Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

gulbeyaz3424

Üye
  • Content Count

    180
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by gulbeyaz3424


  1. Bu konuyla alakalı olarak çok önemli bir yazı hatırladım.Bu yüzden aradım taradım nette o yazıyı buldum.Çok beğendiğim bir makale.Buyrun birlikte bi daha okuyalım...

     

    Kadın toplum içinde nasıl davranmalıdır?

     

    Müslüman bir kadının toplum içinde nasıl davranması gerektiği ölçüsü ayet ve hadislerde belirtilmiştir. Kur'an ahlakı, tüm insanlara olduğu gibi, kadınlara da olabilecek en güçlü, en sağlam ve en güzel kişiliği kazandırır. Allah'ın, "... Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz..." (Müminun Suresi, 23/71 meali) ayetiyle bildirdiği gibi, Kur'an ahlakı insanlara 'şan ve şeref' kazandırmaktadır. Dolayısıyla bu ahlakı yaşayan bir kadın, saygı duyulacak, onurlu ve vakarlı bir karaktere sahip olur.

     

    İman sahibi insanlar, yaşadıkları toplumdan, ailelerinden ya da arkadaş çevrelerinden aldıkları telkinler her ne olursa olsun, bunları bir kenara bırakır ve Kur'an'da belirtilen Müslüman karakterini yaşarlar. İşte mümin bir kadın da karakterini Allah'ın beğendiği ve hoşnut olacağı ahlakı ölçü alarak, Kur'an'a göre belirler.

     

    Hz. Meryem, bu kişiliği yaşayan kadınların en güzel örneklerindendir. Hz. Meryem cahiliye ahlakını yaşayan bir toplum içerisinde pek çok zorlu imtihanla karşı karşıya kaldığı ve tüm bunlara tek başına karşı koymak durumunda olduğu halde, çok güçlü ve dirayetli bir karakter sergilemiştir. İslam ahlakının, Allah'a gönülden bir imanın, derin bir tevekkül ve teslimiyetin kendisine verdiği güç ile her işinde daima üstün gelmiştir. Karşılaştığı tüm zorluklara rağmen onurunu ve vakarını korumuş, bu özellikleriyle insanlar arasında dikkat çeken bir kişilik ortaya koymuştur.

     

    "Hani melekler: "Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı," demişti." (Al-i İmran Suresi, 3/42 meali)

     

    Müslüman bir kadının tüm tavırlarından, konuşmalarından, hareketlerinden, yüzündeki ifadeden, bakışlarından, gülüşünden ne kadar iffetli ve vakarlı bir kimse olduğunu anlayabilmek mümkündür. İffetli bir kadının doğal bir asaleti, insani bir heybeti ve güvenilir bir kişiliği vardır. Mümin kadının belirleyici bir diğer özelliği ise Allah (cc)'ın Kur'an'da emrettiği üzere giyiminde tesettür ölçülerine dikkat etmesidir. Kur'an'da bu konudaki hüküm şu şekildedir:

     

    "Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Ahzab Suresi, 33/59 meali)

     

    “Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînet yerlerini açmasınlar, bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar, zînet yerlerini, kendi kocalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttalî olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizlemekte oldukları zînetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olursunuz.” (Nûr, 24/31 meali)

     

    İman eden kadınların şerefi olan tesettür, Kur'an-ı Kerim'in, sünnetin ve İslam alimlerinin ittifakıyla sabit olan kesin bir emirdir. Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle söylemiştir:

     

    "Kur'an'ın tesettür emri fıtri (yaratılışa uygun) olmakla beraber; o maden-i şefkat (şefkat kaynağı) ve kıymettar birer refika-i ebediyye (ebedi dost) olabilen kadınları tesettür ile sukuttan (ahlaken bozulmaktan), zilletten ve manevi esaretten ve sefaletten kurtarıyor." (Hanımlar Rehberi, s. 52) Tesettür kadının kalkanıdır, onu kendisine karşı gelebilecek kötülüklerden korur, iffetli, temiz, güvenilir ve emin bilinmesini sağlar.

     

    Kadının sesi yaratılışı icabı dikkat çekicidir. Özellikle ses normalin dışında bir tonda çıkarsa birtakım mahzurları beraberinde getirmektedir ve dinî tabiriyle “fitneye” sebep olmaktadır. Demek ki, haram olan sesin kendisi değil de, kontrol dışı bir mahiyet taşımasıdır.

     

    Ahzab Sûresinin 32. âyet-i kerimesi bu husustaki ölçüyü Peygamber hanımlarının şahsında mealen şöyle veriyor:

     

    “Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer halinize layık bir takva ile korunacaksanız, yabancılarla câzibeli bir şekilde konuşmayın ki, kalbinde fesat bulunan kimse bir ümide kapılmasın. Konuşurken ciddiyet ve ağırbaşlılıkla söz söyleyin.”

     

    Müfessir Vehbi Efendi bu âyeti tefsir ederken, “Söylediğiniz söz fitneye sebep olmasın. Yani cazibeli ve ecânibi şüpheye düşürecek bir halde edalı ve naz ü istiğna ile söylemeyin” şeklinde izah getirmektedir. Elmalılı’nın ifadesiyle “Yayılarak, kırıtarak, sınık, yılışık” olduğunda “kalbi çürük kötülüğe meyilli kimseler” bir ümide kapılırlar. Bundan dolayı da günaha girilmiş olur.

     

    İbni Âbidîn ise meseleye şu şekilde bir açıklık getirir:

     

    “Tercih edilen görüşe göre kadının sesi avret değildir. Yalnız zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki, ‘biz kadının sesi avrettir demekle konuşmasını kasdetmiyoruz. İhtiyaç halinde ve benzeri durumlarda kadının yabancı erkeklerle konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve nağmeli bir şekilde okumalarını caiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini tahrik etmek vardır. (Reddü’l-Muhtar, 1: 272.)

     

    Mahrem olmayan kadına bakmak haram olduğuna göre, onlara dokunmak veya tokalaşmak mutlaka haramdır. Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki: Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız. Peygamber (sav) kadınların elini tutup tokalaşmam, buyurdu (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce). Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor: "Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı" (Müslim).

     

    Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: "Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır." İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II. 170)

     

    Bir kadının eli, yabancı bir erkeğin eline değmesi zaruret yokken haramdır. Bu itibarla, hiçbir ihtiyaca dayanmayan tokalaşmada bu haramlık bahismevzu olur. Yabancı bir erkek yabancı kadınla tokalaşamaz, elini namahremin eline süremez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asv), yabancı bir kadının elini tokalaşmak için tutmanın ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu haber vermiş, namahremin elini tutanın Cehennem ateşi avuçlayacağına işarette bulunmuştur.

     

    Peygamber (sav): "Herhangi bir kimse, bir kadınla yalnız kaldığı takdirde, mutlaka onların üçüncüsü şeytandır." (Tirmizi, Rada' 16) buyurmuşlardır.

     

     

    Sorularla İslamiyet

    Ayrıca mahlas kardeşmizin söylemiş olduğu "feminist" kelimesi ile de bir şe söylemek istiyorum.İslam usulune göre yaşarsak eğer hakikaten feminizmlik birşey yok ortada.Çünkü İslam kadına nasıl değer vermiş hepsini görüyoruz.İslam Hukuku kadını öylesine yüceltmiş ki feministler okusu emin olun ki hepsi ALLAH-U EKBER diye bağırır.Düşünsenize meydanlarda dolaşan cumhuriyet feministleri İslamı gerçekten anlamış ve ALLAH diye bağırıyor. :)

     

     

    Dünyadaki tüm canlıların bütün hayvanat börtü böcek ne var hepsinin sadece erkekleri güzel olduğunu dişilerinin çirkin olduğunu ancak sadece insanın dişisinin güzel yaratıldığını biliyor muydunuz?Kadının dünyadaki en güzel varlık olduğunu biliyor muydunuz?Demek ki tesettür resmen kadının kendini savunma mekanizmasıdır o halde.Bu ve bunun gibi durumlar dinimizin ayrıcalıklarını ve kadına verdiği değeri vurgulamaktan öte geçmez.Haksız olduğumu düşünen varsa beri gelsin...


  2. Şimdi okurken son yazılanları aklıma ne geldi biliyor musunuz?

     

    ÇOCUKKEN !

    Tarzan‘i neredeyse ciplak seyrettik.

    Külkedisi eve gece yarisindan sonra gelirdi.

    Pinokyo yalan söylerdi.

    Robin Hood hirsizdi.

    Pamuk Prenses 7 herifle birlikte ya siyordu.

    Varyemez Amca pintiydi.

    Redkit‘in agzinda kesinlikle sigara vardi.

    Kirmizi Baslikli kiz kirmizilarla ormanda tek basina gezerdi.

    Heman‘in elinde kilic hep nara atip gölgelerin yüce! adindan medet! isterdi.

    Rapunzel saclarini uzatip kuleye erkek alirdi.

     

    Peki simdi izlettgmz Pony, Ben Ten, win x club vs. cizgi filmleri ne ögretyor? En masum ve egitci-ögretci diyebilecgmz Caillou bile Ingilz kültürnü, beslenme sekli ve sosyal iliskilerni vs. sinsice alemlermze yerlestirmyrmu?

     

    ISTE BUNLAR MÜSLÜMAN COCUKLARNIN ZIHNINDE SIRKE YOL AÇAN ve YAVRULARMZI TÜM KUTSAL DEGERLERDEN YOKSUN “DEGERSIZ“ BIRER VARLK HALINE DÖNÜSTÜREN VE ALDATAN TUZAKLAR.

     

    Lütfen cocuklarimza ne izlettigmize ve biz oturup ne izledigmize ÇOK AMA ÇOK DIKKAT EDELIM

    • Like 2

  3. Dünyada altı milyar insan kendi hayatını yaşıyor.

     

    Fakat hiç kimseyi kendi haline bırakmazlar. Ailenin, mahallenin, okulun, patronun, eşin tesirleri insanı sosyal hayatın bir ferdi yapar. İnsan iradesi, denize düşen bir insanın kendisini kurtarmaya çalışmasına benzer. Elbette ki o insan boğulmak istemez, kurtulmak ister. Kocaman denize karşı küçücük bir insan... Amma boğulmak istemeyen o şahıs, denizin büyüklüğünü, dalgaların acımasızlığını değil, nasıl kurtulacağını düşünür...

     

    1952 yılında memuriyete başladım. Çevremdeki arkadaşların içkiyle, kumarla hem sağlıklarını kaybettiklerini, hem fakir düştüklerini hem de itibarsız bir hayat yaşadıklarını gördüm. Böylesi bir gelecekten korkup, o hayattan uzak kalmaya çalıştım.

     

    Anlıyordum ki;

     

    Herkesin kıymeti yaptığı işin kıymeti kadardır.

     

    Herkesin kıymeti, ideali kadardır.

     

    Herkesin kıymeti, tayin ettiği hedefi kadardır.

     

    Mesela Bayram Yüksel ağabey...

     

    1931 yılında Isparta'nın bir köyünde dünyaya gelmiş. İlkokuldan sonra tahsiline devam edememiş. Genç yaşta Said Nursi'yle tanışmış. Risale-i Nurları okumuş, yazmış. Onu tanıdığımda gerçekten "ağabeydi". Hem ilmiyle, hem yüce ahlakıyla bizlere numuneydi. İslamiyet her asırda ve her yerde üstün insanlar yetiştiriyor. Bayram ağabeye bakar, "Şu din ne yüce ki, tahsilsiz bir köylü çocuğunu alim ve arif yapabiliyor." diye düşünürdüm... Hep başkaları için yaşardı. Öğrencilere ev buldu, yiyecek buldu, onları okuttu, hepsi hayatlarını en güzel şekilde düzenlediler. Bir kişinin yüzlerce, binlerce insanın hayatını kurtarmaya sebep olduğunu, onun şahsında bir daha gördüm...

    Bugünün değerleriyle eline milyonlarca lira para geçti. Hepsini başkaları için harcadı. "Dini, şahsî menfaatine alet edenler" gibi ithamları okudukça, "Gidip de bakınız, değil ki şahsî menfaatini düşünmek, imkânlarının bütününü, gecesini gündüzünü, hatta sağlığını başkaları için harcayan adamı görün!" derdim. Gençlerden, tahsil yapanlardan, ticarette başarılı olanlar, hepsi, hepsi onun talebesiydi; o hiçbirinin hocası değildi. "Allah razı olursa, o bize yeter. O razı olmazsa her şey boş kardeşim." derdi... Bulunduğu zamanı en iyi şekilde değerlendirirdi. Gelecekle meşgul olmazdı. "On elimiz olsa Risale-i Nurlara ancak kâfi gelir." derdi...

