Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
ToKSiN

Sakarya Türküsü

Recommended Posts

okumayı , okutmayı ve ezberlemeyi en çok sevdiğim şiir hayatımın şiiri....

Share this post


Link to post
Share on other sites

İlk ezberlediğim şiirdir Sakarya Türküsü....

Herkese aynı şeyi çağrıştırıyor mu bilmem ama şiirin yazıldığı ortam ve şartlar dikkate alındığında gerçek manaya o zaman ulaşıyor bence...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ortaokuldayken yaramazlık yaptım diye Türkçe hocamızın bana ezberlettiği ilk şiirdir

:) :) :)

Her zaman okurken beni başka diyarlara götürür

Bu yüzden hocamı saygıyla anıyorum

keske diyorum bana daha fazla Üstad şiirleri ezberletseydi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu şiiri 5.sınıf sene sonu müsameresinde arkadaşımla paylaşarak ezbere okumuştuk.Ama illa bir pot kırmak zorunda olan ben "Yüzüstü çok süründün ayağa kalk İtalya"demiştim.Buna eşgüdümlü olarak bütün salonda bir kahkaha tufanı ve rezil olmuş küçük bir kız.Şimdi hatırladıkça tebessüm etmemi sağlayan tatlı bir hatıra.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bu şiiri 5.sınıf sene sonu müsameresinde arkadaşımla paylaşarak ezbere okumuştuk.Ama illa bir pot kırmak zorunda olan ben "Yüzüstü çok süründün ayağa kalk İtalya"demiştim.Buna eşgüdümlü olarak bütün salonda bir kahkaha tufanı ve rezil olmuş küçük bir kız.Şimdi hatırladıkça tebessüm etmemi sağlayan tatlı bir hatıra.

 

Aman İtalyanlar duymasın. :confused1:

Çizme'nin menfaatperestleri yanılgı manılgı demez 'Üstad Necip Fazıl bu şiiri Roma için yazmıştı' diyerek Sakarya Türkümüzü İtalyan milli şiiri yapmaya kalkarlarsa şaşırmamak gerekir.Efendim,bu tür konularda biraz daha dikkatli olalım lütfen.Bir Cenovalılara birde Venediklilere asla güvenmeyelim.

 

Jül Sezar bu şiiri duysa büstünü parçalar,üstünü düzeltir,brutus'un kemiklerini mezarından çıkarıp kazanda kaynatırdı.Bir an İtalyanların Sakarya Türküsünü sahiplendiklerini düşündümde;Pizza kulesi büyüklüğünde bir gururla gösterirlerdi tüm dünyaya onu.Jül Sezar da kimmiş?.Peh.

 

Böyle bir şiirimiz var ya...Roması da,Pizza kulesi de elin İtalyanına kalsın.

 

Yol onun varlık onun,gerisi hep angarya.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Aman İtalyanlar duymasın. :confused1:

Çizme'nin menfaatperestleri yanılgı manılgı demez 'Üstad Necip Fazıl bu şiiri Roma için yazmıştı' diyerek Sakarya Türkümüzü İtalyan milli şiiri yapmaya kalkarlarsa şaşırmamak gerekir.Efendim,bu tür konularda biraz daha dikkatli olalım lütfen.Bir Cenovalılara birde Venediklilere asla güvenmeyelim.

 

Jül Sezar bu şiiri duysa büstünü parçalar,üstünü düzeltir,brutus'un kemiklerini mezarından çıkarıp kazanda kaynatırdı.Bir an İtalyanların Sakarya Türküsünü sahiplendiklerini düşündümde;Pizza kulesi büyüklüğünde bir gururla gösterirlerdi tüm dünyaya onu.Jül Sezar da kimmiş?.Peh.

 

Böyle bir şiirimiz var ya...Roması da,Pizza kulesi de elin İtalyanına kalsın.

 

Yol onun varlık onun,gerisi hep angarya.

Yapmayın lütfen ya!Ben İtalya kelimesini yanlışıkla ağzımdan kaçırdım eğer dediğiniz gibi olursa ileride üstada nasıl hesap veririm :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sakarya Savaşı, 1683 II.Viyana Kuşatması'ndan beri süregelen geri çekilmenin, son durağıdır. Büyük Taarruz'a yol açan, son müdafaadır. Bir bakıma, Müslüman-Türk'ün yeniden şahlanmaya başlamasıdır.

