Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
kurşunkalem

Dücane Cündioğlu

Recommended Posts

İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır.

 

Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

 

Pascal ne güzel söylemiş:

 

— "Agenouillez-vous, priez et vous croirez!"

 

Yani:

 

— "Diz çökün, dua edin; inanacaksınız!"

 

Önce secdeye kapanmayı bilmeli insan; aczini... güçsüzlüğünü... muhtaç olduğunu... yardıma değil, yaşama ihtiyaç duyduğunu... yaşamaya... ve bir gün ölmeye...

 

Aczini idrak, güçsüzlüğünü itiraf edebilmeli.

 

İnsan kendinden saklanmamalı.

 

***

 

Düşünerek inanmaz insan. Aslâ, ama aslâ bir düşünme eyleminin sonunda inancı bulmayı beceremez. Bilâkis düşünemediğinde, düşünmek kâr etmediğinde inanır. Eylediğinde yani. Eylemin içinde... yaşamın ve yaşamanın tam da içindeyken...

 

Belki acı çekerken, belki eğlenirken... ama her hâlukârda istemini/duasını eylemiyle gerçekleştirirken...

 

İnancın kökenini boşuboşuna serebral korteksin kıvrımlarında aramamalı bu yüzden! İnanç, varlığının kokusunu ancak gönül-yaşam diyalektiğinde duyurur yoksunlarına.

 

Anacaddelerde değil, bir arasokakta, kimbilir belki bir çıkmazsokakta...

 

Birdenbire engel(ler) kalkar, yol açılır, ve yürür gidersin. İnanca doğru değil, inancınla birlikte gidersin. İnanmayı, yani güvenmeyi öğrenmiş olarak gidersin.

 

Yapman gereken oturup düşünmek değil, yürümektir.

 

Yeter ki yürü, inanırsın.

 

Dua et, seslen, istersen sövüp say, hem de bütün öfkenle, duyar O, ve cevap verir.

 

İnan!

 

***

 

— "İslamiyet dahil hiçbir dine yakınlık duymadım, ama her dinin bir kültür olarak ritüelleri her zaman hoşuma gitti, her zaman takip etmek, hatta bir parçası olmak istedim." (Akşam, 28 Haziran 2010)

 

Oray Eğin'in bu açıklaması ne kadar düşündürücü değil mi?

 

Ve bir o kadar da dürüst ve samimi.

 

Bu açıklama, bizlere, insanın en güçlü, en derin çelişkilerinden birini gözden geçirme imkânını veriyor.

 

Yani inançla yaşam arasında gidip gelen bilinç sarkacının o kontrol edilmesi güç salınımını...

 

— "Ezan Türkçe olsaydı ve ibadete Türkçe çağrılsaydık, belki inanmamıza katkısı olmazdı ama en azından bu topraklarda bir kesimin dine bu kadar yabancı, düşman, mesafeli hatta reddeden olmasının da önü kesilirdi diye düşünmeden edemiyorum.

 

Açıkçası, ana dilde duayı çağdaşlık olarak da yorumluyorum ben.

 

İlk defa bir cenaze beni etkiledi. Ve bunda Türkçe'nin rolü büyüktü."

 

Meselenin siyasî cihetiyle ilgilenmiyorum. Doğrusu çağdaşlık söylemi üzerinden güncellenmiş vatandaş hâline gelmeyi de istemiyorum. Bu nedenle konunun klişelerle tartışılabilecek taraflarını ihmal edip üstüne basa basa şu kelimelerin altını çizmek istiyorum:

 

— ... belki inanmamıza katkısı olmazdı ama...

 

Sayın Eğin yanılıyorlar. Türkçe (veya Arapça) dua ve ibadetin inanmalarına katkısının olmayacağı sanısı kesinlikle doğru değildir.

 

İnançlı insan, inandığı için dua etmez, bilâkis dua ettiği/edebildiği için inanır. Dahası, dua ettikçe inanır. Ne kadar dua ederse/edebilirse o kadar inanır.

 

O duanın hangi dilde olduğu ise —duanın özü bakımından— hiç ama hiç önemli değildir.

 

Niçin?

