Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Beylerbeyi

Engin Ardıç

Recommended Posts

Hadi canım sen de!

Vallahi farkına varmamıştım, bilmiyordum, öğrenince dehşete kapıldım:

Profesör Süleyman Yaşar, cumhuriyetin ilk döneminde, askeri harcamaların "devlet bütçesinin yüzde 45'i olduğunu" hatırlattı!

Pes... Yüzde 45... Yarıya yakın...

(Önümüzdeki yıl bu oran yüzde 12 olacaktır, haberiniz olsun.)

"Bozkırın ortasında nasıl demokrasi kuracaktık" deyip bürokrat diktasına sahip çıkanlar, şimdi de "ne yani, paraları halk için mi harcayacaktık" derler belki de...

Ordu, devlet bütçesinin neredeyse yarısını yutuyormuş.

Zafer kazanmış, Yunan ordusunu denize dökmüş olan ordu bu.

Peki, yirmili yılların ilerleyen döneminde bu ordu kime karşı savaşacakmış da bu kadar para ayırılmış kendisine?

Güvenlik nedeniyle... "Hazarda" hazırlıklı olmak için...

Hani ne olur ne olmaz... İç ve dış düşmanlarımıza karşı...

Savaşı kazanmış bitirmişsin, barış antlaşmasını imzalamışsın, sana kim saldıracak?

Nüfusunun üçte biri kadar mülteci ve mübadili birdenbire başına dert almış, neredeyse açlıkla pençeleşen Yunanistan mı?

Yoksa, İngiliz ve Fransız sömürgesi olmuş Araplar mı? Musul'u ve Kerkük'ü "hediye ettiğin" İngiltere mi?

Hitler henüz bir Münih serserisi o zamanlar, ciddiye alan yok... Mussolini iktidara yeni gelmiş, yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor...

Rusya mı? Kapı gibi barış ve dostluk antlaşması yapmışsın iki taraflı, Rusya müttefikin, iktidar yarışını ister Stalin kazansın ister Troçki, Sovyetler en yakın dostun...

Kim saldıracak sana, kim?

Niçin bu kadar para orduya?

Sonra da "bürokrasi cumhuriyeti kurdu ve sımsıkı elinde tuttu" deyince kızarsın...

İsmet Paşa çıkar, 1930 yılında "liberalizm nazariyatı bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir" der...

Eh, memleket de CHP'yi hiçbir serbest seçimde hiçbir zaman iktidara getirmeyerek cevap verir ona! CHP de bu memleketin "güç" anlayacağı değil "hiç" anlamayacağı parti olur.

Canım belki de bu dev ordu bütçesi, yirmilerde değil de otuzlu yıllarda ülkeyi sağlama almak için bu kadar yüksek tutulmuştur...

Hani Balkan Paktı'nı imzalamıştık ya, Almanya Balkan ülkelerine saldırırsa onları koruyacaktık...

Eh, bunun için de orduya para lazımdı tabii.

Çok iyi koruduk maşallah.

Hitler 1941 yılında bütün Balkan yarımadasını yaladı yuttu, biz seyrettik.

Sen, diplomasi tarihinin en büyük fiyaskolarından biri olan Balkan Paktı'nı yeni kuşaklara büyük bir dış politika zaferi diye yutturmaktan da utanmadın!

"Kalkınma hamlesi" ha... Üç şeker fabrikası, dört çimento fabrikasıyla büyük kalkınma hamlesi... Bütçenin yarısı orduya, sonra da kalkınma hamlesi...

Şevket Süreyya Aydemir, başbakan İnönü'ye 1932 yılında neredeyse yalvaracak, "paşam, Amerikalılar derin bir ekonomik kriz içindeler, makine parklarını ölü eşek fiyatına satmaya bakıyorlar, gelin şunları ucuz ucuz alalım, memlekette sanayi hamlesi başlatalım" diye... Paşa hiç üzerinde durmayacak!...

Sonra masraf olur, dövizlerimiz dışarıya giderler!

Sonra da İzmir halkı, Ege çiftçisi Fethi Bey'in ayaklarına "kurtar bizi, mutemetlerden kurtar" diye haykırarak kapanınca şaşıracak ve bozulacak...

Çareyi de, üç ayda çığ gibi büyümüş muhalefet partisini "kendi kendini feshetmeye zorlamakta" bulacak!

Peki, devlet bütçesinin yarıya yakınını orduya ayırdın da, hiç olmazsa onu "modernize" mi ettin?

Rahmetli babam 1939 yılında askermiş, kendisine verdikleri tüfeğin üzerinde "eski yazılar ve 1895 tarihi olduğunu" yeminle anlatırdı.

Vallahi ben de 1982 yılında askerdim, tabur santralının telefon trafosunda 1913 tarihini kendi gözlerimle gördüm.

Almanya'nın Enver'e hibe ettiği ordu mallarından!

Ne yaptınız o paraları yahu, maaşlara mı yatırdınız, "lojman" yapımına mı?

 

 

 

01/11/2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Alışacaklar

Kriz çıkmış... Vah vah vah... Kriz çıkmasını istedikleri için kriz çıktı diyorlar ve bunun, nasıl olacaksa artık, hükümete ve tabii dış politikamıza zarar vermesini bekliyorlar.

Muhalif basın bunu yapan.

Viyana büyükelçimiz Ecvet Tezcan, bir Avusturya gazetesine verdiği demeçte (Die Presse), bu ülkede yaşayan Türkler'in "gettolara" itildiklerini söylemiş ve "ötekiyle birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız" demiş.

Az bile söylemiş ve söylemekte de epey geç kalmış sayılır.

Tezcan'ın sözünü ettiği gurbetçiler, Hauptbahnhof'a yeni inmiş ve aval aval sağa sola bakınan köylü dayı değil, yıllardır orada yaşayan, bülbül gibi Almanca konuşan (hem de Viyana lehçesiyle), vatandaşlık hakkını da elde etmiş, seçen ve seçilen kişiler. Tam yüz on bin kişi.

Yani bir Mesut Özil gibi, örneğin...

Tezcan diyor ki "Türkler Viyana'da konut için başvurduklarında hep aynı mahalleye gönderiliyorlar, sonra da gettolaşmakla suçlanıyorlar..."

Son gördüğümde gerçekten de şehrin kuzeybatı yakası, Augarten tarafları ve savaş öncesi Yahudi mahallesi olan Taborstrasse çevresi yeni bir gettoyu andırıyordu... Bir de öbür uçta Mariahilf semtinin "tren istasyonuna yakın" kesimi...

Bu sözler "kriz yaratmış"...

Yaratmazsa hatırımız kalır.

Bu sözlere pek pek "malumu ilam" denilebilir, o kadar.

Ankara, Tezcan'ı uyarmış. Avusturya makamları da büyükelçimizin sözlerini "profesyonellikten uzak" bulmuşlar.

Beni pek seven(!) sevgili hariciyecilerimiz, o camiaya niçin girmemiş olduğumu bilmem şimdi anladılar mı?

Çünkü diplomasi bir "laf kıvırma" sanatıdır.

Sevgili Ecvet ağabeyimin (Galatasaray'da benden iki sınıf büyüktü) şöyle bir cümle kurması gerekirdi: "Bazı Türk kökenli Avusturya vatandaşlarının yeşil Viyana'nın birbirinden güzel olmakla birlikte belli bazı bölgelerinde yaşamaya yöneltilmelerinin geleneksel Türk-Avusturya dostluğu çerçevesinde kabul edilemez olduğu kanaatini taşımakta bulunduğumu ifade etmek isterim."

Ecvet ağabey galiba biraz Engin kardeşi gibi konuşmuş! Bizim fıtratımızda laf dolandırma yoktur.

Nitekim, Avusturya'nın faşist partisi FPÖ yetkilileri "Türkiye'yle diplomatik ilişkilerin derhal kesilmesini" isterlerken, Yeşiller Partisi "büyükelçi eleştirilerinde haklıdır ve ciddi bir yaraya parmak basmıştır" diyor...

Bu demeç, Tezcan'ın namus belgesidir.

Viyana'ya gönderdiğimiz sefirimiz, görevini yapmıştır. Orada yaşayan Türk'e sahip çıkmıştır. İşi budur.

Gerekirse pembe incili kaftanını da yere serer üzerine oturur. Orası imparatorluk mirasçısıysa, burası da imparatorluk mirasçısı. Kim kime afra tafra yapıyor?

Onlar buraya zırt pırt gelip bizi incelemeye alacaklar, hakkımızda "ilerleme raporları" yazacaklar, bizi beğenmeyecekler, ama biz onları hiç eleştirmeyeceğiz, öyle mi? Yok öyle yağma.

Her Türk'ü "Viyana surlarına saldırabilecek potansiyel bir yeniçeri" gibi görüp inim inim inleten, İstanbul Barosu Başkanı'na bile vize vermemekten utanmamış Nazi kalıntıları hiç ağızlarını açmasınlar.

Türkiye artık "başı dik" bir ülkedir.

Geçti artık o, Enver Paşa'nın dünya savaşına girebilmek için kabine üyelerine "Alman elçisi Von Wangenheim dışarıda kapının önünde volta atıyor, herif burnundan soluyor, hadi çocuklar, şunu daha fazla kızdırmayalım, imzalayın bir an önce şu kararnameyi" dediği devirler...

 

ENGİN ARDIÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çöpe giden yıllar

 

Türkiye'nin yakın geçmişinde bir "fetret devri" yaşamış olduğunda herkes hemfikirdir.

Bunu Ecevit'in 1999 yılında bir koalisyon kurmasıyla başlatıp 2002 seçimlerine kadar götürenler var.

Oysa gerçek fetret, yani zayıflık, kargaşalık ve başıboşluk, Özal'ın ölümüyle başla.... mamıştır, hayır, 1991 seçimlerini kaybetmeleriyle de başlamamıştır.

Özal'ın başbakanlıktan vazgeçip cumhurbaşkanlığına yükselmesiyle başlamıştır.

1989 yani...

"Fiilen" iktidar elden gitmiş, 1991 seçimlerine kadar ANAP uzatmaları oynamıştır.

Rahmetli Adnan Kahveci, "ekonomiyi küçülttük, seçimi kaybedeceğiz" demişti... (Gençler arasında "Adnan Kahveci de kim" diye soranları duyar gibiyim. O kadar mı morukladık yahu?...)

Artık yapabileceği hiçbir şey kalmamış olan Demirel'in 1991'de yeniden bir koalisyon kurması, hem de bunu SHP adı verilen "kifayetsiz" bir partiyle ve şimdi hiç utanmadan bir "siyaset dehası" olarak pazarlanmaya çalışılsa bile gelmiş geçmiş en kötü politikacılardan biri olan "oğul İnönü'yle" kurması da korkunç bir talihsizliktir.

Bunda ne yazık ki o zamanlar büyük şehir rantından pay kapmak için çırpınan ve sosyaldemokrat geçinen "aç köylülerin" ve bu koalisyonun kurulması için vargücüyle abanan "iktidar açı" Kemalist gazetelerin vebali vardır. (Sonucun nasıl bir hüsran olduğu da görülmüş ama ders alınmamıştır.)

Demirel daha koltuğa oturur oturmaz artık hiçbir hükmünün kalmamış olduğunu anlamış, el öptürerek vakit öldürmeye koyulmuştu. İki yılı böyle geçirdi.

Bu arada Çiller ve Yılmaz devirleri...

Kim tam olarak ne zaman geldi ne zaman gitti, tam hatırlamıyorum, açıp da bakmadım bile, çünkü önemsiz.

