Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SİDOMA

Editor
  • Content Count

    195
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by SİDOMA


  1. kaba, iğrenç, basit bir üslupla eleştirilmemizden. Verilen görüntü ne kadar kötüyse sizin bakış açınız da, kullanmış olduğunuz tabirler de bir o kadar bayağı ve mide bulandırıcı. Ayrıca sizin kimsenin fikrine saygı duyduğunuz falan yok. Eğer olsaydı şu ana kadar yazılmış olan zihninize muhalif gelen düşünceleri azcık da olsa idrak etmeye çalışırdınız. Ve tekrar tekrar mide bulandıran tanımlamalarınızı kullanmazdınız.

     

    nedamet kardeş evvela sızın sahsıma yonelttıgınız bu sözlerden sonra gercekten sızın ne kadar saygı duymakta oldugunuz açık farkla bellı oluyor... benım eklemem bır alıntıydı ve herkes ölçulu bır sekılde fıkırlerını soylerken sızın bu kadar tepkılı olarak sevıyenızı dusurmenızı anlamıs degılım... ınsanın nefsıne agır gelen bır seyı duydugunda agzından çıkanı kulagından duyamayacak sekle gelmesının en guzel ornegını yuklarıdakı paragrafta sızın cumlelerınızden gormekteyız...muhım degıl..kımse kımseye zorla bıseyler kabul ettırme derdınde degıl zaten....bu guzel ayda fıkırlerımız farklı dıye bu kadar kırmayalım ıstersenız bırbırımızı...

     

    yazıda uzerınıze alındıgınız bır durum varsa o sızı baglar,ancak benım kastı olarak kımseye bır sozum yok,olamazda zaten....

     

    kandılınız mubarek olsun.....


  2. konuyu buraya eklerken baslıgı ne kadar da uygun atmısım be kardeşim! bastan demıstım bazılarının hosuna gıtmeyecek dıye :unsure:

     

    arkadaslar hepınızın fıkırlerıne saygı duymakla beraber konuya en akılcı yaklasımı yapanın hafakan kardeşim oldugunu dusunuyorum nacızane...

     

    bazı şeyler nefse ağır gelebılır..ancak pantolan mumın kadının kıyafetı degıldır vesselam... bı arkadasımızn ıngılızce ogrenmek, tshırt gıymek gıbı verdıgı ornek vermek ıstenılen mesajla hıç alakası yok onu soyleyeyım.

     

    ılımı çınden alacaz dıye rabbımın emrettıgını çiğneyelımmı yanı? şunu unutmayalımkmı; ALLAH YOLUN HIZMET ONUN YASAKLADIKLARINI YAPARAK OLMAZ...HEM HIZMET EDIYORUM DIYECEKSIN HEM DE AYETI ARKA TARAFA ATACAKSIN...bunun adı ne ? rengı ne?

     

    daracık kotun uzerıne tunık gıysen ne olur uzun gıysen ne olur* verdıgıhn goruntuye bak bı kere; ust tarafım fatıhten alt bebekten gelıyo... :) selam ve dua ile..


  3. Mevlüt Özcanın bir yazısı...

     

     

    Kadınlar pantolon giyebilir mi? sorusunun cevabı gayet nettir. Aklı başında herkesin bu soruya cevabı, giyemez şeklinde olur. Mü’min hiçbir hanımefendi de böyle bir uygulamaya, ahiretteki hesaplaşmayı dikkate alarak giymek bir yana tevessül bile edemez.

    Günümüzdeki uygulamasıyla pantolon giyen kadınların tamamı, dinen çıplak hükmündedir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.), ilâhi rahmetten mahrum bırakacak giyim kuşamdan haber verirken, şu iki kelimeyi kullanmışlardır:

    “Kâsiyâtün, âriyatün...”

    Giyinmişler; ama çıplaktırlar. Yani çıplak gibi tahrikci ve teşhirci görüntüleri vardır.

    Peki, hanımların etek, pardüsü, çarşaf gibi üst giyeceklerin altına pantolon giymeleri câiz olur mu?

    Bu da olmaz. Çünkü konumu ne olursa olsun pantolon, bir erkek kıyafetidir. “Kadınlardan erkek giyimi, erkeklerden kadın giyimi giyerek karşı cinse benzeyenlere...” diye başlayan hadiste lânet bedduası vardır. Bu ikaz dikkate alan hanımlar, giyimlerinde birinci olarak tesettürü esas aldıkları gibi, ikinci olarak da erkeğe benzememeyi esas alırlar.

    Bir olay vesilesiyle, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in hadislerinden birinde sirval kelimesi geçer. Nedir sirval?

    Önce olayı özetleyelim:

    Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali (r.a.) ile Bâki mezarlığında iken yoldan eşeğe binmiş bir kadın geçiyordu. Hava az yağışlı olduğundan eşeğin ayağı bir çukura girdi. Hayvan tökezleyince kadın yere düştü. Peygamberimiz (s.a.v.) hemen yüzünü ters tarafa çevirdi.

    Ya Rasülûllah! Kadının üstünde sirval var dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):

    “Allah’ım! Sirval giyen kadınları bağışla. Ey insanlar! Hepiniz sirval giyiniz. Kadınlarınız dışarıya çıkacakları zaman sirval kadar örtülmesi gereken yerleri örten birşey yoktur.” buyurmuşlardır. (Beyhaki, Edep. Şuabü’l-İman. Dârkutni, el-Efrâd, el-Kenz: 8/55. Hayatü’s-Sahabe: 3/367)

    Burada geçen sirval ne demektir?

    Sirval: Uzun ve vücudu belli etmeyen bolluktaki don demektir.

    Anadolu hanımlarının vücut hatlarını belli etmeyecek bollukta giydikleri şalvar tipinde bir dondur. Bu derece bolluktaki donun kimseyi rahatsız etmeyeceği ayrıca tesettürü muhafaza edeceği malumdur.

    Bazı zevat sirvali pantolon olarak açıklıyor ve üzerinde bir giyim olması halinde kadınların pantolon giyebileceklerini ifade ediyorlar. Bu hatalı ve zorlamalı bir beyandır. Asla isabetli de değildir.

    Silvar, asla pantolon olamaz; o bir dondur.

    Diz kapaklarına kadar dar bir üst elbise giyip, dizden aşağısında sadece pantolon bulunması sünnet ölçülerinden giyim şekli değildir ve tesettürü de oluşturmaz. Böyle giyinen kadın da tesettürlü değildir.

    Sadece pantolon giymek konumu ne olursa olsun 104 kitabın hiçbirinde yeri yoktur. Kesinlikle câiz değildir. Giyenler Efendimiz (sa.v.)’in lânet bedduasının muhataplarıdırlar.

    Etek altına pantolon, liberal modanın saçmalıklarından biridir. Moda furyası kadınların yüzde 85’ini, bu arada bir bölüm erkekleri de çekirdek gibi çatlattı. Pantolon giyen, burunlarına hızma takan, kaşına göbeğine ve bilumum yerlerine piercing takan “kız”lar piyasayı doldurdu. Sağcısı-solcusu, başını örteni, örtmeyeni erkeği-kadını hep aynı çizginin acınasıcıları oldular.

    Kadın-erkek gençliğin (istisnaları hâriç) tümüne yakını 1980 sonrasında marka pantolon giymeye başladılar. C 21 marka kot pantolonla başlayan mâcera Lee Cooper’le, Levis’la, Lee’yle, FBI’la sürüyor. Başını örtenler de pardesü ve tunik altına (veya pardesüsüzler de) marka pantolonlar giyiyorlar.

    Marka, toplum anlayışında önemli bir sınıf atlama taşıdır. Bundan dolayı doğası gereği gizlenemez. Pantolon markaları arkada ve bir hayli de üstte olduğundan bir kısımları pardesüyü kısalttılar. Markalar ve popolar caka satma aracı oldu. Başını Vakko’dan “örten”ler kalçalarını Levi’s’ten “örtü”yorlar.

    Son yıllarda düşük bel pantolon modası çok sürmeden düşük kalça pantolon modasına inkilâp etti. Çünkü kapitalizm insanların bedenlerini istiyor: “Bedenini özgür bırak. Zihnini bana emanet et” Kapitalizmin sömürü sloganı budur. Bu slogana aldananlar kim olursa olsun kişiliksiz olmaya ve evde kalmaya mahkumdurlar. Kendilerini özgür zanneden köleler de bunlardır.


  4. Perihan Mağden, sabah ezanından duyduğu rahatsızlıktan başladığı yazısını, darbe, Kemalizim ve dinsizlerin çoğalması gerektiği, teorileriyle sürdürdü

     

     

    Sabah ezanı

     

    Sabaha karşı' diyeceğim; zira henüz 'karşı' sayılabilecek bir saatte, bu sabah saat dördü on beş-yirmi geçe, evin ortasına ses bombası atılmış kıvamında bir ezan sesiyle mi neyle- uyandım.

     

    Öyle böyle kuvvetli değil: Sokağa, bir arabanın içinden güçlü bir ses sistemiyle yayın yapılıyor gibiydi. Bangır bangır.

    Türkiye Cumhuriyeti'nde herrr evin olması gerektiği üzre, bizim evin yakınlarındaki camiden de ezan sesi duyulur. Ama uykunun hangi safhasında olduğunuza bakar; bazenduyarsın, bazen duymazsın.

     

     

    BU Arapça'da ne söylediğini anlamadığım (anlamak arzusunda da olmadığım) Herhangi 1 TC İmamı'nın ezan okumasından ziyade, başka bir üsluba/dile özenen iddiacı bir dincinin çok tuhaf bir şekilde okuduğu belki de duanın; beni yalnızca çok çok rahatsız ettiğini, söyleyebilirim.

     

     

    Zira HİÇ KİMSE kendi ritüellerini, inancının dışavurumlarını, bağırtılarını başkasının hayatının/uykusunun orta yerine dayamamalı.

     

     

    Bu hakka sahip olmamalı! Benim Uyku Hakkımın/Asude Ev Yaşamı hakkımın başladığı yerde, senin Gösterişli Dini ya da Milli İşgal hakkın bitiyor/bitmeli.

     

     

    Bu, Güleryüz Valimiz Güler'in izinleriyle düzenleniyordur muhakkak, her Allah'ın gecesi Suada denilen Pre-Kapitalistler Cenneti'nin bitmek bilmeyen (ve muhakkak her türlü canlıyı feci rahatsız edip kümülatif efektleriyle çevre facialarına vesile olabilecek) havai fişek gösterileri için de böyle-

     

     

    Milli Takım maçları filan fırsat bilinerek kabartma tozlanan 'pozitif' (esasında: tabii ki negatif) milliyetçilik gösterileri için de.

    Kapitalizmin havai fişek gösterilerinden (“Bak! havaya kaç yüz bin dolar fırlatıp etrafı/doğayı müşteki etme kudretine sahibim!”) böylesi saldırganca, insanların sabaha karşı uykusunu bıçaklamakta beis duymayan (berbat bir ses+berbat bir üslupla) dualama seanslarına kadar- benim dinsiz dünyamda tezahürü böyle.

     

     

    Ve herhalde on bir yaşımdan beri Hakiki 1 Dinsiz olduğum için böylesi tedirgin oluyorum, Kemalist Dinin Fanatik Müritleri ellerinde bayraklar, yüzlerinde tuhaf bayrak motifli makyajlar, üstlerinde dekolte ya da değil, bayraklardan yapılmış bluzlar/kılıklarla sokağa dökülüp tuhaf gösteriler/sloganlar eşliğinde ağlayıp zırlamalı bağırıp çağırınca. Dindarca.

