Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

gulbeyaz3424

Üye
  • Content Count

    180
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by gulbeyaz3424


  1. Nefsim yenik, ağlamaklı gözlerle bakarken aynadaki resmime, vicdanımın yüzünde koca bir gülümseme. Ruhumdaki, sonu gelmeyen hesaplaşmalardan birinden galip çıkmanın huzuru içimdeki. Uykularımı kaçıran, vicdan-nefis savaşının son günü bugün. Artık başımdaki örtümle Rabbimin huzurundayım.

     

    Dışarı çıkıyor ve insan içine karışıyorum. Sağımdan ve solumdan geçiyor, tanımadığım yüzlerce insan. Fakat ben kendimi bugün çok iyi tanıyorum. Önceden kulağıma fısıldanan vesveselerden eser yok artık. Rabbimin rızasını kazanmaya çalışmanın verdiği manevî güç, tüm vesveseleri bir çırpıda siliyor. Onun merhametine bir kez daha şahit oluyorum. Başımdaki örtüyü, senelerdir takıyormuş edasıyla yürürken sokaklarda, aradığımı bulmanın, eksikken tamamlanmanın huzuru içerisindeyim.

     

    İçimde tarifi imkânsız bir güven var. Bugüne kadar “güven”in tarifini ne derece yanlış yaptığımı henüz anladım. “Burnu havada” gezmenin güven olmadığını, asıl güvenin Ona dayandığım vakit sahip olduğum sınırsız ve sarsılmaz his olduğunun idrakindeyim artık. İlk defa, gerçek manasıyla güvenmenin ne demek olduğunu anlıyorum.

     

    Bu duygu selinden, bir saniye de olsa ayrılıp, geçmişe, düne gidiyorum. “Neydi beni durduran?” diye soruyorum kendime. Günler, haftalar, hatta aylar boyunca Rabbimin emrine kulak tıkamamın nedeni neydi? “Ne derler?” korkusu mu? Dindar bir çevreye mensup olmayışım mı? Şeytanın “Sonra yaparsın” fısıltıları mı? Yoksa bir türlü yenemediğim düşmanım nefis mı? Nedeni ne olursa olsun, bugün duyduğum mutluluktan günler, haftalar, aylar boyunca mahrum kalmanın pişmanlığı, kalbimin en derinlerinde yerini almış bile. Onca zaman Rabbimin emrini yerine getirmeme “cesaret”ini gösterebilirken, Ona kul olan insanların tepkilerine kulak asmayıp, başıma eşarbı geçirmeyi “cesaret” saymanın utancı içimdeki. Rabbime ne kadar şükretsem azdır, biliyorum. Geç de olsa, başarmanın, hiç başaramamaktan iyi olduğunu fısıldıyor vicdanım.

     

    Ya şimdi? Başımdaki örtünün anlamının farkında mıyım acaba? Artık kendime ve çevreme karşı sorumluluğumun arttığını biliyor muyum? Müslüman olmayan bir ülkede yaşamamdan olsa gerek, ayrı bir sorumluluk hissi omuzlarımdaki. Ben artık, başımdaki eşarbımla, bir “Müslüman”ı temsil ediyorum. Temsil ettiğim gerçeğin ne derece büyük, yüklendiğim yükün ne derece ağır olduğunu söyleyen, her zamanki gibi, sadık dostum “vicdan.” Yaptığım her iyi veya kötü işin, yalnızca bana değil, diğer Müslümanlara da mal edileceğinin farkındayım.

     

    Büyük bir duygu ve düşünce fırtınası içinde geçen bir günün sonu artık. Evimde, bugüne başladığım noktada, aynamın karşısındayım. Nefsim, sabahtan kalma gözyaşlarını silmiş, başka direnişlere çoktan başlamış bile. Vicdanımın yüzünde ise hâlâ aynı tebessüm, “Daha bitmedi” diyor, “Daha bitmedi. Her şey yeni başlıyor…”

    • Like 2

  2. YUNUS DEDE’NİN HUZURUNDA…

     

     

    Şebnem, Yunus Dede’nin huzurundaydı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi küt küt atıyordu. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Bilemiyordu. İlk defa böyle duygular içindeydi.

     

    Onun bu hâlini fark eden Yunus Dede, bir baba şefkatiyle tebessüm etti:

     

    “–Buyur kızım!”

     

    Şebnem kekeledi:

     

    “–Efendim, ben birkaç mesele soracaktım.”

     

    Yunus Dede, yer gösterdi:

     

    “–Otur kızım!”

     

    “–Efendim, ben…”

     

    “–Biliyorum kızım, arkadaşın anlattı. Çekinmene gerek yok. Sormak istediklerini rahatça sorabilirsin. Beni baban bil, rahat ol…”

     

    Nurlu ve mütebessim Yunus Dede’nin bu tatlı cümleleri, âdeta rûhânî bir meltem estirdi; Şebnem’in dilini çözdü. Şebnem, derin bir nefes aldı; yaşadıkları, önceki durumu ve şu anki hâli etrafında içini döktü:

     

    “–Efendim, her şey âniden gelişti. Hiç ummadığım bir anda bir kaza yaşadım. Sonra hastahanede Nur Hemşire ile tanıştım. Yaşayışıyla ve anlattıklarıyla kendime gelmeme vesîle oldu. Hayatım değişmeye başladı. Bana huzurlu bir dünyadan güzel bir pencere açıldı. Sonra sizin sohbetinize katıldım. Dinlediğim hakikatlerin feyiz ve bereketiyle gerçek hidâyeti buldum. Ona sımsıkı sarıldım. Ancak içimdeki yüce duygular ve yaşadıklarım henüz taze, her şeyim henüz filiz hâlinde… Bu filizlerin zedelenmesinden endişe ediyorum. Bu yüzden karşılaştığım problemleri nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Çünkü ilk defa böyle problemler yaşıyorum.”

     

    Şebnem’i dikkatle dinleyen Yunus Dede, onu rahatlatmak ve meseleyi biraz daha açmak için sordu:

     

    “–Kızım, meselâ nasıl problemler bunlar? Bir-iki tane örnek verebilir misin?”

     

    “–Efendim, meselâ önceki arkadaşlarım. Onlar bana karşı oldukça tuhaflaştılar. Hem yakamı bırakmıyorlar, hem de beni aşırı derecede rencide ediyorlar. Bu tezat, beni çok yoruyor. Bu şekilde aslında ısrarla tekrar eski hayat tarzıma, beni yutacak o iğrenç hayata dönmemi istiyorlar. Bunun için psikolojik baskı yapıyorlar.”

     

    “–Tabiî onlar, seni kaybettiklerini düşünüp böyle yapıyorlar. Seni emellerine merdiven yapmak istiyorlar. Böyle durumlarda güzel neticeler için sabır ve duâ en güzel çaredir.”

     

    Şebnem’in gönlü bu hususta ıstıraplı ve yaralıydı:

     

    “–Efendim, ben elimden geldiğince onlara mukâvemet ediyorum. Ancak daha önce bana yapmış oldukları iyilikleri başıma kakıyorlar, horluyorlar, hakir görüyorlar. Bazen çok ağırıma gidiyor. Bunlar benim ilk defa yaşadığım şeyler. Onun için zaman zaman oldukça daralıyorum. Şükür ki, sohbetlerinizden ve Nur Abla’mdan öğrendiklerim imdadıma yetişiyor. Fakat yeni olduğum için, hazır olmadığım pek çok şey var. Rûhum dalgalı bir deniz gibi çalkantılar içinde. Noksanlıklarım sebebiyle içimde güçsüz kaldığım yerler oluyor.”

     

    Yunus Dede, yüzünde hiç kaybolmayan tatlı bir tebessümle dinledi. Onun bu hâli bile bütün soruları cevaplayan ve pek çok meçhûlü aydınlatan o kadar tesellî edici bir hâldi ki, Şebnem, bir anda bütün meselelerinin çözüldüğünü hissetti. Şebnem’in rûhuna âdeta bir cennet rüzgârı esiyordu.

     

    Şebnem’in anlattıkları bittikten sonra Yunus Dede, şefkatli bir üslûpla tane tane konuşmaya başladı:

     

    “–Kızım, Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun! Onun sana bahşettiği hidâyet nîmeti hiçbir şeyle ölçülmez. Ne kadar hamd etsen azdır. Ancak bilesin ki, nîmetlere nâil olan bir gönül, nîmetin yüceliği nisbetinde bir olgunluğa ulaşmalıdır. Tâ ki, eldekinin kadri daha iyi anlaşılsın. Ayrıca unutma ki, olgunlaşmayan hasletler kalıcı olmaz. Toprak, kışın çilesine katlanmadan bahar güzelliği sergileyemez. Bir anne, yaşayacak bir evlâdı, vaktinden önce doğuramaz.

     

    Yani demek istediğim şu;

     

    Seni rencide edenlerin davranışları, aslında gönlünü daha da olgunlaştırmaktadır. Dikkat et; denizle sahilin birleştiği kumsallardaki taşlarda hiç pürüz kalmamıştır. Asırlarca dalgaların darbeleri ile pürüzsüz ve kırılmaz bir hâle gelmiştir. Hakikat de böyledir. Yumruklandıkça kuvvet bulur. Dolayısıyla sen, dert ve keder ateşinin kavuruculuğuna değil, olgunlaştırıcılığına bak! Başına gelenlere ne kadar katlanabilirsen, o kadar olgunluk elde edersin.

     

    Çıkmaz sokaklarda yolunu şaşıranlar için de duâ et! Allah, sana ihsân ettiği nîmeti onlara da ikrâm etsin!

     

    Unutma ki;

     

    İptilâlar, musîbetler, çâresizlikler, kulu Rabbine döndürür. Dâimâ «Aman yâ Rabbî!» dedirtir. Buna mukâbil her nefsânî arzusuna çare bulan insanların da nefsi kabarık olur, âdeta azgın bir aygıra döner.

     

    Rûhunun mukâvemeti, aştığın engeller nisbetinde artar. Hak Teâlâ bu sebeple peygamberleri bile nice çile çemberinden geçirmiştir. Çünkü bu şekilde kalp, Allâh’a daha yakın olacaktır. Negatif enerjiler tesirsiz kalacaktır.

     

    Kızım, bu gerçekleri kavra da, yanlış yollarda gezinen eski arkadaşların ne yaparsa yapsın, aslâ kendini onlar karşısında ezik görme! Vakârını muhafaza et, onların içi boş yaldızlarına kapılma. Görüyorsun ki, onlar, çöldeki serapları âb-ı hayat zannediyorlar. Ayrıca onlar, sana ne kadar kötülük de yapsalar, sen iyilikten ayrılma! Sakın, sakın ola ki, onların yaptıklarına bakarak kendi kazandıklarını harcama! Onlar sana kaybettirmek isterken sen hem kaybetme, hem de onları düştükleri bataklıklardan kurtarmaya çalış! Onlara nasıl bir cankurtaran simidi atabilirsin, onu düşün!

     

    Kızım unutma ki, güneş, ışık ve enerji kaynağımızdır. Ancak onun ışınları uzay boşluğunun karanlığına fayda etmez. Güneşten çıkan ışınlar atmosfere kadar karanlık içersinde gelir; atmosfere girer girmez de bir ampul gibi parlar ve ışığını verir. Kalp de aynen böyledir. Eğer îman ve hidâyet nûru, kişinin kalbine nüfûz etmemişse, o kalpte hiçbir ışık yanmaz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyeti de eğer bir gönle girmemişse, o gönül kapkaranlıktır. Nûr-i Muhammedî ancak kalbe dâhil olduğunda, o kalpte, bir ampul misâli ışıl ışıl kandiller yanar ve rûha da gönle de îmânın lezzeti yayılır.

     

    Fakat…

     

    Şeytana mağlûp olan nefs, bu tecellîye perde olur. O, her zaman nûr-i Muhammedî’nin kalbe girmesine mânî olmaya çalışan bir engeldir.”

     

    Şebnem, her cümlede ayrı bir ferahlık yaşıyordu. Onun için söylenen her şeyi iyice anlamak iştiyâkıyla sordu:

     

    “–Efendim, tam olarak nefs nedir?”

     

    Yunus Dede, Şebnem’in bu derin meseleleri anlamaya ve hayatı idrâk etmeye başlamasından memnun bir edâ ile kısa, fakat özlü bir şekilde açıkladı:

     

    “–Kızım, nefs; içimizdeki bütün kötü isteklerdir, süflî arzulara duyulan meyildir. Hülâsa edecek olursak; insanı Allah’tan uzaklaştıran bütün şeytânî hisler, nefsten ibârettir.

     

    Nefse daha belirgin bir örnek verelim. Meselâ, iki parmağını iki gözünün üzerine koy, hiçbir şey görebilir misin? İşte nefis, bu şekilde kalbi yüce hakîkatlere âmâ eden süflî arzular engelidir.”

     

    Sözün burasında Şebnem, daha önce de aklına takılmış olan bir sual yöneltti:

     

    “–Nefs niçin verilmiş? Nefs olmasa melekler gibi isyan etmeden kulluk yapardık. Niye böyle olmadı?”

     

    Yunus Dede başını hafifçe kaldırdı ve meselenin hikmetini şöyle îzah etti:

     

    “–O zaman biz, insan rütbesinde değil, melek olurduk. Oysa kâmil bir insanın rütbe ve değeri, meleklerden üstündür. Öyle ki, Allah, insanı yarattığında bütün melekleri toplamış ve insana secde etmelerini emretmiştir. Kıskançlık ve kibir göstererek bu emri yerine getirmeyen şeytanı da huzurundan kovmuştur.

     

    Böyle yüce bir makâmın, yani insanlık şerefinin elbette ki, büyük bir bedeli olur değil mi? Ya da şeytanın da kavrayamadığı insanlık cevherinin kendi kıymetini parıl parıl ispat etmesi gerekmez mi?

     

    Nitekim insanoğlu, işte bu bedeli ödemek ve özündeki bu cevheri parıldatmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Tabiî kimi gayret içinde oluyor, kimi de olmuyor. İşte bunun en güzel şekilde tespiti için Cenâb-ı Hak bu dünyayı bir imtihan âlemi yapmıştır. Buyurmuştur ki: «O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…»

     

    (el-Mülk, 2)

     

    Yani dünya, yaratıldığı günden beri kulların kulluk değerinin tespit edildiği bir imtihan dershânesidir. Bu sebeple insanoğlu hem kötülüklerle donatılmıştır, hem de iyiliklerle… Yine bu sebepledir ki, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye, yâni tasavvufî eğitim şarttır.

     

    Zîrâ;

     

    Nasıl ki altınla uğraşan erbap kimsenin mahâreti, yığın yığın onca topraktan bir gram altın üretmekte ise, insanın mahâret ve değeri de nefsin çamurlarını takvâ ateşiyle temizleye temizleye gönlü pırıl pırıl hâle getirebilmesindedir. Bir başka ifâdeyle, hiçbir şey yapmadan varlıklar değerli olmaz. Bal yapmasaydı, arılara kim değer verirdi? İnsan da kulluk yolunda binbir imtihandan başarılı bir şekilde geçmeli ve Hakk’a aşk ile ibâdet hâlinde olmalı ki, bir değer ifâde etsin.

     

    Nitekim insana, Cenâb-ı Hak, az evvel ifâde ettiğim gibi, müsbet ve menfî/olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü, yaklaştırıcı ve uzaklaştırıcı birçok özellikleri bunun için vermiştir. Ve buyurmuştur ki:

     

    «Nefsini (fücurdan/kötü olan ve Allah’tan uzaklaştıran her şeyden) tezkiye eden/temizleyen mutlaka kurtuluşa erer.»

     

    (eş-Şems, 9)”

     

    Şebnem, bu sözler vâsıtasıyla şuur ve kalbinde açılan yeni pencerelerden içine akseden yeni yeni huzur meltemleri ile iyice ferahladı. Kendini kurtuluş kapısında hissediyordu artık. Yunus Dede’ye son bir soru daha sordu:

     

    “–Efendim, nefs ne ile temizlenir?”

     

    Yunus Dede, derin bir nefes aldı:

     

    “–Kızım, bunun cevabı çok uzun. Bütün sohbetlerimiz, hep bunu anlatmakla geçiyor. Fakat özet olarak söylemek gerekirse, nefisler ancak fücûrun zıddı olan takvâ ve ihlâs ile temizlenir. «Takvâ nedir?» dersen, onu da özet olarak ifâde edeyim. Takvâ, her şeyden önce nefsânî arzuları köreltmektir. Fıtrattaki Allâh’ın vermiş olduğu istîdat ve güzellikleri inkişâf ettirip Allâh’a güzel bir kul olabilmektir.

     

    Yâni takvâ, Kur’ân ve sünneti hayatın her safhasına aksettirmek ve böylece Cenâb-ı Hak’la huzur bulabilmektir…

     

    İnsan düşünmeli:

     

    Varlık nedir? Sahibi kimdir? Ben kimim? Bu âlemde vazifem nedir? Niçin hayattayız, ölüm niye var?

     

    Bu gibi esaslı sorulara tatminkâr cevaplar aramak, tabiî bir ihtiyaçtır. İslâm dîni, bu mühim soruların cevabını vermiş; Peygamber Efendimiz’in 23 senelik peygamberlik hayatı bu cevapların net ve muhteşem bir örneği olmuştur.

     

    Peygamber Efendimiz, her meçhûlü aydınlatan ilâhî bir nur ve sonsuz saâdete nâil eyleyen bir hidâyet rehberi olmuştur.