Ha, bir de Erbakan "parantezi" tabii, darbeyle devirilen.

Türkiye 1989 yılından 2002 yılına kadar boşlukta debelenmiştir.

Osmanlı'nın fetret devri 1402'den 1413'e kadar on bir yıl sürmüştü, cumhuriyetin fetreti on üç yıl.

Türkiye, altın değerindeki on üç yılını böylece çöpe atmıştır, hem de tam Sovyetler Birliği'nin yıkıldığı ve yirmi birinci yüzyılın ufukta göründüğü bir dönemde...

Dünya için bir "geçiş dönemi" olan doksanlı yıllar da bizim için ne yazık ki bir "bocalama dönemi" olmuştur. Sekiz yıldır da Türkiye "kaldığı yerden" devam etmekle kalmıyor, çok daha ileri gidiyor.

Şimdi dönüp bakınca herkes 2001 krizini hatırlıyor...

Onun kadar şiddetli olmasa da gene de hepimizi çok sarsan 1994 krizini kimse hatırlamıyor...

Biri Ecevit'in, öteki ekonomi profesörü Çiller'in ekonomik çapsızlığından kaynaklanmıştı!

Ve bazı Kemalist basın mensupları, bu Çiller'i yeniden ısıtıp yaşlı Cindoruk'un yerine, umutsuz parti DP'nin başına yeniden getirmeyi planlayacak kadar yerlere düştüler...

Bunun olamayacağını anlayınca buldukları alternatif, "sağı birleştirecek isim" diye pazarladıkları arkadaşları Süheyl Batum da gitti CHP'ye genel sekreter oldu!

Bu kişilerden bazıları benimle aynı mesleğe sahip olduklarından dolayı utanç duyuyorlarmış, haklıdırlar, onların yerinde ben olsaydım hatta intihar ederdim.

Bu adamlara kızmakla yanlış yaptığımı kabul ve itiraf ediyorum. Onlara kızmak değil acımak gerekir.

"Belki günün birinde bir tarafsız cumhurbaşkanı lazım olur" umuduyla kendini meclise atan ama cumhurbaşkanını halkın seçmesi "opsiyonunu" hiç hesaba katmamış olan Mesut Yılmaz bile onlardan daha gerçekçi ve tutarlı sayılır!

 

20.11.2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Orantısız saçmalık

 

 

 

Polis öğrencilere girişmiş, dayak yiyenler olmuş, "CHP medyası" kıyameti koparıyor.

Kendince koparmaya çalışıyor, satmayan gazetelerin okunmayan yazarlarının "cirmi kadar yer yakan" yazıları ne kadar koparabilirse...

Elbette böyle olacaktır. İktidar yanlısı yayın organları olayı önemsememeye, muhalefet de elinden geldiği kadar büyütmeye çalışacaktır. Bu doğaldır. Fakat kimsenin aklına "bu öğrenciler neyin peşindeler" sorusu gelmeyecektir.

Neyi protesto etmek istemişlerdir? Başbakanın üniversite rektörleriyle yapacağı bir toplantıyı!

Eee? Bunda protesto edilecek ne vardır? Bakanlar Kurulu toplandığı zaman da protesto mu edilecek? Ya Milli Güvenlik Kurulu toplandığı zaman? (Meclise sakın bulaşmasınlar, "TBMM'nin toplanmasını engellemeye çalışmak" eskiden idamlık suçtu, şimdi ağırlaştırılmış müebbet yerler.)

Başbakan rektörlerle toplanacak da ne yapacak, vatanı mı satacak?

Hayır, onlar da katılmak istiyorlarmış!

İyi, ben de gidip başbakanlığın önünde olay çıkarayım, hükümet bizden gizli işler mi çeviriyor, fısır fısır ne konuşuyorlar bakalım, ben de izlemek istiyorum, vatandaş değil miyim? Üstelik gazeteciyim...

Var mı hemşerim böyle saçmalık?

Polisin biber gazı sıkması, adam dövmesi yani son zamanların pek moda deyimiyle "orantısız güç kullanımı" ne kadar yanlışsa, senin yaptığın taşkınlık da bir o kadar abestir.

Ahmaklık gösterisi de demokratik bir haktır, kabul. Ama bunu eleştirmek de bizim hakkımız, kusura bakma.

Göstericiler arasında bulunan on dokuz yaşında bir hanım, yediği dayakla bebeğini düşürmüş.

On dokuz yaşında, üniversite öğrencisi ve hamile...

Tamam, "geleneksel örf ve adetlerimize" olmasa bile "Avrupa Birliği standartlarına" uygun...

Ama "hanım hanım, ne işin vardı o halinle orada" diye sormak kötü kişi olmaya yol açıyor... "Senin birinci sorumluluğun bebeğine karşı mıdır yoksa Kemal Kılıçdaroğlu'na karşı mı?" diye sorsak tepki görürüz.

Egemen Bağış ayağına kadar gelecek, sana Avrupa Birliği'ni anlatacak, sen ona yumurta atacaksın. Ben gazeteci olarak bile her istediğim zaman ha deyince Egemen Bağış'a ulaşamıyorum soru sormak için, senin ayağına gelmiş sorularını yanıtlamaya, sen onu susturmaya çalışıyorsun. Senin yaptığın "demokratik", bizim buna kızmamız çok ayıp...

Ninen yerinde Adalet Ağaoğlu anayasa değişikliğini niçin desteklediğini anlatmaya çalışacak, ona da yumurta fırlatacaksın. "Hayır" demek demokratik, "evet" diyeni susturmak daha bir demokratik.

Taş da atarsın da, cezası ağır, yumurta atarsan "zararsız bir üründür" deyip sıyırman daha kolay. Nasıl olsa senden kuru temizleyici parasını isteyecek kadar da küçülmezler.

Bak yavrum, sana bir anımı anlatayım da lafı tatlıya bağlayalım:

Yıl 1991... Özal'la birlikte Avustralya'dayız... Ben de SABAH gazetesinde köşe yazarıyım (nereden çıktın diye soran gençlere bilgi)... Özal bir yerlerde bir konuşma yapacak, ne diyeceğini bildiğimiz için sıkıldık, çıktık dışarıya, sigara içiyoruz...

Karşı kaldırımda da göstericiler... Hiç unutmuyorum, yanyana üç ayrı küme: Ellerinde Kürt bayrağıyla PKK militanları, Ermeni bayrağıyla ASALA üyeleri, Kıbrıs bayrağıyla Rumlar...

"Sarı şeridin" arkasında bağırdılar çağırdılar, olay molay çıkmadı, Özal konuşmasını bitirdi, otelimize gidiyoruz...

Olay çıkmaması, yani bize "ekmek" çıkmaması kötü olmuştu!... Bizim gazetenin acar muhabirlerinden biri (hep acar olur ya bunlar) gitti bir Ermeni'nin burnunun dibine yaklaştı, küfür etti. Herif de buna bir tane ekleştirdi.

Ertesi gün, o zamanki SABAH yönetiminin manşeti: "Muhabirimize çirkin saldırı!"

Bana Türk basınını, hele muhalif basını öğretmeye kalkmayın, "yakinen" tanırım.

 

8 Aralık 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Hep Tayyip kazanır" korkusu

 

Başkanlık sistemine karşı çıkanlar, öteden beri bunun "bünyemize uymadığını" söyleyip dururlar.

Altı yüz yıl padişah tarafından yönetilmiş ülkeye başkanlık sistemi uymamaktadır (isterseniz "tek adam" yönetimine bir kırk yıl kadar da cumhuriyetten koyunuz!), ama "ithal malı" Fransız parlamenter sistemi uymaktadır. Maşallah.

Oysa "Fransız kaşığıyla mama yeme" devri geçmiştir, artık mamalar "Amerikan kaşığıyla" yenmektedir ama en koyu Amerikan çocuğu bile iş sisteme gelince kıvırtır...

Beyzbol şapkasına, hamburgere ve kolalı içeceklere evet, başkana hayır.

Karşı çıkanların diğer bir dayanak noktası, başkanlık sisteminin "diktaya yol açacağı" endişesidir.

Bu sistemde "kuvvetler ayrılığı" ilkesi uygulanacağına göre, yasamaya ve yargıya asla karışamayacak, üstelik yürütme gücü de kanunla belirlenmiş ve sınırlanmış bir başkanın nasıl olup da dikta kurabileceği belli değildir.

Ama salla gitsin işte, nasıl olsa vatandaşın durup düşünecek hali de yok vakti de... Salla gitsin, tutmazsa da kafaların bir köşesinde endişesi kalır.

İsterseniz biz de gerçekleri konuşalım:

Başkanlık sistemine karşı çıkanların tek, ama tek derdi, "gene Tayyip kazanır" korkusudur.

Ya da "hep" Tayyip kazanır endişesi...

Cümleyi şöyle de düzeltebiliriz: Sözü edilen kişi bir "fani", üstelik altmışına merdiven dayamış bir ölümlü olduğuna göre de, bugün Tayyip, yarın Ahmet, öbür gün Mehmet, hep "onlar" kazanırlar korkusu!

Bu aslında, "biz asla kazanamayız" aczinin tersten ifadesidir.

Atıp tuttuklarına, gazete sayfalarından muhalefete biçim verdiklerine, adam yokedip adam üfürdüklerine bakmayınız, düzmece anketlere de kanmayınız, kazanamayacaklarını, hiçbir zaman kazanamayacaklarını çok iyi biliyorlar.

Oysa parlamenter sistemde "hiç olmazsa" meclise girebilme, hiç olmazsa şartlar uyduğu takdirde koalisyon kurabilme olanağı var... (Yasama erkini elde etmek onları "kesmiyor", ille yürütme...

Çünkü patrona inşaat ruhsatını meclis vermiyor ki, yürütme organının başı veriyor!)

Tutturamadıkları zaman da halka kızıp küfür ederek yürek soğutma özgürlüğü tabii...

Kendilerine bazı sorular sormak isterim:

Atatürk aday olsaydı, başkanlık sistemine gene de karşı çıkacak mıydınız?

İnönü aday olsaydı, başkanlık sistemine gene de karşı çıkacak mıydınız?

"Fiili başkanlık sistemi" kötüyse, bu diktalara o zaman niçin ağzınızı açmadınız?

Menderes'in dikta kurmuş olduğunu söyleyip alaşağı edilmesini ve öldürülmesini onaylayan sizsiniz... Menderes, diktasını hangi sistemde kurmuştu acaba?

Kılıçdaroğlu'nun (ya da beğeneceğiniz, onaylayacağınız, isterseniz paraşütle indirip isterseniz torbadan çıkaracağınız herhangi bir adayın, kafanıza göre herhangi bir adamın) başkanlık sisteminde seçim kazanmasına en küçük, ama en küçük bir ihtimal olsa, başkanlık sistemine gene de karşı çıkar mısınız?

"Demokrasi iyidir, bizimkiler kazandığı sürece... Başkası suç işlerse cani olur, ben işlersem kader kurbanı... Ben herkesin karısına bakarım, kimse benim karıma bakamaz...

Hep başkaları mı yiyecekler, biraz da biz yiyelim... Ben vermem ama herkes vergisini ödemelidir...

Ben ara sıra trafik kurallarını çiğneyebilirim ama siz çiğnemeyin..." cümleleriyle özetlenebilecek dünya görüşüne katılıyor musunuz?

Dürüst cevap verin, canımı yiyin.