     

    Çok güzel bir hayat yaşadı. Keşke ona daha fazla, daha fazla yakın olabilseydim... Bediüzzaman, Risale-i Nurlar, dersler, bunlar çölde vahadır...

     

    Hekimoğlu İsmail


  4. Taklitten Hakikate

     

    Nefsiyle güreşen pehlivanların hepsi nefse yenildi. Nefs âlimi de âbidi de yendi, sadece aşk pehlivanını yenemedi. Nefsin ilacı çile, mağara, tabanca, kılıç korkusu değil, Allah aşkıdır. Aşk ve muhabbette öyle bir kudret, güç vardır ki Allah’a aşık olanın nefsi çaresiz kalır, akıllar ona hayran olur.

     

    Allah Rasulü s.a.v. ile Harise b. Malik el-Ensarî r.a. arasında şu konuşma geçti:

     

    – Ey Harise, nasıl sabahladın?

     

    – Gerçek bir mümin olarak sabahladım ey Allah’ın Rasulü.

     

    – İmanının hakikati nedir?

     

    – Dünyadan yüz çevirdim; benim gözümde altınla taşın kıymeti birdir. Gecelerimi ibadetle, gündüzlerimi oruçlu olarak geçiririm. Sanki Rabbimin arşı gözlerimin önündedir. Cennet ehlinin birbirlerini ziyaretlerini görür gibi oluyorum.

     

    Rasulullah s.a.v. “Kim Allah’ın nurlandırdığı birine bakmak isterse Harise b. Malik’e baksın.” buyurmuştur. Kitaplar Hz. Harise’nin sahip olduğu ilmi, ünvanı anlatmadı, sıfatını anlattı. Sahip olduğu ilâhi muhabbeti anlattı.

     

    Tasavvuf da sıfattır, ünvan değildir. Seyr ü sülûkla yönünü Allah’a döndürüp Hakk’ı bilme işidir. Bir şey yapmadan oturup, tasavvuf ehliyim demekle bir şey olmaz. Sabır ve sebatla çalışmak gerekir.

     

    Şeytanın telkin ettiği “Benden bir şey olmuyor!” vesvesesini bırakıp, Hz. Mevlâna’nın dediği gibi, taklit de olsa gerçek de olsa aşıklar gibi hareket etmek Allah’a götürmede kılavuz olur. Zikri bırakmamak, Allah Rasulü’nü ve evliyayı sevmek lazımdır.

     

    Seyr ü sülûk mecaz ile başlar; önce taklittir ama hakikat olarak işin sonuna varır. Hakikat tarafına seyr ü sülûk edecek kimse bir Allah dostu bulur, onu sever. Allah Tealâ, o veliye bağlanarak başlayan aşk-ı mecaziyi, aşk-ı hakikiye çevirir.

     

    Bir insan neyi gaye edinirse, onu sevmeyi de elde eder. İnsanların gayesi neyi sevdiklerinin, neyin peşinde olduklarının, neye ulaşacaklarının da işaretidir.

     

    Tasavvuf hakkında doğru bilgi edinmek gerekir. Mevlâna hazretleri “Bilgisi eksik olan şimşeği güneş sanır.” diyor. Neyin güneş, neyin şimşek olduğunu ayırt edebilmemiz için eksik bilgiyle ileri sürülmüş yorumlara değil, ancak kâmil insanların sözlerine dikkat etmek gerekir. Bu sözlerle seyr ü sülûk edip yol almalıdır.

     

    Allah Tealâ, kulun seyr ü sülûk ile intikal etmesini, bir halden daha iyi bir hale geçmesini istemiştir. Tasavvufî hayat, kalbin gafletini intikal ile muhabbete çevirir. Allah kulunu devamlı intikal ettirir. İbret alırsa Mevlâ’yı bulur, ahmak olursa yolda kalır.

     

    İnsan iki kanatlı olmalıdır. Bir kanadı Allah’tan korkmalı, bir kanadı Allah’ın rahmetini ummalıdır. Çünkü hem cennet hem cehennem vardır. Hem Lütuf hem kahır, hem rahmet hem azap vardır.

     

    Bu can, ceset ve madde olan dünya ile şaşırtılmıştır. Dünyanın lezzeti, şehvet ve gazabı tahrik ederek seni yanıltır.

     

    Bu yanılgıdan kurtulmak için intikal ederek, halleri yolları geçerek akl-ı selim’e ulaşmak gerekir.

    Semerkand Dergisi

     


  5.  

    Tamamen gerçek bir hikayeden alıntıdır. (Lütfen paylaşalım bunu herkes okumalı)

     

    Babamım dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. "Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı. Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar'da savaşmış. Ancak İzmir'in kurtuluşundan sonra köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki? Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale'de !" derdi sık sık. Olur muydu??

     

    Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin... Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...

    "Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb'ül Alem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim...Haydi ! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..."

    Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;

    " Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."

     

    " Kabe Karşımızda... "

     

    Arkadan Of'lu Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "

    O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

     

    Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular...


  6. İmanın insana verdiği ve vereceği faydalarının had ve hesabı yoktur. Bu faydaların bir kısmı dünyada, bir kısmı ahirette görünür.

     

    Dünyadaki Faydaları:

     

    1- Yaratıcısı ve Rabbi olan Allah ile kalbi bağını kurarak hidayetin huzuru içinde olmak ve ondan kopuk yaşamamak.

     

    2- Dünyanın zorlukları karşısında Rabbi'nin kudret ve rahmetini arkasında hissetmek ve ona sığınmak.

     

    3- İmanın, ruhunu aydınlatması ile güzel ahlaklarla donanmak, kötü ahlaklardan arınmak.

     

    4- İmanın, bakış açısını aydınlatması ile tüm kâinatı ve herşeyi nurlu, kıymetli ve Allah'ın değerli sanatları olarak görmek.

     

    5- En çirkin ve şerli görünen olaylarda dahi gizli güzellik ve hikmetleri görmek.

     

    6- İnsanlara ve topluma faydalı ferdler haline gelmek.

     

    7- Böyle faydalı ferdlerden oluşan faziletli toplumlar inşa etmek.

     

    8- İmansızlıktan gelen bütün ruhî ve sosyal yaralardan ve manevi azablardan kurtulmak ya da korunmak.

     

    9- Bütün bu ve benzeri faydaların neticesi olarak, imanın kuvveti nisbetinde dünyada dahi manevi bir cennet hayatı yaşamak.

     

    Ahiretteki Faydaları:

     

    1- Ahirette ebedi mutlu olmak.

     

    2- Allah'ın razı olduğu ve sevdiği seçkin kullarından olmak.

     

    3- Cennet'in saymakla bitmeyen her türlü üstün nimetlerine kavuşmak.

     

    4- Allah'ın sonsuz güzellikteki zatını görmek, onunla sohbet etmek şerefine kavuşmak.

     

    5- Dünyada doyması mümkün olmayan hadsiz ebedi arzularını ahirette tatmin etmek.

     

    6- Kendisi gibi iman eden bütün sevdiklerine ahirette tekrar ebediyen kavuşmak.

     

    7- Geçmişte yaşadığı bütün değerli hatıralarına ve elinden çıkan herşeye yeniden kavuşmak.

     

    8- Gözünden perdenin kaldırılması ile dünyada sebebini ve manasını anlayamayıp merak ettiği herşeyin gerçeğini öğrenmek.

     

    9- İman etmemekten gelen ebedi azablardan ve yalnızlıklardan kurtulmak.

     

    Bediüzzaman Hazretleri bir risalesinde iman eden ve etmeyen kimselerin farkını kısaca şöyle ifade eder:

     

    "Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra (nurlara), esrara (sırlara); ya bilkuvve (ahirette) veya bilfiil (dünyada) mazhardır.

     

    Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete (azablara), âlâma (elemlere) ve evhama manen ve maddeten mübtela olur." (20. Mektub)

    online risale

     

     


  7. Şeytanlar, hayra hiçbir kabiliyeti olmayan, sırf şer işleyen ruhani bir varlık türüdür. “Dumansız ve harareti çok şiddetli bir ateşten yaratılmışlardır (Hicr Sûresi, 27 meali). İblisin asıl adı, Azazil idi. Cenabı Hakkın Hz. Âdeme (as.) secde etme emrinden yüz çevirmesi ve bu secde emrine kibirlenerek isyan etmesinden sonra, “iblis” ve “şeytan” isimlerini aldı.

     

    İnsanlığın manevi terakkisinde, Allaha kulluk vazifesini yerine getirmesinde en büyük engel, şeytandır. Kuran-ı Kerimde şeytan, insan için “adüvv-ü mübin-apaçık bir düşman” olarak tavsif edilmiştir. Cenabı Hak, Kuran-ı Kerimde pek çok ayet-i kerimede müminleri şeytandan istiazeye, yani Allaha sığınmaya davet etmiştir.

     

    Şeytanın en büyük hedefi insanları dinsiz yapmak, ateist yapmaktır. Bunu başaramazsa onları şirke sevk eder.

     

    Şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zalim bir müşrik eder, sefih eder. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan bir dava adamı yapmaya çalışır. Bu onun son hedefidir. Zira, dava sahibi olmayan bir müşrik şeytanın bendesi ise, şirki dava edinenler onun can yoldaşlarıdır.

     

    Şeytan, bütün oyunlarını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen müminlerde taktik değiştirir. Müminin imanına ilişemeyeceğini anladı mı, onun ibadetiyle uğraşır; ibadetsiz bir mümin olmasını arzu eder. Bunu başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nafilelere yanaşmamasını ister. Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibadetiyle meşgûl olmasını, başkalara bir şeyler anlatmamasını arzu eder. Ve mümine şu yollu telkinlerde bulunur: “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar.”

     

    Şeytan, insanı yoldan çıkarmak için birçok hileye başvurur. Bu hile ve desiselerin bazıları şunlardır:

     

    1. Şehvet ve öfke: Bunlar şeytanın insana tesir etme yollarının en büyükleridir. Bu sebepledir ki, hadis-i şerifte: “Şeytan kanın bedende cereyanı gibi insan vücuduna hulul eder. Onun yollarını açlıkla (oruçla) daraltınız.” buyurulmuştur. Çünkü şeytanın insana en büyük hulul yolu şehvettir. Açlık ise şehveti kırar.

     

    2. Hased ve hırs: Hırslı insan, hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur.

     

    3. Tama: Şeytan insana tama ettiği şeyleri çeşitli riya ve hilelerle sevdirir. Öyle ki, adeta tama ettiği şey, insanın mabudu olur.

     

    4. Acelecilik : Acele anında insan düşünmeye fırsat bulamaz. Şeytan da bu anda ona vesvese verebilir.

     

    5. Yoksulluk korkusu : Bu korku, insanı infaktan alıkoyar ve mal yığmaya davet eder.

     

    6. Taassup: Şeytanın kalbe nüfuz ettiği kapılarından biri de kendi meşrebinde olmayan müslümanlara karşı kin tutmak, onları küçümsemektir.

     

    7. İhtilâf

     

    8. Şüphe: Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de cehalet ve gafletleri veya günahlara dalmaları sebebiyle akılları darlaşan bazı kimseleri, akıllarının almayacağı imani meseleler üzerinde şüpheye düşürmesidir.

     

    9. Sui-Zan: Kim bir insan hakkında kötü düşünmeye başlarsa, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde gıybet etmeye sevk eder. Yahut o adamın hakkına riayet ettirmez. Ona hakaret gözüyle baktırır.

     

    Şeytanın hile ve desiseleri, insana nüfuz yolları elbette sadece bunlardan ibaret değildir. Kişilere, devirlere, şartlara göre çok değişik şekiller arz eder.

     

    Zafer Dergisi

     


  8. Şair ne güzel söylemiş:

    Bize bir nazar oldu

    Cumamız Pazar oldu

    Bize ne oldu ise

    Hep azar azar oldu!

    (Arif Nihat Asya)

    Soğuk su dolu kazana atılan kurbağanın, su ısındıkça uyuşup ölmesi gibi azar azar bizden sıyrılıp alınan ya da yavaş yavaş terkettiğimiz değerlerin farkına bile varamıyoruz. Ne kadar duyarsız ve umursamasız. Umursamazlığımız dünyaya değil, ahirete yönelik oluyor genelde. Bir de birbirimize karşı tabi… Elin gavuru (yani bizim ülkede olupta bizden olmayanları kastediyorum) kendi inandığı değerlere karşı bir gayretli, bir çalışkan ki sormayın.

