altında yaşadığım gaflet perdesi yüzünden dünya hayatının amacını değil, dünya hayatından yalnızca dışta olanını görebildim. Dünyanın "ölümlü, fani, üç günlük" olduğunu yalnızca dilimle söyledim. "Dünyaya bir kere gelinir" gibi sözlerim ise ahirete değil, yine dünyaya yönelik mantığımın ürünüydü. Samimiyet ve ciddiyetten uzak; kimi zaman espri konusu olan sözler. Öyle ya, dünya ölümlüyse yapılacak planlar da dünyayı hakkını vererek yaşamaya yönelik olmalıydı.

    Oysa yapılan planların uygulanması ve amaçların gerçekleşmesi kesin miydi? Kimi gerçekleşse bile insanın doyumsuzluğunu artırmıyor muydu? Sahip olunanla yetinmek yerine hep daha iyisine, daha güzeline ulaşma isteği, hep benden çaldığını ve asla tatmin olmayacağını bile bile nefsi beslemek değil miydi? Ya sahip olunan dünyevi şeylerin, insanın gözünün önünde eskimesi, yıpranması ve bozulmasının verdiği acı?..

    Dünyevi şeylerin ardında koşturmanın bana hiçbir getirisi olmadığını, hayatım süresince bir kısırgöngü içerisinde yaşadığımı görüyorum. Asla yarar sağlamayacak konularda yıllarca çaba gösterirken, başıma gelebilecek olası felaketler için önlem alıp, en şiddetli afet için bile sığınağımı hazırlarken, kaçıp sığınabileceğim tek bir güvenli yer dahi bulamayacağım o günü nasıl da göz ardı etmiş olduğumu anlıyorum.

    Ölümün hiçbir şeyi kesip bitirmediğini aksine başlangıç olduğunu artık biliyorum. Dünyanın bir imtihan mekanı olduğunu, Allah'a kulluk amacıyla bu mekanda bulunduğumu, başıma gelen ve şans ya da tesadüf olduğunu düşündüğüm her şeyin, gerçekte imtihan amacıyla yaratıldığını, sınandığımı...

    Yaşamın kısa ve geçici, ölümün ise her an gelebilecek oluşu ve dünyaya bir kez gelmek; hayatın asıl gerçekleri bunlarmış. Bugüne dek bu gerçeklerin bilincinde olmadan yaşadım. Bugün ise geçmişimi gözden geçirip, yaşamımı yeniden düzenliyorum. Binamın temelini göçecek yarın üzerinden alıp, Allah'ın rızası üzerine yeniden inşa ediyorum. Bu kısacık hayat için, sonsuzluk feda edilebilir mi?..

     

    Fuat Türker

     

    http://www.haberkultur.net/haberoku-3827-_Umutsuzluk_oluler_icindir.html


  4. yarın yani 16 Eylül 2011 cuma günü şevval ayının 18. günü, şevvalin 29. ve son günü de 27 Eylül 2011 salı günü, 12 gün kaldı, Allahu Teala hepimize tutmayı nasip eylesin inşallah...

     

     

     

    “..Oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar.. işte onlar için Allâh bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb s. 35)

     

     

    ALTI GÜN ORUÇLARINI TUTUYOR MUYUZ?

     

     

    "Ramazân bayramından sonra altı gün oruç tutan bir kimse, bir sene boyunca tutmuş gibi olur. Kişi bir iyilikte bulunursa, kendisine bunun on katı verilir." buyrulmuştur. (İbn-i Mâce ve Nesâî)

    Taberânî'nin rivayetinde şu ziyâde vardır: Allah Resulü (s.a.v.) böyle buyrunca Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)'in Efendimiz (s.a.v.)'e: "Ey Allah'ın Resulü! Tutulacak bir günlük oruç on güne karşılık mıdır?" diye sorduklarında Efendimiz (s.a.v.) "Evet!" buyurdular.

    Altı günlük oruç bayramdan sonra arka arkaya tutulabileceği gibi bütün Şevval ayına dağıtılarak da tutulabilir.

    Zîrâ Âişe (r.anhâ) Validemiz: "Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruçlu olma-ya çalışırlardı." buyurdular. "Her ayda üç gün oruç tutmak, bütün hayâtını oruçlu geçirmek gibidir." (Buhârî ve Müslim)

    "Kim bir sâlih amelde bulunursa, ona yaptığının on katı ecir verilir." (En'am s.160)

    Bu Ayet-i Kerîme'den yola çıkarak, Ramazân'ın her bir günü on güne karşılık geldiğini ve toplamının 300 olduğunu, ardından tutulan altı günlük Şevval orucuyla birlikte tam bir sene ettiğini âlimler hesablamışlardır. Zîrâ Kamerîtakvimde yıl, 354 gündür. Tutulan 6 gün orucun Pazartesi-Perşembe, veya Kamerî ayın 13,14,15. günlerine denk getirilmesi daha faziletlidir.

    Alî Havvâs (k.s.) buyurmuşlardır ki: "Şevval ayında tutulan bu altı günlük oruca da, Ramazân-ı Şerifteki gibi saygı gösterilmelidir. Çünkü Şevval ayında tutulan oruçlar, Ramazân ayındaki oruçların eksiklerini ta'mîr durumundadır."İşte Şevval ayı oruçlarında Rabbimizin vaad ettiği mükâfaat oruçla olan irtibatımızı devam ettirmemiz, orucu sâdece Ramazân ayına mahsûs kılmamamız için bir teşvîk mahiyetindedir.

     

     

    (İmâm-ı Şa'rânî (k.s.), el-Uhûdü'l- Kübrâ, 225.)

    3 Eylül, Mevlâna Takvimi

    • Like 1

  5. cihandar kardeşim çok doğru söylemişsin Allah razı olsun. kendi adıma konuşuyum, 2 kere bu başlığa cevaba yeltendim sonra vazgeçtim. sitenin bir kaç gündür ki durgunluğu malum, her başlığın altına alakalı alakasız adam yorum yazmış demesinler düşüncesi nedense ağır bastı yazıp geri sildim.

     

    ve malumdur ki bu konu da maalesef istidadım yok zaten resimle öğrenim hayatım boyunca aram hiç düzelmedi. umut ediyorum ki güzel sonuçlar doğuracaktır.


  6. günümüzün hastalığı malumunuzdur ki sohbetlerde önlerine Kuranı Kerimi açıp, kendi heva ve heveslerine göre konuşan kimselerin sayılarındaki artıştır. eğer amacın Kuranı Kerimi insanlara anlatmaksa aç büyüklerin tefsirlerini önüne aktar oradaki kıymetli bilgileri. ama öyle değil öyle olur mu hiç, ekranlarda boy gösteren, kendi kanallarında programlar yapan kimselerin ehli sünnetin muteber alimlerinden ne eksiği var!!! onlar alimdi de bunlar değil mi! bunlar alimse onlar yüzbinkere alim ama bu hakikati nefslerinin algılaması zor.

     

    adam Kuranı Kerimi açıyor, burda şu var bu yok, şu mesele böyledir şöyledir derken bizim müslümanlarımız "sen ne dediğinin farkında mısın be hey hoca!" diyemiyorlar. yahu imamı azam hazretleri varken ne yapalım günümüzün prof etiketli, ağzı şerli, yüzü nursuz, mezhepsiz adamları...

     

    el insaf...

    • Like 2

  7. 1000 yıldır İslam beldesi olan ve Allahın izniyle kıyamete kadar da öyle olacak olan bu güzelim topraklarda İslam dinini buradan söküp atmak için ne kadar da çabalamışlar ve bazıları hala da nasıl da çabalamakta...

     

    Zorlarına gidiyor müslümanların sayılarının artması çünkü onların hesabına göre müslümanların bu diyarlarda neslinin tükenmesi gerekiyordu. onların hesapları böyle idi ve bu hesapların tutması için hamlelerini yaptılar lakin kudret sahibi Cenabı Hakkın, bütün hesaplar üstü bir hesabı vardır. O dilerse inanmayanların kökü kurur (nuh tufanı), o dilerse ona isyan edeni arz yutar (karun kıssası), siz kimsiniz ki Cenabı Hakkın kudretiyle haşa boy ölçüsüyorsunuz...

     

    ve Allahu Tealanın vaadi var ki bu nur tamamlanacak, görürüz inşallah...

    • Like 1

  8. Ey ademoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir örtü ve bir de bir ziynet libası indirdik, takvâ libası ise o daha hayırlıdır. Bu, işte Allah Teâlâ'nın âyetlerindendir, umulur ki, bunu düşünürler.