 

29 Ocak 2011 / Sabah

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Oğlum Hemlet! Babangili vuran emicen!

Geçen gün Uğur Mumcu'nun on sekizinci ölüm yıldönümüydü. Papağan gibi bir çırpıda "İpekçi, Mumcu, Üçok, Tütengil, Kışlalı, Hablemitoğlu" diye sıralamayı otomatiğe bağlayanlar gene bildik yazılarını yazdılar. Ağlayanlar sızlayanlar gene bildik duygu sömürüsünü yaptılar.

İçlerinde "Hrant Dink'i kim öldürdü?" diye soran dıngıl bile var yahu... İnsanı çıldırtırlar bunlar...

"Papağan çizgisinin" dışına çıkan ve yerleşik ezberleri sarsan kişiler de görüldü. Bunlardan biri de Emre Aköz oldu.

Aköz, saygıda en ufak bir kusur etmeden, elbette şehit olmakla birlikte Mumcu'nun bir "demokrasi şehidi" sayılamayacağını yazıyordu.

Emre Aköz'ün amacı saygısızlık değil, "Türk solunun aslında Marksist değil Kemalist" olduğuna dikkat çekmekti. (Kendisini bir süredir görmedim, bu konuyu tartışmış değiliz.)

Uğur Mumcu'nun oğlu Özgür Mumcu buna çok kızdı. Sert bir tepki gösterdi.

Oysa babasını "faşistlerin öldürdüğünü duysa şaşmayacağını" söylemiş olan da gene kendisiydi.

Lafı daha fazla döndürüp dolaştırmadan sadede gelelim:

Mumcu cinayeti, "sağ Kemalistler ile sol Kemalistler arası bir hesaplaşmadır"... Son tahlilde bu bir fraksiyon çatışması sayılabilir, tıpkı 1971 yılının "9 Mart ekibi-12 Mart ekibi" çatışması gibi... Hem gülünç hem de acıklı bir kavgadır bu. Faturası da halka ödetilmiştir.

Dürüst, namuslu, ünlü, etkili ve seçkin bir sol Kemalist, bazı sağ Kemalistler'in çevirdiği karanlık işleri açığa çıkarmaya çalıştığı için öldürülmüştür.

Mumcu, Türkiye'yi 1980 darbesine götüren anarşinin kimler tarafından ve niçin beslenip yürütüldüğünü araştırıyor, "eroin verip silah alma" trafiğinin mekanizmalarını bulmaya çalışıyordu. "PKK'yı derin devletin gizlice desteklediğini" anlamıştı. Bunu affetmediler.

Abdi İpekçi de bu nedenle yokedilmişti. Çünkü o da Ergenekon çetesine yani "asıl amacından saptırılmış kontrgerillaya" ve çevirdiği dolapları anlamaya çok yaklaşmıştı, eski Yunan mitolojisinde güneşe çok yaklaştığı için balmumundan kanatları eriyip yere çakılan İkarus gibi.

Mumcu öldürülmeseydi, Ergenekon çetesi şimdi değil yirmi yıl önce enselenecek miydi? (O beceri ve kararlılık Türkiye'yi yirmi yıl önce yönetenlerin hiçbirinde yoktu ki... Küfür ettikleri Recep Tayyip Erdoğan'da vardır.)

Cinayet de, nasıl olsa buna kanacak birçok saftırık Kemalist bol bol bulunduğundan "dincilerin üstüne yıkılmak" istenmiştir. Yutan yutmuştur.

Tıpkı, Danıştay'ı basıp hâkim vuran faşist katilin sıktığı "Türkiye'ye şeriatı getirmek istiyorum" palavrasını birçok solcu geçinen ahmağın yuttuğu gibi.

Tıpkı, Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan (ama ne hikmetse zarar da vermeyen) bombanın bir Ergenekon malı olması gibi.

Sol Kemalistler'in bazıları bu gerçekleri göremeyecek kadar ahmak, bazıları da görüp de söylemeyecek kadar domuz. Ya da korkak.

İsterseniz lafımı şöyle de düzeltebilirim:

Bir Kemalist, "Enveristler" tarafından öldürülmüştür. Mumcu cinayeti budur.

Haklı olarak kızan, ama öfkesini yanlış yere yönelten şehit evladı Özgür Mumcu şu anda 34 yaşında.

Biraz daha büyüyünce Güldal Hanım'a da "anneciğim, ne işin var senin o partide" diye sorabilecek kadar akıllı ve dürüst bir genç adam gibi görünüyor.

Kızdığı kişilerin "artık Mumcular öldürülemesin" diye uğraştıklarını bilmelidir. Bunu göremezse, hayatı boyunca "hay Allah, babamı kim niçin öldürdü acaba" diye merak etmekle ömür tüketir.

 

 

28/01/2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Saman sapı

 

Magazin saçmalıklarını pek izlemediğim için farkında değildim: Kılıçdaroğlu savaşları birbirine karıştırmış, Atatürk'ün "geldikleri gibi giderler" şeklindeki ünlü vecizesini Haydarpaşa İskelesi'nden almış, Çanakkale'ye taşımış. (Yok yok, bir gazete öyle yansıtmış.)

Atatürk'ün bu sözü, Suriye cephesinden gelip, trenden inip, Beşiktaş'a, Zübeyde Hanım'ın Akaretler'deki evine gitmek üzere tuttuğu, bavullarını yüklediği motorda söylediği bilinir, İstanbul'a karşı demirlemiş müttefik zırhlılarına bakıp...

Hayrettin İskelesi'ne gidecek, oradan da eşyasını hamala verip yokuş yukarı çıkacaktır... (Son yıllarda yapılan kötü "dönem filmlerinden" birinde bu sahne vardı. Fakat o müsamerede Atatürk'ü oynayan çocuk, yüzü Levent Kırca'nın taklit tipleri gibi boyalı olduğundan, oynayamıyor, kütük gibi hiç kıpırdamadan dümdüz ve kaskatı önüne bakıyordu.)

Kemal Bey 1918 yılında geçen olayı almış 1915'e götürmüş.

İlk bakışta böyle sandık... Meğerse saçmalayan Kemal Bey değil, laf ola söylenmiş çarçur sözleri Kılıçdaroğlu'nun reklamını yapmak amacıyla çok matah bir demeçmiş gibi yazan, üstelik yanlış yazan gazetenin cahil muhabiri ve düzeltmeyen cahil yazı işleriymiş!

Fakat Kemal Bey de saçmalık yarışında kendi üzerine düşeni hiç ihmal etmemiş tabii: AKP de "düşman zırhlısı" gibi gidecekmiş. Bunu da espri sayıyorlar. (AKP seçmeni de Yunan askeri herhalde.)

Az satışlı muhalif gazetenin yarattığı "anakronizm" (konuya dikkat çeken şişkoluk arkadaşım Emre Aköz'ün güzel buluşuyla "zamanbozanlık") bunların almış oldukları "cumhuriyet eğitimine" uygundur.

Cumhuriyet eğitimi bir "beyin yıkama ve tornadan çıkarma" işlemidir.

Resmi tarih, birkaç kuşağa, Çanakkale muharebelerini (içinde Atatürk geçtiği için) sanki Kurtuluş Savaşı'nın "bir parçasıymış gibi" öğretmiştir.

Oysa arada beş yıl vardır.

Çanakkale dünya savaşından koparılıp alınmış, Sakarya ve Dumlupınar'a "monte edilmiştir"...

Gene aynı resmi tarih, Atatürk'ü Çanakkale'de "tek ve en yüksek rütbeli komutan" gibi göstermek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur.

Beyinler yıkandığı için de, bu konularda en küçük bir düzeltme hemen tepki görmektedir. Bu ülkede, Çanakkale'de çarpışmaların başlangıcında Atatürk'ün "albay" rütbesinde olduğunu hatırlatana küfür edilir.

Ve de hemen "Atatürk düşmanlığıyla" suçlanır.

Bu suçlamaların dangalaklıktan mı yoksa namussuzluktan mı kaynaklandığına tam olarak karar veremedim.

Hadi, hepi topu üç beş kadını beğenmemiş olmamızı bütün kadınlığa teşmil edip bize "kadın düşmanı" demeleri, kimilerinde bunalımdan (bastıbacaklığın ve şekilsizliğin getirdiği bunalımdan), kimilerinde okunmamanın, tanınmamanın getirdiği hasetten kaynaklanıyor da... Feminizm kılıfı geçirilmiş aşağılık kompleksi, sosyalizm kılıfı uydurulmuş kin ve nefret...

Peki tarihi gerçeklerden rahatsız olmak, düz cahillikten mi kaynaklanıyor düpedüz faşistlikten mi?

Bu ülkede birçok insan hem bilmiyor, hem bilmediğini bilmiyor, hem öğrenmek istemiyor, hem de öğretene küfür ediyor.

Cumhuriyet eğitimi, tarihi kendi istediği gibi eğip bükmüş, hoşuna gitmeyen kısımları yok saymıştır.

Örneğin, hiçbir öğretim düzeyinde, ne ilkokulda, ne lisede, ne de üniversitenin o en önemsiz ve zorunlu dersi "devrim tarihi" dersinde, ne Süveyş Kanalı seferleri öğretilir bu ülkenin gençliğine, ne Irak cephesi, ne Galiçya, ne de Kafkasya operasyonları...

Çünkü oralarda Atatürk görevli değildi!

 

Sabah / 23 Mart 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Tavuğun neresi tövbe tutmaz?

Demokrasilerde vatandaşların "saçmalama hakkı" da vardır efendim.

Türkiye'de bu hakkını sonuna kadar, dibine kadar kullanan vatandaş sayısı da bolcadır maşallah...

Bu ülkede açık açık "darbe isterim" diyenler bile ciddiye alınmadıkları, adam yerine konulmadıkları için kovuşturmaya uğramıyorlar, Türk hukuk sisteminin sonsuz hoşgörüsüyle...

Devlet, nasıl "susma hakkına" saygı gösteriyorsa, "saçmalama hakkına" da gösteriyor.

Saçmalama hakkının mükemmel kullanımına yeni bir örnek: Bazı sanatçılar ve nasıl tanımlanacağı bilinemeyenler bir "platform" kurmuşlar. Mecazi anlamda tabii, tiyatro sahnesindeki "estrad" gibi üstüne çıkıp oturulan yüksekçe bir yer değil.

Platformun adı, "Cumhuriyet Güçbirliği"...

Yok, bunlar miting yapan fraksiyondan değil, bunlar meyhane kadrosu.

200 kişi kadar tutuyorlarmış. İmza toplamışlar.

49 bin 800 kişi daha toplayabilirlerse bir milletvekili çıkarırlar, mecliste onları temsil eder.

Hasan Pulur bile dayanamamıştı da, "Aydın Beyler'le Münevver Hanımlar" diye dalgasını geçmişti bir zamanlar, bu tür imza toplama meraklısı vatandaşlarla...

Kimler mi var bunların arasında?

Aydınlık gazetesi yazarı, mukallit Levent Kırca var.

Çok yetenekli, esnek aktör Tarık Akan var.

Uğur Mumcu'nun ağabeyi, avukat Ceyhan var.

İçkili gazino sahnelerinin kendini özleten sanatçısı, "assolist altı" Müjdat Gezen var.

Balyoz davası sanığı, emekli orgeneral Çetin Doğan var.

Sağlıklı beyniyle derin düşünür Yalçın Küçük var.

Ferhan Şensoy da var. Onun da aklı fikri çok yerindedir.

