Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SİDOMA

Editor
  • Content Count

    195
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by SİDOMA


  1. Hazret-i Hafsa radıyallahu anhâ Hz. Ömer (r.a)’in kızı... Bilgili ve kültürlü, irâdesi kuvvetli, sadakat sahibi bir islâm hanımefendisi... O devirde okuma-yazma bilen pek ender, kültürlü kadınlardan... Üçüncü hicri yılda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin aileleri arasına katılarak mü’minlerin annesi olma şerefini elde eden bahtiyarlardan...

     

    O, Mekke’de Peygamberlik gelmezden (Bi’set’ten) beş sene önce doğdu. Babası, islâm tarihinde adâletiyle ün salan, ikinci halife Hz. Ömer (r.a)dir. Annesi Zeynep, Osman İbni Maz’ûn (r.a)’ın kız kardeşidir. Babası ile birlikte Mekke’de müslüman oldu. Ashab’tan Huneys İbni Huzâfe (r.a) ile evlendi. ilk müslümanların safında yer alan bu bahtiyar karı-koca birlikte önce Habeşistan’a, daha sonra Medine’ye hicret etti.

     

    Huneys (r.a), Abdullah İbni Huzâfe (r.a)’ın kardeşidir. Bedir ve Uhud gazvelerine iştirak etmiştir. Her iki gazvede de kahramanca çarpıştı. Uhud savaşında ciddi şekilde yaralandı. Medine’ye dönüldüğünde şehadet şerbetini içti. Hazreti Hafsa (r.anhâ) genç yaşta dul kaldı.Hz. Ömer (r.a) kızının dul olarak kalmasına gönlü râzı değildi. Biran önce onu evlendirmeliydi. O devirde iddetini tamamlayan kadınların fazla beklemeden evlenmesi daha uygun görülüyordu. Bir baba olarak Hz. Ömer (r.a) da kızının iyi bir kimse ile evlenmesini arzu ediyordu. Bunun için düşündü, taşındı ve onu Hz. Osman (r.a)’a nikâhlamaya karar verdi. Hz. Osman da o sırada dul kalmıştı. Hanımı Peygamberimiz’in kızı Rukiyye (r.anhâ) vefat etmişti. Rahatlıkla teklif yapılabilirdi. Vakit kaybetmeden Osman’a gitti. Kızı Hafsa’yı nikâhlıyabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeleri Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ bizzat babasından şöyle nakletmektedir : Osman İbni Affan’a gittim. Onu hüzünlü gördüm. Üzüntüsünü gidermek ve teselli etmek için ona Hafsa’dan bahsettim. İstersen Hafsa’yı sana nikâhlıyayım dedim. Osman birden cevap veremedi. Hemen evet diyemedi. Biraz düşünmek için zaman istedi ve Hele bir düşüneyim dedi. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, şimdilik evlenemiyeceğim diye özür diledi.

     

    Hz. Ömer aynı teklifi Hz. Ebûbekir (r.a)’a yapmayı düşündü. Onunla karşılaştığında:

    istersen sana kızım Hafsa’yı nikahlıyayım dedi. Hz. Ebûbekir de sustu. Ağzını açıp da bir söz söylemedi. Hiçbir cevap vermedi. Bu sebeple ona, Osman’a gücendiğinden daha fazla kızdı.

    Hz. Ömer (r.a) iki samimi arkadaşından müsbet bir cevap alamayınca canı sıkıldı, içerledi. Üzüntülü bir şekilde Rasûlullah (s.a)’in huzuruna girdi ve şöyle dedi: Yâ Rasûlallah! Ben Osman’a şaşıyorum. Hafsa’yı ona nikâhlamak istedim de yanaşmadı.

    Ebûbekir de öyle...

    İki Cihan Güneşi Efendimiz Ömer’e tebessüm ederek: Yâ Ömer! Hafsa, Osman’dan, Osman da Hafsa’dan daha hayırlı birisiyle evlenecektir. buyurdu.

    Hz. Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman’dan daha hayırlı damât kim olabilirdi? Merak içerisinde aradan yine birkaç gün geçti. Nebiyy-i Ekrem (s.a) Efendimiz Hafsa’ya tâlib oldu. Hz. Ömer (r.a)’a: Sen kızın Hafsa’yı bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikâhlarım, buyurdu.

    Hz. Ömer bu müjdeye çok sevindi. İki Cihan Güneşi Efendimiz bu haberle Hafsa’yı kendisine Allah’ın nikâhladığını anlatmak istiyordu. Bunun üzerine kısa zamanda düğün hazırlıkları tamamlandı. Hicretin üçüncü yılında şaban ayı içerisinde Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizle nikâhlanarak mü’minlerin annesi olma şerefine erdi.

    Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz bu nâzikâne teşebbüsü ile üç büyük sahâbîsi arasındaki dostluğu, kardeşliği, din bağını hısımlıkla, akrabalıkla daha da kuvvetlendirmiş oldu. Âişe’yi nikahlayarak Hz. Ebûbekir (r.a)’i Hafsa’yı nikahlayarak da Hz. Ömer (r.a)’i taltif etti. Onları kendine kayınpeder, kızlarını da mü’minlerin anneleri olma bahtiyarlığına kavuşturdu.

     

    Hz. Ebûbekir (r.a) kendine teklifte bulunan Hz. Ömer’e müsbet-menfi bir cevap veremediği için üzülüyordu. Fakat başka çaresi de yoktu. Çünki bir sırrı muhafaza etmesi gerekiyordu. Hz. Hafsa ile Fahr-i Kâinat (s.a)’in evleneceğini biliyordu. Bunu söylemek emanete hıyanet olacaktı. Bu sebepten sükût etti. Nikâh kıyıldıktan sonra Hz. Ömer (r.a)’a gelerek özür diledi ve durumu şöyle izah etti:

    Hafsa’yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğim zaman herhalde bana gücenmişsindir. dedi. Hz. Ömer de: Evet diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebûbekir (r.a) şunları söyledi:

    Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Rasûlullah (s.a)’in Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette onun sırrını ifşâ edemezdim, şayet Nebiyy-i Muhterem, Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim diyerek onu teselli etti.

     

    Ne nezâket!.. Ne edeb!.. Ne sır saklayıcılık!.. İşte islâm edebi!... Emanet bir sır... Sükût bir hazinedir... Emanete riâyet ve sükûtu ihtiyar etmek ise insanın emniyeti ve süsüdür...

    Hz. Hafsa (r.anhâ), Rasûlullah (s.a)’ın evine Sevde ve Aişe (r.anhümâ) annelerimiz varken gelin olarak geldi. O, İki Cihan Güneşi Efendimizin saâdethânelerine geldiğinde yirmi yaşlarındaydı. Sevde (r.anhâ) annemiz Âişe (r.anhâ) gibi onu da büyük bir gönül rahatlığı içinde karşıladı. Her ikisine de hizmet etti. Hafsa (r.anha) da gençti. Bilgili ve onurluydu. Özü sözü birdi, iradesi kuvvetliydi. Hâne-i seâdette iki genç annemiz olmuştu, ikisi de Efendimize hizmet etme yarısında gayretlerini esirgemiyorlardı. Son derece nâzik davranıyorlardı. Sevgi ve hürmette kusur etmemeye çalışıyorlardı. Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz de iki aziz arkadaşlarının kızları olmaları sebebiyle gücünün yettiğince onlara müsâmaha ile davranıyordu. Kadınlık zaafiyetlerini, gençliklerini göz önüne alarak daha merhametli, daha şefkatli muâmele ediyordu. Fakat beşer olarak sıkıntılı zamanlar da geçiriyordu, şöyle ki: Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz Zeynep binti Cahş (r.anhâ) annemizin evinde bal şerbeti içmişti. Biraz da yanında fazla kalmıştı. Bu durum iki genç annemizin dikkatlerini çekti ve aralarında anlaşarak. Efendimizin yanına vardıkları zaman kendisinden megâfir kokusu geldiğini söylediler. Efendimiz megâfir yemediğini, bal şerbeti, içtiğini söyledi ve : Demek ki balı yapan arı megâfir yalamış diyerek bir daha bal şerbeti içmemeğe yemin etti.

    Bunun üzerine Allah Teâlâ Tahrim sûresini nâzil buyurdu. Meâli şöyledir:

    Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

     

    Fahr-i Kâinat (s.a) efendimiz bir ara hanımlarından ayrılarak uzlete çekilmişti. Genç ailelerini eğitmek istiyordu. Ashab arasında bu durum, Rasûlullah hanımlarını boşadı, diye yayıldı. Hz. Ömer (r.a) bu haberi işitince doğruca Efendimizin odasına yöneldi. Kızı Hafsa’nın bir hatası olabileceğini düşünerek Efendimiz’den içeri girmeye izin istedi ve huzura girerek Efendimizin gönlünü rahatlatacak şu sözleri söyledi : Ya Rasûlallah! Kadınlardan dolayı ne kadar sıkıntı çekiyorsun, şayet onları boşarsan Allah da melekleri de seninle beraberdir. Ben de, Ebûbekir de, mü’minler de seninle beraberiz... dedi.

    İki Cihan Güneşi Efendimiz tebessüm etti. Gül yüzünden nurlar saçıldı. Ömer’in kalbine huzur verecek ve mü’minleri sevindirecek şu cevabı verdi. Hanımlarını boşamadığını, sadece uzlete çekildiğini söyledi. Hz. Ömer mescide geldi ve durumu müslümanlara izah etti.

     

    Hz. Hafsa (r.anhâ) yaratılış icâbı biraz celâlli idi. Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz onu şöyle tavsif ediyor: Hafsa tam manasıyla babasının kızıdır. Kuvvetli bir iradesi vardır. Özü sözü birdir.

    Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz Hafsa annemizin yanında Hudeybiye’de biat eden ashabını anarak: inşaallah, Hudeybiye’de biat eden ashâbım Cehenneme girmez, buyurdu. Hafsa (r.anhâ) da : içinizden oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem sûresi; 71) âyetini okuyarak hatırlatmada bulundu. Efendimiz de ona: Sonra, biz Allah’tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız. (Meryem sûresi; 72) ayetini okuyarak cevap verdi.

    Hz. Hafsa (r.anhâ) annemiz ibadete düşkündü. Çok namaz kılar, çokca nâfile oruç tutardı. Onun hayatı da diğer annelerimiz gibi fakirlik içinde geçti. Yatak olarak kullandığı bir şiltesi vardı. Yazın onu altına sererdi. Kışın da bir tarafını altına serip, bir tarafını da üzerine örterdi. Çoğu zaman yemek için ekmek bulamazdı. Buna rağmen şikâyetçi olmadı. Hep haline şükretti.

     

    O, Resûl-i Ekrem (s.a) efendimize son derece sadakat ve muhabbetle bağlıydı. Kendisine hediye edilen şeyleri yemez içmez, Resûlullah’a ikram ederdi. Onu daima nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisine bir tulum bal hediye etmişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a) efendimiz odasına uğradığında ondan şerbet yapar ve ikram ederdi.

    Hz. Hafsa (r.anha) Fahr-i Kâinat (s.a) efendimizin dâr-ı bekâya irtihalinden sonra da önemli hizmetlerde bulundu. Hz. Ebûbekir (r.a) devrinde Kur’ân âyetleri bir araya toplanarak Mushaf haline getirilmişti. Bu tek nüsha idi. Hz. Ebûbekir (r.a)in nezdinde kalıyordu. Vefatından sonra Hz. Ömer (r.a)’in nezaretine verildi. Hz. Ömer (r.a) da yaralanıp şehid olacağı zaman kızı Hz. Hafsa (r.anhâ) annemize teslim etti. O da itina ile muhafaza etti. Hz. Osman (r.a) devrinde bu nüshadan çoğaltıldı.

     

    Hz. Hafsa (r.anhâ) vâlidemiz 60’a yakın hadis-i şerif rivayet etti. Bir tanesi şudur. Rasûlullah (s.a) yatağına girdiğinde sağ elini başının altına koyar şöyle duâ ederdi: Yâ Rabbi! Kullarını dirilttiğin gün beni azabından koru. Bunu üç defa tekrar ederdi.

    Hicretin 45. yılında Hz. Muaviye’nin halifeliği döneminde altmış yaşında iken vefat eden Hz. Hafsa (r.anhâ) annemiz’in cenâze namazını Medine valisi Mervan İbni Hakem kıldırdı. Cennet-i Bakî’a’da mü‘minlerin annelerinin yanına; ebedî istirahatgâhına tevdi edildi.

     

    Cenab-ı hak’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.


  2. Hz. âişe

     

    Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilk iman eden onun en sadık arkadaşı Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı ve Hz. Peygamber'in zevcesi. Hicret'ten dokuz veya on sene önce Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Annesi Ümmi Rûmân binti Âmir İbn Umeyr'dir. Hz. Âişe çok küçük yaşta müslüman olmuştur.

     

    Resulullah, ilk zevcesi Hatîcetü'lKübrâ hayatta iken başka bir kadınla evlenmemişti. Onun vefatından sonra bir süre daha evlenmedi. Resulullah, Hatice (r.anha)'nin ölümüne çok üzüldü. Osman İbn Maz'un'un hanımı Havle binti Hakim, Resulullah'a gelerek Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı Âişe ile evlenmesini teklif etti. Sonra da Resulullah adına Ebu Bekr'e giderek kızı Âişe'yi istedi.

     

    Hz. Âişe'nin Resulullah'a nikâhlanması Hicret'ten iki veya üç sene önce oldu. Kaynaklar, bu nikâhlanma sırasında Hz. Âişe'nin yaşının küçük olduğunu kaydetmektedir. Nikâhın kıyılmasından iki yıl kadar zaman geçtikten sonra zifâf vukû bulmuştur. Hz. Âişe'nin o zaman dokuz veya on bir yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetleri bazı tarihçiler cerhetmekte ve Âişe validemizin evlendikleri zaman daha büyük olduğunu ileri sürmektedirler. Âişe validemizden rivayet edilen bir hadiste, Hz. Cebrâil Âişe'nin resmini ipek bir hırka içinde Resulullah'a getirmiş ve "Bu, senin dünya ve ahirette zevcendir." demişti. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bâkire olarak nikâhladıkları tek zevcesi vâlidemiz Hz. Âişe'dir. Resulullah onu çok severdi. Ona 'Hümeyra' lâkabını vermiş ve: "Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız" buyurmuşlardır. Hazret-i Âişe, Medine'de Peygamberimizin muharebelerine katıldı ve diğer sahâbe hanımları gibi harpte yaralıların tedavisiyle bizzat meşgul oldu. Uhud gazâsında sırtında su ve yiyecek taşıyıp yardım için Peygamber Efendimizin hep yanında kalmıştı. Hatta, peygamberimizin Uhud'da müşriklerin taşlarıyla yaralanan mübarek yüzlerine, hasır yakıp, külünü basarak kanlarının durmasını sağlamıştı. Hz. Âişe bir ara Uhud'da kılıçla cepheye gitmek istemişse de, Resulullah buna müsaade etmemiştir

     

     

    Âişe 14-15 yaşlarında iken Benu Mustalik (Müreysi') gazâsına Resulullah'la beraber katıldı. Gazâ dönüşü tuvalet için geride kalması yüzünden iftiraya uğradı; savaşa ganimet için katılan münafıklar Hz. Âişe'nin, gecikmesi sebebiyle, kâfilenin ardından yanında Ashabtan Safvan ile birlikte geldiğini görünce bunu kötü sözlerle ve çirkin bir şekilde yorumladılar. Yolda bu dedikodulara bazı müslümanlar da karışınca Hz. Âişe çok üzüldü; Medine'ye gelince hastalandı, iftira, dedikodu etrafa yayılmıştı. Ateşi yükselerek yatağa düştü. Bu arada kendisini fazla aramayan Rasûlullah'tan izin isteyerek babası Ebû Bekir'in evine gitti. Orada bir müddet kaldı; sabırla bekledi. Bu arada Rasûlullah diğer hanımlarına ve sahâbeden en yakınlarına Âişe'nin durumunun ne olabileceğini sordu. Hepsi de Hz. Âişe'nin temiz ve suçsuz olduğunu söylediler; "Peygamberini fenalıklardan koruyan Cenâb-ı Hak, size böyle bir şeyi revâ görmez, sabreyleyin" dediler.