     

    araf suresi 26


  9. Ve suallerim hala cevapsız.

     

    “Amellerin en fazîletlisi, Allâh için sevmek, Allâh için buğz etmektir.” (H.Şerîf, Ebû Dâvûd)

    SALİH VE SADIKLARLA BERABER OLMAK

    Tezkiye-i nefiste en önemli düsturlardan biri de muhak­kak ki sâlih ve sâdıklarla beraber olmaktır. Ebû Mûsâ el-Eş'ârî (r.a.) Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet eder: "İyi insanlarla ve kötü kimselerle oturanların misâli şöy­ledir: Güzel koku satan ile körük çeken kimse ile beraber oturmaya benzer. Güzel koku satan ile beraber olan onun güzel kokusundan istifâde eder veya alırsın, körük çekenle beraber olduğun zaman da, ya kıvılcım elbiseni yakar veya onun kokusundan rahatsız olursun."

    Kişi, sevdiği arkadaşının Dînini ve karakterini aldığı gibi, mahşerde de onunla beraberdir. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Kişi sevdikleriyle beraber haşrolur (öldükten sonra diriltilir)."

    İki kişi arasında arkadaşlık sebebiyle, Allah için muhabbet meydana geldiğinden, o muhabbetin kesilmemesi için, birbir-lerini sık sık ziyaret etmeleri gerekir. Bu gerçeği Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şu Hadîsiyle ifâde buyurmuşlardır: "Çok ziyaret et ki, sevginiz artsın."

    Ebû Hüreyre (r.a.), Resûlullâh (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet eder: "Adamın biri, başka bir köyde bulunan dos­tunu Allah rızâsı için ziyarete çıktı. Allâhü Te'âlâ ziyaret edilen zâtı köyün girişine bir meleği gözetmeye memur etti. Ziyaretçi köyün girişine geldiği zaman, melek ona: "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Ziyaretçi: "Bu köyde be­nim bir dostum var, o dostumu ziyarete gidiyorum" dedi. Melek: "Ona yapmış olduğun bir iyiliğin karşılığını almak mı istiyorsun?" deyince, ziyaretçi: "Öyle bir şey yok, ben onu yalnız Allah rızâsı için seviyorum" dedi. Melek: "Ben Allah'ın sana gönderdiği bir elçiyim. Şunu bildirmek için geldim: Sen, onu Allah rızâsı için sevdiğinden, Allah da seni sevmiştir."

    İster bir yerde olsunlar, ister başka başka yerlerde olsunlar,dostların birbirlerini ziyaret etmeleri Sünnettir. Nefsin temizlenmesi ve kötülüklerden arındırılması ebedî mutluluk ve kurtuluşa sebebdir.

    (Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akaidi, 194.s.)

    12 Eylül, Mevlâna Takvimi

    • Like 2

  10. Ve suallerim hala cevapsız.

     

    “Siz onlardan razı olsanız bile Allâh fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz.” (Tevbe s. 96)

     

    FÂSIK VE ZÂLİMLERİN MECLİSİNDE BULUNMAMAK

    Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in emirlerinden biri de, şer'i bir mecburiyet olmadan, zâlim ve fâsık (açıktan haram işleyen) kimselerle birlikte oturulmaması ve onların meclislerinde bulunulmamasıdır.

    Günümüzde Resûlullâh (s.a.v.)'in bu emrine gerekli özen gösterilmemektedir. Hattâ bazen öyle kötü durumlara şâhid oluyoruz ki; şeyhler ve hocalar birinin gıybet yaptığını duydukları hâlde, ona karşı çıkmıyorlar. Çoğu kez de, o mecliste bu suçu işleyenlerle ortaklık yapıyorlar. Bazen de orada bulunmayan bir kimse hakkında ilk konuşanlardan biri oluyorlar. Nitekim, kendisi ile birlikte bir vazîfeye talib olanları küçük düşürmek için aleyhlerinde atar tutarlar. Hattâ o şeyh veya hocaya yaranmak isteyenler, filancanın namus ve ırzına dil uzatmakta ona ortak olurlar.

    Akıllı bir kimse, bunun gibi dedikodu meclislerinden ve bunun gibi insanlardan uzak kalmalıdır. Ancak bir ilim ve ahlâk dersi sağlayan faydalı bir mecliste bulunmalıdır, insanları idare yollarını ve kendisini kötülükten korumayı öğreten bunun gibi nezih meclisler onun için yararlı olmuş olur.

    ibn Hibbân rivayet ediyor: Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz "Müminden başkası ile dost olma, yemeğini de Allah (c.c.)'den korkanlar yesin" buyurmuşlardır.

    Resûlullâh (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "Kötü bir kimseyle oturmak, demirci körüğünü körükle­yen kimse ile hemdem (canciğer arkadaş) olmaya ben­zer; ya elbisenin bir tarafını yakar veya kötü koku koklamış olursun."

    "Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün vakit de kendilerinden yüz çevir, tâ ki başka birsöze dalsınlar; şâyed şeytân bunu sana biran unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, o zâlimler güruhu ile beraber oturma." (Enam68)

    (İmâm-ı, Şa'rânî (k.s.), Büyük Ahidler, 1002.S.)

    13 Eylül, Mevlâna Takvimi

    • Like 1

  11. "Avrupa ortaçağ da domuzlar gibi ağaç köklerini kemirirken islam medeniyeti bir kum tanesine el hamra sarayı sığdıracak seviyede ileri bir medeniyeti temsil ediyordu"

    Necip fazıl kısakürek

     

    endülüs ve horasan bölgesi. tarihin en büyük yıkımlarına sahne olmuş İslam medeniyetinin beşiği. İkiside barbarlığın hakkını fazlasıyla veren milletler tarafından yok edilmiş yakılıp yıkılmış beldeler. Endülüsteki yüzbinlere varan kıymetli eserleri medeniyet düşmanı Avrupalılar yakıp yok etmediler mi. Orta asyanın medeniyet düşmanı moğollarda horasanı; buharayı semerkandı taşkendi mervi bağdatı yakıp yıkmadı mı?

     

    o ispanyollar ki endülüste son müslümana varana değin katliam yapmadılar mı?

     

    ve biz o ispanyollarla medeniyetler ittifakı yapmıyor muyuz?

     

    güleriz ağlanacak halimize...

    • Like 1

  12. bilmeyen kardeşlerimiz için güzel bir bilgilendirme olmuş. doğu ve güneydoğu anadolu da 90lı yıllarda barzaninin İslam devleti kuracağı yönünde propagandaların yapıldığını , müslüman kürt kardeşlerimden duyduğumda çok şaşırmıştım. dinsiz pkk ve İslam düşmanı yahudi bölgede her türlü propagandayı yapmıştır. o bölgeyi hem maddi hem de manevi olarak anavatandan ayırmak için hala ne oyunlar tezgahlandığı ortadadır. 1 mart tezkeresinin meclisten geçmemesi Cenabı Hakkın bizlere bir lütfudur yoksa şimdiki manzara daha da farklı olacaktı. (vemekeru vemekerallah vallahu hayrul makirin)

     

    bu adamlar süzme yahudi, yahudi olmayanlar da yahudi uşağı, dini imanı olmayan adamlar.

     

    Allahu Teala güzelim ülkemizi bölmeye çalışanları eğer hidayet ihtimalleri varsa hidayet etsin yoksa kahhar ismiyle kahreylesin...(amin)


  13. ilkokul sınıflarının arka duvrlarında asılı bulunan tarih şeritlerini hatırlarsınız. İnsanlığın başlangıcını yontma taş devri olarak gösteren çarpık bir sistem malumunuzdur. çocuklarımıza hem ilk insanın hz. adem olduğunu söyleriz ama ders kitaplarında ve teoride bunun aksini iddia ederiz. bu mevzuyla alakalı güzel bir yazı yazmış yazar. Allah razı olsun, bana çok kıymetli bir mevzuya değinmiş...

     

    eline, koluna, yüreğine sağlık...

     

     

     

     

     

    Okulların açılmasına az bir süre kaldı. Çoktandır üzerinde düşündüğüm bir mevzuya bu vesileyle kısaca değinmek istiyorum.

    Türkiye’de okula giden herkese dikte ettirilen, belletilen bir tarih çizelgesi var. İşte karanlık çağlardan başlayıp yontma taş çağıyla, tunç, demir çağlarıyla devam eden bir tarih anlatısı…. Ta ilkokuldan itibaren anlatılıp duran ve tüm çocukların kafasına boca edilen bu mitolojik tarih algısı tarafından esir alınıyor küçücük beyinler.

