Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

gulbeyaz3424

Üye
  • Content Count

    180
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    15

Posts posted by gulbeyaz3424


  1. Bir soru daha sormak istiyorum ben müsadenizle:)

     

    *İslamda ilk selamı o verdi.

     

    *ALLAH RASULU kendisine Mesîhu'l-Islâm diye bir lakap takmıştı.

     

    *Ailesi kervan yolu kesen,soyan,çalan çırpan,eşkiyalık yapan bir aileydi.

     

    *cesareti ve atilganligi ile o kadar büyük bir söhret yapmisti ki, ismini duyan, oldugu yerde korkudan titrerdi.

     

    *Uzun boylu heybetli çok güzel siması olan aşırı zeki bir gençti.

     

    *Çok genç yaşta Hakk Yola girdi ve "Allah'tan baskasina Ibâdet edIlmez. Putlara tapmayiniz, onlardan hiçbir sey Istemeyiniz!"diyerek adeta"LEBBEYK"diye haykırdı.

     

    Kimdir bu İslamı önde giden sahabesi?

    • Like 1

  2.  

    İslam dini haricinde hiç bir din ilahi değildir orada atıfda bulunulan dinler yani hiristiyanlık ve musevilik batıldır. İlahi olma ulviliğinden uzaktır. Beşerin sayesinde bu dinler ifsad edilmiştir. İlahi olarak telaffuz edilmesi sakat bir anlayışın göstergesidir.

     

     

    Burada düşünülen şey çok doğru.Ben ne demek istediğimi yanlış cümle ile anlatmışım.Ancak ben burada şunu anlatmak istemiştim.HOŞGÖRÜ gel ne olursan ol gene gel...İslam gelince evet diğerlerinin hükmü kalktı.Ama Rasul yahudi hristiyan müşrik ayırımı yapmadan sadece HOŞGÖRÜ de bulunmuştur.İBen burada bunu anlatmayı düşünmüştüm ama doğru söylemişsiniz.Yanlış ve yersiz bir cümle olmuş.Telafuzu yanlış anlaşılır olmuş...

    Tekrar özür dilerim hepinizden yanlış anlaşılmaya meyil verdimse...


  3. Kesinlikle doğru cevap:D))

     

    Selman-ı Farisi hazretleri dünyaya hiç rağbet etmezdi. Kendisine gelen bütün dünya malını Allah rızası için dağıtırdı. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca oturur dili ile zikir ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşünürdü ki, bu tefekkürü Peygamber efendimizin "Bir saat tefekkür bin sene ibadetten hayırlıdır" buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince "Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibadet et." Diline de "Ey lisanım, sen de Allahü teâlânın zikrine başla" derdi.

     

    Hanımı anlatır:

    Vefatına yakın bana: "Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir" dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım. Odadan, "Esselamü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resulullahın arkadaşı" diyen bir ses duydum, içeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.

     

    Rabbim hayırlı ilim,hayırlı iman ve hayırlı ölüm nasip etsin.(Selman-ı Farisi gibi)

    ...Amin...


  4. Herkes güzel birer soru sormuş.Şimdi sıra bende

     

     

    Ebû Süfyan kumandasında 10 bin kişilik bir ordu hazırlayan müşrikler, hicretin altıncı milâdın 627'nci yılında Medine üzerine yürüdüler. Peygamberimiz Aleyhisselâm sahabileriyle görüştü. Medine'de kalarak düşmanı karşılamak kararını aldı. Üç bin kişilik bir İslâm Ordusu hazırlandı. Ancak düşman çok kalabalık ve hazırlıklı olduğu için başka tedbirler araştırıldı. Sonrasında bir istişare yapıldı.Sahabeler kurnazca fikirlerini ortaya attılar.Çok büyük askeri dehalar çıktı konuştu.Ancak aralarından birisi İslam tarihinde bir ilk olarak yapılacak o büyük savaş senaryosunu anlattı.Aralarında onlarca savaş gören askeri yetenekleriyle dikkat çeken sahabelere bile parmak ısırttıran cinstendi.Medinenin etrafına 5 arşın uzunluğunda,5 arşın derinliğinde kuyular açılacak ve bu kuyuların önünde savaşılacaktı.Bu sayede müşrikler medine sınırlarının değil içine girebilmek 5 arşından fazla yakşamayacaktı bile.

     

     

    İşte islama bu yönde ışık tutup,geliştirdiği bu savaş stratejisi ile de Peygamberimizin övgülerine mazhar olan bu yiğit kimdir?