Efendim bunlar yayınladıkları bildiride

"AKP'yi iktidardan indirmede 'tayin edici görevlerini' yapmak arzusunda olduklarını" belirtiyorlar...

Belirleyici arkadaşlar bunlar... Çok acayip iktidar ve muhalefet belirliyorlar. Bir belirlenen yanıyor. Dikkat edin, sizi de belirlemesinler.

Bu amaçla da seçime "bağımsız adaylar blokuyla" girmeye karar vermişler. Böyle belirleyecekler.

Çünkü mecliste bir "milli hükümetin" kurulması gerekiyormuş. Eh, bugünkü hükümet "Yunan hükümeti" olduğuna göre...

Şuradan da gayet iyi anlaşılıyor ki, söylediklerine göre "seçmenin talebi AKP'den kurtulmakmış"... Onu da belirlemişler. Eh, geçen seçimde yüzde 47 oyu "uzaylılar" verdiğine göre...

Bu da, Cumhuriyet Güçbirliği Platformu'nun itici gücüymüş.

Çekici gücü de var, beni çok çekti bu muhabbet...

Arkadaşların bu belirleyici girişiminin, toplasan toplasan 171 bin satışlı bir memur gazetesinin 18. sayfasının dibinde iki sütuna davulcu yellenmesi gibi kalmasına gönlüm razı olmadı! Daha geniş kitlelere duyurayım dedim.

Hiç ağızlarını açmasınlar, aha da reklamlarını yapıyorum vallahi.

Çünkü hedefleri var ve bunlar da çok ciddi hedefler: "TBMM'de Atatürk devriminden yana bir grup oluşturmak"... Yani en az 20 adamlarını sokacaklar meclise.

Daha sonra da, oluşacak parlamento aritmetiğinde, "AKP ve BDP dışındaki güçlerle" hükümet kurmaya katılacaklar. Bazı basın manyakları "CHP-MHP koalisyonu" diye uçuyorlardı, bunlar o irtifayı alçak bulmuşlar, stratosfere çıkıp bir "CHP-MHPCGP" koalisyonu istiyorlar.

Neyse, çok şükür içkili lokantalarda darbe istemekten vazgeçmiş görünüyorlar şimdilik, aralarından bazıları. Bu da bir gelişmedir icabında.

Fakat yayınladıkları bildiride "bu olağanüstü dönemde artık çözümler de olağanüstü olacaktır" diye bir laf etmişler ki, azıcık tuhafıma gitti, midemi bulandırdı.

Huylu huyundan vazgeçmez mi diyelim, kibarca?

Yoksa tavuğun orası tövbe tutmaz mı diyelim, daha bir Türkçe?

 

04/04/2011

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kemal gelecek dertler bitecek

Kısa zamanda halka büyük bir umut aşıladı, ezilenlerin ışığı, yoksulların gözbebeği, emekçi kitlelerin önderi oldu, doludizgin iktidara yürüyor.

Pis kapitalistlerden ve Osmanlı emperyalistlerinden de hesap soracak. AKP'ye oy vermekte direnen göbeğini kaşımış ayıların canına okuyacak.

CHP iktidarında, dağdaki çobanla şehirdeki mankenin oyu asla bir olmayacak!

Çünkü halkımız aç, sefil. Türkiye'nin ileri gittiğini söyleyenler iktidar uşakları.

CHP Deniz Baykal'ın elinde kalsaydı asla iktidara gelemezdi. O yalnızca, Silivri zındanlarında inim inim inletilen hamiyetli vatan evlatlarının "avukatı" olmakla yetiniyordu. Oysa Kemal Bey örgüte doğrudan üye olmak istiyor fakat genel merkezinin adresini ve telefon numarasını bulamadığı için henüz kayıdını yaptırabilmiş değil...

Kılıçdaroğlu, Baykal gibi "ana muhalefete razı" gelmiyor. Eh, mazbut adam, onun gibi zamparalığı da yok... Hiçbir harama hiçbir uçkur çözmemiş gazetecilerin gözdesi olmayı da haketti. Onu beğenmeyenler, hemen işlerinden kovulması gereken birtakım iğrenç şişkolar.

Bir kere adam Horasan yaylasının Oğuz Türkleri'nin Kayı boyundan geliyor, değerli araştırmacı Soner Yalçın'ın belirttiğine göre... Dersim'de doğmuş olması bir nüfus memuru hatası.

İkincisi, uzman ve işinin ehli bir sigortacı. SSK'yı batırmış olduğunu söyleyen münafıklara en güzel cevabı, her ev kadınına altı yüz lira maaş bağlayacağını söylemekle verdi. Kadının kocasının bu paradan hiç haberi olmayacak, kadıncağız parayı istediği yere özgürce harcayabilecek.

Daha da ne desin? Örneğin dış politikası, yüce Atatürk'ün "yurtta sulh cihanda sulh" ilkesi uyarınca şekilleniyor.

Çok güvenilir bir adam. Sözünün eri. Sabah söylediğini akşam yalanlaması, dün akım dediğine bugün kakım demesi, tamamen onun espri yeteneğinden ve "iktidarla kafa bulmak" isteğinden kaynaklanıyor.

Bütün göstergeler, CHP'nin 12 Haziran'da ezici bir çoğunlukla iktidara geleceği yönünde... Nitekim Kılıçdaroğlu da "yüzde 30 yetmez, yüzde 40 isterim" şeklinde veciz bir ifadeyle bu gerçeği dile getirmişti.

Bazı karamsar çevreler "yok canım, çıksa çıksa bir CHP-MHP koalisyonu çıkar ama o bile olacak iş değil" şeklinde kötümser yorumlar yapıyorlar ama gerçekçi gözlemciler, CHP'nin tek başına iktidara gelmek üzere olduğu konusunda fikir birliği içindeler.

"AKP kazanır" diyenler de şerefsizler, hükümet yandaşları, iktidar yalakaları, kalemşorlar, şişkolar. Göz göre göre yalan yazıyorlar. İnsan biraz utanır... Hiç AKP'nin bu seçimi de kazanması mümkün müdür? "Yıpranma payı" diye bir şey var, muhasebede bile "amortisman" vardır yahu... Benim emekçi halkım, bu seçimde de AKP'ye oy verecek kadar mı bilinçsiz?

Nitekim bakınız Gürsel Tekin de ne diyor? "13 Haziran sabahı çok kişi utanacak" diyor.

Hani 2007 seçimlerinden önce birtakım gazeteciler "moraranlar olacak" demişlerdi de, moraranlar olmuştu gerçekten... İşte onun gibi.

Sonra da sıra inşallah SABAH gazetesinin Ahmet Çalık'ın elinden alınıp Aydın Doğan'a verilmesine ve o Engin Ardıç denilen adi herifin de demokratik bir şekilde kapının önüne konulmasına gelecek. Hem şişko hem de kilosuna bakmadan yazı yazıyor. (Hatta Silivri'ye de tıksak fena olmaz, nasılsa koğuşta yer boşalacak.)

Üzülmeyin arkadaşlar, şunun şurasında iki buçuk ay bir sıkıntınız kaldı. Kemal gelecek dertler bitecek, Zekeriya Öz trafik polisi yapılacak, bazı yerden bitme yer cücesi gazeteci hanımlara yeni koca bulunacak, Hilton otelinin bahçesinde inşaat başlayacak.

Deeeermişiiim...

Hu huuu!... Bugün 1 Nisaan!...

 

Sabah - 01.04.2011

 

ENGİN ARDIÇ

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Hepten eşek olmayan her solcu

Hani şu "çaresiz, sıkıntılı ve derbeder" olduğu söylenen iktidar partisi var ya...

Başbakan bir arkadaşı mahkemeye verip elli bin lira tazminat istediği için arkadaş da kılçığını böyle atmıştı hani...

Ana muhalefet partisi de öyle "derli toplu ve aklı başında" önerilerle gelmiş ki, şuncağızı vakitlice akıl edip söyleyebilseymiş vallahi bu seçimi kazanması işten bile değilmiş...

İşte o çaresiz, sıkıntılı ve derbeder iktidar partisi geçen gün meclise bir yasa tasarısı sundu. Derbeder olduğundan, kanun yapmaktan başka bir işe yaramıyor garibim.

Bu işin "formalite" yanı tabii, meclis çoğunluğu onda olduğuna göre tasarı çatır çatır yasalaşacak. (Sıkıntılı çoğunluk... "Endişeli modern" ya da "huysuz liberal" gibi bir şey...)

Bu yasaya göre, "sıkıyönetim mahkemeleri" tarihe karışacak.

Sıkı durun, yanlış işitmediniz: Sıkıyönetim olsa bile, sıkıyönetim mahkemesi diye bir şey olmayacak!

Kaldı ki, öyle "ota bota" da sıkıyönetim ilan edilmeyecek.

Kendini çok kurnaz sanan bazı basın çakalları bunu da denediler, iki yıl önce güneydoğuyu bahane edip hükümeti sıkıyönetim ilanına zorlamaya kalktılar. Hele bir kere ipler askerin eline bir şekilde geçsin, gerisi kolaydı... Hükümet bu ucuz numarayı yutmadı tabii.

Çok yakında çıkacak olan yeni kanuna göre, asker olmayan kişiler de askeri mahkemelerde asla yargılanamayacak! (Savaş durumu hariç... Sıkıyönetim demedik, savaş dedik.)

Askeri mahkemelerin ve askeri savcıların bütün işlemleri de Milli Savunma Bakanlığı'nın "gözetimine tabi" kılınıyor, yani sivil otorite devreye giriyor, askeri yargının "kendi başına buyruk" ayrıcalığı sona eriyor.

Bu yeni kanun, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumuyla gerçekleşen değişiklikler yönünde. Çünkü mevcut durum anayasaya aykırı kaldı.

Hani şu "ayıların oylarıyla" yapılan değişiklik canım...

Oyu ne yazık ki sosyete zillileriyle eşit olan dağdaki çoban ve kısa bacaklı kıllılar böyle uygun görmüşlerdi.

İmdi... Hepten eşek olmayan her solcu, sıkıyönetim mahkemelerinin kaldırılmasını alkışlar.

Sivilin asker tarafından yargılanamayacak olmasını da alkışlar.

Çünkü yakın tarih boyunca bundan çok çekmiştir ve nihayet aklı başına gelmiştir.

Aklı başına gelmemiş olan ne mi yapar?

Birtakım dolandırıcılara sahte anketler yaptırıp yayınlayarak "AKP seçimi kazanamıyor, CHP-MHP koalisyonu görünüyor" yalanını kaktırmaya çalışır mesela... Çok değil, hepi topu iki buçuk ay sonra madara olacağını bile bile...

Eşeğin "şeddelisi" de ona buna yumurta atar. Liberallere atar, demokratlara atar, solculara da atar. Adalet Ağaoğlu'na bile atmaktan utanmaz.

Bu yazı kısa oldu, çünkü uzun lafa gerek yok.

 

Sabah - 21.03.2011

 

ENGİN ARDIÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

Namussuzlar ve salaklar

Son tutuklamalar üzerine basında koparılan fırtınayı çeşitli gazetelerden birkaç gündür ibretle izledik. "Tek gazete" alan vatandaşların bir kısmı da Internet'ten izledi. Esas olarak da televizyon kanallarına bakıldı tabii.

Kolunu sallasan mutlaka birkaçına çarpan köşe yazarlarını, esas programlarına ilave olarak ille televizyonda da boy göstermeyi marifet bilenleri (başka türlü varlıklarından kimsenin haberi olmayacak!), bu konuda sergiledikleri tutum ve davranış açısından birkaç ana gruba ayırmak mümkün.