    Uzun zamandır küfür dolu bir blogu yakın markaja aldım. Kendi fikrinden olmayan herkesi küfür yağmuruna tutmuş. Ağzından zehir damlıyor zavallının…

    Adam olamayan bu şahsın tek bir konusu var, o da; TÜRBANLILAR! Modern giyimli ne kadar türbanlı varsa, facebooktan, çeşitli sitelerden resimlerini toplamış, ağza alınmayacak hakaretler eşliğinde blogunda sergilemiş. Dar kıyafetli kızların, belli olan en mahrem kısımlarına ok işaretleriyle dikkat çekmiş. Hatta bazı resimlere montaj yapılmış. Bu şahısla iki uç noktada olmamıza rağmen bir ortak yönümüz var. O da; İkimizinde türbana karşı oluşu. o, kendisini atatürk’çü ve laik olarak adlandırdığı için sokaklarda Türbanlı görmek istemiyor. Ben de türbanı bir tesettür şekli olarak kabul etmediğim için.

    Yazılarındaki bazı kısımları okurken, “Tam da benim gibi düşünüyor” dediğim yerler oluyor; “İslam’da kot pantalon giymek var mı? Bu türban sadece kıl örtüsü mü? Başı örtmek farz da, diğer muhtelif yerleri açmak, caiz mi? İnce çorap giyip bacakları sergilemenin anlamı nedir? Meşhur cemaatteki kadınlar neden hep dar pardösü giyiyor, küçük ve rengarenk eşarp takıyor? Düğünlerde orasını burasını sallayarak oynamanın dindeki hükmü nedir? Parklarda, sokaklarda gayri ahlaki görüntüler sergilemek müslüman kadına, kıza yakışır mı?” diyor. Bu konuda haklı ve aynen bizim gibi düşünüyor.

    Fakaaat şahsın derdi İslam değil. O bizi kendi silahımızla vurmaya çalışıyor. “Bakın” diyor “sizin gibiler ne kepazelikler yapıyor. Giydiği kıyafetten en mahrem yerleri belli oluyor. Bu tip giyinen bir kadın, açıklardan çok daha çekici” diyor.

    ***********************

    Kendini tesettürlü zanneden tüm kardeşlerime soruyorum? Gerçekten tesettürlü müsünüz? Sonra da eğer kendimizi tesettürlü olarak görüyorsak, bunu ne için ve kim için yaptığımızı sorgulayalım.

    Eşarbımızı gören, dönüp bir daha bakıyor mu? Kafamızın arka kısmında belirgin, dikkat çekici bir kabarıklık var mı? Aynaya baktığımızda alımlı bir hanım mı görüyoruz yoksa, sıradan biri gibi miyiz? Arkadan bakıldığında kaba etlerimiz, bel kıvrımımız, önden bakıldığında göğüs çıkıntımız, belli oluyor mu? Her adım attığımız da alttan giydiğimiz pantalon bariz bir şekilde görünüyor mu? Her adımda çıkardığı tak tak sesinden rahatsız olmadan topuklu ayakkabı giyebiliyor muyuz??

    Eğer bu sayılanlar bizde varsa, kusura bakmayalım ama biz İslama göre tesettürlü değiliz. Türbanlı olabiliriz ama bunun adı tesettür değil.

    Öncelikle müslüman bir kadın ne için örtünmesi gerektiğini bilmeli. Örtünün mahiyeti nedir? Nasıl olmalıdır?

    Tesettür, kadını alımlı göstermesin, namahrem bakışları üzerine celbetmesin, vücut hatlarını belli etmesin, kadın çekiciliğini kapatsın diye varsa; makyaj, yaz kış kafanın üstünde duran ışıltılı güneş gözlükleri, dikkat çeken topuklu ayakkabılar, allı pullu çoğu kez ön kısmı bir iğneyle yukarı kaldırılmış eşarplar, nakışlı kıyafetler ve abartılı çantalar tesettürü ifsad eden, amacından saptıran objeler olmaktan başka bir işe yaramayacaktır…

    Çekicilik ve tesettür aynı sahada olamıyor maalesef. Türbanlı olabilirsiniz. Fakat sizi çekici kılan tüm ayrıntılardan sıyrılmadıkça tesettürlüyüm diyemezsiniz.

    Müslüman kadın olmak kolay değil. Allah’ın emrettiği şekilde örtüneyim, Rıza-î İlahi’den ayrılmayayım derseniz, incitici, aşağılayı bakış ve sözlere de göğüs germek durumunda kalırsınız. Tesettür sizi güzel göstermek için değil, cazibenizi gizlesin diye var.

    Kimi kandırıyorsunuz Allah aşkına? Başınıza taktığınız o rengarenk eşarplar, incecik kaşlarınız ve rimelli kirpiklerinizle neyi örtüyorsunuz? Dizlerinizi bile örtmeyen spor kıyafetin altından görünen sütun gibi bacaklarla tesettürlüyüm havasında olmak neyin nesidir?

    Ben bu tarz bir kıyafetin bir şeyleri gizlediğine inanıyorum. Fakat gizlenilmeye çalışılan, cazibe veya güzellik değil. Böyle giyinerek ancak tesettürlü olduğunu, İslamlığını gizlemeye çalışır insan.

    Bu topraklarda önce kadının çarşafı yok edilmeye çalışılmış. Çünkü çarşaf değişime izin vermez. Modelden modele sokulmaz. Modası olmaz. Tesettür(!) moda dergilerine kapak olamaz. Pardesü her değişime açıktır. Dar olur, kısa olur, nakışlı, kemerli olur. Üzerine vakkodan, P.cardinden eşarplar olur…

    Bu firmalar neden çarşaf üretmiyor veya neden müslüman kadının tesettür kıyafetini bu firmalar üstlenmiş?! Neden müslüman hanımlar bu markalardan giyinmeyi bir ayrıcalık olarak görüyor? Genç kızlar niye hep American tarzı converse ayakkabı giymeyi tercih ediyor?

    Müslüman bir hanımın 50 tane kıyafeti, 50 tane eşarbı olur mu? 30 tane ayakkabısı, çantası olur mu? Sadece kıyafetlerini sergilemek için facebook hesabı, blog açan

    güya tesettürlü hanımlar, hatta yeni doğmuş bebeğinin hergün giydiği kıyafeti sergileyip bu da kızımın kombini derken hangi inancın sularında yüzüyor? Tesettüre nasıl kötü bir imaj çiziyor farkında mı acaba? Dinini gereğince yaşamaya çalışan müslüman hemcinslerini nasıl garip bırakıp yalnızlaştırıyor, ötekileştiriyor farkında mı?

    Tesettür kıl örtüsü olamaz asla. Tesettür Allah için büyük bir misyon yüklenen Müslüman kadının bayrağıdır. Bu bayrak şunun veya bunun için değil, falan güzel görsün, filan beğensin, hava olsun diye değil sadece ve sadece Allah öyle emrettiği için taşınır. Komik ötesi bağlama şekilleriyle, köşesinde görünen yahudi firmanın logosuyla bu kutlu emrin gereği örtüyü paçavraya çevirmeye kimsenin hakkı yoktur.

    Ama çevre böyle istiyor, markalı, süslü giyinmezsen toplum içinde dışlanıyorsun diyenlere sorarım; bu çevreyi, toplumu kim oluşturuyor? Niçin bu toplumda şeytanlaşmış insanların sesleri daha gür çıkıyor ve daha çok önemseniyor? Bugün çarşaf giyen, geniş pardesü giyen kadın, uzun başörtüsü takan, ağzını kapatan kadın hor görülüyorsa, bunda tesettürü yozlaştıran her kişinin vebali var.

    Derdini çekmediğimiz, gözyaşı dökmediğimiz, uğrunda savaşmadığımız dava bizim davamız olamaz.

    Öyleyse şu soruyu bir daha soralım kendimize: Gerçekten tesettürlü müyüz? Ya da ”Ey iman edenler iman edin”(Nisa 136) ayetinden aldığım cesaretle şu soruyu da sormak isterim: Biz gerçekten Müslüman mıyız?

     

    ALINTIDIR...

     


  9. Avrupa ülkelerinde bulunduğumda etrafımdaki hiç kimse namaz kılmıyordu. Çünkü onlar Hıristiyan'dı. Kendi kendime sordum: Ben neyim? Ben Müslüman'ım...

    Neremden belli Müslüman olduğum? Şahsi hayatımda Müslümanlığım belli. Fakat sosyal hayatta belli değil. Öyleyse namaz kılmam şart!

    Amerika'da bulunduğum 60'lı yıllar... İzne çıkmıştık. Bir öğle namazı vaktinde okuldan uzaktaydım. Cami yok, kilise kapalı. Parka gittim. Orada ağaçların arasında, çimenlerin üzerinde namaza durdum. İçimde bir sevinç, bir ses... Çok şükür. Namaz kılıyorum.

    Namaz kılacağım yeri seçtim. Gölgeye bakıp kıbleyi tayin ettim. Acayip duygular içindeyim. "Niyet ettim öğle namazının sünnetini kılmaya", demedim... Dedim ki: "Allah'ım ben öyle bir yerde bulunuyorum ki Amerikalı öğretim üyelerine itaat ediyorum. Onlara itaat edip sana itaat etmemek olur mu? Kalbimi çalıştıran, bana hayat veren, sağlığımı devam ettiren, tahsil yapmak için bana akıl veren Allah'ım; Sana hamd için Sana şükür için namaz kılıyorum. Başımı toprağa koyacağım. Esmaül hüsnanın tecellisine karşı kendimi bir hiç hükmünde sayıp kainatın, her şeyin kumandan-ı azamı olan Allah'ım, Sana secde edeceğim. Allahu ekber..." tekbir aldım.

    Hayalim diyor ki, yeryüzü bir mescit, Kâbe mihrap, Resul-ü Ekrem Efendimiz (sas) mânen imam, ben de cemaatim. Çevremde bulunan mahlukat namına Allah'a secde ediyorum...

    Böylesine acîp bir duyguyla rükua eğildim, secdeye gittim.

    Başımı secdeden kaldırmak istemedim. Amerika büyük bir devlet. O devletin büyüklüğü Allahu ekber yanında nokta bile olamaz.

    Secdeden doğruldum. Bir de baktım, bir sürü insan dolmuş etrafıma. Büyük bir kalabalık. Onların ortasında ben namaz kılıyorum. Namazı bitirinceye kadar kalabalık dağılmadı. Selam verdim, kalktım. Kalabalıktan bazı insanlar secde ettiğim yere geldiler. Çimenlerin arasına bakıyorlar. Burada ne vardı ki, bu adam kafasını buradan kaldırmıyor? Sonra önümdeki ağacın gövdesine baktılar. Burada ne var ki bu adam yattı kalktı önünde? Sonunda biri gelip sordu, "Ne yapıyorsun?" Dedim ki: "Ben Müslüman'ım, namaz kılıyorum." Bu sözü söylerken sanki dünyanın tepesine çıkmışım, herkese ilan ediyorum. "Ben Müslüman'ım! Namaz kılıyorum!"

    Namaz, çok uzakta yabancı bir ülkede, gayrimüslimlerin içinde beni İslam sancağı gibi ayakta tuttu. Namaz kıldığımı gören, yanıma gelirdi. Sen Müslüman mısın, derdi. Namaz, hayatıma nurunu serpiyordu...

    Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildir. Zor şartlarda namaz kılmanın çilesi varsa, Allah için çile çekmek en büyük saadet. "Çeşitli sebeplerle namaz kılmıyoruz." diyorlar. Onlara diyorum ki: "Hiç değilse bazen, bir vakit namaz kılmak lazım. O namazla ne oluyor? Müslüman, Müslümanlığını ilan ediyor.

    Midenin gıdasını vermeyince açlığın acısını çekiyoruz. Aynı şekilde adam diyor ki: "Sıkıntıdan patlıyorum!" Niye sıkılıyoruz? Beynimiz ilim ister, kalbimiz ibadet ister. Onların gıdasını vermeyince insan sıkılır. Hiçbir şey yapamazsa televizyonun karşısına oturur, saatlerce kalkmaz. Tabii o halin getireceği bazı psikolojik hastalıklar da olabilir.