  5. Güzel olsun, akıllı olsun, dindar olsun, zengin olsun, kültürlü olsun, şefkatli olsun, ciddi olsun, itaatkâr olsun, esprili olsun hem de hepsi aynı kişide olsun…

     

    Kapris yapmasın, istediğim zaman sussun, yorgunsam anlayış göstersin, hediye falan da beklemesin, canımı sıkmasın, sadece bana baksın, beni düşünsün, sadece benim olsun…

     

    Evlenmeden önce karşı taraftan beklediklerimiz bunlar ve hatta daha da fazlası... Fakat bizim verebileceklerimiz çok az. Hatta hiç beklentisi olmasın en iyisi…

     

    Kendi içimizdeki tutarsızlıklarımız (almak isterken) ve aynı şeyleri bizden bekleyenlere karşı olanca cimriliğimiz, en büyük sıkıntıların ve kavgaların temel nedenleri.

     

    Beklentilerimiz gerçekçi değilse bulabilme ihtimalimiz de yoktur. Ya bulduğumuzu sandığımızı değiştirmeye çalışır, onda olmayanları atfederek yaşarız. Ya da “bulamadık” diye kendimizi dünyanın en şanssız insanı olarak işaretleriz. Hiç dönüp de aynaya bakmadan.

     

    Bir kere, bütün isteklerimizin aynı kişide olmasını beklemek, aynı kediden durumuna göre uçmasını, bazen havlamasını, bazen de kuzu gibi davranmasını beklemek kadar anlamlıdır.

     

    Asgari şartlar uygunsa ve belirlenen “olmazsa olmazlar” örtüşüyorsa, gerisi teferruattır.

     

    Öncelikle ideal birliği şarttır. Karşınızdaki kadın veya adam hayatı hangi gözle görüyor, bakmak lazım. Hayatı keyif peşinde rahat içinde yaşanacak bir yer olarak mı algılıyor, yoksa idealler peşinde gerektiğinde fedakârlık yapılarak yaşanan bir süreç olarak mı algılıyor, bakmak lazım. Öncelemeniz gereken budur.

     

    Kazanılan para kimin tasarrufunda olacaktır ve bu para nerelere nasıl harcanacaktır. Belki para konuları hoş olmadığından bu kadar açık konuşmamak gerekir lakin paranın daha iyi yaşamak için mi, yeteri kadar yaşamak ve diğer ihtiyacı olanlarla paylaşmak için mi kazanıldığı üzerine üstten de olsa değinmek, ileride yaşanabilecek pek çok tartışmayı önleyebilecektir.

     

    Aynı ideali taşımak, dünyaya yakın yerlerden bakmak, sevgiyi güçlendiren bir özellik taşısa da tek başına yetmez! Geçmişte aynı ideal uğruna evlenen abilerimiz ve ablalarımız, idealler realiteyle yer değiştirdiğinde, şimdilerde birbirlerinin canını fazlaca yakıyorlar.

     

    Yani ideal önemli olduğu kadar, kişilikler arası asgari bir uyumun olması da önemlidir. İki tarafın da agresyonu yüksek bir yapıda olması, yürümeyecek bir evliliğin sinyalini taşır.

     

    Huylar da “Tolere edilebilir mi?” diye bakılması gereken özellikler arasındadır.

     

    Bir ilişki için sevgi gereklidir. Fakat aşk, her zaman risklidir! Aşkta eksikleri görmezsiniz, tâ ki ilk etkileri geçinceye kadar… Oysa sevgide beraber olmaktan duyulan mutlulukla birlikte eksikleri hoş görebilme becerisi de vardır. Âşık olsanız bile, bunun tek başına yetmeyeceğini de bilmelisiniz.

     

    İyi bir eşin tek başına size mutluluk getireceğine dair bir mitiniz varsa, unutmayın ki bu da pek gerçekçi değildir. Evet, nikâhta keramet vardır ama mucize yoktur! Siz gerçekten istemedikçe ve mutlu olmaya kalbinizi açmadıkça, âlem birleşse sizi mutlu edemez!

     

    Karşıdaki insanla konuşamıyorsanız ya da onu yürekten dinleyemiyorsanız sorun vardır. Korkularınız, kendiniz olmanızın önüne geçiyordur. İyi bir ilişki için konuşabilmek ve anlaşabilmek, uzun yolda karşılaşabileceğiniz pek çok sorunu halledebilmenin ilk basmağını oluşturur.

     

    Karşınızdaki insan eğer çok usta bir oyuncu değilse -ki çoğu zaman değildir- kendisi ile ilgili ipuçlarını çoğu zaman size altın tepside sunar. Fakat tek şartla, siz görmek isterseniz görürsünüz.

     

    Evlenmek üzere olduğunuz birisi varsa eğer, oturun ve düşünün. Onu ne kadar iyi tanıdığınıza dair sorular sorun kendinize. Arka arkaya beş on cümle kuramıyorsanız işiniz zor…

     

    Âşıksınız ve optimist bir illüzyon kurarak, her şeyin iyi olacağına dair sonsuz bir umut içindesiniz.

