Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Beylerbeyi

Engin Ardıç

Recommended Posts

Türkân Hanım'ın esrarı... In ın ın ınnn!

 

Ama ben sıkıldım yahu bu ahmaklıklardan... Türkân Saylan'ın cenazesinin 19 Mayıs günü kaldırılmasından "ilahi" anlamlar çıkarmaya kalkanlar var. Tanrı bize birşeyler söylemeye çalışıyormuş.

"Benim sevgili kulum Tayyip değil Türkân'dır" demeye çalışıyor herhalde...

Türkân Hanım 18 Mayıs sabahı öldü, cenazesi 20 Mayıs'ta kalkacaktı, öyle karar verilmişti, gelenek de böyleydi... Sonra uyandılar, bir gün öne çektiler, 19 Mayıs'a denk düşürdüler "daha anlamlı" bir gösteri yapabilmek için, hepsi bu.

27 Mayıs'a kadar sallayıp başka bir anlam da verebilirlerdi yani...

Bu şark kurnazlığından, bu alaturka tilkilikten derin ve "metafizik" sonuçlar çıkarılıyor... 19 Mayıs aynı zamanda Atatürk'ün doğum günüymüş, bir Kemalist ölür, bir Kemal doğarmış, yeniden doğarız ölümlerde falan filan.

Ayıptır yahu...

19 Mayıs, Atatürk'ün doğum günü değildir. Samsun'a çıkışının yıldönümüdür.

Çok önemli görülmediği için, 1937 yılına kadar bayram mayram niyetiyle de kutlanmamıştır. Atatürk 1936 yılında, bir akşam sofrasında, orada bulunan "zevatı mutade'ye" sorduğu zaman, 19 Mayıs'ın neyin yıldönümü olduğunu hatırlayabilen bir tek, ama bir tek arkadaşı çıkmamıştır!

Ama yeni kuşaklardan bu gizlenmiş ve sanki bu bayram 1923 yılından beri kutlanmaktadır gibi bir hava yaratılmıştır.

Atatürk'ün doğum günü belli değildir. Kendisi de bilmezdi.

"Bu niçin bir 19 Mayıs olmasın?" diye bizzat kendisi önermiştir...

Yani, "simgeseldir".

"Beni bir 29 Ekim günü doğmuş kabul ediniz" deseydi, öyle sayılacaktı.

Hep merak ederim: Niçin Atatürk'ün Samsun'a indiği 19 Mayıs günü bayram olarak kutlanır da, asıl Samsun'a gitmek üzere yola çıktığı, İstanbul'dan ayrıldığı 16 Mayıs günü değildir bu bayram?

Erzurum Kongresi'nin, ya da Sivas Kongresi'nin toplandığı günler niçin bayram yapılmamıştır da, artık kesin tarihini bile kimseciklerin hatırlamadığı, yalnızca o illerde vakti gelince anılan, biraz da "âdet yerini bulsun" diye geçiştirilen birer "gün" olarak kalmışlardır?

Bu ne keyfe keder, ne sallapati bir ülkedir yahu?

Atatürk hastalanıyor, "beni Türk doktorlarına emanet ediniz" diyor, Fransa'dan Prof. Dr. Noel Fissenger getirtiliyor... (Bizim geyikler bu adamın adını hep "Fisanje" yazarlar, Lausanne'ı Lozan, Sevres'i Sevr yazdıkları gibi.)

Türkân Hanım 14 Mayıs günü ölseydi ne yapacaktınız?

"Karşıdevrimcilerin iktidara geldikleri günün yıldönümünde gitti, yani onu öldürdüler" mi diyecektiniz?

Ya da 22 Temmuz'a kadar yatsaydı hasta yatağında...

"AKP'nin seçimi kazanmasına yüreği ancak iki yıl dayanabildi" yazacak budala çıkar mıydı?

Çıkardı vallahi, hiç şaşmam.

Bunlar, çağdaş, akılcı, bilimi rehber edinmiş Atatürkçü arkadaşlar!...

Bir de öyle olmayanları düşünün.

 

21 Mayis 2009

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Geçenlerde katılmak zorunda olduğum bir toplantıda Türkan Saylan'ı andılar.. "Aramızdan ayrıldı, O nu saygıyla anıyoruz" dendi ve ardından alkış,ıslık kıyamet koptu..Şimdi alkış tamam hani bi nebze,gördüğümüz,alışkın olduğumuz bi matem şekli (!) de ıslık da ne oluyor? Madem siz bu kadının ölüşüne üzülüyorsunuz,alkışlayarak ve ıslık çalarak mı gösteriyosunuz bunu? Ardından da "Türkiye laiktir,laik kalacak" sloganı..Taşı kaldırsanız altından mağara çıkabilir..Hiçbir harekete,yoruma şaşmamak şart oldu neredeyse...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Türk değilim eğriyim, tembelim

 

Ülküm de alçalmak, geri gitmektir... İlkem küçüklerimi dövmek, büyüklerime terbiyesizlik etmektir...

Böyle "ant" olur mu? Böyle saçmalık, böyle rezillik olur mu?

Olmaz. Ama tersi oluyor. Çok da doğal karşılanıyor.

Türk'üm, doğruyum, çalışkanım... İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir... Ülküm yükselmek, ileri gitmektir... Varlığım Türk varlığına armağan olsun!

Bunu 1933 yılında Dr. Reşit Galip yazmış. 1933 yılından önce böyle bir "öğrenci andı" falan yok, 1937 yılından önce bir 19 Mayıs bayramı olmadığı gibi... Reşit Galip o tarihte milli eğitim bakanı. Ant, ilk kez 23 Nisan 1933 günü bütün ilkokullarda okunmuş.

1933 nisan ayı... Hayret, tam da "Alman başbuğu" Hitler iktidara geldikten üç ay sonra... Tesadüfün böylesi!

Diktatör Kenan Evren'i bu bile kesmemiş, 12 Eylül döneminde öğrenci andına bir bölüm daha ekletmiş: Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türk'üm diyene! ("İlkem" yerine "yasam", "özümden" yerine de "canımdan" derdik biz, onu da değiştirmişler.)

Şimdi gene ufak çapta bir kıyamet kopacak gibi, çünkü yeni milli eğitim bakanımız Nimet Çubukçu, andın kaldırılmasını tartışmaya açmak istiyor.

Bu tartışmaya memnunlukla gireriz ve de en son söyleyeceğimiz lafı en baştan söyleriz: Bu ant, kaldırılmalıdır!

Gerekçe olarak "Kürt çocukları" ileri sürülüyor, bunlara zorla "Türk'üm" dedirtilirse, rencide olurlarmış...

Böyle bir gerekçeye hiç gerek yoktur, bin dereden bin su getirmek de anlamsızdır. Kimseye hesap verecek değiliz.

Bu ant, "demokratik ülkelerde çocuklara böyle bir ant içirme uygulaması olmadığı için" kaldırılmalıdır. Başka bahane gerekmez.

Türk olmayanlar doğru ve çalışkan değildirler... Küçüklerini korumaz, büyüklerini saymazlar... Yurtlarını, uluslarını sevmezler... Çocuklara bu mu öğretilmek isteniyor?

Bugün Almanya'da "varlığım Alman varlığına armağan olsun" diye bir slogan atılsa ortalık birbirine girer. Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsanız, önce Türkiye'den "faşizm tortularını" silip temizleyeceksiniz.

Milli bayramlarda gençlere yaptırılan Mussolini, Hitler ya da Stalin "gösterilerini" kaldırmak gibi. Bunların yerine gençlere spor "müsabakaları" yaptırmak gibi.

Ya da okullarda "bayrak törenlerine" son vermek gibi... Bayrak töreni askeri okulda yapılır. Sivil okulda abestir. Fransa'da öğrencilere pazartesi sabahı bayrak töreni yaptır, başına dert alırsın.

Ama sivil çocukları da "doğuştan asker" olarak yetiştirmek istiyorsan o başka tabii... O zaman Avrupa Birliği'nin de sana vereceği yanıt "başka kapıya" olacaktır.

Bu öğrenci andı da, çocukları "küçük birer faşist" olarak yetiştirmek üzere uydurulmuş bir "beyin yıkama" çabasıdır. Her sabah papağan gibi tekrarlana tekrarlana hiçbir anlamı kalmaz, ama farkında olmadan çocuğun kişilik yapısını biçimler.

Siz onu bunu boşverin de bana söyleyin bakalım: Türkiye'nin "normal" bir ülke olmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

İstiyorsanız, bu pürüzleri temizleyeceksiniz. Başkasına yaranmak için değil, kendi geleceğiniz için, daha da önemlisi, çocuklarınızın geleceği için.

 

22 Mayis 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nah yargılanır!

 

Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok, herkes de farkında: Cumhurbaşkanları da yargılanır diyenler, cumhurbaşkanının adı Abdullah Gül olduğu için, gıcık kaptıklarından, ona "uyuzluk" etmek amacıyla böyle diyorlar. "Efendim ben salt hukuk açısından..." falan numaralarını kimse yutmaz.

 

Oysa anayasa bu konuda son derece açık seçiktir ve meselenin tartışmaya açılacak bir yanı bile yoktur: Cumhurbaşkanı, ancak "vatana ihanet" suçundan yargılanabilir, başka hiçbir suçtan dolayı yargılanamaz!

 

Milletvekili dokunulmazsa, cumhurbaşkanı "haydi haydi" dokunulmazdır. Ayrıca "madde-i mahsusa" gerek yoktur.

 

Beğenmiyorsanız, hesabını "anayasayı son derece kötü yazan" has adamınız Orhan Aldıkaçtı'dan soracaktınız!

Adı ister Abdullah olsun, ister Ahmet, ister Süleyman, ister Turgut, ister Kenan, ister Fahri, ister Cevdet, ister Cemal, ister Celal, ister İsmet, ister Kemal... Yar-gı-la-na-maz! Ancak "darbe yaparsanız" ve bunda da başarılı olursanız yargılarsınız, Celal'e yaptığınız gibi. Anayasayı çiğner, sonra da anayasayı çiğnediği gerekçesiyle adam asarsınız!

"Vatana ihanet" davasına bakabilecek mahkeme de ancak ve ancak Yüce Divan'dır, taşra adliyesi değil.

 

Bazı uyanıklar, "bir punduna getirip Gül'ü Çankaya'dan indirebilir miyiz" çabasındalar ama havalarını alacaklar... Deniz Baykal da Turgut Özal'ı Çankaya'dan "onursuzca" indireceğini söylemişti, bu çirkin terbiyesizliğin utancıyla kaldı.

 

Amerika'dan örnekler vermeye çalışmak da "beyhude gayrettir" çünkü burası Atatürk'ün kurduğu bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti'dir. Burada Amerikan Anayasası değil, Türk Anayasası geçer. "Uluslararası doktrin böyle demiyor" savunması da gülünçtür. Hangi alanlarda uluslararası hukuka saygı gösteriyorsunuz da şimdi nalıncı keseri gibi kendinize yontmak istiyorsunuz? Hani "siz size benzerdiniz" yahu? Hani siz yedi düveli takmazdınız?

 

Adı Abdullah ya, vur abalıya... Atatürk'e dokunabilir miydiniz? İnönü'ye dokunabilir miydiniz?

 

Diyelim ki İnönü makam arabasıyla Kızılay Meydanı'nda bir yayaya çarptı, adam öldü (ki büyük oğlu Ömer bunu da yapmıştı)... Hangi babayiğit soruşturma açabilirdi? (Ay yoksa memlekette dikta falan mı vardı?)