    Ben hastalanmadan önce bir gayem vardı: İstanbul'un bütün camilerinde namaz kılmak!.. Bir gün Ortaköy'de, bir gün Eminönü'nde, bir gün Levent'te... 10 yıl önce hastalandım. Camiye gidemiyorum. Yaş ilerliyor, seneler geçiyor. Nereye gidiyoruz? Ahirete. Benim ak saçlarım ahiret biletidir. Yolcuyuz biz. Çantamızı almış gidiyoruz. Çantamızda sevaplar olsun. Namazlarımı yeniden camide kılacak kadar yürüyebilmeyi isterdim.

    Hekimoğlu İsmail


  10. "8 Mart Dünya Kadınlar Günü"nün yaklaşması sebebi ile günlerdir medyada kadın hakları konuşuluyor. Bize daha fazla haklar verilecekmiş. Ben hak falan istemiyorum, onların olsun. Bana gerekli hakları Rabbim vermiş, daha fazlasında gözüm yok.

     

    Yıllardır kadınlara, kadın hakları verip, kadın olmayı unutturdular. Kadınlığın bütün edasını, sedasını, nezaketini kaybettirdiler. "Eşit olacaksınız, güçlü olacaksınız" diye kadınları erkeklerle acımasız bir yarışa sürüklediler. Biz zaten güçlüyüz. Bize gerekli gücü Rabbim vermiş.

     

    Kadının gücü; insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için bütün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

     

    Kadının gücü; iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır.

     

    Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlendirebilir.

    Kadının gücü; şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenmeli...” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: "Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz." mesajı da gayet net okunuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler...

     

    Şişirilmiş güçler elde etmek için erkeklerle yarışa girmek istemiyorum, ben. Onlar benim rakibim değil ki dostum. Rabbim: "Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri (dostları ve yardımcıları) dır." buyuruyor. (Tevbe sûresi 71.âyet-i kerîme)

     

    Biz mümin kadınlar ve erkekler; birbirimizin yardımcısı, tamamlayıcısı, dostu, yeryüzünde birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden Allah'ın halifeleriyiz. Allah'ın adı ile birbirimize helal olur, eş olur, sevgili oluruz. Onun dışında bütün mümin erkeklerle kardeş olur, dost oluruz.

     

    Fakat bizi birbirimize düşman etmeye çalışıyorlar. Bu tuzaklara düşmeyelim. Bazılarına göre; erkekler kötü olmuşlar, erkekler zalim olmuşlar, erkekler cani olmuşlar. Elbette cani, zalim, kötü erkekler var; zalim, cani, kötü kadınlar olduğu gibi.

     

    Sepetten her zaman çürük yumurtalar çıkar. Fakat bir kaç çürük yumurta çıktı diye, bütün yumurtalara çürük demek, kötü niyetli olmaktan başka bir şey değildir. Az olana bakıp çoğunluğu cezalandırmak en büyük adaletsizliktir.

     

    Ayrıca kadına şiddet söylendiği gibi çok artmış değil. Yıllara göre karşılaştırma yapıldığında erkeklerinkiyle paralel bir seyir izlediği ortaya çıkıyor. Genel suç oranındaki sapmaya bağlı olarak ortaya çıkan olağan bir durum var.

     

    Fakat bazılarına şiddet rakamları az geliyor olmalı ki sayıları abartıyorlar, bizi sahte rakamlarla kandırıyorlar.

     

    Herkesin dilinde "her gün beş kadın öldürülüyor" sözü var. "Kadın cinayeti 3, 5,7...oldu" diye söylenen medyadaki rakamlar, erkekleri sindirmek için yapılan psikolojik harekatın ta kendisidir. Bu konuda günlük istatistik tutan bir kurum yok.

     

    Nitekim aynı gün içinde ölenler kadın da olabilir erkek de. Bir gün 5 olan rakam diğer gün 1 olabilir. Erkek oranı fazla olsa erkek cinayetini 5 ya da 10 diye sunmayacakları gibi kadın cinayetlerini rakamla sunmak kadar saçma bir bakış olamaz. Suçun cinsiyeti olmaz. Elde iki ihtimal var; ya kadın ya erkek.

     

    Feminist kadın dernekleri sürekli olarak kadın cinayetlerini gündemde tutmaya çalışıyorlar. Feminist örgütler, kadın cinayetlerinin "cinsiyete dayalı" olarak gerçekleştiğini iddia ediyorlar.

     

    Yani kadınlar, erkeğin uyuşturucu ve alkol alması ya da geçimsizlik ve psikolojik sorunlar gibi nedenlerle değil, cinsiyetinden dolayı "yalnızca kadın olduğu için" öldürülüyorlar. Böyle de sapkın bir bakış açıları mevcut.

     

    Kimse "vayy sen kadınsın, seni öldüreceğim" demiyor bu ülkede, yok böyle bir şey.

     

    Kadın sığınma evlerinde kalan kadınların evden ayrılma sebepleri; alkol, uyuşturucu, ekonomik ya da psikolojik sorunlar yüzünden gelişen şiddette maruz kalmak.

     

    Türkiye'de ki kadın nüfusu 35 milyondan fazla. Kadın derneklerinin iddialarına göre kadınlara "kadın olduğu için" şiddet uygulanıyor ya da öldürülüyor olsa, her gün onlarca kadının kıtır kıtır kesiliyor olması lâzım. Oysa bizim erkeklerimiz de kadın düşmanlığı yoktur; kadına her zaman kıymet vermişlerdir. Şiddetin artmış gibi görünmesinin nedeni şiddetin artması değil, medyanın abartması ve medyadaki kadın yazarların artması ile birlikte kadın köşecilerin belli maksatlarla konuyu sürekli gündemde tutmalarındandır.

     

    Şiddet bir sonuçtur, sebepleri ortadan kaldırılmadan, ceza vererek sonucu ortadan kaldıramazsınız. Şiddetin sebepleri nelerdir? Alkol, uyuşturucu, eğitimsizlik, psikolojik sorunlar, cinsel sorunlar, evlilik dışı ilişkiler, ekonomik nedenler, maneviyat eksikliği...

     

    "Kadınlar şiddet görüyor." diye feryat edenler eğer sözlerinde samimi iseler; aynı hassasiyeti, suça sebep olan nedenlerin ortadan kaldırılmasında da göstermeleri gerekmez mi? Ki samimi oldukları anlaşılsın.

     

    Feminist kadın derneklerin içinden bir tanesinin; alkol kullanımının azaltılması, kontrol altına alınması ya da maneviyat eksikliğinin giderilmesi gibi konularda en ufak bir talebi olduğunu görmedik. Onların tek istediği; erkekler evlerinden uzaklaştırılsın, kollarına kelepçe takılsın, hapse düşsünler, barışmak için eşlerine ve çocuklarına yaklaşamasınlar, ağır maddi cezalar ödesinler, feminist psikologların karşısında kendilerini dünyanın en aşağılık varlığı gibi hissetsinler...Daha da kinlenip dönüp eşlerini öldürsünler umurlarında bile değil. Yeter ki aileler dağılsın.

     

    Kadın dernekleri; mecliste onay bekleyen "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı şiddetin Önlenmesi" kanunun ismindeki "Aile "kelimesine çok itiraz ettiler. "Devlet yine aileyi korudu, kadını değil" diye pankart açtılar. Maksatları kadını ailenin içinden çekip alıp, özgürleştirmek. Daha doğrusu serseri mayın gibi kadınları etrafa dağıtmak.

     

    Bunu yapmak için de hükümetten yardım bekliyorlar. Mecliste onay bekleyen kanun tasarısı, zaten erkekler lehine yeterince ağır cezalar getiriyorken, onlar daha fazlasını istiyorlar. Son dakika yeni kazanımlar elde etmedilerse taslağın son halinden mutlu görünmüyorlardı. Milletvekillerimizin, kanunları aileyi korumak üzerine çıkarmalarını ve cezaları artırmalarını değil, sorunları ortadan kaldırmalarını bekliyoruz.

     

    Avrupa şiddeti önlemek için çıkardığı kanunlarla şiddeti önleyemediği gibi her geçen gün artışı karşısında ne yapacağını bilmiyor. Onlara şifa olmamış bir kanunu alıp hangi umutla yürürlüğe koyabileceksiniz?

     

    Müslüman bir millet olarak kendi çözümlerimizi üretebiliriz. Mesela neler yapılabilir?

     

    1-Alkol yasaklanmalı. Cinayetlerde alkollü olmak, en çok görülen sebeplerden biri. Ülkedeki toplam şiddet oranı da düşer.

     

    2-Uyuşturucu ile mücadele artırılmalı.

     

    3-Medyada aile bağlarını kuvvetlendirecek programlar olmalı.

     

    3-Maneviyatı artıracak çalışmalar yapılmalı. Allah'tan korkan hiç kimseye zulmedemez.

     

    4-Elimizde "Diyanet İşleri Başkanlığı" gibi çok büyük ve zengin bir teşkilatımız var. Diyanetin "aile irşat büroları" var. Ayrıca her mahallede camilerimiz ve din görevlilerimiz var. Din görevlilerimiz aile ve şiddeti önleme konusunda eğitim alsınlar ve yetki sahibi olsunlar. Şiddet görenler polisten önce din görevlilerine başvursunlar. Hocalarımız şiddet gösteren kişiye manevi eğitim versinler, onları ibadete alıştırsınlar. İslam ahlakını öğretsinler. Maddi sıkıntıları varsa cami cemaati olarak yardım toplasınlar, evine yiyecek erzak alsınlar, hanımı çocuğu perişan olmasın.

     

    5-Sonra belediyelerimiz var. Onlar zaten hanımlara pek çok eğitimler veriyorlar. Hanımlara yeterince takı, incik, boncuk öğrettiler. Artık biraz da aile üzerine dursunlar. Şiddet olmadan önce aileleri eğitsinler. Her aile, en az bir kaç ders evlilik ve iletişim derslerine mecburi katılsın.

     

    6-Cinsel eğitimler verilsin. Hem evlenecek olanlara hem de evli çiftlere. En çok cinsel sorun görülen ülkelerden biriyiz. Evliliklerin yıkılmasında da en büyük etken cinsel problemler. Rum suresi 21. âyette Rabbimiz: "Birbirinizde sükun bulasınız, rahatlayasınız diye sizi çiftler halinde yarattık ve aranıza sevgi ve merhamet koyduk." buyuruyor.

     

    Birbirinde rahatlayamayan, çiftlerde öfke ve kırgınlık en üst seviyede oluyor. Cinsel hayatı iyi olan çiftler birbirlerinin hatalarını daha kolay affedebiliyorlar. Cinsellik bilgisi, kedilerden daha fazla olmayan, karı-kocanın evliliğinden ne hayır gelir? Hır gür birbirlerini tırmalayıp dururlar. Bu konuda mutlaka eğitimler verilmeli.

     

    7- Aileye değer veren, manevi hayatı önemseyen yüzlerce sivil toplum kuruluşlarımız var. Onlara bağlı vakıf ve derneklerde aile konusundaki eğitimler artırılmalı. Kadın sığınma evleri açılmalı. Aile düşmanı derneklere karşı birlik olunmalı, cemaat farkına bakılmaksızın ortak çalışılmalar yapılmalı, projeler üretilmeli.

     

    8-Ekonomik sorunlar yüzünden aileler dağılmasın, birbirlerini kırmasınlar, diye mutlaka işsizlik maaşı olmalı.

     

    9-Alkol, uyuşturucu ve ruh hastalığı olan, karısına fiziksel şiddet uygulayan erkeklerin evliliği bitirilmeli ve devlet kadına ve çocuklarına bakmalı.

     

    10-Eğitimler tek taraflı verilmemeli. Erkeğin kadına bağırması psikolojik şiddetse kadının kocasına bağırması da psikolojik şiddettir. Kadın da erkek de eğitim almalı, ayrımcılık yapılmamalı.

     

    11-Kadınları kışkırtanlara fırsat verilmemeli.

     

    12-Boşanmaya karar verenlere yardımcı olacak ücretsiz boşanma danışmanları olmalı. Avukatlara gitmeden onlara gidilmeli. Evlilik kurtarılacak gibi görünüyorsa çiftler yardımcı olacak kurumlara yönlendirilmeli; umutsuz vakaysa boşanmayı kazasız belasız, küfürsüz, şiddetsiz, iki tarafta rahatça atlatabilmeleri için yardımcı olunmalı.