 

Çünkü dua ve ibadet aklın değil, hislerin faaliyette olduğu zemindir. Dua ve ibadet logos'a (akla) değil, pathos'a (hisse) ihtiyaç duyar. Tutkuya. Acıya. Zevke.

 

Logos'un fiili değil, pathos'un infialidir dua! Bu nedenledir ki insan dua ve ibadet sırasında, hem de bir çırpıda, suje mevkiinden obje mevkiine geçer; fail iken münfail olur. Eylemi kendisini dönüştürür. Bir bakar ki inanıyor. Aklı isyan ederken, gönlü boyun eğiyor.

 

Duanın değil anadile, dile bile ihtiyacı yoktur.

 

Ağlayan, çağıran bağıran, salya sümük zırlayan bir sarhoşun, bir mecnunun dua etmek için dile mi ihtiyacı vardır?

 

Bazen nârâ, bazen çığlık!

 

İçten. Sessizce. Bazen gözyaşlarıyla. Belki nefretle, belki aşkla.

 

Belki dua, belki beddua.

 

Hepsi bu kadar!

 

***

 

Ne tuhaf değil mi, inanmak kolay sanılır. İnanmak, yani güvenmek... Oysa dünyanın en zor işidir inanmak. Nitekim "İnanmak için bir kolumu verirdim" der Cemil Meriç.

 

Zavallı Kafka, ne kadar da uğraşmıştır inanmak için.

 

Tolstoy'un veya Dostoyevski'nin o tumturaklı, o sert beyanlarına aldanmayın, sırf inanmak için yazılarında o denli radikal, o denli sekterdirler. Okurlarına sundukları onca delil, inandıklarını değil, inanmayı istediklerini gösterir sadece.

 

İnanan insan, tedirgin olmanın değerini iyi bilir. Bilir ki tedirginliğine, huzursuzluğuna borçludur inancını.

 

Mümin olmak emin olmaktır sanılır. Değildir. Mümin olmak, emin olmayı istemek demektir. Hem de iki anlamıyla: başkaları nezdinde emin olmak, ve başkalarından emin olmak...

 

***

 

İste ey talib, istersen, olursun!

 

Dua et, edersen, inanırsın!

 

İnan ey talib, inanırsan, seversin!

Share this post


Link to post
Share on other sites

KALKMAMAK ÜZERE SECDE ET!!!

 

Kalbin secdesi, "âzaların secdesi" gibi değildir.

 

 

 

 

İnsanın âzaları, yüzü ve elleri secdeye gider.

Burası açık.

Fakat âzalar secdeye gittiği gibi secdeden gelir de.

Yani insan ne kadar secdeye kapanıyorsa, o kadar da secdeden kalkar.

Kalkmayacak olduğunu bilen kaç kişi secdeye gider?

 

Azalar kalkabildikleri sürece secdeye kapanırlar.

Kalp ise kalkmamak için ve kalkmamak niyetiyle secde eder.

Bir kere secdeye kapanmaya görsün, bir daha kalkmaz,

kalkmayı istemez, beceremez de zaten.

 

Ey talib, asıl marifet kalbin secdesidir;

âzaların secdesinden maksat da kalbi secdeye davettir.

Bak bakalım, kalbin hiç secde ediyor mu?

 

"Secde de nedir ?" diye soruyorsun.

 

Bir kere daha söyleyeyim:

 

 

Secde hiç olmaktır,

 

 

 

hiçleşmektir.

 

Hiçleşmek ise, bir daha asla kalkamayacağın bir biçimde yüz sürmektir toprağa!

Sen bu secdenin izini, alınlarda değil, kalplerde ara!

Şayet bir kalpte bu türden bir secdenin izini buluyorsan,

hiç tereddüt etme, yüz süreceğin toprağı bulmuşsun demektir.

 

O hâldeyken bırak kalbin o kalbe secde etsin!

 

 

 

Dücane Cündioğlu/ Hz. İnsan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tasavvuf metinlerinin neşri irşad değil, ifsaddır!