     

    Barbar ve ilkel insanlara peygamber gelmemiş midir?

    Okula devam eden çocuk, bu sıralarda okul dışında veya okulda ilk insanı ve ilk peygamberi de duyup öğrenmeye başlar. Allah’ın cennetten yeryüzüne indirdiği Hz. Adem’in homo sapiens mi olduğunu yoksa evrimini tamamlayamamış bir varlık mı olduğunu kestirmeye çalışır. Eğer kendisine öğretilen tarihin gerçekliğini, doğruluğunu sorgulama cesaretini gösterebilirse; iki bakış açısı arasında izah edilmesi güç çelişkilerin varolduğunun da farkına varır.

     

    İnsan zihninin birbirinden bağımsız alanları mı var?

    Kur’an’ın haberlerinin kesinliğine, aldatmadan uzaklığına iman ettiğinde bile yıllardır zihnine boca edilen bu teoriler, kurgusal tarih anlayışları bilimsel bir gerçeklik olarak, onu farkında olarak veya olmayarak, rahatsız etmeye devam edecektir. Zihninde iki ayrı kap varmış gibi onları birbirinden ayrı bir şekilde taşımayı sürdürecektir. ( Batı'nın ihraç ettiği bu dualitenin 200 yıldan fazla bir süredir insanımızda nasıl derin yaralar açtığına dair uzun ve trajik hikayeleri öğrenmek isteyenler, telif edilmiş yüzlerce esere bakabilirler.)

     

    Vahşi dünya algısı!

    Okullarda her ne kadar açıkça evrim teorisi öğretilmiyor gibi görünüyorsa da öğrencilere işin başlangıcında ve kaynağında bir Yaratıcı olduğundan da hiç bahsedilmiyor. Çocuk zihni ister istemez bir büyük boşluk duygusuyla başlatıyor tarihi. Sahipsiz, rehbersiz, vahşi, korkutucu ilkellerle dolu başıboş bir dünya algısı kaplıyor içini.

    Peygamberlerin getirdiği dinlerin fonksiyonlarına, etkilerine, dönüştürücülüklerine yer yok bu çizelgede. Rahmet ve şefkat yok. Hak-batıl mücadelesi yok. Allah’ın ilka ettiği kelimeler yok. Suhuftan bahsedildiğini duyan oldu mu?

     

    Tevhide ulaşmayı engelleyen eğitim!

    Bu Allah’sız tarih algısının kabullenilişinden sonra sıhhatli bir din kavrayışı gittikçe zorlaşır. Çünkü öğrencilerin ekseriyetinin zihni ikiye bölünmüştür artık. Chittik’in de belirtmiş olduğu gibi hayatı, kainatı, varlığı, varoluşu bu kompartımanlara bölerek anlama ameliyesi; gittikçe kişilerde bir meleke, bir alışkanlık haline gelir. Böylece kişilerin tevhide ulaşmasını engelleyen bu bakış açısı kemikleşerek tüm yaşamlarını belirler.

     

    Önce bilimsel gerçekler sonra din!

    Tarihin ve bu tarih anlayışının yücelttiği bilimin gerçeklerinin yanında dinin hakikatleri ikinci sıraya düşecektir. Üstü örtülmüş veya bireysel alana (vicdana) bırakılmış, terkedilmiş hakikatler… Allah’ın yaratmasından, kudretinden, afaki ve enfüsi ayetlerinden, dünyaya gönderiliş amacımızdan, imtihandan ancak belirli ve kısıtlı zamanlarda bahsedilecektir. (Dinin bir çeşit kiliseye hapsedilmesi de diyebilir miyiz buna?)

     

    Çizelgenin sakat paradigmasını geçersiz kılabilecek miyiz?

    Yani Batı(ilerlemeci tarih anlayışı)nın merkezde olduğu bu sakat ve bozuk çizelge, insanımızın bütün yaşamını acaip bir şekilde etkilemekte ve hatta belirlemektedir. Bu yüzden Türkiye’de de tıpkı bu çizelgenin paradigmasının geçerli ve hakim olduğu diğer ülkelerdeki gibi, telafisi çok zor, yanlış anlayışlar ortalığı kaplamış durumda.

     

    Mustafa Nezihi karmaşık bir soruna kısaca değindi

     

    http://www.dunyabizi...ail.php?id=7321


  14. Sümela Manastırında (Trabzon) ve Akdamar Kilisesinde (Van-Bitlis) ayinlere serbestlik getiren, azınlıklara taşınmazlarını iade eden hükümetimiz, her zaman çıkartabildiği kanun hükmünde kararnameyle veya başka bir yasal düzenlemeyle Ayasofya'da da ibadet yapma hakkını teslim edebilir müslümanlara..

     

    Madem desteklenesi konularda Ak Parti'ye destek oluyoruz (askeri ve yargı vesayeti, sivilleşme, derin devlet tasfiyesi, sosyal politikalar vs.), Ayasofya konusunda da hakkı istemek ve bunu her ortamda dile getirmek gerekmez mi?

     

    Milletvekillerine, bakanlara, Başbakanlığa, hatta Köşke... Mektup yazarak, telefon açarak, faks çekerek, elektronik posta yollayarak girişebiliriz bu işe.

     

    Ayasofya'nın açılması, orada müslümanların ibadetlerini yapması en meşru ve vazgeçilmez haktır.

    ...

     

    ALİ

     

     

    büyükdoğu kardeşim doğru söylemiş Allah razı olsun, Ayasofya açılsın diye bir kampanya başlatsak çok güzel olur, hiç değilse elimizle birşeyler yapılmasına da vesile olur, mail kampanyası aklıma yattı...


  15. yeri gelmişken Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin Ayasofya Vakfıyesini de hatırlatalım...

     

     

    İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

    Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse,

    Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

    Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

    Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.

    Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453

    (Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde Bulunan

    Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)

     

    http://gizlenentarihimiz.blogspot.com/2009/06/fatih-sultan-mehmedin-ayasofya.html

    • Like 1

  16. AYASOFYA'YI KİM AÇAMAZ?

     

    İşte Ayasofya'nın tapu senedi ilk defa!

     

    Ayasofya'nın ibadete açılması isteğini dillendirmek çok mu ayıp, çok mu ufuksuz bir istek? Ayasofya sadece kanun hükmünde bir kararname ile müze yıllardır!

    02 Eylül 2011 Cuma 12:00

    Ayasofya’nın Ramazan süresince TRT’de her gün arz-ı endam etmiş olmasına sevinmeli miyiz? Bu zamana kadar unut(tur)ulan bir mekanı TRT’nin hatırlamasına sevinmeliyiz belki. Belki seyretmişsinizdir; TRT’nin sahur programları Ayasofya Camii’nde yapılıyordu. Hem de canlı olarak. İlk gün Dursun Ali Erzincanlı’nın konuğu Emin Işık hoca idi. Erzincanlı belki boş bulundu da sordu belki sormadı demesinler diye şöyle bir değindi. Orasını bilmiyorum. Emin Işık’a, Ayasofya ibadete açılsa iyi olmaz mı gibi bir dilekçik cümlesi idi bu. Emin Işık, TRT’de bulunduğunu, durumun gayet nazik olduğunu unutmadı ve bunlar siyasi işler deyip meseleyi kapattı.

     

    Meseleyi kapatmıyorum

     

    Belki ben de kapatabilirdim ama 16 Ağustos 2011 tarihli Hürriyet gazetesi kapatmama fırsat vermedi. DHA muhabirleri Ömür Avcı, Osman Şişko, Hayati Yalçın bildiriyor. Özetliyorum:

    Trabzon’un Maçka İlçesi’ndeki tarihi Sümela Manastırı’nda 88 yıl aradan sonra geçen yıl ilk kez düzenlenen ayin ardından ikinci ayin (15 Ağustos 2011) yapılmış. Geceyi Maçka İlçesi’ndeki otelinde geçiren Fener Rum Patriği Bartholomeos, Sümela Manastırı’na giden patika yolun başına gelmiş ve manastıra yürümüş. Sümela Manastırı’na girdiği anda alkışlarla karşılanan Bartholomeos, dini ritüellerin yerine getirilmesinden sonra sunağa çıkmış ve manastırdakileri kutsamış. Bartholomeos, önce Yunanca sonra da Türkçe yaptığı konuşmasında, şunları söylemiş:

    Başbakan’a şükran

    “Sevgili Müslüman kardeşlerimiz. Tarihi Sümela Manastırı’nda bu sene de gelip dua etmeyi bize nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu konuda anlayış ve hassasiyetleri için hükümetimize ve özellikle sayın Başbakanımıza, Sayın Kültür ve Turizm Bakanımıza şükranlarımızı sunmayı borç biliyoruz.”