     

    Bunun için şunu unutma kızım;

     

    Kur’ân, birtakım yasaklar bildirir. Bu yasaklara aldırmayanlar cennete giremezler. Çünkü günah kirleriyle perişan olmuşlardır. Dolayısıyla ölmeden evvel temizlenmek îcâb eder. Diğer taraftan her günah, rûha saçılan bir zehir gibidir. Ancak güzel ameller, cehennemden kurtulmaya vesîledir.

     

    Maddî ve nefsânî nîmetlerin çoğunda hayvanlarla müşterekliğimiz vardır; yemek, içmek ve korunma ihtiyacımız gibi… Bu hususta onlardan farkımız pek azdır. Bizi hayvanlardan ayıran, bizi insanlığımız ve vicdânımızla baş başa bırakan asıl nîmetler, rûhânî nîmetlerdir. Bize bu rûhânî nîmetleri idrâk ettirecek olan da, ancak dînin sesidir.

     

    Er ya da geç, ama birgün mutlaka ölüm kapısından geçerek ebediyet yolcusu olacağımız için, mezar ötesi âleme dâir hazırlıkta bulunmak, her akıl, iz’an ve vicdan sahibi için mecbûrî bir ihtiyaçtır.

     

    Cihan, Allâh’a kulluk için yaratılmış, ince hakikatler ve lezzetlerle doldurulmuş bir ibâdethâne; bir vicdan ve irfan mektebidir.

     

    Unutma kızım;

     

    Balıklar deniz vasatında hayat bulur. Karadakiler de atmosfer vasatında yaşar. İnsan rûhu ise, Kur’ân vasatında saâdete kavuşur. Bunun için lâzım olan en mühim malzeme de muhabbettir. Hakîkî muhabbetin kaynağı, Allah Teâlâ ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bu kaynağa kavuşabilmek, katlanılan güçlükler, gösterilen samîmî gayretler ve yapılan fedâkârlıklar nisbetindedir.

     

    Unutma kızım;

     

    Allah’tan geldik, O’na döndürüleceğiz. Asıl felâket, dünyada O’ndan uzak kalmaktır. Çünkü bu uzaklık, insanı ebedî mahrûmiyete dûçâr eder. Asıl saâdet de dünyada iken O’na yakınlıktır. Çünkü bu yakınlık, ebedî yakınlığa mazhar eder.”

     

    Bu sözlerinin ardından Yunus Dede, ayağa kalktı:

     

    “–Başka bir suâlin var mı kızım?”

     

    Şebnem teşekkür etti:

     

    “–Çok teşekkür ederim efendim. Başka suâlim yok. Ama…”

     

    “–Hayrola kızım?”

     

    Şebnem yine ilk konuşmaya başladığı andaki gibi çekinerek arz etti:

     

    “–Efendim, bazı özel suallerim de var, ancak Nur Abla’ma da soramıyorum…”

     

    Güngörmüş Yunus Dede, bu hususta da Şebnem’in yüreğine su serpti:

     

    “–Kızım, o hâlde Nur Hemşire seni İffet Anne ile de tanıştırsın. O, muhterem bir annedir. Sana en güzel şekilde yardımcı olacaktır.”

     

    İçi târifsiz bir huzurla dolan Şebnem, Yunus Dede’ye tekrar teşekkür ederek müsâade aldı. Sevincinden uçuyordu.

     

    Odadan dışarı çıktığında kendini daha önce hiç hissetmediği kadar hafif hissetti. Bütün iç çalkantıları durulmuştu. Zayıflık çektiği meselelerde şimdi çok daha güçlüydü. Nur Hemşire’ye bu coşkun hislerini, tattığı mânevî hazzı ve gördüğü istifâdeyi, o an verdiği bir kararla ifâde etti:

     

    “–Ablacığım, bu hafta bizim evde toplanalım. Arkadaşım Müge’yi de çağırıp kitap okuyalım.”

     

    “–Çok güzel olur. Ancak arkadaşın Müge’yi çağırmak nereden çıktı? O seni durmadan rencide etmiyor mu?”

     

    “–Ediyor, ama artık önemli değil. Gerçi o beni kendi çukuruna çekmeye çalışıyor, ancak belki vesîle oluruz da Cenâb-ı Hak, ona da hidâyet nasîb eder.”

     

    Nur Hemşire’nin gözlerinin içi güldü:

     

    “–İnşâallah. Şebnem, çok güzel bir niyet bu… Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Dilerim, muvaffak oluruz.”

     

    Şebnem, aynı temennî sadedinde başını salladı:

     

    “–Ama ablacığım, önce beni İffet Anne’ye götüreceksin. Yunus Dede, onunla tanışmamı istedi.”

     

    “–Memnûniyetle götürürüm. Kusura bakma, daha önce bahsedemedim. Fırsat olmadı hiç. Başka telâşlar arasında unuttuk. Ama bu hafta içinde gidebiliriz.”

     

    “–Aman ablacığım, ne olur!”

     

    Ertesi gün için sözleştiler. Dedikleri saatte buluşup İffet Anne’ye gittiler. Ne garip bir tesâdüf ki, İffet Anne, Müge’nin üst katında oturuyordu.

     

    Şaşırdı Şebnem. Müge ile yollarının bu kadar kesişmesine hayret etti. İçinden «İnşâallah bu, aynı zamanda bir hidâyet kesişmesi olur.» diye düşündü.

     

    Nur Hemşire’yle birlikte binaya çıktılar. Olacak bu ya, Müge de o esnada kapıdan çıkıyordu…


  3. İKİ DÜNYA ARASINDA

     

     

    Nur Hemşire, Şebnem’in Yunus Dede ile tanışmak istemesine yardımcı olabileceğini söyledi:

     

    “– Gelecek hafta sohbetten sonra görüşebiliriz. Eğer Yunus Dede müsait olursa, haftaya Çarşamba günü tanışmak mümkün; değilse bir sonraki hafta olur.”

     

    “– Ablacığım, bunu ne kadar çok istiyorum bir bilsen… Çünkü hâlâ ruhumu daraltan ve sürekli zihnimi meşgul eden suâller var!.. Allah senden râzı olsun, pek çok suallerimi hallediyorsun. Fakat Yunus Dede’ye de sormak istediğim müşkiller içindeyim.”

     

    Nur Hemşire gülümsedi:

     

    “– O hâlde sormak istediğin sualleri güzelce hazırla. Özel değilse sohbet sonunda; özel ise, sohbetin ardından tanışmak mümkün olunca sorarsın. Zaman zaman benim de iç âlemimde halledemediğim mevzûlar olur, bu şekilde Yunus Dede’ye arz ederim. Pek çok istifham ve çalkantıdan hep bu sayede kurtulmuşumdur.”

     

    Şebnem, sevinçle doldu. Daha o anda Yunus Dede ile görüşebilme heyecanı ile yüreği çarpmaya başladı.

     

    Günler geçmek bilmedi.

     

    Nihayet sohbet günü geldi.

     

    Şebnem’in heyecanı gittikçe artıyordu. Heyecanı, onu sabırsız hâle getiriyordu. Sorularını hazırlamıştı. Nur Hemşire ile hastahânede buluşacaklardı. Geçmek bilmeyen vakti doldurmak için biraz kitap okudu. Ancak kendini veremedi. Sonunda karar verdi; Nur Hemşire’nin yanına erkenden gidecekti. Hemen başörtüsünü itina ile bağladı, hazırlanıp evden çıktı.

     

    Tam Nur Hemşire’nin çalıştığı hastahâneye yaklaşmıştı ki, köşe başında tanıdık bir gruba rastladı. Kızlı-erkekli bir grup… Müge ve arkadaş çevresi… Olduğu yerde durakaldı. Ne yapacağını bilemedi. Merhabalaşsa mı, yolunu mu değiştirse?!. Hangi tavrın daha iyi olacağını kestiremedi. Diğerleri de onu fark etmişlerdi. Şebnem’in, ilk defa gördükleri tesettürlü hâli ve öylece kararsız duruşu karşısında hepsinden alaycı bir kahkaha yükseldi. Ardından aynı alaycı tavırlarla iğneleyici konuşmalar başladı:

     

    “– Aaa kızlar… Şuna bakın!.. Bu bizim Şebnem değil mi?

     

    “– Ninesi gibi başını örtmüş zavallı!”

     

    “– Örümcek kafalı olmuş!”

     

    “– Yeni imaj!”

     

    “– Yazık etmiş güzelliğine!”

     

    “– İhtiyarlara dönmüş!”

     

    “– Şu aydınlık Mayıs ayında, zindanlar içine girmiş!”

     

    “– Nerde o eski cıvıl cıvıl Şebnem?!.”

     

    Müge daha önce söylediklerine yeni destekler bulmuş olmanın gururuyla lâfa karıştı:

     

    “– Arkadaşlar, boşuna nefes tüketmeyin! Geçen, ben de buna benzer neler söyledim Şebnem’e!.. Fakat bir türlü anlatamadım. Kısa zamanda bu kadar nasıl şartlandı? Hayret doğrusu!”

     

    Şebnem’in güzelliğini çekemeyen şımarık bir kız, Müge’nin sözlerini kesti:

     

    “– Herhâlde kazadan sonra aklını kaybetti…”

     

    Alaycı kahkahalar bir kez daha yükseldi.

     

    Şebnem, tutulmuş kalmıştı. Sokak ortasında ilk defa, hem de kısa bir süre öncesine kadar en yakın arkadaşları olan kişiler tarafından uğradığı bu hakaretler karşısındaki çaresizliği, çenesini kilitlemişti. Tek bir söz edemedi. Tekrar ağlamaklı olmuştu. Yolunu değiştirmeye karar verdi. Fakat hiçbir cevap vermemiş olsa ithamları kabul etmiş olurum diye düşündü. Bu durumda ezik kalbi daha da çatlardı. Bütün kuvvetini topladı ve duygularını birkaç kelimeye yükledi:

     

    “– Size sadece acıyorum. Acaba zavallı olan kim? Sefaletinizi, saadet mi zannediyorsunuz?”

     

    Sonra hızlıca adımlarla yolun diğer tarafına geçti. Koşarcasına yürüdü. Bütün arkadaşlarının alayları ve gülüşleri durmuştu. Hepsi de şaşırmıştı. Onlar, Şebnem’in utanıp da kendilerinden özür dileyeceğini umuyorlardı. Müge de işin ciddiyetini daha iyi kavramaya başlamıştı:

     

    “– Arkadaşlar, biraz fazla ileri gittik galiba!.. Böyle giderse kızcağızı tamamen kaybedeceğiz. Daha önce de bu şekilde azarladım, ancak kâr etmedi. Ya onu tamamen dışlayacağız, ya da başka bir yol denemeliyiz. Ama pes etmek yok; bu benim için onur meselesi olmaya başladı…” dedi ve Şebnem’in ardından koştu.

     

    Hastahânenin girişinde Şebnem’e yetişti:

     

    “– Şebnem kendine gel; ne oldu sana? Bir türlü anlayamıyorum!”

     

    “– Belki de anlamak istemiyorsun?”

     

    “– Yani sendeki bu değişim, gelip geçici bir şey değil mi?”

     

    “– Anlatamadığım işte bu! Görmüyor musun, asıl gelip geçici olan sizin yaşayışınız!”

     

    “– Geçen gün bana çok kızdın ve darıldın da ondan böyle konuşuyorsun. Ama haklıydım. Ne oldu sana? Yaptıklarına hiç bir anlam veremiyorum… Hayata küsmüş gibisin… Yardımcı olayım, ama sen, beni hiç dinlemiyorsun ki…”

     

    “– Bunu da nereden çıkardın? Ben, sadece hayatı daha doğru anlamaya başladım. Hayali gerçek, gerçeği hayal sanmaktan kurtuldum.

     

    Hayatın mânâsını ve gayesini kavradım. Tabiî bunlar senin hiç düşünmediğin şeyler!”

     

    Müge’nin çehresi, hâlâ şaşkınlık ve alayla doluydu:

     

    “– Yanlış anlama, fakat kazadan sonra sana bir hâl oldu. Psikolojik bir depresyon yaşıyor olmayasın!.. Bak böyle ise, tanıdığım mükemmel bir psikolog var! Ücretini de merak etme!..”

     

    Şebnem yüzünü ekşitti:

     

    “– Müge, söylediklerimi hâlâ hiç düşünmeden konuşuyorsun?”

     

    “– Senin dediklerin, bizim düşüneceğimiz şeyler değil ki!.. Ben hayatımın en güzel baharındayım; eğlenip coşmak varken, ne diye bunlarla kafamı bulandırayım?!.. Akıllım, bırak bu tür şeyleri yaşlı dedeler, nineler düşünsün…”

     

    “– İyi ama ölüm, yaşlıyla genci ayırmıyor ki birbirinden… Hiç sen mezarlık önünden geçip de orada yatanların ölüm tarihlerini okumadın mı? Sana kabirlerin sessiz dili, bir şey ifade etmiyor mu?”

     

    “– Yine ölümden bahsetmeye başladın? İçimi karartıyorsun…”

     

    “– Aksine, sen ölümün aydınlattığı hayata, yarasa gibi baktığın sürece içinin karanlığında boğulmaktan kurtulmazsın! Ölüm, ebedî hayata açılan bir kapı değil mi? Sana acıyorum Müge!.. Zira sen, kısacık bir ânı, sonsuzla değiştiriyorsun. Gençlik, ebedî hayatı kazanmak için en bereketli bir ilkbahar mevsimi gibidir. O mevsimdeki çiçekler, bülbüller, kelebekler hep cennet bahçelerine kanat açabilmek içindir. Gençlikte bunu başaranlar, cennetteki ebedî gençliğe nâil olurlar. Ancak gençliğini heba edenler, ölüm sonbaharında hazan yaprakları gibi kabrin acıklı horluk ve tenhalığına düşerler.”

     

    “– Demek öyle!.. Kabahat bende!.. Seni muhatap alıp bu kadar ilgilendim. Anladım ki, ne yapsam boş! Yazık ediyorsun kız kendine!.. Yazık ediyorsun gençliğine!.. Arkadaşlarına sırt dönmenin acısını yakında görürsün!”

     

    “– Size sırt filan döndüğüm yok ki!..”

     

    Müge tekrar asabîleşti:

     

    “– Bak Şebnem, bu hâlinle aramızda sana yer yok! Ya bu hâlinden kurtulur, aramıza katılırsın ya da senden tamamen vazgeçeriz, seni aslâ aramıza almayız!..”

     

    Bu sözlerinin ardından Müge, yine önceki tavırlarla Şebnem’e tepeden ve horlayıcı nazarlarla bakıp döndü gitti. Şebnem, arkadaşının geçen seferki gibi bu ânî hareketi karşısında yine mahzunlaştı. Acaba yaşadığı güzellikleri ve güzel değişimleri, arkadaşlarına yavaş yavaş mı yansıtsaydı? Onlara gerçekten de şok tesiri mi yapmıştı? Kafası tekrar karıştı. Sonra birden silkinip omuz silkti ve hastahâneye yöneldi. Erken yola çıkmıştı, ancak neredeyse sohbete geç kalacaktı. Adımlarını hızlandırdı.

     

    Nur Hemşire de onu bekliyordu. Hemen çıktılar. Az sonra Hüdâyî Külliyesi’nde idiler. Şebnem, başından geçenleri anlatma fırsatını bulamadı. Fakat anlatmaya öylesine ihtiyacı vardı ki… Nur Hemşire durumu fark etmişti:

     

    “– Şebnem, biraz düşünceli görünüyorsun. Bir şeyler olmuş gibi.”

     

    “– Evet ablacığım.”

     

    “– Sohbet dönüşünde konuşuruz o hâlde.”

     

    “– İnşallah ablacığım, çok iyi olur.”

     

    Yunus Dede her zamanki gibi tam vaktinde geldi. Yine vakar ve sekînet içinde tane tane anlatmaya başladı:

     

    “Kalb, âdeta bir aynaya benzer. Birlikte bulunduğumuz insanların ruhî hâletleri ve içinde bulunduğumuz mekânların mânevî yönden müspet ya da menfî durumları hemencecik o aynaya aksediverir. Meşhur misâldir:

     

    Attar dükkânına girenler güzel kokulardan, demirci dükkânına girenler de kir ve isten hisse kaparlar.

     

    Bu sebepten gönül aynamızı temiz tutmak için kimlerle vakit geçirdiğimize, kimlerle konuşup, kimlerin meclisinde bulunduğumuza dikkat etmemiz gerekir.

     

    Sadece kalb değil, bütün varlıklar, maruz kaldıkları tesirlere göre şekillenir. Meselâ aynı cinsten, aynı özelliklere sahip iki çiçek alın. Birisinin yanında sadece Kur’ân-ı Kerîm ve esmâ zikri okuyun. O çiçeğe, ruha huzur veren ilâhîler ve güzel mûsikî eserleri dinletin. Diğer çiçeğin yanında ise pop gibi kaba ve çirkin müzikler açın ve onu kötü ses ve sözlere mâruz bırakın. Kısa bir müddet içinde göreceksiniz ki, güzel sesler dinlettiğiniz çiçek daha bir canlanıp renklenecek, çirkin seslere mâruz kalan çiçek ise, kısa sürede solup pörsüyecektir.

     

    Çünkü varlıkları en derinden etkileyen tesirler, mânevî olanlardır. Nasıl ki, bir radyasyon ışığı müzmin hastalıklara yol açabiliyor ve tedâvî edilemez sakatlıklara sebep olabiliyorsa, hastalık ve günahlarla bulanıp kirlenmiş kalplerden akseden menfî ışınlar da, kalbimizde ve ruhumuzda derin yaralar açar. Firavun’un baş veziri Hâmân’a bakın; bu bedbaht adam, Firavun’un yanında dura dura zâlimleşmiş ve devrinin ikinci firavunu kesilmiştir.