 

 

Reiner Maria Rilke, birgün derin düşüncelere dalmış olan Rodin'in yüksek bir şükran duygusuyla ağzından "Anlamaya başlıyorum" (Je commance á comprendre) sözcüklerinin döküldüğünü söyler. Rodin sözlerine şöyle devam etmiş:

 

- "Bunun da nedeni, bir şeyi anlamak için yoğun çaba harcamamdır; bir tek şeyi anlayan, her şeyi anlar çünkü."

 

Anlamaya başlıyorum...

 

Anlamak, pek öyle sanıldığı kadar bir çırpıda kendisine ulaşılıveren bir hâl değildir; meşakkat ister, yorulmak ister, yoğun çabalar sarfetmek ister. Herhangibir şeyi anlamaktan söz etmiyoruz; bilâkis bir şeyi anlayıp anlamadığımızdan emin olmayı kastediyoruz; "anlamaya başlıyorum" diyecek denli derin bir kavrayış hâlinden, eşyanın hakikatini anlayıp kavramaktan söz ediyoruz.

 

Bazen anlarsınız, ifade edemezsiniz; bazen de ifade edersiniz ama ifade ettiğinizin ne anlama geldiğini bilemezsiniz.

 

Anlamak bir hâldir ve bu hâlin bile kendi içinde bitimsiz mertebeleri vardır. Tamam, doğru anlıyorsun, ama acaba hangi mertebede?

 

Anladığını zannettiğin nice şey vardır ki daha yukarı mertebelerde o 'anlayış' -kelimenin tam anlamıyla- 'anlayışsızlık' olarak görünür sana. "Güya ben de anladığımı zannetmiştim" dersin. Anlamadığını anlamamışsan, nice anlayışın bir adım sonra anlayışsızlığa dönüştüğüne hiç tanık olmamışsan, bu tür açıklamaları "işi yokuşa sürmek" şeklinde yorumlamaktan kaçınamazsın; anlamanın, bilmenin bir ayrıcalık gerektirdiği hakikatine tahammül edemezsin.

 

Herkesin 'ilim' sahibi olması gerekmediği gibi, herkesin her ilmin sahibi olması da gerekmez. Bilinecek olanlar çok, zaman ve imkânlar ise kısıtlı. "Bilmediklerimizi bilenlere sorarak veya yazdıklarını okuyarak öğreniriz" tesellisi fevkalâde aldatıcıdır. Niçin? Çünkü herkesin her şeyi bilmesi ve anlaması gerekmez. Nasibi de olması gerekir; yani bilmeyi istediği şey'le arasında bir nisbetin, bir oran ve orantının bulunması da gerekir. Arada nisbet yoksa, tâlibin nasibi de yok demektir. Önce nisbet kurulmalı, nasib gelmeli, ardından da anlama/bilme hâli beklenmeli...

 

Tasavvuf metinlerini alıp eve yığmak, gelişigüzel o sayfalarda dolaşmak, beylik bir iki alıntıyla bu işlerden anlıyormuş gibi davranmak nefse güzel görünen aldatıcı hâllerdendir ve fevkalâde zararlıdır, hatta tehlikelidir. Niçin? Çünkü anlamadığın şeyleri anladığını zannedersin; 'hâl' böyle olunca, anlamak, bilmek için senden istenen koşulları yerine getirmek gereği duymazsın. Sonuç? Sonuç: hüsrandan başka ne olabilir ki!

 

Bu yüzden tasavvuf metinleri uluorta yayımlanmamalı, ehil olsun olmasın her önüne gelen kişinin bu kitapların mahremiyetine tecavüz etmesine izin verilmemeli. Halka merhamet edilecekse, bu suça ortak olunmamalı!

 

Aralık 1997'de Dergâh dergisinde "İbn Arabî'nin Yorumu, Aksekili'nin Suâli, Babanzâde'nin Cevabı" başlıklı bir makale yazmış, sâbık Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki'nin (vef. 1951), İbn Arabî'nin Kur'an ayetlerini tefsir tarzıyla ilgili olarak Babanzâde Ahmed Naim'e (vef. 1934) yazmış olduğu 13 Temmuz 1934 tarihli mektubuyla, 3 Temmuz 1934 tarihli cevabî mektubu bir arada yayımlamıştım.