Cumhurbaşkanı isterse cinayet bile işleyebilir.

 

Çeker tabancasını kırk kişiyi vurur devirir, polisin gözünün önünden elini kolunu sallaya sallaya geçer gider. Kılına bile dokunamazsınız. Gözaltına alamazsınız, tutuklayamazsınız, yargılayamazsınız.

 

Çünkü "mutlak sorumsuzdur", vatana ihanet dışında.

 

"Cumhurbaşkanı olmadan önce işlediği öne sürülen bir suç söz konusu..." diyeceksiniz. Cumhurbaşkanı olduğu sürece, gene dokunamazsınız.

 

Kırk kişiyi öldürmüş, ertesi gün de cumhurbaşkanı seçilmiş olsun, fezleke bekler. Zaman aşımı işlemez, görev süresi bittiği anda süreç kaldığı yerden devam eder.

 

Bu kadar basit, bu kadar açık seçiktir yasa. "Böyle mi olmalıdır" konusunu oturun haftalarca tartışın. Hatta Hukuk Fakültesi'nde çocuklara ödev olarak verin, üzerinde düşünsünler.

 

Eh, size anayasayı değiştirelim dedik, hiç yanaşmadınız...

 

Şimdi yapabileceğiniz iki şey var. Biri, mazotu çekip çekip "darbe isterim" diye kaşınmak...

 

İkincisi de, "Gül'ün eşinin başı bağlıdır, 'Kürt açılımı' falan filan diye de ileri geri konuşuyor, demek ki vatana ihanet içindedir" diye bir terane tutturmak. Oradan vurmaya çalışmak.

 

Siz onu da yaparsınız, hiç şaşmam.

 

23 Mayis 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah'ın kulu gibi İrtica yüklü(!) isimi bir Cumhurbaşkanı bunların Kemalist(Ateist) Devlet Ütopyasında yok ya,ondan bu sızlanmaları...Yakında başlarlar,Atamızın kemikleri sızlıyor edebiyyatı yapmaya...Hepimiz Saylan'ız diye bale de yaparlar...Hrant oldular,Ermeni oldular,Saylan oldular...(Sisi ölünce de Sisi olurlar mı merak ediyorum..):)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çiğnenecekse biz çiğneriz, size ne oluyor?

 

Murat Belge canalıcı bir soru atmış ortaya, bugüne kadar hiç aklıma gelmemişti!

Diyor ki: "1924 Anayasası'yla İstiklal Mahkemeleri kurulabilmiş ve takır takır işlemişse, aynı anayasayla DP'nin Tahkikat Komisyonu kurması nasıl suç olur?"

Bu komisyonun anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle üç kişi asıldı bu ülkede. Köpek, bebek, kadın donu ve cımbız meselesi gibi şaklaban suçlardan asacak değillerdi ya, buna dayanarak astılar.

Biz de elli yıldır hep şöyle düşündük: Evet, asılmamaları gerekirdi, adamlara yazık oldu ama o komisyon işi de olacak iş değildi canım...

Öyle miydi?

Anayasada böyle bir komisyon "tanımlanmamıştı", peki İstiklal Mahkemeleri, yani "olağanüstü bir devrim mahkemesi" tanımlanmış mıydı?

Gerçek şu ki, CHP ellili yılların sonlarına doğru "bir daha seçim kazanamayacağını" anlamış, son derece hırçın muhalefet yaparak, ülkeyi gererek, sinir bozarak darbe kışkırtmaya koyulmuştu... Basın da buna çanak tutuyordu... (Son yıllarda yaptıklarıyla bir karşılaştırın isterseniz.)

İktidar, CHP'nin "darbe kışkırtıp kışkırtmadığını" araştırmak amacıyla mecliste bir komisyon oluşturdu (tahkikat, "araştırmalar" demek)...

28-29 Nisan 1960 öğrenci ayaklanmaları bunun üzerine patlak verdi. Öğrenci liderleri, aynı zamanda CHP gençlik kolları militanlarıydı, olayların arkasında CHP vardı.

Komisyon da tam da bunu araştırıyordu işte... Üstelik bir yaptırım yetkisi de yoktu. Mahkeme falan değildi. Kimseyi asacak kesecek hali de yoktu.

Fakat ayaklanma amacına ulaştı. Adnan Menderes, komisyonun dağıtıldığını açıkladı. Yani yenilgiyi kabul etti. İş bitmiş, CHP kazanmış sayılırdı.

Ama bu açıklama çok geç, ancak 26 Mayıs akşamı geldi... Darbeye sekiz saat kala... Ok yaydan çıkmıştı!

O günden bugüne hep tartışılır: Menderes Tahkikat Komisyonu'nu daha önce, mayıs ayı başlarında ya da ortalarında kapatsaydı, erken seçime gideceğini söyleseydi, darbe yapılabilir miydi, yapılamaz mıydı?

Fakat Tahkikat Komisyonu'nun "haklı olabileceği" hiç dillendirilmedi...

Daha doğrusu, "haksız olmayabileceği" hiç düşünülmedi.

Menderes o dönemdeki "yargıya güvenemediği için", açık konuşalım, yargıyı "CHP yanlısı" bulduğu için kendi göbeğini kendi kesmeye kalkmış, araştırmayı yasamaya yaptırmıştı...

Eh, Salim Başol ve Altay Ömer Egesel de ne kadar güvenilir olduklarını sonradan kanıtladılar doğrusu!

Ama İstiklal Mahkemeleri o zaman yürürlükte olan anayasaya aykırı değilse, bu komisyon da değildir. Yok eğer Tahkikat Komisyonu anayasa aykırıysa, İstiklal Mahkemesi de aykırıdır.

Kimin ruhu kimin ruhundan özür dileyecek?

Laf aramızda, darbe yapmak, yani yürürlükteki anayasayı ortadan kaldırmak, sonra da dönüp o anayasayı çiğnedi diye adam asmak hangi mantığa sığar? O zaman Milli Birlik Komitesi üyelerinin de intihar etmeleri gerekirdi!

Yoksa, Aristo mantığı, diyalektik mantık falan gibi bir de "bürokrat mantığı" mı vardır okullarda okutulmayan?

Baksanıza, şimdi o mantığa göre cumhurbaşkanları da yargılanırmış bal gibi!... Yani, anayasa çiğnenebilirmiş!

İsterseniz "Nevzat Tandoğan mantığı" diyelim: "Bu memlekette anayasa çiğnenecekse onu da biz çiğneriz arkadaş!"

 

ENGİN ARDIÇ-25 Mayis 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ve sular ve bardaklar ve fırtınalar

 

Kaçınız Suriye sınırını gördünüz?

Ya da şunu sorayım: Kaçınız mayın gördünüz?

Ben elli yedi senedir bu ülkede yaşıyorum, Suriye sınırını görmedim. Askerlik yaptım ama hiç mayın da görmedim. Filmlerden bilirim.

Bunun bir "eksiklik" olduğunu da hiç sanmıyorum, "orada bir köy var uzakta" edebiyatı ilkokul öğrencileri içindir.

Benim gibi milyonlarca vatandaş var.

Ve de Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi ya da temizlenmemesi onları hiç ilgilendirmiyor.

Öyle olmasaydı, Zeynep Tokuş'un tek celsede boşanma haberi gazetelerde manşet yanına yerleşmezdi (mayınlar yirmi ikinci sayfada)...

Ama gazeteciler sahtekârlık ediyorlar.

Politikacılar da öyle.

Hükümet bu mayınları temizleme işini bir İsrail firmasına verecekmiş, onlar da temizleyecekleri araziyi kırk dört yıllığına kiralayıp orada tarım yapacaklarmış. Yüzlerce köylüye de iş bulunacak. Mesele bu.

Asker "ben yapamam" dedi. Türkiye'de bu mayınları temizleyecek teknoloji de yok, sivil babayiğit de. İş çaresiz yabancıya kaldı.

İktidar bu konuda "dediğim dedik, çaldığım düdük" tavrını sürdürdü, kanun meclisten tabii ki geçti, bu arada muhalefet de sırf muhalefet etmiş olmak için kıyametleri kopardı.

Dinci basın, mayınları İsrail temizleyeceği için ayağa kalktı, bir Suudi firmasına verilse gıkları çıkmayacak...

Faşolar, topraklarımız satılıyor diye dellendiler, ellerinden gelse bütün yabancı sermayeyi kovalayacaklar, aç oturacağız.

O sınıra iki milyon Yahudi yerleştirilecekmiş, bunlar Türkiye'yi böyle böyle ele geçireceklermiş...

İsrail'in toplam nüfusu yedi buçuk milyon.

Suriye sınırına gideceklerine İstanbul'a gelseler de üzerine ölü toprağı serpilmiş adalar canlansa...

Kürtçülük yapan liberaller de "PKK üyeleri ölmesin, şeker de yiyebilsinler" kafasında gidiyorlar! Bir tek Kürt'ün burnu kanasa Türk ordusu karşısında onları bulacak!

Ve de hayatında Suriye sınırını Yeşilçam, mayın tapasını da Hollywood serüven filmlerinde ancak görmüş gazeteciler, yazıyorlar babam yazıyorlar...

Tıpkı, sabahtan akşama kadar Serdar Ortaç dinleyip sonra da Leyla Gencer hakkında yazdıkları gibi...

Hükümetin yaptığı her iş, hükümet tarafından yapıldığı için "bizatihi" kötüdür. Ama bu şimdilik kaydıyla böyledir. Hükümet bizim patrona orman arazisi içinde site yapıp birkaç milyon dolar daha kazanma fırsatı verse, eh o zaman Suriye sınırını da istediğine verebilir, sakınca kalmaz...

Ne dersiniz? Suriye sınırı yabancı firmaya mı kiralansın, solculuk edip emekçi halka mı dağıtalım, sağcılık edip toprak ağalarından birkaçına kıyak mı yapalım?

"Bana ne yahu" mu dediniz?

Sizi gidi göbeğini kaşıyan ve bizim gazeteyi yeterince satın almayan ampul kafalılar sizi... "Bizimkiler" gelip şöyle on-on beş yıl gitmeyince görürsünüz gününüzü! Kodesten çıkabilirlerse gelecekler.

 

Engin Ardıç / Sabah / 5 Haziran 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kravat takmayan Anıtkabir'e giremesin

 

Kıyı boyunca sıralanmış şirin kasabalarıyla ünlü bir yöremizden kopup gelmiş bir şarkıcı (bunların şirin olmayanı hiç mi yoktur yahu?), Anıtkabir'e kimlerin girebileceğini, kimlerin giremeyeceğini belirtmiş: "Çorabı kokan girmesin" demiş, "çünkü dezenfekte etmek gerekecek"...

 

"Çok doğru söylemiş" diyecek çok kişinin çıkacağını adımız gibi bilmesek, "yörenin renklerine uygundur" deyip geçerdik.

 

Ama konu ciddi. Fıkralarla açıklanamayacak kadar ciddi. Bu konuda hükümetin, genelkurmayın, askeri ve sivil savcıların, ayrıca değerli köşe yazarlarımızın görüşlerini bekliyoruz.

 

Bir kere, şarkıcı, Ankara'ya yolu düşen bazı kişileri "oraya kadar gidip de Anıtkabir'e hiç uğramamakla" suçluyor. Bizi uyarıyor, ki sonra uyarmadı demeyelim.