 

Böylesi kritik bir değere malik olan Sakarya Savaşı, bu şahlanışın neticesini alabilmiş midir?

 

Yoksa, bu şahlanış, ölüm halindeki hastanın, son defa can havli ile doğrulmasından, bir müddetlik iyilik belirtileri göstermesinden mi ibarettir?

 

 

İşte Sakarya'nın şahlanışı;

 

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur?

 

 

Hakikatten de imtihan değil miydi bu zaferin getirisi?

 

Sakarya'nın nezdinde, Müslüman-Türk'ün, bu getiri ile kendi iman yekünundan neler götürüldü?

 

İşte Sakarya'nın, arada ve boynu bükük kalışı;

 

Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..

 

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

 

 

Peki Sakarya Savaşı ve devamında gelen Büyük Taarruz'un neticesinde neler oldu?

 

Hakeden, hakettiği değeri aldı mı?

 

Ya haketmeyen?

 

Şimdi Lozan'a hangi nazar ile bakıyoruz?

 

Hilafet makamı ile kaldırılan yalnız hilafet miydi, yoksa ameliyat masasındaki zalim doktorun elinde, beyni, bütün damarlarından öksüz bırakılarak ölüme terkedilen aciz misali, mazlum ve bedbaht Müslüman dünyasının reisi olan Müslüman-Türk milletinin hizmetkarlığını yaptığı mukaddes değerleri miydi?

 

Çeyrek istiklalin katliam mahkemeleri, şapkalar, Türkçe ezan ve Kur'an'lar (haşa), din kisvesinde dinsizlik...

 

Vesairesi ziyadesi ile fazla.

 

Birbiri ardınca gelen ve hücumunu direk İslâm'a yönelten bütün küfür menşeinin tek derdi, bu dini ve bu dinin insanlarını topyekün yoketmek iken; bu küfre karşı kazanılan böylesi zafer silsileleri ardından, hangi değer için savaşıldığını bilen fakat bu değeri yine öz sandığı ellerde ve öz diyarında kaybeden Müslüman-Türk'ün nezdinde, eski günlerini yad edip, geleceğine ağlayan Sakarya nasıl dövünmesin?

 

 

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

 

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

 

 

Sakarya'yı, üçbuçuk-dört asırlık miskinlik uykusundan kaldıran o mukaddes ruh, tek numunesini Allah ve Rasûl aşkından alıp, yedi düveli parça parça etti etmesine de, yerine pinekleyen ve numunesini Allah ve Rasûl aşkından gayri herşeyde arayan kör-topal-çolak varisi, olası durumda, hangi aşka yüz vuracak, hangi aşk onu diriltecek?

 

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

 

 

İşte bu olası durumun mahiyetini bilecek olan da, olası durumu tarumar edip, ayaklar altına alınan başlar ile, baş tacı edilen ayakları yerli yerine koyacak olan da yine Sakarya ve onun nezdinde, zehirle pişmiş aşı yiye yiye, yaralı, bitkin, derbeder bir ahval içinde, bugünlere gelmeye muvaffak olan Müslüman-Türk'tür.

 

Üstad'ın (R.Aleyh) buyurduğu gibi;

 

11. asırdan 16. asra kadar Türk'ün elinde yüceltilen İslâm, sonunda Türkiye'de bozuldu ve İslâm iddiasındaki her yerde aynı hale geldi. Şimdi ancak Türkiye'de düzeltilmelidir ki, her yerde düzeltilebilsin??

 

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

 

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..

 

Allahû Alem, manaların manasını özünde taşıyan bu mukaddes şiirden anladığımız bir mana da budur...

Share this post


Link to post
Share on other sites

öyle kolay akmaz yaşlarım,

aktığı zaman değerli olmak için..

 

gözyaşımı zor tutmuştum istemeden akmıştı ilk dinlediğimde bir çocuktan, tüylerimi diken diken eden nadide şiirlerden..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Benim içinde bu şiirin yeri ayrıdır.. Okumaya başladığımda ezberlediğim ilk şiiirdir. Bu kelimelerin manasını anlamaya çalışarak başladım Üstadı anlamaya. Beni Üstadla tanıştıran, onu tanımamı sağlayan babama da çok teşekkürler sizlerin huzurunda... Böyle yetiştirilmesi gereken bütün evlatlara ve böyle yetiştirmesi gereken bütün babalara....