     

    Aradan bir ay gibi uzun bir zaman geçinceye kadar danışmalarını sabırla sürdüren Resulullah, sonunda Hz. Ebû Bekir'in evine uğradı. Hz. Âişe'yi, anne, babası ve sahâbeden bir hanımla ağlar buldu: "Ya Âişe, senin için bana şöyle şöyle söylediler. Eğer sen, dedikleri gibi değilsen; Allah'u Teâlâ yakında senin doğruluğunu tasdik eder. Eğer bir günah işlediysen, tövbe ve istiğfar eyle! Allah'u Teâlâ, günahına tövbe edenlerin tövbesini kabul eder. " buyurdular. Resulullah'ın mübarek sesini işitince ağlamayı kesen Hz. Âişe babasına bakıp cevap vermesini istedi. Hz. Ebû Bekir ve Âişe'nin annesi böyle söylentilere ve dedi-kodu yapanlara sadece şaşırdıklarını söylediler. Hz. Âişe ise: "Allah'u Teâlâ'ya yemin ederim ki kulağınıza gelen lâfların hepsi yalandır, iftiradır, Allah biliyor ki benim bir şeyden haberim yoktur. Yapmadığım bir şeye evet dediğimde kendime iftira etmiş olurum. Sabretmek iyidir. Onların söylediği şey için Allah'u Teâlâ'dan yardım bekliyorum." dedi. Günahsız olduğundan, kalbinin temizliği ile ve kendinden emin olarak bekledi .

     

    Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yüzünde vahiy alâmetleri belirdi. Hz. Ebû Bekir, Resulullah'ın başının altına bir yastık koyup üzerine çarsaf örterek beklediler. Vahiy tamamlanınca Resulullah terlemiş yüzünü örtünün altından kaldırarak: "Müjdeler olsun sana ey Âişe! Allah'u Teâlâ seni temize çıkardı. Senin pak olduğuna şahit oldu." deyip Kur'an'daki Nûr Suresinden, o an nazil olunan 10 ayeti okudu. Hz. Ebû Bekir hemen kalkıp kızı Âişe'yi başından öptü, "Kalk, Resulullah'a teşekkür et." dedi. Kendisi için ayet ineceğini aklından geçirmeyen Âişe şaşkınlık içinde: "Hayır kalkmam baba vallahi kalkmam. Allah'u Teâlâ'dan başkasına şükretmem. Çünkü Rabbim beni Ayet-i Kerîme ile methetti." dedi. Ama, çok sevindi. iftirada bulunanlar zamanla hakîr ve zelîl oldular.

     

    Peygamberimiz (s.a.s.) 632 senesinde hastalanınca son gününü Hz. Âişe validemizin evinde geçirdi. Rebiü'levvel ayının onikinci pazartesi günü öğleden önce mübarek başı, Hz. Âişe validemizin göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etti. Resulullah'ın vefatından sonra Ashâb-ı Kirâm, Hz. Aişe validemize müminlerin annesi adını vererek, ona büyük hürmet göstermişlerdir. Hz. Âişe de, sahâbe içinde, kırk yıla yakın bir müddet daha yaşamış ve pek çok hadis rivayet etmiştir.

     

    ALLAH CC ŞEFAATINE NAIL EYLESIN AMIN..


  3. 'Herhangı bır müslüman oruç tutar da,iftar anında;

     

    'YA AZİMU YA AZİMU ENTE İLAHİ LA İLAHE ĞAYRUKEĞFİRLİZZENBİ İL AZİME FE INNEHU LA YAĞFİRUZZENBEL AZİME İLLA AZİM'

     

    'EY BÜYÜK [ALLAHCC] EY BÜYÜK!BENIM İLAHIM ANCAK SENSIN. SENDEN BAŞKA HIÇBIR İLAH YOKTUR.

    BENİM İÇİN BÜYÜK GÜNAHLARIMI BAĞIŞLA,ZİRA ŞU MUHAKKAK Kİ BÜYÜK GÜNAHI BÜYÜKTEN BAŞKASI AFFEDEMEZ' '

     

    derse, mutlaka anasının kendısını dogurdugu gün gibi günahlarından sıyrılır.

    bunu çocuklarınıza öğretin,zira muhakkak bu,ALLAH U TEALANIN VE rasulunun sevdıgı bır kelımedır.

     

    ALLAHU TEALA bununla (dua edenın) dunya ve ahıret işlerını yola koyar'


  4. Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar çok tutuşan ateşlere su fayda vermez.

     

    Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..

     

    Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.

     

    Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.

     

    Bahçıvan gül bahçesini sele versin su ile mahvetsin, boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.

     

    Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de gubârî yazısını, senin yüzündeki tüylere benzetemez.

     

    Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.

     

    Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.

     

    Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.

     

    Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.

     

    Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.

     

    Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam.

     

    Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun.

     

    Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından kurtarabilir.

     

    Gül fidanı bir hile ile meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi yine bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir.

     

    Su Hz. Muhammedin s.a.v yoluna uymuş ve bu hâli ile dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir.

     

    İnsanların efendisi, seçme inci denizi olan Hz. Muhammedin s.a.v mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.

     

    Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için ve onun mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır.

     

    Hz. Peygamberimizin mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan o mucizelerden, ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.

     

    Mihnet günü Ensâra parmağından su verdiğini bir mucize olarak parmağından su akıttığını kim işitse hayret ile şaşa kalarak parmağını ısırır.

     

    Dostu yılan zehri içse bu zehir onun dostu için âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse o su, düşmanına elbette yılan zehrine döner.

     

    Abdest almak için el uzatıp gül gibi olan yanaklarına su vurunca sıçrayan her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.

     

    Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.

     

    Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak orayı aydınlatmak ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez.

     

    Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin natının zikrini dillerinde tekrarlamayı dertlerine derman bilirler.

     

    Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların susuzluktan dudağı kurumuşların yanıp dâimâ su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum.

     

    Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.

     

    Kabrini yenileyen tamir eden mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.

     

    Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, ama o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim.

     

    Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlînin alelâde sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.

     

    Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan düşkün yahut aşık göz, sana duyduğu hasretten su gözyaşı döktüğü zaman,

     

    O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.


  5. Sahne1:

    Deniz'e ne diye bodrum'da giriyoruz çok şahane haremlik-selamlık sahiller var... Kaldı ki o sahıllerde bıle bayan bayana dahı olsa bırbırlerının haram yerleri ortadaysa yıne gırılmez.zira ALLAH CC her yerde bızımle beraber EDEP YA HU! Dinimiz bu halde topa tutulur iken "Biz denize girecek zaman bulabiliyormuyuz?"artı sen denıze çarşaflada gırsen etrafındakı et yığınının günahından nasıl kurtulacaksın?

     

    sahne 2:

    Bırakın içkili ortamda el ele sohbet etmeyi içkili ortamdan alışveriş yasak! Ne işin var senin ey Müslüman içki kadehlerinin arasında? Eyyub Sultan, Sultanahmet, Çemberlitaş, Üsküdar, Selimiye... Buralar ne oldu? Huzuru buralarda bulamadın da İstanbul Levent’te bir İtalyan restoran ındamı buldun? Eden bulur efendim söylenecek sözüm yok.

     

    sahne 3:

    modern görunecem dıye yaptıgın dengesızlıkler sana hakaret olarak gerı donmustur vesselam selam ve dua ile..


  6. Yıl asrısaadet yılı, aşkların en güzelinin yaşandığı mekân ve zaman.

     

    Ölümsüz sevdaya doğru yol alan, ilahi aşkın sırrına mahzar olan ve kalplerinde sadece onun sevgisini taşıyanların yılı.

     

    İşte o yıllarda vuku bulan bir aşk kıssası “ Hifa ve Süheyl

     

    Hz peygambere teslimiyetin güzel bir vesikası ” Hifa ve Süheyl

     

    Madde den geçip mana ikliminde aşkı yaşayanların hikâyesi “ Hifa ve Süheyl

     

     

    Hifa genç, güzel, şan-şöhret sahibi ve oldukça zengin bir kadın;

     

    Güzelliği dilden dile dolaşan, şan şöhreti saraylara kadar ulaşan,

     

    Birçok kimsenin kendisi ile evlenmesi durumunda her şeyini feda edebileceği birisi Hifa

     

    Öyleki hifayı duymayan, güzelliğini bilmeyen kimseler kalmamış sevda çöllerinde.

     

     

    O kadar güzel ki hifa ;krallar saray anahtarlarını getirip önüne bırakıyor.

     

    Zamanın zenginleri kervan yükü kadar mücevher ve altın vaat ediyor.

     

    Sahabe eşleri ise Hifa ile akraba olabilmek için Hifa yı kocalarına istiyorlar.

     

    Aman ya rabbi Bu ne aşk, bu ne seda ve bu ne güzellik ki insanlar onunla eş olabilmek için kıyasıya yarışıyor; tüm zenginliklerini, mal varlıklarını, mevki ve makamlarını onun önüne seriyor ama o bunların hiç birine bakmıyor ve yanaşmıyor.

     

    Bu nasıl bir edadır ki ya rab; insanın başını döndüren, kanını kaynatan, sarhoş eden bu tekliflere karşı rıza en lillah çizgisini koruyan bir ruh var bedende. Beden de ruh tende hifa var

     

     

    Ama ilahi bir saygı var hifa da; o bu ilgi ve alakadan rahatsızdır çünkü. O olup bitenden dolayı gerçekten çok üzgündür.

     

    Düştüğü bu müşkül vaziyetten kurtulmak için hz. peygambere giderek durumu ona arz eder.

     

    Ve kendisi için hayırlı bir meşguliyet ister.

     

    Hifa Allah resul’ünün kendisine meşguliyet olarak çeşitli

     

    Dersler ve ibadetler vereceğini bekler.

     

    Oysa Hz peygamber hifa ya meşguliyet olarak evlenmeyi tavsiye etmiştir.

     

    Bu durum karşısında Hifa Allah’ın resulüne şöyle der.

     

    “Ey Allah’ın resulü madem meşguliyet olarak evlenmeyi öneriyorsunuz;

     

    Öyle ise kiminle evleneceğim hususunda da karar vermeme yardımcı olunuz. Buna karşılık hz peygamber pratik bir çözüm bularak;

     

    şöyle dedi; yarın sabah namazına mescide ilk giren kim olursa onunla evleneceksiniz. Sonucu da size bildireceğim der ve hifa oradan ayrılır.

     

     

    Sonra hz peygamber mescide giderek bunu herkese ilan eder.

     

    Bu duyuru dilden dile, kulaktan kulağa dolaşır ve ahalide büyük bir heyecan başlar.

     

    Öyle ya birçok kimsenin güzelliği, şanı, şöhreti ve zenginliği için evlenmeyi arzuladığı, kervanlar dolusu altın ve mücevher vaat ettiği, evli olan kadınların bile sadece akraba olabilmek için kocalarına istedikleri hifa artık evlenmeye karar vermiştir.

     

     

    O gece heyecan ile birlikte bir koşuşturma başlar sokaklarda.

     

    Sabah namazına mescide erken gidebilmek için çeşitli hazırlıklar yapılır ve tedbirler alınır.

     

    Bazıları erkenden yatar ve uyurlar. Kimileri evdekilere ricada bulunarak uyumamalarını söylerler ki erkenden kaldırılıp mescide gidebilsinler. Hatta o gece bir kısım insanlar ise sabaha kadar uyumamayı bile göze almışlardır.

     

    Sabah namazı için hazırlıklar yapıla dursun. Fakat sahabeden öyle birisi de vardır ki ne olup bitenden haberdar, nede olup bitenle ilgilenecek durumdadır. O kendi halinde, kendi derdinde, kendi meşguliyetinde, kendi aczinde; fakir, yetim, öksüz ve gariptir.

     

    İşte o kimse de hiçbir şeyle ilgilenecek durumda olamayan Süheyl dir.

     

     

    Süheyl mescidin etrafında yaşayan ashabı suffadandır.

     

    Yani o ne harcayacak bir dirhemi, ne başını koyacak bir evi, nede üzerindekilerden başka giyecek bir elbisesi olmayan fukara ve sersefil bir sahabedir. Tabi üzerindeki elbiselere de elbise dersek

     

    Diğer taraftan hazırlıklar tamamlanmış bütün tedbirler alınmış ve herkes sabah namazı için kendisini ayarlamıştır.

     

     

    Sabah namazı için peygamber mescide gelerek beklemeye başlar.

     

    Az sonra bir gölge belirir mescidin kapısında ve içeriye giren Süheyl’dir.

     

    Hz peygamber Süheyl’e; seni bu vakitte buraya getiren nedir diye sorar.

     

    Çünkü mescide ilk girendir Süheyl.

     

    Tabi Süheyl’in olanlardan haberi olmadığı için; sabah namazına geldim ya resul Allah der.

     

    Hz peygamber: hifa olayından haberin yokmu senin diye sorar.

     

    Süheyl: Haberim yoktur ya resul Allah; hem haberim olsa dahi benim hifa ile ne işim olabilir ki der.

     

    Bunun üzerine Hz peygamber hifa meselesini Süheyl’e anlatır.

     

    Dinlediği olay karşısında şaşkın ve hayretler içindedir Süheyl.

     

     

    Allah o gece Medineli erkeklerin gözlerine derin bir uyku koymuş ve kimseler sabah namazına mescide gelememişlerdir.

     

    Sonra sabah namazı vaktinin çıkmasına yakın bir zaman kala cemaat mescide gelmeye başladı.

     

    Ve gelen herkes merakla talihlinin kim olduğunu sordu.

     

    Hz peygamber:

     

    Mescide ilk gelenin Süheyl olduğunu ilan etti.

     

    Hemen akabinde ise hifaya haber gönderildi ve Süheyl ile evleneceği belirtildi.

     

    Hifa da teslimiyete yaraşır bir şekilde tereddütsüz bunu kabul etti.

     

    Ne var ki hifanın duyulmuş olan şanı, şöhreti, güzelliği ve zenginliği kadar;

     

    Süheyl’inde kimsesizliği, çelimsizliği, fakirliği ve yetim oluşu biliniyordu çevrede.

     

    Zaten herkesi hayretler içinde düşündüren kısmı da buydu ya.