    Dindarlık Türkiye'de yalnızca Müslümanlar cephesinde yükselmedi. Kemalizm; büsbütün bir fanatiklik mertebesi, bir nevi içi boşaltılmış, tuhaf ritüelleri ağzımıza burnumuza sokularak çok rahatsız edici bir kıvama ulaştırılmış sorgusu/suali dindarlarını çıldırtan bir nei post-mortem 'din' haline getirildi- bir.

     

     

    Ayrıca Fanatik, sözümona Laikçi Kemalistler feci bir itişmeye giriştiler Müslümanlarla: “Bu din sizin dininiz değil, bizim DE dinimiz. Hem orucumuzu tutarız, hem namazımızı kılarız, hem laikçiyiz, hem Atatürkçüyüz, hem de Umre'ye gideriz- tutmayın bizi!” yollu- ('Ulan, Allahımızı çaldınız!' diye Atatürkçü Düşünce Derneği mitinglerinde bağıran Tuncay Özkan'ı hatırlayıverin.)

     

     

    Ben Türkiye'de Şeriat Tehlikesi görmüyorum. Öncelikle Cumhuriyet Projesi'nin bu topraklarda muvaffak olduğuna (en azından sosyolojik ve psikolojik boyutlarda) inanıyorum. Sen kalkıp 80-85 yıllık Cumhuriyet 'değerlerinin' bu topraklarda hiç mi hiç mayalanmadığını/tutmadığını varsaymış da oluyorsun Şeriat Umacısıyla sindirmeye çalışırken milletini. 'Ordu göreve!' diye bağırırken; tamamını büsbütün hiçleyip onların bir yerlerden bir yerlere gelebilirliğini de YOK sayıyorsun. İlla da öğretmenlerini, başöğretmenlerini isterken idareye.

     

     

    İkincisi, harbiden söylüyorum, Türk Milletinin Dokusu'na inanıyorum. Türk Milletleri (diyelim, daha siyaseten doğrucu olsun) oldukça geniş dokulu bir kumaştan dokunmuştur. Öylesi elek gibi bir yapıdan oluşur ki bu kumaş, aralardan her nevi fanatiklik/sertlik/uyuzluk ve hatta kararlılık/isyankârlık mutlaka akar gider. Geriye; temelde şaman, özünde iyi/neşeli/cömert/insan sevgisiyle dolu Türklerin keyif alarak yaşamak arzusu kalır. Bu Topraklarda şeriat yeşermez, yeşeremez! Görüyorum, hissediyorum.

     

     

    Demek ben Cumhuriyet Projesi'ne olsun, Bu Toprakların Neşeli İnsanları'na olsun, Fanatik Kemalistler'den daha çok inanıyor, daha çok güveniyor, evet! 'isyan özürlü' olmaları da beni örseliyor, ama hasletlerinin bizim güvencemiz olduğunu düşünüyorum.

     

     

    Şimdi, gel de; milletine güvenmeyen/demokrasiye azcık yaklaşma ihtimalimizi bile bir türlü içine sindiremeyen/Elitistler Bırakmasın Sakın İdareyi! (ruhsal da) krizleriyle başımıza önce 367 Kararı'nı, ordaki (seçim) yenilgisinin ardından da Bu Kapatma Davası'nı musallat etmiş Yalçınkafalara sinirlenme. Bozulma. İsyan etme!

    Maksadının demokrasinin üzümlerini yemekten ziyade, bağcının maaşını/ihalesini/pozisyonunu ele geçirmek olduğunu, herrr zamankinden daha net göstermeye başlamış bulunan AK Parti'yi evire çevire eleştirme günüydü gün. Oysa.

    AK Parti'ye 'el mi yaman/demokrasi mi?' demenin tammm zamanıydı.

     

     

    AK Parti'nin takkesi tamamen düşüp de 'Yeni-kendimden-kapitalistler yaratıcamm asıl!' keli, hiç bu kadar net görünmemişti.

     

     

    Hakiki Demokrasi'ye geçebilme imkânlarımızda ısrarcılığın en güzel mevsimiydi.

    İşte bütün bu Ergenekon Destanı'ndan önümüze saçılıyor ki, Ecevit Koalisyonu'nun zayıflıklarından faydalanıp yüz verilince astar talep eden Kıvrıkoğlu'nun Tayin Oyunlarından ve de Eruygur, Yalman, Örnek paşaların darbe arzularından hem de ne biçim haberdarken susss pussss oturmuş AK Parti. Gıkını çıkarmamış; bırak hesap sormayı. Ordu'nun tavuğuna 'kışşşt' diyememiş. Demokrasi nasıl getirilir bu topraklara bilememiş. Bilmek de istememiş. Yalnızca iktidarla İhalelerin Gücü Adına!

     

     

    İşte hal böyleyken Kapatma Davası'yla uykularımızı bıçaklayan Kemalistlerin ezanları, duaları, hayırlı olsun.

    Ama bu topraklarda artık dinsizler çoğalmalı. Her çeşidinden bağımsız, bağlantısız, sindirilmemiş ruhlar Dinsizlik Hakkı'nı her zamankinden daha ateşli bir güçle savunmalı.

    Kapatma Davası, Fanatik Kemalist Dincilerin son numarası. Olsun. Olmalı

     

     

    ATEŞLER İÇİNDE YANARKENDE ACABA BU KADAR UKALA VE KENDINE GUVENIR KONUSABILECEKMISIN ACABA?

     

    'ZALIMLERIN YAPTIKLARINDAN ALLAHI CC HABERSIZ SANMA;ONLARIN CEZALARINI GÖZLERIN DEHŞETLE YERINDEN FIRLAYACAĞI GÜNE ERTELIYOR' MEALINDEKI AYET SANA NE KADAR DA UYUYOR...NASIPSIZ INSAN...

     

    ALLAHIM KALPLERIMIZI KAYDIRMA....BIZIDINIMIZ UZRE SABIT TUT.


  5. Bugünkü modern insanlık, hala bundan 1400-2000 yıl önce birkaç hayal ve rüya görüp, "Ben Allah'ı gördüm, onunla konuştum" veya "Ben Peygamberim" demiş olan, birkaç hayalperest ve dengesize mahkumdur.

     

    “Türkiye ise, bugün hala, bundan 1400 yıl önce yaşamış olan Muhammed adlı Arap bir hikayecinin hikayeleri ile korkutulup maddi, manevi sömürülmektedir. Muhammed öldükten sonra, hikayeleri yandaşlarınca bir kitapta toplanmış ve insanlar bu kitaba bir de kutsallık vererek taptırılmıştır. (Bkz. Kur'an-Muhammed)”

     

     

    Eğer Kur’an, Şeytan’ın, Firavun’un küfür dolu sapık sözlerinden alıntılar yapmamış olsaydı, ben de bu “faili meçhul” küfürnameden alıntı yapmak istemezdim.

     

     

    Peki Kur’an, Şeytan’ın “Senin kullarını saptıracağım!”, Firavun’un “Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim!” gibi kafirce sözleri neden alıntılamıştır?

     

     

    Bunun nedeni belli: İnsana düşmanını tanıtmak, küfre ve sapkınlığa karşı insanda “derin bir nefret” uyandırmak için. Karanlığa derin bir nefret beslemeyenin ışığa derin bir muhabbet duyduğu nerde görülmüş? Yukarda bir kısmını alıntıladığım Allah’a, peygamberlere, tüm semavi dinlere ve mesajlara en bayağı ve ajitatif bir üslupla saldıranların hangi ideolojiye ve dünya görüşüne mensup olduğunun hiçbir önemi yok. Önemli olan, bu ülkede yaşayan milyonlarca mü’minin Allah’ına, Kitabına, Peygamberine böylesine hakaret ve küfür edebilme cür’etini birilerinin gösterebilmiş olmasıdır.

     

     

    Onlara bu milletin dinine imanına küfretme cesaretini kimlerin verdiği üzerinde durulmalı. Bunda tek tek, inananlar olarak sorumluluğumuzun olup olmadığı üzerinde durulmalı. Bu ülkenin ruh köküne ihanet eden, imanları kundaklamak için can atan, milyonlarca inanmış kadın ve erkeği yüreğinden yaralayan bu “tür”ün bu topraklara nereden geldiği, kimlerin ektiği tohumun mahsulü oldukları ve eğer ellerine fırsat geçirirlerse, maddi manevi korkunç cinayetler işlemeye ne kadar hazır oldukları unutulmamalı.

     

    Yazılara da tecavüz ederler

     

    Ali Kırca, bu köşede yayınlanan “İkinci Raundu da Gördük” başlıklı önceki yazımı tamamen çarpıtarak çirkin emellerine alet etmiş; hem televizyonunda ana haber bültenine “özrü kabahatinden büyük” sözünü doğrulatacak cinsten bir suçlulukla “sos” yapmış, hem de gazetesindeki köşesinde “ketçap” olarak kullanmış. Haberde nasıl yer aldı, onu takip edemedim. Fakat gazetedekini gördüm, fakat Ali Kırca’nın tecavüzüne uğrayan yazımı ben bile tanımakta zorlandım.

     

     

    Bu yazıyı baştan sona Akit’teki köşemde okuyamamış olup da Kırca’nın ekranından ve köşesinden kirletilmiş, tahrif edilmiş, manipüle edilmiş haliyle gören biri ne düşünür, varın onu siz hesap edin. İşte yazımı kirleten kalemin ilk satırları:

     

     

    “..Ve hep birlikte "Cuma akşamı" şaşırmıştı.. Oysa...Fethullah Gülen'in "mahrem" bir toplantıda dile getirdiği bu görüşler, bazı kişilerin ve İslamcı kesimdeki bazı etkili kalemlerin "malum"uydu. "Cemaat"le doğrudan ve "organik" ilişkileri bulunmamasına karşılık, bu tür konuşmalardan "bir şekilde" haberdar olmuşlardı. Dahası, duyduklarından "rahatsızlık" duymuşlardı. Akit Gazetesi yazarı Mustafa İslamoğlu...”

     

     

    Kelalaka!.. Benim endişemle, kırca’nın endişesi arasında “endişe” sözcüğünün dışında ne gibi bir alaka kurulabilir ki? Benim endişem belli: Bu ülkede hep pusuya yatmış, en masum dini tezahürleri bile acımasızca yok etmek için can atan, dindar insanlara sürek avları düzenlemek için teyakkuz halinde bekleyen, faili meçhul raporda olduğu gibi milletin Allah’ına Kitabına küfredecek kadar alçalan bir nice din düşmanının olduğunu bilmemdir.

     

    Bunlar dün cuntacılıktan yargılanmış, soygunlara adı karışmış, bilmem hangi terör örgütünde militanlık yapmış oldukları halde, bugün farklı maskelerle farklı yerlerde görünebilirler. Onları “hoşgörmek”, insanın baba katiline ödül vermesi gibi bir şey; işte endişem budur benim.

     

     

    Benim bu mü’mince endişemle Kırca’nın endişesi arasındaki farkı “sirkatin söyleyen” şu satırlarda bulabilirsiniz:

     

     

    “İkincisi... İslamoğlu'nun ve Koru'nun satırlarından bir ders daha var çıkarılacak...