(Bir "ön grup" olarak "futbolcular" var, yani spor yazanlar, aşk yazanlar, çiçek böcek yazanlar falan, ama onlar bu meselenin dışında. Aslında çiçek böcek yazmayıp da bu konudan "neme lazım, başıma dert almayayım" endişesiyle geri duranlar var, onları da saymıyoruz. Gerçeği arayan dürüst ve akıllı arkadaşlar da olumlu anlamda bu yazının konusu dışındadırlar.)

Ergenekon topuna "negatif" girenleri başlıca iki grupta toplayabiliriz: "Namussuzlar" ve "salaklar"...

Önce namussuzlar topluluğuna bakalım. Bunlar da kendi içlerinde ikiye ayrılıyorlar: "Düz karanlıklar" ve "dolaylı uşaklar"...

Birinci alt bölüm, derin devletin yasa dışı kanadının doğrudan görevlileri. Bunların içinde "kafadan" gizli servis mensupları, üye olmayıp da gizli servislerden yemlenen ya da verilen görevleri yalnızca "vatan millet aşkıyla" yerine getirenler var. Ama ortak noktaları, hepsinin "biryerlerle" şu ya da bu şekilde bağlantılarının olması.

İşleri, esas olarak kafa karıştırmak. Ergenekon soruşturmasını sulandırmak, bulandırmak, saptırmak, ciddiyetini tartışma konusu yaparak "şaibeli" duruma düşürmek. "Deşifre olmuş" üyeleri ve darbecileri yani "doğal müttefiklerini" de kurtarabilirlerse kurtarmak. Meseleyi ciddiye alan meslekdaşlarını yalan ve iftiralarla küçük düşürmek, itibarını sarsmak, olmadı alay ederek, yazdıklarını çarpıtarak ve saptırarak gülünç duruma sokmak, tepki görmelerini sağlamak.

Dolaylı uşaklık edenlerin durumu daha da ibret verici... Bunların bir kısmı eski solcu, bir kısmı eski sağcı... Bir kısmı da "entellik belasına" saçmalıyor... Bazılarının "mahkeme kararı olmadan Ergenekon diye bir örgütün varlığından sözedilemez" şeklindeki ahmakça tutumları, görünürde hukuk maskesiyle, aslında "faşistlik gayretiyle" açıklanıyor. Bir kısmı "patronuna ya da müdürüne" yaranma gayreti içinde (patron hükümetle ters düştüyse demek ki hükümet kötüdür, öyleyse "olmayana ergi" mantığıyla gizli örgüt iyidir!)

Bazıları da, solculuk belasına, birçok eski solcunun yakın tarih boyunca yemekte direndiği haltı hiç düşünmeden yineleyip, akılları sıra "ilerici bürokrasiye" sahip çıkmaya çalışıyorlar.

Bu cenahta at iziyle it izi de fena halde birbirine karışmış durumda. Kimin hangi bölümde sayılması gerektiği konusunda elde çok net veriler yok. Hangisi yalnızca attır, hangisi kesinlikle ittir, henüz bilemiyoruz.

Gelelim salaklara...

Bunlar saf ve iyi niyetli arkadaşlar. Fakat kafaları çalışmıyor.

Gazeteci kisvesi altında rezil dolaplar çevirenlerin gerçekte sütten çıkmış ak kaşık olabileceklerine "samimi" olarak inanıyorlar.

Karanlık adamları koruma, kollama ve kurtarma operasyonunun medyada hangi nedenle ve hangi yöntemlerle servise konulduğunu göremiyor, bunu gerçekten de "basın özgürlüğü ve demokrasi savaşı" sanıyorlar.

Fakat "neyin ne olduğunu göremeyenler" ile "neyin ne olduğunu domuz gibi bilenler" son tahlilde aynı safta birleşiyorlar, o zaman da bu ayırımın hiçbir hafifletici nedeni kalmıyor.

Çünkü gözlerini kin ve nefret bürümüş kişilerin sergiledikleri bu acıklı güldürünün "saiki" ortak ve tektir: Her ne pahasına ve hangi şekilde olursa olsun, bu iktidarı devirmek.

Başaramazlar.

 

Sabah -10.03.2011

 

ENGİN ARDIÇ

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Taksim'e cami niçin yapılamazmış?

Çünkü "yürüme mesafesinde yeterince dini tesis" varmış.

Minicik Ağa Camii var, bir de taa Şişli'de "burjuva camii", başka hatırlayamadım.

Bir de Maksem'in hemen arkasında "lumpen mescidi" var tabii. Sokak aralarını bilemem, çetelesini tutmadım.

Aya Triada var, elde zulmetmeye ortodoks cemaat kalmadığı için boş duruyor, çevrede binlerce Müslüman yaşıyor, büyük cami yok.

Yaptırmıyorlar.

"Dini simge" olduğu için!

Çünkü Sinan çok öngörülü bir adam, Süleymaniye'yi dört yüz elli sene sonra AKP'ye oy getirsin diye inşa etmiş.

Gülünç oluyorsunuz beyler.

Sonra da "bu kafayla 2049 seçimlerini belki kazanırsınız" deyince kızıyorsunuz.

Yargının, hani şu "bürokrasinin bayraktarlığını ordunun elinden alan" yargının Taksim'e cami yaptırmama gerekçesine bakınız: "Hiçbir bilimsel ve teknik temele dayanmıyor..."

Niçin beyefendi? Zemin mi kaygan?

Marmara oteli ne güzel uyum sağlamış tarihi çevreye, öyle mi beyefendi? Bir mimari başyapıtı...

AKM'nin tam simetriğinde bir "kütle" daha olsa kötü mü olur onu dengeleyecek, yoksa boşluk mu daha estetiktir, ben çözemedim.

Bir caminin hangi "bilimsel" ve "teknik" temele dayanması gerektiğini de çözemedim. Mimari projenin "statik hesaplarından" sözetmiyoruz burada, Taksim'e cami yapılması "fikrinden" sözediyoruz.

Çünkü Taksim Meydanı "cumhuriyet değerleriyle" anılıyormuş... Bunu da TMMOB söylüyor, mühendisler ve mimarlar...

Öyle ya, orada Atatürk'ün heykeli olunca, cami hiç uymaz. Sizin cumhuriyetiniz camiye karşı mıdır? (Allah Allah, merak ettim, niçin hiçbir seçimi kazanamıyorsunuz yahu?)

Aynı heykelde Atatürk'ün yanında Bolşevik generalleri Frunze ile Voroşilov da var, onlar cumhuriyetin hangi değerlerine uyum sağlamışlar, Türkiye Komünist Partisi'ni kapatan ve altmış yıl boyunca yasaklayan değerlerine mi?

Tövbe, gülünç olmuyorsunuz beyler, "bizatihi" gülünç adamlarsınız.

Ciddi adamlar olsanız, caminin "varlığından" değil binanın "estetik düzeyinden" kaygı duyardınız.

Çünkü, bu bir gerçek, günümüzde yapılan camiler ya çok sakil, ya da Osmanlı mimarisinin en kabadayısı orta halli taklitleridir.

Çağdaş mimarlar çağdaş bir cami mimarisi üretemediler. "Gidip de sevimsiz bir bina yaparlar" deyin, anlayalım.

Mühendis ve mimar olduğunuza göre o binanın sevimlisini, güzelini, görkemlisini yapmak benim değil sizin asıl göreviniz, hadi onu da geçelim. "Biz mühendisler ve mimarlar güzel bir cami inşa etmekten aciz insanlarız" deyin, peki diyelim.

Ama "gericiler namaz kılarlar sonra" diye cami yaptırmamak...

Lideriniz Kılıçdaroğlu'ya söyleyin, hiç boşuna nefesini tüketmesin adamcağız. Size iktidar haramdır.

Siz gidin az satışlı gazetelerde "İstanbul'a köprü de yapılmasın" diye yazılar da yazın, beğenen üç beş kişi çıkar.

 

22/04/2011

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

To onoma mou ine Kemal

 

Efendim biliyorsunuz bunların "CHP olarak projeleri vardır"... Bunlar yalnız Türkiye'ye değil Yunanistan'a da yönelik projelerdir.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun açıkladığına göre CHP iktidara gelince Türkiye'yi kurtarmakla yetinmeyecek, komşumuza da yardım elini uzatacak ve Yunanistan "rahaaat" bir nefes alacaktır. (İkinci a uzatılacak...) Ancak, CHP'nin Yunanistan'a nasıl ve ne şekilde yardım edeceği, örneğin kaç milyar avro vereceği açıklanmamaktadır. Ana muhalefet, bu gibi projeleri açıklarsa iktidarın kopya çekmesinden korkmaktadır.

Bu durumda, Yunanistan, ana muhalefet liderimizin "benim adım Kemal, ederim dediysem ederim" tarzı kesin bir garantisiyle yetinmek zorundadır. Şimdilik.

Bazı münafıklar CHP'nin bu gidişle ancak 2049 seçimlerinde iktidara geleceğini söylüyorlar ama Yunanistan'ın o tarihe kadar dayanabileceğini sanmıyoruz.

Onun için en iyisi, The Economist dergisinin sözünü dinleyip oyumuzu hemen şimdi CHP'ye verelim ki Yunanistan kurtulsun.

Bakın bir oyla kaç ülkeyi kurtarıyorsunuz... Oyunuz dağdaki çobanın oyuyla eşit sayılmasa Burkina Fasso'yu falan da kurtaracaksınız arada...

CHP'nin bu seçimi kazanamayacağını öne sürenler, Büyük Türk Büyüğü İnan Kıraç'ın konuyla ilgili açıklamalarını okumamış olan cahiller ya da ona inanmayan gafillerdir.

Hangi parayı vereceğimizi soracak Yunanlı dostlarımıza da, Sayın Kılıçdaroğlu'nun unutulmaz özdeyişini tercüme edip dayayalım: "To onoma mou ine Kemal, an sas leo 'tha vrisko', tha vrisko!"

Fakat kötü niyetli bir Yunanlı da çıkıp bize şunu sorabilir: "Seçim otobüslerinde 'bir daha gel Samsun'dan sarı saçlım, mavi gözlüm' şarkısını çalan parti mi Yunanistan'a yardım edecek?"

Kendisine, bu kadar çelişkinin kadı kızında bile bulunacağını anlatabiliriz ama "kadı" kelimesini duyunca "Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden kurmak istiyorlar" diye endişeye kapılabilir...

Yok canım, niçin kapılsın, hiçbir Yunanlı bazı Türk basın mensupları kadar salak değildir ki!

Onun için, Atatürk'ün Samsun'dan bir daha gelirse Ankara'da kalmayacağını, oradan İzmir'e gideceğini bilir.

Fakat İzmir'de Rum bırakılmamış bulunduğundan, artık onlar açısından bir sakınca da yoktur.

Öte yandan bizatihi "Kemal" ismi de Yunanlı dostlarımızda allerji yaratabilir.

Hani "senin de ismin Kemal, onun da ismi Kemal, bundan böyle seninki Kemal Kemal olsun" desek, bu sefer ortaya "futbolcu Kazım Kazım" gibi bir tuhaflık çıkacak...

En iyisi gene Gandhi Kemal... Fakat okuyucunun anlayabilmesi ve kolay okuyabilmesi için "h" harfini kullanmamak gerekiyor, Gandi yazalım. (Okuyucuya nasıl muamele edileceğini Zafer Bey'den iyi mi bileceksiniz?)