 

Son devrin büyük mutasavvıflarından Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi'nin (vef. 1920) damadı olan Babanzâde, vefatından 20 gün önce yazdığı bu mektupta Aksekili'nin sorularını cevapladıktan sonra sözlerine şöyle son verir:

 

- "İşte suâlinize karşı hacâleten imlâ edebildiğim bir sürü sözler bunlardır. Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda makamı pek büyüktür. Mevzû-i bahs âyet-i kerîmede ehl-i cem'in hâline işaret sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözlerin, sizin ve bizim halka ta'mim maksadıyla yazdığımız yazılarda neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsûs için kıymetli olabilirlerse de umûmu -korktuğunuz gibi- dalâlate, zendaka'ya sevkedebilir. Binaenaleyh sizin fikrinizi tasvîb etmekle beraber, Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın da zerresini feda etmem. Bâki âfiyette dâim olunuz efendim."

 

Bu işin erbabı, İlm-i Hak'ın (Hakikat Bilgisi'nin) öteye beriye saçılmasına rıza göstermez, bu bilgilerin ehil olmayanların eline geçmesinden, bu gafillerin de halkı nâ-hak yere yoldan çıkarmasından çekinirlerdi.

 

İrşad başkadır, tebliğ ve propaganda daha başka... İrşad, muhatabın mukteza-yı hâline göre davranmayı gerektirir. Yayıncıların ve onlara çanak tutanların İbn Arabî'nin âsar-ı güzidesini pazara çıkarmakla yaptıkları şey, ne yazık ki irşad değil, ifsaddır.

 

 

DÜCANE CÜNDİOĞLU

Share this post


Link to post
Share on other sites

Pascal kendisini kıvrandıran amansız diş ağrılarına içine daldığı zor bir matematik problemiyle eğlenerek karşı koyarmış. Nikriz (Damla Gut) hastalığının krizleriyle kıvranan Kant ise dikkatini ya bir isim veya bir nesne üzerinde yoğunlaştırırmış; bunlar da ona acısını unutturmakla kalmaz uyuyabilme imkânı da sağlarmış. (Bu yazıyı bir “nikriz” krizi sırasında yazıyorum.)

Bedenî acılar karşısında yapılacak olan ister istemez zihnî olanı yardıma çağırmaktan ibaret. Ne garip değil mi zihnî acılarda da nefs tam aksi yola sapıyor ve kimi mâlâyâni işlerle kendisini oyalamaya çalışıyor. Hani denir ya “can sıkıntısını def etmek” aynen öyle.

 

Acıyı sevmiyoruz; acı duymayı istemiyoruz. Haklı nedenlerimiz de var. Hissediyoruz ama kabullenemiyoruz. Oysa acı gerçekte hazzın yokluğu. Hazza alışınca acının daha da acıtmaması mümkün mü?

 

Çok garip acıya alışan nefisler bir adım sonra acıdan haz ızdıraptan zevk almaya başlıyorlar. Lâkin bir şartla: acının miktarının artması şartıyla.

 

Alışkanlık miktarla ilişkili. Miktar arttıkça alışkanlık da artıyor. Öyle ki acının miktarı arttıkça hazza dönüşmesi kaçınılmaz hâle geliyor. Nitekim işkencecilerin işkenceye ara vermeleri kurbanlarına acımalarından veya yorulmalarından dolayı değildir; kurbanı acıya alıştırmamak içindir.

 

İşkencecilerin değişmez ilkesi: yavaş yavaş ara ara ve fakat sürekli.

 

Çok ağır işkenceler karşısında bile çözülmeyen insanlar vardır; acıya dayanıklıdırlar. Sadece saklamaları gereken sırrın büyüklüğü nisbetinde değil inanç ve ilkelerinin büyüklüğü nisbetinde de işkenceye dayanabilir böyleleri.

 

Dayanıklı oluşları gerçekte bedenen dayanıklı olup olmamalarıyla alâkalı değildir. Bilâkis bu dayanıklılık ruhen ne kadar dayanaklı iseler o denli kuvvetli ve süreklidir.

 

Bazıları yokluğa bazıları varlığa katlanabilirler.

 

Kimileri yokluk karşısında umursamazdır. Bunlar mahrumiyetin her çeşidine katlanabilirler her türlü acıya direnebilirler: açlığa susuzluğa sıcağa soğuğa vs.