     

    Son olarak bu ülkede hep kadın olmanın zorlukları anlatıldı, hep kadınlar konuştu. Erkekleri hiç dinlemedik, erkek olmanın çok büyük bir avantaj olduğunu zannettik. Oysa erkek olmak da o kadar kolay değilmiş.

     

    Erkek olmanın zorluklarını http://www.cocukaile...ede-erkek-olmak okuyabilirsiniz.

     

    Eminim ki kendi çözümlerimizi uygularsak şiddetle baş etmekte zorlanan Avrupaya da örnek oluruz. Bize de bu yakışır.

     

    Sema Maraşlı - Haber 7

    • Like 1

  11.  

    İslam alimlerinin yazmış olduğu muteber kitaplara bakılırsa kadının yerinin "evi" olduğu gerçeği ayan beyan görülecektir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in "önsöz" ünü yazdığı tek kitap olma özelliğini bünyesinde barındıran merhum Ahmed Davudoğlu Hoca'nın "Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri" (Bedir Yayınevi) adlı son derece kıymetli kitabının en sonunda yer alan "Hayrettin Karaman'ın Marifetleri" adlı başlık altında sizin düşüncenizin ilmi olarak çürütüldüğünü göreceksiniz. Benim fikirlerime itibar etmeyebilirsiniz lakin ehli sünnetin sarsılmaz kalelerinden olan Üstadımızın önsöz yazarak, her harfinin altına imazasını attığını bizlere beyan ettiği bu kitaptaki değerlendirmelere kulak vermeniz insaflı bir yaklaşımın tezahürü olacaktır.

     

    Maalesef ki başta Hayrettin Karaman gibiler olmak üzere kız çocuklarının okutulması ile alakalı çalışmalar yapmak neticesinde şu anda evinde oturup ev hanımı olacak eş adayları islami kesim içerisinde , adeta kibriti ahmer taşı mesabesinde görülmektedir. Bu mevzu kitaplık çapta değerlendirilmesi gerekli bir mesele olduğu için ben naçizane ismini zikretmiş olduğum kitaba göz atmanızı tavsiye etmekteyim.

     

    Bu konularla alakalı küçük çaplı bir değerlendirmem olmuştu. Göz atmak isteyenler için link:

     

    http://www.n-f-k.com...__fromsearch__1

     

    Sayın arkadaşım

    Ebu Halifenin neden o ismi aldığını biliyor musun?İmam-ı Azam'a bir gün sorarlar"hocam neden erkekler 4 eşle evleniyor da kadınlar evlenemiyor?İslam kadınla erkeği bir çok noktada eşit kıldığı halde neden buna müsade etmiyor"İmam-ı Azam o devrin ışığı resmen ne dese ki bilmiyorum diyemez.Biliyorum hiç diyemez bu yalandır bakmış olacak gibi değil araştırmaya karar vermiş.Evine gelmiş.Kızı bir tas çorba pişirmiş ve kendisini beklemektedir.Kızına sormuş çorbayı içerken."Ey kızım,biliyor musun bugün bana bir soru sordular ve ben bu sorunun cevabını bilemedim.Düşündüm düşündüm ama işin içinden çıkamadım."Kızı çorbasını yudumlarken babasına dönüp "Nedir babacığım bu soru sizin aklınızı bu kadar kurcalayan" demiş."Ey kızım.Neden İslamda erkek 4 kadın alabiliyorken,kadın aynı hakka sahip değil?"Kızı gülümseyerek cevap verir."Babacığım o soruyu soranlara de ki 1 bardak suyu tencereye koysunlar.Sonra da üzerine 4 bardak süt koysunlar.Sonra da o sütle suyu ayırsınlar.Bakalım nasıl yapacaklar."O gün İmam-ı Azam kızının gözlerinin içine bakıp bu günden sonra bana İmam-ı Azam değil Ebu Hanife desinler demiş.

     

    Şimdi sen diyeceksin ki Tacir ne alakası var şimdi konuyla.Verilen eğitim kaliteli olmasaydı sence bu soruya verilebilecek bir yanıt bulunur muydu?Bu cevabı veren de bir bayan.Üstelik gelelim annelerimize dedim ya en iyi öğretmen anne.İlk öğretmen anne.Tazir arkadaş sen sabahtan akşiama kadar dışardasın çocuğun eğitimini kim verecek?Anne..Anne kendisi cahil olursa çocuk nasıl eğitim alacak?

     

    Ben İslam'da eğitim konusunda kadına karşı bir ayırım olduğunu düşünmüyorum.Eğer öyle olaydı İslam'ın ilk emri "Oku!"olmaz,ALLAH'ın Rasulu her seferinde ilim ilim diyip kendinden geçmezdi.Demek böyle bir ayırım yok.Dediğin eseri de okumadım ama okuyacağım mantıklı bir açıklaması mutlaka vardır.Üstadın söylediği sözler benim için anayasa kitabı gibidir.Sen kendi tarafından bakıyorsundur konuya da ondan öyle anlamışsındır bence Tazir Arkadaş:D)


  12. kardeşim kusura bakma da müslüman her olaya "İslam gözlüğüyle" bakmaya mecburdur. 8 yıllık eğitim bile müslümanlardan çok şey götürdü şimdi de 12 yıl zorunlu eğitim var. ben belki de kız çocuğumu okutmak istemiyorum. buna nasıl zorunluluk getirilebilir. bu ters tarafından başka bir dayatmadır. nasıl başötrüsü bir problem ise bu dayatma da benim nazarımda bir problemdir. kimin aklına uyuldu da böyle bir çalışma başlatıldı hayret...

     

     

    Şimdi iki arkadaşımız da aslında mantıklı konuşmuş ama eksikler var malesef.Türkiye gibi bir yerde yaşıyoruz.Bazı şeyler siyasal açıdan konuşulup düşünülüp öyle konuşuluyor ülkemizde.Ve ne kötü bişeydir ki ağzı olan yerli yersiz her şekilde konuşuyor ne yazık ki.

     

    Tazir Arkadaşım senin söylediğin 8 yıllık kesintisiz eğitimin çok şey götürdüğü ortada zaten.Ama unutmayalım ki bunu "İmam Hatip arka bahçemizdir."zihniyetinde ki insanlar yaptı malesef.Ama halk olarak koyun gibi güdülmeye alışık olduğumuz için bu sözün ardına çok şeyler sığdırılabileceğinin farkına varmadan yaptık bunu.Sen bu lafı söylersen evet İmam Hatipliden 2 oy fazla alırsın insanlar "Adama bak,helal olsun harbi müslüman"der ve sen mutasıp görüşün oylarını da kendi tarafına çekersin.Ama sonunda ne olur?İmam Hatiplinin beşiği olan orta öğretim kısmını kapatırsın.Bu sayede gençler dinini öğrenmez.Dinini öğrenemeyen gençlik isyankar olur.İsyanklar olan sokaklara taşar.Sokağa taşan gençliğin de elbet içki,kumar,zina ve uyuşturucu batağına saplanır.Lafını ölçüp tartıp öyle konuşmak vardır bizde.Ama nedense bizim siyasilerimizde malesef bu mantık yok:)

     

    Tazir yoldaşımın şurada kullandığı cümle tuhafıma gitti sadece."Belki ben kız çocuğumu okutmak istemiyorum"(!)Mesele kız çocuk erkek çocuk örneği değil bence Tazir.Zina sana da zina bana da.Kumar sana da kumar bana da.Alkol sana da alkol bana da.YAni haram sana da haram bana da.Erkeğe ayrı kadına ayrı muamele mi yapıyor Cenab-ı Hakk kitabında?Ne haram koyduysa ana da aynını koymuş bana da.Senin dediğin mantıkta kızlar okumasın eğitimsiz olsun.Şart değil okumaları evde otursun dantel örsün,fatmagülün suçu olup olmadığını anlasın,aşk-ı memnu ile kimin eli kimin cebinde belli olmayan aile kavramını ortadan kaldıran saçmalıkları izlesin,yesin içsin otursun mantığı.Kadına değer vermeyen batı mantığı seninki.

     

    Tazir İslamda senin dediğinin yeri yok ki.İslam kadın okumasın demez."İlim Çinde de olsa gidip alınız "buyuruyor Peygamber.Yine İslam'ın ilk emri "Oku!"iken ve Kur'an bile böyle bir ayırım yapmazken senin bu ayrımının mantığını anlamadım senin.Kadın ilk öğretmendir.Eğitimli olması gereken babadan çok annedir.Anne çocuğu ilk yetiştiren kimse.Demek ki neymiş aslında kız çocuk erkekten daha fazla eğitimli olmalıdır.


  13. Akşam

    annemle

    babam televizyon

    seyrediyorlardı. Annem, 'Geç oldu', 'zaten yorgun...um,

    ben yatıyorum.'dedi.

    Annem kalktı, mutfağa gitti.

    Çerez-meyve tabaklarını

    çalkaladı

    kaldırdı.

    Sabaha hazır olsun diye

    çaydanlığı doldurdu,

    demliğe çay

    koydu.

    Şekerliğe baktı, dibinde

    az

    kalmış, üstüne

    ekledi.

    Kahvaltı

    için

    buzluktan ekmek çıkardı,

     

    akşam

    yemeği

    için çözülsün diye de eti

    aşağıya koydu.

     

    Kahvaltı masasını hazırlamak

    için masanın

    üstündekileri

    topladı.

    Telefonu

    şarja

    koydu,

    telefon defterini kapatıp

    yerine koydu.

     

    Sonra çamaşır makinesinden

    ıslak çamaşırları çıkarıp

    astı ve makineyi tekrar

    doldurdu.

    Banyodaki

    çöp

    sepetini boşalttı. Islak bir

    havluyu kurusun diye duş perdesinin

    borusuna

    astı.

    Bir

    gömlek

    ütüledi, kopuk düğmesini

    dikti.

    Çiçekleri

    suladı.

    Esneyerek gerindi ve yatak

    odasının yolunu

    tuttu.

    Çalışma masasının yanından

    geçerken durdu,

     

    öğretmene tezkere yazdı, okul

    gezisi için para sayıp

    ayırdı, eğildi, sandalyenin

    altına girmiş ders kitabını aldı, masanın

    üstüne

    koydu.

    Kek tarifleri defterini

    çıkardı,

    arkadaşına söz verdiği tarifi

    bir kağıda yazdı, çantasına

    koydu.

    Bakkaldan alınacakları not

    etti, notu da

    Çantasına

    koydu.

    Sonra gitti, 3'ü 1 arada

    temizleme

    losyonuyla yüzünü yıkadı,

    dişlerini fırçaladı.

     

    Gece kremini ve kırışık

    önleyici nemlendiricisini sürdü.

     

    Tırnaklarına baktı,

    törpüledi.

     

    İçeriden 'sen yatmaya gitmemiş

    miydin' diye seslenen

    babama 'şimdi gidiyorum'

    deyip

    köpeğin

    su

    kabını

    doldurdu.

    Kapıları pencereleri kontrol

    etti,

    holdeki lambayı

    yaktı.

    Kardeşimin

    odasına gitti, oğlan

    uyumuş,

    lambasını

    söndürdü, bilgisayarını

    kapattı, gömleğini astı, yerdeki kirli çorapları

    toplayıp sepete

    attı.

    Bana

    geldi,

    'haydi yat artık, biraz da

    yarın çalışırsın,' dedi.

     

    Kendi odasına gitti, saati

    kurdu, ertesi gün

    giyeceklerini

    hazırladı.

    6 maddelik acil işler

    listesine 3

    madde daha

    ekledi.

    Kendi kendine iyi geceler

    diledi,

    hayallerinin gerçekleştiğini

    gözünün önüne

    getirdi.

     

    İşte o

    sırada

    babam televizyonu kapattı,

    ortaya öylece bir 'ben

    yatıyorum'

    dedi ve gitti yattı.

     

    Sizce bu

    işte

    bir gariplik yok mu?

     

    Kadınların neden daha uzun

    yaşadığını

    merak etmiyor

    musunuz?

     

    ÇÜNKÜ BİZİM YAPIMIZ UZUN

    ÇEKİŞLİ (ve

    işimizi bitirmeden öyle çabuk

    çabuk ölemeyiz)!