     

    Ya da onunla evlilik isteğiniz, sizdeki kör noktaların ve köken ailenizden getirdiğiniz komplekslerin bir devamı... Yani âşık olduğunuz kişi imtihanınız olacak… Olsun bu da kötü bir şey değil, nihayetinde acı çekerek de olsa gelişeceksiniz…

     

    Hayat yolculuğunda kiminle yol almak istediğimize dair, biraz daha farkında olarak bakmak, beklentilerimizin yapay kısmından sıyrılıp olmazsa olmayacak olanları görmeye çalışmak önemli sanırım. Yoksa hep beraber Seyrani’nin şarkısını söyler dururuz en acıklısından:

     

    “İbrişimden nazik saydığım güzel,

    Meğer pulat gibi bükülmez imiş”

    • Like 1

  6. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı hakimiyetinden çıkan Filistin, bu dönemden sonra bir daha barış ve huzura kavuşamadı. Yaklaşık bir asırdır binlerce masum insan İsrail terörünün, katliamlarının, kıyımlarının ve işkencelerinin sonunda hayatını yitirdi. Pek çok insan sakat kaldı. Hiçbir suçu olmayan milyonlarca Filistinli evlerinden ve yurtlarından sürülüp, mülteci kamplarında, açlık sınırında, sefalet içinde yaşamaya mahkum edildi. Tüm dünyanın gözleri önünde halen devam eden bu baskı ve zulme kalıcı bir çözüm getirilebilmesi ve bölgedE hasretle beklenen barışın inşa edilebilmesi için bugüne kadar yapılan tüm girişimler hep başarısızlıkla neticelendi. Batılı devletlerin gözetiminde yapılan suni barış süreçlerinin ise, İsrail'e yeni katliamlar yapması için zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramadığı zaman içinde ortaya çıktı.

     

     

    Öncelikle belirtmek gerekir ki, Filistin'de yaşanan olaylar bir Arap-İsrail Savaşı'ndan çok daha öte anlamlar ifade etmektedir. Filistin'de, hakları ve toprakları işgalci İsrail güçleri tarafından zorla gasp edilmiş Müslüman halkın var olma mücadelesi vardır. Üstelik söz konusu mücadelenin geçtiği topraklar İslam'a göre kutsal mekanların bulunduğu topraklardır. Müslümanların ilk kıblesi olan ve Peygamber Efendimizin mucizevi MİRAÇ yolculuğunun gerçekleştiği Kudüs, Müslümanlar açısından Filistin'in önemini bir kez daha artırmaktadır. Ayrıca Filistin yalnız Yahudiler ve Müslümanlar için değil, Hıristiyanlar için de kutsaldır. Dolayısıyla Filistin topraklarını özellikle de Kudüs'ü tek bir dinin hakimiyeti altında tutmaya çalışmak, sadece bir dinin mensuplarına varlık hakkı tanımaya kalkışmak büyük yanılgıdır. Filistin her üç İlahi dinin mensuplarının bir arada, huzur içinde yaşayabilecekleri, ibadetlerini diledikleri gibi yerine getirebilecekleri bir toprak olmalıdır.-

     

    Ne var ki bugün Filistin'de iki toplum arasında acımasızca bir mücadele devam etmektedir. Bir yandan tam teçhizatlı İsrail ordusu Filistin halkına karşı toptan bir imha operasyonu yürütmekte, öte yandan Filistinli radikal gruplar İsrailli savunmasız insanlara karşı intihar eylemlerinde bulunmaktadır.Filistin sorununu başından sonuna bir roman olarak düşünürsek, Mevcut sorunları şiddete başvurarak çözmeye çalışmanın ne kadar büyük bir hata olduğu ve çözümün ne şekilde gerçekleştirilebileceği kitabın ilerleyen sayfalarında ele alınacaktır.

     

    Ancak bu aşamada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir gerçek vardır. O da Müslüman Filistin halkının tüm dünyanın gözleri önünde ezilip zulüm görmekte olduğu. Filistin'de sivil halk her gün tam teçhizatlı İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olur, milyonlarca insan onlarca yıldır mülteci kamplarında açlık ve sefalet içinde yaşar, kadınlar da dahil pek çok Müslüman İsrail hapishanelerinde türlü işkencelere maruz kalırken, Allah'a inanan ve ahiret gününün hesabından korkan her Müslüman'ın yerine getirmesi gereken çok büyük yükümlülükler vardır. Bu yükümlülüklerin en başında ise, yeryüzünde yaşanan her türlü haksızlık ve adaletsizliğin temelini oluşturan dinsizlik ile fikri alanda gereği gibi mücadele etmek gelmektedir.