    O dersi de, sağda solda "cemaat"e destek vermiş, "cemaat"ten destek almış politikacıların, bürokratların, iş çevrelerinin ve yazar-çizer takımının çıkarması gerekiyor. Günlerdir "nafile" nutuklar atılıyor: Kasetleri kim almış, kim vermiş, ne zaman vermiş, ne zaman almış, ayıpmış, kayıpmış, vs... Artık başka bir şeye daha sıra gelmedi mi? Bu "çok gizli" ve "dehşetengiz" konuşmalar karşısında, siz de, biraz olsun, İslamcı yazarlar kadar endişelenemez misiniz?”

     

     

    Ne yazık ki bu çarpıtmalar muhbirliğin dayanılmaz kokusunu bastırmıyor. Kaldı ki benim asıl cevap beklediğim görmezden gelinen satırlar şunlardı: “Esasen, bana sorarsanız, ben Ali Kırca’nın askeri okuldan atıldığına hiç inanmadım; ‘muvazzaflık’ onun ruhunda var; o kendini hâlâ asker sanıyor ve derin bir ‘görev’ bilinci içerisinde üstlerinin emr u fermanına harfiyyet uyarak sicilini günden güne parlatıyor.” “Ahbab-çavuş, üç-beş kafadar bir araya gelmiş, bir yandan içlerindeki kini kusuyorlar, bir yandan sanığı gıyabında yargılarken, bir yandan da kalemi kırıp sözle infaz ediyorlardı. Hind’in, Hz. Hamza’ya olan kinini gördüm bazılarında. Ne dersiniz, eğer Hocaefendi’yi ellerine geçirselerdi, onların içerisinden de yüreğini göğsünden söküp şarap içen, organlarını kesip kinini teskin için kolye olarak takan çıkar mıydı?”

     

     

    Ali Kırca bu satırlara hiç değinmemiş; onları görmezden gelmiş.

     

     

    Özel isim sanmıştım; meğer Ali Kırca ismi bir “cins isimmiş”!

     

     

    mustafa islamoğlu.


  6. Dedim ki: "Çok yalnızım."

    Dedi ki: ... ; "Ben ki sana çok yakınım." Bakara-186

     

     

    Dedim ki: "Evet biliyorum, sen bana yakınsın ama ben senden uzağım, keşke ben de sana yakın olabilseydim.

    Dedi ki: "Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret." Araf-205

     

    Dedim ki: "Bu da senin yardımını ister."

    Dedi ki: "ALLAH'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?" Nur-22

     

    Dedim ki: "Tabii ki, beni affetmeni çok isterim."

    Dedi ki: "Öyleyse) Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tövbe edin. Gerçekten benim rabbim, esirgeyendir, sevendir." Hud-90

     

    Dedim ki: "Çok günahkârım, bu kadar günahla ben ne yaparım?"

    Dedi ki: "ALLAH'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini ve ALLAH'ın tövbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?" Tevbe-104.

     

    Dedim ki: "Defalarca tövbe edip tövbemi bozdum, artık yüzüm kalmadı."

    Dedi ki: "ALLAH aziz ve bilendir, o günahları bağışlayan ve

    kullarının tövbesini kabul edendir." Ğafir-2/3.

     

    Dedim ki: "Bunca günahım var, hangisinin tövbesini yapayım?!"

    Dedi ki: "ALLAH bütün günahları bağışlayandır." Zümer-53.

     

    Dedim ki: "Yani, yine gelsem, yine beni bağışlar mısın?"

    Dedi ki:"ALLAH'tan başka günahları bağışlayacak olan yoktur." Ali İmran-135.

     

    Dedim ki: "Ne kadar güzelsin ALLAH'ım! Bilmiyorum bu sözlerin karşısında niçin böylesine içim içime sığmıyor ve erimeye başlıyorum, seni çok seviyorum."

    Dedi ki: "Şüphesiz ki ALLAH tövbe edenleri ve temizlenenleri sever." Bir de "İlahım ve Rabbim, benim senden başka kimim var" dedim.

    Rabbim de:

     

    "ALLAH kuluna yetmez mi?" (Zümer-36) dedi.

     

    Dedim ki: "Sen ki, beni bu kadar çok seviyorsun ve bana karşı bu kadar iyisin ben ne yapabilirim?

    Dedi ki:

    "Ey iman edenler!

    ALLAH'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah - akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen Odur.

    Melekleri de, size istiğfar eder. ALLAH, müminlere karşı çok merhametlidir." Ahzap-41/43.

     

     

    Kendi kendime dedim ki:

     

    "ALLAH'ım seni çok çok çok seviyorum."

     

    selam ve dua ile kardeşim.....


  7. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Hiçbir evlat, babasının hakkını bir istisna durumu dışında ödeyemez. O durum da şudur: Babasını köle olarak bulur, satın alır ve âzat eder.(Müslim)

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

     

    ALLAH’IN SENİ SEVMESİNİ İSTİYORSAN BABANI MEMNUN ET !

     

     

     

    Abdullah İbni Amr İbni’l-As (r.a.) anlatıyor : “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah’ın rızası babanın rızasından geçer. Allah’ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğinden geçer.” (Tirmizi)

     

     

     

    ÇOCUKLAR BABANIZDAN DAİMA DUA İSTEYİN!

     

     

     

    Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki :

     

    “Babanın çocuklarına duası peygamberlerin ümmetine duası gibidir.” (Tirmizi)

     

     

     

    Baba ben kitapta okudum babasının duası peygamberin duası gibiymiş bana dua eder misin ……. hafız olayım, uslu çocuk olayım, sizlere hayırlı evlat ülkeme faydalı bir kişi olayım…

     

     

     

    ÇOCUK İKEN ÖLENLER: ANNE VE BABASINA ŞEFEAT EDERLER

     

     

     

    Peygamberimiz (s.a.v) buyuryor ki: Küçükken ölmüş bir çocuğa haydi cennete gir denilir. Çok öfkeli kızgın bir vaziyette beklemeye başlar ve şöyle der: Annem ile babam da benimle girmedikçe cennete girmem.(Teberani)

     

     

     

    BABAM BARİ CENNETE GİRSİN !

     

     

     

    Bir adam terazisinin her iki kefesi birbirine eşit gelir. (sevap ve günahları aynı ağırlıkta gelir). Allah’ü Teala hazretleri ona; “Sen ne cennet ehlisin ve ne de cehennem ehlisin “ buyurur.

     

    Melekler bir sahife getirirler , onu terazinin bir kefesine koyarlar. İçinde “üff!” yazılıdır. Bunun üzerine günahları hasenât ve sevaplarından ağır olur.

     

     

     

    Çünkü “üff!” kelimesi gerçekten anne ve babaya karşı gelme kelimelerindendir. Bu “üff!” kelimesi dünyadaki dağlardan daha ağırdır. O kişinin cehenneme atılması emredilir.

     

    (Cehenneme götürülürken) adam , Allah’ü Teâlâ hazretlerine dönmek ister. Allâh’ü Telâlâ buyurur.

     

     

     

    “Onu çevirin!”

     

     

     

    Allah’ü Teâlâ hazretleri buyurur:

     

     

     

    “Ey anne ve babasına âsi olan kul ! Bana dönmeyi hanği sebepten dolayı istiyorsun?” O kul der ki:

     

     

     

    “ Ey Allah’ım ! Görüyorsun ben cehenneme götürülüyorum! Elbette götürüleceğim (Bundan kaçınmam mümkün değil) Ben babama âsi olduğum için cehenneme götürülüyorum. Ya Rabbi babamın azabını benim azabımın üzerine kat ve babamı cehennem azabına düşmekten kurtar!”

     

     

     

    Allah’ü Teâlâ hazretleri, (bizim keyfiyetini idrâk etmediğimiz bir şekilde) tebessüm eder ve buyurur:

     

     

     

    “Dünyada ona âsi oldun ! Ahirette ise ona iyilik yaptın ! Babanın elinden tut ! Beraberce gidin cennet’e…..


  8. Temmuz Perşembe gününü, 4 Temmuz Cuma gününe bağlayan gece Receb ayının ilk Cuma gecesi olup REGAİB gecesidir. İslam âleminde “Üç Aylar” diye bilinen ve özel bir değer verilen, rahmeti, feyzi ve bereketi bol olan Receb ayı ile başlayıp, Şaban ayı ile süren ve Ramazan ayı ile son bulan huzur ve maneviyat mevsimine, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ile bir kez daha girmiş ve Regâib Kandili’ni idrak etmiş bulunuyoruz. Kudsiyetiyle gönüllerimize feyiz ve bereket bahşeden Regaib Kandilini tekrar idrak etmenin sevinç ve mutluluğunu yaşamaktayız. Yüce Rabbimize sonsuz şükürler ve hamd ü senalar olsun. Regaib Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan Yüce ALLAH’a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden birisidir. Bu mübarek geceye adını veren “Regaib” kelimesi: “Elde edilmesi arzu edilen değerler, bahâsı ağır şeyler” veyâhut da: “bol atâ” mânasına gelmektedir. Bu gecede, ALLAH Teâlâ’nın kullarına olan lütuf, izzet, ikram, ihsan, rahmet ve mağfiretinin diğer zamanlardan daha büyük olması, daha fazla tecelli etmesi, samimi kalple ALLAH’a yönelenlerin affedilmelerinin ümit edilmesi ve müminlerce gönülden arzulanması sebebiyle bu gece “Regaib Gecesi” diye isimlendirilmiştir. Şu hâlde Regaib Gecesi: “Cenab-ı Hakk’ın in’am hazinesinden bahası ağır şeylere veya bol atıyyelere nail olma gecesi” demek olur. Bu gece, rağbet bulmuş, pek mübarek, pek kıymetli bir gecedir. İnanmış insanların gönül huzuruna kavuşacakları bir gecedir. ALLAH Teâlâ’ya yönelmenin, O’ndan af ve bağış dilemenin hazzını tadacakları kutlu bir gecedir. Bu gecede Yüce ALLAH’ın sonsuz rahmeti mü’minleri kuşatır. O’na yükselen dualar kabul görür. Yalvaran diller ve kaldırılan eller geri, boş çevrilmez.

     

    Yüce ALLAH’ın ilahi ihsan ve manevi hediyelerinin diğer zamanlardan daha çok tecelli ettiği için “Regâib” denilmiştir.

     

    Bu sebeple mü’minler, içtenlikle yüce ALLAH’a yönelirler, affedilme ümitleri canlanır ve Cenab-ı Hak’tan feyzi, bereketi, rahmeti, mağfireti ve affedilmeyi büyük bir heyecanla gönülden arzu ederler. Camilerimiz, mescidlerimiz bu gece, sabaha kadar üstlerine gökten yağan nurlar ile, kendilerini dolduran Müslümanlardan taşan nurlar arasında parıldar durur. Bu gecede camilerimizi kubbelerine kadar dolduran dualar bütün bir yıl ümmet-i Muhammed üzerinde ilahî bir rahmet olur. Bu gece, camilerimizde, mescidlerimizde tan ağarıncaya kadar Kur’an-ı Kerîm okunur, dinlenir, namaz kılınmak ve dua-niyaz yapılmak suretiyle ihya edilir. Regaib Gecesi, bütün İslâm aleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden biridir. Bu mübarek gece her yıl, İslâm dünyasının dört bir tarafında derin bir huşu ve hürmet ile karşılanır ve uğurlanır. İslâm aleminin saadet ve selâmeti, mü’minlerin mağfiret-i ilâhiyyeye nail olmaları için bu mübarek gecede milyonlarca Müslümanın elleri semaya açılır. Bu mübarek gecenin hepimiz, milletimiz ve bütün İslâm âlemi için maddî ve manevî hayırlara bereketlere ve afv ü mağfirete nail olmamıza vesile olmasını Cenab-ı Hakk’tan niyaz ederiz. Ve bilhassa idrak ettiğimiz bu mübarek gecenin; çağın getirdiği sıkıntılarla bunalan ruhlara, manevi hayatın ihmaliyle daralan kalplere, ümitsiz, karamsar, günleri gafletle geçen kimselere gerçek manada maddi ve manevi bir kandil olması için dua ve niyaz ediyoruz.