     

    İşte bu sebeptendir ki, dînimizde, sâlihlerle beraber olmak tavsiye edilir. Âyet-i kerîmede:“Sâdıklarla beraber olun!” diye açıkça emredilmiştir. Dikkat ediniz, doğrudan “Sâdıklardan olunuz.” denmemiş; “Sâdıklarla beraber olun.” buyrulmuştur. Çünkü kalbimizi yoğuran ve şahsiyetimizi oluşturan en mühim maya; beraberliklerden, sohbet ve dostluktan kaptığımız tesirlerdir.

     

    Fizikî beraberliğin mânevî hâl ve makama olan tesiri sebebiyledir ki, sahabe-i kirâm efendilerimizin rûhî ve mânevî mertebesi en üst mertebededir. Çünkü onlar, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le aynı mekânı paylaşmış, aynı havayı teneffüs etmiştir. O’nun kalbinden kendi kalplerine feyiz demetleri devşirmişler ve ruhlarını bu feyizlerle yoğurmuşlardır. Bu hususiyetleri sebebiyle sonraki nesillerden gelen hiç kimse, ne kadar tâat ve ibadette bulunursa bulunsun, fazilet itibariyle onların mertebesine erişemez. Zira onların aldığı feyz ve enerjiyi bulamaz.

     

    Bugün bir insan alnını secdeden kaldırmasa, her gün oruç tutsa, her sene hacca gidip, bütün malını Allah yolunda infak etse, yine de bir Hazret-i Ebûbekir, bir Hazret-i Ömer olamaz. İşte sadece bu hakikat bile bize beraber olduğumuz kişilere ve içinde bulunduğumuz mekâna, azamî derecede dikkat etmemiz gerektiğini göstermektedir.

     

    Münasebet kuracağımız insanların ruhumuza mı, yoksa nefsimize mi hitab ettiğine bakmalıyız önce… Eğer karşımızdakinde nefsimizi okşayan ve bizi nefsânî haz ve düşkünlüklere doğru çeken bir tesir hissediyorsak, ondan veba mikrobundan kaçar gibi hemen uzaklaşmalıyız. Ruhumuza hitab eden ve gönlümüzün mânevî açlığını doyuran kişilerle birlikte bulunmaya gayret etmeliyiz. Onların gönül sofrasındaki feyizlerden istifade etmeliyiz. Elimizden geldiğince Allah’ın sâlih kullarını aramalı ve onların bulunduğu meclislerde bulunmaya çalışmalıyız. Çünkü onlar, kalblerini mâsiyet kirlerinden arındırıp cilâlamışlar ve nebevî güneşten aldıkları mânevî hisseleri etraflarına aksettirmişlerdir. Bilmeli ki, ay, bir kil parçasıdır. Onu mehtap hâline getiren ise, güneşten aldığı şualardır.

     

    Biz de bu şekilde sâlihlerle birlikte bulunmaya gayret gösterir ve kalbimizi nefsanî çirkefliklerden arındırırsak, nebevî nurlardan aynı derecede istifade eder ve böylece gerçek saadeti bulmuş oluruz. Yeter ki, kalp aynamızı lekesiz kılabilelim…”

     

    Yunus Dede’nin bu sözleri, sanki sırf Şebnem için söylenmiş gibiydi. Şebnem dinledikçe ferahladı. Aklına, Nur Hemşire’nin okuduğu şu mısralar geldi:

     

    Aşk yolunda her şaşkına,

     

    Mecnûn gibi bir öz gerek!

     

    Ermek için Hak aşkına,

     

    Erenlerden bir köz gerek!

     

    Seyrî, o öz, o köz, gâye,

     

    Boş sazı döndürür neye.

     

    Gönülleri diriltmeye,

     

    Diri kalpten bir söz gerek!

     

    Sohbet bittiğinde Şebnem, yine bambaşka bir huzur cennetindeydi. Hele Yunus Dede’nin müsait olup da onu görüşme odasına almaları, içini tarifsiz bir feyiz ile doldurmuştu. Sanki kalbi duracak zannediyordu. Gönlünü coşkun bir pervâneye döndüren bu müstesnâ huzuru; kendisini tahkir edenler, saadet zannettikleri o boş ve tantanalı hayatlarında, acaba bir nebzecik olsun tadabilmişler miydi? Ne mümkün! Çünkü bu huzur, ancak cennet ikliminden esen bir meltemdi.

     

    Nur Hemşire, ona:

     

    “–Yunus Dede, seni bekliyor, içeri buyur!” dediğinde sanki yedi kat göklere doğru kanat çırpan bir kuş gibiydi.


  4. UYANIŞIN EŞİĞİNDEKİ IZTIRAPLAR

     

     

    Sohbetten sonra Şebnem, Nur Hemşire’ye binbir teşekkür ederek kuş misali hafiflemiş bir hâlde evinin yolunu tuttu. Tam evin sokağına varmıştı ki, Müge ile karşı karşıya geldi. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Zaten onun bir şey demesine fırsat bırakmadan Müge, öfkeli ve soğuk bir edâ ile kendisini soru yağmuruna tuttu:

     

    “– Kızım, nerelerdeydin? Niçin partiye gelmedin? Biliyorsun bu partiyi, ikinci kez senin için düzenlemiştik!.. Ya sen ne yaptın? Gelmedin. Bu mu arkadaşlık? Söyle nasıl yaptın bunu? Neden? Niçin? Bizim bunca emeklerimizin ve sana verdiğimiz değerin karşılığı bu mu?”

     

    Şebnem, bir an şaşakaldı. Ne diyeceğini bilemez bir hâle düşmüştü. Fakat sonra sohbette dinlediklerinin, ta kalbinin derinliklerinde oluşturduğu mânevî duygudan kuvvet alarak kararlı bir tavırla:

     

    “– Yanlış ithamlarda bulunuyorsun!”

     

    “– Yani bir de ben suçluyum öyle mi?”

     

    “– Hayır, öyle demek istemedim. Sadece beni bu kadar itham etmene mânâ veremedim.”

     

    “– Ya ne yapacaktım? Biz senin için o kadar uğraşalım; senin geleceğini hazırlayalım; sen ise ortalıktan kaybol! Olacak şey mi bu?”

     

    Şebnem, Müge’nin koluna girdi:

     

    “– Ne geleceği Müge! Nasıl bir gelecek? Her tarafı istifhamlarla dolu!.. Benim gelmeyişimin ise, çok geçerli bir sebebi var. Hatta birçok sebebi var. Böyle ayaküstü anlatamam. Gel eve geçelim, orada konuşuruz.”

     

    Birlikte eve gittiler. Müge, alaylı alaylı sordu:

     

    “– Neymiş bakalım bahsettiğin o çok geçerli sebepler? Eğer ciddi bir mazeretin yoksa, işte o zaman yandın…”

     

    Şebnem derin bir nefes aldı:

     

    “– Bak Müge, partiye gelemedim; çünkü katılmam gereken başka bir dâvetteydim.”

     

    “– Kızım, sen insanı çıldırtırsın! Mâzeretin, suçundan büyük!.. Ne davetiymiş bu?”

     

    “– Müge!.. Biliyorsun, hastaneden yeni çıktım. Benim için toparlanmak daha mühimdi. Bu sebeple ruhumu dinlendirebileceğim bir yere gittim. Yani mükemmel bir sohbete katıldım.”

     

    Müge gittikçe şaşırıyordu:

     

    “– Şebnem, sende anlayamadığım değişiklikler seziyorum. Sohbet mohbet de nereden çıktı? Böyle sıkıcı bir şey yüzünden mi partiye gelmedin?”

     

    “– Yoo hayır, aslâ sıkıcı değildi. Çok şaşıracaksın, ama o kadar huzurla doldum ki, anlatamam. Hatta senin bile orada olmanı, anlatılanları dinlemeni arzu ettim.”

     

    “– Lâf seninkisi!.. Yani sen kaçırdığın partiye hiç üzülmüyorsun anlaşılan! Oysa önceleri böyle bir durumda kahrolurdun!”

     

    “– Açıkça konuşmamı istersen, gelmediğim için şu an daha sevinçliyim.”

     

    Müge dargınlaştı:

     

    “– Aşk olsun, bunu senden hiç beklemezdim. Hem suçlu, hem de güçlü olmaya çalışıyorsun. Bugün nasıl bir fırsat kaçırdığının farkında mısın Sen?!.”

     

    Şebnem’i, güya uyandırmak için omuzlarından sarstı. Eskiden olduğu gibi onu özendirmek için ballandıra ballandıra anlatmaya başladı:

     

    “– Sen orada olup da benim neşemi ve forsumu bir görmeliydin. Herkesin gözü üzerimdeydi. Sen gelmeyince günü benim adıma çevirdik. Öyle eğlenceli vakit geçirdik ki, tadına doyum olmaz. Yoruluncaya kadar dans ettim. Birinden birine, öbüründen öbürüne… Beğen beğendiğini… Ha, arada bir-iki kadeh de attım tabiî!.. Şu an senin kaçırdığın keyfim, orada tam yerindeydi. Kızım, dünya burası! Yaşayacaksın, gençliğin ve güzelliğin tadını çıkaracaksın!”

     

    Önceden olsaydı, Şebnem, böyle bir parti için Müge’ye yalvar yakar olurdu. Ancak bütün bu yalancı yaldızlar, gözünden düşmüş ve onun ruhunu sıkar olmuştu. Yüzüne de akseden bu sıkıntıyı sezen Müge burkuldu:

     

    “– Biz neşeden sarhoş olalım; sen de kendi içine kapanıp körü körüne yaşa, olur mu?”

     

    Sonra bu meseleyi hırs yaptı ve suâlinin cevabını kendi verdi:

     

    “– Hayır olmaz. Asla bırakmam seni!.. Düştüğün yerden çekip çıkaracağım seni. Evet, evet!.. Aynı günü bir daha tertipleyeceğiz.”

     

    Şebnem, tattığı huzur iklimine dair henüz bilgi ve ifade eksikliği içerinde olduğundan dolayı, hâlini anlatamamanın derdi içinde Müge’nin sözünü kesti:

     

    “– Boşuna yorulma; yoksa hazırlayacağın gün, yine senin üzerine kalır.”

     

    Şebnem, Müge’nin yersiz ısrarları karşısında artık daha temkinli ve düşünceli idi. Onun, kendisini nasıl bir atlama taşı yaptığını bir kez daha kavramıştı. Müge’ye râm olduğu takdirde, onun karanlık dünyasında nefsânî arzuların sermâyesi olacak, belki de nice zehirli kadehlerin mezesi hâline gelecekti. Böyle bir uçurumdan kendisini kurtaran Rabbine hamdetti. Nur Hemşire ile Yunus Dede’ye de minnet içinde «Allah onlardan razı olsun!» dedi.

     

    Müge ise, onun bu kararlı tutumuna bir türlü akıl erdiremiyordu:

     

    “– Deli misin kız?”

     

    “– Hayır Müge!.. Aksine akıllanmaya başladım. Sana bir türlü anlatamıyorum, fakat gönlüm, artık o bahsettiğin şeylerden el çekmiş durumda… Bu fânî hayatı, boş aldanışların sahte yaldızları için hebâ edemem.”

     

    Müge, duyduklarını bir türlü anlayamıyor, daha doğrusu hazmedemiyordu:

     

    “– Ne aldanışı? Kızım eğlenmedikten ve tadını çıkarmadıktan sonra yaşamanın ne mânâsı var ki! Kaçırdığın fırsatların farkında değilsin. Kızım, insan bu dünyaya bir kere geliyor!..”

     

    İşte Şebnem’in ifade etmek istediği zaten buydu:

     

    “– Ben de onu diyorum ya! Dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, gittik mi de dönmeyeceğiz. Onun için geride kalana göre değil, ileride bizi bekleyen istikbâle göre yaşamalıyız, çünkü ileridekini yaşayacağız. Çünkü esas hayat, ötelerdeki hayat…”

     

    “ – Ben ilerisini gerisi bilmem, tadını çıkardığım zamana bakarım.”

     

    “– Zaman… O, bizi sürekli ileriye taşıyan bir vâsıta. Onu tam anlayabilirsek, bahsettiğim gerçek daha da netleşir.”

     

    “– Nasıl yani?”

     

    “– Çünkü zaman denilen şey, ne ödünç verilebilir, ne de borç alınabilir! Gitti mi bir daha geri dönmez, gideni de geri döndürmez. Bak, bu fânî ömür; her gün dünyaya binlerce geliş ve her gün dünyadan binlerce gidişin hicranlı köprüsü değil de nedir? Böyle bir köprünün üstünde bir anlık vakitte, insan nasıl olur da aldanış içinde yaşar?”

     

    Fakat Şebnem ne dese, Müge’nin kulağına girmiyordu:

     

    “– O yaptığından sonra bir de şimdi beni itham mı ediyorsun? Ne aldanışı kızım?”

     

    “– Niçin düşünmek ve anlamak istemiyorsun? Bastığın toprağı düşün. Bak, âdeta üst üste çakışmış milyonlarca gölge yığını… Her adımda, belki toprak terkibine dönmüş milyonlarca ceset çiğniyorsun. Tabiî, onlar şimdi ceset değil, sadece toprak. Yani bastığın bu toprağın harmanı, nice cesetlerle dolu!.. Önemli olan ruhların nerede olacağı? Yani birgün solup gidecek ve toprak olacak cesede değil, ebediyet yolcusu olacak olan ruha yönelmeli… Bunun için hayatta iken yalancı ve aldatıcı yaldızların boş saltanatına kanma ki, yarın toprak altı horluğuna düşmeyesin…”

     

    Bu kararlı ve içi dolu sözler karşısında, Şebnem’i, parti için artık ikna edemeyeceğini anlamanın verdiği gerginlikle Müge iyice sinirlendi. Dün kendisinin gölgesi olan kimsesiz, fakir ve sıradan bir kızın, bugün başına alt edemeyeceği bir nasihatçi ve yol gösterici kesilmesi, onu çileden çıkarmıştı. Söylenenleri birazcık olsun düşünüp de arkadaşını anlamaya çalışacağı yerde, kabaran gururu, arsız ve şımarık hâliyle Şebnem’e tepeden hakir gözlerle bakarak zehir zemberek konuştu:

     

    “– Zavallı kız! Anladım ki, benim gibi zengin birinin senin gibi yetimle arkadaşlığı tam bir enayilikmiş! Ananın-babanın ve parasızlığının acısını hissettirmeyelim dedik, suç oldu. Üstelik paran yok diye kıyafetlerini bile ben aldım. Ne sohbeti, ne nasihati bu yaşta? Güzelsin, fakat kafan örümceklenmiş. Şimdi ben arkadaşlara, Şebnem, partiye sohbet yüzünden gelmedi desem, millet güler mi yoksa sana acır mı, bilemiyorum. Ne diyeyim, kendine yazık ediyorsun!..”

     

    Sonra ayağa fırladı ve kapıya yöneldi. Şebnem arkasından buruk ve şaşkın bir hâlde seslendi:

     

    “– Müge!”

     

    Öfkeden boğulan Müge, sert bakışlarla son kez Şebnem’e baktı ve:

     

    “– Bana eyvallah artık. Mademki benim hayat rotamın dışına çıktın, sana sonsuza kadar elvedâ!.. Senin için bütün yaptıklarıma da eyvahlar olsun!..” dedi ve kapıyı çarparak çıktı gitti.

     

    Şebnem donakaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Beyni şiddetli bir şekilde zonklamaya başladı. Aralarında hiç su sızmayan arkadaşının kendisine sarf ettiği son cümleler, başına vurulmuş balyozlar gibiydi. Bu aşağılayıcı ifadeleri söyletecek ne yapmıştı ki!.. Başına kakılan iyilikler, horlanan yetimliği ve fakirliği, henüz gönlü küçük bir tomurcuk olan Şebnem’i tahrip etti. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkundu. Olmadı. Bütün vücudu titremeye başladı. Sonra birden boşanan yağmur gibi hıçkırdı, hıçkırdı, hıçkırdı…

     

    Gözyaşlarını durduramayan Şebnem, söylenenleri düşündükçe bunalıyordu. «Aman Allâh’ım, ne yapacağım?» diyordu.

     

    Biraz durulduğunda odasına geçti. Beynini dağıtan hakaret ve horlama fırtınalarını dindirmek için uyumayı denedi. Uyuyamadı. Rafındaki tek kitabına baktı. Nur Hemşire vermişti. Belki biraz ferahlarım, diyerek eline aldı. Rast gele açtı. Karşısına çıkan yazı bir anda dikkatini çekti:

     

    “Hangisi Daha Gerçek: Hayat mı, Ölüm mü?”

     

    Okumaya başladı:

     

    “Dünya hayatı ne kadar gerçek? Öğrenmek mi istiyorsunuz? O hâlde bunu, görmüş geçirmiş ve dünya üzerinde, sizden daha fazla tecrübeye sahip olmuş bir ihtiyara sorun. Sorun ona: «Bu dünyada kaç sene yaşadın?» diye… Şöyle cevap verecektir:

     

    «Hesaplarsak, 80-90 sene diyorlar. Ancak; hiç de öyle değil… Sanki daha dün doğmuşum ve bugün de göçüp gitmek üzereyim. Beraber gün geçirdiğimiz dostlar, ahbaplar, hepsi birer hayâl oldu. Sanki hiç yaşamamışım. Sadece bir anlık rüya görmüş gibiyim.»