  14. Çok güzel bi hikaye gerçekten çok etkilendim ve çok duygulandım. Ben ne yapardım gerçekten bilemiyorum. bu arada yazınızın başında söylemlerinizden bi kaç defa daha böyle hikayeler paylaştığınızı anladım eğer doğruysa bu algım hangi bölümde olduğunu yazarsanız sevinirim teşekkür ederim... :shiny:

    Evet muhteşem bir hikaye gerçekten bende çok duygulanmıştım okurken.Ben de ne yapacağımı öyle bir anda tasavvur edemedim.Benzeri hallerle karşılaşanlar neler yapıyor merak ettim sadece.Paylaştığım bir kaç hikaye daha var sanırım serbest kürsüde olsa gerek.O hikayelerde de hep birlikte ağlamıştık zaten


  15. Arkadaşlar aslında sanki hikayelerle karsınıza çıkıyorum gibi hissediyorum kendimi çoğu zaman.Zaaflarıma nasıl yenildiğimin göstergesi olan hikayelerle de karşılaşınca paylaşmadan edemiyorum.Şimdi herkes dürüstçe bu hikayeyi okuduktan sonra "ben ne yapardım acaba?"diye bir düşünsün.Kadın erkek demeden bakalım ortaya nasıl bir sonuç çıkacak?

     

    AY SİMA...

     

     

    Zamanında bir kız sevmiştim

    Hala seviyorum

    Adı Gülçiçek

    Çok güzel biriydi

    Dinine düşkündü.

    Başörtülü bir kızdı.Karşı apatmanda oturuyordu ve balkonları,bizim camın en köşesinden biraz da olsa görünüyordu.Her akşam,gölge gelince balkonda kitap okurdu. Saatlerce.Bazen Ku'an okuduğuna da şahittim.Değişiyordu elindeki kitaplar.Çok'u ve güzel'i sadece Gülçiçek için yan yana kullanabilirdim.

     

    Bir gün,cesaretimi toplayıp karşısına çıktım. Bakkaldan eve dönüyordu. Elinde poşetler. Centilmenlik yapıp alayım dedim ,yardımcı olayım,izin vermedi.

     

    "Sizinle konuşmak istiyorum" dedim.

     

    "Sadece biraz,lütfen..."

    Başı öne eğikti. Yüzüme bakmıyordu. Gözlerinin gözlerime dokunduğunu hiç görmedim. Hiç hissemedim nasıl bir titreme hali olduğunu.

     

    "Ne amaçla?" dedi.

     

    "Size aşığım" dedim,çıkıverdi ağzımdan. Belki biraz daha ağırdan almalıydım. Hoşlandım desem belki de olacaktı bu iş. Aşığım deyince korktu tabi.

     

    "Sizinle konuşmam caiz değil" dedi. "Lütfen,çekilin önümden..."

     

    "Caiz mi? O ne demek?"

     

    "Ve,ek olarak,bu soruyu sorduğunuz için bile aşkınıza karşılık vermem..."

    "?"

     

    Gitti...

     

    Yine uzaklardan seyretmeye tahammül edecektim.

     

    Gitti.

     

    Sesini özleyeceketim...

     

    Gitti.

    Ne de güzeldi gidişi...

     

    Acaba ne kastetmişti? Caiz ne demek harbi? Başörtülü bir kıza tutulduysan,Kur'an'ı hatim etmelisin oğlum! Farklı bir dilden konuşuyoruz...

    Ertesi gün,sokaktan taşınacağını öğrendim. Ailesiyle birlikte Yalova'ya yerleşiyorlarmış. Emekli olmuş babası. Daha sakin bir şehirde,daha sakin bir hayat düşlüyormuş. Üzüntüden öldüm sandım. Bıçağı alıp tenime değdirince hala nefes aldığımı anlamam uzun sürmedi. Annem görünce intihar ediyorum sanıp ağladı ama ben ona sarılıp teselliye başladım hemen. Yanlış anlaşılmaya mahal yok.

     

    Gitti.

     

    Göremeyeceğim bir daha onu...

     

    Gitti.

     

    Onunla evlenemeyeceğim...

     

    Gitti.

    Ya unutursam?

     

    Merakım içimi deşti. İnternetin başına geçtim ve caiz ne demek onu araştırdım.

    "Caiz, genel olarak ruhsat verilmiştir, günah değildir manasındadır. Fakat, caiz denilen şeyi yapmamak daha iyidir."

     

    Bizim onunla konuşmamız günah mı yani?

     

    Günler geçti,

     

    araştırmalarım sonunda kalbimi ALLAH sevgisi kapladı. Bir ayetin ortasına düştüm ve kendimi oradan kurtarmak istemedim.

     

    "Kalpler ALLAH' ı (c.c.) Anmakla Mutmain Olur //

    Ra`d Sûresi 28. "

     

    Sureler ezberledim.

     

    Abdest almayı öğrendim.

     

    Namaz kıldım.

     

    Kur'an okudum.

     

    Gülümsedim.

    Sadaka dağıttım.

     

    Her şey çok hızlı ilerliyordu. Anladım ki, ALLAH'ın yolunda bekleme yoktu... Aylar sonra,bir camiden çıkarken, Gülçiçek'e rastladım. Ayaklarım titredi.

     

    Durdum.

     

    "ALLAH" dedim...

     

    İçimden onlarca kez "ALLAH" dedim... Kaç saniyede bir ALLAH denilebiliyordu? Ona bakmamalıydım. Göz zinası, İslam'da haramdı. Ayaklarımla temas kurdum ve yürüyüp evimin yolunu tuttum...

     

    Akşam annem geldi ve beni görücü usulü bir kızla tanıştırmak istediğini söyledi. Onunla evlenirsem,çok iyi bir yuvam olurmuş. Ahlaklı,güzel ve şefkatli bir eş...

    Gülçiçek'i unutmanın sağlıklı bir yöntemiydi belki de. Tamam dedim,olsun.

     

    Kabul...

     

    Odadan içeri girdim, mavi bir elbise içinde,başörtülü bir kız arkası dönük duruyordu.

     

    "Selamun Aleykum..." dedim.

     

    "Aleykum Selam" dedi ve yüzünü bana çevirdi...

     

    "Artık caiz" dedi,

    "Konuşabiliriz...

     

     

     

    (1.3.12 Alıntı)

     

    • Like 1

  16. Vaktin birinde Türkiye'de gene geleneksel bir darbe olmuş askerler yönetimi ele geçirmiş ve Kenan Evren

    "Aziz Yurttaşlarım;

    Bir defa daha belirliyorum ki..."diye başlayan konuşmasıyla yönetime el koymuş komutan,subay,erbaş ve erler olarak hepsinin vatan ve milletin huzuru mutluluğu ve refahı adına(!)herşeylerini gerekirse canlarını bile koyabileceğini Türk milletine anlatmıştır ulusal devlet kanal ve radyosuyla.

     

    Tabi o zamanlarda devlet başımızda ama öyle özel kanallar yok böyle radyolar da da dj ler fink atmıyor.Hukumet aleyhine birinin bişey söylemek ne haddine.Sağ-Sol yukarı-aşağı derken hapislerde portakalla dayak yersin valla.O zaman tabi Reha Muhtarlar çıkıp bıçaklanan adama"canınız yandı mı"gibi sorular sormaz,her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsak demez,Uğur Dündarlar "Sayın izleyiciler gün geçmiyor ki"diyerek abuk sabuk haberler sunmazdı.

     

    Halk eğitimsiz cahil zaten.Konuşmaktan anlamaz önüne ne verirsen onu sürdürüp giderdi.Koyun gibilerdi aynı nereye sürüldüğünü bilmezler önüne bi avuç ot verince susarlardı.Genç zihinlerin memleket meseleleri hakkında fikri çok ama zikri azdı.Konuşamazlardı.Halk cari açık filan nedir bilmezdi hiç(hoş şimdi sorsan cari açık ne diye hiç kimse bilmez ve zavallı halkım cari açığı devletin bir birimi,yurt içi hasılayı da devletin kendisine para verdiği bir kurumu ve ya yiyecek birşey sanar o ayrı.)İşte bu darbeden sonra da Turgut Özal Bülent Uluslu hükumeti ile ekonomiden sorumlu devlet bakanı olacaktır.Özal Kenan Evren'e

    "Efendim ülkemizde cari açık şu kadar olmuştur"diyerek her ay bilgi vermektedir.İşler gün geçtikçe kötüye gitmekte içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.Bir gün yine Özal,Kenan Evren'in odasına girer panikle;

    "Efendim batıyoruz Türkiye de Cari açık..."diyecekken ve o unutulmaz cevabı alacaktır"Evladım gel buraya geç karşıma.Bundan böyle Türkiye'de cari açık mari açık yok.Yasaaaaaaaaaaaaakkk"diyecektir.

     

    Askeri zeka işte..Cari açık yasak olunca cari açığın ortadan kalkacağını düşünen süper keskin zeka.Darbeyi oluşturacak zekaya sahip insanlar cari açığın ne olduğüundan da bi haberler.Yönetim bunlara kalırsa ooo.. işimiz var.ALLAH Cuntadan da Cuntacılardan da sakındırsın:)12 Eylül den sonrası ve öncesi dersek 15 yıl geri giden haktan geri kalanlarız bence.

    • Like 1

  17. Hz. Zeynep, ailesine sadık, vefalı olmanın zirvedeki örneklerinden. Dünya kadınlığı onu tanımaya çok muhtaç. Toplumumuzda onun hak ettiği kadar bilindiğini söyleyemeyiz. Bu itibarla onun hayatını özetlemeye çalışacağım. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü ve’s-selâm’ın kızlarının yaşça en büyüğü. Kasım’dan sonra evlâtların ikincisi. Hicretten 23 yıl önce Efendimiz 30 yaşında iken dünyaya geldi.

     

    Annesi Hz. Hatice (r.a) ile beraber on yaşında iken İslâm’la müşerref oldu. Hz. Hatice kadınların ilki ise, Zeynep de genç kızlardan Müslüman olanların ilki. Kendisinden sonra yaklaşık on yıl içinde dünyaya gelen kardeşleri Tahir, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ile (r.anhüm) beraber büyüdü. Annesine ev işlerinde ve kardeşleri ile ilgilenmede yardımcı olması ona erken yaşta iyi bir hayat tecrübesi kazandırdı. Efendimiz’in Hz. Hatice’den olan altı çocuğunun tamamı M. 610’da başlayan bisetten önce dünyaya geldi. Yaklaşık on iki yılda altı çocukla şenlenen kutlu ve görgülü ailede abla olma sorumluluğu, ona erken dönemde büyük tecrübe kazandırdı. İki erkek kardeş Kasım ile Tahir’in çocuk yaşta vefatları ailede büyük hüzünlere sebep oldu. Hayat Zeyneb’i pişirip olgunlaştırdı. Çabuk olgunlaşması onu evliliğe hazırladı. Yakın akraba olması itibariyle o, evlerine gelip giden teyzesi Hale’nin oğlu Ebu’l-Âs b. Rebi’nin dikkatini çekmişti. Hz. Hatice de yeğeni Ebu’l-Âs’ı dürüstlüğü, samimiyeti, asaleti, mahir bir ticaret erbabı olması sebebiyle takdir ediyor, kendi çocukları gibi seviyordu. Ebu’l-Âs, baba tarafından Beni Ümeyye sülalesine mensup idi. Ebu’l-Âs’ın ailesi, onunla evlenmesi için Zeyneb’e talip oldu. Hz. Hatice onun bu temayülünü daha önce sezip memnun olmuştu. Hz. Peygamber’in ve Zeyneb'in de uygun görmesi neticesinde muhtemelen on beş yaşlarında iken onunla evlendi. Evlendiği zaman kocası Müslüman değildi. O sırada Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesini yasaklayan hüküm mevcut değildi. Zeyneb'in (r.a) ona münasip üslûp ile İslâm’ı anlatıp teşvik ettiği fakat Ebu’l-Âs’ın Resulullah’a karşı çıkmamakla beraber, kavminin asırlık inançlarını da bırakmaya yanaşmadığı anlaşılıyor. Karı koca birbirini sevip uyum içinde yaşıyordu. Kocası Zeyneb'in dinine müdahale etmiyordu. Karısı da iyi bir eş olarak onu mutlu etmeye çalışıyor, onu sabırla İslâm’a hazırlamaya çalışıyordu. Belki de kocasının, kayın pederi ile karısından dolayı atalarının dinini terk ettiği intibaını uyandırmak istemediğini, dolayısıyla bir “mahalle baskısı” altında İslâm’a girmekten çekindiğini seziyordu.