Share this post


Link to post
Share on other sites

ezberlenmesi gereken bir şiiri üstadımızın.hatta bir şiir değil bir marş niteliğinde apayrı birşey.Allah ondan razı olsun...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

 

 

arkadaşlar bu mısralardaki ''mermer'' kelimesi neyi ifade ediyor.. ya da anlamak için bu şiiri bütünüyle mi ele almak lazım ..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sanırım mimari de ve güzel sanatlar da islamiyyetin ölçüsüne duyulan özlemi ifade ediyor.Ama ustalarımız daha iyi bilirler tabi ki...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

Mimarîsinde ana malzemelerden biri olarak mermer kullanılması hasebiyle "Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?" mısraında geçen mermerin camiileri simgelediğini düşünüyorum. Şahane bir teşbih kullanmış Üstad bu iki mısrada. İnsan vücudunda atan nabız, kalbin kan pompaladığının bir göstergesidir, bedenin canlılığının bir nişânesidir. Nabzın atmaması, insanın ölmüş olduğunun emârelerindendir. Nasıl ki nabzın atmasını sağlayan kalpten pompalanan kansa, bir camiinin de imâr ediliş gayesini bulması, canlılığının delili, vücuda kan gibi hayat veren ve mecazi manada caminin nabzının çarpmasını sağlayan camiilerden yükselen tekbirdir, ezan-ı Muhammedî'nin başlangıç ifadesi olan tekbirdir.

Göğe doğru şehadet parmağı gibi uzanan minarede okunan ezan, tekbir ile başlar. Minareden dalga dalga yayılmaya başlayan tekbir sesleri, Allah'ın birliğini, büyüklüğünü, kudretini ihtiva eden o tekbir sesleri mermerlerin nabzında çarpmaya başlamakla birlikte, minarelerin yüksekliğine eş irtifada esen deli rüzgarlar ile de buluşmaktadır.

 

Üstad bu şiirinde ruh kökü -dini, imanı- sökülüp atılmak istenen bir nesilden, o neslin içinde bulunduğu durumdan, o nesli bu hale getirenlerin şekavetinden bahsetmektedir. Her türlü zulme uğramış, öz vatanında parya derekesine düşürülmüş, dininden kopartılmak istenmiş bir neslin mermerlerinin nabzında hâlâ tekbirlerin çarpıp çarpmayacağı, deli rüzgarların Allah bir! sedasını bulup bulmayacağı suali de geleceğe dair bir temenni ve arzu ihtiva etmektedir.

 

Üstad'ın bu şiirini kaleme aldığı 1949 yılına bir göz atacak olursak, ezan-ı Muhammedî'nin dinimizin kaidelerine aykırı olarak orijinal haliyle okunmadığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Yüce Rabb'imizin ism-i şerifi ile, tekbir ile başlayan mübarek ezanımız o yıllarda (1932-1950 arası) Allahu ekber yerine Tanrı uludur ifadesiyle başlamakta ve Üstad'ın bu mısralarda değindiği gibi Müslümanlar 'acaba o mermerlerin, camilerin nabzında eskiden olduğu gibi tekbirler yeniden çarpar mı, hâlâ çarpar mı' diye efkâra boğulmaktadır.

 

Türkçe ezan meselesiyle birlikte, tekbirin mermerlerin nabzında çarpması; müzeye çevirilen ve manâsı katledilen Ayasofya camiisinden de ezan seslerinin, tekbir seslerinin yeniden yükselmeye başlamasına dair bir isteği de işaret ediyor olabilir.

Üstad bir yazısında Ayasofya için 'ruhumun evi' tabirini kullanır. Ve 'ruhumun evini bana geri verin' der. Cemiyeti kırbaçlayan bir fikir ve aksiyon adamı olan Üstad, bu mısralar ile cemiyetin içinde bulunduğu zelil, aciz durumu gösterirken, Müslümanların nasıl bir zulme uğratıldıklarının şuuruna varmalarını, dinimizin direği olan namazımızın vaktini ilan eden ezanların Müslüman bir memlekette nasıl susturulduğunu, nasıl aslından çıkartıldığını göstermek istemekte ve şiirinin sonunda 'Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk' derken de bütün bu mukallit icraatlerden kurtulmamız gerektiğini anlatmaktadır.