 

Olur mu? Langa'nın hıyarı, Yedikule'nin marulu, Arnavutköy'ün çileği, Kanlıca'nın yoğurdu, Beykoz'un paçası, Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı... Ankara'nın nesi meşhur? Yalnızca havası ve tavası mı? Denizi meşhur değil ya bu şirin beldemizin... Politikacısı ve gazetecisi meşhur... Başka?

 

Ankara'ya gidince (bakanlıklarda iş takibine tabii), Anıtkabir'e de mutlaka gidilecektir. Bu konuda gerekli kanun ve yönetmeliklerin bir an önce çıkarılmasını istiyoruz. "Anıtkabir giriş bileti" gösteremeyenlerin Esenboğa'dan, gardan ve garajlardan çıkış yapmalarına izin verilmemelidir.

 

Ankaralılar "zaten" orada oturduklarından, ayrıca Anıtkabir'e hiç uğramadan da yıllarca yaşayabilirler. Onlar "muaf" tutulacaklardır.

 

Bilet dedik... Anıtkabir'e uygun bir ücret mukabili (gelir vergisinden düşülmek kaydıyla) bilet de kesilebilir ve bu fonda toplanacak para, cumhuriyet mitingleri finansmanında kullanılmak üzere Atatürkçü Düşünce Derneği'ne teslim edilebilir... Böylece devrin cumhurbaşkanından para istemelerine de gerek kalmayacak, kıllık edenlerin sesleri kesilecektir.

 

İkincisi... Anıtkabir'e nasıl başörtülü girilemezse, kirli, lekeli, yağlı iş tulumuyla ve sıradan, gündelik giysilerle de girilemez. (Cüppe, potur, mes lastik zaten asılma nedenidir!)

 

Takım elbise şart değilse de, ceket ve kravat zorunluluğu getirilmelidir. Koyu renk, tercih nedenidir. Sakal tıraşı ve kısa saç da önemli bir farklılıktır. Bunlara sıra beklemeden girmek gibi birtakım ayrıcalıklar sağlanabilir. Bıyık, ince olmak kaydıyla (memur bıyığı) serbesttir.

 

Bu memlekette bir zamanlar kravat takmadan Ulus'tan Sıhhiye'ye geçmek, Tünel'den Beyoğlu'na çıkmak bile yasaktı. Dirlik düzenlik vardı. Karşıdevrimciler iktidara gelince ortalıkta kravatsız gezen serseri sayısı çoğaldı. Memleket elden gitti. Memleket yeniden ele geçirilmeli, pardon, ele gelmelidir.

 

Nasıl Köy Enstitüleri yeniden açılıp "eğitim şart" ilkesi yeniden yürürlüğe konmak zorundaysa, burada da giyim kuşam, devrimlere uygun olmalıdır.

 

Fakat kadınlara kravat taktırmak hiç de hoş olmayan birtakım "cinsel sapma çağrışımları" yaratabileceğinden, onlarda oturak şapka, tango etek, fırfırlı bluz, kürklü yaka, bilekten bantlı iskarpin gibi otuzlu yılların modasına uygun giysiler yeterli sayılabilir... Burada da saçlara maşa çekilmesi ve ince kaş, tercih nedeni olacaktır.

 

Anıtkabir içinde ve "müştemilatında" göbeğini kaşıyan da hapis cezasıyla kendine getirilsin.

 

Atatürk, bu ülkeyi size Anıtkabir'e gitmeyesiniz diye mi emanet etti?

 

Gerçi, "beni görmek mutlaka yüzümü görmek değildir, benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir" demişti ama Atatürk'ün bu ilkesini çiğneyebiliriz arkadaşlar! Fakat 1953 yılından, yani Anıtkabir inşaatı bitirilip hac ziyaretine açılmadan önce yaşayanları "cahiliyye devri" insanları sayalım, onlara günah yazmayalım.

 

Engin Ardıç - Sabah

 

19 haziran 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bilet dedik... Anıtkabir'e uygun bir ücret mukabili (gelir vergisinden düşülmek kaydıyla) bilet de kesilebilir ve bu fonda toplanacak para, cumhuriyet mitingleri finansmanında kullanılmak üzere Atatürkçü Düşünce Derneği'ne teslim edilebilir... Böylece devrin cumhurbaşkanından para istemelerine de gerek kalmayacak, kıllık edenlerin sesleri kesilecektir.

:( :( :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

No, you can't

 

Abant toplantılarından biri daha yapıldı, politikacılar, bilim adamları, yazarlar katıldılar. Konu her zamanki gibi "demokratikleşme sancısı", siyasi partiler, ordu, anayasa.

Açılışı yapan Bolu Valisi, konuşmasında, yeni ve "sivil" bir anayasa gerektiğini ısrarla belirtmiş (ağzına sağlık) ve de sözlerini Obama gibi bitirmiş:

"Yes, we can."

Evet, yapabiliriz, demek.

Kusura bakmasın ama biz de şöyle diyeceğiz:

"No, you can't".

Daha doğrusu, cümleyi şöyle geliştirelim:

"Unfortunately, you won't be able to do it."

Hayır, yapamazsınız, ne yazık ki yapamayacaksınız, yaptırmazlar.

İktidar partisinin, bu koltuk dağılımıyla, yeni bir anayasa hazırlayıp mecliste kabul ettirecek gücü yoktur. MHP'nin "türban açılımı" falan gibi konularda verdiği destek, "samimi" değil, başbakanı zor durumda bırakmak için çevirilmiş ustaca bir manevradır. Başbakan bu tuzağa düştü, daha doğrusu, geri duramadı, adım atmak zorunda bırakıldı ve kaybetti.

Bu meclisten "sıfırdan" bir anayasa çıkamaz, çıksa çıksa "tadilat" çıkar. O da "geri döner"...

Çünkü CHP'nin en ufak bir değişiklik girişimine "şarlayacağı" ve hemen Anayasa Mahkemesi'ne gideceği bellidir.

Anayasa Mahkemesi geçen yıl, kanunları "içerik yönünden" yargılama yetkisi bulunmadığı halde bunu yapmış, yani göz göre göre anayasayı çiğnemiş, yüksek yargı yasamanın yerine geçmiştir. Bürokrasinin beğenmediği hiçbir anayasa değişikliği bu merciden "geçemez"... Bürokrasinin neleri beğenmeyeceği de bellidir. Darbe marbe tartışılıyor ya, sessiz sedasız darbe oldu bile!

Üstelik, TBMM kendini bir "kurucu meclis" yerine koyup, eskisini iptal edip sıfırdan bir anayasa da hazırlayamaz, onun da böyle bir yetkisi yoktur.

Halkoyuna başvurup, yeni bir anayasa hazırlayacak "ikinci ve paralel bir meclis" oluşturmaya çalışmak da, ihtilal demektir.

Yeni bir anayasa, hele bu basınla ve Aydın Doğan Beyefendi işinin başında olduğu sürece de mümkün değildir. Bürokrasiye şirin görünmek için taş koyacaktır.

Biz hep yeni anayasanın özgürlükçü, demokratik falan filan olmasını istiyoruz ama toplumda bunu istemeyen, istemeyecek güçleri yabana atıyoruz. Toplumda bu konuda "konsensüs" monsensüs yoktur. Faşisti bol bir memlekettir burası...

Halk, bürokrasiye kafa tutacak güce erişmiştir, ama onu "yerli yerine koyacak" gücü yoktur. Bu kadarcığı bile Türkiye için büyük bir aşamadır ama yeterli değildir.

Belki başka bir seçim döneminde, başka bir meclis tablosu oluşursa, daha kapsamlı bir tadilat...

Ama, belki... Görünür bir gelecekte yeni bir "silip süpürme" ihtimali de yoktur. İktidar partisinin oylarını yüzde ellinin üstüne çıkarma ve çatlak sesleri kesme ihtimali sıfırdır.

Üstelik anayasalar, sanıldığının ya da inandırılmak istendiğinin aksine, anlaşmayla hazırlanmazlar.

Toplumda o dönem kimin borusu ötüyorsa, anayasayı o yapar. Anayasa değişikliği, toplumda "esaslı bir altüst oluş" gerektirir. Onun ardından gelir. Şu anda kimsenin borusu bu kadar ötmüyor, ufukta bir "alabora" da görünmüyor.

Sistem, kilitlenmiştir.

Maybe another time... Maybe in other, quite different conditions, Mr. Governor.

 

Engin Ardic- 22 Haziran 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Rezillikten vazife çıkaralım arkadaşlar

 

Kimsenin seyretmediği çarçur bir televizyon kanalı, kendisine "reyting" getirecek dâhiyane bir dümen bulmuş... Programın adı "İmana Gel"...

Her programa bir "ateist" çıkaracaklarmış, ayrıca bir imam, bir papaz, bir de haham... Budist rahibi de var... Ateist kendi görüşünü savunacakmış, din adamları da onu ikna etmeye çalışacaklarmış... Bu bir yarışma. Fikir babası, pardon, fikir anası, Sisi namıyla maruf Seyhan Soylu. Programı yönetecek olan da ("moderatör" diyorlar ama "moderatris" demeleri gerekirdi), neredeyse yirmi yıllık dostum, eski mesai arkadaşım Gülgün Feyman.

Epey küfür yediler tabii...

Diyanet İşleri Başkanı da bu girişimi "şaklabanlık ve soytarılık" olarak niteledi.

Şimdi bir şey söylesem hem Gülgün bacıma ayıp olacak, hem de Seyhan bacım kızacak. Kendisinin "Nurseli İdiz yönetiminde cumhuriyet kadınları defilesiyle" dalga geçmiştim de, çok bozulmuş, "benden daha erkek" olduğunu belirtmişti!

Eh, ben erkekten anlamam. Benim o tarafım yoktur. Konunun uzmanı öyle diyorsa, öyledir herhalde... Bir de penis yazarına sormak gerekir ama ona kıyamam, bu işe karışmasın. Bu yaştan sonra ona buna penisimi gösterip geçer not istemek bana ağır gelir. Genç olsam neyse de...

Bu Seyhan polis okulundan "matrut", yani atılma, fakat Ergenekon örgütüyle (pardon, kamuoyunda Ergenekon olarak bilinen ve mahkeme kararı henüz verilmediği için şimdilik varolmadığı varsayılan örgütle) pek içli dışlı bir şahsiyet...

Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz gibi şahsiyetleri "fabrike edip" 28 Şubat patırtısını yaratmak amacıyla kullandığı söylenmişti.

Merak ettiğim, yarışmacı buldu diyelim (Richard Dawkins'i çağırmasın, bir de tercüman gerekir), şaklaban ve soytarı din adamını nereden getirtecek?

Televizyonda bir miktar var ama onlar kendi kanallarını bırakırlar mı?

Kimsenin üstünde durmadığı avanta şurada: Bu yarışma, ödüllü! Kazanan, kendisini ikna eden din adamıyla birlikte yurt dışına gönderilecek. Papaz kazanırsa Roma'ya, haham kazanırsa Kudüs'e, imam kazanırsa Mekke'ye seyahat! (İyi ki katolikle yetinmişler, çünkü ortodoks papazı kazansaydı yarışmacıyla birlikte stüdyodan çıkıp alt tarafı bir dolmuşla Fener'e gidip geleceklerdi. Fener'de "Aziz Yıldırım'la tanışıp Mehmet Topuz'u da yakından görmek isteyecek" saf ve temiz vatandaşlar bile çıkabilirdi.)