     

    Peygamberimiz bütün insanlığı şirkten kurtarmak için gönderilmişti. Fakat karşısına en başta çıkan kendi milleti, hattâ akrabaları ve amcası olmuştu. Müslüman olanların sayısı birer ikişer arttıkça kavmi, rahatsızlığını tehdide, daha sonra da işkence etmeye dönüştürdü. Efendimiz “Belâların en şiddetlisi peygamberlere yapılmıştır.” hadîsinin bildirdiği muamelelere maruz kalmaya başlamıştı. Güçsüzleri ve köleleri öldüresiye işkence etmekle kalmayıp Mekke’nin en şerefli ailesinden olmasına, hem de liderlerinden Ebû Talib’in kefaleti altında olmasına rağmen Peygamber Efendimiz’i de aşağılamaya girişiyorlardı. Mesela Kâbe’de namaz kılarken hakaret ediyorlar, secdede iken üzerine deve işkembesi bırakarak ona eziyet etme ve kirletme gibi muamelelere maruz bırakıyorlardı. Efendimiz’in erkek evlâdı kalmayınca, babasına destek verme işinin kendisine düştüğünü düşünen Zeynep onu kolluyor, su götürerek elini yüzünü yıkıyor, teselli etmeye çalışıyordu. Vakti gelince, yaşta altıncı kardeşi Fatıma’nın da bu kollamayı yapıp, bu alçakça işleri yapan erkeklere müstahak oldukları sözleri söylediklerini biliyoruz. El-Ezdi şöyle diyor: “Ben Cahiliye döneminde iken Hz. Peygamber’i gördüm. “Ey milletim, diyordu, Allah’tan başka ilah yoktur, deyin ki kurtulasınız!” Etrafındakiler ise kimisi yüzüne tükürüyor, kimisi başına toprak döküyor, kimisi sövüyordu. Tâ ki gün yarı oldu ve bir kız, elinde su kabıyla geldi. Peygamberimiz ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra ona: “Korkma kızım, dedi, babanın başına bir şey getiremezler.” “Bu kız kimdir?” diye sordum. “Kızı Zeynep’tir, dediler ki güzel bir kızdı.”

     

    Zeynep, kocasının aile içindeki davranışlarından memnun idi. Onu sevip takdir ettiğinden sabırla hidayete ereceği vakti bekliyordu. Zeynep yirmi yaşında iken kadınlık âleminin iftiharı olan annesinin vefatı, Efendimiz gibi dört kızı için de büyük bir imtihan oldu. Aynı yıl, Peygamberimiz’in kefili olan amcası Ebû Talib’in de ölümü bu seneyi “hüzün yılı” hâline getirdi. Baskılar iyice artınca, hattâ Efendimiz’i öldürme plânları başlayınca aziz babası Resul-i Ekrem ve üç kardeşi Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma Medine’ye hicret ederken o şirk kampında kendisine diş bileyen bir ortamda, müşrik bir kocanın evinde kalmaya mahkûm olarak gidemedi. Mekke’de kalan müstaz’afinden (ezilenler, çaresizler) oldu. Ama yıkılmadı, kocasına sadakatini ve ailesine fedakârlığını sürdürdü.

     

    Kocası, Hicret’in ikinci yılı 624’te gerçekleşen Bedir Savaşı’na katıldı. Putperestlere karşı zafer kazanan Müslümanlara esir düştü. Mekke eşrafından yetmiş müşrik savaşta öldürüldü. Yetmiş kişi de esir düştü. Hz. Peygamber, ashabı ile istişare sonucunda esirlerin fidye vererek kurtulabileceklerine hükmetti. Bu esaret Zeynep ve kocası için hayatın en karanlık gecesi oldu. Bu zifiri karanlığın ileride ışığa yol vereceğini sonra öğreneceklerdi. Kâinat sahipsiz değildi. Kalblerin niyazını, mazlumların duasını, samimiliği neticesiz bırakmayan Yüce Yaratıcı’nın takdiri çok sürprizler saklıyordu. Ama o günkü yürek parçalayan durum, gerek Peygamberimiz, gerek kızı Zeynep için dayanılacak bir ıstırap değildi. Bunun dehşetini bizler tahayyül bile edemeyiz: Zeyneb'in karşısında insanlığın Efendisi, hak dini ve adaleti getirmiş babası… Kendisi de onun bildirdiği dine gönülden bağlı, onu inkâr etmenin ebedî Cehennem’e götüreceğini biliyor. Üstelik, zafer kazanmış komutan!.. Öbür yanda O’na düşman safında yer alan kocası!.. Kocasına sahip çıkmak, Allah’ın elçisini, aziz babasını karşısına almak demek!.. Ayrıca hak dine ve aziz babasına gönülden bağlanmış rahmetli annesini de hiçlemek!.. Zeyneb'in kalbi iki taraf arasında parçalanıyordu. Fakat sonunda, kendi konumunda yapması en uygun düşündüğü şeyi yaptı. Kocasını kurtarmak için elindeki avucundaki bütün paraları, hattâ annesinin evlenme sırasında taktığı kolyeyi bile ortaya koyup Bedir’e gönderdi. Esirlerden birinin fidye çıkını gelip açılınca Hz. Peygamber’in gözü içindeki kolyeye takıldı. Daha dikkatle bakınca: “Bu Hatice’nin kolyesi!” dedi. Gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Onun da kalbinin kaç parça olduğunu tasavvur etmeye çalışalım. Bir tarafta Allah’ın verdiği görev... Karşısında düşman kamptaki damadı… Öbür tarafta sevgili kızı… Bir tarafta da hak dini yaymak için düşmanlıklara karşı savaşan dava arkadaşları… Efendimiz bu dramatik ortamda arkadaşlarına: “Fidyeyi almak hakkınızdır; fakat dilerseniz Hatice’nin hatırasını Zeyneb’e iade edip esirini bedelsiz salıverirseniz, bu da sizin takdirinize kalmıştır.” dedi. Ashabı iade etti. Geçen zaman içinde, Müslüman hanımların müşriklerle evlenmemeleri, evli olanların da onlardan ayrılmaları gerektiğine dair hüküm inmişti. Hz. Peygamber, Ebu’l-As’ı gönderirken, bu İlahî hüküm gereği karısı Zeyneb’i serbest bırakıp, almak üzere göndereceği vekillerle Medine’ye gelmesine imkân vermesini istemiş, o da bunu kabul etmişti.

     

    Aslında Zeynep, kocasını eş ve insan olarak beğendiği gibi, o da karısını aynı şekilde seviyordu. Fakat kendi yurttaşlarının gözünde, düşman tarafın komutanının damadı olduğundan, çevresi senelerdir baskı yapıp karısını boşamaya zorluyorlardı. O da cesurca direniyor ve: “Ona bedel olabilecek Kureyş’ten bir kadın bulabileceğimi düşünemiyorum.” diyordu. Peygamberimiz çok geçmeden onu almak üzere Zeyd b. Harise’yi Mekke’ye gönderip kaçırma operasyonunu yapmakla görevlendirdi. Zeyd (r.a) aile içinde büyümüş olup o devir hükümlerine göre Zeyneb'in ağabeyi idi. Zeyneb'in ona güvenmesini sağlamak için Efendimiz yüzüğünü Zeyd’e verdi. Zeyd yola düşüp nihayet Mekke’ye ulaştı ve Zeyneb’i kaçırmak için çareler düşündü. Birkaç gün sonra bir çobana rastladı. Sorması üzerine Ebu’l-As’ın yanında çalıştığını ve davarların Zeynep bint Muhammed’e ait olduğunu söyledi. Zeyd çobana: “Kimseye söylememek şartıyla sana vereceğim şeyi ona teslim eder misin?” dedi, o da kabul edince yüzüğü çobanla gönderdi. Zeynep yüzüğü tanıyıp veren şahsı ve yerini öğrendi.

     

    Kocasının kendisini götürecek vekil geldiğinde gönderme izni vermesi üzerine Hz. Zeynep etrafa belli etmeden, her an yola çıkılabilir diye yolculuk hazırlığı yapıyordu. Ebu Süfyan’ın karısı Utbe kızı Hind ona: “İşittiğime göre babanın yanına gitmek istiyormuşsun?” deyince Zeynep: “Hayır, yok böyle bir şey” der. Hind tekrar “Amca kızı, bana doğruyu söyle. Eğer yolculuğun için ihtiyaç duyduğun bir şey varsa, imkânım var, sana yardımcı olabilirim. Benden gizleme, zîrâ erkekler arasındaki düşmanlık kadınları ilgilendirmez.” dedi. Zeynep der ki: “Ben onun samimi olduğuna kanaat getirmekle beraber, korkumdan yine de gerçeği söylemedim.”

     

    Ebu’l-As, tedbir gayesiyle ortada görünmeksizin hanımını kendisinin kardeşi, Zeyneb’in kayın biraderi Kinane ile gönderdi. Kinane onu Mekke’den çıkarıp Zeyd’in olduğu yere ulaştıracaktı. Zeynep deve üstünde mahfe içindeydi, Kinane deveyi çekiyordu. Kureyşlilerden bunu duyan birkaç kişi arkadan gelip Zituva’da onlara yetiştiler. Onlardan ilk davranan Hebbar b. Esved mahfeye mızrağı ile vurdu. Zeynep bir taşın üstüne düştü. Hamile olan Zeynep darbenin etkisinden ve korkudan karnındaki çocuğunu düşürdü. Kinane, yengesini yiğitçe savunmasına rağmen bu kanlı vaziyette yola devam mümkün olmadı. Onu o zaman Mekke’nin lideri olan Ebu Süfyan’a götürdüler. Beni Haşim’den kadınlar Zeyneb’i görmeye geldiler. Ebu Süfyan da onlara teslim etti. Ebû Süfyan, Zeyneb'in bu hicreti aleniyet kazanınca Mekkelilerin bundan rahatsızlıklarına tercüman olmuş, bu çıkışının onlar için bir züll olacağını, hiç değilse görmeyecekleri bir şekilde, güya bir emr-i vaki olarak kaçmasının uygun olacağını söylemiştir.

     

    Zeynep hayli yıpranmış olarak Medine’de şefkatli babasına kavuşunca Efendimiz: “Zeynep kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” demişti.

     

    Ayrıca damadı Ebu’l-As hakkında; “Aferin, konuştuğunda doğru söyledi. Verdiği sözü de tuttu.” diyerek onu takdir etmişti. Hz. Zeynep Medine’ye gelince Peygamberimiz’in nezdinde kaldı.

     

    Burada bir parantez açarak bu hicretle ilgili bazı sorulara açıklık getirmemizde fayda vardır: Birinci soru: Zeyd’in, Zeyneb'in mahremi olmayan bir erkek olarak onu günlerce süren bir yolculukla Medine’ye getirmesi caiz midir? Bunun cevabını Tahavi (ö. 321/933) gibi bir imam şöyle vermişti: O vakit Zeyd (r.a) henüz Zeynep bint Cahş’i boşamamıştı. Tebenni (evlâtlık) kurumu geçerli idi. Zeyd Peygamberimiz’in evinde büyümüştü. Onun çocuklarının ağabeyisi idi. Evlâtlığın, o devrin asırlık hükmüne göre öz evlâttan ayrılmadığını pekiyi biliyoruz. Öyle ki h.5 (m.627) de nazil olacak Ahzab Sûresi’nin bu kökleşmiş âdeti kaldırmasının o zaman yaşayanların birçoğunun çok zor kabul etmelerinden, evlatlığın gerçek oğuldan ayırt edilmediğini çok iyi anlıyoruz.

     

    İkinci soru: Urve b. Zübeyr, Efendimiz’in, Zeynep hakkında: “Zeynep, kızlarımın en hayırlısıdır. Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” sözünü, teyzesi Hz. Aişe’den nakletmişti. Rivayete göre bunu işiten Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeyne’l-abidin, Urve’ye gidip onu şöyle eleştirmişti: “İşittiğime göre sen Hz. Fatıma’nın en hayırlı olduğunu kabul etmiyormuşsun.” Urve cevaben: “Doğu ile Batı arasında yeryüzündeki her şey bana verilse, yine de Hz. Fatıma’nın herhangi bir hakkını gizlemeye razı olmam. Bundan böyle artık bu olayı nakletmeyeceğim.” Urve’nin bu cevabından şu açıkça anlaşılıyor: “Hz. Fatıma’nın üstünlüğü o kadar aşikârdır ki bunu bilmeyen yoktur. Fakat muayyen bir bağlamda Efendimiz’in Hz. Zeynep hakkında söylediği bu sözü de bilmemizde fayda vardır.” Şevkani bu sözü naklettikten sonra konuyu şöyle açıklamıştır: “Bu hadîste bildirilen hayırlılık, Resulullah’ın “Benden ötürü hayli musibetlere maruz kalmıştır.” ifadesindeki kayıt itibarıyladır, yoksa mutlak surette hayırlılık kasdedilmemiştir. Pekiyi bilinmektedir ki, Hz. Peygamber’in diğer kızlarının faziletleri hakkında nakledilenler, Hz. Fatıma’nın faziletlerinin onda birinden de azdır. Biz bunu ayrıntılı olarak başka yerde pekiyi açıklamış bulunuyoruz.”