 

Elhamdülillah ki mermerlerin nabzında hâlâ çarpmaktadır tekbir, lakin o tekbirlerin keyfiyetine ulaşmak, o ezanların manâsını yaşamaktır Müslümanın aslî vazifesi. Tekbirler, ezanlar okunurken Allah'ın çağrısına, kurtuluşa, felaha, namaza gitmeyen bir Müslüman, dinin direği olan namazı kıldığı halde dininin edeb, ahlak, ilm-i hâl kaidelerine uymayan bir Müslüman, ezanın, tekbirin sadece kabuğu üzerindedir. Kabuktan öze geçebilenlerden olmak duasıyla.

Share this post


Link to post
Share on other sites

GERÇEKTEN ÇOK GÜZEL BİR ŞİİR; OKULUMUZDA BU ŞİİRİ EN GÜZEL OKUMA YARIŞMASI YAPILMIŞTI, İLK ORDA DUYMUŞTUM VE ÇOK ETKİLENDİM. EZBERLEDİM....

"YÜZÜSTÜ ÇOK SÜRÜNDÜN AYAĞA KALK SAKARYA" BİZİMDE AYAĞA KALKMA ZAMANIMIZ GELDİ DİYE DÜŞÜNÜYORUM. BU YÜZÜSTÜ SÜRÜNÜŞE DURRR DEMELİYİZ ARTIK TIPKI ÜSTAD GİBİ.

Share this post


Link to post
Share on other sites

orta okul yıllarımda çok sevdiğim bir matematik hocamda vardı bize hep bu şiiri okurdu necip fazıla olan hayranlığım bu şiirle başlamıştır ... okumayıda dinlemeyide en çok seviğim şiir

Share this post


Link to post
Share on other sites

Benim içinde çok özel bir şiir 14 yıldır hala ezberimde olan en anlamlı şiirdir ortaokul ,lise ve üniv. dönemimde olay olan bu şiir arkadaşlarıma daima beni hatırlatacağı için çok mutluyum :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

 

Sakarya Türküsü...

 

Of, of ki ne of... Dile vurulan perçinler bir sökülse, ah bir sökülse de öğrensek şu ifadelerdeki manaları...

 

Sahiden Sakarya savaşına bizi iten şey neydi yada şöyle diyelim ki, Eskişehir Kütahya yenilgisi nasıl oldu da sıra Sakarya'ya geldi? Ah, bu savaşlardan önce bir de İnönüler vardı değil mi? Hoş var mıydı yoksa yok muydu, onu dahi bilmiyoruz ya?

 

Üstad Sakarya'dan mevzuuyu açmışken 'sonunda ne rütbe var, ne de mal' derken neyi bize anlatmaya çalışmıştı acep? Yoksa sizin bizim ve dahi onu araştıran yazarların bu şiir hakkındaki hükümleri bir tarafa, Üstadın ne anlatmak istediği bir tarafa mı? Korkarım ki onu o şiirin gerçek anlamını anlatmak biraz yürek ister günümüzde. Çünkü bana göre o şiir bazı hakikatleri örtülü olarak anlatmış. Bilmiyoruz, bilmiyoruz ne Sakarya'yı, ne Eskişehir-Kütahya'yı, ne İnönü'yü, ne Sivas, Erzurum kongrelerini... Hiçbirini bilmiyoruz... Biliyorum diyene deli şey derim...

 

Beynimi yiyecekmiş gibi oluyorum. taşları gayet düzenli diziyorum, ama öyle bir yere geliyorum ki, oraya tam denk gelecek taşı bulamıyorum... Boş kalıyor orası... İşte Sakarya savaşı ve Kütahya Eskişehir bozgunu da böyle bir şey. Öyle kalıbı varki bu şavaşların kalıba uygun taş bulamıyorum. Mesela Kütahya eskişeyir yenilgisinde İnönü ne alemdeydi, hoş komutan oydu... Eğer büyük ihmaller olmasaydı da, bu savaş kazanılsaydı Sakarya olur muydu? Yada Taarruz daha erken mi olurdu? Şu sakarya savaşında dahi yenilgiyi neredeyse kabullenip Kayseriye eşyalarını taşımak için adam görevlendirenler vardı diyorlar ya... Kahraman kim?

gecelere katran döktü drken Üstad ne demek istedi?

 

Devam edeceğim inşallah...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Anlatmıyorlar bize gerçekleri, anlatmıyorlar... Ne oldu da ağızları açmıyor, açamıyorlar... Çok kötü, kabul edilemez şeyler mi oldu? Ne oldu?.. Sakarya türküsü de bunları mı anlatmak istiyor acep? Üstad bizi acı bir yemeğe mi çekmek istiyor?..