    Hırıstiyanlar Sümela Manastırı’nda Meryem Ana’nın göğe yükseldiğine inanıyorlarmış. 15 Ağustos’ta düzenlenen ayine, seksen sekiz yıl aradan sonra ilk kez geçen yıl izin verilmişti. Saat 10.15’te Bartholomeos’un manastıra girmesiyle başlayan ayin iki saat sürmüş. Sümela Manastırı’na giremeyenler için sosyal tesislerin çevresine dev ekran kurulmuş. Ekranın çevresinde biriken yabancı konuklar, mum yakmışlar, Patrik Bartholomeos’un yönettiği ayini dev ekrandan izlemişler.

     

    Ayasofya'da namaz kılabildiğimiz zaman

     

    Biz de teşekkür etmek istiyoruz Başbakanımıza. Ne zaman mı? Ayasofya’da ezan okunursa ve namaz kılabilirsek… (GYY'ni notu: Ayasofya'da ezan okunuyor, göstermelik namaz da kılınıyor. Arka tarafta küçük bir bölümde kılınabiliyor namaz, yıllardan beri hem de!)

    Ayasofya’da ezan ve namaz dendi mi bir kısım insanlar İstanbul’da cami mi yok, sanki bütün camiler doldu taştı da Ayasofya mı dolacak gibi lakırdılar söylüyorlar. Ayasofya’dan ezan okunması, orada namaz kılınması neden önemli, isterseniz bunu benden değil; Yahya Kemal’den dinleyin: (Aziz İstanbul s. 120)

     

    Ayasofya Camii'ni müzeye çeviren kararname!

     

    İşte bunun için önemli Ayasofya'da ezan ve namaz. Ancak 1934'ten beri ezan sesine ve secde eden mü’minlere hasrettir Ayasofya. O artık turistik bir mekân ve program çekim yeri. Ayasofya’nın başına bunlar nasıl geldi bir de ona bakalım: 1934'te Ayasofya Camii’ni Müzeye Çeviren Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin metni şöyle:

    “Kararname

    Sayı: 2/1589

    Maarif Vekilliğinden yazılan 14.11.1934 tarih ve 94041 sayılı tezkerede; Eşsiz bir mimarlık sanat âbidesi olan İstanbul'daki Ayasofya câmiinin tari­hi vaziyeti itibarile müzeye çevrilmesi bütün şark âlemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle bunun müzeye çevrilmesi, çevresindeki evkafa ait dükkânların yıktırılması ve diğerlerinin de evkafça istimlâk edil­mesi suretile güzelleştirilmesi ve tamiri ve daimî muhafazası masraflarına karşılık da evkafça bu sene ve gelecek seneler bütçelerinden muayyen bir para ayrılması hakkında bir karar ittihazı istenil­miş ve Evkaf Umum Müdürlüğünden yazılan 7.11.1934 tarih 153197/107 sayılı mütalâanamede, bu Camiin Bizanslılardan kalma bir eser olması hasebile hiç bir vakfı olmadığı ve her ne kadar cami olduktan sonra Sultanlar ve halk tarafından bazı gelirler bağlanmışsa da bunlardan âşâr olarak bağ­lanan Sultan gelirlerinin kaldırılmış olduğu ve halk tarafından bağlanan gelirler ise Kur'an oku­mak ve buna benzer belli ve nerede olursa olsun ya­pılabilir dinî emekler için olup müzeye çevrilmesi ve korunması için verilecek bir geliri bulunmadığı ve şimdiye kadar tamiri, gelirine bakmadan diğer vakıflarla bir arada yapılabilmekte olan bu bina cami olmaktan çıkınca artık buna da imkân kal­mayacağı ve bütçelerinin bugünkü vaziyeti her­hangi bir yardıma da yol bırakmamakta olduğu ve çevresindeki yapılardan evkafa ait olanları yık­mak ve kaldırmak elden gelirse de, ötekine berikine ait olanların evkafça satın alınmasına imkân bulunmadığı bildirilmiştir.

    Bu iş icra vekilleri heyetinde 24.11.1934’te gö­rüşülerek, camiin çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum Müdürlüğünce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diğer binaların istimlâk, yıkma ve bi­nanın tamir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliğince verilmek suretile Ayasofya Câmiinin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.

    24.11.1934

     

    Reisicumhur K. Atatürk

     

    Başvekil Ad. V. M.M.V. Da. V .

    İ.İnönü Ş. Saraçoğlu Z. Apaydın Ş. Kaya

     

    Har. V. V. Maliye V. Mf. V. Na. V.

    Ş. Kaya F. Agralı A. Özmen A. Çetinkaya

     

    İkt. V. S.İ.M.V. G İ.V. Zr. V.

    C. Bayar R. Saydam A. R. Tarlan M. Erkmen

     

    http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=7277

    • Like 1

  17. he bu arada eğer bir savaş çıksa ve ben komutan olsam sizi cepheye gönderirdim kendim de masabaşında stratejik savaşla ilgilenirdim. Demek istediğim düşünceniz güzel ama fevri ve stratejiden yoksun :) selametle

     

     

    kardeşim, Peygamber Efendimiz sav kıyamet kopmadan önce hazreti Mehdinin geleceği müjdesini bizlere veriyor. Ehli sünnetin inancı ve beklentisi bu yöndedir. O, hazreti mehdi ki , bir haccı ekberde, islam alimleri tarafından ,Kabei Muazzamanın damına çıkarılacak ve sen mehdisin diye kendisine hitapta bulunulacak. kendisi ilk başta bunu kabul etmeyecek ama sonra kendisinin sahip olduğu özellikler sıralanınca Mehdi olduğunu kabul edecek.

     

    evet dostlarım, Hazreti Mehdi gelecek, bu ne büyük bir müjde, ordu kuracak, küfürle savaşacak, islam dini dünyaya hükmedecek. bu günler gelecek, bu olaylar yaşanacak, zaman ahir zaman malum.

     

    hazreti mehdinin kuracağı bu ordu medineden yola çıkacak ve ne gariptir medine halkından bazı kimselerin bundan haberi bile olmayacak!!! Bu ne manaya gelir, nasıl bir durumdur, düşünmenizi istirham ediyorum. demek ki hazreti mehdinin ordusunda bulunabilmek her babayiğidin harcı olamayacak.

     

    bu paralelde evet kardeşim; eğer bu ordu gelecekse ki gelecek, bu ordunun içerisinde bulunmak suretiyle o topluluğun en gerisindeki kişi olabilme şerefi bu fakire yeter de artar bile, evet ben o ordunun en basit, sıradan bir neferi olmayı arzuluyorum ve o günleri arkadaşlar sabır demiş ya "sabırla" bekleyenlerdenim. Necip fazıl üstad ne güzel de demiş:

     

    "altun kol silsilesi peşinizde ben

    üç ayakla seken topal köpeğim"

     

    diye, ben de diyorum ki ey üstadım sen "3 ayakla seken topal köpeksen", "ben 2 ayakla sürünmeye çalışan bir köpeğim" ve bu durum eğer bahsi geçen liyakatliğe mazhar bir durumsa bizim için payelerin en üstünüdür.

     

    merhum tahir hocanın vaazlerinden yapılan derlemeyi kalemdar kardeş tahir hoca başlığına bir kaç gün önce eklemişti. tahir hoca orada "Allahu Teala kulum desin, Rasulullah sav kölem desin, daha başka birşey istemem" demiş (bu paraleldeydi sözleri). gaye bu kardeşler...

     

    ha ama sizin hedefiniz baş olmaktır, saygı duyarım, yönetmektir dedim ya saygı duyarım ve belki de hedefiniz 550 milletvekili ile meclise girmektir , çözüm sizin için budur, bu sizin düşünceniz...

     

    bunun detaylı açıklamalarını başka başlıklar altında naçizane yapmaya çalışmıştım, ben derim ki özetle müslümanın metodu peygamber metodudur, bunun haricindeki metodların hepsi batıldır, çıkmaz sokaktır, şayet müslümanlar olarak müslümanların yükselme devrine özlemimiz varsa, müslümanlığı hayatımızda yaşayıp, müslümanca düşünmekle işe başlamalıyız...