     

    Hifa gibi bir kadına Süheyl gibi bir eş

     

    Sonra Hz peygamber hifa ile Süheyl’in nikâhlarını kıyar ve Süheyl’e bakarak; Eşine bir hediye almasını söyler.

     

    Süheyl mahcup bir eda ile başını önüne eğer ve oldukça kısık bir sesle; Ey Allah’ın resulü değil hediye almak, üzerimde bana ait bir dirhemim bile yoktur der.

     

    Bunun üzerine hifa oradan kalkar ve eve gider. İçinde 100 dirhem bulunan bir kese göndererek; bunlar Süheyl’indir istediği gibi kullansın der.

     

    Dirhemleri alan Süheyl çarşıda gezerek iki dirheme bir hediye alır ve akşam karanlığında Hz peygamberin nikâhlarını kıydığı eşi hifanın evine gider.

     

    Bu gece Süheyl’in zifaf gecesidir. Çarşıdan almış olduğu hediyeyi hifaya takdim eder

     

    Ve şöyle der: -ey hifa bundan sonra sana benimle evlendiğin için sabretmek düşer.

     

    Bana da senin gibi birisi ile evlendiğim için elbette ki şükretmek düşer.

     

    Sana sabretmek düşer çünkü benim gibi çelimsiz, fakir, perişan hiçbir şeyi olmayan biriyle evlendin.

     

    Bana da gerçekten şükretmek düşer çünkü senin gibi güzel, zengin ve varlıklı birisi ile evlendim. Ve şöyle devem eder Süheyl:

     

    Allah’ın bize bahşettiği bu evlilik için gel bu geceyi ona ayıralım ve ibadetle geçirelim.

     

    Ben şükrümü sen sabrını eda et. Umulur ki ben şükredenlerden sende sabredenlerden yazılırsın.

     

    Ve her ikisi o geceyi sabah namazı vaktine kadar ibadetle geçirirler.

     

    Rablerine dua ve niyazda bulunurlar, kendilerince sabır ve şükürlerini eda ederler.

     

    Sabah namazı vakti girince Süheyl mescidin yolunu tutar.

     

    Mescide vardığında Hz peygamberin kendisini karşıladığını görür.

     

    Sonra içeri girer girmez Allah resulü Süheyl’e sorar;

     

    -ya Süheyl siz bu geceyi nasıl ihya ettiniz, ne amel işlediniz de yüce Mevla’yı bu kadar kendinize razı ettiniz. o da müjdeleyen bir eda ile Cebrail’i gönderdi. Müjdeler olsun ya Süheyl müjdeler olsun.

     

     

    Bu sözleri duyan Süheyl kendinden geçmiştir artık. Boynu bükülüvermiş sesi kısılmıştır artık ve mahcup bir eda ya bürünerek;

     

    Biz bu geceyi sadece rabbimize ibadet ederek geçirdik diyebilmiştir.

     

    Ve inen ayette yüce Mevla şöyle buyurmuştur:

     

    Ne mutlu o kimselere ki; Rabbine ibadet etmeyi kendi zevklerine tercih ettiler. Bize o kulları affettik.

     

     

     

    Sonra Süheyl ellerini açarak;’ya rabbi sen ki beni affettin, bağışladın tekrar günah işleyerek yaşamak istemiyorum, senden niyazım sana kavuşmak, diye dua etti. Ve duasından sonra ruhunu teslim etti.

     

    Allah resulü buyurdular ki hifada şu anda ruhunu teslim etmiştir.

     

    Rasulullah s.a.v namazlarını kıldırdı.

     

    Ve her ikisi yan yana açılan kabirlere defnedildiler

     

    Şükredenlerin ve sabredenler olarak Mevlanın huzuruna çıktılar.

     

    :graduated:


  7. Hayatımda ilk defa başkalarının yaptıklarından bu kadar utandım. Balçiçek Pamir yazdı.

    Sahne 1

     

    Bodrum’da bir sahil. İki haşemalı genç kız denize doğru yürüyor. Ne yalan söyleyeyim ben de uzun uzun baktım. Alışık olduğum bir görüntü değil. Bir tanesi yeşil bir tanesi mor üstelik. O sıcakta terlemezler mi diye düşündüm. Bir tanesi yanıma yaklaştı. “Biz” dedi. “Bursa’dan geliyoruz, ilk defa buraya geldik. Sizin de ikizlerinizi görünce benim de 1,5 yaşında oğlum var acaba ne önerirsiniz? Ne yapsak, otelden memnun değiliz nerede kalsak?”

    Bir süre sohbet ettik. Sonra ben ikizleri simitlerine oturtup denize girdim.

    Sohbet ettiğim genç kadın da kız kardeşi olduğunu sonradan öğrendiğim genç bir kızla denize girdi. O sırada diğer kadınlardan taciz başladı.

    Hem de yüksek sesle.

    -Şunlara bak, ne biçim kıyafet… Üstelik rüküş.

    -Buralara kadar geldiler. Bodrum’un da tadı kaçtı.

    -Maşallah hiçbir şeyden de geri durmuyorlar.

    Utandım. Öylesine utandım ki sormayın. Biz ne zaman böylesine sert, vicdansız acımasız ve tacizkar olduk? Biz ne zamandan beri insanları kıyafetlerine ve dış görünüşlerine göre yargılar ve idam eder olduk? Hep “Sorun bizi yönetenlerde, aşağıda bir problem yok” demiyor muyduk?

    Haşemalı kızlardan biri dayanamadı.

    “Niye bize laf atıyorsunuz, ben de sizin gibi tatile geldim. Üstelik ben sizi rahatsız etmiyorum”

    Karşıdan cevap gecikmedi.

    “Görüntün beni rahatsız ediyor”

    Nasıl yani?

     

    Sahne 2

     

    İstanbul Kemerburgaz’da bir site. Sitenin sakinlerini bir telaş almış ki sormayın. Elimde bir mail var. Site sakinleri sitelerine yeni taşınan aileden son derece rahatsız olmuşlar. Neden? Çünkü ailenin “anne”si türbanlı. Diğer site sakinlerine gönderilen mailde “Hemen bir çözüm bulmalıyız deniliyor. Artık buralara kadar geldiler. Nasıl olur da böyle bir aileye ev kiralarlar anlamıyoruz. Acilen bir toplantı düzenleyip “Kimlere ev kiralanabilir” maddesinin üzerinde detaylıca konuşmalıyız.”

    Kendini bilmez bir site sakini böyle bir mail atmış ne olacak ki…

    Diyebilirsiniz.

    Ben de öyle dedim. Bu mail bana geleli 2 ay olmuştu.

    Taa ki diğer site sakinlerini cevaplarını ve konuyla ilgili önerilen çözümleri okuyuncaya kadar… İnanın öyle öneriler var ki yazmaya elim gitmiyor.

    Yine utandım. Hayatımda ilk defa bu kadar net bir şekilde, ait olduğumu hissettiğim topluluktan ne kadar uzaklaştığım fark ettim birdenbire.

     

    Sahne 3

     

    İstanbul Levent’te bir İtalyan restoran.

    Dört gün önce…

    Saat 21.30’da.

    Elele bir çift geldi mekana.

    Kadının başı kapalı.

    Kenarda bir masayı tercih ettiler.

    Bir süre sonra yine taciz başladı.

    Bakışlar, yüksek sesle söylenmeler, gereksiz gürültüler.

    Bir süre sonra “Bir daha burayı adım atmam” diye mekanı terk edenler bile oldu.

    Elimde içki kadehim ağzım açık kaldı.

    O çift herkesin elinde içki kadehinden, şortlarımızdan, mini eteklerimizden rahatsız olmadan baş başa bir gece geçirmek için kalkıp restorana geliyor ve biz ne yapıyoruz? Ne yapsın adam hayatını Fatih ve çevresinde mi geçirsin?

    Üstelik ortada insan haklarına aykırı bir durum yok mu?

     

    Tekrar soruyorum biz ne zaman bu hale geldik?

    Şimdi beni topa tutacak kendi deyimleriyle türban konusunda taraf olan okuyucularıma sesleniyorum. “Elinizi vicdanınıza koyun. Bu yapılanlar ayıp değil mi? Günün birinde türbanlı biri sizden bir yardım isterse el uzatmayacak mısınız? Biz böylesine insanlıktan çıktık mı?

     

    Zaten birilerinin amacı toplumu bölmek, biz böylesine garip insanlar haline getirmek değil miydi? Peki biz niye alet oluyoruz?

     

    HABERTÜRK


  8. Sevmek çok zor ama bir o kadar da şerefli bir duygudur. Zordur; çünkü

    > sevmek,

    > sevilenle seven arasında menfaate dayalı olmayan bir ilgiyi

    > gerektirir. Karşılıklı fedakârlığı, vefayı gerektirir.

    > Cefaya karşı sabrı, sert rüzgârlara karşı dağılmamayı gerektirir.

    > Sevmek, sevileni kırmamayı,

    > ona karşı yanlış yapmamayı, kendi isteklerini sevilenin isteklerine

    > tercih etmemeyi gerektirir.

    >

    > İsterseniz çocuğunuzu, isterseniz eşinizi, isterseniz bir canlıyı,

    > çevreyi veya başka bir şeyi sevin.

    > Sonuç değişmez. Hayatın zor labirentlerinde bu metaneti yitirmeden

    > yürümeniz şarttır.

    >

    > Biz bugün farklı bir sevgiden bahsedelim...

    >

    >

    > Biz bugün farklı bir sevgiden bahsedelim, belki sevginin esası olan

    > sevgiden bahsedelim.

    > Yüce Allah'a karşı hissetmemiz gereken sevgiden...Şimdi şöyle bir soru

    > sorsam ve desem ki

    > " Allah'ı seviyor muyuz?" İnanıyorum ki hepimiz " Elbette Allah'ı

    > seviyoruz" diyeceğiz.

    > " Allah sevilmez mi, O'na kurban olalım!" deriz. Bu duygumuzda

    > samimiyiz de.

    > Çünkü hiç kimse " Allah'ı sevmiyorum" demez, diyemez. Hiç inanmayan

    > bile böyle bir cümlenin

    > yüküne talip olamaz, olmamalıdır da.

    >

    > O zaman ikinci soruyu soralım ve "O zaman sevgi nedir?" diyelim. Veya

    > bizim sevmemiz

    > yeterli mi? O'nu sevmek mi önemli, yoksa O'nun tarafından sevilmek mi?

    >

    > Ne dersiniz, bütün bu sorulara bir çırpıda makul cevaplar verebilecek

    > miyiz?

    >

    > Dilerseniz gelir İslâm tarihinin ölümsüz şahikalarından enfes satırlar

    > okuyalım.

    > Bakalım sevgiye nasıl bir anlam yüklemiş büyükler?

    >

    > Bistamlı Beyazıd sevgi sanılan boş bir kuruntunun, duvarların yüzüne

    > çarparken unutulmaz bir ders verir:

    >

    > " Allah'ı seviyorum sanırdım! Ama anladım ki, esas olan O'nun sevmesi

    > imiş.

    > Allah bir kulu severse, onun kalbini kendisi ile meşgul edermiş"

    >

    > Doğrudur... Bistamlı Beyazıt'ın dediği gibi, sevgi eğer sevilenin

    > sevgisini getirmeyecekse,

    > boş bir kuruntudur. Allah'ı o kadar seveceksin ki, neticede O sizi

    > sevmeye başlayacak.

    > O zaman sizin sevginiz, O'nun sevgisine mahkûm olur. İşte o zaman

    > O'nun gören gözü,

    > işiten kulağı, yürüyen ayağı olursunuz.

    >

    > Fudayl bin Iyaz'ın, sevgiyi tarif eden dokunaklı sözleri ruh

    > dünyamızda depremler

    > meydana getirecek kadar derindir. Şöyle diyor;

    >

    > " Allah'ı seviyormuyuz diye sorarlarsa sus, konuşma. Evet dersen,

    > tavırların evet

    > diyenlerinkine benzemiyor ki! O zaman da münafıklara, sahtekârlara

    > benzersin!"

    >

    > İşte size Bağdatlı Cüneyd'in cümleleri, Mevlana'nın ufkunu ne kadar da

    > çok hatırlatıyor:

    >

    > "Şu kalp Allah'a aittir. O'na sakın yabancıyı sokma!"

    >

    > Sevgide dozu iyi anlamak şarttır. Sevgi teslimiyet ve tam bir

    > tevekkülü gerektirir.

    > Gayrisinden hicret ve fıkrat (ayrılık) gerektirir. Koşmak, koşmak,

    > koşmak ve yine koşmak gerektirir.

    >

    > Sevginin kapısı hiç kapanmaz zira. Kapıyı kapalı zannediyorsanız,

    > sevgiliyi tanımıyorsunuz demektir.

    > Belki de kapısı kapalı olan sevgili değildir, sevgili olamaz...

    >

    > Salih Mürri, bir gün vaaz ediyor camide. Ümitsizliği kıracak sözler

    > kullanıyor,

    > ümidin kapılarını açıyor. Ümitsizliğin yakan bir ateş olduğunu

    > anlatıyor.

    > Bunu da şöyle formüle ediyor:

    > " Ümitsizliği yenin. Bir insan Yüce Allah'ın kapısını ısrarla çalarsa,

    > kapı mutlaka bir gün açılacaktır!"

    >

    > Sözler böyleydi ve doğruydu da. Ama cemaatin arkasında bir kadın

    > vardır ve onun dünyasında ayrı,

    > apayrı fırtınalar kopmaktadır. O, Salih'in durduğu yerde değildir.

    > Birden ayağa kalkar ve seslenir:

    >

    > " Daha ne zamana kadar böyle demeye devam edeceksin? O kapı hiç

    > kapanmadı ki açılsın!"

    >

    > Evet; sevgilinin kapısı hiç kapanmaz. Zaten kapısı kapanacak sevgili,

    > sevgili değildir.

    >

    > Öyle bir sevgili sevin ki, herkesin kapısı kapandığında bile O'nun

    > kapısı açık dursun!


  9. Hani bazen kağıt müslümanlığından bahsediyoruz ya, aynen öyle bir durum var.Yani dini için canını, malını feda edecek, keyfini bozacak, düzenini değiştirecek, yerini ve yurdunu terkedecek müslüman çok azdır ve yok denecek kadar azdır.

    Peygamber Efendimiz'in ashabını düşünelim.Mekke'den Medine'ye hicret ettiler.Evleri, malları ve mülkleri Mekke'de.Gittikleri yerde ise bir çöpleri dahi yok.Ama Allah ve Resulu emredince mallarını kafirlerin ellerine bırakarak, keyiflerini terkederek yurtlarından çıktılar.Fedakarlığın böylesi...Hani denir ya; Eğer biz onları görseydik ''bunlar deli mi derdik'', eğer onlar bizi görselerdi ''bunlar hangi dinden?'' diye taaccub ederlerdi...

     

    Adapazarın'da reklam yapmamak için ismini vermeyeceğim bir araba fabrikasında cuma vakti olunca bütün işçiler boşalıyor ve herkes cumaya gidiyormuş.Namaz tabi bazen öğle arasına bazende mesai saatine denk geliyor.Yabancı ortaklı fabrikanın yönetimi bu ibadeti suistimal ederek işten kaytaranlar mı var düşüncesi ile; Cumaya gidecekleri işten atma, işine son verme kararı almış.Kapıya bir adam dikilecek, cumaya gidecekler ismini yazdıracaklar...Bu kararı bütün işçilere ilan etmiş duyurmuşlar.Tahmin edin bakalım orada her cuma namaza akın eden ve fabrikayı boşaltan müslümanlar ne yapmış?