     

    Asırlardan beri bütün Müslümanlar Regaib gecesini ihya etmişler ve böylece Receb Ayına kavuşmanın, “üç aylar” denilen feyizli bir hasat mevsimine erişmesinin mânevi hazzını bu geceden itibaren duymaya başlamışlardır. Müslümanlar âdetâ kıştan yaza; ekim mevsiminden biçim mevsimine çıkmanın sevinci içine girmişlerdir. Mirac’a, Beraat’a, Ramazan’a, Kadir’e ve bayramlara hakkıyla kavuşmak isteyenler ALLAH Teâlâ yolunda haz ve nasiblerini Regâib gecesinden itibaren arttırmışlar, mübarek gün ve gecelerin verdiği uyanıklık ile imanlarında kuvvet, ahlâklarında fazilet kazanarak kemale ulaşmışlardır. Hakikaten bu mübarek Regaib Gecesi, ALLAH Teâlâ’nın, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz hürmetine, mü’min kullarına rahmet, lütuf, inayet ve iyiliklerini bol bol verdiği bir gecedir.

     

    Hiç şüphe yok ki vakitler aslında birbirine eşittir. Bir vakit diğer bir vakitten kendiliğinden üstün olamaz. Öyleyse bir vaktin diğer vakitlerden daha şerefli ve faziletli olması mutlaka o vakitte meydana gelen bir yüce işten ve mübarek bir olaydan kaynaklanmaktadır. Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Regaib Gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Regaib Gecesini bu derece yücelten husus: Bir rivayete göre, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu gece ana rahmine intikal etmiş ve yine Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu gece, Cenab-ı Hakk’tan has bir tecelliye ve birçok manevi ihsanlara mazhar olmuştur. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de, bunun şükür ifadesi olmak üzere oniki rekat nafile namaz kılmışlardır.

     

    Bu geceye Regaib Gecesi denmesi meleklerden sadır olmuştur. Şöyle ki: Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Recep, ALLAH Teâlâ’nın ayı, Şaban, benim ayım; Ramazan da ümmetimin ayıdır, buyurdu. Bunun üzerine:

     

    - Ya Resûlellah! ALLAH Teâlâ’nın ayı, sözünüzün manası nedir, diye soruldu. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:

     

    - Çünkü o Receb ayı, mağfirete mahsustur. Bu ayda kan dökülmesi, adam öldürülmesi men edilir. Bu ayda ALLAH Teâlâ bir kısım Peygamberlerinin tevbesini kabul buyurmuştur. Yine ALLAH Teâlâ bu ayda veli kullarını düşmanlarından kurtarmıştır. Bir kimse Receb ayını oruçlu olarak geçirirse ALLAH Teâlâ o kimseye şu üç şeyi gerekli kılar: Geçmiş günahlarının tümünü bağışlar, kalan ömründe günah işlemekten korur, kıyamet günü susuzluğundan emin kılar. Bu esnada yaşlı zayıf bir zat, ayağa kalkarak:

     

    - Ya Resûlellah! Ben Receb’in hepsini oruç tutmaktan acizim, ne yapayım? Bu ikramlardan bana nasib yok mu? dedi. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:

     

    - Sen de Receb’in ilk, orta ve son gününü oruç tut ki; bütün ayı oruç tutmuş kimsenin sevabına nail olursun. Çünkü, bir hasene on katı ile muamele görür. Fakat, siz Receb ayının ilk cuma gecesinden gafil olmayasınız. O, öyle bir gecedir ki; melekler o geceyi, Regaib Gecesi diye isimlendirirler... Şöyle ki: O gecenin üçte biri geçtiği zaman; göklerde ve yerlerde hiçbir melek kalmaz ki hemen hepsi Kâbe ve civarında toplanırlar. ALLAH Teâlâ onların hallerine muttali olur ve şöyle buyurur:

     

    “Ey meleklerim! Ne dileğiniz var ise, benden isteyin!..” Şöyle derler:

     

    - Ey Rabbimiz! Senden dileğimiz odur ki; Receb ayında oruç tutanları bağışlayasın… Onların bu dileği üzerine, ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:

     

    - Bu dileğinizi yerine getirdim.” (Abdülkadir Geylani, a.g.e. 238-239)

     

    Ebû Ümame (R.A.)’den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:

     

    “Beş gece vardır ki onlarda yapılan dualar geri çevrilmez, muhakkak kabul olunur. Bunlar: Receb ayının ilk gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesi, yani Berat gecesi, cuma gecesi, Ramazan bayramı gecesi ve Kurban bayramı geceleridir.” (Deylemi, Firdevs, 2/196, No: 2975)

     

    Duaların makbul olacağı geceler arasında Receb ayının ilk gecesiyle Cuma gecesi bulunması bu gecelerin ihyasına bir işaret sayılmış ve ümmet tarafından bu gecelerin daha fazla ibadetle geçirilmesi iyi karşılanmıştır.

     

    Ömer b. Abdülaziz (R.A.) şöyle demiştir: Sene içinde, dört geceye dikkat edeceksin. Çünkü ALLAH Teâlâ, o gecelerde bol bol rahmet indirir. O geceler:

     

    a- Receb ayının ilk gecesi.

     

    b- Şaban ayının orta, yani Berat gecesi.

     

    c- Ramazan ayının yirmi yedinci, yani Kadir gecesi.

     

    d- Ramazan bayramı gecesi..

     

    Halid b. Ma’dan (R.A.) şöyle demiştir: Sene içinde beş gece vardır. Bir kimse, iman ederek ve sevabını ALLAH Teâlâ’dan bekleyerek, o geceleri ibadetle geçirmeye devam eder ise, ALLAH Teâlâ, onu cennetine girdirir. O geceler:

     

    1- Receb ayının ilk gecesi. O gece namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüzünde oruç tutmalı.

     

    2- Ramazan bayramı gecesi.

     

    3- Kurban bayramı gecesi. Bayram gecelerinde namaz kılmalı, ibadet etmeli gündüzlerini de oruçsuz geçirmelidir. Çünkü bayram günlerinde oruç tutmak caiz değildir, haramdır.

     

    4- Şaban ayının ortası, yani Berat gecesi. O geceyi namazla, ibadetle geçirmeli; gündüzünde de oruç tutmalıdır.

     

    5- Aşura, yani Muharrem ayının onuncu gecesi. Bu gece namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüz oruçlu bulunmalıdır. (Abdülkadir Geylani, a.g.e, 236)

     

    Binaenaleyh biz de, bu gecede yapacağımız dua ve ibadetlerimizin muhakkak kabul olunacağına ve ALLAH Teâlâ’nın biz kullarına olan lütfu, ikram ve izzetinin bol olacağına inanarak bu geceyi ihya etmeye gayret gösterelim. Böyle mübarek fırsatlardan faydalanıp afv olunmamıza vesile olacak hayırlı işlerle meşgul olalım. Günah sayılan hareketlerden sakınalım. Bu fırsat bir daha insanın eline ya geçer, ya geçmez.

     

    Hani dedelerimiz, ninelerimiz! Hani annemiz, babamız! Hani dostlarımız kardeşlerimiz! Hani geçen sene aramızda bulunan dost ve ahbaplarımız! Nereye gittiler? Niçin aramızda yoklar? Unutmayalım ki, onları sinelerine çeken kara toprak yakında bizi de çekecek... Binaenaleyh bu mübarek Regaib Gecesini toparlanmamıza vesile kılmalıyız.

     

    Bu sebeple, idrak etmekle şeref duyduğumuz bu gece, ALLAH’a samimiyetle bağlanan kalplerin, açılan ellerin, yalvaran dillerin boş dönmeyeceği inancıyla; başta İslâm aleminin aziz ve mansur olması, ülkemizin ve milletimizin birliği, dirliği, huzuru ve geleceği için; solan yüzlerin gülmesi, kaybolan ümitlerin tekrar gelmesi, sevgi, saygı, barış, hoşgörü ve kardeşliğin hakim olması, kötülük ve düşmanlıkların ortadan kalkması, fakirlik ve tembellikten kurtulunması, vatanımızın her köşesinden başarı ve kalkınma seslerinin yükselmesi, gönüllerimizin aydınlanması ve manevi huzurla dolması için, hepimiz yeniden düşünmeli, çalışmalı ve dua etmeliyiz.

     

    Muhterem okuyucu!

     

    ALLAH Teâlâ’ya hamd olsun, bir Regaib Gecesini daha idrakimiz nasip ve müyesser oldu. Binaenaleyh bu nimetin kadrini bilerek şükrünü ödemek mecburiyetindeyiz. Esasen Regaib Gecesinin ihya edilmesi, her mü’min için ulvi bir vazifedir. Bu mübarek geceden gerektiği şekilde istifade etmeliyiz. Geçmiş hata, kusur ve günahlarımızdan pişmanlık duyarak bunları bir daha işlememeye söz vermeli, söz ve fiillerimizin Kur’an-ı Kerim ve Sünnete uygun olup olmadığının muhasebesini yapmalıyız. Dargınlık, kırgınlık, kin ve nefretin yerine sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, dostluk ve kardeşliği hâkim kılmalıyız. Yetimlerin, kimsesizlerin, fakir ve muhtaçların yüzünü güldürmeli, onlara yardım elimizi uzatmalıyız.

     

    Muhterem okuyucu!

     

    Bu kutsal geceyi sakın gafletle geçirmeyelim. Bilhâssa böyle gecelerde rahmet ve mağfiret pınarları gürül gürül akarken gönül kaplarımızı doldurmazsak, boş bırakırsak yazık olur. İçimizdeki harâret, rûhumuzdaki susuzluk devâm edip gider. Bunalan ruhlar için bu gece gerçekten bulunmaz bir fırsattır. Bu gece, kulluk şuuru içinde ALLAH’ın ilahlık hakikatine en köklü anlamda bir sığınma anlamı taşıyan ve ibadetin özü olan dualarla en güzel bir şekilde değerlendirilmeli, günahlardan arınmak için Yüce ALLAH’a yalvarıp yakarılmalı, tevbe ve istiğfarda bulunulmalıdır.

     

    Muhterem Okuyucu!

     

    Elhamdülillâh bir Regaib Kandili’ne daha kavuştuk. Gerçekten hem fert ve hem de ümmet olarak, ALLAH Teâlâ’nın sınırsız afv ü mağfiret, yardım ve bereketinden istifade etmek üzere, bu mübarek geceye erişmenin heyecan ve mutluluğunu yaşıyoruz. Regaib Gecesi; iman, ibadet ve düşünce bakımından insanın kendisini yenilemesi, geçmişini muhasebe etmesi, geleceğini planlaması ve ümitlerini tazelemesi için önüne konulan büyük bir fırsattır. Binaenaleyh bu fırsatı çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Bu mübarek gecede, ALLAH Teâlâ’nın emir ve yasakları doğrultusunda; Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin tavsiyeleri ışığında ruhumuzun gelişmesi ve olgunlaşması için düşünce ve davranış biçimlerimizi gözden geçirmeliyiz. İçimizdeki manevi duyguların sesine kulak vererek, günahlarımıza tevbe etmeyi, kendimiz, ailemiz, ülkemiz ve bütün Müslümanlar, insanlık için ALLAH Teâlâ’ya dua ve niyazda bulunmayı ihmal etmeyelim.