     

    Ona tekrar sorun: «Peki, bu dünya sana ne verdi?» diye. Bu kez de şu cevabı alacaksınız:

     

    «Bu dünya bana, ağrı ve sızıyla dolu şu iki büklüm beli verdi. Görmekten âciz kalmış iki göz, lâyıkıyla işitmesini kaybetmiş iki kulak ve feri kesilmiş, titreyip duran iki diz verdi. Buruş buruş olmuş bir ten ve kurak topraktan farkı olmayan bir yüz verdi. Ama anladım ki, bunlar bile kalmayacak bana; ya bugün ya yarın bu saydıklarım da alınacak elimden… Bakmakla gözleri şenlendiren nice güzellik ve cemal sahibi insanlar tanıdım ben. İstersen, şimdi git gör onları; mezarda çürüyüp un-ufak olmuş yüzlerine bakmaya birkaç saniye olsun tahammül edebilecek misin?»

     

    Evet, bu dünya hayatının gerçeği işte bundan ibarettir. Bakınız, Yûnus’umuz ne demiş:

     

    Yalancı dünyâya konup göçenler,

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

    Üzerinde türlü otlar bitenler,

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Kiminin başında biter ağaçlar,

     

    Kiminin başında sararır otlar,

     

    Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,

     

    Söylemeden kalmış tatlı dilleri,

     

    Gelin duâdan unutman bunları

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Kimisi dördünde, kimi beşinde,

     

    Kimisinin tâcı yoktur başında,

     

    Kimi altı, kimi yedi yaşında,

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Kimisi bezirgân, kimisi hoca,

     

    Ecel şerbetini içmek de güç a!

     

    Kimi ak sakallı, kimi pîr koca

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,

     

    Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,

     

    Başları ucunda hece taşları,

     

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

     

     

     

    Bu hâlde soruyorum sizlere: Hangisi daha gerçek; ölüm mü hayat mı?

     

    Cevap kendinden belli… Ancak insanlar, bunu bile bile nasıl hâlâ bu dünya hayatına râm olabiliyor ve zevk u sefâhet içinde kendilerini tüketebiliyorlar? Şaşılası bir durum değil mi? Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i Şerîfi’nde bununla alâkalı olarak şunları söylemekte:

     

    «Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet ve makam sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet; malı, canı ve makamı doğru kullanmayı bilip âhiret sermayesi yapabilmektir.

     

    Bunu bilmediğin için sen, yalnız geceleri uyumuyorsun ki!.. Gündüz de bir başka çeşit uykudasın, bir nevî rüya görüyorsun. Sen aslında bir gölge varlıksın; gölge teferruattandır. Asıl olan ay ışığıdır, yâni sen de dâhil, kâinat, bütün varlıklar gölge gibidir; asıl var olan, bu kâinatın tek sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır.

     

    Bu inançta olmayan mânâ körleri, her adımda kuyuya ve çamura düşmek korkusu içindedir. O zavallı binlerce korku ile yol alır.

     

    Hakîkati gören Hak dostları ise, ömür yolunun başını da, sonunu da görür. O yoldaki çukurları ve kuyuları tanır…» …”

     

    Bu okuduklarından sonra Şebnem, derin bir nefes aldı. Fakat içindeki sızı, kanamaya devam ediyordu. Hâlâ çaresizdi. Ömründe hiç duymadığı kelimeler, yüreğini parçalamıştı. Okuduklarını düşünerek aldırmamaya çalıştı. Ama nâfile! Ne yapsa olmuyordu.

     

    Ertesi gün yine aynı hâldeydi. Önceki günün sohbet neşesinden üzerinde hiçbir iz kalmamıştı. Âdeta tekrar harap olmuştu. Öğlene doğru yine gözlerine hücum eden yaşlar, tâkatini iyice kesti.

     

    “– Bir tesellî!..” dedi; “Küçük bir tesellî…”

     

    Sonunda bu fırtınayı, kendi kendine atlatamayacağını anlayınca, soluğu Nur Hemşire’nin yanında aldı.

     

    Yolda kendisini zor tutan Şebnem, onun yanına varır varmaz yine ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir taraftan da Müge ile aralarında geçen konuşmayı anlatıyordu. Nur Hemşire, yerinden kalkarak Şebnem’in yanına oturdu ve sesini çıkarmadan bir müddet onu dinledi. Şebnem konuştukça rahatladı, sâkinleşti. O biraz sâkinleşince, Nûr Hemşire tane tane konuştu:

     

    “– Şebnem, bak, sen doğru olanı yaptın. Müge, senin arkadaşın olabilir; fakat iyice anladın ki, onun seni içine çekmek istediği hayat, hiç de güzel ve güvenli bir hayat değil. O hayatın duvarları, nefsânî hazlarla örülmüş. Orada seni zehirlemek isteyen güler yüz maskeli, yalancı sûretler var!.. Müge de henüz bunun farkında değil. Bu hayatın gerçek yüzünün ne olduğuna dair sağlıklı bir fikri yok. Bu şekilde sana iyilik yaptığını zannedebilir. Fakat bütün bu yaptıkları sana kötülükten başka bir şey vermez.

     

    Müge’nin hakaretleri, ruhu bomboş olanların söyledikleri basit nakaratlardan ibaret.. Seni fakirlik ve yetimlikle küçük ve hor görmesi, kendi zavallılık ve horluğunun ifadesi… Çünkü onun horladığı hususlar, insanoğluna apayrı şerefler kazandırmıştır. Meselâ bak; peygamberler insanların en zirveleridir. Böyle olmalarına rağmen her biri türlü türlü çile çemberinden geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in de evinde günlerce sıcak bir aşın olmadığı zamanlar çoktur. Üstelik Cenâb-ı Allah, yetimlerin mahrumiyetini telâfî ve onlara izzet kazandırmak için o en sevgili kulunu yetim olarak dünyaya göndermiştir. Yani kâinâtın en asil insanı, bir yetimdi ve O yetim, bütün kâinâta rahmet oldu.

     

    Yani demek istediğim, sakın Müge’nin basit ve zavallı sözleri seni üzmesin. Hem Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede ne buyuruyor:

     

    “Rahmân’ın (hâlis) kulları, câhiller kendilerine sataştığı vakit (onlara incitmeksizin)«selâmetle» derler.” (el-Furkan, 63)

     

    Sen de, o bu şekilde konuşunca aldırmamaya bak; onun sözlerini tebessümle geçiştir. Bak, sana iki adet güzel söz söyleyeceğim. Böylesi durumlarda bu sözler hatırına gelsin. Söyleyeceğim bu sözler, önceden beri tekkelerin, dergâhların duvarlarına levha yapılıp asılırdı. Bir sıkıntıyla karşılaştığında: «Bu da geçer yâ Hû!» de!.. Birisi haddini aşarak senin kalbini kırdığında ise,«Hoş gör yâ Hû!» de!.. Müge ile bir daha konuşacak olursan, durumu ona tatlı bir dille anlatmayı dene. Belki ilk sıralar seni dinlemeyecek ve yine kalbini kıracaktır. Ama inşallah o da bir müddet sonra seni anlamaya başlar.”

     

    Nur Hemşire’nin bu sözleri Şebnem’in yüreğini biraz ferahlatmıştı. Ancak yine de ıstırabı tam dinmemişti. Belki kalan ıstırabın çaresi de Yunus Dede’de idi. Yalvaran gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:

     

    “– Ablacığım, beni Yunus Dede ile de tanıştırır mısın? Onun söyleyeceği her söze öyle muhtacım ki…”

    Osman Nuri Topbaş

    Damladan Deryaya

    Arkası yarın... :)

     

     


  5. Şebnem, Hüdâyî Külliyesi’ne vardığında Nur Hemşire’nin kendisini beklediğini gördü. Nur Hemşire büyük bir sevinç ve samîmiyetle onu kucakladı:

     

    “– Geleceğini biliyordum. Tam vaktinde yetiştin.”

     

    “– Ablacığım, ne yalan söyleyeyim biraz zorlandım, ama gönlümün tercihi burası oldu. Bunda sizin ve ninemin payı oldukça büyük. Rabbim râzı olsun.”

     

    “– Hep böyledir aslında. Doğru ve olumlu işlere yönelince yanlış ve zararlı işleri terk etmiş, onlardan vazgeçmiş oluruz. Aynı şekilde yanlış ve olumsuz olan şeylere yönelince de doğru ve huzur getirecek işlerden uzaklaşmış oluruz.”

     

    Şebnem, hak verdiğini ifade etmek için başını hafifçe salladı. Hastahanede yaşadıkları ve ninesinin kabrini ziyarette hissettikleri, kavradıkları, yönelişleri, tam bu gerçeğin tecellîsiydi. Yanlış olandan vazgeçmeden, doğru olanın tadına varmanın mümkün olamayacağını kavramıştı. Diğer bir ifadeyle, yanlışı terk ederek doğru olana sarılmanın verdiği gerçek hazzı tatmıştı bugün. Müteşekkir gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:

     

    “– Söylediklerini bugün çok daha iyi anladım ablacığım. Çok teşekkür ederim.”

     

    “– Estağfirullah kardeşim. Cenâb-ı Hakk’ın lutfu. Sendeki samimiyet ve idrâkin bereketi. Rahmetli ninenin duâsı.”

     

    Nur Hemşire saate baktı:

     

    “– Şebnem, vakit yaklaştı. Haydi içeri girelim.”

     

    Şebnem, Nur Hemşire’yle birlikte sohbetin yapılacağı salona girdi. Büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Fakat bu kalabalığa rağmen içeride ruhlara sükûnet veren bir hava hâkimdi. Müsâit bir yere oturdular. Şebnem, daha o anda kalbini kuşatan bir huzurun lezzetini tatmaya başladı.

     

    Çok geçmeden konuşma kürsüsüne ön kapıdan beyaz sakallı, temiz giyimli, yetmiş yaşlarında, nur yüzlü bir dede geldi. Yunus Dede bu olmalıydı. Yüzünde huzur verici bir ifade ve sakinlik hâkimdi. Yunus Dede, sandalyesine oturduğunda önce kısa bir duâ okudu. Sonra besmele çekip ruhlara sükûnet veren tatlı bir ses tonuyla ve tane tane konuşmaya başladı. Sanki kalbi, dil olmuştu. Ne söylese Şebnem’in yüreğine, âdeta sedef kakma-çakma sanatı gibi işleniyordu. Üstelik anlattıkları, Şebnem’in yaşadığı rûhî ihtilâçların yeni cevapları mâhiyetindeydi. Onun son günlerde başından geçenler neticesinde gönlünde açılan tefekkür penceresine hikmet semâlarından yeni ışıklar aksediyordu. Düşünmeye çalıştıklarını, daha önce düşünmüş bir idrakten dinlemek, anlamaya çalıştıklarını anlamış bir gönülden işitmek, Şebnem’de ikinci ve daha tesirli bir şifâ olarak tecellî ediyordu. Dakikalar geçtikçe Yunus Dede’yi daha bir can kulağı ile dinledi. Dinledikçe idrâki açıldı, idrâki açıldıkça gönlü ferahladı. Bazı bildiği şeyleri bile ilk defa duyar gibiydi. Yunus Dede’nin her sözü Şebnem için hayat iksiri olmuştu.

     

    Yunus Dede, her hakîkati hikmet ve irfan üslûbu ile anlatıyordu:

     

    “İnsan, bu dünyaya geldiğinde âdeta boş bir kaset gibidir. Üzerine ne doldurursa ona göre bir hayat sürer. Kıyâmet günü «İkra’ Kitâbeke: Kitâbını oku!..» emriyle o kaset önüne açılacak ve insana hayat senaryosu seyrettirilecek!.. Bu itibarla dünya ve âhiret saâdetini kazanma gayreti içinde olan her insan, gönlünü Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti ile doldurmaya mecburdur. Çünkü gönül, Kur’ân ile yoğrulduğu nisbette «ahsen-i takvîm»e, yani en güzel yaratılış sırrına nâil olur. Kur’ân’ın sonsuz hikmetlerinden, ancak canlı bir Kur’ân olarak yaşarsa nasip almaya başlar. İnsan, bu sâyede fıtratındaki menfîlikleri köreltir. Rabbinin lutfettiği meziyetleri inkişâf ettirerek fazîletler ve güzellikler menbaı hâline gelir.

     

    Kur’ân-ı Kerîm öylesine esrar dolu bir yüce kelâmdır ki; her idrâk, iz’ân ve vicdâna, onların seviyesi ölçüsünde ilâhî sırlarını açar. Çünkü Kur’ân’ın kaynağı Allah’tır. Bunun içindir ki, Kur’ân’a vâkıf olmak ve onun iki cihan saâdetine vesîle olan bereketli iklîminde yaşayabilmek, her şeyden önce Allah ve Rasûlü’ne engin bir muhabbet ister. Çünkü yüce hakîkatlerin de sonsuz nasiplerin de kapısı, ancak muhabbettir. Her mü’min rahle başına oturur, lâkin muhabbetinin enginliğine göre bir seviye alır.

     

    Muhabbetin gerçek mekânı ise nefsimiz değil, gönlümüzdür, kalbimizdir. Kalp, ancak muhabbet-i ilâhî için vardır. Nasıl ki berrak bir denizde dipteki taşlar bile âşikâr görünürse, mânevî duygulara ve ilâhî muhabbete mazhar olan kalp de aynen öyledir. Böyle bir kalbin gönül penceresinden ötelerin ötesine nice yollar ve ufuklar açılır; neticede o kalbin sahibi; zarâfet, nezâket ve insanlık ufkunda derinleşir ve hikmet sahibi olur.

     

    Ancak unutmamalı ki, insan kelimesi, ünsiyet ve nisyan kelimeleriyle alâkalıdır. Bir kalp, hayır veya şer, ne ile ünsiyet ederse, onun istikâmetine girer. Bunun için, ömrümüz boyunca kalbimizi bilhassa nisyandan, yani Allâh’ı ve kendimizi unutmaktan korumamız zarûrîdir. Zîranisyan; nefse mağlûbiyettir, kulun kulluğunu unutmasıdır.

     

    Cenâb-ı Hak buyurur:

     

    «(Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona Sen mi vekil olacaksın?» (el-Furkan, 43)

     

    Kalpteki menfî hasletler, insanın Kur’ân ile doğru buluşmasına mânî olur. Hattâ Kur’ân’ın rahmeti, şifâsı ve hidâyeti ile buluşamayanlar tam aksine murdarlığa dûçâr olurlar.

     

    İnsanın bu menfî hâle düşmesine sebep, ten esareti altında yaşamasıdır. Çünkü insan, bedeni itibâriyle türâbîdir, yani topraktan gelmiştir ve toprak terkibinden çıkanlarla gıdalanır. Böyle olunca gaflete dûçâr oldukça nefsâniyete temâyül eder. Nihayet rûhun bedeni terk etmesiyle de toprağa döner.

     

    Ancak insan, rûhu itibariyle de Allâh’a mensuptur. Dolayısıyla kulluğunu unutan, yani nisyana düşen her kalbin tedâvîsi, rûhun mensûb olduğu Rabbini çokça zikretmektir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle îkaz buyurur:

     

    «Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.» (el-Haşr, 19)

     

    Bu ilâhî îkazın ehemmiyetini çok iyi idrak etmemiz lâzımdır. Çünkü bir insanda nefsânî arzular gâlip gelince, kul Allah’tan uzaklaşmakta, rûhânî duygular gâlip gelince de Allâh’a yaklaşmaktadır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın bütün nîmetleri, iki ağızlı bir bıçak gibidir. Allâh’ı unutup da ilâhî ikramları nefsinde zehre dönüştürenleri perîşan eder. Ancak Cenâb-ı Hakk’ı dâimâ şükürle yâd edip de ilâhî lutufları gönlünde şifa ve berekete dönüştürenleri iki cihan saâdetine nâil eder. Dolayısıyla bu âlemde bize emanet ne varsa hiçbirini nefsimize mâl etmemeli ve hepsini sadece birer vasıta ve imtihan olarak görmeliyiz.

     

    Âyet-i kerîmede buyrulur:

     

    «Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.»

     

    (et-Tekâsür, 8)

     

    Şu bir gerçektir ki, bu fânî dünya, ebedî âleme giden yolda sadece bir istasyondur. İstasyonda uyumak da perişanlık ve pişmanlıktır.

     

    Cenâb-ı Hak, her şeyi bir kader ile halketmiştir. Sıramız gelince anne karnında bir cesede bürünüp dünyaya geldik, dünyadaki zamanımız dolunca cesedden çıkıp kabir hayatıyla ebedî yolculuğumuza devam edeceğiz.

     

    Yani hayatın manzarası, biri giriş, diğeri de çıkış olan iki kapı arasındaki bir nevî koridorda, zaman zaman rûhânî tecellîlerle, zaman zaman da nefsânî handikaplarla dolu bir engelli koşudan ibârettir.

     

    Dünyâ ve âhiret hayatının saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan idrakteki ölüm muammâsını çözmekle başlar. Zîrâ ölüm, nefs engelini aşamayanlar için acı bir musibet, diğer taraftan vahyin ilâhî sesine gönül verenler için de sonsuz saâdetin başlangıç noktasıdır.”

     

    Şebnem, dinledikçe içindeki ihtilâçların sükûnete erdiğini hissediyordu. Sanki Yunus Dede, sırf ona konuşuyor gibiydi. Gözünde Müge’nin hâli canlandı. Önceleri gıpta ettiği Müge’ye artık acıyordu. Onun için üzülüyordu. Keşke o da bu nasihatleri duyabilseydi. Kim bilir gayret edilse, belki o da kazanılabilirdi. Şebnem bir an daldığı bu düşüncelerden sıyrıldı ve tekrar Yunus Dede’yi can kulağı ile dinlemeye koyuldu.