 

Kimileri de varlık karşısında... Öyle ki kendilerine ne denli cazip nimetler teklif edilirse edilsin dönüp bakmazlar bile.

Hiçbir işkencenin çözemediği hiçbir mahrumiyetin direncini zayıflatamadığı o yokluk karşısında kahramanlaşabilen kimseler bir bardak çay bir paket sigara karşısında bülbül kesilebilirler; yokluk karşısında muhafaza edebildikleri kişiliklerini varlık karşısında korumayı beceremezler.

 

Her türlü cazip teklifi elinin tersiyle iten gözü tok kimselere gelince böyleleri de basit maddî acılar karşısında zayıftırlar üç-beş saat uykusuz kalsalar beş-altı saat aç bırakılsalar tutuldukları yer biraz sıcak biraz soğuk olsa dirençleri çözülür; dünyayı verseler reddedecek kadar güçlü iken yani varlıkla kandırılamaz iken cüzî yokluklar karşısında ne yapacaklarını şaşırırlar.

 

Kişiler gibi toplumlar da benzer tepkiler verirler. Nitekim David le Breton Acının Antropolojisi adlı eserinde iki büyük hastanede göz muayeneleri sırasında gerçekleştirilen bir ankete dayanarak İrlandalılar ile İtalyanları karşılaştırır. Sonuçlardan anlaşıldığına göre İrlandalılar sıkıntılarını basitleştirmeye çalışırlarken İtalyanlar dramatize etme eğilimi içindeymişler.

 

Soru: Şikayetiniz nedir?

 

İrlandalı: İğneye iplik geçiremiyorum gazete okuyamıyorum. (somut ve nötr)

 

İtalyan: Devamlı başım ağrıyor. Gözlerim yanıyor ve kızarıyor.

 

Soru: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

İrlandalı: Yok.

 

İtalyan: Bu ağrılar bütün gün sürmekle

kalmıyor bazen sabahları da uyandırıyor beni.

 

Biz Türklere gelince umumiyetle yokluğa dayanıklıyızdır; mahrumiyetlere katlanma katsayımız yüksektir; yoksulluktan şikayete pek tenezzül etmeyiz; acılarımızı bastırmayı bilir felâketler karşısında kolaylıkla kenetleniriz. Buna mukabil varlık karşısında kendimizden geçebilir nimetlere garkolduğumuzda hatta biraz rahatı gördüğümüzde gevşemekten şımarmaktan mahrumken kendimizi uzak tuttuğumuz nice olumsuz hasleti sırtımıza geçirmekten kaçınmayı pek beceremeyiz. Nitekim musibet zamanlarında iyi refah zamanlarında kötü hasletlere düçar olmamız biraz da bu vasıflarımızla alâkalıdır.

 

Galibiyetten güçlü lezzetler devşirenlerin mağlubiyetten duyacakları elemin şiddeti de o denli yüksek olacaktır.

 

İnanır mısınız bilmem ama Türklere yapılan işkencenin türü bu formülasyonda saklı: Sırtımızı mağlubiyetimizin şiddetini hissedemeyeceğimiz bir biçimde yere çarpıp duruyorlar; yavaş yavaş ara ara ve fakat sürekli.

 

Dücane Cündioğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kişinin kendisinde en değerli pek değerli çok değerli gördüğü şeyleri başkalarına göstermek için didinmesi yani zenginliklerinin (!) başkalarınca görülmesini tutkuyla arzulaması pek sıhhat alâmeti değildir. Gösteriş yapmak ayıptır. Daha doğrusu bir zamanlar gösteriş yapmak ayıptı.

 

Gösterişin biraz abartılı formu olan "teşhir" ise bir tür sapıklıktı. Ruh sağlığının bozulduğunun alâmetiydi yani.

Peki şimdi öyle mi?

Hayır! Bilâkis gösteriş yapmak argo tabiriyle "caka satmak" neredeyse modern yaşamın gereklerinden.