"Dayan Yorgo, geliyoruz" demiş Gandi Kemal.

Gülmeyin, vallahi de demiş.

Onun adı Kemal, geliyoruz dediyse gelir.

İnanmayan İnan'a sorsun.

İngilizce bilen The Economist dergisine de sorabilir: Kemal is coming.

Aha bu da kurtarılmayı bekleyen dostlarımız için: "O Kemal erkhete!"

Neler mi saçmalıyorum pazar pazar?

Ne olmuş hemşerim, adam saçmalıyor, parti başkanı yapıyorlar, biz de karınca kararınca saçmalayalım, belki bize de bir mebusluk falan düşer!

05 Haziran 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

 

Varlığım Türk varlığına armağan olmasın, bana lazım

Kürt politikacısı Bengi Yıldız ortaya bir laf attı, Marmara depremi gibi sarsıntı yarattı. "Ankara'ya vergi vermeyiz ama devletten yardım isteriz" sözü üzerine Türkler küfür ettiler, Kürtler'in de gerçekçi olmayanları belki sevinmişlerdir...

Uçuk kaçık özlemleri tartışırken birkaç önemli gelişmeyi atladık. Hayır, liglerin ertelenmesi falan gibi "lumpen üzecek havadisler" değil.

Mazlum-Der ve Özgür- Der gibi örgütlerden bir grup kadın, yanlarına çocuklarını da alıp eylem yaptı.

İkide bir papağan gibi "sivil toplum örgütleri" sakızını çiğneyen cici beyler, bu kadınların başları örtülü olduğu için onlarla ilgilenmediler. Basının bazı "kaknem savunucusu" bunalımlı tazeleri de olayı görmediler. (Belki de şu sıcaklarda Alaçatı falan gibi yerlerde yaz aşkları yaşamakla iştigal ettikleri içindir.) Eylem yapan hanımlar, ilkokullardan "andımızın" kaldırılmasını istiyorlar.

Biz de istiyoruz ama birtakım tombul civelekler üstümüze saldırıyorlar...

Bu hanımlar "varlığım Türk varlığına armağan olsun" gibi faşist zırvaların çocuklara her sabah söyletilmesini, "İslam akidesine aykırı öğeler içerdiği" için istemiyorlar.

Biz de "totaliter ve ırkçı bir anlayışın ürünü" olduğu için istemiyoruz.

Sonuçta ikisi aynı kapıya çıkıyor. "Okullarımızda ırkçı Kemalist müfredat istemiyoruz" cümlesinde buluşuyoruz.

Nimet Hanım gitti, yerine Ömer Bey geldi, basında CHP amigoları ne kadar çığlık atarlarsa atsınlar, eğitimde reform bekliyoruz.

"And" kaldırılmalıdır.

Yemin ettirmeyi çok seviyorsanız, yerine 2012 yılından başlayarak "yeni Anayasa'ya bağlılık" yemini konabilir, Amerikan usulü olur, New York batakhanelerinde koli keserken Türkiye'ye yazı gönderen "neşeliler" de ağızlarını açamazlar.

Eylem yapan hanımlar "okullarda kışla tipi eğitime" de son verilmesini istemişler.

Ömer Bey, "19 Mayıs gösterilerini" de ya sivilleştirmek, ya kaldırmak zorundadır.

"Otuzlu yılların Hitler, Mussolini ve Stalin tipi gösterilerine" günümüz Türkiyesi'nde yer yoktur, olmamalıdır. Günümüz dünyasında yer yoktur da ondan.

19 Mayıs'ı, gençlere spor müsabakaları yaptırarak, liselerarası turnuvalar düzenleyerek kutlayabilirsiniz, "bitişik nizamda uygun adım yürüterek" artık kutlayamazsınız!

İlk, orta, lise, üniversite ne olursa olsun, bütün sivil okullardan "önlük" ve "üniforma" kaldırılmalıdır. "Ama sonra çocukların üstü başı kirlenir" gibi dangalakça gerekçelere sığınmak vakit kaybından başka bir şey değildir. İdare-i maslahattır.

Nimet Hanım bunları başaramadı, gitti, Ömer Bey başaramazsa o da gider, bir başka hanım ya da bey gelir yapar. Göreceğiz.

Durun yahu, biz bu kadar lafı neyin üstüne getirecektik?

Bursa Barosu Başkanı Zekeriya Birkan, "orduevleri kapatılsın, asker halkın içine girsin" dedi de, onun üstüne getirecektik...

Bu gerçek bir devrim olur.

Birkaç yıl önce "milletvekili lojmanlarının" kaldırıldığı gibi (oralarda cinayet bile işleniyordu maşallah), her türlü lojman, öğretmenevi, misafirhane, şehir kulübü, "kumda inceleme yapıyoruz" ayağından dinlenme tesisi, kıyı kampı, şu bu... Hepsini kapatmak...

Bakın işte o zaman bürokrasi, kendisini canevinden vuracak bu devrime karşı olmayacak çılgınlıklara kalkışabilir!

Arkadaşımı içeri at ama ucuz rakıma ve beleş denizime dokunma!...

 

 

27/07/2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Haklısınız paşam

 

Tuğgeneral Levent Ersöz "cezaevinde ölmek istemiyorum" demiş. Evinde ölmek istermiş.

Haklısınız paşam, bunu herkes ister. Fakat herkes başaramaz.

"Lyon kasabı" namıyla maruf SS komutanı Klaus Barbie'ye nasip olmamıştı mesela... Hapiste öldü.

Jean-Paul Sartre'ın deyimiyle "mezarsız ölüler"e de nasip olmamıştı savaş yıllarında.

Hayatta insanın her istediği de olmuyor ki paşam...

Kimisi kurşuna diziliyor Alman işbirlikçisi Vichy yönetiminin başbakanı Pierre Laval gibi, kimisi ipe çekiliyor komutanlık ettiği kampın girişinde, Hoess gibi. Kimisini kıçından vuruyorlar, kimisinin Reinhard Heydrich gibi dalağını parçalıyorlar. Kimisi intihar ediyor da üstüne benzin döküp yakıyorlar (intihar ediyor ama altı çocuğunu zehirleyip karısını da vurduktan sonra, Goebbels gibi.)

Ben Auschwitz'e gittim, o "platforma" çıktım paşam, hiç de hoş bir duygu değil oradan sağa sola bakmak. Gaz odalarına da girdim paşam, duvarlardaki tırnak izlerini de gördüm, savaştan bu yana kimbilir kaç kere badana etmişlerdi ama duruyordu... Onlar da elbette yataklarında ölmek isterlerdi paşam. Altı aylık Yahudi bebeğine nerede ölmek istediği sorulamadığından, onu bilemiyoruz.

Rusya'ya kaçtın mı geri gelmeyeceksin paşam, Bedros geliyor mu? Hele "sahte kimlikle" enselenmeyeceksin buralarda.

(Sahi, niçin hepiniz soluğu Rusya'da alıyorsunuz paşam, Putin'le mi muhabbetiniz var, oligarklarla mı? Amerika'ya karşı ittifak mı yapacaksınız?)

Bak paşam, tekerlekli iskemleyle getirmişler seni duruşmaya, ağzında maske, kolunda banyo bataryası gibi kanül, ucunda serum şişesi... Aman aman, sakın GATA'dan mikrop kapmış olmayasın paşam, pek "hijyenik" değil galiba oralar...

Yazık tabii paşam.

Cuma namazından çıkarken kolu bacağı parçalanıp ölecek mümine de yazık olacaktı, kendi mermimizle düşürülecek uçağımızın pilot teğmenine de.

Yazık tabii paşam.

Hükümeti düşürmek için ekonomik kriz çıkarılsaydı hepimize yazık olmayacak mıydı?

Darbeyi yaptın mı yapacaksın paşam.

Çünkü, yapamayanı yapıyorlar.

Ama bak, İlhan Selçuk yatağında öldü mesela, Allah sana da nasip eylesin paşam.

"Bize kötülük yapanların sonunu görmek istiyorum" demiş Levent Paşa.

Evet, kötülerin sonu gelmeli paşam. Fakat iyilerin de geliyor, ne hikmetse.

Keynes'in dediği gibi, "uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız" paşam.

Doğrusu, biz de "oralarda" ölmek istemeyiz paşam.

Ne Filistin askısında ölmek isteriz, ne torbalarımıza elektrik verilince, ne erkekliğimiz sıkıştırılıp elden gidince...

Gencecik kızlar da "taş gibi delikanlıların" elinde can vermek istemezler tabii paşam, gazoz şişesiyle...

Ne Selimiye'nin bodrumunda ölmek isteriz paşam, ne Diyarbakır'ın koğuşunda, ne Mamak'ın havalandırmasında...

Ne de stadyumda paşam... "Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik" diyor seyirci ama şaka yapıyor paşam, onları ciddiye almayınız.

Levent Ersöz yatağında ölmek istemiş.

 

Umarım öyle olur paşam. Size de bize de.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben de isterem, elma yanaklardan, kiraz dudaklardan

 

Cumhuriyet Halk Partisi'nin İzmir örgütü, Mustafa Balbay'ın tutukluluğunu bin adet karanfil dağıtarak protesto edecekmiş. Yazıyı erken yazıyorum, gazeteye basılıp çıkana kadar herhalde etmiştir.

Çünkü Balbay, tutuklulukta bininci gününü doldurmuş. Partinin İzmir milletvekili.

Soner Yalçın dokuz ayı geçti, Doğu Perinçek üç buçuk seneyi buldu ama onlara sahip çıkmıyorlar. Bazı amigo gazeteler "laf arasında" onları da geçiriyorlar ama pek fazla da üstüne gidemiyorlar... Kemal Kerinçsiz gibi adamlara da haksızlık ediyorlar!

Elbette amaç, bu kişilerin "gazetecilikten dolayı" içeride bulundukları havasını yaratarak hükümete vurmak.

Oysa, en adi varakpare bile hükümete amansızca yüklenebildiğine ve kovuşturmaya uğramadığına göre memlekette iyi kötü demokrasi olsa gerektir, yani "yetmez ama var"...

Yokmuş. CHP İzmir örgütü karanfillerin üzerine "cumhuriyet, özgürlük ve demokrasi istiyoruz" yazacakmış. Yok ki istiyorlar.

İyi de, bu kadar lafı karanfilin neresine sığdıracaklar, merak ettik.

Herhalde minik bir kâğıda yazıp karanfilin sapına bağlayacaklar.

Demokrasi ve özgürlük olmadığına göre herhalde polis de bu karanfilleri toplayıp saplarını...

Aman aman, sapları kısa tutsunlar.

Memlekette özgürlük ve demokrasi yokmuş, herhalde bu nedenle seçim sandıklarının başına jandarmalar dikiliyor, "oyunu Kılıçdaroğlu denilen o adama mı vereceksin" diye seçmene baskı yapılıyor, oylar açık atılıp sayımı gizli yapılıyor, bu da yetmezse tutanaklar değiştiriliyor...

1946 şartları geri gelmiş de haberimiz olmamış.

Öyle ya, AKP il başkanı aynı zamanda hem vali, hem de belediye reisi... AKP parti programı aynen anayasada yer alıyor... Parti kuracak herkesten de "AKP ilkelerine bağlılık" şartı aranıyor! "Abdullah Gül'ü Koruma Kanunu" da yolda olsa gerektir. "İslam devrimi yasaları" çıkarılmış ve herkese sarık sarıp cüppe giyme zorunluluğu getirilmiş, giymeyeni asıyorlar. İskilip ADD ilçe başkanı Bay Atıf bu yüzden asılmış. Takvim "hicriye" döndürülmüş, dört kadınla evlenmek serbest.