     

    Zamanın bütünü kıymetli ve insanlar tarafından değerlendirilmek için verilmiş en büyük nimettir. Ancak öyle an ve zamanlar var ki Cenab-ı Hakk’ın o ana verdiği kudsî bir özelliğinden dolayı o an bir anda binlerce yıllık anları ihata edebilecek bir berekete kavuşur. İşte bu büyüklerimiz bizlere bu anları hakkıyla değerlendirip, duaları bu mübarek ve özel anlarda yapmamızı hal ve hareketleriyle gösteriyorlar. Bu gece Rahmet meleklerinin Rahmete susamış mü’minleri hayır hasenat işlemeye, ibadet ve itaatte bulunmaya teşvik ettikleri mübarek bir gecedir. Bu gecede Rahmetin; huşu ile edilen dualara, umutla açılan ellere, nura hasret gönüllere sağnak sağnak yağacağı bir gecedir.


  9. Namazı çocuğumuza sevdirmek için önce onu hakkıyla icra etmemiz gerekir. Birinci adım budur. Bir çocuğun en iyi öğretmeni ailesidir. Aile ne yaparsa, nasıl yaparsa çocuklar da aynısını yapacaktır.

     

    Aile danışmanı Münir Arıkan da çocukları namaza alıştırmak için şöyle bir metod takip etmiş:

     

    "Evlendiğimizde eşime çok güzel bir seccade aldım. Bunu sekiz yıldır kendim seriyorum. Eşime bir gün bile, hadi namaz demedim. Bir çocuğumuz oldu, bu sefer küçük bir seccade aldım. Şu an beş seccademiz var. Ben bunları gece gündüz seriyorum. Şimdi dokuz aylık çocuğumuz geliyor, kafasını oraya koyuyor, kendi kendine mırıldanıyor, gidiyor; orada kendine ait bir yeri var. Hepsi oraya geliyorlar, yerleri var." (Altınoluk, Eylül 2003, s.12)

     

    Çocuğumuzun namazı sevmesi ve ona alışması için bir takım etkinliklerden faydalanabiliriz.

     

    Ona önce duaları öğretin. Sık sık tekrarlayın. Umduğunuzdan daha zekidir yumurcaklar. Siz, sadece heveslendirin ve belli bir sayıda severek ve isteyerek tekrar etmesini sağlayın. Önünde mutlaka maddi ödüller de olsun. Ama manevi ödülleri de sık sık tekrar edin ki işin ruhunu kavrasın.

     

    İkinci aşamada namaz hareketlerini kavramasını sağlayın. Mesela bunun için resim çizdirmeyi deneyebilirsiniz. Eline rengârenk boyalar verip namaz hareketlerini çizmesini isteyin.

     

    Yine bir ödül koyun önüne. Örnek bir resim koyun önüne hatta birden fazla çocuk varsa yarışma yapın. Ama hepsini tek tek ödüllendirin. Ödüller de namazla ilgili şeyler olsun. Erkekse harika işlenmiş bir takke olabilir. Elinizden geliyorsa siz çocuklar için bir şeyler örün… Yoksa da güzel bir namaz takkesi alın… Sonra güzel bir tespih olabilir. Kızsa bir namaz başörtüsü alabilirsiniz. Bir seccade alabilirsiniz mesela.

     

    Son olarak namaz biraz kavrandıktan sonra bir hafta sizinle birlikte namaz kılmalarını sağlayın sonuna da bir parti kutlama gibi bir ödül koyun. Hatta namaz diploması bile verebilirsiniz.

     

    Hani özel bir gün olur. Çocuğunuz için pasta filan yaparsınız. Evi balonlarla süslersiniz. Yani bu evde kutlama var. Eee neyi kutluyoruz? Ece’nin Namaza başlama ödülü kutlaması.

     

    Verdiğiniz namaz diplomasını evin yada odasının görünür bir yerine asın ve onunla gurur duymasını sağlayın...

     

    Tavsiye ederim, bu fikir denenmiş. Çokta hoş olmuş… Geçenlerde rastladım ve sizinle paylaşmak istedim.

     

    Bir Uyarı!

     

    Çocuğa namazı sevdirmek istiyorsanız önce onun için önemli olan şeylere hürmet etmelisiniz.

     

    Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Cemalnur Sargut bu konuyla ilgili tanık olduğu bir olayı şöyle anlatıyor:

     

    “Bir tanıdığımızın dört yaşındaki çocuğunun namazdan nefret ettiğini öğrenince çok üzüldük ve sonradan anlaşıldı ki, namaz saatlerinde çocuğun seyrettiği çizgi film kapatılıyor. Böyle yapmak yerine, başka bir odada kılmak daha iyi sonuç verir. Diğer zamanlarda elbette çocuğun görebileceği yerlerde kılınmalı.” (Bkz. Kaynak)

     

    Tüm bunları yaparken herşeyden önce sabırlı olmak gerek. Peygamber (a.s.) gibi sabırlı, hoşgörülü ve azimli olunmalı. O sahabelerini tüm zorluklara rağmen nasıl birer islam kahramanı olarak yetiştirmişse bizde çocuklarımızı alnı secdeli, tertemiz müminler olarak yetiştirmeliyiz. Anneler, babalar Dünya'nın geleceği sizin ellerinizde...

     

    Haydi kolay gele....


  10. Bedenin kokmaya başlarken sen sorgu meleklerini beklersin. Bu bekleme süresi işkence gibi gelir eğer hazırlanmamışsan. Acaba ne soracaklar? Düşünme payım olacak mı? Ya da yardımcı olacaklar mı? Ya da kabrime gelenler tüyo verebilirler mi? Ya da kabrimde yapılacak dualar kolaylaştıracak mı? Acaba yapmış olduğum iyiliklerin faydasını görebilecek miyim? Acaba, acaba, acaba…

     

    Sorgulama vaktini tayin eden Allah-u Teâlâ meleklerini o kalabalık ölüler arasında sana gönderir... Meleklerin gelme ve sana gözükmesi nasıl olacak bunu Allah ve resulü dışında hiçbir diri bilemez.

    Ve melekler sana gözükür… Eğer namaz kılmıyorsan ya da inancında sorunlar yaşıyorsan korkudan neler yaparsın onu bilemem… Kendimi hazır hissetmiyorum mazeretinin para etmeyeceğini çok iyi biliyorum. Namaz ve birçok ibadetlerden kendimi henüz hazır hissetmiyorum diyerek uzaklaşmış olabilirsin. Ama sen hayatın bitiş noktasına gelmiş bir ölüsün artık. Yeniden hazırlanman için süre çoktan bitmiş.

     

    Hayat-ölüm arasındaki mesafe bir imtihan süreciydi… İmtihan sonucunda cevap anahtarını vermek istemeyişin bir yıllık kayba sebep olur. Bu dünyadaki imtihan türüdür. Seneye çalışır daha güzel bölümü kazanırım diyebilirsin… Ama Allah’ın imtihanı böyle değil… ölüm anındaki bilgi, kültür ve Salih amellerde bir artma olmaz. Milyar yıl da yaşasan ölüm anındaki kimliğin aynıdır…

     

    Meleklerin varlığı seni sıkıntıya sokar ve terlersin. Sıkıca sarılmış bir kefen içinde burnuna senin kokuların gelir… Tekrar yaratılmayı talep edersin… Bu talebin içten bir pişmanlıkla yeniden yaratılma isteği değildir… Sadece o anki sıkıntıdan kurtulma çığlıklarıdır… Senden iki metre yukarıdakilerin yardımcı olamamaları ne acı!

     

    Bakın Allah-u Teâlâ ne buyuruyor:

    Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! Der, beni geri gönder;"

    Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.( Mü’minun-99.100)

     

    Talebin kabul görmez…

    Sen küçücükken sana öğretilen İslam’ın şartı kaç? İmanın şartları nelerdir? Peygamberimizin adı ve doğum-ölüm tarihleri sorusu gibi soruların sorulacağını düşünüyorsan kendini yorma… Bu türden sorular sorulmaz… Senin hayatının tüm karesini sorgulayacak sorular gelir… Vereceğin cevap sağ tarafındaki defterin kalınlığına bağlı…

     

    Ve ilk soru gelir…

    Ve kulağın ‘men Rabbuke?’ sorusuyla çınlanır…

    Arapça bilemiyorum, bana kendi dilimden sorun diyemezsin. O çukura düşen herkes Arapçadan anlar… Ana dil Arapça olmuştur artık…

    Biz şimdilik bu sorunun Türkçesini yazalım:

    Rabbin kim?

    Rabbim Allah deyip o girdaptan kurtulmak için neleri feda ederdin biliyor musun?

    On bir harften oluşan: ‘Rabbim Allah’ demek dile çok kolay gelir… Ama bu soruya sen değil senin sağ tarafındaki defterin cevap verir… Ya defterinin dili tutulur kem küm edersin ya da düzgün bir cevap verirsin… Soru her ne kadar sana sorulsa da vereceğin cevabı amellerin belirler…

    Rabbin kim?

    Neden seni kim yarattı diye sorulmuyor da rabbin kim sorusu soruluyor?

    Allah’ın isim ve sıfatlarından neden sadece rab ismi soruluyor?

    Rabbin kim? Sorusunun cevabında Allah ile birlikte başka adaylar da mı var acaba? Bu adaylar arasında kimin rabliği altında yaşam süründüğü niçin bu kadar önemli?

    Allah’tan başka kimler rablik iddiasında bulunurlar ki? Rabbim filandır diyen hiç kimseyi ne gördüm ne de işittim! Gizli şirk gibi gizli rabliklerde mi var acaba? Başkalarının rabliğini kabul etmişiz de haberimiz mi yok?

    Rab konusunun bu kadar önemli olduğunu düşünmemiştim inanın. Devam edelim biz;

    Eğer kabirde rab sorusu soruluyorsa bu rab olmanın önemini gösterir bize…

     

    Şarjı yetersiz bir telefon net çekmez… Ses gidip gidip gelir… Kabirde de bu böyledir… Hayatınızın her alanında Allah’ın hükmüne danışmışsanız sorgunuz çok kolay geçer… Eğer sol tarafındaki günahlarınız ağır basmışsa sıkıntıdan patlarsınız…

     

    İmtihan sonucunda cevap anahtarınız Ankara’ya gönderilir. Siz memleketinizde heyecanla sonuçları beklerken sizin sözcünüz olan, sizin kimliğiniz olan cevap anahtarınız gözden geçirilir… Doğru sayısı azsa eğer o kâğıt sizin için utanç belgesi olur…

     

     

     

    Eğer imanınızda sorunlar yaşıyor ve birçok ibadetleri ertelemişseniz hemen şimdi doğruyu bulmaya çalışın. İnanın aksi halde vakit çoktan geçmiş olur…

     

    Kabir sorgusunda rabbim Allah’tır diyebilmemiz duasıyla… Allah’a emanet olun…


  11. Yazı Boyutu: 12 14 16

     

    Şok: Atatürk Havalimanı'nda Yahudiler zikir çektiler

     

    Türkiye’de dindarların damda kıldıkları namaza bile müdahale edilirken Yahudiler İstanbul Atatürk Havalimanı’n da adeta zikir şov yaptılar.

     

    HAVAALANINDA AYİN GÖRÜNTÜLERİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN

     

    http://www.habervakitim.com/videovaktim.ph...=havaalani_ayin

     

     

    28 Şubat döneminde Aczimendilerin zikirleri Türkiye’de aylarca gündem yapılıp grup adeta linç edilirken Atatürk Havalimanı geçtiğimiz günlerde Yahudi bir gurubun zikir törenine sahne oldu.