Eskiden bu hâllere "nisbet yapmak" denirdi. Nisbet yapmak yani "Kendini bir benimle kıyasla da ne kadar zavallı olduğunu anla!" yahut "Bir kendine bir bana bak da benim ne büyük bir adam olduğumu gör!" demeye çalışmaktı. Ve bu çok ayıptı. Çocukçaydı. Dahası kadıncaydı. Kadınların birbirlerine nisbet yapmaları nedense (!) hoş görülür ama erkek taifesinde bu tür tafralar hamlık pişmemişlik göstergesi olarak algılanırdı.

Şimdiyse kocaman adamlar gece gündüz birbirlerine nisbet yapıyorlar; ve ayıplanmıyorlar. Sonradan görmelerin sıklıkla yaptığı işin adı 'gösteriş'. Ne garip ki artık gösteriş doğal. Show.

 

Kibir ve tekebbür "büyüklenme" demek. Kişi kendisini büyük hissedebilmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Başkaları ne kadar küçükse başkalarını ne kadar küçültebilirse kendisinin büyüklüğü o derece görünür hâle gelir.

Kibir ve tekebbürün nefsin çiğliklerinden addedilmesinin nedeni bu büyüklüğün başkalarına nisbetle olmasıdır. Başkalarına nisbetle büyüklük. Başkalarına nisbetle yani başkalarının küçüklüğüne nisbetle...

Amiş Efendi'nin yanına bir molla gelmiş "Efendim" demiş "Biz müslümanlar Allahu Ekber derken Cenab-ı Hakk hakkında "O en büyüktür" demiş yani onu başkasına nisbetle yüceltmiş büyültmüş oluyoruz. Acaba bu başkası nedir kimdir?" diye sormuş. (Büyük... Daha Büyük... En Büyük. Peki ama kime nisbetle?)

Amiş Efendi de "Cenab-ı Hakk zatı gereği (bizatihi) en büyüktür. Başkasına nisbetle değil!" der. (Bu şerhi uzun sürecek bir bahistir.)

Kullarına gelince insanoğlu bir damla sudan yaratılmıştır. Büyüklükleri de küçüklükleri de bizatihi olmayıp li-gayrihidir kendi kendine değil başkasına nisbetledir.

"Nefsini bilen rabbini bilir." Yani nefsini bilen kendisinin bir rab olmadığını da bilir. Nefsini bilen her şeyden evvel yüceltmesi büyüklüğünü idrak etmesi gerektiği zatın kendisi değil Hakk olduğunu da bilir.

Nefsi bilmek kişinin aşağıya bakıp yukarıda olduğunu bilmesi demek değildir aksine yukarıya bakıp aşağıda olduğunu bilmesi demektir. Nefsinin ne menem bir şey olduğunu bildiği için de böbürlenmemesi büyüklenmemesi demektir.

 

Gösteriş ve teşhir ham ervahın yani pişmemiş olgunlaşmamış nefislerin şânından.

Büyüklenme de öyle.

Ben... ben.... ben.... diyoruz hiç durmadan. Sanki bir an dursak sanki bir an durup 'ben' diyemesek kendisine işaret ettiğimiz 'benliğin' yok olacağını sanıyoruz. Kendimizi unutmamak benliğimizin avuçlarımızın arasından kayıp gitmesini önlemek için benliğimizin hep orada durup bizi beklediğini duyumsamak için ben... ben... ben... diyoruz. Demek zorunda hissediyoruz kendimizi.

Hâl böyle olunca elimizde neyimiz varsa ortalığa saçıyoruz gösterişimizden gösterdiklerimizden hareketle biteviye 'ben' diyor ne yapıp edip kendimize işaret etmenin bir fırsatını buluyoruz.

Görülmeye ihtiyacımız var. Bilinmeye yani. Görülmek bilinmek istiyoruz. Sanıyoruz ki görüldükçe görüneceğiz göründükçe bilineceğiz bilindikçe varolacağız. Sessizliğe yokluğa yalnızlığa karanlıkta kalmaya tahammül edemeyişimiz bundan. Ne kadar çukurdaysak kendimizi ne kadar aşağıda hissediyorsak o denli gösterme gösteriş yapma o denli büyüklenme ihtiyacı hissediyoruz.

Kısacası küçükler büyüklenir. Çünkü ihtiyaçları var. Büyüklerse tevazu gösterir. Evet gerçekte büyükler küçüklenir.