Vallahi memlekete padişahlık gelmiş de haberimiz olmamış!

Öyle olmalı ki, CHP İzmir örgütü dağıttığı karanfillerin neresine yazdıysa "cumhuriyet" istiyor.

Allah Allah, acaba İzmir bakkallarında Cumhuriyet gazetesi kalmamış da onu mu istiyor? Kolayı var: Parasını bastırsınlar, Internet'ten okusunlar.

Belki de despot hükümet o gazeteyi kapatmıştır da onun için istiyorlardır.

Yok yok, "yönetim biçimi" olarak cumhuriyet istiyorlar.

Çünkü tahtta, "Erdoğanoğulları" hanedanından "Birinci Recep" oturuyor.

Canım belki de CHP İzmir örgütü "kendi tek parti iktidarını" istiyordur, cumhuriyetin 1925-1945 dönemini...

O şimdi muhalif, canı neler ister...

Sayın Kılıçdaroğlu istemesini bilmiyor. Uyanık bir politikacı olsaydı Balbay'ı falan boşverip "Aziz Yıldırım'a özgürlük" ister, oy oranını da arttırırdı!

Bakalım son umutları Ümit Boyner partinin başına gelince ne isteyecek?

Ne isteyecek ayol, istese istese kredi ister.

Muhtaç olduğu kudret de, CHP'nin İş Bankası hisselerinde mevcuttur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk bankacı mıydı?

 

Bu başlığı on gün önce atmıştım, şimdi "mükerrer" iş yapmamın nedeni var, unutkanlıktan ya da tembellikten değil. Atatürk'ün sahip olduğu İş Bankası kurucu hisselerini CHP'ye bırakmış olmasıydı mesele...

Niçin bu hisselere bu kadar yapışıyorlardı?

Ülkemizin önde gelen Kemalist'lerinden Profesör Ahmet Mumcu bu sorumuza çok şaşmış, açıklama göndermiş, Melih Aşık refikimiz de bunu alıp bize "gol atmanın" keyfiyle yazmış. Bizzat kendisi mi yazdı, emrindeki çocuklardan birine yazdırıp altına imzasını mı attı, bilemeyeceğim.

Profesör Mumcu, sözkonusu hisselerin "gelirlerinin" (yani temettünün) Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu arasında paylaştırıldığını hatırlatıyor. Partinin eline beş kuruş geçmiyor. CHP, bu hisselerin yalnızca "emanetçisi" konumunda.

Peki de, Atatürk niçin bu hisseleri doğrudan TTK ile TDK'ya bırakmamış da, böyle dolambaçlı bir yol seçmiş?

1938 yılında tek partiyle devlet "eşdeğer" olduğu, aynı anlama geldiği için mi acaba? Ha devlete, ha partiye, aynı şey...

"Pek bir bağımsız" oldukları bize ısrarla söylenen bu kurumlarla tek parti arasında sarsılmaz bağlar kurmak için olmasın sakın?

Günün birinde "başka partiler" de doğabileceğini ve bu meselenin tartışma konusu (ve de tatsızlık konusu) yapılacağını düşünmemiş...

Öyle ya, alt tarafı bir partinin genel başkanı, mirasını, çocuğu olmadığı için, partisine bırakıyor, ona bakarsanız... Mesele bu kadar basit mi?

Peki, şimdi CHP bu hisseleri niçin "gerçek sahiplerine" devretmiyor da "temettü taşeronluğu" görevini sürdürüyor?

Atatürk'ün "aziz hatırasına" saygıdan mı?

Yoksa, "7'ye 4" ile azınlıkta kalsa bile bankanın genel kurulunda "koltuk sahibi olmak" hoşuna gittiği için mi?

Kararlarda belirleyici çoğunluğu yok, tamam da, bankanın vereceği kredilerde falan hiç mi "etkileme" gücü yok?

"Solcu" olduğunu ısrarla söyleyen parti, nasıl oluyor da "finans-kapital saflarında" aktif rol oynayabiliyor?

Siz çocuk mu kandırıyorsunuz?

Ukalalık etmesini biliyorsunuz ama bu temel sorulara cevap veremiyorsunuz.

O soruların bazıları da şunlar:

"Bir bankanın ortağı" olmak koskoca Büyük Önder'e yakışır mı?

Buna cevap verin, sonra "çiftlik kurup bira ve ayran üretmek, üstelik Bomonti Fabrikası'yla kıyasıyla rekabete girişmek ve sonunda da iflas noktasına gelmek yakışır mı" sorusuna da geliriz.

Bu paranın "Hintli Müslümanlar'dan" (yani bugünkü Pakistanlılar'dan) geldiği bilinir, kurtuluş savaşımızda kullanılmak üzere.

Niçin top tüfek alınmamış da bir kenara konulup saklanmış?

Lenin'in gönderdiği altınlar Fransa'dan top almaya yettiği, ayrıca masrafa gerek görülmediği için mi?

Bunlara cevap verin, sonra ileride, günün birinde, "Atatürk fiilen parti başkanı olmakla yanlış mı yaptı, 'partilerüstü' kalsaydı daha doğru olmaz mıydı" sorusuna da belki gelirsiniz.

Gelmezsiniz. Kellim kellim la yenfa!

 

10/12/2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peki biz neciyiz?

 

Mümtazer Türköne'yi yediler, rahatladılar. Belki de "mevzi" kazanmışlardır canım, sevdikleri deyimle... Türköne de baskılara dayanamayıp istifayı basmakla iyi etti. O kurumda bulunması yakışık almayacaktı.

Çünkü o kurum, görev tanımı kanunla da belirtildiği üzere "Atatürkçülüğü yaymak" amacını güden bir kurumdur. Onlar Atatürkçülük diyorlar, siz Kemalizm anlayınız.

Yani, bir ideoloji borazanıdır.

Yani, bilimle milimle ilgisi yoktur.

İlk elli yılında maskesini iyi kötü korumuştur, çünkü esas olarak hep "sol Kemalistler'in" elinde bulunmuştur.

Fakat "sağ Kemalistler'in" sözcüsü olan Kenan Evren bu kurumu katletmiştir. Otuz yıldır bir müsvedde, eskisinin bir gölgesi olarak varolmaktadır.

12 Eylül yönetimi, ayrı ayrı kurumlar olan TDK ve TTK'yı birleştirmiş, başına Kültür sözcüğünü eklemiş, bir de Atatürk adını yapıştırmıştır.

Kurum da ilk iş olarak "imla kılavuzunu" katletmekle başlamıştır görevine...

Sol Kemalistler'in bir kısmı şimdilerde sağ Kemalistler'e "domalmış" olduklarından, bunları hiç görmezler. İşlerine gelmez. (Muhalif basında örnekleri çoktur.)

Bu tür yerler "içine girerek" ıslah edilemezler, Türköne daha fazla ısrar etmeyip vazgeçmekle iyi etmiştir.

Tek çare, meclisin kanunu değiştirmesi ve gerek TDK'yı gerek TTK'yı gerçekten "bilim üreten" yerler haline getirmesidir.

Fakat, Atatürk'ün terekesinden hem de CHP eliyle her yıl tıkır tıkır bir sürü para alan kurum nasıl "tarafsız" olabilir, bunu da merak ederim doğrusu.

Bir de, "bilim üreten üniversiteler dururken bu tür resmi ve özel birtakım olağanüstü kurumlara ne gerek vardır" sorusu akla gelir ki, Türköne'nin hiçbir düşmanı bu soruyu değil cevaplamak, duymak bile istemez!

Gelelim bizim de Atatürkçü olup olmadığımıza...

Kötü niyetle küfür edenlere değil, iyi niyetle ve samimi olarak merak edenlere anlatıyorum:

Atatürkçülüğün, her çekenin başka yere götürdüğü sekiz çeşit tanımı var.

Eğer Atatürkçülük'ten, "çağdaşlaşma arayışını" anlıyorsanız, evet Atatürkçü'yüm. Eğer "bilimin önderliğini" anlıyorsanız, evet Atatürkçü'yüm. "Muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı" anlıyorsanız, elbette Atatürkçü'yüm.

Ama zart zurtçuluğu anlıyorsanız, Atatürkçü değilim.

Memur diktasını anlıyorsanız, tek parti idaresini anlıyorsanız, Atatürkçü değilim.

"İnançlara baskıyı" anlıyorsanız, "azınlıklara baskıyı" anlıyorsanız, Atatürkçü değilim.

"Kafatası ölçmeyi" anlıyorsanız, Atatürkçü değilim.

"Devlet kapitalizmini" anlıyorsanız, değilim.

Emirle müzik yasaklamayı, emirle dil değiştirmeyi anlıyorsanız, hayır değilim.

"Bilim dışı tarih ve kültür yumurtlamayı" anlıyorsanız, hayır.

"Otarşi" politikasını, yani dünyaya kapanmayı anlıyorsanız, gene hayır.

Hitler Almanyası'na, Mussolini İtalyası'na, Stalin Rusyası'na özenmeyi anlıyorsanız, asla!

İlericilik sanıp leblebiyle rakı içmeyi anlıyorsanız, içkiyi bıraktım, o konuda da pek anlaşamayacağız...

Düşmanlarım bu yazıyı kesip saklasınlar, ara sıra çıkarıp okusunlar.

Engin Ardıç

 

http://www.habervaktim.com/yazar/46360/peki_biz_neciyiz.html

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Senin de adın Kemal

Amigolarından başka kimsenin önem vermediği bir "CHP kurultay şenliği" daha sonuçlandı. Üzülmesinler, haziran ayında yenisi varmış!

Kurultayı, "açık renk Kemalistler" kazandılar, "koyu renk Kemalistler" kaybettiler.

Ya da dilerseniz, "ordu da bir sivil toplum örgütüdür" demiş olan Deniz Baykal kaybetti, kürsüden "emperyalizmin ak sütünün şeyinden anasıyla emdiğimiz memeler" ya da buna benzer bir şeyler söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu kazandı.

Düne kadar "bu adamla da olmayacak bu iş" diye bağıran amigo basın birdenbire döndü, şimdi Kılıçdaroğlu'nun yumruğunu mu yoksa damgasını mı vurduğunu tartışıyor.

"Neredeymiş bu Ergenekon, ben de katılmak istiyorum" demiş olan Kılıçdaroğlu, belki araya araya örgütün genel merkezini bulacak ama "yumuşak Kemalizm'e" uygun düşmeyeceği için kaydını yaptıramayacak.

Amigo basın da gene "bu adamla olmuyor" diyebilmek için 2014 seçimlerini, Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı adayı, Gürsel Tekin'in de İstanbul belediye başkanı adayı sıfatıyla madara olmalarını bekleyecek... Mustafa Sarıgül'ün reklamını henüz çok fazla yapamıyorlar, ara sıra şöyle bir hatırlatıp geçiyorlar.

Kurultaylar dizisinin ikinci gününde, ilk gün salondan tekme tokat kovulan "muhalefet temsilcisi"

İsa Gök de birşeyler söylemiş...

"Atatürk'e Mustafa Kemal demeyin" demiş.

Niçin? Ahmet Selahattin mi denilmesi gerekiyormuş?

Hayır, "tamamının" söylenmesi gerekirmiş, Mustafa Kemal Atatürk.

Öyle ya, örneğin Catherine Zeta Jones'a kısaca "Kate" deniyor mu? Denmiyor.