    Siz ne yapardınız? Şöyle bir hesaba çekelim kendimizi.700- 800 TL maaşımız (belki daha yüksek veya azdır) sigortmız da var...Ne yapardık? Acaba ''İş bulmak çok zor, cuma yerine öğlen namazını kılarım'' mı deriz yoksa ''işçiye cuma farz değildir'' diyen sapık alimlerin fetvası ile mi amel ederiz?

    Sanki rızkımızı fabrikatör veriyormuş gibi bir hal ve tavır mı takınırız?

     

     

    Rızkın Allah'dan geldiğini bilmeyenler bu imtihanı kaybedecekler...

     

     

    İmam, arkasında cemaat olan Beyazıd el Bistami Hazretlerine sormuş:''Efendim siz hiç dünya işleri ile meşgul olmuyorsunuz, peki nasıl geçiniyorsunuz?'' demiş.Bistami Hazretleri celallenerek ''Ben kıldığım namazları kaza edeyim, rızkı kimin gönderdiğini bilmeyenin arkasında kılınan namaz fasittir'' buyurmuş.

     

     

    Evet rızkımızı Allah gönderiyor.Biz o fabrikada çalışsak da çalışmasak da rızkımız gelecek ama bir helal yoldan gelmesi var, birde haram yoldan.

     

     

    Hazreti Ali atını tutması için bir adam görevlendirdi.Adam tuttu atın eğerini çaldı.Hazreti Ali buyurdu ki:''Ben ona zaten o kadar ücret verecektim.Ama rızkını haram yoldan kazanmayı istedi.''

     

     

    Peki işten atılacağımızı, aç kalacağımızı bilsek dahi Allah için çok birşey mi yapmış oluruz? Mekke'den Medineye islamı daha güzel yaşamak için göç eden müslümanların malları yağma edildi, Ebu Sufyan tüm muhacirlerin mallarını sattı.Bedir savaşı da buradan patlak verdi.Ya kervan, yada ordu denildi.

     

     

    Şimdi gelelim fabridakilerin haline.3-5 kişi dışında Cumaya giden olmamış.Ah bizim imanımız...Ah bizim müslümanlığımız..

    İşte bir imtihan ve işte kazanan ve kaybedenler...

     

     

    VE MUTLU SON

    Şimdi diyeceksiniz ki ''cumaya giden 3-5 kişiye ne olmuş?''.Cuma namazına çıkarken isimleri alınmış.Fabrika yöneticileri ''İşte gerçek cumaya gidenler bunlardır, her cuma bunlardan başkasının çıkması yasaktır'' denilmiş.Gördün mü kazanmayı? Allah katında imtihanı kazananlardan oldular.

     

     

    Şükürler olsun ki; Allah'ın böyle cesaretli kulları da var...!

    ..........................


  10. :shiny: EKLEMENIZ İÇİN TESEKKURLER SUPER.....

     

    Bir namaza yaklaşıyorsunuz Allah’ın her günü,

    Laiklik karşıtı musalla taşına taşınıyorsunuz her an.

    Cenazenize doğru yürüyorsunuz.

    Laiklik karşıtı bir kefene bürüneceksiniz.

    Laiklik karşıtı bir eylemle gömüleceksiniz.

    Laik karşıtı dualara konu olacaksınız.

    Kapatın yüzünüzü bayım.

    Yüzünüzü kapatın.

    Dayanılmaz bir utanç bu.

    Skandal.

    Yüzünüz ahirete dönük, bayım.

    Kapatma davası açın yüzünüze.


  11. Kulluk, herşeyin Sahibi'ni (cc) bilmek, sevmek; şükretmek ve itaat etmektir...

     

     

     

     

    Senin Adınla yüce Allah'ım (cc)

    Yüce Selâm'ın (cc) rahmeti ve bereketi tüm inananların üzerine olsun..

     

    İbadet ve itaat ile kulluk etmemiz için (Zâriyat, 56) bizleri yaratan yüce Allah (cc), sevgili Efendimiz'in (sav) mübarek zâtı ve hayatını pek güzel bir örnek olarak göstermiştir (Ahzâb, 21). Allah'ın (cc) rızasını ve dünya/âhiret saadetini umanlar, Kur'an ve Sünnet'e bakmalı, sarılmalıdır.

     

    Hz. Muhammed (sav) Efendimiz zâtı ile olmasa da, Sünneti ile aramızdadır, yaşamaktadır. Ne mutlu Allah Rasûlü'nü (sav) misafir edenlere.. Selâm olsun o erenlere..

     

    Kulluk, sorumlu ve vazifeli olunanları yapmak ve paralelinde huzur ve saadeti kazanmaktır...

    Kulluk, her zaman doğruyu ve güzeli seçmek, hayatın her anında vefâlı olmaktır...

    Kulluk, herşeyin Sahibi'ni (cc) bilmek, sevmek; şükretmek ve itaat etmektir...

     

    Ve kulluğun en üstünü, “Allah'ı görür gibi / Allah'ın gördüğünü şuur etmek“le yaşamaktır! Bu, insanın kazanabileceği en güzel haldir.. Kısaca “ihsan“ yüce Allah'ın (cc) dostu olmaktır. Tabi bunun değeri gibi bedelide büyüktür ve ilki eğitimdir!

     

    İhsan, kalbin gafletten uyanması, ilâhi nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden arınması ve yüce Allah (cc) ile huzur bulmasıdır. İslam'ın en kıymetli ilimlerinden ihsanı öğreten, Tasavvuf'tur.

     

    İçerik olarak tamamen Kur'an ve Sünnet esasları üzerine kurulmuş olan Tasavvuf, İslam tarihinde ortaya çıktığı zamandan beri hiç gündemden düşmemiştir. Zira Tasavvuf'un konusu insandır, insan eğitimidir.

     

    Tasavvuf'un kazandırdığı ilahi sevgi ve kulluk neşesi, dînî hayatın ruhudur, tadıdır, kıvamıdır. Bu ruh ile din ayakta durur, ilim korunur, Allah (cc) yolunda hizmete baş konur ve “güzel kulluk“ yapılır.

     

    Ancak Tasavvuf tarihi seyir içinde bu vazifesini hep aynı başarıyla yerine getirememiştir. İçten ve dıştan aldığı darbeler ile bazen zayıflatılmış, bazen hedefinden saptırılmıştır. Onu nefsi ve menfaati için kullananlar olmuştur. İçine girip safiyetini bozan cahil ve hainler çıkmıştır. Hatta dini yıkmak isteyenler, birinci hedef olarak Tasavvuf'u seçmiştir, aynen bugünde olduğu gibi...

     

    Ey Muhammed aleyhisselâmın garip Ümmeti!

     

    Aydınlık dini İslamiyeti söndürmek isteyenler bugün ne yapıyorlar!? Müslümanları ilimden koparmadılarmı? Öz malımız bilimi çalmadılarmı? Kur'an ve Sünneti unutturmadılarmı? Üç kuruş ile kandırmalarmı? Yoksa niye bu perişanlık, ey Müslüman!...

     

    Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyası ve hemen yarın ölecekmiş gibi ahireti için çalışması gereken Müslüman, neyle meşgul? Fıkıh'tan Tefsir'e, Hadis'ten Tasavvuf'a, Matematik'ten Bioloji'ye ilimle yoğrulması gereken Müslüman, bugün acep neyle vakit geçiriyor?..

     

    Kur'an ve Sünnet ile olan yakınlığımız okadar zayıfladı ki, (ne yazikki) sadece bir bağımız kaldı. Oda âlimlere gösterdiğimiz saygıdır. Bunu görüp bizi özümüzden, yani yüce Kitâbımız ve sevgili Peygamberimiz'den (sav) tümüyle koparmak isteyenler, âlimlere ve velîlere olan ilgi ve sevgimizi hedef aldılar! Yoksa niyedir, Üstadlarımız hakkında bunca yalan ve iftira dolu haberler ve çirkin yorumlar! Ve sebebi nedir bunca saldırıların, münkirlerine dahi nezaket ile yaklaşan Allah Dostlarına?!

     

    Şu bir gerçektir ki, herzamankinden daha çok ihtiyacımız var Peygambervârisi âlimlere, irşada ehil ve ehliyetli mürşidlere... Çünki onlar vesiledir insanların hidâyete ermesine..

     

    Soruyoruz ârifleri eleştirenlere, biz Müslümanlar olarak onları sevip savunmaz isek, kaybeden acaba kim olacak? Böylesi bir gaflet ve tembellik karşısında, çalışanın Rabb'i Hz. Rahman (cc) kesinlikle bize yardım etmeyecektir. Ve kaybeden ancak biz, neslimiz ve geleceğimizdir! Başkası değil ey Müslüman!

     

    İmâm-ı Azam'dan İmâm-ı Rabbâni'ye, İmam Buhâri'den Hâlid-i Bagdâdi'ye, Said Nursi'den Sami Efendi'ye, Mahmud Efendi'den Muhammed Mutâ el-Haznevi Efendi'ye kadar bütün büyüklerimizi Allah (cc) ve Rasûlü (sav) için çok seviyoruz ve kıyamete kadar da seveceğiz, inşallah!

     

    Zira velîlere sevgi gözüyle bakmayan onlardan yararlanamaz! Oysa bizim istek ve niyetimiz o büyüklerden ilim, edep, ahlâk ve aşkı, yani “güzell kulluğu“ öğrenmektir!...

     

    Selâm olsun sadıklara...

    Selâm olsun ehl-i Vefâ'ya...

    Selâm olsun güzel kullara...


  12. Büyük velilerden Bayezidi Bistami hazretleri bir bay­ram sabahı temizlenmek üzere hamama giderek güzel güzel yıkanmıştı, boy abdesti de aldıktan sonra hamam­dan çıkarak evine geliyordu.

     

    Dar bir sokaktan geçerken kendisini görmeyerr bir ev hanımı yanlışlıkla bir kova külü Bayezidi Bistami hazretlerinin başından aşağı döktü.

     

    Bü­yük veli yeni yıkanıp hamamdan çıktığı halde mübarek bay­ram sabahı daha evine bile gelmeden başından aşağıya kül içinde kaldığına hiç üzülmedi, hatta merak edip başını kaldırıp külü döken kimseye dahi bakmadı.

     

    Canan sevgi­siyle candan, dost yadıyla cihandan vaz geçmiş olan, bü­yük tevazu sahibi Bayezidi Bistami hazretleri mübarek el­lerini semaya kaldırarak Cenab-ı Hakka dünya durdukça yere düşmeyecek olan şu duada bulundu:

     

    - Ey yüce Allahım bu günahkâr kulun kızgın ateşle­re lâyık olduğu halde sen onun üzerine sadece, yakma kud­reti olmayan sönmüş külleri döküyorsun. Sana ne kadar şükretsem yine azdır.

     

    Büyük velinin bu ibretli duasından sonra, genç şair Mustafa Necati Bursalının güzel bir beytini okuyalım:

     

     

     

    Açar niyâz elini bin vecdile Allah'a,

    Melekler gıpta eder, yükselen kudsî âh'a!...


  13. Lütfen bu başlığa bakıp hemen kızmayın. Unutmayın, bunu Kur'an dile getiriyor. 'Ey iman edenler! İman edin...' diyor. Bir başka ayet 'İslâm'a topyekün girin' diyor.

    Bu ne demek? 'Taklidi iman ettiniz, bu imanı tahkike çevirin; bilinçsiz iman ettiniz, bilinçlenin; İslâm size babanızdan ve atanızdan miras kaldı, hak edin!' demek.

    Dahası 'Pazarlıklı iman etmeyin!' demektir, 'Yüzde şu kadar Allah'a iman edeyim, ama yüzde şu kadarcık da pazarlık payım olsun, havalarında olmayın!' demektir.

    Bu ayetleri ne münasebetle mi hatırladım? İngiliz gazeteci Yvonne Ridley'in mülakatında söylediği o insanı çarpan sözleri münasebetiyle.

    Biliyorsunuz Ridley, Sunday Express gazetesinin muhabiri olarak Afganistan'da bulunuyordu. Şimdi 43 yaşında olan Ridley, Afganistan'a kaçak ve yasa dışı yollardan girmek isterken 28 Eylül 2001'de Taliban tarafından kaçırılmıştı. Yoksul bir İngiliz ailenin kızıydı. Taliban'ın elinde sadece 10 gün esir kaldı. Taliban, yani şu 'Müslümanların bedevileri', onun namusunu namusu gibi korudu, kılına dokunmadı ve dokundurtmadı.

    Ridley'in 9 yaşındaki kızı Daisy'nin ağzından 'Lütfen yaş günüme kadar annemi bırakın!' mesajı yayımlanınca, Ridley bırakıldı. Taliban kendisinden bir tek söz almıştı. İslâm'ı ve onun vahyi olan Kur'an'ı inceleyecekti.

    İşte burada durmalı.

    Bu tavır, Müslüman'ın kendi değerlerine güveninin eseridir. Zorla Müslüman etme yok, 'İncele, bilgi sahibi ol, gündemine al' teklifi var. Tehdit değil, teklif yani.

    Taliban sözünde durunca Ridley de sözünde duruyor. Çıkar çıkmaz İslâm'ı öğrenmek için harekete geçiyor. Ne mi yapıyor?

    Kur'an'a başvuruyor. Başkasına değil, Allah'ın kitabına. O muciz-i beyan olan Kur'an'a. O hidayet güneşi olan Kur'an'a. Okuyor, okuyor. Ve sonuç göz kamaştırıcı: Kur'an onun tasavvurunu, aklını, şahsiyetini, hayatını inşa ediyor. Onu 'İslâm kadını' etmeye yetip de artıyor bu.

    'Kur'an sizi nasıl etkiledi?' sorusuna verdiği cevaba bakın: 'Nefes kesiciydi. Kur'an sanki bir hayat kılavuzu. Okuduğum her şeyden çok etkilendim. Özellikle kadın haklarından. Çünkü hep bize Müslüman kadınların baskı altında olduğu anlatılırdı.'

    Allah aşkına! Bilmem kaç yıllık Müslümansınız. İslâm kardeşliği hakkında siz de dahil etrafınızdaki kelli felli Müslümanlardan kaçta kaçı şu cümleleri kuracak bilinç seviyesine sahiptir? İşte bunun sırrı Kur'an'dadır. İşte o sözler: 'Biz birlik olursak çok güçlü oluruz. Günde beş defa biz böyleyiz. Günde 24 saat, haftada 7 gün böyle olsak (namazda saf tuttuğumuz gibi hayatta da birlik olsak) hiç kimse bizim topraklarımızı işgal edemezdi. Kardeşlerimize işkence yapamaz, çocuklarımızı katledemezdi. Bize hiç kimsenin gücü yetmezdi ve bize saygı duyarlardı. Bizleri terörize edemezler ve bizlere saygı duyarlardı. Guantanamo'ya insanlarımızı kilitleyemezlerdi'.