  18. Arkadaşlarım, Buhârî ve Müslim'in beraberce naklettiği bir hadîste Peygamber Efendimiz (sav): "(Akıllı ve olgun) Mü'min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz." (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63) buyurmuştur. Cübbeli Ahmet Hoca'nın bu tavrını sözde siyaset olarak değerlendirmek abes kaçıyor. Hadi birinde hazırlıksızdın, boşluğuna geldi, böyle bir soru beklemiyordun da (bu da mazeret değil yukarda açıklamasını yaptım) aynı cevapları , aynı sözleri , aynı cümleleri, bu tarz bir içtenlikle söylemeyi nasıl normal karşılıyorsunuz anlamıyorum. Eğer ahmet Hoca siyasetten anlasa, kendisini böyle zor durumda bırakacak kişilerin programlarına katılma ucuzluğunu göstermezdi. Allah düşmanlarının karşısına çıkıp da neyi anlatacak merak ediyorum. Müslüman "emrolunduğu gibi dosdoğru" olmaz mı? Müslüman bu mantıktan yola çıkıldığı takdirde sözde islam için yalan da söyleyebilir, rüşvet de alabilir, faiz de yiyebilir, adam da kayırabilir,... (haşa).

     

    Bir gün bir Bedevi Peygamber Efendimiz sav e geliyor ve "Ya Rasulallah! sav, müslüman zina yapar mı", ardından "müslüman içki içer mi",... gibi belli başlı bazı büyük günahlarla alakalı sorular soruyor. Allah Rasulu sav in her soruda canı sıkılıyor, üzülüyor ve "yapmaması lazım ama nefsine şeytana uyup bu günahları işleyebilir" buyurduktan sonra Bedevi "Ya rasulallah sav müslüman yalan söyler mi" diye sorunc, kainatın Efendisi sav ayağa kalkıyor ve "La Vallahi! La Vallahi! La Vallahi! Vallahi Yalan Söylemez! Vallahi Yalan Söylemez! Vallahi Yalan Söylemez!" buyuruyor.

     

    Eğer Cübbeli ahmet Hoca söylediklerini kabul ederek, inanarak, içtenlikle söylediyse yazıklar olsun, eğer yalan söylediyse böyle alimlik de olmaz din adamlığı.

     

    Onu izleyen müslümanların vebal yükünü kim çekecek peki? Var mı burda mahşerde o sözlerden ötürü, aklı karışmış ve Cübbeli ahmet hocanın dediklerini kabul etmiş garibim müslümanların haklarını sırtlanacak babayiğit?

     

    "Kişi sevdiğiyle beraberdir" düsturuna mukabil isteyen istediğini sevsin lakin bu sevginin de bir bedeli olacağını unutmasın...

     

    • Like 1

  19.  

    İşte bu şimdi olmadı! Güzel kardeşim, olayı geniş kapsamlı ele alalım inşallah. Evvela ufak bir bilgi vereyim, ben okul sıralarından önce o mübarek insanın mensubu olduğu cemaatın kurslarının rahlesini tanımış ve de Atatürk Atatürk diye vıyaklayan öğretmenlerin sayıklamalarından önce o mukaddes hocaların vaizlerini işitmiş bir fakirim. Çocukluğum sohbetlerini dinlemekle, iştirak etmekle geçti desem yalan olmaz. Ve yemin olsun ki şu yaşıma geldim ehl-i sünnete ters tek bir kelimeye dahi şahit olmadım! Halen daha sohbetlerine katılırım.

     

    Yukarıdaki videoda bana ters gelen tek bir ibare yoktur. Bakınız siz de dile getirmişsiniz, televizyonda halka seslenmesine değinmişsiniz. Orada ne dini sattı ne de vatanı. Hatırlayınız Gölcük depremi zamanlarında günahlardan ötürü Allah bizi salladı demesiyle hapise attılar. Beykoz'da o güzelim külliyeyi bugün saçı başı açıka damlar istila etmiş durumda. Lise yaptılar. Şeker hastalığının esir aldığı bedenine aldırmaksızın kendini bu davaya adayan bir insana laf uzatmak akli selim bir insanın yapacağı iş midir?

     

    Orada sunucunun sorduğu soru zaten kasdidir, açıkça kavgaya davet var. Mübarek insan biraz stratejik davranıyor ki her defasında emeği geçen diğer mübarek insanlar diyor. Daha şumul bir zaviye kazandırmaya çalışıyor. Kardeşim bakış açın doğru değil, olamaz da! Bugün asıp kesme ile birşeye nüfuz edemiyorsunuz. Size de ufak bir eleştirim olarak görün, bu tutumunuz çok sert. Bir kaç başlıkta da karşı karşıya geldik ve kesinlikle ufak bir aralık kapı bırakmadan direk hükmü veriyorsunuz. Bu yanlış. Bakınız tamam müslümanlık taviz yahut ılıman, diyalogcu asalaklar gibi davranışları kabul etmez. Ama burada durum farklı. 74 milyonun önünde, "Allah o zındığın belasını versin, alimi kesti astı, Kur'anı tercüme meselesi de sırf türkçe tercemenin arapça kur'anın yerini alması kasdiyledir. Bu ve gurühü dinsiz, imansız, masondur.Yaşatman vurun!" Sizi öyle sanıyorum ki böyle bir uslup tatmin edecekti. Bizim metodumuz bu değildir. Bu tahammül değil sadece akil bir müslüman örneğidir.

     

    Rica ederim karalamanızı biraz ölçün tartın öyle yazın. Ben o mübareğin yaptıklarının ettiklerinin zerre kadar Hakk'ın rızasından saptığını sanmıyorum. Elbet demiyorum ki hatasız, peygamberlerin dahi zelle'leri olmuştur. Ve Efendi Babam kendilerinde ledün ilmi olduklarını dile getirmişlerdir. Orada çıkıp konuştuklarında orada ulvi himmet ile konuşmaktadırlar. Bu yönlere vakıf olduğunuzu gözlemliyorum yalnız gördüğünüz bir kaç kareye, işittiğiniz bir kaç lafa peşin hüküm veremezsiniz!

     

    Neyse uzatmayacağım, siz de tavsiyem aşırı israrcı olmayınız.Hem bugün diyalogculara, sapık itikadlılara o kadar mücadelesi kavgası varken iyi de şurada biraz stratejik davranıp, temkinli davrandı diye hemen hain mi oldu? Neden işimize gelmeyen noktada hemen insanların üzerine çizik atarız? Yanlış yanlış hem de püsküllü!

     

    Fena sinir etti bu bahis beni. Lütfen itidal üzere olalım, muvaneze denen kelimenin açıp sözlükten anlamına bakalım. İfrat tefrit mümine yakışmaz. Diyecek sözüm yok daha hakim bey.

     

     

    her çağıranın programına katılırsa böyle kasıtlı soruların kendisine sorulacağını da tahmin etmelidir. o programa silah zoruyla mı çıkardılar, benim anlamadığım bu. iskilipli atıf hocaya "şu şapkayı takıver, yoksa canından olacaksın" dediklerinde "ben bu şapkayı taksam kafir olmam ama benim taktığımı görüp de iskilipli atıf hoca bu şapkayı taktı diye , bu şapkayı takanlar dininden olur diye ben bunu takmıyorum diyor" ve ümmeti muhammedi kendinden fazla düşündüğü için hem de Rasulullah sav in müjdesiyle şehadete yürüyor...

     

    eğer cübbeli ahmet hoca bu bahsettiğin gibi stratejik davransaydı bu tür programlara herhalde katılmazdı. cübbeli hocanın reddiyelerini bende takip ediyorum ama şu cümleleri onun ağzından görünce kulaklarıma inanamadım. ehli sünnet böyle savunulmaz kusura bakmayın. bana katılacaksınız diye de bir durum söz konusu değil, önceden de birbirimizin fikirlerini eleştirdik yine eleştiririz. bu olağandır...


  20. Bakın Hoca yı amacı belli oldu vs gibi sözlerle itham etmişsiniz.Hoca açık seçik demiş ki belgelerle kanıtlanan her şeye inanılmalıdır ve Atatürk ün din adına yaptığı şeyler de olmuştur .... yanlış ya da çarpıtma tek cümle yok. Zaten o çok mükemmledir Allah razı olsun vs gibi övgü cümleleri kurulmaması, herkesin Allah katındaki yerini Allah bilir kabilinden cümleler anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az mesajını vermiş bulunmaktadır.