Atatürk'e ne denileceği, Kemalistler'in oldum olası kafasını kurcalamış bir meseledir. Onun "antiemperyalist" kişiliğini öne çıkarmak isteyen "sol Kemalistler", Mustafa Kemal Paşa demeyi tercih ederler. (1934 yılına kadar kısaca "Gazi" denirdi.)

"Otuzlu yılların İsmet Paşa faşizmini" sevenler de Mustafa'yı da Kemal'i de es geçerler, yalnızca Atatürk'ü yeğ tutarlar.

Anlı şanlı bürokratlarımızdan biri, "Mustafa Kemal diyenlere" açıkça bozuk çalmış, hatta tehdit etmişti. (Bunun arkadaşlarından biri de "dolar dediğin yeşil bir kâğıt parçasıdır, basar basar dış borçlarımızı öderiz" şeklinde konuşuyordu.)

Elbette şeriatçılar da Atatürk'e birşeyler derler de, burada zikredecek değilim. Cazgır mahalle karısının biri çıkar, yanlış anlar, ihbar etmeye kalkar.

Kurtuluş savaşımız sırasında, ve daha sonraları da, Yunanlılar ona kısaca "Kemal" derlerdi.

Bildiğiniz gibi, belki de bilmediğiniz gibi, büyük önder kendisine babası Ali Rıza Bey'in koymuş olduğu Mustafa ismini hiç sevmezdi. Bunu "alaturka" buluyordu. İlk fırsat adına bir de Kemal eklemişti.

Sonradan bunun efsanesini de ürettiler. İlkokul çocuklarına şöyle öğretiliyordu: "Matematik hocası bir gün Atatürk'e demiş ki, senin de adın Mustafa, benim de adım Mustafa... Bu böyle olmaz!...

Senin adın Mustafa Kemal olsun..."

Bu böyle olmaz... Niçin bu böyle olmazmış? Hangi salak karıştıracakmış öğretmenle öğrenciyi birbirine?

Hani Önder Sav, Kılıçdaroğlu'nu şikâyet etmek üzere Anıtkabir'e gidecekti ya.... İster misiniz derinlerden bir ses duyulsun: "Oğlum Önder... Onun da adı Kemal, benim de adım Kemal... Bu böyle olmaz...

Söyle ona, onun adı bundan böyle 'Tutarsız Kemal' olsun!"

Gandhi tutmadı ya... "Cahil halk" kolay okusun diye "h" harfini düşürdüler, Gandi dediler, gene tutmadı.

sabah

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk Atatürkçü değil miydi?

 

Soruyu bendeniz ortaya attım, bir tek Ahmet Kekeç destekledi, gördüğüm kadarıyla başka kimseden de ses çıkmadı. Soru soruyoruz ama cevap veren yok, çünkü verilemiyor. Soru şuydu:

Madem eğitimde "8 artı 3" formülü çok Atatürkçü, çok devrimci bir çözümdür...

Amaç küçük çocukların din dersi görmelerini engellemektir... "4 artı 4 artı 4" formülü de karşıdevrimci... (Sekiz yıl zorunlu eğitim devrimci, on iki yıl zorunlu eğitim karşıdevrimci oluyor ne hikmetse.)

"Çocukların din eğitimi almalarını engellemek devrimciliktir", öyle diyelim...

Öyledir de, niçin 28 Şubat 1997 tarihine kadar hiçbir devrimcinin aklına gelmemiştir?

Hadi Kenan Evren, işinize geldiği zaman "vatan kurtaran kahraman", işinize gelmediği zaman "zorunlu din dersi koyan gafil" olsun, öyle olsun varsın...

Hadi Menderes ve Demirel "karşıdevrimci" olsunlar, öyle yapalım... Çocukların okumalarını istemiyorlardı, herkesin cahil kalmasını istiyorlardı, öyle kabul edelim...

Peki niçin, eğitimde bu "zorunlu 8 yıl" numarası daha önceki cuntaların, örneğin 27 Mayıs cuntasının aklına gelmemiştir?

Niçin muhtıra verip hükümet deviren 12 Mart cuntasının aklına gelmemiştir de, hükümet devirme işini "kapalı kapılar ardında" bitirmeyi tercih eden 28 Şubat cuntasının aklına gelmiştir?

Batı Çalışma Grubu, Milli Birlik Komitesi'nden de, Milli Güvenlik Konseyi'nden de daha mı devrimcidir yani?

Niçin, memleketi tir tir titreten anlı şanlı Milli Şef İnönü'nün aklına gelmemiştir? Siz İnönü'den daha mı Atatürkçü'sünüz?

Para yoktu, memleket fakirdi, öyle her ilçeye zorunlu ortaokul açamazdık, falan filan.

Köy Enstitüleri açmayı biliyordunuz da kasaba ortaokulu mu açamıyordunuz? Ayrı bir bina gerekmiyordu, niçin ilkokullara durduğu yerde üç sınıf daha eklemiyordunuz?

Öğretmen yoktu... Niçin yetiştirmiyordunuz? Öncelik verdiğiniz dava "eğitim seferberliği" değil miydi, sanayileşmeyi bile bu yüzden ertelememiş miydiniz?

Ne yani, cumhuriyeti koruyacak "öğretmenler ordusuna" birkaç astsubay daha eklemekten aciz miydiniz?

Peki, niçin Atatürk devrinde ilkokullar sekiz yıla çıkarılmamıştır?

Siz Atatürk'ten daha mı Atatürkçü'sünüz? Orgeneral Çevik Bir, Orgeneral Mustafa Kemal Atatürk'ten daha mı ilericidir?

Yahu hani "halkı eğitecektiniz", demokrasiye ancak ondan sonra dönülebilirdi?

Şimdi de "ressamlar müzisyenler heykeltıraşlar otuz yıl halkı eğitsinler, oy hakkı ancak ondan sonra verilsin" diyenler var aranızda... Elinizde kaç milyon çocuğa kaç ressam, kaç heykeltıraş ve kaç müzisyen var ve bunlar halkı fiziksel olarak nerede eğitecekler, "ikna odalarında" mı? Yoksa evlere mektupla sanat tarihi servisi mi vereceksiniz? ("Tablet bilgisayar" dağıtmayın sakın, babadan kalma mektup gönderin, bilgisayara kablosuz bağlantı "zararlı ışınlar yayıyormuş", çocuklar için tehlikeliymiş, Cumhuriyet gazetesinin CHP'li yöneticisi öyle diyor, böyle projelere karşı çıkıyor!)

27 Mayıs döneminde "yedeksubay öğretmenlik" diye bir numara tutturdunuz, basın ve bürokrasi ayakta alkışladı, tamam da, subay gönderip Atatürkçü eğitim yaptırdığınız o ilkokulları niçin becerip de sekiz yıla çıkaramadınız yahu?

 

http://www.habervaktim.com/yazar/ataturk-ataturkcu-degil-miydi-49160.html

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Savaşa girerse Türkiye biter

 

Herkeste gizli bir tedirginlik... Sokakta yolumuzu kesenler yıllar sonra yeniden türediler... Eskiden "abi bu enflasyon ne olacak" ya da "abi bizim maaş farkları ödenecek mi" diye sorarlardı, şimdi "abi, siz gazetecisiniz, bilirsiniz, savaş çıkar mı" diye soruyorlar.

Ben de soruya soruyla yanıt veriyorum: "Türkiye-Suriye savaşı mı, İsrail-İran savaşı mı, yoksa Üçüncü Dünya Savaşı mı?"

Hani ünlü bilim adamı Eric Hobsbawm birkaç yıl önce demişti ya, "yeni bir dünya savaşı için bütün şartlar oluştu" diye... Öyle ya, 1929 kadar sert olmasa bile yeni bir kapitalizm krizi... Dara düşen ülkelerde yükselen faşizm dalgaları... Gene karmakarışık bir Ortadoğu...

Kimileri "kapitalizmin temeline su kaçtı" diye seviniyorlar ama, büyük çapta bir boğuşmanın "gene" sosyalizm getireceğini sanmak fazla iyimserlik. (Marduk gelince ve de güneş kova burcuna girince "yeni çağın" başlayacağını düşünmek gibi bir şey.)

Ben bir Türkiye-Suriye savaşından korkmuyorum. Esat öyle ya da böyle devrilecek, Muammer'den ya da Hüsnü'den çok daha fazla direndi ama tarihin çöp sepeti kaçınılmaz şekilde onu bekliyor. Türk ordusu Suriye'nin tozunu atar, bu zafer bize birkaç yüz ölü ve enflasyon olarak geri döner, memleketin tadı kaçar ama yıkılmayız.

Fakat bir İsrail-İran savaşı... Bir anda şaka kaka oluverir, kendimizi bir anda bir Amerikan-Rus savaşının içinde ve "taraf tutmakla yükümlü" bulabiliriz.

Internet'te bir aklıevvel "İsrail'in eylül ortalarında İran'ı vuracağını" birtakım ayrıntılı planlarla da destekleyerek ileri sürdü, "bildik geyiktir" diye üzerinde durmadık. Fakat İsrail'in "yetkili ağızları" da ayrıntılı planlar anlatmaya başlayınca, iş "ciddiyet kesbetti"...

İran yetkilileri, "keşke İsrail bize saldırsa" dediler, kapışmak için can atıyorlar. Saldırıya uğrayınca "moral üstünlük" de onlarda sayılacak.

İsrail yetkilileri, "savaşın otuz gün süreceği" tahmininde bile bulunmuşlar. ("En fazla beş yüz Yahudi ölür, bu da makul bir rakamdır" diye sallamışlar. "Amerika'ya danışmadan ve izin almadan saldıralım" diyenler de ağırlık kazanmışlar.)

1914 yılında da öyle sanmışlardı... "En fazla Noel'e kadar sona erer" diyorlardı ağustos ayında, yani savaş 1915 yılına bile sarkmayacaktı... Ancak 1918 yılının kasım ayında bitebildi. Üç imparatorluğu da bitirdi: Almanya, Avusturya ve Osmanlı.

Üçüncü bir dünya savaşının çok kısa süreceği tahminleri yapılmıştır. (Einstein, dördüncüsü için de "taş ve sopalarla yapılır" demişti...) Ya öyle olmazsa?

Ya taraflar, nükleer kapışmanın dünyanın sonunu getireceğini pek iyi bildiklerinden gene "konvansiyonel" silahlarla savaşırlar ve yıllara yayılırsa... Birincisi dört yıl, ikincisi beş buçuk yıl derken, üçüncüsü sekiz yıl, on yıl sürerse?...

Sosyalizm gelir mi bilmem ama Türkiye gider. Bildiğimiz şekliyle Türkiye Cumhuriyeti diye bir şey ayakta kalmaz. On binlerce ölü de cabası. Biz yaşayacağımızı yaşadık, gençlere acırım.

Tarih de bu kumar masasına pey süreni affetmez, Enver'i ve "hempalarını" affetmediğimiz gibi.

Acaba liberal aydınlar, "bize çok acı çektirecek bir altüst oluş" deyimiyle, bir İsrail-İran kapışmasının tetikleyebileceği dünya savaşını mı kastediyorlar, yoksa Türkiye'nin yenilmesi, küçülmesi ve Kürdistan devletinin kurulması gibi "yerel" bir gelişme midir gösterdikleri sopa, ben çözemedim, açık konuşsalar da öğrensek.

 

 

http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/engin-ardic/22-08-2012-savasa-girerse-turkiye-biter.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...