 

Karabekir, Refet Bele, Fevzi Çakmak ve daha niceleri niye konuşmadılar, niye? Arşivler açıklanmaz... Ne var ki açıklanmaz?.. Üstad Refet Paşaya htıralarını yazmayı teklif eder, Refet Paşa kabul etmez ve işi istikbale bırakır... Nedir bu ağızları düğümleyen?..

 

Mesela Kurtuluş savaşlarında büyük hizmetleri olan şahıslar, daha sonradan farklı nedenlerden yargılandılar, onlara eziyet çektirdiler... İzmir suikastı, şeyh said isyanı gibi olaylarla İstiklal mahkemelerinde yargılandılar. Peki bunlar doğru mu? Kara fatmalar, nene hatunlar unutulur, amerikan mandasını isteyen halide'ye özel muamele yapılır. Peki niye?

 

Sahi, Erzurum kongresinde mandacılığı kesinlikle kabul etmeyen bir madde vardır. peki burada mandacılık görüşüldü mü? Bu fikre kimler karşı çıktı, bu fikri kimler savundu görüşüldüyse bu mesele o zaman. Acaba kongre zabıtları bu yüzden mi açıklanmaz? Mesela bu süreç içerisinde Rus mandacılığını isteyen oldu mu? İngiliz mandacılığını kimler istedi? İnönünün amerikalıları istediğini artık biliyoruz da, İngiliz mandacılığını kimlerin istediğinden bahsedilmez mesela... Neden acaba? Mandacılık fikri Wilson ilkelerini arkadan dolanmak için kurulmuş bir tuzaktır ve işgalden sömürüden farkı yok aslında. E ozaman bu dönemlerde nasıl olur da kabul edilir bu maddeler? İnönü Anaduluya geçmek istemez, güç bir şekilde ikna edilir de, ancak o zaman Anadoluya geçer. Çünkü Anadoluda bir başarı sağlanacağına inanmaz. Anadoluda da amerikan mandalığını ister, iyi mi?

 

Sonra Sivas...Hiçbirini bilmiyoruz... Daha bu mandacılık arkasındaki gerçeklere ulaşamıyoruz...

 

İş bu mandacılığı savunanlar, şunları da kabul ediyorlardı. Özetle:

Maliye, tarım, sanayi, tiçaret, bayındırlık ve eğitim bakanlıklarına uzman yardımcılar ile birlikte, amerikan başmüsteşarı tayin edilecek. Ve bunlardan kurulu bir merikan komisyonu oluşturulacak ve bu belirtilen alanlara hakim bakanlıklarda reformlar gerçekleştirecekler. adliyede de reformlar gerçekleştirilekmiş. Bunun içinde amerikan başmüsteşarın uygun göreceği farklı milletlerden seçilecek uzmanlarla kurul oluşturulacak. Jandarma ve polis işleri de bu komisyonun seçtiği memurlara bırakılacak.

Bu istekler amerikalılardan istenecek ve amerikalılar bu reformları gerçekleştirdikden sonra, bizi bize bırakacakmış güya. mandacılar böyle düşünüyor. Yukarıdaki yazı, 'türk wilsoncular birliği'nin amerika başkanına gönderdiği mektuptan bilgiler. Sahiden bu istekler size bir şeyler hatırlatıyor mu? yok canım, ne münasebet, bana böyle şeylar hatırlatmıyor da, gerçeklerden kimse bahsedmediğinden işte, bizde bu bilgilerle karşı karşıya kalıyoruz. yoksa ben inanırmıyım böyle şeylere. inamam tabiki bana öğretilen tarihe... O zaman sizde inamayan yazdıklarıma...

 

Peki bunların Sakarya türküsü ile ne alakası var? Of, ooofffffff......

Share this post


Link to post
Share on other sites

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

 

Burda oluk kelimesini zannediyorum insanın bedeni ile özdeşleştiriyor ve içinden çekilip çıkartılan ruha nur ve kir mührünü vuruyor.

 

Ruhlar iki saf asker, kin ve aşkı bölüşür;

Bir olanlar el ele, olmayanlar dövüşür.»