    Ancak bugün siz çıkıp da Atatürk ün kurduğu rejime olsun şahsına olsun aleyhinde konuşursanız bunun size katkısı olmadığı gibi ülke içinde varolan ikiliği pekiştirmiş olursunuz.Ama yok illa ki söylenmeli diyorsanız buyurunuz efendim tv ler internet alemi elinizin altında siz söyleyin

    Karşınızdakinin imanını başındaki kuş olarak görmelisiniz vesselam...

     

     

    cübbeliden önce de bu ülkede İslam adına kıymetli isimler müslümanlara yol gösterdi, kılavuz oldu ve kıyamete kadar da bu kılavuzluk vazifesi yine kıymetli şahıslar tarafından devam ettirilecektir. Az biraz yakın tarih hakkında malumatınız olsaydı böyle bir yorum yapacağınızı zannetmiyorum. (tabi isteyen istediği yorumu yapmakta serbesttir). herşeyi bir kenara bırakalım sadece ve sadece İskilipli atıf Hocamın küfür karşısında ki kararlı duruşu, sizin savunduğunuz bu tutuma verilecek en mühim cevaplardan beridir. Ne İskilipli Atıf Hoca, ne Erbilli Esad Efendi (k.s.),, ne Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), ne Abdülhakim Arvasi (k.s.), ne Necip Fazıl Kısakürek, ne Osman Yüksel Serdengeçti ve daha birçok ismini saymaktan aciz kaldığım büyük Allah dostları ve fikir adamlarımız, küfür karşısında boynu bükük bir tavır takınmamışlardır.

     

    Ne zaman böyle bir tavır meşru olur, kılıç gırtlağına dayanır, canını almakla seni tehdit ederler hz. ammar bin yasir ra da olduğu gibi ancak o zaman, Allah düşmanlarının senden istediği cümleleri söyleme ruhsatın vardır. Bunun haricinde hiçbir mazeret geçerli değildir.

     

    Bu mevzunun ve sizin bakış açınızın tek bir sonucu vardır o da müslümanların artık müslümanca , İslama göre, Cenabı Hakkın emir ve yasaklarına göre, Rasulullah sav e göre düşünmeyi rafa kaldırmış olmalarıdır. Biz bu kuru aklımıza ve bön mantığımıza "kes sesini" demedikçe. merhum üstadımızın muazzam bir biçimde şiirleştirdiği "gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür, sana çöl gibi gelen O göl diyorsa göldür" ölçüsünü beyin hücrelerimizin duvarlarına kazımadıkça doğru düşünce iklimine, ve bu iklimin doğruracağı doğru neticelere varmamız olanaksızdır...

    • Like 1

  21. şunu izledim beynimden vurulmuşa döndüm. cübbeli ahmet hoca ki konuşmalarını takip ettiğimiz, yerine göre illa ki birini dinleyeceksen cübbeli ahmet hocayı dinle adam ehli sünnet diyorduk. şimdi ne yapalım? ekrana çıkmanın bedeli mi bu? böyle bir bedeli hangi hizmet öder?

     

    hakikatler ancak bu kadar çarptırılabilirdi. bu video açık ve net cübbeli ahmet hocanın gerçek amacını ve kimlere hizmet ettiğini göstermesi bakımından son derece manidardır. velev ki ekranda böyle konuşmak zorunda kaldığını varsayarsak da, bu cümleleri sarfedeceğine adın sanın silinsin gitsin de ağzından bu cümleler çıkmasaydı. İslamın hükümlerini kaldıran zümre için sarfettiği bu sözler inanılır gibi değildir. rejimi oturtmak için asılan 500.000 müslümanın neden asıldığını söylemiyor da basit bir iki örnekle ayan beyan hakikatleri ört bas etmeye gayret gösteriyor...

    yazıklar olsun...

     

    Allahu Teala ahir zaman fitnelerinden bizleri muhafaza buyursun...

     

     

    http://www.youtube.com/watch?v=oVz_JFY5t_s&feature=related

    • Like 1

  22. Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983’te İstanbulda vefat ettiğinde, Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde yayınladığı “Necip Fazıl” başlıklı ünlü yazısında, “Herkes, inandığı, sevdiği yazarı, şairi dilediği biçimde anmalıdır. Nazım Hikmet gibi Necip Fazıl gibi şairlere asla siyasal koşullandırmalar ile bakmamayı öğrenmeliyiz.” dedikten sonra, bugüne kadar unutamadığım Necip Fazıl iyi bir şair. Hiç şüphe yok. Necip Fazıl bir "Atatürk düşmanı". Buna da hiç şüphe yok.” şeklindeki cümleleri yazabilmişti. O yazı çelişkilerle doluydu; hiçbir yazara yakıştıramayacağım sözkonusu iftira, yalan ve düşmanlık dolu metni, ölümünün hemen ardından yayınlaması, beni derin yaraladı.

     

    O günden sonra Necip Fazıl’ın eserlerini okurken Atatürk aleyhinde bir ifadesi var mı diye hep dikkat ettim, ama bulamadım. 1997 yılından beri belgesel yapıyorum, yakın tarihi basından ve kitaplardan araştırıyorum. Necip Fazıl hakkında yazılan olumlu olumsuz bütün metinlere baktım, "Atatürk düşmanı" olduğunu gösteren bir yazısıyla karşılaşır mıyım diye, ama karşılaşmadım.

     

     

     

    “ATATÜRK” “NECİP FAZIL” HOROZ DÖVÜŞÜ

     

    Necip Fazıl Kısakürek, hayatta olsaydı da, Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını bulup çıkardığımı ve "Atatürk düşmanı" olmadığına dairkaleme aldığım bu yazıyı görseydi, sanırım bana teşekkür ederdi. Hemen belirtmeliyim ki Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’u 20. yüzyıl edebiyatımızın, özellikle şiirimizin sütunları görüyorum. Necip Fazıl Kısakürek, hayatı boyunca yaptığı gibi benim de ülkede oynanan oyunu bozmak için yazdığımı görünce mutluluk duyardı.

     

    Ülkeyi horozcu kahvesine çevirdiler.. Horoz dövüşlerinden geçiniyorlar. Ardı arkası kesilmez horoz dövüşleriyle geçinip gidiyorlar, bedavadan kariyer yapıyorlar ve servetlerini katlıyorlar.. Bir bakıyorsunuz “sağ” / “sol” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “Türk” / “Kürt” horozlarının dövüşü, bir bakıyorsunuz “laik” / “antilaik” horozlarının dövüşü.. Horoz dövüşleriyle darbe ortamı hazırlanıyor, bir ekip gelip devlete el koyuyor, hazine boşaltılıyor, ülke yağmalanıyor ve servetlerini binlerce kez katlıyorlar. Bir askeri müdahale, milletimiz açısından iki savaş yenilgisinden de beter.. Darbelerin hep siyasi sonuçları üzerinde duruluyor. Oysa darbelerin ekonomide ve dış politikada yaptığı tahribat daha büyük..

     

    Horozcuların “laik” / “antilaik” dövüşünde ortaya attıkları ve oynadıkları büyük horoz hep “Atatürk”tür. Adı dövüş olsun diye karşısına bulup çıkardıkları irili ufaklı rakip horozlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir. Mustafa Kemal Paşa’nın manevi kişiliği ile Necip Fazıl Kısakürek’in manevi kişiliğini karşı karşıya getirmek ve dövüştürmek her zaman ilgi çekmiştir.. Doğrusu Necip Fazıl Kısakürek de hem kimi eserlerinde ele aldığı konular, tartıştığı meselelerde sergilediği yaklaşımlar ve ileri sürdüğü fikirlerle, hem de taşkın mizacı, büyük birikimi, parlak zekası, üstün muhakeme gücü, polemikçi kişiliği ve eşsiz coşkulu üslubuyla horoz dövüşlerine uygun bir isimdir.

     

    Horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşünden bahsederken, her iki ismi de tırnak içinde yazışımın özel bir nedeni var: Dövüştürülen her iki şahsiyet de hayalidir, siyasi sembol olarak kullanılmaktadır, kendi kişisel tarihi gerçekleriyle hiçbir ilgileri yoktur..

     

    Burada hemen belirtmeliyim ki Necip Fazıl Kısakürek, ne Mustafa Kemal Paşa hayattayken, ne de vefatıdan sonra, ona karşı saygısızlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, Milli Mücadele’deki hizmetlerine her zaman hayranlık duymuştur.