     

    Unutmayın ki, siz bu satırları okurken Filistin'de yaşayan ve topraklarını terk etmemek için büyük bir mücadele veren binlerce zayıf bırakılmış insanın mücadelesi, tüm şiddeti ile devam ediyor olacak. Belki işgalci İsrail kuvvetleri Filistin kentlerini veya mülteci kamplarını bombalıyor olacaklar. Veya çocuklar okullarına helikopterlerin açtığı ateş altında gidiyor, bundan elli yıl önce evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılmış olan aileler ise hala kamplarda binbir güçlük altında yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyor olacaklar. Gazze'nin, Batı Şeria'nın, Doğu Kudüs'ün herhangi bir yerinde, herhangi bir köşesinde Filistinliler,"Müslüman" oldukları için, baskı ve zulümgörüyor olacaklar.

     

    Bu nedenle vicdan sahibi her insanın bu durumu göz önünde bulundurması gerekmektedir. Bu zulmün ve acımasızlığın haberlerini her gün gazetelerden okuyor, televizyonlardan izliyorken hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam etmenin sorumluluğu kuşkusuz büyük olur. Nitekim Kuran'da Allah vicdanının sesini dinleyen ve iman eden her insana bu sorumluluğunu hatırlatmakta ve zayıf bırakılmış olanlar için mücadele etmeleri gerektiğini bildirmektedir

    "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve 'Rabbimizbizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib)gönder, bize Katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?"(Nisa Suresi, 75)

     

    Bu emri bilen ve zulüm gören insanların yardımına koşmak isteyenlerin üzerine düşen sorumluluk ise "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun.

    Kurtuluşa erenler işte bunlardıR."(Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle bildirilmektedir. Bu sorumluluk, tüm dünyayı Allah'a iman etmeye, din ahlakının getirdiği güzellikleri yaşamaya davet etmek ve Kuran ahlakının karşısında yer alan din düşmanı ideolojilerle fikri bir mücadele yapmaktır.

     

     

    Sadece bunu bildirmek ve paylaşmak istedim..


  7. https://www.facebook.com/photo.php?v=10150136440012614

     

    Çok güzel okunmuş paylaşmak istedim..

     

     

    Sakarya Türküsü

     

    İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

    Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

    Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

    Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

    Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

    Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;

    Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

    Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

    Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

    Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

    Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

    Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

    Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.

    Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

    Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..

     

    Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

    Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

     

    İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

    Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

    Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

    Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

    Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

    Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

    Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

    Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

    Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

    Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

    Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

    Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

    Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

    Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

     

    Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

    Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

     

    İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

    Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

    Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

    Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

    Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

    Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

    Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,

    Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

    Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;

    Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

    Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

    Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

    Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

    Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

     

    Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

    Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

     

    (1949)


  8. Yazıyı okudum, Edip Yüksel tek kelimeyle reformist bir sapık. Edip Yüksel'in babası olan Sadrettin Yüksel de zamanında Resimli Kuran'ı Türkiye'de savunan tek kişiydi. (Onun da sapıklık derecesi buradan anlaşılabilir)

    http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?sh...pic=8863&hl

     

     

    Edip Yüksel'in nasıl bir sapık zihniyetli insan olduğunu bilmeyen yok ki...Ama babsının da ne olduğunu şimdi öüğrendim.Eee.. ne demişler "Armut dibine düşer."

     

    Adam önüne gelene kabadayılık yaparak bi yerlere gelmeye meshur olmaya çalışıyor neticede.Ama eşiyor bir kuyu,düşüyor hep yüzü koyu...Adam en son bi kaç soruyla birlikte Fethullah Gülen'e saldırmıştı.Çok komkti ama Habertürk'te kendini parçalıyordu..."Cevap ver bana Fethullah!Cevap ver."Buna Harun Yahya'nın yanıtı çok ilginçti"Kimsin sen de o ismi öyle kirli ağzına alıyorsun?Ağzını yıka" diye bağırmıştı:)))

     

    Adam çıkıp"Muhalefet et meşhur olursun"sözüyle kalkmış meşhur olmaya çalışıyor.Kim bu iyi derse tersini yapıyor.Zihniyeti pis bir adam ALLAH hidayet versin.

     

    “Onların kalplerinde hastalık vardır.” buyuruyor. (Bakara: 10)

    Öyle bir maraz ki tedavisi mümkün değil. Ahlâk-ı zemime içinde.Kalbi mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, küfür ve nifak hastalığına tutulmuş kalbi hasta olan bu tip insanlar etrafına da pisliğe bulamaya çalışıyorlar.Cenâb-ı Hakk kalplerini çevirmiş, mühürlemiş olduğu için hakikatı duymazlar ve duymak da istemezler. Çünkü imansızdırlar.RABBİM hidayet nasip etsin...


  9.  

    Hocam bu ne Allah aşkına ya. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ne bunlar şimdi.

     

    Yerden yükselmek için ayağını yere bas

    Sonra fırla göklere haykır orada bas bas

    Şınav, barfiks, mekik derken kolların olur hep kas

    Dünya nedir, diye sorarsan hemen cevap vereyim :

    İçinde kuru üzüm olmayan bir tas.