     

    Yunus Dede, aynı berraklıkla anlatıyordu:

     

    “Rûhî ihtilâçlar içinde kıvranan insanın kurtuluşu nerededir? İşte bu noktada var oluşumuzun gerçek gayesine dair bir soru sormamız gerekiyor. Zira biliyoruz ki, âlemde gayesiz bir sûrette yaratılmış tek bir atom zerreciği bile bulunmamaktadır.

     

    Şöyle bir düşünelim:

     

    İlk insan Âdem -aleyhisselâm-’dan bu yana dünyadan milyarlarca insan gelip geçmiş, bu dünya defalarca dolup boşalmıştır. Bunların arasında cihana hükmetmiş nice sultanlar ve varlığının hesabını bile bilmeyen servet sahipleri de bulunmaktadır. Fakat ortalama 70-80 senelik kısa bir ömür neticesinde ölüm, sultan ile dilenciyi hiçbir zaman birbirinden ayırmamış ve herkesin bedenini öğüterek bir avuç topraktan ibaret hâle getirmiştir. Her gün üzerinde gezindiğimiz topraklar, bu hakikatin binlerce kez tecellî ettiği ibret levhalarıyla doludur. Bu ibret levhaları bize göstermektedir ki, binbir ihtimam ile semirtip beslediğimiz bedenimiz toprak olmaya ve üstüne titrediğimiz servetimiz de kuruşuna varana dek elimizden çıkarak vârislerimize devredilmeye mahkûm… Dünya hayatının bu vasfına dair Mevlânâ Hazretleri’nin şu hikmetli ifadeleri ne kadar mânidardır:

     

    «Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmak gibidir. Dünya malı, muayyen bir zaman dilimi içinde nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.»

     

    «Sen bir padişah olsan, debdebe ve şatafatlı bir taç ile tahtın, hesapsız malın mülkün, orduların olsa da, şunu iyi bil ki, Allah’ı unutturan her şey, seni yavaş yavaş helâke götüren şeylerdir.»

     

    Şu hâlde;

     

    Hayatın gayesini yiyip içmekten, hevâ ve hevesinin peşinde koşmaktan ibaret zannedip saadet ve huzuru fânî varlığında ve nefsânî temâyüllerinde arayan kişi, ancak kendisini aldatmış olur. Çünkü hakikî saâdet, bitip tükenen değil, ebediyyen pâyidar olandır. Bunun için de maddî temâyüllerden gönlümüzü kurtarıp mânevî reçetelere meyletmeliyiz. Rûhumuzu nefis vadilerinin karanlıklarında yıpranmaktan kurtararak gönül ikliminin engin semâlarında kanat açmalıyız.

     

    Bir Hak dostu şöyle buyurur:

     

    «Gören zâhirî gözler aynıdır. Lâkin kalp gözleri farklıdır. Bu cihan âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ), ahmaklar içinse yemek ile şehvettir.»

     

    Ârifler, yâni Hak dostları her şeyde farklı bir nükte sezer ve âlemdeki hikmetleri devşirirler. Gâfiller ise, dünyada nefsânî arzularını tatmine çalışırlar. Bu şekilde kalplerindeki çatlağı daha da büyütürler.

     

    Nasıl ki, bir radyonun frekansı tam ayarlanmadığında net bir ses gelmez ise, kalp de böyledir. Yanlış hisler, Hak ve hakîkate göre ayarlanmamış duygular, insanı gaflete ve neticede yanlış davranışlara meylettirir.

     

    Dünyanın aldatıcı ve göz boyayıcı nefsânî çirkefliklerinden kurtularak gönlü âbâd etmek, var oluşumuzun yegâne gayesi ve saâdet kapılarının biricik anahtarıdır. İnsanın en değerli cevheri gönüldür. Zîrâ o, Hakk’ın aynası olabilme istîdâdındadır. Mevlânâ Hazretleri bununla alâkalı olarak da insana şöyle hitap eder:

     

    «Ey heveslerine aldanan insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir. (Bir misal verecek olursak:)

     

    Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün. Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağ-bahçedir. (Bu misalde olduğu gibi) asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir.

     

    Diğer varlıkların zarîf ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neşe selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine, aldanış mekânı demezdi.

     

    Bir âyet-i kerîmede:

     

    «Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyâmet günü tastamam verilecektir. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o, muhakkak murâdına ermiştir. (Bu) dünya hayatı, aldanma metâından başka bir şey değildir.» (Âl-i İmran, 185) buyrulur.

     

    Gâfil olanlar ve dünyayı cennet zannederek «Cennet budur!» diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyâullah’tan uzakta kalanlar, bomboş hayallere meylederek aldanırlar…

     

    Bir gün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur?

     

    Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi: «Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.» (Kâf, 19)

     

    Şu hâlde hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeken ve; “Ölmeden evvel ölünüz!” düstûru ile yaşayan kimseye ne mutlu! Ne mutlu ki, onun rûhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır.»

     

    Cenâb-ı Hak, bu fânî ömrü ebedî ömre mazhar olacak güzel amellerle değerlendirebilmeyi, hayatın gayesini idrâk edebilmeyi ve O’na kavuşma iştiyâkı içerisinde son nefesimizi vuslat ânı olarak yaşayabilmeyi hepimize nasîb eylesin! Âmîn…”

     

    Son duâ cümleleri ile birlikte Yunus Dede, sohbetini bitirdi. Dinleyiciler arasından bazıları birtakım sualler sordular. Yunus Dede, onları da kısa ve veciz bir şekilde açıklayıp müsaade aldı.

     

    Şebnem yerinden kıpırdamıyordu. Herkes yavaş yavaş oradan ayrılırken Şebnem hâlâ yerinde oturuyordu. Teneffüs ettiği mânevî havanın ve gönlünde hissettiği feyiz ve huzurun kaybolmaması için, âdeta kalkmaması gerektiğini düşünüyordu. Sanki dışarı çıkınca burada hissettiklerini birileri elinden alacakmışçasına bir endişe içerisindeydi. Salon iyice boşalıp da Nur Hemşire:

     

    “– Kalkalım mı?” diye sorduğunda mahzunlaştı:

     

    “– Ablacığım, keşke hiç bitmeseydi… Sanki bu mekânda bir mıknatıs var. Kalkmak istemiyorum. Bir saatlik bu sohbet, bana bir dakika kadar kısa geldi…”

     

    Nur Hemşire gülümsedi:

     

    “– Mânevî haz ve huzurla geçen anlar, insan o anları bitmesin diye arzu ettiği için çok kısa gelir. Vakit olarak gerçekten de çok kısa gibidir, ama istifade edildiği nisbette neticeleri büyüktür.”

     

    Şebnem kalkarken sohbetle ilgili son değerlendirmesini vecd hâlindeki gönlüyle şöyle ifade etti:

     

    “– Ablacığım, benim için önümüzdeki haftaya kadar günler çok uzun geçecek…”

    OSMAN NURİ TOPBAŞ

    DAMLADAN DERYAYA

     

    Arkası yarın... :))


  6. Ağaca Asılan Zekat Parası

    Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın. günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini arayıp bulamadığını

    Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de:

    "Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını..

    Ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığını...

     

    Nebiler Sultanı nın Güzellikleri

    Aşk bahçesinin yanık bülbülü Hazreti Mevlana'nın, Peygamberimiz'in (sav) üstün vasıflarıyla alakalı olarak:

    Nebiler Sultanı'nın (sav) vasıflarının şerhini. eğer ben devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez. " dediğini...

    Sahabi efendilerimizden Amr bin As'ın (ra): "Benim gözümde Resulullah'dan (sav)daha sevgili, benim gözümde Ondan daha büyük bir kimse yoktur. Ne var ki, Ona olan tazimimden gözüm doya doya Ona bakamıyordu " dediğini. . .

    İmam Kurtubi'nin de "Nebiler Nebisi'nin (sav) güzellikleri bize tamamıyla gösterilmemiştir. Gösterilmiş olsaydı, gözlerimiz Ona bakmaya takat getiremezdi " diyerek İki Cihan Saadet Güneş’inin güzelliklerini bir nebzecik olsun anlatmaya çalıştıklarını...Biliyor muydunuz?

    Hayal Müessesesi

    Teb'asını "Emanetullah" olarak gören Osmanlı Devleti'nde, akıl hastalarına bimarhanelerde son derece şefkatle muamele edilip ceviz karyolalarda, ipekli çamaşır ve çarşaflarda yatırılıp musiki ile tedavi edildiğini.

    Aynı dönemde Avrupa'da ise, akıl hastalarının ruhuna şeytan girmiş denilerek diri diri yakıldığını. .

    İstanbul'daki bimarhaneleri giren Mongeri Pere'nin: "Burası Avrupa'nın asırlar sonra tahayyül edeceği bir hayal müessesidir dediğini ve Osmanlı'nın uyguladığı bu musiki ile tedavi metodunun ABD'de ancak 1956 yılında uygulamaya geçebildiğini...

    Vahşetin Böylesi

    1096 yılında Haçlıların Kudüs'e girerek 40. 000 Müslümanı kılıçtan geçirdikten sonra Gödofroi dö Buygom' un Papa II Urban' a yazdığı mektupta:

    `Kudüs'te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malumunuz olsun ki, Süleyman Mabedi'nde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yürüyoruz. " diyerek barbarlıklarını belgelediklerini...

    Sözünün Eri Olmak

    Mehmet Akif Ersoy'un sözünün eri bir insan olduğunu ve söz verdiği şeyi yerine getirmek için ölümden başka hiçbir şeyin onu engellemediğini...

    İstanbul Vaniköy'de oturan bir ahbabı ile öyleden bir saat önce buluşmak için sözleştiklerinde, o gün yağmurlu, fırtınalı bir gün olup her tarafı sel bastığı halde Mehmet Akif' in binbir zorlukla sırılsıklam vaziyette söz verdiği yere vaktinde geldiğini, fakat arkadaşının gelmemesi üzerine çekip gittiğini... Ertesi gün. özür dilemek için gelen arkadaşını dinlemeyip: "Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir" diyerek tam altı ay o arkadaşıyla konuşmadığını...

    Biliyor muydunuz.?

    • Like 1

  7. Bir Ayet

     

    شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

    - (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur'ân; insanlara hidâyet (doğru yol) rehberi, doğru yolun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak onda(ki Kadir gecesinde) indirildi. Sizden kim (mâzereti olmaksızın) bu ay(ın ilk hilâlin)e erişirse/görürse hemen orucunu tutsun, kim de hasta veya seferde (olup da yer) ise, tutmadığı günler sayısınca (câiz olan) başka günlerde (orucunu kazâ etsin). Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Bu da, o sayıyı (kazâ ile) tamamlamanız ve size yol göstermesine karşılık Allah'ın yüceliğini tanımanız içindir. Olur ki (düşünür de) şükredersiniz.

    Bakara - 185

     

    Bir Hadis

     

    Hz. Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatiyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Ademoglunun her ameli katlanir. (Zira Cenab-i Hakk'in bu husustaki sunneti sudur Hayir ameller en az on misliyle yazilir, bu yediyuz misline kadar cikar. Allah Teala Hazretleri (bir hadis-i kudside) soyle buyurmustur: "Oruc bu kaideden harictir. Cunku o sirf benim icindir, ben de onu (diledigim gibi) mukafaatlandiracagim. Kulum benim icin sehvetini, yiyecegini terketti."

     

    Bir Dua

    Ramazan Duası Türkçe Okunuşu

    Allâhümme inni es’elüke bismikel hüsna. Yâ Allâh, fa’lem ennehû lâ ilâhe illellâh* Yâ Rahmân, errahmânü allemel Kur’an* Yâ Rahiym, ve kânellâhü Ğafûrar Rahıymâ* Yâ Mâlik, mâliki yevmiddin* Yâ Kuddûs, el Melikül Kuddûsüs Selâm* Yâ Müteâl, fe teâlellâhül melikü hakk* Yâ Selâm, vâllahü yed’û ilâ dâris selâm* Yâ mü’min, el Mü’minül Müheyminül Aziyz* Yâ Aziyz* ve kânellâhü Aziyzen Hakiymâ* Yâ Cebbâr, el Cebbârül Mütekebbir* Yâ Hâlik, fe tebârekellâhü ahsenül hâlikıyn* Yâ Musavvir, hüvellezi yüsavviruküm fil erham* Yâ Bâriül Musavvir* Yâ Evvel, hüvel evvelü vel âhiru vez Zâhiru vel Bâtin* Yâ Şekûr, inne Rabbenâ le Ğafûrun Şekûr* Yâ Vedûd, ve hüvel Ğafûrul Vedûd* Yâ Zâhir, vez Zâhiru vel Bâtin* Yâ Kâimen bil kıstı lâ ilâhe illâ hû* Yâ Hayy, Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm* Yâ Aliym, Yâ Basıyr, innellâhe basıyrun bil ıbâd * Yâ Haliym innehû le aliymün haliym* Yâ Hakiym, ve kânellâhü aziyzen hakiymâ* Yâ Keriym, innellâhe le Ğaniyyün Keriym* Yâ Kâdir, kul hüvel kâdiru alâ en yeb’ase* Yâ Muktedir, ınde meliykün muktedir* Yâ Bâis, innellâhe yeb’asü men fil kubûr* Yâ Râzık, vallahü hayrür râzikıyn* Yâ Vâris, Ve LillÂhi miyrâsüs semâvati vel ard* Yâ Kaviyy, innellâhe le kaviyyün aziyz* Yâ Şehiyd, innellâhe alâ külli şey’in şehiyd* Yâ Mübdiü, innehû hüve yübdiü ve yüıydü* Yâ Razzâk, vellâhü yerzüku men yeşa * Yâ Tevvâb, innellahe kâne tevvâben rahiymâ* Yâ Vehhâb, inneke entel vehhâb* Yâ Celiyl zül celâli vel ikrâm * Yâ Cemiyl, fasbir sabran cemiylâ* Yâ Vekiyl, ve kefâ billâhi vekiylâ* Yâ Kâfi, ve kefallâhül mü’miniynel kıtâl* Yâ Veliyy, vehüvelveliyyül hamiyd* Yâ Rabbi, fe tebârekellâhü rabbül âlemiyn* Yâ Ğaniyy, vellâhül ğaniyyü ve entemül fükarâ* Yâ Şâkirü, innellahe şâkirun aliym* Yâ Hallâk, vehüvel hallâkul aliym* Yâ Muhsin, vellâhü yuhibbül muhsiniyn* Yâ Kadiyr, vellâhü alâ külli şey’in kadiyr* Yâ Mufaddil, vellâhü zül fadlil azıym* Yâ Mütimm, ve yütimmü ni’metehû aleyk* Yâ Müızz, tüızzü men teşâü ve tüzillü men teşâ* Yâ Refiy’u, refiud deracâti zül arş* Yâ Şefi, men zellezi yeşfeu indeh* Yâ Kebiyr, innellâhe kâne aliyyen kebiyrâ* Yâ Hakk, fe teâlellâhül melikül hakk* Yâ Berru, innehû hüvel berrür rahıym* Yâ Vitr, veş şef’ı vel vetr* Yâ Ğaffâr, innehû kâne Ğaffârâ* Yâ Ğafir, ve ente hayrül ğafiriyn* Yâ Hamiyd, tenziylün min hakiymin hamiyd* YâMennân, be lillâhü yemünnü aleyküm* Yâ Bâki, ve yebkâ vechü rabbike zül celâli vel ikrâm* Yâ Vâhid, kul hüvellâhü ehad* Yâ Metiyn, innellâhe, hüver razzâku zül kuvvetil metiyn* Yâ Hâdi, innellâhe yehdi men yeşâ’* YÂ Bedi’, bediy’as semâvâti vel ard* Yâ Aliym, âlimül ğaybi veş şehâdeh* Yâ Fettâh, ve hüvel fettâhül aliym* Yâ Muhıyt, vellâhü bi mâ ta’melûne muhıyt* Yâ Kâdi, vellâhü yakdi bil hakk* Yâ Samed, Allâhüs samed* Yâ Hasib, ve kânellâhü alâ külli şey’in hasiba* Yâ Nasıyr, ni’mel mevlâ ve ni’men nasıyr* Yâ Vâsiu, ve kânellâhü vâsian hakiyma* Yâ Kâhir, ve hüvel kâhiru fevka ıbâdih* Yâ kebiyr, kebiyrul müteâl* Yâ men leyse lehû veledün, lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad* Yâ Men Leyse kemislihi şey’ün ve hüves semiul basıyru ni’mel mevlâ ve ni’men nasıyr* Vel lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil azıym

    .

     

     

     

    Ramazan Duası'nın Fazileti

     

     

     

    Resulü Ekrem (s.a.v.) bir gün otururlarken huzuruna Cebrail (a.s.) gelerek şöyle dedi:

     

     

    "Ey Allah'ın Resulü! Allahü Teala'nın sana selamı var, bu duayı ümmetine bir hediye olarak verdi. Bunu okuyan bir mü'minin günahı, Arş ve Kürsi ağırlığınca olsa, Allahü Teala onun günahını affeder. Şayet borcu varsa, borcunu ödemeye muvaffak kılar. Bu dua, ölen bir mü'min kulun üzerine okunursa, Allahü Teala onun üzerine yüzbin rahmet indirir. Melekler tarafından o kimseye nurdan tabaklar getirilir. Ona şöyle derler:

     

     

    "Sen hiç korkma, biz sana müjde vermek için geldik. Kıyamete kadar sana arkadaşlık yapacağız."

     

     

    Kim bu duayı, Ramazan'ın başında, ortasında, sonunda veya son cuma gecesinde her ne niyet ve dilek için okursa, Allahü Teala onun dilek ve niyetini gerçekleştirir

    .