     

    Necip Fazıl Kısakürek’in eleştirilerinin hedefinde hep CHP olmuştur. Mustafa Kemal Paşa döneminde olsun, İsmet İnönü döneminde olsun, uygulanan politikalardaki yanlışların altını cesurca çizmiştir.. CHP’nin temsil ettiği, egemen Batıcı zihniyeti sorgulamaktan çekinmemiştir. Lozan’dan başlayan sürece eleştirel yaklaştığı doğrudur. Özellikle Milli Şef İsmet İnönü’nün ve dönemindeki CHP diktatörlüğünün eleştirilerinden büyük pay aldığı da doğrudur. Necip Fazıl Kısakürek muhalif duruşunun bedelini de ömrünün en güzel yıllarını cezaevlerinde geçirerek ödemiştir.

     

     

     

    Bütün bu gerçekler, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu sevgiyi, saygıyı ve hayranlığı gölgelemez. Dolayısıyla horozcuların yaptırdığı “Atatürk” / “Necip Fazıl” horoz dövüşü büyük bir haksızlıktır; milletimizin gönlünde taht kuran bu iki büyüğümüze ve hatıralarına karşı büyük bir saygısızlıktır..

     

    ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNDE NECİP FAZIL NE YAZDI?

     

    Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü münasebetiyle kaleme aldığı yazısını dikkatlerinize sunmak istiyorum. Gazi hakkında ölümünden 15 gün sonra, 25 Kasım 1938’de yayınladığı bu yazısında üstadın dikkat ettiği hususları, yaklaşımlarını, şahsiyetine dönük fikirlerini ve samimi duygularını göreceksiniz.. Necip Fazıl Kısakürek’in, Gazi’nin vefatının dünya kamuoyunda yarattığı yankılara ve hemen her devletin akın akın taziyeye gelişlerine bakıp “Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur.” deyişi,olaya objektif baktığını, müthiş gözlemciliğini ve eşsiz muhakemesini yansıtan bu sözler,sanırım ele aldığımız konuya gerekli ve yeterli açıklığı kazandırmaktadır. Önce yazıyı okumanızı rica ediyorum. Sonra bu konuda belirtilmesi gereken birkaç hususu da dikkatinize arz edeceğim:

     

    “Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan bir çok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi, içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor. Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. (Kişiliği ve kimliğinin büyüklüğü daha nasıl ifade edilir? MY)

     

    Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir. Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alaka payı düştüğünü kabul eder. Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz. Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defa ki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize Yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fi’li ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısı kadar azdır. (Bu cümlelerde, Atatürk’ün ölümünün milletimiz üzerindeki etkisi ve ülkeyi baştan sona saran derin üzüntü en veciz ifadesini buluyor. MY)

     

    Hiçbir Türk, kendini, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit etmezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama sahip olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki garp, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan milli kahraman’ın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin olmadığı ve hiçbir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. (Dünya tarihindeki, milli tarihimizdeki yerine müthiş bir atıf değil mi bu cümleler!MY)

     

    Atatürk’ün gözleriyle görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimize bırakmayarak kesin bir delalet halinde şuurumuza indirmekle mükellefiz O Türk’e, hem Türk’ü, hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserler) büyük nikbinlerden (iyimserler) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık gören, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde, aydınlık gören de, öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

     

    Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata indirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur. Atatürk’ün ruhi maktalarından (kesitlerinden) bence en alakalısı, o’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği, başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı. (Atatürk’ün kişiliğine ilişkin bugüne kadar yapılmış en çarpıçı değerlendirmedir bu. MY)

     

    Birinci vesika; bir millet için esaret ve mahkumiyet anının bir vakıa halinde teslim edildiği hengamede bu vakıaya inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit, o inanmadı. Bu Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin tecellisidir.

     

    İkinci vesika; milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken yakınlarından itibaren bütün Türk milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakmıyordu. Bu da sonuncu tecelli.

     

    Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için onu ikinci tecellide de haksız bulamayacağız.” (Dikkat ederseniz, Necip Fazıl, ‘Atatürk ölmedi!’ diyor.. MY)

     

    NECİP FAZIL’IN MÜCADELESİ

     

    Necip Fazıl Kısakürek, doğuştan şairdi; 12 yaşında şiirle ilgilenen sahip olduğu o büyük ruh, okulda hocaları olan Ahmet Hamdi Akseki, Yahya Kemal, Beyatlı ve Humudullah Suphi gibi kültür tarihimizin büyüklerinin ilgisiyle şekillendi. Cumhuriyet dönemi şiirinin geleneğe eklemlenen halkası oldu. Şiirlerini, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu’nun, Halide Edip’in, Refik Halit’in, Fuat Köprülü’nün yazdığı “Yeni Mecmuda” da yayınladı. Tasavvufi bir hava tüten bu şiirlere ve bu şiirlerin sesine karşı herkeste büyük bir alâka… Öyle ki, Ahmet Haşim “Çocuk, bu sesi nerede buldun sen?” diyerek alâkasını gizlemedi. Darülfünunda, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa arkadaşları.. O yaşayan Yunus Emre’ydi: Necip Fazıl'ın ilk şiir kitabı daha 17 yaşında iken yayınlandı ve şiirleri M.E.B'in ders kitaplarında okutuldu. Genç yaşta yazdığı tiyatro eserleri, dönemin tiyatrolarında aylarca kapalı gişe sahnelendi.

     

    Paris’te, Sorbon Üniversitesin’de felsefe eğitimi aldı; devlet imkanlarıyla Fransa’ya Suat Hayri Ürgüplü, Burhan Toprak, Cemil Sena, Namdar Rahmi gibi ilerde ülke çapında isim yapacak olan kimseler gitmişti. Necip Fazıl Kısakürek, Doğu’yu ve Batı’yı iyi görmüş, doğru kavramış ve milletimize temas halinde olduğu bu ikin dünya arasında nasıl dengesini koruyacağını gösterebilmiş bir büyük sanatçıydı: Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı adlı şiir kitabı onu çok genç yaşta ünlü yaptı. Henüz harf değişikliği yapılmamıştır. O günkü harflerle “Kaldırımlar” isimli ikinci şiir kitabını çıkarır. Yakup Kadri, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Yaşar Nabi onu öven, göklere çıkaran yazılar yazarlar. Adı artık “Kaldırımlar Şairi’dir. Yaşar Nabi: “Bir mısrası bir millete şeref verecek şair” diye anar onu. Cumhuriyet gazetesinin Peyami Safa idaresindeki “Edebiyat Sayfası”nda tahliller ve hikayeler yazmaktadır. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile takdir toplamayı sürdürdü. Yine MEB'in yayınladığı bir Türk şairleri Anatolojisi kitabında, 'N.F. Kısakürek herkes tarafından en iyi şair olarak kabul edilmese bile, Ben ve Ötesi Türk Edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı olsa gerek, der. Meslektaşları tarafından da çok sevilen şair "Üstad Necip Fazıl Kısakürek" olarak anılmaya başlandı.

     

    Fikret Adil’in Beyoğlu’nda, Tünel tarafında, Asmalımescit Sokağı’ndaki pansiyon odasında, Peyami Safa, Çallı İbrahim, Mesut Cemil, Eşref Şefik gibi meşhurlarla yaşanılan bohem hayatının tam ortasında.. Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. 30'lu yaşlarında bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve bir daha ondan kopamadı. Daha sonraları onun için; 1940 yılında; "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel, / Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel." diyecek, hatta “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” diyeceği bu büyük insan, onun hayatında yeni bir devrin başlamasına vesile olur ve üstat, hayatında meydana gelen bu değişikliği şu mısralarla özetler: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum; / Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Bu tarihten itibaren sanat ve edebiyat çevrelerinde “Mistik Şair” ve “Bay Mistik” diye anılmaya başar. Nazım Hikmet, Nizametten Nazif ve geleceğin cumhurbaşkanı Fahri Sait Korutürk okul arkadaşlarıydı; toplumun üst kesiminden olmasına, statükocu seçkin azınlığın içinden çıkmasına rağmen kendini milletinin yanında konumladı..

     

    Bu Abdülhakim Arvasi ile tanışma, Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında dönüm noktası oldu. Burada, Necip Fazıl Kısakürek’in kendini bulduğu, hayatının eksenini belirleyen davaya adandığı tarihin 1934 yılı oluşuna dikkatinizi çekmek isterim. Mustafa Kemal Paşa hala hayattadır. Atatürk’ün ölümü münasebetiyle yayınladığı yazısını da Necip Fazıl Kısakürek’in hayatında gerçekleştirdiği bu büyük inkılaptan dört yıl sonra kaleme aldığını da hatırlatmak isterim.