Karanlıkta kalan noktalar da var: Hıristiyan olacakların vaftiz suyunu kim ısıtacak? İslam'ı seçeceklerden sünneti eksik ya da yarım kalmış olanları sevabına sünnet de ettirecekler mi? Herhalde Sisi bakar, kararı o verir.

Kendime ateist süsü verip katılsam mı acaba? Öyle olmadığımı herkes biliyor ama bu dümenle hem "bir kısım basınla" barışırım, hem Gülgün'le hasret gideririz.

Çünkü "kendini Budist rahibine ikna ettirirsen" ucunda Tibet gezisi varmış! Oraları hiç görmedim de...

Dönünce ağzımı çalkalar, tövbe istiğfar eder, iman tazelerim, avanta gezi de yanıma kâr kalır.

Tüyoyu aldınız, haydi uyanıklar, doğruca katılma başvurusuna!

Ben bilet alır kendim giderim, sizin için bu fedakârlığı da yapacağım.

Not: Roma bu sıcakta hiç çekilmez, stüdyoda sakın katolik olmayın.

 

Engin Ardic / 27 Haziran 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bekir'inki gibi yazı

 

Bodrum'da bir uyuşturucu çetesi çökertilmiş, Savaş Ay bildiriyor. Kimsenin çöktüğü falan yok, üç-beş gariban torbacının tıpkı Deniz Seki gibi başı yanacak, o kadar...

Bunlar malı satarken birtakım "kodlar" kullanıyorlarmış. (Kötü bir gazeteci "gizli kodlar" yazar, kodun açığı nasıl oluyorsa?)

Esrara "CD" diyorlarmış, kokaine de "DVD"... Daha "kelek" kaldığı için hapa da "kaset" tabir ediliyor...

Gerçi "gogo, kubar, zıvana, çarşaf, harman" gibi birtakım kodlar biliyorduk ama onlar "demode" olmuşlar, uyuşturucu dünyası çağa ayak uydurmuş. Ne de olsa satışı Bodrum'da yapıyorlar. Alaçatı'da yapsalar esrara Tuğçe, kokaine de Berk demek gerekebilirdi.

Benim koleksiyonumda üç bin kadar CD, iki bin kadar da DVD var, polis yanlış anlayıp da basarsa uğraş dur!

"Bu mallar sizin mi Engin Bey?"

"Ben satıcı değil dinleyiciyim memur bey! Eğitim şart."

"Sizde hap var mı, hap?"

"Vardı ama hepsini elden çıkardım, eski teknoloji..."

Esrara CD, kokaine DVD deyince, kadına da "kitap" demek şart oluyor tabii... Çete değil, Doğan-Raks ortaklığının D&R mağazası mübarek!

"Philippa Gregory geldi mi?"

"Sarışın mı esmer mi?"

"Okumak için soruyorum kardeşim... Kitap, kitap..."

"Zaten kitap gibi karı ağabey, çevir çevir oku!"

Tersten gidersek, "sarı bomba" tabir edilen bazı haplar da kavram kargaşası yaratabilir:

"Sarı bomba var mı koçum?"

"Ben pezevenk miyim ulan? Şurada namusumla uyuşturucu satıyorum." (Tabir gerçektir, bir mahkemede hâkime ifade olarak söylenmişti.)

Aynı mantıkla, kumara da "politika" diyelim, olsun bitsin.

"Başbakan, genelkurmayın döper açılışını kentle gördü."

"Paşa zonda... Gran şlem sanzatu oynuyor, karşı tarafın elinde koz var mı?"

"Yok yahu, blöf yapıyor, iki asla konuşuyor... İkinci elde batar..."

"Bak, başbakan kontr çekti... Paşa sürkontr çekerse zor duruma düşecek..."

Eskilere de bu yaklaşıma uygun isimler bulabiliriz.

Kenan Evren'e "papaz" diyelim mesela...

Tansu Çiller elbette "kız" olur.

Mesut Yılmaz da "bacak".

Süleyman Demirel'e de "pis yedili" dersiniz, mesele kalmaz.

 

Engin Ardıç- 28 Haziran 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nimet Hanım devrim yapıyor

 

Galatasaray Lisesi'nde on iki yıl okudum, ilk, orta, lise... On iki yılda bir tek gün bile kravat takmadım okul içinde.

Zaten "bir tür tersten mahalle baskısı" da vardı okulumuzda ve kravat takmaya, iki dirhem bir çekirdek gezmeye kalkan alay konusu olurdu.

Bizde "forma" yoktu. Göğüs cebi GS armalı lacivert ceketimiz vardı ama kâğıt üzerinde... O da imparatorluk devrinden, Mekteb- i Sultani günlerinden kalma "arkaik" bir anıydı (eskiden "gayın-sat" tabii bu harfler)... İlkokul çayları dışında hiçbir arkadaşımın sırtında bir tek gün görmüş değilim.

Robert Kolej, Alman Lisesi gibi "iyi" okullarda da yoktu. Batılı eğitimcinin kafası böyle saçmalıklara basmazdı. Onlar faşizmi 1945 yılında bitirmişlerdi.

Haaa, kız okullarında, Notre Dame de Sion'da falan vardı ama orada amaç kızların cinsel çekiciliğini ortadan kaldırmak, onları çirkinleştirerek bizim gibi çakalların sulanmalarını önlemekti... Allah için biz de hiç yapmadık öyle kaka şeyler!

Ceket ve kravat, "maarif mekteplerine" mahsustu.

Çünkü biz birey olarak yetişiyorduk, onları robot yapmak istiyorlardı.

Ankara'nın bize bu açıdan gücü yetmiyordu... Sıradanlaştırmak için çok çalışmışlar ama Galatasaray'ı öldürememişlerdi!...

Meslek hayatımın başından beri, sivil okullarda forma, önlük vb. gibi uygulamaların son bulması için mücadele ettim. Bu benim şerefimdir.

Şimdi bu işi başarmak Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'ya nasiptir. Kendisini ayakta alkışlıyorum, arkamdan itin kopuğun ne diyeceğini bile bile...

Nimet Hanım (pardon, bürokrat olsaydım Sayın Çubukçu diyecektim), çocukları rahat bırakacak. Onlara zorla kravat taktırmayacak, ceket giydirmeyecek. İlkokullardan da önlüğü kaldırıyor. "Toza toprağa bulanmalarını önler" gibi ahmakça gerekçeler ortadan kalkıyor. Çocuklar karafatma gibi dolaşmayacaklar. Nimet Hanım hap kadar çocuklara faşist yeminler ettirilmesini de önleyecek. Çocuklar artık varlıklarını bize armağan etmeyecekler, tam tersine biz kendi varlıklarımızı, büyümeleri, gelişmeleri için onlara armağan edeceğiz.

Nimet Hanım, "çocukların kendilerini özgür ve mutlu hissetmelerini" istiyor. Çocuklar baskıdan, ana-babalar da gereksiz masraftan kurtulacaklar. (Fakat yanlış bir adım atar da "daha hafif bir tür forma" getirmeye kalkarsa iki elimiz de yakasında olur... Herkesin kravat takmasıyla, diyelim herkesin "çiçekli gömlek" giymesi arasında hiçbir fark yoktur. Amaç, "tek tip" ilkesini ortadan kaldırmak olmalıdır.)

Bu bir devrimdir. Nasıl askerin sivil mahkemelerde de yargılanabilmesi bir devrimse, bu da bir devrimdir.

Bu gibi devrimleri ne hikmetse "göbeğini kaşıyan cahil halkın oylarıyla seçilen karşıdevrimciler" yapıyorlar bu ülkede!...

Karşıdevrimci Nimet Hanım bu yolda... Haydi, bozkır devrimcilerini görelim... Ne diyeceklerdir, nasıl karşı çıkabileceklerdir?

"Forma, gençlerimizi kutsal bir vatan görevi olan askerliğe hazırlar" mı diyeceklerdir? "İsmet Paşa'mızdan bize yadigâr kalmış bir cumhuriyet uygulamasıdır" mı diyeceklerdir? "Tornadan çıkmış tek tip insan yetiştirmek istiyoruz" mu diyeceklerdir? "Çocukları zapt-ü rapt altına almak, çatlak sesler çıkarmalarını önlemek gerekir" mi diyeceklerdir?

Yoksa, kendilerini solcu sanıp "forma sınıf farklarını ortadan kaldırır" mı diyeceklerdir, toplumda yapamadıkları eşitlemeyi okulda çoluk çocuğa zorla uygulatıp?

Evet, göbeğini kaşımayan temiz aile çocuklarının tepkilerini görelim...

 

Engin Ardıç / 1 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Baklavacının kızı

 

İstanbul belediye reisi oğlunu evlendirdi. Arka sayfalardan birinde tek sütunluk haber değeri var, belki o bile yok.

Lakin gelinin babası baklavacıymış.

Bunun üzerine, belediye reisinin de muhallebici olduğu hatırlatıldı.

Hayır efendim, içeri geçip tavukgöğsü yapmıyor, kolları sıvayıp sahana yumurta da kırmıyor, pilavın yanına yoğurt da koymuyor, ünlü Saray Muhallebicisi'nin sahibi.

Adam aynı zamanda hem yüksek mimar, hem de sanat tarihi doktorası var ama bu nitelikler "göbeğini kaşıyan" boklamasına pek uymadıkları için göz ardı edilebilirler tabii!...

Böylece aşağıladıklarını sanıyorlar: Baklavacının kızı, muhallebicinin oğluna varmış... Eh, fırıncının kızı da balıkçının oğluna varır, evin beslemesi de bakkalın çırağına kaçar!

Hani, biracının şahidi şıracı, meyhanecinin arkadaşı... Buna getirmek istiyorlar.

Nikâh da Sütlüce'de kıyılmış, ne kadar süfli... Becerip de Divan'da bir kokteyl verememişler.

Bir kesim basının "tıyneti" bu işte... (Tıynet Osmanlıca bir kelimedir, demek ki ben de gericilik yapıyorum.)

Tazakkum ettikleri kazandibi, keşkül, sütlaç falan boğazlarından gelsin demiyorum, belki de muhallebici gibi "banal" ortamlara girmiyorlar, rejim yaptıkları için baklava, künefe, şöbiyet, Sütlü Nuriye falan da yemiyorlardır. (Bu tür dükkânlarda ayrıca "dilber dudağı, hanım göbeği" gibi belden aşağı tatlılar ve "vezir parmağı, sultan sarması" gibi gerici yiyecekler satılmakta, üstelik ramazan aylarında rahmetli haminnemin namaz başörtüsünü çağrıştıran "güllaç" gibi dinci tatlılar da verilmektedir, ordu göreve!)

Geçen belediye seçimlerinde Kılıçdaroğlu'nun reklamını yapmak için yırtınan bazı arkadaşlara, "belediye" kelimesinin ne anlama geldiği öğretilmelidir.

Belediye, şehrin kendi kendini yönetimidir.

Bu yönetim de o şehrin esnafından oluşur. Bunlar atanmazlar, seçilirler. Batı'da köyler kasabalara dönüştüklerinde, kasabanın "zenaat erbabı", nalbant, çömlekçi, hancı falan, yani burjuvaziye dönüşmekte olan esnaf, feodal senyörden bağımsız olarak kendi yerel yönetimini kurmuştu...