     

     

    Ramazan Duasının Türkçe Meali

     

     

     

    Ey Rabbim! Yüce Esmai Hüsnan hürmetine senden istiyorum. Ey Allah’ım! Senden başka ilah yoktur. Ey Merhametli Rabbim! Yüce Kitabımız Kur’an’ı öğreten, affeden ve acıyan sensin. Ey mülkün ve kıyamet denilen dehşet verici günün sahibi ve hakimi Rabbim! Ey bütün eksik ve noksanlıklardan münezzeh, Malik, güven veren ve yüce olan Rabbim! Melik, Hak ve selam isimlerinin sahibi olan Allah, imansızların vasfından beridir. Allah insanları kurtuluş yurduna çağırır.

     

     

    Ey güven sağlayan, görüp gözeten, zor kullanma gücüne sahip yüce ve münezzeh Rabbim. Ey Aziz ve Hakim Rabbim! Ey güç ve kuvvetin sahibi Rabbim! Yücelik, güç ve kuvvet ancak sana aittir. Ey yoktan var eden Rabbim! Yoktan varetmek ancak sana aittir. Ey şekil veren Rabbim! Ana rahimlerinde bulunanlara istediği şekli veren Sensin. Zat'ına karşı söylenen sözlerden beri olan, evvel, ahir, zahir, batın ve yapılan şükürleri kabul eden Rabbim! Mutlaka bağışlayan ve şükürleri kabul eden sensin. Ey merhametlilerin en merhametlisi, çok bağışlayıp, çok acıyan Rabbim!

     

     

    Ey her görünende birliği gayet açık, zahir ve batın olan Rabbim! Ey herşeyi ayakta tutan, mutlaka adaletin sahibi, zatından başka gerçek bir ilah olmayan Rabbim! Ey Hay sıfatının sahibi! Sen teksin ve birsin. Senden başka bir ilah yoktur. Hay ve Kayyum olan Rabbim! Ey ilmiyle herşeyi kuşatan! Sen herşeyi bilen ve işitensin! Ey herşeyi gören, mutlak surette kulların hert haline nigahban olan Rabbim! Ey yapılan bunca isyana karşı sabırlı olan, Rabbim! Çünkü Sen ilminle herşeyi bilir ve sabrınla bir müddet verirsin.

     

     

    Ey gerçek hükmün sahibi! Sen Azizsin ve gerçek hüküm ancak Sendedir. Herşeye gücü yeten, öldükten sonra da diriltmeye ancak Sen muktedirsin. Ey herşeyi kudreti ile ayakta tutan Rabbim! Yarın kıyamet gününde takva sahibi kullar Melik-i muktedir olan Rabbin katında bulunacaklardır. Ey ölenleri dirilten! Kabirlerde çürüyecek toprak olanları da sen dirilteceksin. Ey her canlının rızkını veren! En güzel rızkı veren sensin. Ey mülkün yegane sahibi! Semaların ve yerin mutlak sahibi Sensin. Ey en güçlü! Güçlü ve Aziz sensin.

     

     

    Ey her şeyin şahidi! Mutlaka her şeyin gerçek yüzünü bilen sensin. Ey yoktan varden! Yoku var, varı yok eden Allah’ım! Ey bol rızık veren! Dilediğine rızık veren sensin. Ey tevbeleri, yakarmaları kabul eden rabbim! Karşılıksız veren ancak sensin. Ey Yüce olan Rabbim! Celal ve ikram sahibi sensin. Ey güzeller güzeli Rabbim! Her hususta bizi güzel sabredenlerden eyle. Ey herşeyin dayanağı Allah’ım! Dayanak olarak sen bize kafisin.

     

     

    Ey rızıkları üzerine alan Rabbim! Herkesin rızkını vermeye ancak sen kefilsin. Ey bakıp gözeten Allah’ım Savaşta mü’minleri gözetip muvaffak kılan sensin. Ey dost olanların dostu olan Rabbim! Övülmeye layık tek dost sensin. Ey her şeyi terbiye eden! Alemleri terbiye eden ancak Sen’sin. Ey Ğaniy! Zengin olan ancak Sen’sin! Başkası senin zenginliğin karşısında fakirdir. Ey şükredenlerin şükrünü kabul buyuran Allah'ım! Şükredenleri ancak bilen sensin.

     

     

    Ey yoktan var eden Allah'ım! Yoktan var eden ve bilen sensin. Ey hazinelerinden ihsan eden Allah'ım! Sen, senin için ihsanda bulanan kullarını seversin. Ey Kadir olan Allah’ım! Her şeye kadir olan sensin. Ey herşeyi kemale erdiren! Her şeyi kemale erdiren sensin. Ey yücelten!Dilediğini yücelten, dilediğini alçaltan sensin. Ey dereceleri yükselten! Dereceleri yükselten, arşınsahibi sensin. Şefaat edenler ancak senin izninle şefaat edeceklerdir.

     

     

    Ey büyük olan Allah’ım! Yüce ve en büyük olan Sen’sin!. Ey Hakk olan Rabbim! Bütün mahlukatın gerçek hakkını veren Melik Sen’sin. Ey iyilik edenleri seven Allah’ım! İyilik edenleri seven ve onlara acıyan Sen’sin. Ey tek olan Allah’ım! Her çift ve teke yemin eden Sen’sin. Ey günahları bağışlayan Allah’ım! Affedenlerin en hayırlısı Sen’sin. Ey Hamd edenlerin hamdini kabul buyuran Rabbim! Kur’an kendisine hamd olunan, gerçek hükmün sahibi Allah tarafından indirilmiştir. Ey ihsan edici Allah’ım Gerçek ihsanın sahibi Sen’sin .

     

     

    Ey Baki olan Allah’ım! Senden başka her şey fani, yalnız Sen Baki’ sin. Celal ve İkram sahibi Sen’sin. Ey bir olan Allah’ım! Tek olan ancak Sen’sin. Ey güçlü olan Allah’ım! Güçlü olan, rızık veren ancak Sen’sin. Ey yol gösteren Allah’ım! Dilediğini doğru yola gösteren Allah’ım! Dilediğini doğru yola götürecek Sen’ sin. Ey en güzel Yaratıcı Allah’ım! Yerleri ve gökleri yaratan Sen’sin. Ey bilen Rabbim! Görünen ve görünmeyen alemleri bilen Sen’sin. Ey maddi ve manevi her çeşit fütuhatı veren ve bilen Sen’sin. Ey her şeyi kudreti ile ihata eden Sensin.

     

     

    Ey hükmün sahibi Allah’ım! Gerçek adil hükmü veren Sen’sin. Ey herkesin kendine muhtaç olduğu Rabbim! Herkesin hesabını en iyi bilen Allah’ım! Herkesin hesabını en ölçülü şekilde görecek sensin. Ey yardım eden Allah’ım! Sen ne güzel yardım eden bir Mevlasın. Ey Kainatı kudret elinde tutan Allah’ım! Her şey Sen’in kudret elindedir.

     

     

    Ey bütün varlıkları bir anda yok etme gücünün sahibi Allah’ım! Kulları öldürmek de, Sen’in kudret elindedir. Ey büyüklerin büyüğü olan Rabbim! En yüce ve en büyük Sen’sin. Ey zatı ile kaim olan Rabbim! Doğmamış, doğrulmamış Allah’ım! Sen’in eşin ve bir benzerin yoktur. Ey misli olmayan Rabbim! Sen duyan ve herkesin görmediği gizliliklere vakıfsın. Sen ne güzel bir Mevla ve ne güzel bir yardımcısın.Ey yüce Rabbim! Güç ve kuvvet ancak senin yardımınla mümkündür.

     

     

    Mevla Hakkıyla faydalananlardan ve ziyadesiyle memnun olacaklardan eylesin...

     

    • Like 1

  8. Değerli arkadaşlar;

    Uzun zamandır sizlerle birlikte iki lafın belini kıramıyoruz.Gerek dersler gerekse iş yoğunluğu beni başka bir yerde tuttuğundan bir türlü hayatımda eğitici ve ya öğretici bir aktivitede bulunmadığımın farkına vardım.İbadetlerim ibadet değil sanki son zamanlarda okuduğum kitapların içine giremiyorum gibi geliyordu son bir haftadır.Kitaplar beynime hükmetmiyor benliğime girmiyordu sanki.Bir şeyler eksikti ama ne?Son bir haftadır bunun düşüncesinde idim.Derken paylaşımlarımın az olduğunu gördüm.Önceden hemen hemen her gün siteye girer ve paylaşımlarda bulunurdum.Okuduğum kitaplardan bukle bukle satırlar yazar ve ya bir şiirin dizelerinde gezinirdik birlikte.Bir hikayede geçen genç kız ve ya adam olurduk çoğunlukla.Ya da güzel yurdumda buram buram toprak kokusu,dinimizin gereksinimlerini yaşarken de hecelerde buluşurduk çoğu zaman.Ama son zamanlarda bunlardan uzak kaldım.Kaç ay oldu Sevgili Dostlar?1-2 ayı buldu mu gönüldaş olmayalı?

     

    Neyse gel zaman git zaman tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır misali yine sizlerleyim."Bu kadar zaman ne yaptın bre ey gafil?" nidaları eşliğinde bu dönemde de ilim almaktan bu yana geçmediğimi belirtmek isterim öncelikle.Önce Mehmet Akif'in Safahatını ardından da Necip Fazıl'ın hapishanenin soğuk koğuşlarından birinde yazdığı 2. piyes olan Ahşap konağı okuduktan sonra Mevlana'nın özüne daldım.Aşk Derdi Kadir Özköse anlatılmaz yaşanır bir kitap şiddetle tavsiye ederim.Gerçek aşkın ne olduğunu anlayacağınız bi kitap.Hani bir güzeli sever de sevdasını aşk boyutuna eriştirirsiniz ya..Hani alemin her köşesinde,her zerresinde onu ararsınız ya..Gündüzün nuraliğini onun parlak yüzünde,gecelerin zulmani rengini onun siyah saçlarında görürsünüz ya..Hani böyle ruzgar eser de onun tenefusu olur ya..Hani şimşek çaktığında böyle gökyüzünde görünmesi onun tebessümünün parıltısını hatırlatır ya..Aşığın nazarındakainatın öaşuğundan ibadet görünür ya hatta kendini bile o şekilde görür ya..İşte öyle bir kitap.İnanın iliklerime kadar aşkın sultanını ve tercumanını anladımöyle söyleyebilirim.Yazarın uslubundaki akıcılık satırların eşsiz akıcılığında göstermiş kendini.İlahi aşkın köprüsünün temellerini gerçekten atabilen bir kitap.

     

    Ama bugün paylaşacağımız bu kitaptan değil.Bitsşin Mevla onun da paylaşımını yapmayı nasip eder insana.Bugun gençliğimizi manevi erozyana uğratan asrımızı kasıp kavuran sapık felsefelerin ve inançsızlık buhranını en güzel şekilde özetleyen ve hayatın ölümüb manası,genç kızlarımızın ve aile hayatımızın önündeki tehlike ve badireler dile getirilmiş olan bir kitabı konuşacağız sizlerle.Toplumu bir moda halinde saran boş felsefelere,lüks yaşama hastalığına,eğlence adına yapılan çılgınlıklardan,nefsani tatminkarlık adına yapılan güç gösterilerine gençliği mahveden ahlaki ve manevi erozyona bir nebze de olsa temas edip çözüm yollarını göreceğiz hep bereber Oaman Nuri Topbaş Hoca ve Damladan Deryaya eseri ile.

     

    Öncelikle hocamıza buradan bir kere daha teşekkür ediyorum faydalı ilimleri hayatımıza soktuğu ve bizi manevi deryalara soktuğu için.Ve şimdi de hikayemize dönelim.Öncelikle uzunca bir hikaye vaktiyle dergide yayımlanmış.Şimdi bende her gün bir kısmını sizle paylaşacağım ki net bir anlaşılma olsun.Ali Kaptan'la, Fatmagül ile ya da Feriha ve diğerleriyle geçireceğiniz zamanı burada yazı dizisi gibi okuyup ertesi günki adımları merak edin biraz diye.MEVLA hakkı ile faydalananlardan ve yaşayanlardan eylesin diyerek,çenemin düştüğünü fark ederek ve artık başlamak vaktidir diyerek başlıyorum.

     

    Bismillah

     

     

    GERÇEK ŞİFÂ

     

     

    Şebnem, 17 yaşında bir kızcağızdı. Liseyi yeni bitirmişti. Babası, Şebnem doğduktan bir hafta sonra vefat etmişti. Bir müddet sonra annesi de bu çileli hayata “Elvedâ!” demişti. Böylece küçük Şebnem, hem anneden, hem de babadan yetim kalmıştı. Hayatta olan yaşlı, nûr yüzlü ninesi, onu himâyesine almış ve mahrûmiyetler içinde de olsa Şebnem’i büyütüp yetiştirmişti. Fakat o şefkat gölgesi de, bir sene önce, hem de Şebnem’in aldığı diplomayı göremeden ebediyet âlemine kanat açmıştı.

     

    Böylece hayatta kendini rûhen yapayalnız hisseden Şebnem, teyzesinde kalmaya başladı. Annesiz ve babasızlığın yanında, şimdi bir de kendisine hem annelik, hem de babalık yapmış olan ninesini kaybetmek, ona çok ağır gelmişti. Çalkantılı, kararsız, muzdarip ve huzursuzdu. Rahmetli ninesinin tatlı nasihatleri, hayatın acılığına henüz şifâ olamıyordu. Arkadaş çevresi de bu nasihatlerin gönlünde yeşermesine müsait değildi.

     

    Belki de içindeki çalkantıların sebebi buydu. Yavaş yavaş Şebnem’i içine doğru çeken hayat, ninesinin dünyasından çok farklı bir hayattı. O hayatta nefsânî heveslerin gaflet ve hüsranı vardı. O hayatta erkekleşmiş kız arkadaşlarının kasvetli dünyası vardı. Çılgın eğlencelerde aklı, hayayı ve kalbi yitirmek vardı. O hayatta moda esâretinde yaşamak, vücudu da, ruhu da bin bir şeytânî boya badana ile perişan etmek vardı. Arkadaşları ona güzel olduğunu söyleyip onu yaldızlı, fakat içi bomboş bir hayatın ruhsuz bir figürü olmaya zorluyordu. Kadınlı-erkekli perişan ve sefil girdapların içinde boğulan yaralı bir gonca olmaya çağırıyorlardı.

     

    Şebnem de, içindeki boşluklar dolayısıyla dıştan cilâlı ve göz alıcı görünen böyle bir cehennemî hayata özenmiyor değildi. Zaman zaman o hayata yaklaşıyordu. Ancak ah şu fakirlik! İsraf çılgınlığına yetecek maddî imkânı olmaması, onu frenliyordu. Ninesinden kalan tek geliri, merhûm dedesinden kalma şehitlik maaşından ibaretti. Aslında bu helâl gıda, onu mânen pek çok tehlikelerden koruyordu. Teyzesinin durumu da çok iyi olmadığından dolayı, içinde yeni yeşeren isteklere karşı eli-kolu bağlı kalıyordu. Bazen arkadaşları ona bir şeyler alıyor ve hediye ediyorlardı, fakat bu durumda içi rahat etmiyordu. Gittiği yerde yabancı gibi duruyordu.

     

    Günleri hep huzursuz ve mânâsız geçiyordu. Bu hâlden duyduğu sıkıntılarla uyuduğu bir gecenin sabahında çalan cep telefonunun sesiyle irkilerek uyandı. Arayan, arkadaşı Müge’ydi. Onunla küçüklükten beri mahalleden tanışıyorlardı. Liseden de bu sene beraber mezun olmuşlardı. Çok hoppa ve şımarık bir kız olduğu için ninesinin de telkiniyle okuldayken pek sıkı-fıkı değillerdi, fakat iki aydır en yakın arkadaşı olmuştu.

     

    Müge, heyecan ve telaşla onu dışarı çağırıyordu. Beraber mağazaya gideceklerdi. Çünkü ertesi gün öğleden sonra bir arkadaşları parti veriyordu. Müge, Şebnem’i de bu partiye gelmesi için zor belâ ikna etmişti. Bugün partide giyeecekleri kıyafetleri alacaklardı.

     

    Şebnem, üç aydır biriktirdiği parayı çekmeceden alıp çantasına koydu. Hazırlanıp dışarı çıktı ve birkaç sokak ötede oturan Müge’nin evine doğru yöneldi. Sokağın başında karşılaştılar.

     

    “– Merhaba Şebnem, para aldın değil mi yanına?”

     

    “– Aldım, aldım.”

     

    “– İyi. Ben de babamdan para koparmak için sabahtan beri uğraşıyorum. Neymiş, daha geçen ay elbise almışlarmış… Oysa onlar ayrı, bu ayrı… Hem herkesin yepyeni kıyafetler giydiği bir partide ben eski elbiseler giyemem dedim, anlatamadım… Neyse ki, canım anneciğim sonunda onu ikna edebildi.”

     

    Şebnem, anne ve baba kelimelerini duyunca bir an hüzünlendi. Yetimlik hissinin verdiği buruklukla yüreği titredi… İkisinin de şu an yanında olmasını ne de çok isterdi. Sonra birden ninesi geldi aklına… O hayattayken Şebnem’e yetimliğini hemen hemen hiç hissettirmemişti. Âdeta onun hem annesi, hem de babası olmuş; karşılaştığı acılı ve sıkıntılı hâlleri torununa yansıtmadan kendi sînesine gömmesini bilmişti. Ama artık o da yoktu. Şebnem, ninesi vefat edeli her geçen gün yetimlik acısının ne demek olduğunu derinden derine hissetmeye başlamıştı yüreğinde…

     

    Bu bir anlık düşünceden sonra Müge’nin yüzüne baktı. Sonra alacakları elbisenin heyecanı ve gidecekleri partide dikkatleri çekmek duygusu içini sardı. Sonra birden yüreği burkuldu: “Ninem şimdi hayatta olsa, kesinlikle göndermezdi beni partiye…” diye hafifçe mırıldandı.