Share this post


Link to post
Share on other sites

birakin ayni siirin tekrar yazilmasini onun tirnagi kadar olacak bir siir bir daha asla yazilamaz...üstad bu siirinde kelimeleri aska getirmis..siirin kitalarini kelimlerini birakin harfleri bile hepsi ayri bir dilde bir ahenkte konusuyor...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sakarya Türküsü Üzerine

 

Sakarya Türküsü, Necip Fazıl Kısakürek'in olduğu kadar, edebiyatımızın da büyük şiirlerinden biridir. Millî bir felsefeyi olduğu kadar, dayanılmaz bir çile ve ıstırabı da, kuvvetli şiir diliyle söyler.

Sakarya bir timsaldir. 50 mısralık bu poem'de (uzun şiir) şair, tasvir yerine tecrit yapmaktadır. Yani Sakarya, Necip Fazıl'ın söylemek istediği hafakanlı düşünce ve duygulara bir su yolu (mecra) olmaktadır.

Bu vasfıyla "Sakarya" yerine herhangi bir nehir de olabilirdi, dersiniz. Fakat hayır! Anadolu kurağının tam ortasından geçmesi, "renginin kandan ve çamurdan" olması, ihtişamlı bir maziden sonra kendi yurdunda haksızlık ve sefaleti ile "sürünmesi" bakımlarından, bu timsal-nehir, ancak Sakarya olabilir.

Sakarya; geçmişindeki şanlar, zaferler, ermişlikler ve fakat hâlindeki "paryalık" ile çıldırtıcı tezatlar trajedisinin yükünü cılız gövdesi üzerinde taşıması dolayısıyla Anadolu'dur ve Türk milletidir. (Şiirin yazıldığı 1949 yılları itibarıyla, ırmağa vurulan çizgiler daha derin gerçeklik taşımaktadır.)

 

"Sakarya, sâf çocuğu masum Anadolu'nun

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya."

 

Yüce İslâm imânı-Türk'ün şerefli geçmişi ve hâlihazırın kire, kedere, haksızlığa bulanmışlığı gibi üçüzlü bir tema üzerine kurulmuş olan bu şiirin iki kahramanı Sakarya ile Necip Fazıl'dır:

 

"İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Sakarya, sâf çocuğu masum Anadolu'nun

Divânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız.

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider.

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz."

Sakarya da, şair gibi "hor, öksüz" fakat büyük bir davanın, mukaddes bir yükün hamalıdır." "O hamallık ki, sonunda rütbe ve mal yok, yalnız zehirle pişmiş aş vardır; anneden, vatandan, arkadaştan ayrılık" vardır.

Bu davanın ağırlığı altında Sakarya, şanlı imparatorluğun merkezinde ve feyizli imânın doruğunda olduğu günleri yâd ederek dövünmektedir:

 

"Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşânlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziniyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin: cömert Nil, yeşil Tuna?

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı; Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya kandillere katran döktü geceler."

 

"Sakarya Türküsü", tarihinin akışı içinde bir idraktir. Tarihin su yoluna döşeli kirli ve temiz "olukları" tespit eden şair, bugünkü boynu bükük acınacak manzaramızın yalan ve riyadan; bütün mukaddeslere karşı inançsızlık, samimiyetsizlik ve sahte sevgiden doğduğuna kanidir.

Bir başka şiirinde de:

"Bütün bir kâinat yalana teslim" diyen Necip Fazıl'dır. Kısacası İslâm'a, tarihe, millete karşı kof bir inançsızlık: İşte faciamızın sebebi budur.

 

"Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift: birinden nûr akar, birinden kir.

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek!

Kafdağı'nı assalar, belki çeker de bir kıl

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl...

Bununla beraber milletimiz, halkımız, askerimiz gibi Sakarya da, bu köleleştiren zilletin, bu yalanın, bu sahteliğin farkındadır. Bu milletimize oynanmış onur kırıcı, bu zehir ve zillet verici "entrika" nihayete kadar sürmeyecektir. Şair, yücelerden duyduğu bir "diriliş" buyruğunu, milletine müjdeler gibi, Sakarya'ya verdiği ihtişamlı ve azimli bir emirle şiirini bitirmektedir:

 

YOL O'NUN, VARLIK O'NUN GERİSİ HEP ANGARYA

YÜZÜSTÜ ÇOK SÜRÜNDÜN, AYAĞA KALK SAKARYA

 

Ahmet Kabaklı (Şairler Sultanı Necip Fazıl)

Share this post


Link to post
Share on other sites

ilk ezberlediğim şiirdir bu... üstad deyince kalem susuyor üstad severler...

 

Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...