    İki şeye dikkat! Birincisi, kadının 'biz' tasavvurundaki Kur'aniliğe! Fatiha'daki 'biz'i nasıl da kavramış? Kırk yıldan beri namaz kılan birçok anadan doğma Müslüman'dan daha iyi. Bir de 'bizim topraklarımız' diyor. Allah aşkına, kaç anadan doğma Müslüman Irak'tan, Afganistan'dan, Sudan'dan söz ederken 'Bizim toprağımız' diye konuşur? Kafası Misak-ı Milli ile sulanmamış olmak için, ille de İngiliz mühtedisi olmak mı lazım?

    Ridley bir de kitap yazmış: 'Cennete Gidiş Bileti'. Konusu İslâm şehitleri. 'Çünkü' diyor, 'kitabı Cenin şehitlerine adadım'. Kardeşim benim... Ve ey Kur'an, ey gök sofrası! Sen, ne muhteşemsin!

    Kur'an Ridley'i inşa etti. Darısı anadan doğma Müslüman olmanın keyfini yaşayan bizlere... Bunca yıl Müslüman olup da, daha Kur'an'ı baştan sona bir kez anlayarak okuma zahmetine (!) katlanmamış olan gafil Müslümanlarımıza...

     

     

     

    ALINTI


  14. Biliyorum ki; sen yine "şeytanın gör dediğini" görecek ve beni "geri kafalılık"la, "yobazlık"la, "bağnazlık"la, "irticacılık"la ve "örümcek beyinli" olmakla suçlayıp, susturmaya çalışacaksın!.. Biliyorum ki; "kuş beyinli" olduğun için, "geçmişte olanları" yine hatırlamayacak ve "aldığın maaşı haketmek" için "Saldır Co" görevini ifade edecek ve yine bana saldırmaya devam edeceksin!..

     

     

    Saldır, saldırabildiğin kadar!.. "Diş"lerini göster, "ağzından salyalar akıt" ve "kulaklarını dikleştir", hiç umurumda değil!.. Havla, havlayabildiğin kadar!.. Ama yorulup da, havlamayı kestiğin anda, "dikleşmiş kulak"larını bana çevir ve söyleyeceklerimi dinle!..

     

     

    Malûm, "17 günahsız küçük kız" ve bir "eğitmen"in can verdiği "Konya'daki patlama"yı konuşuyoruz... Sen diyorsun ki; "Patlamanın sebebi, çarpık dindarlık anlayışı"dır!..

    Diyorsun ki;

    "Neden tedbir alınmadı?.. Neden denetimsiz kurs açıldı?.. Neden izinsiz işler yaptılar?.. Koruma altında tutulan küçük kızların can güvenlikleri niye sağlanmadı?"

     

     

    İLK SORU: NİYE İZİN VERİLMİYOR?

     

     

    Bu soruları, elbette soralım... Ama, şunu bilelim: O yurt, "izinli"dir!.. Velev ki, izinli olmasın!.. O zaman, sorulması gereken ilk soru, şu değil midir;

    "Bu ülkede Kur'an eğitimi niye yasak?.. Bale, spor ve yabancı dil gibi her türlü eğitim/öğretim serbest iken, Kur'an eğitimi almak niye yasak?..

    çocuklarının Kur'an eğitimi almasını isteyen anne-babalar, niye kaçak-göçek işler yapmak zorunda kalıyor?.."

     

     

    Heyy "laikçi" vatandaş;Sorulması gereken asıl soru bu değil mi?..

    Ama sen ne yapıyorsun?..

    "Ortada kuyu var, yandan geç" misali, olayın "bam teli"ne dokunmayıp, etrafında geziniyorsun!..

    Erkekçe sorup, desene;

     

     

    "Nüfusunun yüzde 99'u Müslüman denilen bu ülkede; Hıristiyan ve Musevi çocuklar; hiçbir engellemeye ve hiçbir sınırlamaya tabi olmadan dinlerini öğrenebiliyorlarken; bu hak, Müslüman çocuklarından niye esirgeniyor?"

    önce bunu sor!.. Bunu sor ki; "izinsiz kurs" veya "kaçak yurt" meselesini daha sonra konuşalım!..

     

     

    AZINLIKLARA VAR, MÜSLÜMAN’A YOK!

     

     

    Ama sen bunu sormazsan, ben sana sorarım: İbrahim Tatlıses'in, "Şanlıurfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık?" demesi gibi; Türkiye'de "Kur'an kursu serbest"tir de, Müslümanlar mı "kaçağa" yöneliyor?!?..

    Heyy "laikçi" vatandaş;

    Sen de gayet iyi biliyorsun ki; bu ülkedeki bütün "kanun" ve "yönetmelik" gibi düzenlemeler "azınlıkların haklarını korumaya" yöneliktir!..

     

     

    "Nüfusunun yüzde 99'u Müslüman" denilen bu ülkede yaşayan insanların "azınlıklar kadar hakları yok"tur!..

    Evet, yoktur!..

     

     

    "Halkı Müslüman" bu ülkede; Museviler için "Cumartesi" günleri, Hıristiyanlar için "Pazar" günleri "tatil"dir ve onlar "havra"larına, "kilise"lerine rahatlıkla gidip "ibadet"lerini yaparlar da, "işçi" veya "memur" olan bir Müslüman, elini-kolunu sallaya sallaya "Cuma Namazı"na gidemez?..

    Niye gidemez?..

    çünkü, "Cuma günü tatil değil"dir!..

     

     

    Evet evet;

    Musevi için Cumartesi, Hıristiyan için Pazar günleri tatildir ama, Müslümana Cuma günleri tatil olmadığı için; "işçi" veya "memur" olan bir Müslüman, "şef, amir, müdür veya patron"un önünde iki büklüm eğilip, "Cuma Namazı için izin istemek" mecburiyetindedir!..

     

     

    Verirlerse, ne âlâ!..

    Vermezlerse, "Cuma Namazı"na gidemezler!..

    Hele söyle bana "laikçi" vatandaş;

    "Halkı Müslüman bir ülke"de, bir Müslüman'ın "namaz izni" istemek gibi "şapşalca bir uygulama"ya boyun eğmek zorunda kalması, abesle iştigal değil midir?

     

     

    27 MAYIS, ÖYLE BİR İHTİLAL Kİ!

     

     

    Gel, otur dizimin dibine... Otur da, sana biraz "tarih" biraz da "insanlık dersi" vereyim!..

    Hani, geçenlerde aktarmıştım ya... Hani, "1961 Anayasa'sının nasıl ve hangi şartlarda kabul edildiği"ni Kurmay Albay Talat Aydemir şöyle anlatıyordu ya;

     

     

    "Giresun'da Garnizon kumandanıyken, jandarmaya, vatandaşların göğüslerinde sigara söndürterek zorla kabul ettirdiğim Anayasa'yı ihlal ettiğim iddiasıyla yargılanıyorum!"

    "Vatandaşların göğüslerinde sigara söndürülerek, zorla kabul ettirilen" 1961 Anayasası için, Danıştay Başsavcısı Tansel çölaşan, hâlâ; "Halkın coşkuyla karşıladığı bir devrim!!!" ifadesini kullanıyordu ya...

     

     

    Hepsi bir yana da;

    "Kanlı 27 Mayıs ihtilâli"ni yapıp, "bu milletin seçtiği Başbakan ve iki bakanını idam edenler" daha başka ne yaptılar biliyor musun?..

    Tek cümleyle ifade ediyorum;

    "Musevi çocuklarının, hem de sinagoglarda dinî eğitim almalarını serbest bıraktılar!"

    Evet, evet;

    "Müslümanların çocukları"nın Kur'an eğitimi almasına "yaş sınırlaması" getiren zihniyet, "Musevi çocukları"nın önünü açtı!..

     

     

    29 HAZİRAN 1960 TARİHLİ BELGE

     

     

    Nasıl mı?.. Al sana belge:

    Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu; bundan 48 yıl önce, yani 21 Haziran 1960 tarihinde "17 sayılı" bir karar almış...

     

     

    "Musevi çocukların dinî eğitimine izin" verilen bu karar, 29 Haziran 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanmış!..

    Dönemin Millî Eğitim Bakanı tarafından da "uygun" bulunup onaylanan "karar" aynen şöyle:

    "İlkokullara devam eden Musevi çocuklarına; okul programları ve kanunen okula devam mecburiyeti işi aksattırılmamak şartıyla, sinagoglarda değişik müfredata göre din dersleri verilmesi hususu Vekâlet Yüksek Makamı'nın tasvibine arz olundu."

     

     

    Haa, unutmadan hatırlatayım:

    Dönemin Millî Eğitim Bakanı tarafından, altına "uygundur" imzası atılan yukarıdaki karar, "Hahambaşılığın 2 Şubat 1960 tarihli ve 34-M-28 sayılı talebi üzerine" alınmış, iyi mi?.. Ve bu karar, halen "yürürlükte"dir!..

    Anladın mı aslanım?..

    Gördün mü "zihniyeti?"

     

     

    "Vay beee!" diyecek misin şimdi;

    "Vay beee!.. 27 Mayıs darbesi, Musevîlerin Tevrat'ını serbest bırakmış, 28 Şubat darbesi de Müslümanların Kur'an öğrenmesini yasaklamış!!!"

    Heyy laikçi hödük;

     

     

    Şimdi anladın mı, "Konya'daki patlama"nın altında yatan sebepleri?.. Bu ülkenin "yüzde 99'luk dilimi" içinde yer alan "Müslüman"ların niye "izinsiz" iş yapmak zorunda kaldıklarını, şimdi kavradın mı?..

    "Kur'an öğrenmek bir ihtiyaç" ise ve bu ihtiyacın önü "laikçi zorbalar" tarafından kesilmiş ise, ne yapacak bu insanlar?..

     

     

    "Teslim" mi olacaklar,

    Yoksa "ölümüne" direnecekler mi?..

    Hele de;

    Kendisinin "çoğunluk" olduğu bir ülkede, "azınlıklar kadar bile hakkı yok"sa ve "parya" muamelesi görüyorsa!!!

     

     

    NİYE İPRAGAZ’A YÜKLENMİYORSUN?

     

     

    Bak aslanım!.. Sen, "Sadist bir laikçi" olabilirsin!.. "Postal yalayıcısı" olmaktan zevk alıyor da olabilirsin... "Salman Rüşdi"liğe, "Turan Dursun"luğa veya "M. İlmiye çığ"lığa da soyunabilirsin!..

    Ama, "başkalığa" soyunmadan önce, "aklını kuşansan" iyi olur gibime geliyor!..

    çünkü, omzunun üzerinde "fıçı" büyüklüğünde bir "kafa" var ama, içinde "akıl" ve "mantık" yok!

     

     

    Eğer birazcık aklın ve mantığın olsaydı; herhangi bir binanın "çökme"sinden dolayı; "binanın kaçak olup olmadığını" değil, ilk önce "çökme sebebi"ni sorgular ve İpragaz'ı karşına alıp, şu soruları sorardın:

    - Söz konusu patlama öncesinde, ortamda büyük oranda gaz kokusu alınmasına rağmen gaz neden kesilmemiştir?

    - Yurt binasına tank kurulumu yapılırken, ‘gaz kaçağı algılama alarm cihazı’ takıldı mı?

    - Takıldıysa, olay esnasında neden ‘gaz algılayıcı sensörler’ devreye girmedi?.. Yoksa bu cihaz takılmadı mı?..

    - Valf, gazı neden kesmedi?

    - Tankın yıllık periyodik kontrolleri ve bakımı yapıldı mı?

     

     

    Evet kendin "hödük", aklın "güdük" olmasaydı bu soruları sorar ve İpragaz firmasının, "sırf 300-500 YTL daha kâr elde edebilme hırsı"yla bir "facia"ya yol açtığını görürdün!..

    Ama sen hem kör, hem de önyargılısın!..

     

     

    ASKERİ LOJMANLAR DA MI KAÇAKTI?

     

     

    Eğer "önyargılı" olmasaydın, "gaz sıkışması"ndan kaynaklanan "tek patlama"nın Konya'da meydana gelmediğini, benzeri bir olayın 11 Aralık 2006 tarihinde "Diyarbakır'daki askerî lojmanlar"da da meydana geldiğini hatırlardın!..

    Bre gafil laikçi... Gir arşive de, 12 Aralık 2006 tarihli Hürriyet'te yer alan "Bomba değil, kazan" başlıklı haberi oku!..

    Bak, ne yazıyor o haberde;

     

     

    "Diyarbakır'ın Ofis semtindeki 7. Kolordu'ya ait lojmanlardaki Şahinkaya Apartmanı'nda kalorifer kazanının patlaması sonucu, 4'ü çocuk 7 kişi hayatını kaybetti.

     

     

    Enkazdan 8 kişi yaralı çıkarıldı, 1 kişiyi arama çalışmaları sürüyor. Subaylar ve öğrencilerin patlamadan yarım saat önce servislerle binadan ayrılması, facianın büyümesini önledi.

    Şiddetli patlamada 5 katlı, 10 daireli binanın bir bloktan oluşan 5 dairesi yerle bir oldu. Binanın ön yüzündeki mutfak bölümleri çöken duvarlar nedeniyle tümüyle açıkta kaldı.

    Mutfaklardaki tencereler, su bidonları, tabaklar olduğu gibi göründü.

     

     

    Enkazda yapılan ilk incelemelerde kalorifer kazanının su sirkülasyonunu sağlayan devridaim vanasının kapalı olduğu belirlendi. Kazandan kalorifer peteklerine giden suyun sirkülasyonunu sağlayan vananın açılmaması nedeniyle, aşırı derecede ısınan suyun, buhar basıncı ile kazanı patlattığı anlaşıldı. Kazanın daha önce de birkaç defa arıza yaptığı ve onarıma alındığı, son onarımın da önceki akşam yapıldığı belirtildi."

    Demek ki, neymiş?..

    Bu tür "ihmal"ler veya ihmalden kaynaklanan "kaza"lar sadece "kaçak(!) öğrenci yurtları"nda değil, "askerî lojman"larda da olabiliyormuş!..

     

     

    Ama senin gözlerin "kör" ve beynin "önyargılı" olduğundan sadece Konya'yı görüyorsun!..

    "Müslüman"lara karşı ağzına geleni söyledin, beyninin içindeki bütün kin ve öfkeyi kustun ama "askerî lojmanlardaki kaza" için ağzını bile açmamış, o zaman "dut yemiş bülbül"e dönmüştün!..

    Eee, ne de olsa, sen "postal yalama"yı seversin!..

     

     

    GüVENLİK, İPRAGAZ’IN İŞİ DEĞİL Mİ?

     

     

    Hele şimdi söyle bana;

    Askerî lojmanda, "bomba gibi patlayan kazan"ın bulunduğu binada da mı "can güvenliği" sağlanmamıştı?.. O binada da mı, "barınma koşulları" yerine getirilmemişti?.. Orada da mı "doğru dürüst hiçbir önlem" alınmamıştı?!?..

    Elbette hayır!..

     

     

    "İnsan eli" değen her yerde bu tür "kaza"lar olabilir!.. Ama bu kazalardan yola çıkıp, "laiklik histerisi"ne kapılan "hödük"leri görünce, kendimi tutamıyorum işte!..

    "Kendisi hödük, aklı güdük" bu laikçi vatandaş diyor ki;

    "Senin sorumsuzluğuna, vurdumduymazlığına, ahlaksızlığına, çarpık kader anlayışına da şiddetle karşı çıkacağım elbet."