 

"Dehr içinde hangi gün gördüm ki akşam olmaya..." demiş şair.

Ey talib hiç büyüklenme en nihayet akşamı olan bir günsün sen

 

 

Dücane Cündioğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Seçtiğin yerde dur ey talib, hiç değilse, seçildiğin yerde.

Zevâlden korkma, yaşlanmayı bil, güzelce yaşlan, severek...

Sonbahar da güzeldir. Hele eylül.

Hazan ve hüzün ayı.

Yaprak gibi ol.

... Seni alıp kavramasına izin ver rüzgârın.

İnsan ayrıldıkça olgunlaşır çünkü.

VE olgunlaşınca düşer.

Yaşamdan.

Böylece ölümün zevkine varır.

Zevalin."

DÜCANE CÜNDİOĞLU.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir düşünelim bakalım, dünyaya ne kadar dudak bükebiliyoruz? Dünyaya, yani dünyevî olana.

Dünyaya dudak bükebilenlerin mevcudiyeti sayesinde, insanımız hayvanımıza galebe çalabiliyor; insanımız ortaya çıktıkça, izzet ve vakarın ne olduğunu öğrenebiliyorduk. Kaçtığımız için dünya peşimizden geliyordu; peşinden koştuğumuz için değil.

Taşmaya başladık, taşkınlaştık.

Kibirden başımız döndü.

Gönlümüz... taş gibi katılaştı.

Sözümüz bitti.

Sustuk.

Taşlaştık." (D.C.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Baş olmayı bırak, adam olmaya bak!

 

Bir zamanlar 'muvaffakiyet' diye bir sözcük kullanılırdı Türkçemizde. Nedense, şimdilerde pek iltifat görmüyor; zira eskimiş sayılıyor. Onun yerine 'başarı' veya "başarılı olmak" ifadeleri daha revaçta. Her fırsatta karşımıza çıkan 'başarı' sözcüğünün kısa bir zaman diliminde 'muvaffakiyet'in veya "muvaffak olmak" tabirinin yerini alması aslâ bir tesadüf değil.

 

Zihinde değişmeler olunca, çaresiz dilde de değişmeler oluyor. Dünyaya, olaylara bakışımız, ister istemez kullandığımız 'simge'leri de dönüştürüyor; öyle ki, ya eldekilerin içini boşaltıp onları yeni anlamlarla dolduruyor, ya da çok daha kullanışlı, elverişli yepyeni 'simge'ler üretiyor.

 

Niçin 'muvaffakiyet' sözcüğünü ihmâl edip, yerine 'başarı' sözcüğünü ikame ettik dersiniz?

 

Sırf eskimiş olduğu için veya telâffuzu güç olduğundan mı?

 

Hayır! Bilâkis bu sözcük, kökü/kökeni itibariyle zihnimizle/zihniyetimizle uyuşmadığı için onu bir köşeye fırlattık. Eskiyen, gerçekte sözcüğün kendisi değil, ait olduğu dünya idi; 'muvaffakiyet'in o dünyada işgal ettiği mevkî idi.

 

Dilerseniz, şu eski dostun, 'muvaffakiyet'in anlam dairesine biraz yaklaşalım; yakınında başka hangi tanışlar varmış, göz ucuyla bir seyredelim.

 

Kökü: 'vefk'. Hemen yanına 'vifak'ı da ekleyelim, lâzım olacak çünkü.

 

Önce eski bir âşina: 'tevafuk-muvafık'... Bir şeyin bir şeye muvafık olması (tevafuk), gerçekte onların birbirleriyle münasib/mütenasib olması demekti; iki şey birbirine denk gelirse, tesadüf ederse, birbirleriyle uyum içerisinde olursa, sonucun 'muvafık' olduğu söylenirdi. ('Muvafakat'ı hatırlatmaya gerek var mı?)

 

Bir diğeri: 'ittifak'... Bu sözcük de aynı kökten gelir; "anlaşma, uyuşma", hatta 'rastlantı' demektir; 'müttefik' de pek tabii ki "ittifak eden"...