Dolayısıyla, bir şehrin gündelik işlerini elbette o şehrin muhallebicisi, baklavacısı, kahvecisi, kasabı, manavı yönetecektir. Tüccar ve sanayici o şehrin efendisidir. Merkezden gelecek bürokrat idari işlere, asayişe bakar.

Ama bizde belediyeye de "Ankara'dan gönderilecek memur kılıklı bir adam" isteniyor. Bürokrasi kaçak et kesimini de kovalasın, bayat balık satanı da sıkılasın, geneleve gidip para vermeden kaçanı da yakalasın! Hiçbir şey bürokrasinin denetiminden çıkmasın.

Çünkü zart zurta alışılmış, dayak arsızı olunmuş...

Hani şöyle SSK Genel Müdürlüğü'nden falan emekli, aynı zamanda "saylav" yani milletvekili, oturaklı, kerli ferli bir adam... Eşeklik etmeyip bizim patronun küçük ortağına da orman arazisinde inşaat ruhsatı versin.

Anlı şanlı cumhuriyetimizin anlı şanlı ilk döneminde olduğu gibi "hem vali, hem belediye başkanı, hem de CHP il başkanı" olursa da tadından yenmez!

Cahil halka bırakırsan, göbeğini kaşıyan ayı gidip ezici bir çoğunlukla muhallebiciyi seçiyor işte...

Bu kafayla da bir yandan hem döner döner avucunuzu yalarsınız, hem de esnafa gereksiz yere hakaret etmek küçüklüğü utanç belgeniz olur.

 

 

Engin Ardıç / 2 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

İki tarz-ı tefsir

 

Başlığı, durup durup bize saldıran ite kopuğa uyuzluk olsun diye Osmanlıca attık, büsbütün kudursunlar diye... Herhalde ne anlama geldiğini sormayacak kadar Osmanlıca'nız vardır... Dolmuştan "müsait" bir yerde inen, "evrak" hazırlayan, "ikametgâh" senedi çıkarttıran, "ruhsat" alan vatandaş bu başlığı da anlar.

Konuya gelelim. TÜSİAD, yani büyük sermayenin, özellikle de İstanbul sermayesinin sesi, askere sivil yargı yolunu açan kanun değişikliğinin "aceleye getirildiğini" söylemiş. Reformlar hızlandırılmalıymış ama bu reform hızlandırılmamalıymış. Enine boyuna tartışılmalıymış ki sulandırılsın, tıpkı Ergenekon davası gibi.

Dernek söylemez tabii, lafı ağzından çıkaran, başkanları Arzuhan Doğan Yalçındağ.

İmdi... (Alın bir Osmanlıca kelime daha)... Buna iki çeşit yorum yapılabilir. Yapalım.

Bir: Yüzeyden yorum.

"Hayırlı kerimenin yeri" pederinin dizinin dibidir. Armutlar da diplerine düşerler. Arzuhan Hanım elbette öyle söyleyecektir, çünkü babası hükümete düşmandır. Nedenini belki elli kere yazdık. Ailece sergiledikleri, laiklik kavgası değil, çıkar kavgasıdır.

İki: Daha derinden yorum.

Türkiye Cumhuriyeti'ni Türk milleti kurmadı. Türkiye Cumhuriyeti'ni, Türk milleti adına hareket eden askerler kurdular, bazı sivil memurlar da onlara yardımcı oldular.

Bu yüzden de ordu hep "ayrıcalıklı" kaldı. Memleketin efendisi köylü falan değil, oydu.

HER DEVLETİN BİR ORDUSU VARDI AMA TÜRKİYE'DE, TAM TERSİNE, ORDUNUN BİR DEVLETİ VARDI!

Aslında bu yeni ve beklenmedik bir gelişme de değildi, çünkü Osmanlı'da da bir "süper bürokrat sınıfını" oluşturanlar hep ayrıcalıklı olmuşlardı. Gelenek sürmekteydi.

Türkiye'de aristokrasi yoktu, onun yerine, aristokrasi gibi davranan memur zümresi vardı.

Burjuvazi de vardı ama bunlar gayrımüslimlerdi.

Gerek İttihat ve Terakki Fırkası, gerekse Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi, bir yandan bu gayrımüslim burjuvaziyi tasfiye ederken, bir yandan onun yerine bir "Türk burjuvazisi" yetiştirmek istedi.

Ama kör topal, eli kolu bağlı ve kendisine çizilen sınırlar içinde kalmak şartıyla! İktidara ortak olmaya, hele onu hepten ele geçirmeye kalkmadan! İktidar onlara verilemezdi, eğitim şarttı. Koskoca ilkokul öğretmeni varken, sanayici kaç paralık adamdı?

Bu yüzden de bu "besleme sermaye" hep zayıf, hep Ankara'dan ödü kopan, sopanın ucunu görünce pısan bir "zengin zümresi" olarak kaldı. Bürokrasiye ilk ciddi başkaldırı olan Serbest Fırka'yı da, Demokrat Parti'yi de İstanbullu zenginler değil, Anadolu eşrafı örgütlemiştir.

Artık kasnaklar iyice çatırdıyor... İstanbul'un "laikçi" sermayesinin rüşdünü ispat edip de beceremediğini, Anadolu'nun dindar sermayesi başarmak istiyor.

İşte bunun için Anadolu kaplanı "Türk aristokrasisine" karşı son derece cesur, İstanbullu çıtkırıldım da son derece ürkektir.

Bu bir devrim sürecidir... Fransa'nın iki yüz yirmi yıl gerisinden gelen alaturka bir devrim süreci. (Eh, ne yapalım, biz bize benzeriz!)

Bizde ele geçirip yıkılacak bir "Bastille kalesi" olmadığı için de, kavga başka platformlarda cereyan eder. Öncelikle mecliste... Fransa'da da aslında öyle olmuştu.

"Aristokrasinin ayrıcalıklarını ortadan kaldıran" o ünlü 4 Ağustos 1789 geceyarısı oturumuyla, yüksek rütbeli askerin ayrıcalığını ortadan kaldıran 24 Haziran 2009 geceyarısı oturumu arasında böyle bir benzerlik vardır.

Bu filmde Marie-Antoinette'i de Arzuhan Hanım mı oynayacak? İyi şeye heves etsin.

 

Engin Ardıç / 5 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Senin işin de zor ha Zafer

 

Hep yanlış ata oynamasıyla ünlü bir gazetemiz, Mustafa Sarıgül'ü yağlamış da yıkamış... Gazeteyi Şişli belediye sınırları içinde yayınlayınca, demek ki "dükkâncı esnafının" belediye reisiyle iyi geçinmesi de şart oluyor!

Sarıgül şu anda DSP üyesi ama yeni bir parti kuruyormuş: TDH... Türkiye Değişim Hareketi...

Adında "parti" kelimesi geçmeyince halkımız bunun bir parti olduğunu anlamakta zorlanacağından, bunun sonu da YDH'ye benzemesin sakın? Yeni Demokrasi Hareketi diye bir "şey" vardı doksanlı yıllarda... Yüzde 0.48 oy toplamıştı.

Sarıgül çok daha iddialı. "Yüzde 18 alırız" diyor.

Bunu nereden mi anlamış? Ordu ilimizde yaptığı mitinge tam on bin kişi katılmış da ondan. Üç bin kişi de kendisini havaalanında karşılamış. (Yaklaşık elli bin kişinin bir milletvekili çıkardığını hatırlarsak, on bin seçmen Sarıgül'ün sandıktan ya kolunu çıkarır ya bacağını.)

Zaten Sarıgül de partiyi 18 ay içinde kuracakmış. Sıcağı sıcağına 2011 seçimlerine denk getirecek.

Seçmenden çok umutlu, çünkü bir vatandaş onun sözlerinin "kaburgalarını ısıttığını" söylemiş!

Bu durumda partisinin adına MP de diyebilirdi: Mangal Partisi.

İktidara gelirse, belki ana muhalefet de "kanatçılardan" oluşur. (Hayatta oy vermem, aramızda fraksiyon farkı var, bendeniz "çöp şişçiyim" efendim.)

Şaka bir yana, Mustafa Sarıgül'ün Şişli ilçe sınırları dışında nereden kaç oy alabileceğini gerçekten merak ederim.

Bu oyları alabilmek için halka ne söyleyeceğini daha da merak ederim.

Henüz bulup da söyleyebildiği bir şey yok, on sekiz ay içinde aklına birşeyler gelir herhalde.

Tövbe, var, var.

Sloganı var, "varlık ve bereket". Ayrıca değişim de istiyormuş.

"Mustafa Üstündağ'ın, Orhan Eyüboğlu'nun ve Bülent Ecevit'in prensiplerine dayalı olarak, Erdal İnönü'nün devlet adamlığı ve Turgut Özal'ın pratik çözümleriyle yola devam edecekmiş"...

Abooov...

"On-on beş kişiyi meclise sokabilirsem belki CHP ile birleşmeyi gündeme getirip eski partimin başkanlığına tekrar oynama şansı bulurum" deseydi, Türkçe konuşmuş olacaktı.

Kendisine başarılar dileriz.

"Kadromuzu halk belirleyecek" demiş. Halktan biri olarak ve de haddim olmayarak, Mahsun Kırmızıgül'ü başkan yardımcısı, Yılmaz Morgül'ü de genel sekreter yapmasını öneririm.

Programını iyice oluştursun da, bazı basın mensuplarının şu "Hilton arazisine ve orman içine inşaat yapma" projeleri hakkında neler düşündüğünü de bize bildirsin.

"Pratik çözüm" severmiş ya... O bakımdan yani...

 

Engin Ardıç / 6 temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çakma Peron

 

Zafer Mutlu'nun askerleri, artık "son umutları" olan Mustafa Sarıgül'ü "ittirme operasyonuna" hız verdiler... İktidara getirmeleri hiç olacak iş değil ya, Deniz Baykal'ın yerine geçirmeyi yeniden bir deneyebilseler zafer kazanmış sayılacaklar, mutlu olacaklar...

Bazı çevrelerde "Baykal giderse CHP iktidar olur" gibi yanılgılı bir saplantı vardır. Dertleri zevk edinmiş, yanılmaya doymaz olmuşlardır.

Bazı çevreler de "oh oh, oyları kırsın, yesinler birbirlerini" diye ellerini ovuşturuyorlar ama...

Sarıgül, Kastamonu'nun Daday ilçesine İstanbul'un Şişli ilçesinden "yüzlerce araçlık" bir konvoyla gitmiş ve ilk mitingine "bin" kişi toplamış.

Bu bin kişiyi görünce heyecanlanan Sarıgül, "1974 yılında ben de böyle sizin gibi Ecevit için haykırıyordum" demiş...

Şu anda, kurmayı düşündüğü partisi TDH'nın durumu da, Ecevit'in 1974 yılındaki durumuna benziyormuş.

Son olarak Musul, Kerkük, Gümülcine, Dedeağaç gibi biryerleri almış değil ama elbette gizli bir bildiği vardır!

Sarıgül, hazırlattığı reklam panolarında da "çareyi buldum, geliyorum" diyor...

Bu çarenin ne olduğunu sormuştuk.

Açıkladı: Bir kere, partinin kadrosu, "profesyonellerden" değil, bakkallardan, kasaplardan, manavlardan oluşacakmış.

Eh, fırıncıdan parti başkanı olunca, içişleri bakanı adayı bekçiden, dışişleri bakanı da postacıdan olacak tabiatıyla... Bayındırlık bakanı zaten hazır, inşaat izni bekliyor.