    Ulan laikçi düdük;

     

     

    "Sorumsuz" kimdir?.. "Vurdumduymaz" olan kimdir?.. "300-500 YTL'ye tamah eden" kimdir?..

    O yurdun yöneticileri "teknik detay"ları ne bilir?.. "Valf" takılmış mı, "gaz alarmı" var mı, nereden bilsinler?..

    Onu yapması gereken, "gaz tankı"nı oraya monte eden "İpragaz firması" değil mi?.. Onlar "300-500 YTL'ye tamah" edip de o cihazları takmadılar ve "patlama"ya zemin hazırladılarsa, "yurt yöneticileri" ne yapsın?!?..

    Hani, neredeyse, "iyi ki patlama olmuş" diyesi geliyor insanın!..

     

     

    Eğer "patlama" olmasaydı var ya; "tanktan sızan gaz" bütün odalara yayılacak ve Allah bilir ya, "yurttaki herkesin gazdan zehirlenip ölmesine" yol açacaktı!.. O zaman "şehit" sayısı 18 değil, belki de 40-50 olacaktı!..

    Daha beterinden Allah korudu!..

    Ama; "din"le, "İslâm"la bütün bağlarını koparan ve bütün mesaisini "Müslümanlarla mücadele"ye ayıran "laikçi düdük"ler bunları düşünmez!..

    çünkü düşünecek "beyin"leri, mantık yürütecek "akıl"ları yoktur!..

    Onun içindir ya;

    "İslâm akıl dinidir!"

    Aklı olmayana sorgu-sual yoktur!

    Tamam mı, "laikçi hödük"

    önce bunları konuşmaya ne dersin?!?..

    =====================

    Sağım-solum, önüm-arkam yasak!

    Ne yapsın bu "Müslüman"lar?.. "Kur'an Kursu" veya "öğrenci yurdu" açmak istediklerinde "olmaz" diyorlar; "12 yaşından küçük çocukların Kur'an Kursu’na gitmesi yasak!"

    çocuklarının "Kur'an öğrenme ihtiyacı"nı herhangi bir şekilde yerine getirdiklerinde de, "yaygara"yı basıp, "höykürme"ye başlıyorlar: “Yasağı dinlemediler!"

     

     

    Dünkü Vakit'te yer alan haberi okumuşsunuzdur, şöyleydi:

    "Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nün başarılı öğrenciler için her yıl düzenlediği ‘Gençlik Kampı’nda bu yıl büyük bir skandala imza atıldı. Gümüşhane çocuk Esirgeme Kurumu'ndan 16 yaşındaki Havva Y. ile Sultan ç. adlı kız çocukları, başörtülü oldukları gerekçesiyle İzmir çeşme'de gerçekleştirilen kampa alınmadı."

     

     

    Bu çocukların aileleri ne yapsın şimdi?..

    çoluk-çocuklarını alıp, bir deniz kenarında "kamp" kursalar, "yaygara" hazır: "Sahilleri şeriatçılar işgal etti!"

    Be adamlar, ne yapsın bu insanlar?

    "Sağım-solum, önüm-arkam yasak!" ise, ne yapsınlar?..

    çare yok; ya "yasak"ları kaldırın, ya da "zırlama"yı kesin!..


  15. Öğleyin kaylule yapınız. Muhakkak şeytanlar öğle vaktinde kaylûle yapmazlar.” (Müslim)

     

    .

    Kaylule, öğle vakti uyumak demektir. Öğleye doğru kaylule yapmak, gün ortasında 20 – 30 dakika uyumak sünnettir. (Mevahib-i ledünniyye)

     

    Tıpçıların da üstadı Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vessellem) öğle namazını kıldıktan sonra, bir miktar uyur, ‘kaylule’ yapardı. (Velâ yedaul-kàileh) Kaylûle uykusu denilen gündüz uykusunu terk etmemeyi de tavsiye eden Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır: “Öğleyin kaylule yapınız. Muhakkak şeytanlar öğle vaktinde kaylûle yapmazlar.” (Müslim)

     

    Kaylûle yapan insan, bir sünneti ihya ettiği gibi aynı zamanda dinç olur, gece namazlarını, teheccüdü veya sabah namazını kılacak gücü kendine bulur.

     

    Öğle uykusu vücuda ne gibi yararlar sağlar?

    Günümüzde bu konuda yapılan ciddi araştırmalardan bazıları:

     

    * Kaylule uykusu kalbe, dimağa ve vücuda dinçlik, sıhhat ve kuvvet kazandırır.

    * Yorgunlukları giderir.

    * Öğlen uykusu (kaylûle) hafızayı koruyor,

    * Zihinsel yorgunluk giderir,

    * İş kazalarını azaltır,

    * Uzun zamanlı olarak stres giderir ve ömrü uzatır,

    * Verimli çalışma ve işe odaklanma sağlar.

    * Gizli bir enerji kaynağıdır

    * yüzde 37 kalp hastalıkları riskini azaltıyor.

    * Öğle uykusu şeker ve kalbe iyi geliyor.

    Kaylûlenin yararları saymakla bitmiyor.

     

    Peygamberimizin tavsiyesi dünyaya moda oldu

     

    Peygamberimiz Hz. Muhammed'in yüzyıllar öncesinden sağlık için yaptığı tavsiye, günümüzde önce işyerlerinde, şimdi de üniversitelerde moda oldu..

     

    Öğle saatlerinde kişilerin yaşadığı yorgunluğu engellemek için uygulanan bu yöntem; insanların, uyuşuk bir şekilde çalışacaklarına, uykularını almış dinç bir şekilde çalışmaları ve daha verimli olmalarını sağlar.

     

    Tavsiye edilen formül ise; 5-6 saat gece uykusu + 30 dakîka öğlen uykusu ki 2 saate bedeldir.

     

    1400 senelik bir uygulama ancak günümüzde dünya çapında fark edilebildi..

     

    Tıbb-ı Nebevîyi modern tıp tasdik ediyor:

    Hatırlasanız geçtiğimiz şubat ayında ülkemizde de gazetelere yansımıştı..

     

    * Bugün Japonya’da, öğle uykusu kanunî bir mecburiyet haline getirilmiş. Hatta bunun için özel ikramiye verilmektedir.

    * Kaylûle şimdi Fransa’da da devlet eliyle uygulamaya konuldu. 7 milyon Euro kaynak ayrıldı..

    * Çoğu Akdeniz ve Güney Amerika ülkesinde uygulanıyor.

    * Almanya'nın değişik bölgelerinde açılan yaklaşık 200 uyku merkezi Almanya uyku araştırma ve uyku hekimliği birliği bu konuda çalışmalarına devam ediyor..

     

    * Indiana Üniversitesi'nde öğrenciler şekerleme kulübü kurarlar. Üniversitede bir oda ayarlarlar. Üye olan öğrenciler öğlen vaktinde gelir bir miktar uyurlar. Derslerde verimi, beyni dinlendirmesinin yanı sıra öğrenme yeteneğini de artırdığı için profesörler de destek olmakta..

     

    Güzel dînimizde Kaylûle denilen öğle uykusu, şekerleme, kestirme; şimdi bilim çevrelerinde ve batı dünyasında “After-dinner nap”, “Siesta” vb. isimlerle isimlendirilmekte..

     

    Kaylûle neden ihtiyaç!..

    Gün içerisinde iki kez vücut ısısı düşer.

    Birisi sabaha karşı 03.00 sıralarında, diğeri ise öğleden sonra 14.00- 15.00 saatleri arasında olur. İnsanların öğle yemeğinin ağırlığına bağladığı bu rehavet dönemi, aslında vücudun uykuya en meyilli olduğu saat dilimidir.

     

    Peygamberimizin (sav) asırlar önce (kaylûle) öğle uykusunu tavsiye ettiği ve uyguladığı düşünülürse, modern ilmin, bu konuda da İslam’ı 14 asır geriden takip ettiği görülecektir.

    Söyler misiniz kim önde gidiyor!...

    İslâm mı, günümüz bilimi mi?...

     

    Anlayalım artık “Din işleri başka, dünya işleri başka” demenin yanlışlığını…

    Kavrayalım artık; “Bir sünnetin bu kadar faydası varsa, bütün sünnetlerin insanlığın yararına olduğunu… İnsafla düşünelim.


  16. Bir insan günah işleyerek, Rabbine isyan ederek, yeryüzünde fesat çıkartarak öncelikle kendine zulm etmiş olur. Hele açıkça, küstahça, cehren günah işleyenler, fisk u fücur yapanlar büyük zalimlerdir.

     

     

    Hasta annesine ilaç almak için hırsızlık yapanla, yahut aç kaldığı için fırından bir ekmek çalanla; memleketi, milleti, devleti soyan saygın ve yüksek/alçak hırsız bir midir?

     

    Bu ikinci sınıf hırsızlar büyük zalimlerdir. Onları destekleyen, onları alkışlayan, onlara dua edenler zulümlerine ortak olmuş olurlar.

     

    İmamı Gazalî’nin hangi kitabında okumuştum? Sultanların huzuruna çıkma, çünkü çıkarsan onların ömürlerinin uzun olmasına dua edersin. Hak celle ve ala hazretleri ise zalimlerin ömrüne dua edilmesinden razı olmaz, hoşnut kalmaz diye yazılıydı.

     

    Müslüman olup da namaz kılmayanlar kendilerine zulm edenlerdir.

     

    İslâm’ın tesettür farzını yerine getirmeyen bir mü’min kadın kendine zulm etmiş olur.

     

    Dilleriyle insanlara eza veren; gıybet, nemime, yalan, iftira, fitne fesat yapanlar da zalimdir.

     

    Bir zalim görmek istiyorsan uzaklara bakma, koş aynaya bak!.

     

    Zekatını vermeyen bir Müslüman zalimdir.

     

    Zekatını Şeriatın ve fıkhın hükümlerine göre vermeyip de, verilmemesi gereken yerlere veren yine zalimdir.

     

    Müslümanların zekatlarına göz dikip onları, hiç hakları olmadığı halde toplayanlar, hevalarına göre harcayanlar veya zimmetlerine geçirenler ne büyük zalimlerdir.

     

    Doyduktan sonra yiyenler, yeme içme konusunda israfa kaçanlar zalimdir. Doyduktan sonra yediğin her lokmanın başkasına ait olduğunu bilmiyor musun?

     

    Öyle zalimler, fasıklar, facirler, günahkarlar var ki, kendilerini salih, müttaki, olgun sanırlar. Veyl onlara, yazık onlara, efsus onlara!..

     

    Kâfirleri dost ve velî edinip de mü’minlere düşman olanlar yok mu, ne büyük zalimlerdir onlar.

     

    Emanetleri ehline vermeyenler zalimdir.

     

    Milyonlarca halk yarı aç yarı tok, sefalet içinde sürünürken kendileri Nemrud ve Firavun gibi lüks hayat sürenler, har vurup harman savuranlar, kibir ve gösteriş içinde yaşayanlar zalimdir hep.

     

    Beş yıldızlı lüks oteli beğenmeyip ille de yedi yıldızlıda yatmak isteyenler; pahalı ve lüks restoranlarda fil gibi tıkınanlar; her biri başlı başına bir servet olan lüks binitlerde caka satanlar; fakir halka tepeden bakanlar zalimlerdir hep.

     

    Şu soysuz kestaneye bak. İçinden çıktığı kirpiyi beğenmiyor.

     

    İnsan kusursuz ve günahsız olmaz. İnsan hem kendine, hem başkalarına zulm edip durur. Aklı olan zulümlerine, günahlarına tevbe etsin, Rabbinden af ve mağfiret dilesin.

     

    Hem zalim, hem gururlu... Hem zalim, hem de tevbe etmiyor... Böylelerinin akıbeti iyi olmaz.

     

    Beynimizin ve kalbimizin içine iki levha asalım: Zalimlerden olma, zalimleri destekleme...

     

    Prof. Yusuf Halaçoğlu


  17. Biliyorum, hiç beklemiyordun bu daveti. Birden geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyalanegatifdığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğ un haz perdeleri parelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana giren, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.

     

     

     

    “Daha dün konuşmuştuk ama...” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı.

     

    “Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!”

     

    İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.

     

    “Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.”

     

    “Rahmetli...” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.

     

    İki yakasında da eksiğim İstanbul’un.

     

    Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.

     

    Hayret! Ben öldüm bu defa... Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.

     

    Gitsen de bir gitmesen de bir, bir cenaze olacak cami avlularından birinde...

     

    Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim. Başroldeyim. Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı... Ben oynayacağım.

     

    Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı.... Ben oynayacağım. Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı... “Adı neydi... Hani..!” diye yokluğu kanıksanacak adamı... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı... Ben oynuyorum bugün...

     

    Sahnedeyim.

     

    Beklerim.

     

    En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.

     

     

     

    İşte davetiyen:

     

    Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan,

     

    her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan,

     

    her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren,

     

    her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan,

     

    doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan,

     

    kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan,

     

    damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan,

     

    ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan,

     

    sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan,

     

    unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen,

     

    güzelliğini aynaların kırıklarında arayan,

     

    toprağa girmeye üşenen,

     

    uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız senai demirci

     

     

     

    doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.

     

    Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.

     

    Senai Demirci


  18. “Eklense de başıma dünyada kaç baş varsa. Başım onların hepsi için secdeye varsa”

     

    Merhum Necip Fazıl ne güzel ifade etmiş. Namazın her rüknü muhteşemdir, fakat secde belki de doruk noktasıdır Allah’u alem. Kulun Rabbi’ne arada hiçbir engel olmadan, doğrudan içini döktüğü ve kulluğun hazzını duyduğu bir nokta.

     

     

     

     

    Rüku da Rabbin karşısında bir eğilmedir, fakat secde bambaşkadır. İnsanın madden ve manen Rabbisinin karşısında en küçük olduğu zaman dilimidir. İnsanın en değer verdiği başını O’nun karşısında yere koyması ve Rabbim Senin emrin üzere karşında secde ederek başımı yere koyuyorum, gerekirse bu başımı yine Senin yolunda koltuğumun altına almaya hazırım, demesi o insan için kulluğun gerekliliği olarak görülebilir.

     

     

     

    İnsanlar dünyada madden ve manen çeşitli şeyler karşısında eğilebiliyorlar. Bu bazen para, bazen bir karşı cins, bazen ise makam şan ve şöhret olabiliyor. Bir insan Allah’a hakkıyla kul değil ise ya yukarıda sayılan şeylere veya başka bir şeye bağımlı olarak yaşar. Yani ne kadar özgürüm de dese aslında iç dünyasında özgür değildir. Ya paraya bağımlılığı vardır, ya da başka bir maddeye.

     

     

     

    Fakat insan Allah’a secde ettiğinde adeta şunu demiş oluyor; “Rabbim ben Senin kulunum, biliyorum Sen istersen her şey olur ve istemezsen de hiç bir şey olmaz. Senden başka hiçbir güç yok ki ben onlara bağlı kalayım. Ben yanlız Sana secde ediyorum” der ve Allah’tan gayrı şeyler karşısında özgürlüğünü ilan etmiş olur.

     

    Allah’a secde etmenin şükrünü bile hakkıyla eda etmemiz belki mümkün değildir. Gerçek ve tek secde edilecek ancak O’dur. Secdenin karşılık bulduğu tek yer de O’nun katıdır.