     

    Al işte bir tane de ben yazdım. Çok basit değil mi? İşte ortalama bir Necip Fazıl okuyucusunun sinir sistemini geren nokta bu. Üstad bu kadar basit yazamaz. İstese de yazamaz. Kalbindeki ve kalemindeki zeka ve estetik buna müsaade etmez. Kimseyi yeteneksizlikle suçlamıyoruz bu arada. Şu yukarıdaki şiirlerin ortalama bir şairin ellerinden çıkması doğal. Bunu Can Yücel yazdı diyebiliriz mesela; sorun olmaz. Jean Claude Van Damme yazmıştır diyebiliriz. Hatta Rus Çariçesi II.Katerina bile yazmış olabilir diye tahmin yürütebiliriz. Uzatmaya gerek yok; Beklenen’i, Çile’yi, Sakarya Türküsü’nü, Kaldırımlar’ı yazan birinin şu yukarıdakileri de yazdığını iddia etmek; söz ordusunun en rütbeli komutanlarından biri olan William Shakespeare’in herhangi bir Kanal D dizisini izlemesi kadar zekice, akıllıca ve dahicedir!

     

    Üstadı gerçekten anlayabilmişsiniz.Valla helal olsun.Söylenecek bir tek söz bile yok bu cümlelerden sonra.Ama ufak bir şey anlatmak istiyorum.Daha yeni oldu evvelki akşam.

     

    Üstadın dili zaten mucizevi şekilde çok farklı.Ağır değil ama basit hiç değil.Okuyan her ne hikmetse kelimelerin anlamını bilmese bile ne demek istediğini anlayabiliyor.İlk okul öğrencisine sor bugün üstadın ne olduğunu çok iyi biliyor.Saçma sapan laf ebelikleri ile yazılan ne olduğu bilinmez satırlarla üstadın isminin basite indirgenmesine çok bozuluyorum..Bir dahiyi ne hallere sokuyorlar görüyoruz.Son zamanlarda da bu çok yapılıyor.Geçtiğimiz günlerde inanır mısınız Goethe'nin sözünü Necip Fazıl diye söyleyen bir akılsızın(ismini vermek istemiyorum)sempozyumuna gittim.Ali Emiri Kültür Merkezinde'ydi sempozyum.Çok ünlü yazarlar,hocalar geldi.Ölüm konulu bir sempozyumdu.Ölümü anlatırken çeşitli ünlü yazar,şair ve diplomatların son sözlerini söyledi konuşmacılardan biri.Necip Fazıl için "Gözlerini kapatmadan evvel;Biraz daha ışık!."dediğini söyledi.Çok şaşırmıştım bunca eserini okudum,hayatını inceledim üstadın ama bu kadar saçma bir sözünü duymadım hiç."ALLAH'a ve O'nun ayetlerine kayıtsız şartsız bağlı biri,hele ki gönderdiği Peygambere bu denli aşık biri böyle saçma bir cümle söyleyebilir mi ki?" dedim.

    Çıkardım telefonu yazdım internete"Biraz daha ışık!.."ölürken kim söylemiş.Alman Goethe çıktı...Sempozyumdan sonra soru sorduğumuz sırada.Sorum yok yalnız okuduğunuz ve konuyu bize anlatmak için olan araştırmalarınıza dikkat edin.Bu söz Necip Fazıl'a ait olmaz."dedim"Nerden anladınız?" dedi."Müneccim olmaya gerek yok.Üstadı tanıyan zaten anlardı.Ama anlamamış olanlar için de ben anlatayım dedim.O söz Goethe'ye ait." dedim.Salondakiler çok şaşırdılar Bu tarz durumlar üstadın yanlış anlaşılmasına sebep oluyor.Hatta insanlara onu yanlış empoze ediyor.Rabbim hidayet versin mi diyeyim ne diyeyim anlamadım doğrusu:)

    • Like 2

  10. http://www.ilahilerdinle.net/1565/Grup-Yenicag--O-Erler-ki

     

     

    O erler ki, gönül fezasındalar

     

    O erler ki, gönül fezasındalar,

    Toprakta sürünme ezasındalar

    Yıldızları tesbih tesbih çeker de,

    Namazda arka saf hizasındalar

    İçine nefs sızan ibadetlerin,

    Birbiri ardınca kazasındalar

    Günü her dem dolup her dem başlayan,

    Ezel senedinin imzasındalar

    Bir ân yabancıya kaysa gözleri,

    Bir ömür gözyaşı cezasındalar

    Her rengi silici aşk ötesi renk;

    O rengin kavuran beyzasındalar

    Ne cennet tasası ve ne cehennem;

    Sadece Allah'ın rızasındalar

    1983

    Necip Fazıl Kısakürek

    Ben doğduğum sene yazılmış çok şahane bir ezgi.Bayılıyorum buna...