     

     

     

    17 Eylül 1943’te Büyük Doğu’yu haftalık olarak yayınlamaya başlar. Dergide, daha sonra çoğu sosyalizme kayacak olan Fahri Erdinç, Faik Baysal, Özdemir Asaf, Salâh Birsel, Emin Ülgener, İskender Fikret, Hasan Çelebi, Oktay Akbal gibi gençlerin yanında Fikret Adil ve Bedri Rahmi Eyüboğlu da yazmaktadırlar.

     

    1942 yılında Başbakan Refik Saydam tarafından milletvekilliğine listenin başında aday gösterilenince İsmet İnönü tarafından çizilen Necip Fazıl, bu sefer de CHP genel sekreteri ve hikayeci Memduh Şevket Esendal tarafından aday gösterilir, fakat derhal reddedilir. Dolayısıyla üstat Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet İnönü’yle arası 1942’de bozulur ve o tarihten itibaren de hem Cumhurbaşkanı İnönü’ye, hem de CHP’ye şiddetli muhalefet ettiğini görürüz. Dört yıl sonra, 13 Aralık 1946da yayınlanan Büyük Doğu’nun 58. sayısının kapağında bir kulak resmi ve altında “Başımıza kulak istiyoruz” yazısı vardır. Bu İnönü’ye hakaret sayılarak, mecmua örfi idare tarafından ikinci sefer kapatılıyor. Ayrıca mecmuada tefrika edilmekte olan “Sır” isimli piyesten dolayı dava açılıyor. İsnat olarak da “milleti kanlı bir ihtilale teşvik ettiği” ileri sürülüyor. Bu dönemde artık Demokrat Parti kurulmuştur ve CHP karşısındaki konumu yasal bir zemine kavuşmuştur.

     

    İslami kimliği ile öne çıkmaya başladıktan sonra bu büyük çevre çil yavrusu gibi dağıldı ve ders kitaplarından şiirleri ve fikirleri çıkarıldı. Necip Fazıl'ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu 1934 – 1946 yılları arasındaki 12 yıllık döneme rastlar: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır. Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve çeşitli bahanelerle toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Her Gün ve Tercüman gazetelerinde yayınladı.

     

    Büyük Doğu Hareketi'ni başlattığı Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve CHP’nin dikta yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi. 163. maddeye aykırı bulunan yazıları ile birkaç yılda bir hapse mahkûm oldu.

     

     

     

    Necip Fazıl Kısakürek, fikir ve sanat hayatı boyunca 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, İman ve İslam Atlası adlı eseriyle fikir dalında Millî Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) unvanını kazanmıştır.

     

    NECİP FAZIL ATATÜRK DÜŞMANI DEĞİLDİR

     

    Necip Fazıl Kısakürek ilk baskısı 1968 yılında yapılan “Vatan Haini Değil-Büyük Vatan Dostu Vahidüddin” isimli kitabı nedeniyle 1983 yılında hapse girecekken 79 yaşında vefat etmişti.

     

    Kitap daha önce araştırma dizisi olarak Bugün gazetesinde yayınlandı. Birinci baskısı tükenmek üzereyken toplatıldı ve hakkında takibat başlatıldı. Kitabı incelemek üzere bir bilirkişi oluşturuldu. Bilirkişi, ‘Kitapta söylenenler hayal ürünüdür, ama herhangi bir suç unsuru yoktur.’ diye rapor verdi. Ankara, ikinci bir bilirkişi heyeti tayin etti. Bu heyetten de benzer bir rapor çıkınca, Necip Fazıl Kısakürek 1971’de beraat etti.

     

    1972 yılında beraat kararı Yargıtay tarafından temyiz edildi. 1973’te mahkumiyet kararı çıktı. 1974’te Af Kanunu, olayı askıya aldı. 1975 yılında kitap yeniden basıldı. Yine takibat başlatıldı. 1976’da, üçüncü baskı yapıldı. 1977’de yeniden toplatma kararı alındı ve takibata geçildi. 1979’da üçüncü kez bir bilirkişi heyeti oluşturuldu. 1980 yılında dördüncü bir bilirkişi teşkil edildi. Heyetler, kitapta suç unsuru bulunmadığı yönünde rapor verdi.

     

    12 Eylül darbesinden sonra Necip Fazıl ile ilgili mahkumiyet kararı 1982 yılında Yargıtay tarafından onandı. Fakat, kararın infazı 4 ay tehir edildi. Aynı yıl içerisinde Adli Tıp Kurumu, Necip Fazıl’ın Anayasa’da öngörülen cezanın affı şartlarını haiz olduğu yönünde dönemin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’e bir rapor verdi. Ancak Evren, Necip Fazıl’ı affetmedi; Atatürk’ün hatırasına neşren hakaret edildiği gerekçesi ile verilen cezasın infazı yönünde talimat verdi.

     

    Davaya konu olan "Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin" adlı kitabın mahkemenin bilirkişi olarak görevlendirdiği Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Seçil Akgün tarafından herhangi bir suç unsuru teşkil etmediği rapor edilmiş ancak Necip Fazıl "Atatürk'e hakaret etmeye meyilli olmak" gerekçesiyle mahkûm edilmiştir.

     

    Necip Fazıl, 1983 yılında hapse girmesine az bir zaman kala vefat etti. Deyim yerinde ise son padişah Vahdettin’i savunduğu için mahkûm olarak öldü. Kısakürek’in kitabı, hâlâ yasaklılar listesinde bulunuyor.

     

    Necip Fazıl Kısakürek, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına, tarihi kişiliğine ve hizmetlerine karşı bir saygısızlık yaptığı için değil.. Daha sonra Bülent Ecevit’in de kitap yazarak savunduğu gibi Sultan Vahidüddin’in vatan haini olmadığını ispatladığı için suçlu bulundu. Bir tarihi olayda, iktidarın yanlışını, Atatürk’ü koruma kanunu kapsamında savunma durumu sözkonusu. Mustafa Kemal Paşa’nın arkasına saklanarak, İnönü’yü, CHP’yi, statükoculuğu ve Cumhuriyet aristokrasisinin kirli tarihini savunmaya çalışıyorlar..

     

    Oysa Mustafa Kemal Paşa da, Necip Fazıl Kısakürek de milletimizin gönlünde taht kurmuş tarihi şahsiyetlerdir.. Onları horoz dövüşçülerinin elinden kurtarmak gerekir..

     

    Mustafa Yürekli - Haber 7

     

     

     

    bu yazının yazarı hakkında malumat sahibi değilim ancak bu yazı kendi düşünce röntgenini göstermesi bakımından çok belirgin özelliklere sahiptir. Necip Fazıl Kısakürek hakkında pek çok kişi yazı yazmıştır. Onu seven de sevmeyen de hakkında birkaç satır da olsa birşeyler söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu yazıların karakteristiği de yazıyı yazanın fikir yapısı ile alakalı önemli ipuçlarını bünyesinde barındırır. Necip Fazılı seven , fikirlerine değer veren bir kimse Necip Fazılı anlatırken dava adamı, mücadele adamı, küfre karşı hakikati haykıran İslamın müdafacısı gibi tabirleri illaki kullanır. Sevmeyenler ise Necip Fazılın sadece şairliğinden dem vururlar ve üstüne basa basa "kaldırımlar şiirinin şairi" gibi dar bir çerçevede üstadı anlatmaya çalışırlar. Bu gaye de Üstadın sultanüş şuara olmasını inkar edememelerinden kaynaklanır.

     

    Bu yazar da garibim üstadı kulaktan dolma bilgilerle biliyor belli ki böyle saçma bir savunmaya girmiş. Üstadın fikirle yoğrulmuş bir iki kitabını okuyan birisi böyle bir yazı yazmaktan oldukça uzaktır...

     

    Niyeyse Üstadı olduğundan farklı gösterme modası aldı başını yürüyor. Herkes kendi düşüncesini Üstad üzerinden primlendirmeye gayret ediyor. Yok demokrasi kahramanıydı, demokrasiyi savunurdu vs gibi saçma düşünceleri insanlara empoze etmek için insanlar Üstada iftira atmaktalar...

     

    Müslüman gençlik neyin ne olduğunu bilir...

    • Like 2
×
×
  • Create New...