     

     

     

     

     

    Rabbim tüm inananlara hakkıyla Kendine secde etmeyi ve inanmayanlara da hakkıyla inanmalarını nasib etsin, secde kahramanlarının da sayısını attırsın inşallah. Amin.


  19. HAYDI ANADOLU YOL KARDEŞLIK YOLU

    ŞAHLANSIN NE VARSA EDIRNEDEN KARSA

    HAYDI ANADOLU AK AK AK! :D

     

    DENNIS SEN EN IYISI BU KIŞ EVINDE ÖRGU ÖR YAKISIR SANA :D

     

    ALLAH YARDIMCILARI OLSUN DAIMEN EBEDEN...


  20. Efendımızın ısra yolculugu ile baslayıp peygamberlere ımamlık ıle devam eden ve rabbısıyle buluşmasıyla son bulan o mubarek mıraç gecesı bıze hedıye olarak gonderılen enbasta 5 vakıt namazla bırlıkte cumlemıze mubarek olsun...

     

    evınız ocagınız bu gecenın rahmetıyle dolsun...en basta EFENDIMIZIN ehlı beytının,ve sahabeyı guzın efendılerımızın ve daha sonra NECIP FAZIL KISAKUREK ustadımızın kabrı nur ıle dolsun....amın...

    • Like 2

  21. :D elhamdulılah hafakan kardeşim....

     

    postmortem ALLAH DAIMEN VE EBEDEN RAZI OLSUN SENDEN.....

     

     

    BALABAN KARDEŞ CEVABINI BURDAN OKUSUN... bence senın sabırsızlıkla bekledıgın fıkırlerım degıl;ne yazsada ataga gecsem durumu...mubarek ayda zan yapmayalım...hepsını okudum ve dedıgım gıbı saygı duyuyorum...hepsıne eyvallah...da purnese az sakın ol ne bu sıddet ne bu celal kardeşim...

     

    bır konuda haklı çıkacam dıye kışılerın özel alıskanlılarını örnek vererek üste çıkmak yakısıyormu sana...sıgarayla pantolan arsındakı bağın okunmaya deger dogrusu :D

     

    artık tamamdır arkadaslar medenı bır sekılde ele alınan bu konu sahsa saldırmalara ve hakaretlere dayanmaya kadar geldı..bu kadarı bıze yakısmaz...anlayıp anlamadıgımı kımseye tutanak yazarak belırtecek degılım...orasını rabbım bılır...bıldıgım tek sey;

     

    PANTOLON MUMIN KADIN KIYAFETI DEGILDIR; AISE ANNEMIZE FATIMA ANNEMIZE BENZEMEK YERINE ILLA ÇAĞA UYUP BU SEKILDE GIYINCEM DERSEN ODA KISIYE KALMISTIR..BIZI BAĞLAMAZ..

     

    burda asla bırbırımızden ustun çıkmak için konu eklemıyoruz...senın dusuncen sana benımkı bana kardeşim...

     

    SELAM VE DUA İLE...


  22. 29 Temmuz Salı gününü 30 Temmuz Çarşamba gününe bağlayan gece Receb-i Şerif ayının 27. Gecesi olup Mîrac Gecesi’dir. Yüce Rabbimizin lütuf ve keremi ile pek şerefli ve mübarek olan bu geceyi idrak etmiş bulunuyoruz. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve bereket bahşeden Mîrac kandilini tekrar idrak etmenin sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve hamd ü senalar olsun. Mîrac Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden birisidir.

     

    Mîrac Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden birisidir. Hiç şüphe yok ki vakitler aslında birbirine eşittir. Bir vakit diğer bir vakitten kendiliğinden üstün olamaz. Öyleyse bir vaktin diğer vakitlerden daha şerefli ve faziletli olması mutlaka o vakitte meydana gelen bir yüce işten ve mübarek bir olaydan kaynaklanmaktadır. Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Mîrac gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Mîrac Gecesi’ni, bu derece yücelten husus: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra ve Mîrac mucizesinin bu gecede gerçekleşmiş olmasıdır. İsra ve Mîrac, insanlığın kurtuluşu için gönderilen Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize, ALLAH Teâlâ’nın sonsuz kudretinin eserlerini temaşa etmesi için yaptırılan mukaddes ve manevi bir yolculuktur. Birçok hikmet ve ilahi sırları bünyesinde barındıran bu gece, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz güç ve kuvvetinin gösterilmesi için Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize ALLAH Teâlâ tarafından yaptırılan, zamana ve mekana anlam kazandıran İsra ve Mîrac, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz için ALLAH Teâlâ’nın inayet ve desteğine mazhar olarak moral kazanma anlamını taşırken o günkü Müslümanların Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize bağlılığını ve ALLAH Teâlâ’ya inancını pekiştiren bir imtihan olmuştur.

     

    Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, ALLAH Teâlâ’nın huzuruna kabul edilişini temsil eden İsra ve Mîrac mucizesi bizlere, insanın, ilahi rızaya ve desteğe ulaştığında akıl ve idraki zorlayan derecede nice üst derecelere ulaşabileceğini gösterdiği gibi, mana aleminde yükselip ilahi rahmet ve huzura erişmenin, öncelikle gönül ve ruh temizliğinden, ahlaki erdemlere yükselişten, her şeyin sahibi olan Yüce ALLAH’a bağlılık ve boyun eğmeden geçtiğini de hatırlatmaktadır. Kelime anlamıyla “gece yolculuğu” manasına gelen İsra ve “yükselmek, yükseğe çıkmak, yükselmeyi sağlayan vasıta” anlamlarına gelen Mîrac; alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize, Mekke döneminde bir gece, Yüce Yaratanın sonsuz kudretinin eserlerini temaşa etmesi için önce Mescid-i Aksa’ya, oradan da semaya yaptırılan hikmet yüklü yolculuğu ifade eder.

     

    Bu sebeple sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin hicretten onsekiz ay önce, bir kısım ayetlerini göstermek için şanı yüce ALLAH tarafından, bir gece Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Haram’dan, çevresi mübarek kılınmış olan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesi, oradan da fiziki zaman ve mekan boyutlarının aşıldığı bir yükselişe ulaştırılması kutlu hadisesinin yaşandığı İsra ve Mîrac mûcizesinin yıldönümü olan bu gecenin, müminler açısından önemi çok büyüktür. Bu mübarek gece her yıl, İslâm dünyasının dört bir tarafında derin bir huşu ve hürmet ile karşılanır ve uğurlanır. İslâm aleminin saadet ve selâmeti, mü’minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmaları için bu mübarek gecede milyonlarca Müslümanın elleri semaya açılır. Mü’minler, içtenlikle yüce ALLAH’a yönelirler, affedilme ümitleri canlanır ve Cenab-ı Hak’tan feyizi, rahmeti ve affedilmeyi büyük bir heyecanla gönülden arzu ederler.

     

     

     

    Camilerimiz, mescidlerimiz bu gece, sabaha kadar üstlerine gökten yağan nurlar ile, kendilerini dolduran Müslümanlardan taşan nurlar arasında parıldar durur. Bu gecede camilerimizi kubbelerine kadar dolduran dualar bütün bir yıl ümmet-i Muhammed üzerinde ilahî bir rahmet olur. Bu gece, camilerimizde, mescidlerimizde tan ağarıncaya kadar Kur’an-ı Kerîm okunur, dinlenir, namaz kılınmak ve dua-niyaz yapılmak suretiyle ihya edilir. Bu mübarek gecenin hepimiz ve bütün İslâm alemi için maddî ve manevî hayırlara bereketlere ve afv ü mağfirete nail olmamıza vesile olmasını Cenab-ı Hakk’tan niyaz ederiz. Ve bilhassa idrak ettiğimiz bu mübarek gecenin; çağın getirdiği sıkıntılarla bunalan ruhlara, manevi hayatın ihmaliyle daralan kalplere, ümitsiz, karamsar, günleri gafletle geçen kimselere gerçek manada maddi ve manevi bir kandil olması için dua ve niyaz ediyoruz.

     

    Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize en büyük ihsanı olan İsra ve Mîrac hadisesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicretlerinden 18 ay önce, Receb ayının 27. Gecesi vuku bulmuştu. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin büyük mû’cizelerinden biri olmak üzere, Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi gecenin çok az bir kısmında Mekke-i Mükerreme’deki Mescid-i Haram’dan alıp Kudüs-ü Şerif’teki Mescid-i Aksa’ya kadar götürmesine “İsra” denir ki: “Kulu Hz. Muhammed’i, bir gece Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksa’ya kadar götüren ALLAH her türlü noksanlıklardan münezzehtir. O Mescid-i Aksa ki, biz O’nun etrafına feyz ve bereket verdik, etrafını mübarek kıldık. Bu gece yolculuğunu, O’na bizim kudret ve azametimize delâlet eden ayetlerimizden, nice şaşkınlık verici şeylerden bazısını gösterelim diye yaptırdık. Muhakkak ki O, evet sadece O, her şeyi hakkıyla işiten ve her şeyi de hakkıyla görücüdür.” (İsra sûresi:1) ayet-i kerimesi, sahih hadis-i şerif ve icma-ı ümmet ile sabittir. Bu sebeple inkarı küfrü gerektirir, yani bunu inkâr eden kafir olur. Mescid-i Aksa’dan göklere, ondan sonra da Cenâb-ı Hakk’ın dilediği alay-ı illiyyine çıkartılmasına “Mîrac” denir ki, o da ayet-i kerime, sahih-i hadis-i şerif ve icma-ı ümmet ile sabittir. Ancak Mîrac’ın tafsilatı meşhûr hadis-i şerif ile sabittir. Binaenaleyh Mîrac’ın aslını inkâr eden kâfir olur. Fakat tafsilatını inkâr eden bid’atçı olur. Yani şeriatın hükmüne muhalefet etmiş olur. İsra ve Mîrac hadisesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz uyanıkken, şahsı yani hem mübarek vücudu ve hem de ruhu ile olmuştur. Rüyada veya sadece ruhu ile olmamıştır. Eğer böyle olsaydı, Mekke müşrikleri ve hatta imanı zayıf bir kısım Müslümanlar tarafından inkâr edilmezdi. (Taftazani, Şerh-i Akaid:174, Aliyyü’l-Kâri, Şerhü’l-Emali:20, Sırrı Giridi, Nakdü’l-Kelâm fi Akaidi’l-İslâm, 306-310.)

     

    Zulmün ve adaletsizliğin hükmettiği, inanan yüreklerin acıyla burkulduğu yıllardı. Müşrikler göz ve gönül aydınlığı olarak gönderilen son elçiyi yalanlıyorlar, O’na inanmış bir avuç mü’mini hor ve hakir görüyorlardı.

     

    Cenâb-ı Hakk’ın şan ve şerefini yüceltip iki cihanın güneşi yaptığı Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizin mübarek gönlü üzüntülüydü. İnsanlar bir azgın canavar gibi ışığa, iyiliğe, fazilet ve yüceliğe düşman, İslâm’a ve O’nun emirlerine karşı, ALLAH Teâlâ’ya ve gücüne isyanla doluydu. Gözleri kör, kulakları sağır beşeriyet; kutsal tebliği reddediyor, son Peygamberi ve ilahi vahyi yalanlıyordu. İşte İsra ve Mîrac mu’cizesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kendini en yalnız ve en üzgün hissettiği böyle bir devrede olmuştur. O’nun bu üzüntüsü, ilahi yardımdan ümitsizliğinden değildi. O’nun üzüntüsü, amcası Ebû Talib’i, sevgili eşi ve en yakın destekçisi Hz. Hatice (R.Anha)yı kaybetmiş olmasındandı.

     

    Bununla birlikte müşrikler tarafından Müslümanlara uygulanan baskı henüz kalkmamış, Müslümanların bir kısmı, müşriklerin zulümlerine dayanamayıp Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin izni ile Habeşistan’a göç etmişler ve bunların hepsinden önemlisi, onbir yılı aşkın hak mücadelesine rağmen Müslümanların sayısı istenilen dereceye ulaşamamış ve kâfirler çoğunluğu teşkil ediyordu.

     

     

     

    Yatsı vakti sıralarında bu olup bitenlerin muhasebesi içinde Harem-i Şerif’in duvarına yaslanmış bir vaziyette uykuya dalan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin gönlünü almak ve O’nu teselli etmek için Receb ayının 27. Gecesi’nde Yüce ALLAH, Cebrail’e şöyle emretti:

     

    - Cennetten Burak denen biniti al, Habibime git! O’nu hoş bir şekilde uyandır ve ALLAH Teâlâ kimseye nasip etmediği şerefi sana nasip etti, seni huzuruna davet ediyor, de! Bu ilâhi emri alan Cebrail (A.S.) derhal Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize geldi:

     

    - Ey ALLAH’ın Sevgilisi, Peygamber! Kalk! Esirgeyici ve bağışlayıcı olan Rabbin seni huzuruna davet ediyor, dedi. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin heyecanı büyüdü. ALLAH Teâlâ, O’nu kendi katına çağırıyordu. Bundan ötesini Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin mübarek hadis-i şeriflerinden okuyalım: Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz İsra ve Mîrac olayını ashabına şöyle anlatmıştır: Ben Hatîm’de yatmış bulunduğum sırada, bana Cebrail (A.S.) geldi de; göğsümü uzunlamasına, şuradan şuraya kadar yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra bana içi iman dolu altından bir tas getirildi. Kalbim yıkandı. Sonra içine iman, ilim-hikmet dolduruldu. Sonra eski haline iade olundu. (Bu ameliye, meleki nurların galebesi, tabiat ateşinin söndürülmesi, vücudunun zat-ı âlâ’dan üzerine inecek olan feyizleri kabüle hazır hale getirilmesi için yapılmıştır.) Daha sonra bana katırdan küçük, merkebden büyük beyaz bir binit Burak getirildi. O, adımını, gözünün erişebildiği yerin en sonuna atardı. Burak’a, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizden önceki Peygamber-ler de binmişlerdi. Nitekim Hz. İbrahim (A.S.) da, ona binip önüne Hz. İsmail (A.S.)ı, terkisine de Hz. Hacer’i bindirerek Mekke-i Mükerreme’ye getirmişti. Hz. İbrahim (A.S.), Beyt-i Haram’ı, ziyaret için O’nun üzerinde gelir giderdi. Burak’a, Burak ismi; ya rengi son derece parlak oluşundan, ya da hızlı gidişi Berk (şimşeğ)i, andırışından dolayı verilmişti. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz; Burak’a binmek üzere yaklaşınca, Burak, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize karşı hırçınlaştı. Cebrail (A.S.) elini, O’nun yelesinin üzerine koyup:

     

    - Ey Burak! Sen şu yaptığından utanmıyor musun? Sen, bunu Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimize mi yapıyorsun?! Ey Burak! VALLAHi, ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimizden önceki kullarından ALLAH Teâlâ katında, bundan daha şerefli bir kimse senin üzerine binmemiştir! Sakin ol! deyince Burak utandı, ter döktü. Uysallaşıp sakinleşti. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, O’nun üzerine bindi.