  11. Bilidiği üzere Kanuni Sultan Süleyman 74 yıllık ömründe has bahçede boş boş dolaşan ve Hürrem Sultan'ın peşinde koşmuyordu.O muhteşem bir hukumdar,muhteşem bir aile reisi ve şahane eşsiz bir sanatçıydıç.İşte en sevdiğim beyitleri;

     

    Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi

    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

     

    Saltanat dedikleri ancak cihan gavgasıdır

    Olmaya baht u saadet dünyada vahded gibi.

     

    Ko bu ayş u işreti çünkim fenadır akıbet,

    Yâr-ı bakî ister isen olmaya tâat gibi,.

     

    Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü aded,

    Gelmeye bu şişe-i cerh içre bir saat gibi.

     

    Ger huzur etmek dilersen ey Muhibbî fariğ ol

    Olmaya vahdet cihanda kûşe-i uzmet gibi.


  12. Benim msn yazım Bediuzzaman kokuyor;

     

    "Her şey kaderle takdir edilmiştir, kısmetine razı ol ki rahat edesin..."

     

    Kader, büyük ve küçük olmak üzere iki daireden oluşur. Büyük daire insan iradesinin geçerli olmadığı ve tesirsiz kaldığı bir dairedir. Bu büyük dairede insanın iradesi değil, Allah’ın takdiri hükmeder, insan bu dairede mutlak cebir içindedir. Bu daire, insanın başına gelecek her dert musibet, hastalık, sıkıntı, sevinç, nimet ve vesaireyi içine alan bir dairedir. İnsanın hangi ana babadan, hangi memlekette ve hangi şartlar içinde yaşacağını bu daire belirler.

     

    Diğer küçük daire ise insanın cüzi iradesine bırakılmıştır. Bu daire iman veya küfür, günah veya sevap, iyilik veya kötülük gibi şeylerin tercih edildiği bir dairedir. Bunların icadı ve yaratılması yine Allah’a aittir; lakin özgürce seçilmesini Allah sonsuz adaleti gereği olarak insana bırakmıştır. Yani insan iyiliği veya kötülüğü seçer Allah da bu seçileni yaratır. Öyle ise yaratan değil, seçen mesuldür.

     

    "Her şey kaderle takdir edilmiştir, kısmetine razı ol ki rahat edesin." sözü daha ziyade kaderin büyük dairesine bakıyor. Yani insanın seçim alanı olmayan büyük dairedeki takdirlerden insan mesul değildir. İnsan ancak küçük dairedeki seçimlerden mesuldür. Nitekim kader bir yazıdır, bizim önceden ne yapacağımızı Allah ezeli ilmi ile bildiği için oraya yazmış, yoksa küçük dairede, oraya yazdığı için biz yapıyor değiliz. Küçük dairede Allah’ın ilmi bizim yapacaklarımıza tabidir, yoksa biz ona tabi değiliz.

     

    der risalede mana olarak...

    • Like 1

  13. ...

    Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz.

    Allah bilir, siz bilmezsiniz.

    (Bakara/216)

     

    Bazı büyük alimleri vardı hatırlar mısınız bilmem cemaatin;

    Ali Haydar Efendi. Ömrü hapishanelerde geçti. Defalarca içeri aldılar. Hücrelerde tuttular. Yıllarca beton üzerinde sabahladı. Dışarı çıkartıldığında çökmüştü ve hareket edecek hali kalmamıştı. Suçu tarikatçı olmak, hakkı hakikati söylemekti.

    Mahmud Efendi Hazretleri televizyonu eleştirdiği için soruşturma geçirdi. (Yani içeri almak için televizyonu eleştirmek bile bahane olabiliyor.) Defalarca hâkimkarşısına çıkarıldı. Neticede bütün suçlamalardan beraat etti ve bir daha uğraşamadılar.(ki kendisi şu an dünyadaki sayılı müceddidlerden.Belki de teki)

    TİMURTAŞ UÇAR HOCA: Bu gün kasetlerinden bile gençleri coşturan büyük insan. Vefat edeceği sırada 48 ayrı mahkemede yargılanıyordu. Tek suçu düzen hakkında sert konuşmaktan öte cemaat toplama potansiyeliydi. Sohbetlerine iştirak her geçen gün artıyordu. Sorgulamalarda çok işkenceler çekti

    HIZIR HOCA: İsmailağa Cemaatinin önde gelen isimlerindendi. Aynı şekilde etrafında cemaati toplayan bir potansiyeli vardı. Çok sesi çıkıyordu. Caminin içerisinde hunharca katledildi. katil deli denilerek az bir ceza ile dışarı salındı.

    BAYRAM HOCA: Geniş kitleleri coşturan ve aynı şekilde çok sesi çıkan bir hocamızdı. Efendi Hazretlerimiz bol bol kürsüye geçmesini, cemaate sohbet etmesini isterdi. Cemaati Osmanlı ve tarih ile coştururdu. Dinler arası diyaloğa sert mesajları vardı. Yine Efendi Hazretlerimizin emriyle geçtiği kürsüde göğsünden bıçaklanarak şehit edildi. Medya hocanın şahadetini değil, cemaatin yapısını haber yapmıştı. Ünlü bir sanatçıyı yaralayanları üç günde bulanlar, CAMİde öldürülen hocamızın katilinin kimler tarafından azmettirildiğini hala arıyor…

    Evet, Efendi Hazretlerimizin etrafında kim var ise kuş gibi avlıyorlar adeta.