     

    Geçtiğimiz Çarşamba günü havalimanına gelen dini kıyafetli yaklaşık 60 yahudi saat 15.00 sularında Dış Hatlar Terminali 214-215 son çıkış kapısı önündeki kamuya açık alanda toplu halde ibadete başladı.

     

    Uçağının kalkmasını bekleyen yüzlerce insanın önünde saf düzenine benzer bir pozisyon alarak zikir töreni düzenleyen grup şaşkın bakışlar arasında ibadetini dakikalarca sürdürdü.

     

    Geneli Yahudilere has dini kıyafetlere bürünmüş grup sesli ve hareketli zikirde bulundu. Ses ve hareketlerden korkan bazı çocuklar çığlık çığlığa ağlarken tüm bunlara aldırış etmeyen gurup rahat tavırları ile dikkat çekti. Gruptan bazı kişileri kippalı oldukları görülürken salonun bir bölümü ibadet bitene kadar kullanılamadı. O sırada salonda bulunan bir grup umre yolcusu da olayı şaşkınlıkla izledi.

     

    Bir gazetecinin olayı görüntülediğini fark eden gruptan bazı kişiler bu gazetecinin makinesini elinden almak isterken emniyet kuvvetleri guruba hiçbir müdahalede bulunmadı. Gurubun olayı görüntüleyen gazeteciyi fotoğraflaması dikkat çekti.

     

    YA MÜSLÜMAN OLSALARDI?

    28 Şubat döneminde Müslüm Gündüz önderliğindeki Aczimendi gurubunun kamuya açık çeşitli yerlerde zikir çekmesi günlerce kartel medyası tarafından aylarca gündemde tutulmuş gurup hedef gösterilerek adeta linç edilmişti. Atatürk Havalimanında sürekli muhabir bulunduran kartel gazetelerinin Yahudilerin zikir şovunu görmezden gelmesi anlamlı bulunurken “ibadet edenler Müslümanlar olsaydı kartel gazeteleri kıyameti koparırdı” yorumlarına sebep oldu.


  12. 14/03/2008

     

     

     

     

     

    Tesadüf mü? Biri çıkıp İslam'ın kadını aşağıladığını iddia ediyor. Söz bir biçimde anneliğe geliyor. O da ne? İslam'ın kadını aşağıladığını iddia eden 'modern' bay veya bayanların aklının dibini kazıdığınızda, anneliği fena halde aşağıladığını görüyorsunuz. Ortak noktaları bu.

     

    Anneliği aşağılamanın teknikleri çok. Bunun başında dünyanın en şerefli işini yapan annelere “boş kadın” muamelesi yapmak geliyor. Onlara göre çalışıyor olmak için evden çıkmak lazım. Caddeyi görmek, caddeye görünmek lazım. Bir kadının “çalışıyor” sayılması için kamuya kendisini göstermesi şart. Sabah sekiz akşam dokuz (çünkü kadın ucuz işgücü) mesai yapması şart.

     

    Bunlar için de başka şeyler lazım: Modern görünürlüğün vacibatından olan şeyler. Her gün aynı kıyafetle, aynı saç rengiyle, aynı ayakkabıyla, aynı çantayla gidilmez ki işe! Yenilemek lazım, rengini uydurmak lazım. Saça uygun elbise, elbiseye uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun çanta, çantaya uygun cüzdan, ona uygun cep telefonu lazım…

     

    Modası geçenleri değiştirmek lazım. Bunun için de modayı takip etmek lazım. Özetle üretim-tüketim çarkında yağ, değirmeninde un olmak lazım.

     

    Bütün bunlar için çalışmak lazım. Çalışmadan bu masraflar nasıl kazanılacak? Daha iyi görünmek için daha çok kazanmak lazım. O da yetmiyorsa, daha daha çok kazanmak lazım. Daha çok kazanmak için harcamadan olmuyorsa, daha çok harcamak lazım. Görünmeden daha daha çok kazanılamıyorsa, daha çok görünmek lazım. Daha çok görünmek için daha çok dikkat çekmek lazımsa, onu yapmak lazım. Onu yapmak için herkesten çok harcama yapmak lazımsa, onu yapmak lazım. Herkesten çok harcamak için, herkesten çok kazanmak lazım.

     

    Hangisi hangisine lazımdı? Kafam karıştı…

     

    Evden çıkıp mesai yapmayan kadının yaptığı “çalışmak” değildir. O tepeden bakılan, “Ev kadınıymış” yollu dudak bükülen bir “acizdir”. Evinin kadını olmak modernlere göre dudak bükülecek bir iştir. İş kadını daha hoş geliyor. Hatta sokak kadını bile ötekinden hoş geliyor.

     

    Modernin gözünde o koca parası(!) yiyor. Patron parası mı? Amir fırçası mı? Onun bunun erkeklerinin ağız kokusu mu? Her işe gidiş gelişte yaşadığı tıkış tıkış otobüsler ve minibüslerdeki onur kırıcı durum mu? Onlar işin parçası ayol. Koca kârı yeme de, ne yersen ye! Koca fırçası yeme de, ister amir, ister ustabaşı, ister patron fırçası ye! Hatta sokak magandası ve çarşı maçosunun attığı laf bile ehven…

     

    Ev kadını, üüü! Bir kere özgür(!) değil ayol. Yarım saat işten erken ayrıldığı için amirinden duyduğu lafı kargalar yemese de kendisi özgür. İşyerinde uygulanan sıkı denetime rağmen özgür. “Yarın müsait misin”lere verdiği “Mesaide olacağım, işten yorgun dönüyorum”lara rağmen özgür. Ama ev kadını handiyse esir canım…

     

    Ama o anne. Çocukları var. Yani dünyanın en değerli, en asil, en soylu, en görkemli işini yapıyor. Yani insan yetiştiriyor. Çocuk sokakta yetişmez ki? Çocuk evde yetişir.

     

    Olsun, o yine de “çalışmayan” kadındır. Annelik çalışmak sayılmıyor. Modernlere göre annelik işsizlik sayılıyor. Annelik angarya sayılıyor. Komedi de ne biliyor musunuz: Başkalarının doğurduğu çocuklara bakmak için kurulan sektörlerde çalışmak “iş”, orada çalışanlar da “çalışıp üreten kadın” sayılıyor da, kendi doğurduğu çocuğa bakmak “iş” sayılmıyor. Modernler kazara anne olduklarında durum şu oluyor: baba işe, anne işe, çocuk kreşe, ev pansiyon, aile pansiyoner…

     

    Ondan sonra “bebek mi-köpek mi?” ikilemi geliyor: tıpkı Fransa'da, Almanya'da, Hollanda'da olduğu gibi. Köpek bebekten daha sevimli oluyor modern kadın için. Bir, vücudu deforme etmiyor... Öyle ya: tenperest modernliğin gerçeği bunlar, görmek lazım.

     

    Ama küçük bir sorun: Köpeğin ille de küçük olması lazım; kucağa alınıp sevilecek kadar küçük. Ne de olsa kadın o. Bir canlıyı kucağına alıp sevme güdüsü yaratılıştan verilmiş. Çaresi yok, sevecek. Peki, köpek yerine bebek sevse olmaz mı? Bu soruya Avrupa'nın bebek-köpek (yan yana iyi durmadığını biliyorum, ama anlayın) rakamlarını karşılaştırdığımızda, şu zımni cevabı alıyoruz: Yok, zinhar olmaz! (Almanya'da kayıtlı köpek sayısı nüfus ile neredeyse eşit).

     

    İyi de, köpek de en az bebek kadar masraflı.

     

    Olsun! O kadar kusur kadı kızında da bulunur.

     

    Kazara doğursa bile anneliği sevmemiş ve severek annelik yapmamış (Bunun yanında doğum yapamadığı halde harika annelik yapanlar da var). Annelik yapmadığı için duyguları gelişmemiş, ufku gelişmemiş, hayat tecrübesi gelişmemiş, bilgelik dersen sıfır. Ama olsun; onun köpeği ve bir de mesaili işi var. O kendini tüm annelere hava atma makamında görüyor.

     

    İşte buraya yazıyorum: Cenneti annelerin ayakları altına seren İslam kadını aşağılamadı. Fakat cenneti dünyada arayan tek dünyalı modernler gözümüzün içine baka baka anneliği aşağılıyorlar. Üstelik her birini bir ana doğurduğu halde.

     

    Ne kadar ayıp! Ne kadar küstah! Ne kadar saçma!

     

    mustafa islamoğlu..


  13. ARTAN PİLAV

     

    Yahya baba , II. Bâyezîd Hân zamanında , Edirne Bâyezid Külliyesi'nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe giriştimi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile , suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah'tan bereket arzular.

     

    Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar.

     

    Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile "Bu prinç yetermi?" demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna'nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: "Bu bir keramet!"

     

    Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. "Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz."

     

    Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba'ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi'nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna'nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar.

     

    "Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israfmı edersin?"

     

    Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp;

     

    "Ayıp olmuyormu sultanım derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?"

     

    Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah'a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola....

     

    Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana


  14. Bozuk Simit Paraları Ile Cenneti Satın Almak....... (çok Güzel)

     

    Gunun son dersinin sonuna gelinmisti. Ogrenciler cikmak icin sabirsizlaniyordu. Defter ve kitaplarini cantalarina koydular. Zil calar calmaz, disari cikmak icin hazirdilar. Yalniz, Ali hazirlanmamisti.Gecikmek icin de elinden geleni yapiyordu.Nihayet zil caldi. Ogrenciler bir anda kapiya yoneldi. Ali, yerinden kalkmadi. Agir agir esyasini topladi. Bir yandan goz ucuyla ogretmenine bakiyor, bir yandan da arkadaslarinin gitmesini bekliyordu.

     

     

    Ogretmeni, onun bu hâlini fark etti:

    - Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?

     

     

    Ali, son arkadasinin da ciktigini gorunce cevap verdi:

    - Sizinle konusmak istiyordum ogretmenim.

    - Peki, dedi ogretmeni. Ne soyleyeceksin bakalim?

    - Ahmet arkadasimiz var ya…

    - Evet, ne olmus Ahmet'e?

    - Durumlari pek iyi degil galiba. Annesi, beslenme cantasina pekiyi seyler koymuyor.

    - Ee?

    - Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettigimi bilirse uzulur. Gunde bir simit parasi biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?

     

     

     

    Cebinden bir avuc bozuk para cikarip ogretmenin masasinin uzerine koydu. Nurhan Ogretmen, paraya dokunmadi. Sandalyesine oturup dusundu.Ali hakkindaki bilgilerini yokladi. Bildigi kadariyla ailesinin durumu pekiyi degildi. Bu caliskan ve sevimli ogrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve dusunceliydi. Zengin bir ailenin cocugu degildi. Buna ragmen yardim etmek istiyordu. Ustelik yardim ettiginin bilinmesini istemiyordu.

     

     

    Nurhan Ogretmen:

    - Dur bakalim Ali, dedi. Bildigim kadariyla sizin de maddî durumunuz pekiyi degil. Yanlis mi biliyorum?

    - Dogru biliyorsunuz ogretmenim. Babam gundelikci. Cogu zaman is bulamiyor. Ama ben de calisiyor, para kazaniyorum.

    - Nerede calisiyorsun?

    - Simit satiyorum.