     

    Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizle Cebrail (A.S.) birbirlerini bırakmaksızın Mescid-i Aksa’ya doğru yollandılar. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Mescid-i Aksa’ya yürütülmesi, oranın ALLAH Teâlâ’nın nişanelerinin zuhur ettiği bir yer, Mele-i âlâ sakinlerinin himmetlerinin tealluk ettiği, peygamberlerin bakışlarının odak noktası olduğu bir mekân olmasındandır. Bu haliyle orası melekut alemine açılan bir pencere mahiyetindedir. Bir müddet gittikten sonra, Cebrail (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - İn de namaz kıl! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz indi ve orada namaz kıldı. Cebrail (A.S.):

     

    - Sen, nerede namaz kıldın biliyor musun? Sen Taybe (Medine)de namaz kıldın! Oraya da hicret edeceksin! dedi. Sonra gittiler. Cebrail (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - İn de namaz kıl! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz inip orada namaz kıldı. Cebrail (A.S.):

     

    - Sen nerede namaz kıldın biliyor musun? Sen Tûr-i Sina’da namaz kıldın! Yüce ALLAH, Hz.Musa (A.S.) ile orada konuşmuştu dedi.

     

    Nihayet Beytülmakdis’e ulaşıldı. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz orada, Burak’ı kendisinden önceki Peygamberlerin bağlaya geldikleri halkaya bağladı. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Mescid-i Aksa’ya girdi. İçlerinde Hz.İbrahim, Hz.Musa ve Hz.İsa Aleyhimüs-selamların da bulunduğu bazı peygamberler, orada Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz için toplanmış bulunuyorlardı. Cebrâil (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi ileri sürdü. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz onlara imam oldu. Orada, iki rekat namaz kıldı, kıldırdı.

     

     

     

    Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize iki kap getirildi ki, kabın birisinde şarap, diğerinde süt vardı.

     

    - Bunlardan hangisini istersen al! denildi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz onlara baktı. Şarabı bırakıp sütü seçti, aldı, içti. Cebrail (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Sen, fıtrat’ı seçtin! Fıtrat’a isabet ettin! Fıtrat’a, yöneltildin! Hamd olsun ALLAH’a ki, seni fıtrat’a yöneltti. Eğer sen şarabı almış olaydın, senden sonra ümmetin azardı. Sütü tercih etmekle, sen de fıtrat’a yöneltildin, ümmetin de fıtrat’a yöneltildi. Şarap size haram kılındı, dedi.

     

    Cebrâil (A.S.); Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi Beytü’l-Makdis’deki Sahre’nin üzerine çıkardı. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bakınca orada; tabanı Sahre’de, tepesi semâda, Meleklerin inip çıktıkları, bakanların ondan daha güzel bir şeye bakmadıkları bir Mi’râc’ın kurulu olduğunu gördü. Şöyle buyurdular:

     

    - Beytülmakdis’te olanlardan boşaldıktan sonra Mîrac’a götürüldüm. Ben şimdiye kadar ondan daha güzel bir şey görmedim. O, öyle bir şeydir ki, ölünüz, ölüm anında gözlerini ona diker. Adem oğullarının ruhları, göklere O’nun üzerinde çıkarılır. Arkadaşım Cebrail (A.S.), beni kanadının üstüne koydu, ona yükseltti. Gök kapılarından Hafaza Kapısı diye anılan kapıya kadar çıkardı.

     

    Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sidretülmünteha’ya kadar göklere yükselişi hep bu Mîrac ile olmuştur. Dünya semasına varılınca, Cebrail (A.S.) o göğün kapısını çaldı. Bekçisi olan meleğe:

     

    - Aç! dedi.

     

    - Kimdir o? Sen, kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Yanımda Hz.Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O’na Mîrac için davet gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Evet! Gönderildi! dedi.

     

    Kapı açılıp dünya semasının üstüne çıktıkları zaman, orada oturan, sağında ve solunda bir takım karaltılar bulunan, sağına baktıkça gülen, soluna baktıkça da ağlayan bir zat ile karşılaştılar. Cebrail (A.S.), Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Selâm ver O’na! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selâm verdi. O da, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selamını aldı ve:

     

    - Hoş geldin safa geldin Salih Peygamber! Salih oğlum! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, Cebrail (A.S.)a:

     

    - Kim bu? diye sordu. Cebrail (A.S.):

     

    - Bu, Atan Hz.Adem (A.S.)dır! Sağında ve solunda olan şu karaltılar da, O’nun soyundan gelen çocuklarının ruhlarıdır. Onlardan sağında olanlar cennetlik, solunda olan karaltılar da cehennemliktir! Sağına bakınca, güler; soluna bakınca da, ağlar! dedi. Sonra ikinci kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.), o göğün kapısını çaldı. Bekçisine:

     

    - Aç! dedi.

     

    - Kimdir o? Sen, kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im! dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Hz.Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O, Mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Evet!” deyince, göğün kapısı açıldı.

     

    İkinci semada, teyzeoğulları olan Hz.İsa (A.S.) ve Hz.Yahya (A.S.) ile karşılaştılar. Cebrail (A.S.):

     

    - Bunlar, Yahya ve İsa Aleyhimesselamlardır. Selam ver Onlara! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. Onlar da, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selamını aldılar. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Hoş geldin, safa geldin Salih Kardeş! Salih Peygamber! dediler ve hayır dua ettiler.

     

    Hz.İsa (A.S.) orta boylu, hamamdan çıkmış gibi kırmızıya çalar beyaz benizli, düz saçlı ve yüzü, çok benli idi. Sonra, üçüncü kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.), göğün kapısını çaldı. Göğün Bekçisine:

     

    - Aç! dedi.

     

    - Sen, kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im! dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O, Mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Gönderildi! dedi. Kapı açılınca, kendisine, güzelliğin yarısı verilmiş olan Yusuf (A.S.)la karşılaştılar. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:

     

    - Ey Cebrail! Kim bu? diye sordu. Cebrail (A.S.):

     

    - Bu, senin kardeşin Hz.Yusuf (A.S.)dır. Selam ver O’na! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. O da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selamını aldıktan sonra:

     

    - Hoş geldin! Safa geldin! Salih Kardeş! Salih Peygamber! dedi. Sonra, dördüncü kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.) göğün kapısını çaldı.

     

    - Sen, kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im! dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu Cebrail (A.S.):

     

    - Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O Mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Gönderildi! dedi. Gök kapısı açılınca, orada İdris (A.S.)la karşılaştılar. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Cebrail (A.S.)a;

     

    - Kim bu? diye sordu. Cebrail (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Bu, İdris (A.S.)dır. Selam ver O’na! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. O da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selâmını aldıktan sonra, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Hoş geldin! Safa geldin! Salih Kardeş! Salih Peygamber! dedi ve hayır dua etti. Bundan sonra beşinci kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.), göğün kapısını çaldı.

     

    - Sen kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im! dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Gönderildi! dedi.

     

    Gök kapışı açılınca, orada Hz.Harun (A.S.)la karşılaştılar. Kendisi genç olduğu halde, ak saçlı, gür ve ak sakallı idi. Son derece de güzel yüzlü idi.

     

    - Ey Cebrâil! Kim bu? diye sordu. Cebrail (A.S.):

     

    - Bu, kavmi içinde sevdirilmiş Hz.Harun (A.S.)dır. Selam ver O’na dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. O da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selâmını aldıktan sonra, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Hoş geldin! Safa geldin! Salih Kardeş! Salih Peygamber! dedi. Hayır dua etti. Sonra, altıncı kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.), göğün kapısını çaldı.

     

    - Sen kimsin? denildi. Cebrail (A.S.):

     

    - Cebrail’im! dedi.

     

    - Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Muhammed (S.A.V.) var! dedi.

     

    - O, Mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.):

     

    - Gönderildi! dedi. Göğün kapısı açılınca orada Hz. Musa (A.S.) ile karşılaştılar. Hz. Musa (A.S.) uzun boylu, esmer tenli, yüksek burunlu, kulaklarına kadar uzanan düz saçlı, hafif etli idi. Sanki Şenue kabilesi erkeklerinden birisi! Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:

     

    - Ey Cebrail! Kim bu? diye sordu. Cebrail (A.S.):

     

    - Bu Kardeşin Hz.Musa (A.S.)dır! Selam ver O’na! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. O da, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selamını aldıktan sonra Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize:

     

    - Hoş geldin! Safa geldin! Salih Kardeş! Salih Peygamber! Ümmi Peygamber! dedi ve hayır dua etti. Ben Hz.Musa (A.S.)ı bırakıp geçince, Hz.Musa (A.S.) ağlamaya başladı. O’na:

     

    - Seni ağlatan nedir? denildi. O da:

     

    - Çünkü benden sonra bir genç peygambere bîat olundu. O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar; benim ümmetimden cennete gireceklerden daha çoktur beni ağlatan budur, dedi.

     

    Sonra yedinci kat göğe yükseldiler. Cebrail (A.S.), göğün kapısını çaldı: - Sen kimsin? denildi. Cebrail (A.S.): - Cebrail’im! dedi.- Yanında kimse var mı? diye soruldu. Cebrail (A.S.): - Muhammed (S.A.V.) var! dedi.- O, Mîrac için gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail (A.S.): - Gönderildi! dedi. Göğün kapısı açılınca, orada Hz.İbrahim (A.S.) ile karşılaştılar ki, kendisi, sırtını Beyt-i Ma’mur’a dayamış, Beyt-i Ma’mur’un kapısının önündeki bir Kürsü üzerinde oturuyordu. Beyt-i Ma’mur’a hergün yetmişbin Melek girer, girenler de bir daha geri dönmezdi! Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Cebrail (A.S.)a bunun ne olduğunu sordu. Cebrail (A.S.): - Bu, Beyt-i Ma’mur’dur! dedi. Ebu Hüreyre (R.A.)den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, Beyt-i Ma’mur’a her gün yetmiş bin melâikenin girdiğini görmüştür.5 Beyt-i Ma’mur, hadis-i şeriflerde rivayet olduğu üzere, yedinci semada, Arş-ı Rahman’ın hizasında ve Kâbe-i Muazzama’nın üst hizasında yer alan beyttir. O’nun gökteki hürmeti, Ka’be’nin yeryüzündeki hürmeti gibidir. Ka’be yeryüzü ahalisinin metafı yani tavaf ettiği mekan olduğu gibi, Beyt-i Ma’mur da sema ehlinin, melâikenin tavaf ettiği mükerrem bir yerdir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz mirac esnasında burasını görmüştür. Cebrail (A.S.): Bunun içinde hergün yetmiş bin melâike namaz kılar ve bir kere çıkan bir daha dönmez, açıklamasında bulunmuştur. Bu Beyt-i Şerif’in bir ismi de Durâh’tır. Hz. Ali (R.A.)den gelen bir rivayete göre, her semâda, Kâ’be-i Muazzama’nın hizasında bir Beyt-i Mâmur mevcuttur. Yine rivayet edilmiştir ki, Beyt-i Ma’mur Kâ’be’nin tam üst karşısındadır. Öyle ki Beyt-i Mâmur’dan bir taş bırakılacak olsa Kâbe’ nin üzerine düşecektir.

     

    Cebrail (A.S.), Hz.İbrahim (A.S.) için de: - Selam ver Ona! dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz selam verdi. O da, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin selamını aldıktan sonra, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize: - Hoş geldin! Safa geldin! Salih Oğlum! Salih Peygamber! dedi Kendisi çok yaşlı, ulu ve heybetli bir zat idi. O’na soyundan gelen çocuklarından, simaca, en çok benzeyeni de Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz idi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Cebrail (A.S.)a: - Ey Cebrail! Kim bu diye sordu. Cebrail (A.S.) da: - Bu, Atan Hz.İbrahim (A.S.)dır! dedi. Hz.İbrahim (A.S.), Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize: - Ümmetine benden selam söyle! Onlara emret! Haber ver de, Cennet’e fidan dikmeyi çoğaltsınlar! Çünkü, Cennet’in toprağı güzel, suyu tatlı, arzı da geniş ve düzlüktür, dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: - Cennet’e dikilecek fidan nedir? diye sordu. Hz.İbrahim (A.S.):

     

    - Cennet’e dikilecek fidan: “Sübhanellahi velhamdulillahi vela ilahe illALLAHu vellahu ekber La havle vela kuvvete illa billah”dır, dedi. Cebrail (A.S.), Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi yedinci kat göğün üzerinde bulunan ve ALLAH Teâlâ’dan başkasınca bilinmeyen makamlara yükseltti. Sidretülmünteha’ya kadar götürdü yükseltti.

     

    - Bu, Sidretülmünteha’dır! dedi.

     

    Ben burada dört nehirle karşılaştım. İki nehir batın iki nehir de zahir. Ben:

     

    - Ya Cebrail! Bunlar nedir? dedim. Cebrail (A.S.):

     

    - Batınî olan iki nehre gelince bunlar cennette iki nehirdir. Zahirî olan nehirler ise Nil ve Fırat nehirleridir, dedi. Sidretülmüntehâ: Kökü altıncı kat gökte, gövdesi ve dalları yedinci kat göğün üzerinde, gölgesi ile bütün gökleri ve Cennet’i gölgeleyen yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar bir ağaçtı ki, onu yüce ALLAH’ın Celâl ve Azamet Nûr’unun tecellîsi kapladıkça kaplamış, öyle renklere bürümüş, yâkut veya zümrüt veya benzeri cevherlere çevirmiş, o kadar güzelleştirmişti ki, ALLAH Teâlâ’nın yarattıklarından hiçbiri O’nun güzelliğini tavsif edemezdi. Bütün Peygamberlerin ve Meleklerin işleri ona varır, dayanır. Yaratıkların ilmi onda nihâyet bulur. O’nun yukarısında olanlar hakkında hiçbir bilgileri bulunmaz. Yeryüzünden semâya çıkan, onda nihâyet bulur. Alınacağı zaman da ondan alınır. O’nun yukarısından inen şeyler de onda nihâyet bulur. Alınacağı zaman da ondan alınır.Cebrâil (A.S.), Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi yukarı götüre götüre, nihâyet kazâ ve kaderi yazan kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar yüksek bir yere çıkardı. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Cennetten yemyeşil bir Refref (ipek döşek, sergi)nin birden ufku kapladığını, doldurduğunu gördü. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz O’nun üzerine oturdu. Cebrâil (A.S.) Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizden ayrıldı ve: - Bizim her birimizin belirli bir makâmı var. Benim de son durağım burasıdır, buradan ileri geçsem yanarım, fakat sana gelince, sen ALLAH Teâlâ’nın dâvetlisisin. Yürü! Kim meydan senindir, bu gece. Sohbet-i Sultân senindir bu gece. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygambersin. Sen gidersin, dedi. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz hicapları aştı ve ALLAH Teâlâ’nın dilediği yakınlığa yükseldi. Şüphesiz bu yakınlık; mesafe, mekân ve cihet yakınlığı değildir. Zirâ ALLAH Teâlâ mekân, mesafe ve cihetten münezzehtir. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz Cebrâil (A.S.)dan ayrılış anını şöyle anlatır: Cebrail de geride kalıp ses ve sada kesilince, beni bir korku ve heybet bürüdü, bu dehşet içinde iken Rabbimin şu hitâbını duydum:

     

    - Yâ Muhammed! Müsterih ol! Ben seninle beraberim! Yaklaş, Habîbim yaklaş! Kâinâtı senin şerefine yarattım!

×
×
  • Create New...