    Şimdi sıra Cübbeli Hocamıza geldi. Artık bu, sağırların bile duyduğu, körlerin bile gördüğü bir gerçekti ki, Cübbeli Hoca bütün gücüyle ehli sünnet müdafaası yapıyor, bidatçilere reddiye yapıyordu. En önemli özelliği ise doğruları canlı yayınlardan, kürsülerden hiç

    çekinmeden haykırmasıydı. Reddiyeleriyle Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, Abdülaziz Bayındır, Zekeriya Öztürk, Ali Rıza Demircan gibi reformist, bidatçi ve hurafelerin ipliğini pazara çıkarırken, yıllar ve paralar harcanarak geliştirilen “Sahte Mehdilik” ve “Dinler arası Diyalog” gibi faaliyetleri de kitaplarıyla, sohbetleriyle bertaraf etmişti.Çok kişinin nasırına bastı, Ehli sünnet ise sahipsiz bıraktı.

    Söylenenler belki doğru belki yalan.Belki gerçek belki küllü iftira,asparagas haber.Belki imanı için savaştı belki nefsine yenik düştü.Ama tek gerçek var ki o da"ALLAH BİLİR,SİZ BİLEMEZSİNİZ"

    Bu ayet kesinlikle çok güzel olmuş.Söylenebilecek tek şey bu aslında.Kendisini çok severim.Dinlediğim zaman hesinin doğru olduğunu bilmek ama nefsine ağır geldiği için yapamamak ne acı bişey.Adamlar farzı da,vacibi de,sünneti de yaşıyor.Ama bu cemaatte bişey var arkadaş.Kopamıyorsun...

     

    Ayrıca aklıma komik bişey geldi.Söylemeden edemeyeceğim.Geçtiğimiz gün twitter da gördüm.Zekeriya Beyaz gibi bir şarlatan bizim Cübbelinin haklı olduğunu ve ona destek olacağını söylemiş.Yorumsuz olarak dip not vermek istedim.Ne günlere kaldık.Zalimler dışarda,alimler içerde...ALLAH affetsin: :shiny: (Gene yorum yapamadan edemedim. :utanma: )

    • Like 2

  14. Selamlar.

    Hatim duasını dün akşam derneğimizde toplanarak yapmış bulunuyoruz.

    Çıktığımız bu yolda; yardımlarını esirgemeyen değerli arkadaşlarımıza gönülden teşekkürler.

    Allah(c.c.) hepimizden razı olsun...

    Dualarda buluşmak temennisiyle ALLAH razı olsun...


  15. Evet bu mantık dışı olayı bende anlayamıyorum.Valla o kadar saçma ki.Düşünün bir kere Mustafa Kemal hasta tamam anladık.İyi ama bu hastalık süresince,Hatay'ı Türkiye topraklarına katmak için canı çıkıyor ama nedense,Dersim senin ülkenin içi ama sen Dersimdeki katliamı bilmiyorsun..Tezat diil mi?Bu satırlar tarihi gerçekten doğru olarak anlatmış.


  16. Sen geldin ve benim deli köşemde durdun

    Bulutlar geldi ve üstünde durdu

    Merhametin ta kendisiydi gözlerin

    Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu

    Bulutlar geldi altında durduk

     

    Konuştun güneşi hatırlıyordum

    Gariptin yepyeni bir sesin vardı

    Bu ses öyle benim öyle yabancı

    Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı

     

    Dişlerin öpülen çocuk yüzleri

    Güneşe açılan küçük aynalar

    Sert içkiler keskin kokular dişlerin

    İçinden geçilen küçük aynalar

     

    Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı

    İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı

    Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak

    Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı

     

     

    Sen geldin ve benim deli köşemde durdun

    Bulutlar geldi ve üstünde durdu

    Merhametin ta kendisiydi gözlerin ...

    (1954,Mayıs)

    Seezai Karakoç

     


  17. Medine'nin kadınları hem güleryüzlü, hem de güzeldirler. Ancak Hifa Hatun başka güzeldir ve bambaşka gülümser. Öylesine sıcakkanlı ve öylesine samimidir ki kadınlar onu canları gibi severler. Oğlu, abisi, erkek kardeşi olanlar akraba olmaya kalkar, hatta bazıları beylerine ister. Onu ciddi ciddi sıkıştırır, araya hatırlıları koyup, izdivaç teklif ederler.