     

     

    Nurhan Ogretmen yine durup dusundu. Iyiligin bu kadarina ne demeliydi simdi. Bunun gerceklesmesi zordu. Onu, bundan vazgecirmek icin bir care bulmaliydi. Bunu yaparken, sevimli ogrencisini de kirmamaliydi. Onunla biraz daha konusursa, belki bir yolunu bulurdu.

     

     

    Nurhan Ogretmen, Ali'ye dondu:

    - Buyuyunce ne olmak istiyorsun, diye sordu.

    - Cok zengin bir isadami…

    - Nicin?

    - Insanlara daha cok yardim etmek icin…

    - Guzel, dedi Nurhan Ogretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi degil; bu dogru. Ama sizinki de bundan pek farkli degil. Istersen acele etme; cok zengin oldugun zaman insanlara yardim edersin.Olmaz mi?

    - Olmaz, dedi Ali. Simdi yapmaliyim.

    - Neden olmaz?

    - Uc sebepten dolayi olmaz.

     

     

    Birincisi: Bu para zaten benim degil. Iyilik ettigim icin Allah, beni insanlara sevimli gosteriyor. Insanlar da bundan etkileniyor, daha cok simit aliyorlar. Bu sayede gun boyu calisanlardan bile fazla simit satiyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gun iki simit alip guvercinlere veriyor.

     

    Ikincisi: "Agac yas iken egilir." deniliyor. Simdiden iyilik yapmayi ogrenmezsem buyudugumde hic yapamam.

     

    Ucuncusu ise daha onemli: Buyudugum zaman cok zengin bir isadami olmak istiyorum. Zamaninda yatirim yapmayanlar buyuk isadami olamazlar.

     

     

    Nurhan Ogretmen, karsisinda buyuk biri varmis gibi dinliyordu:

    - Bu sonuncusunu pek iyi anlayamadim, dedi.?

     

    - Aciklayayim ogretmenim, dedi Ali. Simdi, cok zengin olmadigim icin, ancak gunde bir simit parasi kadar yardim edebiliyorum. Bundan fazlasini veremem. Allah, Cennet'i gucu kadar iyilik edene veriyor. Simdi gucum bu olduguna gore Cennet'in fiyati birkac simit parasi kadardir. Eger zengin olmadan olursem birkac simit parasiyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha kârli bir yatirim olur mu?

     

     

    Nurhan Ogretmen'in gozleri dolmustu. Basini "Evet" anlaminda sallarken Aliyi evine yolladi.

     

     

     

    Sinifa geri donerken okulun bosaldigini fark etti. Esyalarini toplamak icin masasina dondugunde Ali'nin biraktigi parlarin masaustunde kaldigini fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paralari eline aldi. Hicbir para ona bu kadar kiymetli gelmemisti. Sanki elinde dunyanin en kiymetli incilerini, yakutlarini, elmaslarini tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kiymetliydi. Oyle bu paralar, Bu bozuk SIMIT paralari, Cenneti satin alabilecek paralardi. Sanki hic birakmak istemeyen bir duygu ile simsIki kavradi bu bozuk simit paralarini.

     

     

     

    Oturdugu yerden kalkamadi Nurhan Ogretmen. Icinin doldugunu, Tarif edilemeyen duygulara boguldugunu hissetti. Birden bosalan saganak yagmurlar gibi aglamaya basladi. Agladi … Agladi.

     

     

     

    Kendine geldiginde aksam olmustu. Yavas yavas siniftan cikip okuldan ayrilirken bekci Sadik " Bozuk Simit paralari ile cenneti satin almak, Bozuk Simit paralari ile cenneti satin almak" diye Nurhan ogretmenin sayikladigini duydu. Bekcinin hayretler icinde " Ne dediniz hocam " demesini bile duymayan Nurhan ogretmen bekcinin saskin bakislari altinda aksamin alaca karanligina karisivermisti

     

     

     

     

     

    selam ve dua ile...


  15. Önceki akşam YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz'ün Fatih Altaylı ile konuşmasını takip ederken, "20 yıl önce yaşadıklarım" geldi gözlerimin önüne...

     

     

     

    Kemal Gürüz; önceki gün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "YÖK üyeliklerine yaptığı atamalar" konusundaki tavrını irdelerken, "hangi üyenin, kimin adamı olduğunu" açıklıyor ve ortada "planlı bir kadrolaşma" bulunduğunu ileri sürüyordu... Fatih Altaylı da, buna karşılık olarak diyordu ki; "Ne yani Masonlar arasında da böyle bir ilişkiler ağı yok mu?.."

    İşte bu söz, beni 20 yıl öncesine götürdü... O zamanlar, Fındıkzade'de 59 metrekarelik bir evde oturuyordum.. Apartmanın en üst katında da, "Cerrahpaşa Tıp Fakültesi"nde okuyan bir genç oturuyordu... "Uşaklı" bir gençti... Sık sık annesi de ziyaretine geliyordu... Kadıncağız, hem "başörtülü"ydü, hem de "namazında-niyazında" biriydi.

     

    BİR MASON'UN VİZESİ GEREKİYORDU!

     

    Biraz "hemşerilik"ten, biraz da "frekansların tutması"ndan olsa gerek, aramızda iyi bir "komşuluk" ilişkisi başlamıştı.

    Uzatmayalım, delikanlı "Tıp son sınıf"a gelmişti... Bir yandan da "Haseki'deki Kardiyoloji Enstitüsü"ne gidip-geliyor, gidip geldikçe de "orada çalışma" arzusu artıyordu.

    Ne var ki;

    Kardiyoloji Enstitüsü'ne girebilmek için "iyi bir torpil"e ihtiyaç vardı... Enstitüye "mason"lar hakimdi... Yani, orada çalışmak için "masonların vizesi" gerekiyordu.

    Kimi devreye sokabiliriz, kim etkili olabilir diye araştırırken, benim de tanıdığım birinin "üst dereceli bir mason" olduğunu öğrendim.

    Tabiî, "masonluğu" filân karıştırmadan, "rica" ettik kendisinden!..

    "Olur" dedi, "ben söylerim arkadaşlara!"

    Aradan epey zaman geçti... Biz, "olacağına" kesin gözüyle bakmaya başlamıştık... Öyle ya; "mason"sa mason, işte bulmuştuk "torpil"i!..

    Hem de, "en yüksek dereceli"sinden!..

    Bir gün, ne oldu biliyor musunuz?..

    “Derecesi yüksek, sözü geçer" dediğimiz mason, "olmuyor" dedi; "Bizimklier araştırmışlar!.. Delikanlı dindar, annesi de başörtülüymüş!!!.. Arkadaşlar, böyle birini alamayacaklarını söylediler!"

    Olmadı... Bizim delikanlı; çok arzuladığı halde Kardiyoloji Enstitüsü'nde çalışamadı... Belki de çok umutlandığı için, büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve kahırlanıp Uşak'a döndü... Şu an, kendi oturduğu ilçede "doktorluk" yapıyor!..

     

    ÜNİVERSİTELERDE MASONİK KADROLAŞMA!

     

    Evet, boşalan YÖK üyeliklerine TÜİK Başkanı Ömer Demir'in, İstanbul İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Berrak Kurtuluş'un ve Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Durmuş Günay'ın getirilmesini, bir anlamda "dinci kadrolaşma" diye yorumlayan Kemal Gürüz'ün bu sözleri, bana 20 yıl önceki bu olayı hatırlattı.

    Düşünebiliyor musunuz;

    Geleceğe "ümit"le bakan, "pembe hayaller" kuran bir genç, sırf "dindar" olduğu için, sırf annesi "başörtülü" olduğu için Kardiyoloji Enstitüsü'nde çalışmaya başlayamadı!..

    Hem de, oradaki hocalar talep ettiği halde!..

    Niye?..

    Çünkü, o zamanlar Haseki Kardiyoloji'de "masonik bir örgütlenme" vardı!.. Dolayısıyla; "Allah'a inanan" ve "namaz"ını kılan, hele de "annesi başörtülü" bir gencin oraya girmesi mümkün değildi!..

    Bay Kemal Gürüz, bugün kalkmış, "farklı bir kadrolaşma"dan söz ediyor!.. İşin tuhaf tarafı, bunun adını da koyamıyor!..

    Ama, Fatih Altaylı, aynı "ilişkiler ağı"nın "masonlar arasında" da olduğunu ve onların da "kadrolaştığını" hatırlatınca, "O başka mesele" deyip, başlıyor kıvırmaya!..

    Ne kadar kıvırırsa kıvırsın; bu ülkede "masonik bir kadrolaşma" olmuştur/olmaktadır!.. "Hayır olmuyor" diyenlere, 1987'de yaşadığım olayın "müsebbip"lerini açıklarım!..

    Zaten bu "masonik yapılanma"nın kovanına çomak sokulduğu içindir ki, "masonluğun arka bahçeleri" olan "Rotaryen"ler ve "Lions"lar, gazetelere ilân vererek "başörtüsünün serbestliği aleyhinde" ifadeler kullanmışlardır!..

    Kimdir bunlar?.. Kaç kişidirler?..

    Bunlar, kesinlikle "yerli" değildir!.. Bunlar, "kökleri ABD'de veya Avrupa'da" olan, evet "kökleri dışarıda" olan, emir ve talimatları "dışarıdan" alan, dışarıya danışmadan, çok affedersiniz /edit/ bile gidemeyen "Truva Atı" kuruluşlardır!..

    Bunlar, yıllarca kadrolaştılar bu ülkede!.. "Üniversite"lerde kadrolaştılar, "bürokrasi"de kadrolaştılar ve hatta "TSK bünyesinde" kadrolaştılar!.. Ne acı ki; TSK bünyesinde, hâlâ "bazı mason generaller" var!..

    "Üniversiteler" ise, sırf "dindar" diye, sırf "annesi başörtülü" diye "gençlere kıyan" masonlarla, rotaryenlerle, lionslarla dolu!..

    Buna rağmen "dinci örgütlenme" filân diyorlar ya, acı acı gülüyorum!.. Adım kadar eminim ki; "YÖK üyeliğine yapılan 3 atama"yı diline dolayanlar, "üniversitelerdeki masonik örgütlenme"yi örtbas etmeye çalışıyor!..

    Yani, Gürüz "mason dostlarını" koruyor!..

     

    CELAL ŞENGÖR, PROFESÖR OLSA NE YAZAR?

     

    Gürüz’ü izlerken, bir defa daha gördüm ki; "başörtüsünün serbest bırakılması"ndan rahatsız olanların, "özgürlüğe karşı çıkanlar"ın sepetlerinde pamuk kalmamış!.

    "Zavallı" duruma düşmüşler!

    Zira, ileri sürdükleri hiçbir "iddia"nın iler-tutar yanı yok!..

    Lime lime dökülüyorlar!

    "Yasakçılık"larına, "yasa dışı zorbalık"larına ve "despotluk"larına kılıf bulmaya çalışmak yerine, "özgürlük yanlıları"nı "küçümsemeye" çabalıyorlar ki; gerçekten "acınacak" durumdalar!..

    Meselâ, Bay Gürüz, önceki günkü programda, "özgürlüğe imza atan öğretim üyeleri"ni ciddiye almayıp, "özgürlük-mözgürlük istiyorlarmış!.. İmza-mimza atıyorlarmış!" diye "önemsemez" ve "küçümser" bir tavır takındı ki; bir an için isyan ettim; "Sen kimsin be adam?.. Senin, onlardan fazlalığın ne?"

    Ama, Bay Gürüz, böyle bir tepkinin geleceğini sezmiş olmalı ki; "kendisini" değil de, Prof. Celal Şengör ismini attı ortaya!..