 

Eh, bir de 'tevfik' ("başarıya ermek" değil, "başarıya erdirmek") tabiri vardı ki o dünyanın insanları, ellerindeki bütün gayret ve çabayı gösterdikten sonra, inançlarının gereği "tevfik Allah'tandır!" demeyi bir âdet ve itiyad hâline getirmişlerdi. Çünkü 'tevfik' ve 'teveffuk', kişinin kendi elinde değildi; gayret ve çaba tek başına yetmezdi; aksine bu bir nasip işiydi. Talibin nasibi varsa, yani taleb ettiği ile kendi arasında bir nisbet mevcutsa, vücuda gelirse, ancak o zaman, istediğinin olacağına, maksadına ulaşabileceğine inanırdı. Gayret, bu nisbeti meydana getiremezdi. Nisbeti olmadığı hâlde gayret edene "kifayetsiz muhteris" denirdi.

 

O insanlar nasiblerinin ne olduğunu, kendilerine münasib ve muvafık olanı gerçek anlamıyla bilemeyeceklerini bilirler, öyle inanırlardı. İyi bildikleri kötü, kötü bildikleri iyi çıkabilirdi. Tüm nisbetleri bilmek imkânsızdı. Bütünüyle nisbeti bilmek, her şeyi bilmekti.

 

Eskiler, bir şeyi isterler ve gayret edip, istedikleri şey ile aralarındaki nisbetin gerçekleşmesini umarlardı sadece. Onca gayretlerine rağmen, olmazsa, gerçekleşmezse, 'nasip değilmiş!" derler ve kendilerini üzmezlerdi. Her işin bir sahibi vardı. Tevfik O'ndandı. Başarıya erdirmek O'nun elindeydi. Dilerse olurdu, dilemezse olmazdı. Nisbetlerin Rabbi, her şeye bir nisbet (isim) vermiş, kullarını bu nisbete riayet etmekle, o nisbete muvafık hareket etmekle mükellef kılmıştı. Kısacası, nisbetlerin (âlemlerin) Rabbi, her ismini, bir nisbet hâlinde kullarına birer "rabb-i has" (ayn-ı sabite) olmak üzere tayin etmiş; diğer nisbetleriyse, gayretleri nisbetinde lütuf ve ihsan edeceğini bildirmişti.

 

 

'Muvaffakiyet' demek, işte bu yüzden münasib olanın, yani nisbetin, tenasübün, münasebetin gerçekleşmesi (başarıya erdirilmek) demekti.

 

Peki ya başarı?

 

'Başarı' sözcüğünün geçmişi uzun değil, kadîm dünyayı terkedişimizle yaşıt. Köküyse 'başarmak'tan, yani "baş'a erme"ye, "baş'a varma"ya, "baş olma"ya dayanıyor. Kısacası, 'başarı' demek, "baş'a çıkmak", "baş'a tırmanmak" demek.

 

Ey talib! Başarılı olma isteğinden ötürü seni kınadığımı düşünüp sukût-ı hayâle uğradığını yazıyorsun. "Baş(arılı) olmaya değmez" dediğim için üzülmüşsün.

 

Niçin? Ermediğin bir 'baş'a, çevrendekileri erdirmeyi bir marifet zannettiğin için.

 

Ey talib! Marifetin anahtarını, kaybettiğin yerde aramıyorsun; zira kendini aramıyorsun! Aradığın, sadece 'başarı'nın, 'baş'a ermenin, 'baş'a çıkmanın, 'baş' olmanın anahtarı.

 

Peşinden koştuğun dünyanın senden yüzçevirmesinden yakınıyorsun. Peki ya yüzünü sana çevirirse, söyle bakalım, hâlin nice olur sanıyorsun?

 

Sen baş olmayı bırak, benim yaptığımı yap, önce adam olmaya çalış!

Share this post


Link to post
Share on other sites

kazası olmayan tek ibadet;

YAŞAMAK...

Dücane Cündioğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ey talip !

Putlarını terket , çünkü hepsi bir gün seni terkedecekler.

Sen seni terketmeyecek olanı ara!..

Öfke içinde değil, şefkatle ve rahmetle...

Sadece Kadir gecesinde, Beraat gecesinde değil, her gece..

Kendini ara!

Elinde kandille.

 

Dücane Cündioğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...