     

    Üçüncü soru: Zeynep Medine’ye geldikten sonra Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onun darbe sebebiyle çocuğunu düşürdüğünü öğrenince, çocuğun katili olan Hebbar’ı kısas olarak cezalandırmak için adamlar gönderdi. Fakat gidenler onu öldürme imkânı bulamadılar. Daha sonraki bir zamanda Hebbar İslam’a girdiğini açıklamış, Hz. Peygamber de onu affetmiştir.

     

    Hicretten sonra 6. yılın (628) sonundan bir müddet önce Ebu’l-Âs ticaret kervanıyla Şam’dan dönerken Müslümanların arazisinden geçti. Müslüman hudut nöbetçi askerlerinden küçük bir birlik onu yakaladı. Akşam Medine’de bir haber yayıldı: Müslüman müfrezesi Medine yakınında Mekkelilerin ticaret kervanını, adamları ve malları ile ele geçirmiş. Kervanın başında Ebu’l-Âs varmış. Mekkelilerle savaş hâli sebebiyle harbi kafir durumunda olan Ebu’l-Âs’ın hayat hakkı yoktu. Onun öldürülmesinden endişe eden Zeynep sabahı zor etti. Sabah namazında mescide gidip Hz. Peygamber namazı kıldırmaya başlayacağı sırada, kadınlar tarafından yüksek sesle, bütün mescide duyuracak şekilde:”Ey Müslümanlar! Ben Resulullah’ın kızı Zeyneb’im. Bilesiniz ki Ebul-Âs benim kefaletim altındadır!” Hz. Peygamber selam verdikten sonra Ashabına dönerek: “Benim duyduğumu siz de işittiniz mi?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca, Zeyneb'in teşebbüsünden ancak şimdi haberdar olduğunu söyleyip: “Vallahi, bilin ki Müslümanların en mütevazı olanı da eman verebilir.” dedi. Sonra kızının yanına gidip ona dedi ki: “Himayene aldığın bu kişiyi elinden geldiği kadar iyi karşıla, fakat sakın sana dokunmasın, zîrâ sen ona helal değilsin.”

     

    Peygamber Efendimiz nöbetçi birliğine şu haberi gönderdi: Ganimete mutlak hakkınız var, sizin meşru malınızdır; fakat eğer razı iseniz Ebu’l-Âs’ın mallarını iade ediniz.” Ebu’l-Âs’a İslâmiyet’e girmesi teklif edildi; fakat o reddetti. Üstelik mallarını da istedi: “Benim olsa istemem; fakat bunlar emanet, Mekke’de sahiplerine ulaştırma borcum var.” Müslümanların müsamahası kervandakilerin canları gibi mallarını da bağışladı. Müşterileri ile hesaplarını ayarlama üzere Mekke’ye döndü. İlgililerin haklarını aldıklarına dair ikrarlarını aldıktan sonra, kendi hür iradesiyle İslâm’ı kabul ettiğini ilân etti. “Ben Medine’de Müslümanlığımı ilân etseydim, onlar canımı kurtarmak için İslâm’a girdiğimi zannedeceklerdi. Mekke’deki mal sahipleri de kendilerinin mallarını korumadığımı, emanete hıyanet ettiğimi iddia edeceklerdi. Onun içindir ki bu kararımı şimdi bildiriyorum.” dedi. Sonra Medine’ye hicret etti. Hudeybiye sözleşmesinden altı ay kadar önce idi.

     

    Hz. Peygamber Zeynep ile yeni bir nikâha gerek görmeksizin eski nikâhları ile hanımını Ebu’l-Âs’a teslim etti. Bununla beraber yeni bir mehir ve nikâhla evlendirdiği de bildirilmiştir. Nikâh tazeleme demek suretiyle bu iki rivayeti bağdaştırabiliriz. Böylece birbirini seven, vefa timsali, birbirlerine olduğu gibi başka insanlara da dürüst davranan iki eş, her ikisi yönünden de oldukça çileli geçen uzun bir ayrılıktan sonra birbirlerine kavuşmuşlardı. Senelerce süren sabır, sevgi, vefa, içtenlik Hak Tealâ katında kabul buyruldu, hasretler vuslat ile sonuçlandı.

     

    Zeyneb'in Ali adında bir oğlu ile Ümame adında bir kızı olmuştu. Çocukların Medine’ye ne zaman geldikleri konusunda bir kayda rastlamadım. Anneleri ile birlikte hicret ettikleri hâlde isimleri zikredilmemiş olabilir. Hz. Ali, Hz. Peygamber hayatta iken vefat etmekle beraber tarihi hakkında tam bir kayıt yoktur. Hz. Peygamber’in Ümame omuzunda iken namaza durduğu, secde edeceği sırada onu yanına bıraktığı nakledilmektedir. Hz. Ali, Hz. Fatıma’nın vefatından önce kendisine tavsiyesi üzerine bilahare Ümame ile evlendi. Ondan evladı olmadı. Şehit edildiğinde onun nikâhı atında idi Hz. Zeynep (r.a) çilelerden, özellikle o mızrak darbesinin etkisiyle oluşan hastalıktan kurtulamamıştı. Hz. Zeynep ile kocasının beraberlikleri maalesef uzun sürmedi. Kavuşma ancak bir yıl sürdü. Hicretin 8. senesinde (M. 630) Zeynep (r.anha) otuz yaşında iken vefat etti. Hz. Aişe’nin yeğeni Urve, hicret sırasında darbe sonucunda çocuk düşürmesinden beri hastalığının devam ettiğini bunun için vefatından sonra herkesin onu şehit olarak andığını ifade etmiştir. Hz. Zeynep H. 8 (M. 630) yılında 30 yaşında ahirete göçtü. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü ve’s-selâm, cenazeyi yıkayan Hz. Sevde ile Hz. Ümmü Seleme’ye belinden çıkardığı peştamalını kefen yapılması için verdi. Efendimiz cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı. Kabrinin başında ağladı. Sonra üzgün bir şekilde kabre girdi, kabirden tebessüm ederek çıktı: “Zeyneb'in zayıflığını düşünerek kabir sıkıntısını azaltsın diye Cenab-ı Allah’a dua ettim, O da bunu kabul buyurdu.” dedi.

     

    Asıl adı Lakit olan, daha çok künyesi Ebu’l-Âs ile meşhur olan kocası, Mekke’ye çok bağlı olmakla tanınmaktadır. Nitekim Ebu’l-Âs, hanımının vefatından sonra, aynı yılda fethedilen Mekke’ye yerleşmiştir. Abdullah b. Abbas ile Abdullah b. Amr b. Âs ondan hadis nakletmişlerdir. O da hanımından dört sene sonra H.12 Zilhicce ayında vefat etmiştir. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde vuku bulan Yemame Savaşı’nda şehit olduğu bildirilmektedir.26 Allah onlardan razı olsun. Onların güzel davranışlarını yeni nesillerimizde devam ettirsin.

     

     

     

    ...23/Şubat/2012/Perşembe

    Alıntıdır


  18. 8 yaşında Dersim katliamından ağır yaralı kurtulan Ali Doğan, öldürülen yakınları için ilk tazminat davasını açtı. 1 milyon liralık tazminat davasının muhatabı ise Cumhurbaşkanlığı

    Dersim katliamı ile ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Gerekirse özür dileriz” açıklamasının ardından 8 yaşında katliamdan ağır yaralı kurtulan Ali Doğan ilk tazminat davasını açtı. Bugün 83 yaşındaki Doğan’ın açtığı 1 milyon liralık tazminat davasının muhatabı Cumhurbaşkanlığı.

    Radikal gazetesinin haberine göre,Tunceli Asliye Ceza Mahkemesi Hâkimi Özgür Karaca davayı kabul etti ve Cumhurbaşkanlığı’na tebligatta bulunup iki hafta içerisinde cevap verilmesini istedi. Hakim ayrıca Başbakanlık’tan, elinde Dersim katliamına dair bütün evrakların; İçişleri ve Milli Savunma Bakanlığı ile Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden de Doğan Ailesi’nin öldürüldüğüne dair ellerinde bir belge varsa gönderilmesini karara bağladı. Düzpelit Köyü’nden Ali Doğan, Dersim katliamı sırasında sekiz yaşındaydı. Tüm köy Temmuz 1938’de Geyiksuyu Köyü’nde inşa edilen askeri kışlanın yapımında çalışıyordu. Köylerinde çıkan kireci at ve katırlarla kışlaya taşıyorlardı. Önce bir grup asker, kireç taşıyanları tutukladı. Daha sonra Düzpelit’e giderek, köylüler meydanda toplandı. Ali Doğan, annesi Fayime, dört ve iki yaşındaki kardeşleri Şıh Hasan ile Ali Rıza, dedesi Seyit Ali, amcası Haydar’ın da aralarında olduğu 20 kişi birbirine bağlanarak şimdiki adı Buzlupınar, eski adı Kergene olan mevkiye götürüldü. Grupta bir tek Ali Doğan’ın babası eksikti. Çünkü o, kışla inşaatında çalışıyordu. Kafile iki saatlik yolun sonunda, iddiaya göre, süngülenerek öldürüldü.

    Süngüden yaralı kurtuldu

    Ali Doğan süngülerden payını aldı. Sol arka omzundan ve başından süngülendi. Sol kolu ve sol bacağı yerinden çıktı. Ali baygın düştü. Uyandığında, kanlar içinde ve cesetlerin ortasındaydı. Ali, üç gün boyunca orada kaldı. Dördüncü gün Kergene’den tesadüfen geçen akrabası Veysel Yalçın, Ali’nin sesini duyarak imdadına yetişti. Yaralı haldeki Ali’yi sırtlayıp kurtardılar. Yaklaşık beş gün daha dağlarda saklandılar. Ardından Ali babasına kavuştu. Hayatta kalan Düzpelitliler, yakınlarının cesetlerini, öldürüldükleri Kergene’de topluca gömdüler. Ve başlarına ortak bir mezar taşı diktiler.

    Ali Doğan çok sonra İzmit’e yerleşti. Katliamın tartışılmaya başlandığı günlerde Avukat Barış Yıldırım’a başvurdu. Yıldırım da 27 Ocak 2012’de Tunceli Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmesi bakımından Cumhurbaşkanlığı’nın aleyhine 1 milyon TL’lik manevi tazminat davası açtı. Yıldırım, dava dilekçesinde, Dersim Katliamı’nda insanlığa karşı suç işlendiğini ve bu açıdan zamanaşımı kavramının işlemeyeceğini savundu. Tunceli Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi Özgür Karaca, dilekçeyi 30 Ocak 2012’de kabul etti. Hemen aynı gün ‘davalı’ Cumhurbaşkanlığı’na tebligat yapıp, “İki hafta içerisinde iddialara karşılık yanıt vermesini” istedi. Ayrıca Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’ndan da Ali Doğan’ın akrabalarının öldürüldüğü iddiasına ilişkin bir kayıt olup olmadığını sorup varsa gönderilmesini karara bağladı. Son olarak da Başbakanlık’tan, elinde bulunan Dersim’deki askeri harekâta dair evrakların iletilmesini kararlaştırdı.

    Süngülenenler aynı yere gömüldü

    Ali Doğan henüz 8 yaşındayken 1938 yılında 19 akrabası ile birlikte birbirine bağlanarak askerler tarafından Kergen’e götürülmüş. İddiaya göre, askerler köylüleri süngülerle öldürmüş. Küçük

    Ali ise süngü yarası almasına karşın hayatta kalabilmiş. Üç gün yaralı halde cesetlerle birlikte kalan Ali’yi akrabaları tesadüfen bulmuş. Daha sonra köylüler, öldürülenleri aynı yere gömmüşler ve hepsinin isminin yazılı olduğu bir de ortak mezar taşı dikmişler.

×
×
  • Create New...