İkincisi, parti "daha merkezde" bir parti olacakmış...

Olmadı. Birçok kişi yeni bir "sol" parti beklerken, hiç olmadı.

Fakat mitinge İnönü'nün torunu Hayri İnönü de katılmış. Zaten Sarıgül de İnönü'nün (İsmet'in değil, Erdal'ın) "devlet adamı ve bilim adamı anlayışının" kendisine rehber olduğunu söylüyor.

Bir "siyaset dehası" olduğu utanmadan yazılmış Erdal İnönü birçok ahmak tarafından "solun lideri" sayıldığına göre, partiyi de sol kabul edelim, kimse kırılmasın.

Sarıgül, "pergelimiz 360 derecedir" demiş. Haklıdır. Bir üçgenin iç açılarının toplamı da 180 derecedir ama üçgenine göre de değişebilir ha!... Fakat okka, bakınız o her yerde dört yüz dirhemdir. "Bayrağımıza, toprağımıza bağlı, inançlarımıza saygı duyan, herkesi kucaklayacak" bir parti geliyormuş...

Bir soru üzerine, Obama'nın daha süt kuzusu olduğunu, alt tarafı senatörlük yaptığını, oysa kendisinin milletvekilliği yapmış olduğunu hatırlatmış... Obama'yı dikkatle izliyormuş, zamanı gelince bütün bunları Obama ile konuşacakmış...

"Bon pour Kastamonu" laflar... Tamam da baba, şu çareyi söyle, çareyi...

Kervan yolda düzülür, çare de seçime kadar bulunur elbet.

Sarıgül için bazı basın mensupları "Türkiye'nin Peron'u" da dediler. Diktatör adayı yani...

Eh, o zaman kendisine bir de "Evita" lazım olacak.

Aylin Hanım'dan ayrılmış olduğuna göre, kimdir bu, Sarıgül'ün olağanüstü yakışıklılığına ve karayağız karizmasına dayanamayacak şanslı kadın?

Üstelik Eva Duarte gibi eski bir sinema oyuncusu olması gerekir... Şarkıcı da idare eder.

Gazeteci arkadaşları kolları sıvasınlar, aramaya başlasınlar, çevreleri geniştir

 

Engin Ardıç / Sabah- 13 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu adam bir alem dostlar.:)

CHP'li kılığına girdim

 

Son günlerde "kılık değiştirme gazeteciliği" pek gözde ya, ben de "CHP'li" kılığına gireyim dedim... Fotoğraf çektiremediğim için kuru kuru okuyacaksınız, kusura bakmayınız.

Önce bakkala telefon ettim (yok, masraf olmasın diye kendim gidip söyledim), sabahları bizim eve gönderdiği bütün gazeteleri iptal etmesini, bundan böyle yalnızca Cumhuriyet göndermesini tembihledim. Pazar günleri ek olarak bir de Milliyet.

Sonra evdeki bütün yabancı içkileri döktüm. Tekel yapımı olmayan hiçbir içkiyi eve sokmamaya karar verdim.

Viskiyi bıraktım, rakıya döndüm. Rakının da, hani üstünde Atatürk'ü andıran smokinli iki adam bulunan cinsine...

Sonra hatırladım: Adnan Menderes de ondan içerdi... Vazgeçtim.

Elimdeki bütün dövizleri bir devlet bankasına gidip "resmi kurdan" bozdurdum. Zarar ettim ama devletime feda olsun... Bundan böyle, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın o ünlü manzumesine uygun davranacağım: "Dolar kullanan yurttan atılır!"

Bütün dış gezi programlarımı da iptal ettim, yaptırmış olduğum rezervasyonları bozdum. Devletin dövizleri çarçur olacaktı. Döviz, harcamak için mi kazanılırdı?

Fakat avantadan bir durum olur da hani "üniversite falan gönderirse" reddetmem doğrusu...

Yılda bir kereden fazla yurtdışına çıkmam ama... Benim emekçim, benim memurum ona bile güç yetiremiyor, ne işim var yurtdışında? Bu fakir ülkenin birikimi böyle böyle ziyan ediliyor.

Hanımı sıkıladım: Bundan böyle eve kivi, mango, papaya falan gibi "Turgut Özal'ın memlekete soktuğu" yabancı meyveler asla alınmayacak! Hele Çikita muz, zinhar... Amasya'nın elması, Malatya'nın kayısısı falan tercih edilecek. Ne güzel kavunlarımız karpuzlarımız var... Çünkü yerli malı yurdun malıdır ve herkes onu kullanmalıdır.

Elbiseler de Sümerbank'tan. "Marka" yok, bizim gardroba artık marka giremez. Mevsim yaz olmasa, Karaca'ya gidip doksan dokuz liraya bir de "baklavalı Atatürk kazağı" alacaktım, 1937 model...

Ben de "Frenk gömleğimi" giyip Cağaloğlu'na indim, Atatürk'ün Büyük Nutuk'unu ve İnönü'nün Hatıralar'ını ciltçiye bıraktım. Çarşıkapı'dan beyaz peynir aldım. Pastırma pahalı, o aybaşına... Hele bir emekli maaşımı alayım da Ziraat Bankası'ndan...

Dönüşte asla Demirel'in yaptırdığı Boğaziçi Köprüsü'nü ya da Özal'ın yaptırdığı Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü kullanmadım, vapura bindim. Vapurda çay içtim, onu da çok pahalı buldum. Vapurda karşıma çıkan türbanlılar sinirimi büsbütün bozdular.

Beni istediğim noktada indirmeyen dolmuş sürücüsüne de küfür ettim. Göbeğini kaşıyan bu tür ayılar yüzünden memleket ne hale gelmişti...

Arabaların egzost kokusunu derin derin içime çektim ama eski Ankara havasıdır.

Eve geldim, "Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar"ı koydum. Kasetini... CD kullanmıyorum, eskiden CD mi vardı? Sevgili Deniz Baykal'ın başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi'nin vereceği yeni iptal kararını heyecanla beklemeye başladım. Radyoda eskisi gibi "denizcilere ve havacılara bilmemkaç sayılı tebliğ" olsa onu da dinleyeceğim. Radyo tek kanal olsa daha da mutlu olacağım. Belki bir sabaha karşı, tok sesli bir albaydan, kardeş kavgasına nasıl son verildiğini ve öngörülen Atatürk devrimlerinin nasıl "sür'atle tahakkuk ettirileceğini" de duyarım...

Haaa, bir de, dincilere uyuzluk olsun diye, yarından tezi yok bir köpek yavrusu alacağım.

Belki ona mektup bile yazarım, laf ebeliğiyle köşe dolar.

 

Engin Ardıç / Sabah / 15 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Gardrob Atatürkçüsü" derlerdi

 

Gençler ancak kitaplardan bilirler, bir zamanlar Cevdet Sunay diye bir cumhurbaşkanımız vardı...

Genelkurmaybaşkanlığından cumhurbaşkanlığına "doğrudan geçiş" yapılan dönemlerin eski Türkiye'si...

Halk arasında kendisine takılan ismi yazmayalım da mahkemelik olmayalım.

Bu Cevdet Sunay'ın, daha başka birçok marifeti arasında, "Akdeniz Oyunları'nı açıyorum" şeklindeki kısa, öz ve anlamlı konuşması çok ünlüydü örneğin, 1971 yılında... Açılış konuşmasını elindeki kâğıttan okumuştu.

Dedim ya, gençler nereden bilecekler?

Gene o sıralar, beni dehşete düşüren bir iş daha yaptı.

Hayır, hepimizi dehşete düşüren 12 Mart darbesindeki tutumunu kastetmiyorum.

Bir manevra vardı, ordu manevrası, ya da "tatbikat", yıl 1970 ya da 1971... Olur ya... Kırmızı kuvvetler, mavi kuvvetleri ister istemez yenecekler...

Sunay, bu manevrayı hem ordunun "fiili" eski komutanı, hem de yeni "teorik" komutanı sıfatıyla izliyor, izleyecek elbette...

Cumhurbaşkanımız bu manevraya "sivilleri" giymiş olarak geldi, sivil sayılıyor ya...

Fakat üzerindeki sivil kıyafet, otuzlu yılların Atatürk kıyafeti! Kafada kasket, sırtında dıştan cepli, beli kuşaklı "avcı ceket", ayağında da "golf pantolon"... Hani paçaları çorabın içine sokuluyor...

Elini de, Atatürk'ün bu kılıkta katıldığı bir manevra fotoğrafında gördüğü şekilde, göğsüne sokuyor.

Ufuklara, piyade talimnamesinde belirtildiği şekilde "sert ve fakat mütebessim" bakıyor...

Daha beterleri henüz karşımıza çıkmamıştı. Daha kötü günler görmemiştik. Henüz, birileri hakkında "yeniden evlenmek istiyorum ama Latife adında bir hanım arıyorum" gırgırları yapılmıyordu... Henüz, "doktor, öleceksem raporuma 'siroz' yaz" diye dalga geçilmiyordu bu tür adamlarla... Konya'ya gidip "ben de imam çocuğuyum", Rize'ye gidip "ben de balıkçı çocuğuyum", Adapazarı'na gidip "ben de köfteci çocuğuyum" diyenlere, "aman, sakın Soğukoluk'a gitme" denilmiyordu...

En fazla, bir "çivit" markası hatırlanıyordu...

Gençler anlamazlar ama ben de yaşlılar hatırlayıp acı acı gülsünler diye yazdım. Nicedir yazmak istiyordum nitekim, nasip kısmet bugüneymiş.

Yıllar sonra bir kere daha dehşete kapıldım.

"Triko kralı" Hayrettin Karaca, "Atatürk kazağı" üretmiş, doksan dokuz liraya satıyordu. Otuzlu yılların modası tabii, kolsuz, baklava desenli... Hani "Küçük Ülkü'yle" oynarken falan giydiği...

Eski belgesel filmler siyah-beyaz oldukları, kazağın gerçek renkleri bilinemediği için de, siyah-beyaz!

Bu kazaktan birçok kişi aldı. Kimisi resim çektirip gazetede yayınladı. Giyince Atatürkçü oluyorlardı.

Banka reklamında da kullandılar, bir çocuk, bu kazağı giymiş olan Atatürk'e "aaa, senin de bizim gibi eline diken batar mı" diye soruyordu...

Mücadelemiz, bazı şerefsizlerin ileri sürdükleri gibi Atatürk'le değildir, asla...

Kimlerle, hangi kafayla, hangi zihniyetle olduğunu gördünüz.

Bunlara "gardrob Atatürkçüsü" derlerdi eskiden. Halk arasında "gardolap" da denir.

Anlamak istemeyenlerin bile anlayabilmeleri için daha kaç kere yazmam gerekiyor?

 

Engin Ardic / Sabah / 17 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mega giga püsür

 

Kendini olduğundan daha fazla göstermek, eskiden ayıptı... Olduğuyla böbürlenmek bile ayıptı. Alçakgönüllülük erdemdi.

Ama bu, "kapitalizm öncesi Türkiyesi'nin" erdemiydi. Bizi de bununla yetiştirdiler.

Bu yüzden, görgüsüzlüğün ve şımarıklığın mubah olduğu, bütün değerler sistemi çökmüş ve yerine sağlıklı bir yenisi konulamamış yeni Türkiye'de "enayi" durumuna düştük.

Bize öyle öğrettiler, örneğin onun için de bir tek gün bile "şurada şu saatte kitaplarımı imzalayacağım, hepinizi beklerim" yazmak terbiyesizliğini yapmadım.