     

    Beraber yürümeye başladılar. Şebnem hâlâ dalgındı. Zihninde, ninesinden dinlediği sözlerle gideceği partinin cümbüşü çarpışıp duruyordu… O partiye gitmeyi çok istiyordu. Fakat içindeki tedirginlik de bir türlü dinmek bilmiyordu. Hiç samimiyet kurmadığı kişilerle beraber bulunacak ve eğlenecekti. Müge, delice dans ettiklerini anlatmıştı… Hiç gitmese miydi acaba? Çünkü orada kendisini bekleyen bir felâketin ayak seslerini duyuyordu âdeta… Sanki yıkılacak bir duvarın altına giriyordu.

     

    Bu duygular kıskacında elbiseleri satın aldılar. Şebnem ertesi gün yine Müge’yle buluştu. Partiye gitmek üzere evden çıktılar. Fakat dünkü düşünceler, Şebnem’in zihnini de, kalbini de rahat bırakmıyordu. Sanki başında tonlarca ağırlık vardı. Hâlâ çok dalgındı. Âdeta arkadaşının yanında kurbanlık koyun gibi yürüyordu. Her tarafa bomboş bakıyordu. Ana caddeden karşıya geçerken de dikkatsizdi. Derken olan oldu.

     

    Acı bir firen ve korna sesi… Şebnem, silkinip sıçrayamadı. Dayanılmaz bir ani acı hissetti. Sonra bütün sesler kesildi ve etraf birden karanlığa büründü… Şebnem, yeni, fakat kanlı elbiselerinin içinde yerde yatıyordu.

     

    Gözlerini açtığında hastahanedeydi. Başında teyzesi ve genç bir hemşire vardı. Sordu:

     

    “– Ne oldu bana?”

     

    Hemşire cevapladı:

     

    “– Kaza geçirmişsin. Kırmızı ışıkta geçmişsin.”

     

    “– Kaza mı geçirmişim?

     

    “– Endişe etme, ciddî bir şeyin yok. Çarpmanın şiddetiyle yara bereler ve sol bileğinde ezilme olmuş. Çok şükür ucuz atlatmışsın. Fakat her ihtimale karşı biraz müşâhede altında tutacağız.”

     

    Hemşirenin adı Nûr’du. Şebnem baygın yatarken, hemşire, teyzesinden onun hakkında pek çok şey öğrenmişti. Nûr Hemşire de yetimdi. Bu sebeple Şebnem’le daha yakından ilgileniyordu. Yatağın kenarına oturarak Şebnem’e tebessümle baktı:

     

    “– Dediğim gibi, üzülme!.. Bir-iki güne taburcu ederiz. Bu arada seninle ben ilgileneceğim. İki arkadaş gibi… Üstelik ortak noktalarımız var.”

     

    “– Ne gibi?”

     

    Nûr Hemşire, derin bir nefes aldı:

     

    “– Ben de senin gibi yetimim. Ben bebekken evimizde yangın çıkmış. Beni kurtarmışlar, ancak annem ve babam kurtulamamış. Allah mekânlarını cennet etsin. Dedemle ninem beni sahiplenmişler. Yani ben de senin gibi ninemin ellerinde büyüdüm.”

     

    Nûr Hemşire odadan çıkarken Şebnem, arkasından muhabbetle baktı. Birden kalbi ona ısınmıştı. Ninesi, isim müsemmâyı çeker, derdi. Bu, onun bir misali olsa gerek, diye düşündü. Sonra ninesinden nûrla ilgili dinlediği sözleri hatırladı. Ninesi derdi ki:

     

    “Kızım, hayatı nûr içinde yaşa. Nûr hidâyettir. Nûr rahmettir. Gözünü de, gönlünü de Kur’ân’la nûrlandır. Rûhunu ve alnını secde ile nûrlandır. Yoksa zulmette boğulursun. Nûr, Allâh’ın yüce isimlerindendir. Nûrun en zirve tecellîsi, Hazret-i Peygamber’dedir. Onun mübârek sîması öyle parıldardı ki, Hazret-i Âişe annemiz, geceleri O’nun nûrunun ışığıyla iğneye ipliği geçirirdi. Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği kızı Fâtıma, nübüvvet nûruna daha bir başka ayna olmuştu. Bu sebeple Efendimiz’e çok yakındı. İşte kızım, sen de içini dışını nûr ile doldur ki, Efendimiz’e yakın olasın. Ömür boyu zulmet çukurlarından kendini muhafaza edebilesin!”

     

    Yine ninesi derdi ki:

     

    “–Kızım, nûrlu yüzler, nûr dolu kalplerin tecellîsidir. Nûr dolu kalplerin dünyaları da, kabirleri de nûrla dolu olur.”

     

    Bu sözleri, yeniden duyuyormuşçasına hatırlayan

     

    Şebnem, kabir deyince bir an durakladı. Ölümü hatırlatmıştı ona. Ölüm hakkında daha önce bugünkü kadar derin hisler duymamıştı. Çünkü birkaç saat önce ölümün eşiğindeydi. Aslında her doğan kimse o eşikte değil miydi?

     

     

    Hayatla ölümün ne kadar yakın olduğunu düşündü. Evet, şu an ölmüş olabilirdi. İçini birden bir ürperti sardı. Ölüm, genç-yaşlı ayırmıyordu. Meselâ anne ve babası, henüz genç yaşlarında iken veda etmişlerdi dünyaya… Aynı sınıftan bir arkadaşı da geçen sene kanserden ölüvermişti.

    Bu düşünceler içindeyken içeri Nûr Hemşire girdi:

    “– Uyumamışsın. Oysa dinlenmelisin.”

    Şebnem, gönlünde bir yıldır boş kalan yere girmeye başlayan nûr yüzlü bu Hemşire’ye kederli bir tebessümle baktı:

    “– Nûr ablacığım, doğrusunu söylemek gerekirse, içimde daha büyük med-cezirler ve kazalar yaşıyorum. Hayata dair tarif edemeyeceğim bir boşluk yaşıyorum. Nasıl uyuyabilirim?”

    Nûr Hemşire, sandalyeye otururken:

    “– Hayat…” dedi. Devam etti:

    “– Dünya hayatı, iki kapı arasında, nefsânî veya rûhânî bir sürat koşusundan ibâret… Birinci kapı, dünyaya geldiğimiz ana rahmi; ikincisi ise kabir… Hayat nîmeti, Allâh’ın, biz insanlara bir defa olarak verdiği en mânâlı emanetlerden biri… Asıl hayat olan âhiret hayatını, cenneti kazanmak için en verimli bir tarla… Fakat cennet gibi sonsuz bir saadete mukabil, bin bir imtihan ile pişirildiğimiz, olgunlaştırıldığımız bir âlem… Gurbet âlemi… Hakk’a kavuşma arzusunu hasret ateşiyle tutuşturma yeri…

    Ezel ve ebed arasında bir köprü olan dünya hayatı, aslâ boşuna değil. Bu hususta Allah ne buyuruyor:

    «Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?» (el-Mü’minûn, 115)

    «Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık.»(ed-Duhân, 38)

    «İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?» (el-Kıyâme, 36)”

    Şebnem, bu can alıcı sözleri dinledikçe çok sevdiği ninesini hatırladı. Gözlerinin içi doldu. Karar verdi, hastaneden çıkar çıkmaz kabrini ziyaret edecekti. Âh bir de yalnızlığını teskin edebilseydi. Nûr Hemşire’ye itiraf etti:

    “– Ablacığım, Allah kimsenin başıboş bırakılmayacağını beyan ediyor. Âmennâ… Ancak içinde bulunduğum kimsesizlik, beni çok yalnızlaştırıyor. Bu yalnızlık da, boşluğa düşürüyor. Çaresiz kalıyorum.”

    Nûr Hemşire tebessüm etti:

    “– Yalnızlık, boynunu bu kadar bükmesin. Bil ki, yalnızların sahibi, kimsesizlerin kimsesi, çaresizlerin çaresi Allah’tır. Çile ve ızdırap zamanlarında ve kimsesizlik ânında, aslında insan daha çok Allâh ile beraber olma imkânı bulur. Yalnızlıktan kurtulur böylece… Bu itibarla bir Allah dostu şöyle der:

    «– Kalabalıklar içinde O’ndan ayrı kalıyor ve kendimi yalnız hissediyorum. Kalabalıktan sıyrılınca da O’nunla beraber olduğum için yalnızlıktan kurtuluyorum.»

    Sonra sıkıntı ve çile dediğin ne ki!.. Hepsi gelip geçici… Üstelik onlar, ebedî bir saâdetin anahtarı… Görmez misin, her kış mevsiminde kar yağar ve toprak üstünde çiçeklerden, bitkilerden eser kalmaz. Tohumlar, karın ve toprağın altında kış boyu çileli bir yalnızlığa bürünürler. Sonra bahar gelir ve o tohumların sahibi hepsine tekrar hayat verir. Ortalık cennet bahçesine döner. Senin de bu hâlinde, hayatının bu zorlu kışında kimbilir nasıl bir bahar saklı…

    Bak, Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

    «Elbette güçlükle beraber, şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.» (el-İnşirah, 5-6)

    Zorlukta Allâh’a sığınırsan, mutlaka arkasından kolaylık gelir.”

    Nûr Hemşire bu şekilde konuştukça Şebnem, ninesinin kendisiyle yaptığı sohbetleri hatırlıyor ve hemşireyi daha çok sevmeye başlıyordu:

    “– Ablacığım, bunlar ne güzel cümleler… Dinledikçe içim açılıyor. İsminiz gibi kendiniz de ışık saçıyorsunuz gönlüme… Zaten sizinle tanışınca ilk olarak isminizle ilgili ninemin anlattığı mânâlar aklıma gelmişti.”

    “– Şebnem, senin de ismin gibi bir kalbin var. Şebnem ismini çocukluğumdan beri severim. O da çok mânâlı… Seherlerde çiçek yapraklarından dökülen cennet kokulu damla… Mü’minlerin, yine seher vaktinde Allâh’ın huzurunda döktükleri muhabbet ve hasret damlası… Her şebnem, düştüğü toprağa hem hayat vermekte, hem de güzel bir râyiha saçmakta… Gözdeki şebnem de gönül toprağını yeşertmekte…”

    Nûr Hemşire, konuşmanın burasında biraz durduktan sonra sordu:

    “– Kitap okumayı sever misin?”

    “– Biraz.”

    “– Eğer okursan, sana bir-iki kitap vereyim. Hem kendini yalnız hissettiğinde sana en güzel arkadaş onlar olur.”

    “– Bilmem ki, okuyabilirsem, olabilir ablacığım.”

    “– Hayatın en büyük gıdâsı okumaktır. Onun için Allâh’ın insanoğluna ilk emri «Oku!» olmuştur. Bir diğer gıda da dinlemek… Bu sebeple büyük Allah dostu Mevlânâ, meşhur Mesnevîsine «Dinle!» diye başlamıştır.”

    “– Ne kadar mânâlı… Fakat okumayı anladım da, dinlemeyi kimden, nasıl gerçekleştireceğim.”

    Nûr Hemşire biraz düşündü. Sonra Şebnem’in kalbine işleyen bir sıcaklıkla konuşmasına devam etti:

     

    “– Bu ifadelerin daha derin ve güzel açıklamalarını dinlemek istersen, bizim her hafta gittiğimiz bir sohbet var. Yunus Dede’nin sohbeti… Dilersen beraber gidebiliriz. İnsan onun sohbetindeyken sanki damladan deryaya yolculuk yapıyor. Hüdâyî Külliyesi’nde her hafta sohbeti var.”

    Şebnem heyecanlandı:

    “– Ablacığım, beni kabul ederler mi?”

    “– Elbette, çünkü orası gelenin geri çevrilmediği büyük bir gönül kapısı…”

    Şebnem, yine ninesinin şefkatli muhabbetini hatırladı. Sanki o dirilmişti de Nûr Hemşire olarak onun gönül yarasını sarmaya çalışıyordu. Hani neredeyse iyi ki kaza geçirdim, diye düşünecekti. Çünkü bu hastanede başka bir şifâya, yani gerçek bir şifâya kavuşmak üzereydi: Gönül şifâsına…

    Ertesi gün taburcu oldu. Ayrılırken Nûr Hemşire, ona külliyeyi tarif etti. Çarşamba günü öğleden sonra yapılacak sohbete mutlaka beklediğini tekrar söyledi. Yıllardır birlikte muhabbetle yaşamış iki kardeş gibi birbirleriyle kucaklaştılar.

    Şebnem, kendisini almaya gelen teyzesiyle birlikte eve döndü. O gece Şebnem’i ilk ziyarete gelen Müge oldu. Onu karşısında gören Şebnem’in ruhuna daraltıcı bir sis çöktüyse de neşeli davranmaya çalıştı. Müge, onu sürekli nefsânî bir âleme çekmeye çalışan cilâlı vitrinler gibiydi. Müge, müjde verir gibi konuştu:

    “– Geçmiş olsun kız. Mâşallah hiçbir şeyin yok!.. Çok sağlammışsın hani. Neyse, o gün arkadaşlar partide sen olmayınca çok üzüldüler. Sırf senin için taburcu olmanın şerefine bir parti daha düzenledik. Sıkı dur, bu Çarşamba günü öğleden sonra oraya gideceğiz!..”

    “– Bu Çarşamba öğleden sonra mı?”

    “– Evet.”

    “– Bir işim var o saatlerde. Gelemem.”

    “– Delirdin mi kız? Bu parti senin için diyorum. Sen olmasan hiçbir mânâsı kalmaz. Arkadaşların yüzüne bir daha nasıl bakarım ben?”

    “– İşim var dedim ya!”

    “– Yahu sana bir hâller olmuş!.. Bak Şebnem, o gün o partiye hiçbir mazeret istemiyorum. Her şey ayarlandı. Sana o gün özel sürprizler de hazırladık. Hem merak etme, elbise meselesini de hallettik. Geçen beğendiğin elbiseden daha güzelini hediye olarak aldık. Bir bilsen orada ne kadar çok alâka göreceksin. Hem son model arabalarla tur da atarız.”

    Şebnem şaşkınlaştı. Teşekkür mü etse, kızsa mı, kabullense mi? Ne yapacağını kestiremiyordu. Kekeledi:

    “– Şey ben, ben…”

    “– Kızım, herhalde hastane duvarları sana iyi gelmedi. Ama yarına hiçbir şeyin kalmaz. Hadi nazlanma. Bu gençlik ve güzellik, bir daha ele geçmez. Sen tam bir artist namzedisin.”

    “– Müge!”

    Müge, ayağa kalktı:

    “– Tamam, biraz dinlendikten sonra bir şeyin kalmaz. Haydi, bana şimdilik müsaade… İki gün sonra Çarşamba günü görüşeceğiz. En güzel günümüz olacak.”

    “– Müge!”

    “– Tamam dedim ya… Unutma o gün, seni bekleyen başkaları da var. Sadece ben değil. Tanıştıracağım biri var ki, anlatamam…”

    Şebnem, bir anda eski girdapların cenderesine girdiğini hissetti. Boğuluyor gibi oldu:

    “– Güle güle…”

    Zengin arkadaşlarının kendisini bu kadar önemsemeleri, gururunu okşamamış değildi. İçinde nefsânî bir dirilme, damarlarını titretiyordu. Ancak uzun müddettir içinde ilk defa parıldayan ışığın solmasını ve sönmesini de istemiyordu. Ama arkadaşlarını ne yapacaktı? Hele verilecek partinin tek ismi olmak gibi bir ilgiye nasıl hayır diyecekti?

    Birden çözülmez bir kararsızlık çöktü içine. Tam kalbinin ortasına yılan gibi çöreklendi. Derin bir of çekti.

    Çarşamba sabahı olduğunda hâlâ kararsızdı. Yegâne arkadaş çevresinin kendisine hazırladığı ve kendisinin de uzun zamandır arzuladığı partiye mi gitmeli, yoksa hastahânede yeni tanışıp da çok sevdiği Nûr Hemşire’nin davet ettiği sohbete mi? Kâh: «Sohbet nasılsa her hafta, ama parti her zaman olmuyor. Bu hafta partiye gitsem, sonra da sohbete gitsem olabilir…» diye düşünüyor, kâh: «Partiye gidersem, belki bir daha sohbete gidemeyebilirim…» diye fikir yürütüyordu. Kâh da: «Sohbete gidersem, bir daha partilere katılamayacağım demektir, yoksa gülerler.» diye rûhunda çalkantılar yaşıyordu.

     

    Bu çalkantılar içindeyken hatırladı. Hastahaneden çıkar çıkmaz ninesini ziyaret edecekti. Nasıl da unuttum diye hayıflandı. Kararsızlıkların girdabından kaçmak istercesine bir kararlılıkla evden çıkıp mezarlığın yolunu tuttu.

    Ninesinin kabri başında gözyaşlarına boğuldu. Ninesinin yıllar önce söyledikleri, sanki bir mendil gibi gönlündeki yaşları siliyordu. Ninesi âdeta onunla konuşuyor, eski nasihatlerini tekrarlıyordu:

    “– Kızım, benim nazlı kızım, gönül çiçeğim, aman hiç solma!.. Allah hep yüzünü güldürsün. Kızım, bunun için yönünü hep Allâh’a dön!.. Unutma ki, bir kimseyi O ağlatırsa, kimse güldüremez. O güldürürse yüzleri, kimse de ağlatamaz. Unutma! Hazret-i Ali’nin de buyurduğu gibi bu dünya bir uykuya benzer. İnsanlar ölünce uyanırlar. Bu uyanış vaktine güzel hazırlanmaya bak!