    Hifa Hatun'un methi hızla yayılır ve çoook uzaklara gider. Bırakın hekimleri,tüccarları, vezirler, sultanlar sıraya girer. Ancak o Necaşi gibi bir İmparatoru bile reddeder sadece ve sadece Allah'ın rızasını diler.

    Ama taliplerin ardı arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer... Kimi cevahirler döker... Yüz kızıl tüylü deveyi getirip kapısına bağlayanları mı sorarsınız, yoksa saray anahtarlarını önüne atanları mı?

     

    Hifa Hatun bütün bunlara dönüp bakmaz bile, Efendimizin huzuruna çıkıp "Ey Allah'ın Resûlü" der, "bana cennete götürecek bir şeyler öğretsene." Doğrusu o, Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) 'gündüzleri oruç tut' ya da 'geceleri namaz kıl' gibi bir tavsiyede bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat "Önce evlenmen lâzım" buyururlar "zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!" Hifa, büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve "siz kimi münasip görürseniz ben ona razıyım" der.

     

    Mâlum, o sıradan bir hanım değildir ve onu nikahına alacak erkeğin de "özel" olması gerekir. Lâkin Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne kimseye ümid verir, ne de kimsenin ümidini kırar. Her zamanki gibi basit ve pratik bir çare bulur "yarın sabah mescide ilk gelenle evlen" buyururlar. Bu teklifi herkesin hoşuna gider, talipler erken kalkmak için tedbirler düşünür, kendilerince hazırlık yaparlaBu haberi elbette Hazret-i Suheyb de duyar ama dikkate almaz. Zira o fakir ve kimsesiz biridir. Evi yurdu yoktur ve karnını zor doyurur. Kah ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine kıvrılır. Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgar sert esse ayaklarını yerden kaldırır.

     

    Ama bakın şu işe ki o gece Allahü teâlâ bütün sahabelere derin bir uyku verir, Hifa Hatun'un talipleri gözlerine çöken ağırlığa yenilirler. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi imsak sökerken mescide gelir ve büyük bir merakla talihli sahabeyi bekler.

     

    Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge uzar ve Süheyb içeri girer. Resulullah Efendimiz namazdan sonra Hifa Hatunu çağırtıp neticeyi bildirir. Hazret-i Hifa büyük bir teslimiyetle kabul eder.

     

    Efendimiz güzel bir hutbe okur ve nikah akidlerini yaparlar. Sonra şanslı sahabeye döner "Ey Süheyb" buyururlar,"şimdi hanımına bir hediye al ve tut elinden evine götür."Suheyb Radıyallahu anh ellerini çaresizlikle iki yana açar. "İyi ama" diye mırıldanır, "benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var."

    Hifa Hatun kocasının boynunu büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybe gönderir ve "filanca yerdeki köşkümü sana hediye ettim" der. Alemlerin Efendisi çok hislenir onlara hayır dualar ederler.

     

    Süheyb, o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama doğru utana sıkıla konağa sokulur. Kendisi için hazırlanan muhteşem sofradan ya bir, ya iki hurma alır ve "Ya Hifa" der, "biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin, ben ise senin için sadece mihnetim. Ben şükretsem gerek, sen sabretsen gerek. İster misin şu geceyi taat ve ibadetle geçirelim zira Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) "Cennette yüksek bir çardak vardır. Orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar." buyurdular.

     

    Ve öyle de yaparlar. Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile aydınlatırlar. Cebrail Aleyhisselam olup biteni Resulullah Efendimize anlatır ve onları Allahü teâlânın cenneti ve cemaliyle müjdeler.

     

    Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz Suheyb'i yanlarına oturtur "Ey Süheyb" buyururlar "geceki halini sen mi anlatırsın ben mi anlatayım?" Süheyb gözlerini kucağına indirir, zor duyulan bir sesle "Allahın Resulü en iyisini bilir" cevabını verir.

     

    Efendimiz onlara "ne mutlu size" gibilerinden bakar, "İkiniz de cennetliksiniz" buyururlar, "...ve Allahü teâlâyı göreceksiniz!" Süheyb derhal secdeye kapanır ve "Ya Rabbi!" diye yalvarır, "o ki beni mağfiret ettin, günahlara bulaşmadan canımı al!"

     

    Allahü teâlâ bu yanık duayı kabul eder, Suheyb, secdede kalakalır. Mescidde bulunanlar ağlamaklı olurlar. Resulullah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Size daha şaşılacak bir şey söyliyeyim mi? Şu anda Hifa Hatun da ruhunu Hakka teslim etti" buyururlar.

     

    Namazlarını, yüzü suyu hürmetine yaratıldığımız o yüce Server kıldırır. İkisini yanyana toprağa bırakırlar. Baş uçlarına küçük bir tahta çakar. Birine "Şükredenlerden Suheyb" yazarlar, öbürüne "Sabredenlerden Hifa!"...

     

    gayrısına aşk demeye utanıyor insan...

    • Like 1
×
×
  • Create New...