Kitabımın yayınlandığını bile duyurmadım.

Çünkü reklam yapmak benim görevim değildi, hele kendi reklamımı...

Olağanüstü bir "allak bullak olma" sürecini yaşayan Türkiye'de şimdi bir "upgrade" modası var.

Türkçe-İngilizce kırması "piç bir dille" konuşmak da erdem sayıldığından, öyle yazdım.

Kapıcılar "apartman görevlisi" oldular, bekçiler "güvenlikçi", hizmetçi "temizlik yardımcısı", banka memuru "bankacı"... Sağırlar işitme özürlü oldular, dilsizler konuşma özürlü, keller de tarama özürlü...

Bu "kibarlık" sanılıyor ve eski tanımlar kullanılınca hakaret gibi algılanıyor.

Örneğin "karı" demek yasak, "eş" diyeceksin... "Bizim Ahmet'in karısı" dersen kaba adamsın. Feministler de bozulurlar, "erkek şovenisti domuz" olursun.

Lakin bu gidişat, dünya kapitalizminin "insanları pohpohlayarak sömürme" anlayışına da uygun. Üç kuruş ücrete köle gibi çalıştırılan gariban memure, "bankacıymışım meğer" diye sevindiriliyor.

Spor sayfalarını, daha doğrusu futbol sayfalarını pek izlemediğim için unutmuşum, geçen akşam Galatasaray'ın yedek kadrosunun tel tel döküldüğü Tobol Kostanay maçını seyrederken hatırladım: Bildiğimiz UEFA Kupası, bundan böyle "Avrupa Ligi"... Daha önceleri de "fuar şehirleri kupasıydı"...

Avrupa'nın ikinci sınıf takımlarının katıldığı ikinci küme maçları bunlar, ama halklar "bu da önemli bir kupadır" diye kandırılıyorlar.

Nitekim birinci küme maçları da eskiden "şampiyon kulüpler kupası" olarak anılırdı, sonra "Şampiyonlar Ligi" oldu.

Hiç geri kalır mıyız, aynı saçmalığı biz de benimsedik.

Bildiğimiz birinci lig, "süper lig" oluverdi.

Bildiğimiz ikinci küme de, birinci lig! Üstelik bunlar, parayı bastıranın adıyla anılıyorlar.

İkinci kümede oynayan gariban, "meğer ben birinci lig oyuncusu olmuşum" diye sevinecek. "Ekmeğimi de falanca banka veriyormuş"...

Eee, kötü oynayan takıma nasıl "aleyhte tezahürat" yapacaksınız peki? Eskiden "kümeye, kümeye" diye bağırırdınız, şimdi "birinci lige, birinci lige" diye mi tempo tutacaksınız?

Şarkıcılar için de geçerli değil midir bu "upgrade" çılgınlığı? "Mega, giga, ultra" falan derken Eski Yunanca'da da Latince'de de kelime tükendi...

Yok yok, züppelere tüyo vereyim: Daha sırada "tera, peta, exa, zeta, yota" var...

Ama "Peta star Ajda" pek ağıza hoş gelen bir tanım değil.

Peki, "sanat güneşinden" daha iyi söyleyen birisi çıkarsa "sanat nötron yıldızı" ya da "sanat kızıl cücesi" mi olacaktır? Ama bunun için Türk San'at Musikisi sevenlerin fizik de bilmeleri şarttır.

Güzellik kraliçeleri de "Miss World" olmaktan "Miss Universe" olmaya terfi ettiler...

Demek ki Jupiter gezegeninde de, Andromeda galaksisinde de ondan daha güzel kız yokmuş! Öyle mi, nereden biliyorsunuz, gittiniz de mi gördünüz?

Tövbe tövbe, dilimize çevirip "Bayan Evren" deyince de bambaşka bir şey akla geliyor...

 

Engin Ardic / Sabah /18 Temmuz 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ne zamandır takip edemediğim için burada da paylaşma fırsatı bulamıyordum. Neyse ki bugün tekrar başladık hadi hayırlısı. İyi okumalar.

 

Parti kurmadan yaşayamazlar

 

Rahşan Hanım, Allah daha da uzun ömür versin, tam 86 yaşında. Ve parti kuruyor.

Evinde yardımcısı olmadan "çay partisi" vermekte bile zorlanacak yaşlı bir hanımefendi, siyaset yapıyor...

Hanımefendinin özel sektörde, kamu sektöründe, devlette falan herhangi bir iş geçmişi, memuriyeti, bir mesaisi, bir parlamento hayatı, başarı ya da başarısızlıkları, "bireysel tarihinde" herhangi bir eylemi yok, bütün özelliği Bülent Ecevit'in eşi olmuş olmak...

Ve parti kuruyor. Bizim hanımın köşe yazarlığına heves etmesi gibi bir şey...

Canım kendisi "fiilen" görev almayacakmış, bir tür "fikir anası" olarak kalacakmış. Partiyi, DSP'den kopan bir avuç Ankaralı kuracak, içlerinde Türkiye'nin en zeki adamı olduğu söylenen sevgili kardeşim Emrehan Halıcı da var.

Bunlar niçin parti kuracaklarmış? Çünkü eski partileri DSP, hanımefendinin deyimiyle "Ecevit çizgisinden" uzaklaşmış.

O partinin, DSP'nin, yeni seçimde Meclis'e girmesi bile mümkün görülmüyor... Bunlar gireceklermiş.

Partide sağcılar da olacakmış, solcular da... Bu bile işin "ciddiyetsizliğini" göstermeye yeterli.

Ecevit çizgisi nedir? Sol olduğunu ileri süren ama solla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan sert bir milliyetçilik... Üstelik de "beceriksizlik" kavramıyla bütünleşmiş... O çizgi bugün "Silivri aydınlarına saygılar sunan" avukat Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli tarafından mükemmel şekilde yürütülüyor.

Ortalıkta yeterince "nasyonal" var, buna bir de "sosyalist" mi eklenecek?

Yani bunlar seçmenden oy alıp iktidara gelecekler... CHP'ye, MHP'ye ve DSP'ye yüz vermeyen seçmen bunlara verecek, Rahşan Hanım belki de cumhurbaşkanlığına oynayacak, Emrehan da "bilgi yarışmalarından sorumlu devlet bakanı"... Yıl da tabii bu arada 2026'yı falan bulacak. Rahşan Hanım 103 yaşında...

Bunun böyle olmayacağını bile bile niçin parti kurarlar?

"Devlet yardımını kapmak için" desem, ceplerine indirecek değiller ki, o parayı gene parti işlerinde kullanacaklar...

Başka türlü yaşayamadıkları için.

Ankara'da başka türlü yaşanamadığı için diyelim ya da...

Elde edecekleri tek başarı, seçime kadar Meclis'te "iki koltuk" sahibi olmaktır (Emrehan ile Recai Birgün), hepsi budur. Bunun ne anlamı, ne yararı vardır? Ufuk Uras iki senedir orada oturuyor, ne faydası ya da zararı görülmüştür? Baskın Oran kazansaydı o da öylece oturacaktı.

Eee, değer mi?

Hayatında başka bir şey yoksa, değer. Mala davara değilse bile sana faydası dokunur. Biyografine yazılır, ansiklopediye girersin. "Vikipedi"de adın geçer. "Tıklanma" sayın artar. "Kıyak emeklilik" hakkı da kazanırsın.

"Bile bile lades" olmanın gülünç umarsızlığının üstünde hiç durmazsın, tabela partileriye uğraşmanın, akıntıya kürek çekmenin gereksiz abesliğine hiç aldırmaz, sorarlarsa "memleketi yöneteceğim" falan diye de atar tutarsın. Daha da uçuyorsan, devrim yapacağını bile söylersin.

Rahşan Ecevit'in kuracağı söylenen DHP'yi, yani Demokratik Halk Partisi'ni yürekten kutlar, başarılar dilerim. "Kuaför Vili'den ayrılan manikürcü Perihan" misali, CHP'den ayrılan DSP'ye şimdi de ondan kopan DHP ekleniyor.

Hele Mustafa Sarıgül de, basın şaklabanlarının umdukları şekilde "gürül gürül bir sel gibi" gelsin de, oylar azıcık daha kırılsın! Birbirlerini çelmeleyip hepsi birden elbirliğiyle AKP'ye çalışsınlar. Bunu söylediğimiz için bize de küfür etsinler.

Bir de "10 Aralık Partisi" vardı, o ne oldu yahu? Bizi partisiz bırakmayınız. Komedi filmi seyretmek için ille para harcayıp bilet mi alacağız?

 

Engin Ardıç / Sabah / 23 Eylül 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bunun altı, üstü, bir de yapısı varmış

 

Bu memlekette iki sene önce bir "referandum" yani halk oylaması yapıldı, bundan böyle cumhurbaşkanını halkın seçmesi, hem de yüzde 70 gibi "ezici" bir çoğunlukla kabul edildi.

Öyle mi, değil mi? Öyle.

Çok meraklılar için kesin oranları da hatırlatalım: Katılım yüzde 67.5, evet oyları yüzde 69.1, hayır oyları yüzde 30.9...

Böyle mi, değil mi? Böyle. Biz beğensek de böyle, beğenmesek de böyle.

Tövbe, yüzde 70 değilmiş yahu, 69'un "küsuratı" varmış, biz yuvarlamışız... Bak nasıl mahcup olduk şimdi...

Öyle ya da böyle, sonuç belli mi? Belli... Kesin mi? Kesin.

Şimdi buna karşı çıkmak, "cumhurbaşkanını gene meclis seçsin" demek, "halkın kararını tanımıyorum" anlamına mı gelir, "yasayı çiğneyelim" anlamına mı gelir, ona da siz karar verin.

Ama Deniz Baykal bunu "telaffuz" etti. Sayın Baykal (şimdi Deniz Bey desem Ankara'da hakaret gibi algılanır), cumhurbaşkanını meclis seçsin diyor.

Gerekçe olarak elbette bazı basın serserileri gibi "göbeğini kaşıyan ayılar öbür yönde oy verdiler" diyemiyor...

"Referandum sonucu geçersiz sayılsın" da diyemiyor... "Sabih Kanadoğlu gene bir hokkabazlık yapsın da durumu kurtarsın" da diyemiyor...

Hele "ordu göreve" falan, hiç mi hiç diyemiyor...

Bunları diyemeyince, cumhurbaşkanını halkın seçmesinin "altyapısının bulunmadığını" ileri sürüyor!

Bunun altının yapısı nasıl bir yapıdır acaba? Kadayıfın altı gibi kızarması gereken bir şey midir?

Yani yurt genelinde ulaşılamayan beldeler, sandık kurulamayacak noktalar falan mı var? Yüksek Seçim Kurulu'nun el atamayacağı dağ başlarından eksik ve sağlıksız oylar mı gelecek? Yeterince oy pusulası mı basılamayacak, yoksa cumhurbaşkanı adayları "iletişim sorunları" yüzünden ücra yerlere seslerini mi duyuramayacaklar? Seçmen, adayları mı tanıyamayacak, partisini mi bilemeyecek? Bugüne kadar aynı şartlarda yapılan seçimler seçim değil midir? Onlar ne olacaktır?

Yoksa Sayın Baykal "halkın eğitimsiz ve bilinçsiz olduğunu, kime oy vermesi gerektiğini idrak edecek düzeye gelmediğini" mi söyleyecektir?