    Aman kızım, sakın sokak kaldırımlarında biten ve ezilmeye mahkûm olan değersiz çiçeklere aldanma. Unutma ki istikbali Allah verir…”

    Şebnem, orada bir hayli kaldı. Ninesine, ondan öğrendiği kadarıyla defalarca Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okudu. Öğlene doğru mezarlıktan ayrılırken çıkış yolundaki büyükçe bir mezar taşında, Mevlânâ’ya ait şu yazı dikkatini çekti:

    “Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğu­na bak!”

    “Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”

    “Unutma ki, insan da aynı bu mâcerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, ze­vâle mahkûmdur.”

    “Güzelliği ile iftihar eden, ay gibi parlak olan her güzelin yüzüne bak! Sonra da onun burada nasıl kara toprağa döndüğünü gör!”

    “Yani sen aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve bir binânın harâbe hâline geleceği­ni düşün de aynadaki yalana aldanma!..”

    Ninesinden hatırladığı sözler ve Nûr Hemşire’nin anlattıkları ile bu ifadeler bir araya gelince gönlü tekrar kuvvet kazandı. Hele okuduğu son cümle beyninde kıvılcım hâline geldi. Tekrar tekrar parıldayan bir şimşek oldu. İçine çöreklenen gafleti ve nefsânî arzuları yaktı, yaktı. Mezarlıktan ayrıldığında artık Müge’nin davetine gitmeye dair içinde en ufak bir heves kalmamıştı. Mezarlığa bir daha bakıp kendi kendine tekrarladı:

    Aynadaki yalana aldanma!”

    Sonra da kararlı adımlarla Nûr Hemşire’nin dâvet ettiği Hüdâyî Külliyesi’ne doğru yöneldi. Yunus Dede’nin sohbetine katılacaktı. Zira, çalkantılar içindeki muzdarip ruhunu tesellî edecek, huzur ve gerçek şifaya kavuşturacak bir gönül doktoru arıyordu.

    Külliye’ye yaklaştıkça gönlünü tarifsiz bir huzur kaplamaya başladı. Sanki nûrlu ninesinin hayali, kendisine tebessüm ediyordu.

    OSMAN NURİ TOPBAŞ

    DAMLADAN DERYAYA

     

    Sonra ne mi oldu arkası yarın :)...

     


  9. NAZİSM VE SİYONİZM İŞ BİRLİĞİ :

     

    HİTLERİN MEŞHUR BİR SÖZÜ VARDIR : "BİR ZAMANLAR GELECEK YAHUDİLERİN HEPSİNİ ÖLDÜRMEDİĞİM İÇİN BANA KÜFÜR EDECEKSİNİZ."

     

    BANA GÖRE HİTLER BELKİ DE GERÇEKTEN YAHUDİLERİ HİÇ SEVMİYORDU KENDİSİ BELKİ DE HİÇ YAHUDİ DEĞİLDİ. ANCAK YAHUDİLERİ ALMANYADAN ÇIKARMAK VE ONLARDAN KURTULMAK İÇİN SİYONİSTLERİN EMİRLERİNİ YERİNE GETİRDİ.

    HİTLER VE SİYONİZMİN İŞ BİRLİĞİ SONUCUNDA YAHUDİLER ALMANYADAN, vaadedilmiş topraklara Filistine, GÖÇ ETMEK ZORUNDA KALACAKTI. BÖYLECE HEM HİTLER YAHUDİLERDEN KURTULMUŞ OLACAKTI HEM DE SİYONİST ŞEYTANPERESLER, AMAÇLARINA ULAŞACAKALRDI, ki öyle de oldu.

     

    İsrail’in ilk yöneticisi olan David Ben Gurion, 7 Aralık 1938’ de "Labour" Siyonistlerinin önünde açık ve net olarak şöyle der: "Eğer bilsem ki hepsini İngiltere’ye götürerek bütün Almanya (Yahudi) çocuklarının tamamını kurtaracağım ve İsrail toprağına götürerek de ancak yarısını kurtaracağım, ben ikinci çözümü tercih ederim. Zira bizler yalnızca bu çocukların hayatını değil, İsrail halkının tarihini de düşünmek zorundayız."

     

    BU AÇIKCA HİTLER VE SİYONİST LİDERLERİN İŞBİRLİĞİNİ GÖSTERMEKTEDİR.

    (HİTLER GERÇEK BİR YAHUDİ DÜŞMANI OLMASINA RAĞMEN AMACI YAHUDİLERİ ÖLDÜRMEK DEĞİL ONLARI ALMANYADAN ÇIKARMAKTI.ÜSTELİK YAHUDİLERİN ALMANYADAN ÇIKARILMASI İÇİN ŞEYTANLA BİLE İŞBİRLİĞİ YAPMAYA HAZIRIM DİYORDU.O ŞEYTAN SİYONİZM TEŞKİLATI VE ROTHCHİLD Dİ)

     

    Naziler ve siyonistler arasında beklenmedik bir ittifak olur.Tarihler 1935..Sancağında Nazi bayrağı sallanan bir Alman gemisi, ancak geminin adı tel-aviv..Geminin kaptanıda Nazi partisi üyesi bir Alman..Gemi Filistin'in Hayfa limanına gitmektedir..Ve Hayfa limanında çok gizli bir anlaşma yapılır.. Almanya'daki zengin Yahudileri Filistine getirmenin yolları..

     

    (ALMANYADAKİ YAHUDİLERİ FİLİSTİNE GETİREN TEL AVİV GEMİSİ.SANCAĞINDA NAZİ BAYRAĞI VAR VE KAPTANI FANATİK BİR NAZİ PARTİSİ ÜYESİ)

     

    Bilindiği üzere Almanya'daki Yahudiler oradaki Almanlara göre çok daha büyük bir zenginlik içinde yaşamaktadırlar.1800'lü yılların sonlarından itibaren başlayan siyonizm adlı siyasi hareketin amacıda Almanya'daki Yahudileri Filistin topraklarına getirmek ve orada Müslüman halka karşı belli bir çoğunluk elde etmekti. Ama bu iş sandıkları kadar kolay olmadı. Zira Almanya'daki Yahudiler Almanya gibi ferah içinde yaşanan bir ülkeyi bırakıp Filistin'in çöllerine gitmek istemedi. Dolayısıyla o Yahudileri göçe zorlayacak bir sebeb olmalıydı.O da Adolf Hitlerdi..

     

    Siyonizm’in Filistin’e göç davasına ilk karşı çıkanlar yine Yahudilerdir. Avrupa'da ve Amerika'da yaşayan bazı dindar Yahudiler göçe karşı çıkmışlar Filistin’e göçün çılgınlık olduğunu savunmuşlardır.Ve o sıralarda çok gariptir ki Antisemitizm dalgası yayılmaya başlamış ve bu dalga Almanya'da Nazi partisini iktidara getirdiği gibi bu ırkçılık rüzgarından en fazla etkilenenlerde Siyonizm karşıtı Yahudiler olmuştur..Öyle ki Dünya Siyonist örgütü lideri "Chaim Weizmann" Antisemitizm'e olan sempatisini sık sık vurgulamış Nazilerin mantığını savunarak "Almanya'da zaten gereğinden çok Yahudi var" demiştir.

     

    Hitler'de Nisan 1920'de Münih'te yaptığı bir konuşmada Yahudilerin Almanya'dan çıkarılmasının gerektiğini belirtmiş, bunun nasıl yapılacağını soran kişilere "gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmaya hazırım" demiştir. Bununla ebetteki Siyonistleri kastediyordu. Evet, yine o zamanların en etkin Siyonistlerinden

    "Emil Ludwig'de Filistin'e Hitler anıtı dikileceğinden eminim diyordu.

     

    ("DÜNYA SİYONİSTLERİ ADINA HİTLERE MİNNETARIM. EMİNİMKİ İSRAİLOĞULLARI FİLİSTİNE BİR HİTLER ANITI DİKMEK İÇİN KENDİLERİNİ MECBUR HİSSEDECEKLERDİR"

    EMİL LUDWİG [MUSEVİ ALMAN TARİHCİ])

     

    "... Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa'da kurulacak olan Yeni Düzen ile Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarlar oluşturulabilir... Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkündür..."

    (Siyonist terör örgütü Stern (LEHI)nin 1941 yılında Nazi Almanya’sına yaptığı askeri ittifak teklifinden)


  10. Bismillâhirrahmânirrahîm

     

    AYET:

     

    فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

     

    Dünya ve ahiret hakkında düşünesiniz, diye böyle yapıyor. Bir de sana yetimleri soruyorlar. De ki: "Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışıp (birlikte yaşar)sanız (sakıncası yok). (Onlar da) sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyu yapıcı olandan ayırır. Allah, dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.(BAKARA SURESİ 220.AYET)

     

    HADİS

     

    İbnu Mes'ud (ra) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki:

     

    “Düğün yemeği, düğünün birinci günü haktır, ikinci günü sünnettir, üçüncü günü desinler içindir. Kim desinler için iş yaparsa Allah da ona göre muamele yapar.”

     

    (Tirmizi, Nikâh 10)

     

     

    Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur.. âcizliğimize, zayıflığımıza, düşmüşlüğümüze ve muhtaç oluşumuza merhametinle mukabelede bulun.. (aşılmaz gibi görünen) zorlukları bizim için kolaylaştır.. gaye-i hayallerimize hakikat urbası giydir ve bizi dünyada ve âhirette utanılacak durumlara düşmekten muhafaza eyle! Rabbimiz! Kalblerimizi ve bütün kullarının kalblerini imana, İslâm’a ve Kur’ân yolunda hizmete tevcih buyur.. sineleri bize karşı düşmanlıkla köpürüp duranlara karşı yardımcımız ol ve bizi sevip hoşnut olduğun amelleri işlemeye muvaffak kıl... Bütün bunları Senden, yine Senin güzel isimlerinin hakkı için ve Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa hürmetine dileniyoruz Rabbimiz!

    • Like 2

  11. Bu bir beyiy değil ama çok hoşuma gittiği için paylaşmak istedim.

    ‎"Ben eşimle tanıştığım gün, bütün kadınların cenaze namazını kıldım!"

     

    SAMİ YUSUF

    Umarım tüm genç erkekler aynı şekilde düşünür ve emanete aynı özgüvenle sahip çıkarlar..

    • Like 2

  12. Ben okuduktan sonra özet geçtim ama hikayeyi geçtiğimiz günlerde bir dergide okudum beni etkiledi.Sizi de etkileyeceğini düşündüğüm için hemen yazmak istedim forumda da okuyup istifade edin diye.

     

    Her hikayede aklıma geldiği gibi.Mevla istifadenizi ziyade etsin inşallah...

     

     

     

     

    Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...

     

    Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

     

    - "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

     

    Çocuk, ona dönerek:

     

    - "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

     

    - "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."

     

    Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

     

    - "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

     

    Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

     

    - "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"

     

    - "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer vicdn yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

     

    Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

     

    - "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"

     

    Çocuk, başını yanlara sallayıp:

     

    - "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"

     

    - "Indirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."

     

    Çocuk biraz düşünüp:

     

    - "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"

     

    - "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

     

    Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

     

    - "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

     

    - "Ikiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."

     

    - "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

     

    Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. Içerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

     

    - "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

     

    - "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"

    İşte yeni bir hikaye daha özet geçtim ben okuduktan sonra ama şimdiye kadar okuduğum en güzel hikayelerden biri.

     

     

    - "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

     

    Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

     

    - "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "Indirim mevsimini başlattınız ya!"

     

    Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

     

    - "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."

     

    Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,

     

    Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur

     

    Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur

     

    Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir

     

    İşte bu yüzden kendine hiç tahmin etmediğin kadar değer ver..

     

    (Alıntı...)

    • Like 3

  13. Kapıda Binlerce Kişi Vardı. Öldüreceklerdi Hz. Osmanı. ~ Kuran Okudu Biraz, Sonra Şalvar Giymeyen Osman Şalvar Giydi, Sıkıca Bağladı . Sordular Osman Neden Şalvar Giydin. - Dedi Ki ; Bu Gözü Dönmüşler Belki Beni Öldürürken Edep Yerlerim Açığa Çıkar. , Ne Gariptirki Hz. Osman Gibiler Gitttide Dünya Bizim Gibi Edebin Manasını Dahi Unutanlara Kaldı , Ne Garip .

     

    Kalbinizde İlk Sıraya ALLAH'ı Koymazsanız ;

     

    Hem ALLAH'ı Kaybedersiniz , Hem De İlk Sıraya Koyduklarınızı..

     

    Hz. Ömer ( R.a )

     

    Hz. Cebrail , Peygamber Efendimize Geldi Ve Dedi Ki.. ALLAH Buyuruyor Ki , Senden Sonra Yeryüzünde En Büyük mümin EbuBekir'dir.. Hz. EbuBekir'in Makamı Bu Kadar Yükselmişken Yinede Kendini Büyük Birisi Olarak Görmedi Vefatından Kısa Bir Süre Önce Dedi Ki ; Ahh Keşke Hayırlı Birinin Göğsündeki Kıl Parçası Olsaydım - Ne Gariptir Ki Hz. EbuBekir Gibiler Gitti De Dünya Bizim Gibi Kendini Beğenmişlere , Benim Kalbim Temiz Diyenlere Kaldı , Ne Garip..

    • Like 4

  14. Bir camiye bu yönüyle bakmak gelmemişti aklıma. Gözüme hep hoş gelmiştir aslında mimarisi. Gerçi kendisine nazaran fazlaca yüksek duvarları tuhafıma gitmiyor değildi. Tarihçesini de bilmediğimden, kiliseden bozma olduğunu vehmetmiştim.

     

    Aksaray meydanında, -yanlış hatırlamıyorsam- Haşimişcan Geçidi'ne giden yolun solunda, arada kalmış, eski bir cami gözünüze çarpar. Restore edileli çok olmadı. Pertevniyal Valide Sultan Cami. Ortaköy Camiinden bahsedince aklıma o geldi. Çizgileri birbirlerini anımsatıyor. Bakalım wikipedia ne diyor:

    • Sultan II. Mahmut'un eşi ve Sultan Abdülaziz'in annesi olan Pertevniyal Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır.

    • Cami 1869-1871 yılları arasında inşa edildi.

    • Planlarını Sarkis Balyan 'ın çizdiği, hazırlanmasına Hagop Balyan`ın katıldığı da bilinmektedir. Mimarı Montani'dir. Çizim işlerinde, desinatör Osep çalışmıştır. Uygulama ve şantiye yönetimi için Bedros Kalfa ve duvarcı Ohannes ile dülger kolbaşısı Dimitri görevlendirilmiştir.

    • Camii`nin, neogotik tasarımıyla klasik camilerden oldukça farklı bir mimarisi vardır.

    • Caminin çevresindeki eserler : Bir çeşme, bir kütüphane, Pertevniyal Sultan'ın kendisi için yaptırdığı türbeden oluşmaktadır.

    Istanbul-eu29st.jpg

    Arkadaşlar burada bir yanlışı düzeltmek istiyorum müsadenizle.Wikipedia bu konudaki bilgileri nerden bulmuş bilemem ama bildiğim tek bir şey var ki tamamı değil ama çoğunluğu yanlış bir bilgi bu.

     

    Benim evim Okmeydanı'nda iş yerim ise Fatih'te.Okmeydanı tarafından direkt vesait olmadığı içindir ki bende işe gelip giderken önce Eminönü ardından da Eminönü'nden Fatih Vatan Caddesine geçen araçlara biniyorum.Çift vesait yapmak zorunda kalıyorum.Gelip geçerken bu caminin mimarisi hep dikkatimi çekiyor.Ecdadımla gurur duyuyordum.Hatta bazı zamanlar kendime engel olamayıp ezan vakti olmamasına rağmen bu caminin bulunduğu durakta inip caminin içinde öylesine oturup Rabbimi düşünüyordum.Kendi kendime içten içe muhasebe yapıyordum.Sonra o eşsiz ezan sesi kulaklarımda çınlamaya başlayınca irkilip kendime geliyor ve bulunduğum duyguyu bir kenara bırakıp imama uyuveriyordum.

     

    Bir gün Marmara Üniversitesi'inde hoca olan bir arkadaşım Fatih Camiine gelmişti buluşup birlikte eve gidelim dedik.Yine bu caminin önünde inmek geldi içimden.Arkadaşıma dedim ki;"Hocam bu camide ne var bilmiyorum ama beni aşırı etkiliyor.Ya tarifsiz bişey içine gir namaz kıl kendini adaman gereken varlığa ada diyor bana.Sebep ne bilmiyorum ama bu camii aşırı derecede etkiliyor beni.Kim yapmış bu camiyi?"dediğimde de bana dönüp "Gülbeyaz bu cami önceden bir kiliseydi.Bilirsin vakti zamanında fethedilen bölgelerde en büyük kilise camiye çevrilirdi.Ayasofya,Arap Camii,Atik Mustafa Paşa Camii gibi aynı.Bu cami de aslında bir kilise vakti zamanında fethedildikten sonra devrin padişahı tarafından camiye çerilmiş dini yapıtlardan biridir.Ama kimi bunu 2.Mahmut yaptırdı der ki bu aslı olmayan bir saçmalıktır.Bir defa mimarisinden bile anlaşılabilir bu.Kaynaklarda bu çoğunlukla bu iki şekilde geçer.Bundan dolayıdır ki iki şekilde de söylenir.Ama 2.Mahmut sadece burda isim babası gibi bişeydir sultanına verdiği değerden onun ismini vermiştir sonra." dedi.

×
×
  • Create New...