Kendisine her seferinde ısrarla ve fakat "içi kan ağlaya ağlaya" oy verenlere bakılırsa bu mesele epeyce tartışmaya açıktır...

Sayın Baykal'ın sözünün ardında durmasını, bir adım daha atıp bu görüşünü doğal mantığına ve sonuçlarına ulaştırmasını, "radikalize" etmesini bekleriz. O da şudur: "Eğitim şart. Önce halkı eğitmeli, sonra demokrasiye geçmeliydik. Recep Peker haklıydı, İnönü acele etti."

Aslında bu kadar ince eleyip sık dokumaya, lafı evirip çevirmeye gerek de yok...

"Türkçe'sini" söylesin de o da rahatlasın biz de rahatlayalım. O da şudur:

"Eyvah! Halk seçerse gene 'bunlar' kazanacaklar!"

Engin Ardıç / 02 Ekim 2009 / Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Eğitim şart!

 

Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyor ya, devlet ayrı kutlar, belediyeler ayrı kutlarlar.

Devletin kutlaması, generallerin merasim üniformalarını, politikacıların da silindir şapka ve fraklarını giyip Anıtkabir'e gitmeleri şeklindedir. Seksenli yılların başlarında, bir yakınım, silindir şapka, pelerin ve eldivenleriyle Kenan Evren'i televizyonda gördüğünde "sihirbaz Mandrake'ye benzemiş" demişti...

Evde söyledi, uluorta konuşsaydı kendini kodeste bulurdu.

Sıradan vatandaş, bayramı genellikle "evde, televizyon başında", yani pijama ve terlikle kendi kendine kutlar. Hani, spiker uzun boşlukları nasıl dolduracağını bilemez de aynı cümleyi on yedi kere tekrarlar ya, işte onlar... Hani tören alanına giren göstericiler de hep "adeta bir çiçek gibi" açılırlar...

Belediyeler de, kimsenin pek aldırmadığı birtakım "etkinlikler" düzenlerler işte...

Kutlamalar görkemli de geçse, görkemsiz de geçse, nasıl olsa ertesi gün basında bayramın "coşkuyla" kutlandığı yazılacaktır. Bütün yurtta, dış temsilciliklerimizde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde, törenlerle.

"İlgi cılızdı" falan yazarsan başına dert alırsın. Bu yalnız 29 Ekim için değil, 23 Nisan ve 19 Mayıs için de geçerlidir.

Gece de "fener alayları"... Bu fener alayından kimin ne zevk aldığını bir türlü anlayamadım, çünkü otuzlu yılların Nazi gösterilerini "fazlasıyla" andırır. Demokratik ülkeleri bırakın, Sovyetler Birliği'nde bile "meşalelerle gece yürüşü" görülmemişti.

Efendim, kulağıma geldiğine göre, CHP'li belediyelerimizden biri, bu yıl Cumhuriyet Bayramı'nı "Atatürkçü bir şekilde" kutlamaya karar vermiş...

Hayır, İstanbul'un ilçeleriyle ilgisi yok, bir taşra belediyesi. İstanbul'da pek kimse kalkıp da belediye kutlamasına gitmez.

Bu tür etkinlikler, hoparlörden "bir adet sarı inek bulunmuştur" türünden anonsların yapıldığı küçük yerlerde önemlidir çünkü başka dişe dokunur bir etkinlik pek yoktur yıl boyunca...

Peki, Atatürkçü etkinlik nasıl olur?

"Atatürk'ün sevdiği şarkıları" çalarak mı? Ama onların hepsi "alaturka"...

Elbette, tango yaparak! Alafranga...

Fakat tango zordur. Sulandırılmış Türk tangosu daha kolaydır ama, gerçek tango, Arjantin tangosu çok zordur, öğrenmesi de aylar sürer. Tamam, "sekiz temel hareket" diyelim ki kolaydır ama sonrası... Her babayiğit yapamaz.

Hele bir "ganço" figürü vardır ki (kanca)... Partönerinin iki bacağının arasından ayağını hızla uzatıp, yani havayı tekmeleyip hemen kıvırarak geri çekeceksin... Bir erkek yapacak bunu, bir kadın...

Yani hanım topuklu ayakkabısıyla hedefi tutturamazsa, gitti senin takım taklavat!

Efendim bu bizim CHP'li belediye tango gecesi düzenlemeye karar vermiş ama, bir de bakmışlar ki, başkan da, meclis üyeleri de, belediye görevlileri de dahil olmak üzere, aralarında tango bilen hiçkimse yok! Pes vallahi, bu nasıl Atatürkçülük?

Bayrama da iki hafta kaldı şunun şurasında... Hemen öğrenmeye karar vermişler.

Şimdi harıl harıl tango çalışıyorlar...

Önce kendileri öğrenecekler, sonra geceye gelen vatandaşlar olursa onlara da... oracıkta nasıl öğretecekler, Allah bilir!

Çünkü cahil halkı önce eğitmek gerekir. Eğitim şarttır.

 

Engin Ardıç / 17 Ekim 2009 / Sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Filizli Köşk'ün esrarı

 

Yaşlı bürokratların bir direniş kalesi var, adı da Osmanlıca: Encümen- i Daniş... Danışma Komisyonu...

Devletle işi biten ama bunu kendine yediremeyen, hayatın defterinden düşen ama bunun farkında olmayan, soluğu orada alıyor. Kimsenin kendilerine bir şey danıştığı falan yok ama danışılmak istiyorlar işte... "Akil adam" havalarına girme çabasındalar. Kendi kendilerine komisyon kurmuşlar.

Bunlar cumhuriyet ve Atatürk çocuklarıdır ama Osmanlıca konuşmaya da bayılırlar. Örneğin cumhuriyette "bey, paşa, ağa" gibi lakapların kullanılması yasaktır ama hiçkimsenin bir paşaya "General Başbuğ" ya da "General Özkök", "General Büyükanıt" diye seslendiği görülmemiştir. (General Evren midir, Kenan Paşa mıdır? Karar verin. Veremiyorsanız, toplum mühendisliği yapmayın.)

Bunların, ülkemizde "köşk kültürü" vardır ya, bir de köşkleri bulunuyor: Filizli Köşk.

Eh, Çankaya Köşkü var, Pembe Köşk var, bir de filizlisi olsun... Alternatif köşk! Köşksüz yaşanır mı?

Bu köşk Ankara'da değil, pis padişahların pis başkenti İstanbul'un Göztepe semtinde... Filizli Köşk'ün asıl sahibi de Abdühamid'in sekreteri Tahsin Paşa'dır ha... Ayıp ayıp, yakışıyor mu cumhuriyet çocuklarına "kızıl sultan yandaşının" evine yanlamak? Köşk dediğin, "sözde soykırımda" Kasapyan ailesinin her nedense "boşalttığı" köşk olur, gidilir oturulur. Ya da eşraftan Uzunoğlu Mehmet Bey hediye eder, geçilir yerleşilir.

Bulabildikleri köşkten "bir şeyler yapmaya" çalışıyorlar işte... Güçleri yettiğince... Kimi zaman da kulüplerde ya da orduevinde "ucuz rakı" içerek... Emekli maaşı ancak buna yetiyor.

"Merkez sağda birleşme projesi" de bu "ihtiyar çaresizliğinin" meyvesi.

AKP aşırı sağ oluyormuş ya, bunlar merkez oluşturacaklar. (Çünkü efendim, boşluk varmış boşluk.) Eh, CHP'yi de merkez sol sanan birçok ahmak yok değil, denge kurulacak!...

Hatta, bu merkez sağ iktidara bile gelecek! Elbette Hüsamettin Cindoruk ya da Mesut Yılmaz gibi çok yıpranmış isimlerle değil, Süheyl Batum gibi yepyeni, pırıl pırıl bir genç önderle!

Batum başbakan, Yılmaz cumhurbaşkanı...

Abdüllatif Şener'i de yanlarına çekeceklermiş...

"Soldan" da Celal Doğan'ı alırsın, ne güzel denge kurarsın... Seçmen de eşek olduğu için yutar.

Arkanda da Demirel'in gölgesi...

Rojin'in Kürtçe televizyonda konuklarını karşılarken dediği gibi: Way way way!

Oysa, "bizzat" en kaşarlı DYP taraftarları bile umutsuz bu sefer...

Bu çocukça girişimlerin hiçbir yere varmayacağını çok iyi biliyorlar.

Emekli bürokratların emekli politikacılarla bu son flörtüyle, "Ergenekon Partisi" diye dalga bile geçiyorlar. Daha ciddi olmak isteyen "Devlet Partisi" diyor.

Tonton ihtiyarlar iktidara gelecekler ve Deniz Baykal'ın da desteğiyle (o hep ana muhalefet!), Silivri'yi boşaltacaklar...

Seçmen bunlara oy yağdıracak... Erdoğan mahvolacak, Gül bitecek...

Memleket kurtulacak!

Hele Sarıgül de yola çıksın... Tamamdır bu iş.

İnsanlar emekliliklerinde neden bu saçmalıklarla uğraşırlar da çiçek sulamak, torun gezdirmek, prafa oynamak, ıhlamur içmek, sabah yürüyüşü yapmak, bakkaldan ekmekle gazeteyi alıp gelmek, çayı demleyip hane halkını kaldırmak, ya da anılarını yazmak ve yutarcasına Turgut Özakman okumak gibi çok daha gerçekçi ve sağlıklı uğraşlarla yetinmezler, hep merak ederim.

 

Engin Ardıç / Sabah / 4 Kasım 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk egemenliği halka mı vermişti?

Hep öyle derler, 10 Kasım dolayısıyla gene yazmışlar: "Egemenliği sultanların elinden alıp halka verdi"...

Eh, cumhuriyet de bu demek değil mi?

Oysa... "Hakimiyet bila kayd-ü şart milletindir" cümlesi "egemenlik halkındır" anlamına gelmez. Tıpkı, "Halk Cumhuriyeti" denilen komünist ülkelerde halkın iktidarla uzaktan yakından ilgisinin olmadığı gibi...

Millet başka bir kavramdır, halk başka. Hele yönetici sınıf, bambaşka.

Egemenlik halka verilmiştir de, daha cumhuriyetin ikinci yılında, iktidar partisi dışında bütün partiler niçin yasaklanmıştır? Gazeteler niçin kapatılmıştır?

Egemenlik halkındır da, tek parti diktası aralıksız yirmi yıl niçin sürmüştür?

Niçin bir ara (1930) halkın da fikri sorulmuş (Serbest Fırka) ama bundan hemen vazgeçilmiştir?

Yoksa Atatürk egemenliği halka vermek istemiştir de bürokrasi mi engel olmuştur?

Egemenlik ancak cumhuriyetle halka geçiyorsa, 1908 yılından 1920 yılına kadar kesintisiz açık olan Osmanlı Mebusan Meclisi nedir, briç kulübü mü?

Misak-ı Milli, söz konusu Osmanlı meclisinde "padişah adına" mı ilan edilmiştir?

Atatürk devrimler için halka danışsaydı, yani referanduma gitseydi, kaçta kaçı evet oyu alabilirdi?

Atatürk egemenliği görünürde millete, ama aslında bürokrasiye mi vermiştir yoksa?

Denilecektir ki, başka türlü yapılamazdı...

Tamam.

Ama neyin ne olduğunu bilin de öyle konuşun.

 

Engin Ardıç / Sabah / 13 Kasım 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...