    Dedi ki; "Prof. Celal Şengör bir markadır!.. Dünyaca ünlü bir bilim adamıdır!.. Üniversitelerde türban özgürlüğüne imza atanların hepsinin bilimsel makalelerini toplayın, bir Celal Şengör etmez!.. Daha ne diye özgürlük-mözgürlük diyorlar?"

    Peki, Celal Şengör kim?..

    "Askerden telefon geldiğinde" bile "hazırol"a geçen bir adam!..

    Peki, Celal Şengör kim;

    "Askerî kıyafet" giyen kendi oğluna bile, sırf "askerî kıyafet" giydiği için bir iş buyurmayıp, kendi yapan bir adam!..

    Yani, "asker"le yatan, "asker"le kalkan biri!..

     

    ALLAH'I BİLMEDİKTEN SONRA!

     

    Daha da vahimi; "Halbuki üniversitede dinin 'şakırdatılması', bizzat üniversite kavramıyla çelişir. Dünyada katolik, protestan veya İslâmi üniversitelerin olması veya üniversitelerin Orta Çağ'da dinsel kurumlardan türemiş olması bu gerçeği değiştiremez.

    Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vaz geçemez.

    Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bilim, bitmeyen bir deneme-yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimtotik olarak yaklaşır. Ancak hepinizin bildiği gibi, tek bir ters veri en ihtişamlı teoriyi çöpe atmaya yeterlidir. Dinin pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile Adem masalına inanmak mümkündür."

    Diye "saçmalayan" bir adam!..

    Evet, "Allah"ı inkâr eden, "yaradılış"ı inkâr eden, bunlara "dogma" demenin de ötesinde "masal" diyen "ateist" bir adam!.. Böyle bir adam "bilim adamı" olacak ama, "türbana serbestlik" isteyen adamlar "özgürlükçü-mözgürlükçü" olacak, öyle mi?..

    Tükürürüm böyle "kafa"nın içine!..

    Merhum Yunus Emre, asırlar öncesinden sesleniyor böylelerine:

    "İlim, ilim bilmektir

    İlim, kendin bilmektir

    Sen kendini bilmezsin

    Ya nice okumaktır

    Okumaktan murat ne

    Kişi Hak'kı bilmektir

    Çün okudun bilmezsin

    Ha bir kuru ekmektir

    Okudum bildim deme

    Çok taat kıldım deme

    Eğer Hak bilmez isen

    Abes yere gelmektir."

    Yunus'un sözünün üstüne söz söylemek, haddimize düşmez... Çünkü, söylenmesi gereken sözü söylemiş!..

    Bir adam ki; "dünyaca ünlü" bile olsa; değil mi ki "kendini bilmek"ten acizdir, değil mi ki "Hak"kı bilmemektedir, bana göre "beş paralık değeri yok"tur!..

    Bu, isterse Celal Şengör olsun!.. Bir adam ki, "Allah'ın bir emri" olan "başörtüsü"ne karşı çıkıyor, "ayet"ler için "masal" diyorsa, benim nazarımda hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur!..

    İsterse, "profesör" olsunlar!..

     

    SALTANATLARI ÇATIRDAYINCA!

     

    Kemal Gürüz'ün sözleri üzerine söylenecek daha çooook söz var... Ancak, tek cümle ile özetleyecek olursak, "büyük bir panik" halinde olduklarını ve "ipe-sapa gelmez" iddialar ileri sürüp, "saçmaladıklarını" rahatlıkla söyleyebiliriz!..

    Evet, saçmalıyorlar!..

    Bir yandan "mason kadrolaşması"nı gözden kaçırmaya, bir yandan da "ateist" bir adama sahip çıkmaya çalışıyorlar!..

    Belli ki, "tutunacak dal"ları kalmadı!..

    "Saltanat"ları çatırdıyor!..

    Ama, "korku"nun "ecel"e faydası yok!..

    Korktukları, başlarına gelecek!..

    Zira, zulüm "payidar" olmaz!..

    Yırtınsalar da "özgürlük" gelecek!..

    -----------

    Papaz cüppesi

    SalihMemecan, yine 12’den vurmuş... Sabah’taki dünkü karikatüründe, “başörtüsüne karşı çıkan üniversite rektörleri”ni hicvetmiş!..

    Rektörler diyor ki; “Bugün başörtüsüne izin verirsek, yarın cüppeyle gelmeye kalkarlar!..”

    Şu “müthiş çelişki”ye bakın ki; “cüppe” endişesi yaşayan rektörlerin hepsi “cüppeli!”

    Memecan’ın aklına, fikrine, eline sağlık...

    Bu çelişki, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

    Ne enteresan değil mi; “başörtüsü yerli değil, ithal bir kıyafet” diyenler, her nedense “rektörlerin sırtındaki cüppe”lerin nereden geldiğini hiç ağızlarına almıyor!..

    Oysa; “Rektör” ve “Profesör” demek, köken itibarıyle “mahalle papazı” demektir!..

    Dolayısıyla, sırtlarındaki cüppeler de “papaz cüppesi”dir!..

    Şu hale bakın ki; sırtlarına “Hıristiyanlığın simgesi”olan “cüppe”leri geçiren “mahalle papazları”, sırf “İslâm’ın simgesi” diye “başörtüsü”ne karşı çıkıyor!..

    Sizin anlayacağınız “dağdan gelen”ler, “bağ”dakini kovmaya yelteniyor!..

    Ama, hayır!.. Bu defa başaramayacaklar...

     

    Kaynak : Vakit Hasan Karakaya


  16. Şehîd ‘Ali Şeriâtî ’nin “Beğenilen Fiiller ve Övülen Ahlâkı İsteme Duâsı” ndan...

     

     

     

    İlâhî!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âline rahmet gönder.

    Îmânımı, îmânın en olgun ve yüce derecelerine ulaştır.

    İnanç ve akîdemi de, akîdelerin en fazîletli noktasına eriştir.

    Niyetimi, niyetlerin en iyisine, amelimi, amellerin en güzel noktasına yücelt.

     

    İlâhî!

    Kendi Lütfunla benim niyetimi olgun, saf ve berrak kıl.

     

    İlâhî!

    İnancımı sağlam ve sabit kılarken, Kudretinle de benden doğmuş kötülükleri ıslah buyur.

     

    Ey Yüce Rabbim!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âline rahmet gönder.

    Gölümün sürekli meşgul olduğu azığını yeterli kıl.

    Zamanımı, yalnızca yaratılış sebebim olan şeylerde harcat.

    Beni Sen’den başkalarına yakarıcı kılma.

    Bana Rahmet sofranı yay.

    Beni mal, mülk, mevki ve şöhret hırsından koru.

    İzzet ve şerefimi, kibir ve gururun peşinden dolanan bir tutkun eyleme.

    Beni Kendi kulluğuna râm kıl.

    İbâdetlerimi, kendini beğenmişlik içinde yok etme.

     

    Benim elimden insanlara hayr yönelt.

    Ellerimin insanlara hep hayr verici olmasını dilerim.

    Bana Yüce Ahlâkı bağışla.

    Beni, kendini beğenmişlikten ve kendini övmekten sakındır.

     

    İlâhî!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âline rahmet eyle.

    Senin dîninin yerine sapık yötem ve yollar edinmeyeceğim; Senin Hakk olan yolundan sapmayacağım!

    Hidâyetine erişmeyi benim için de kolaylaştır.

    Beni, ömrüm olduğu sürece, Sana itaat yolunda bir hizmetkâr olarak yaşat.

     

    Rabbim!

    Benim hakkımda:

    Kincilerin şiddetli kinini sevgiye,

    Islah ehlinin kuşkularını güvene,

    Yakınların düşmanlığını dostluğa,

    Akrabaların geçimsizliğini iyiliğe,

    Akrabaların umursamazlık ve önemsemeyişlerini yardıma,

    Yalnızca hoş sohbetlere dayalı arkadaşlıkları gerçek dostluğa,

    Hakaret ve hafife almaya dayalı arkadaşlığı samimiyete,

    Sitemcilerin acı veren korkularını tatlı bir güvenceye çevir.

     

    İlâhî!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âline rahmetini gönder.

    Bana sitem edene karşı dilimi;

    Benimle savaşan düşmana karşı elimi;

    Ve küfürde inatlaşana karşı da imânımı muzaffer kıl.

    Bana tuzak kurana karşı tuzağımı; zulmetmek isteyene karşı gücümü; beni ayıplayarak bana sövene karşı, onu yalanlayıp, ona karşı durma gücünü ve beni tehdit edene karşı selâmetimi bana bağışla.

     

    Allah’ım!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âlinden rahmetini esirgeme.

    Bana karşı hile, ihanet ve sahtekârlıkla davranana, ihlâs ve öğüt ile karşılık vermeyi; benden uzaklara kaçana da iyilik ve hayr ile yaklaşmayı ihsan eyle.

    Beni umutsuzluğa düşürene bağışlama ile; aleyhimde gıybet edene, onu hayr ile anarak karşılık vermeyi nasîb eyle.

    İyiliğe karşı şükrü, kötülüğe karşı direnmeyi de nasîb eyle.

     

    Rabbim!

    Beni, Adaletinin yaygın sofrasında sâlihlik elbisesiyle süsle.

    Öfkesini yenen;

    Fitne ve düşmanlık ateşini söndüren;

    Bireyleri toparlayan;

    Halkın arasını bulan;

    Mü’minlerin ayıplarını örtüp, iyiliklerini açıklayan;

    Yumuşak huylu;

    Alçakgönüllü;

    İyi davranışlı;

    Vakar sahibi;

    İyi ilişkiler içinde bulunan;

    Öncelikle fazîleti arayan;

    Ni’metlere şükretmesini bilen;

    Ne kadar zor olursa olsun, her zaman ve her yerde Hakk’ı söyleyen;

    Hareket ve sözlerinde – İslâm’a uygun olduğu sürece – ısrarlı olan;

    Hayrı çoğaltan;

    Çok olan şerri azaltmaya çalışan;

    ... ve diğer tüm iyi niteliklere sahip kullarının elbisesini giymeyi, onlar gibi olmayı bana da nasîb eyle.

    Bu vasıfları da Sana kulluğun devamı ve olgun bir görüş sahibi olma yolunda kullanmayı nasîb eyle.

     

    Allah’ım!

    Şeytanın kalbime ektiği ve yerleştirdiği şüpheyi, kuşkuculuğu, kıskançlığı

    Senin Azametini anmaya

    Senin Kudretini tefekkür etmeye ve

    Senin düşmanlarına karşı tedbir almaya yönelik bir biçime çevirmeni ve bana bu gücü bağışlamanı niyâz ederim.

    Şeytanın dilime yerleştirdiği kötü kelimeleri;

    Hoş olmayan sözleri;

    Irza, nâmusa sövmeyi;

    Bâtıla tanıklık etmeyi;

    Hazırda olmayan bir mü’mini çekiştirerek gıybet etmeyi;

    Hazır olana da kötü söz söylemeyi ve buna benzer bütün kötü ve çirkin davranışlarımı

    Seni Hamd ve Senâda yoğunlaşma yolunda titizlik ve çaba göstermeye;

    Ni’metlerinin değerini bilmeye;

    İhsânını itirafa ve Ni’met ve İhsanlarına şükretmeye yönelt ve kendimi bu şekilde değiştirebilme gücünü ihsân eyle.

     

    Allah’ım!

    Bana hidâyete eren bir mantık ve takva düsturlarını içeren bir ilham bağışla.

    Huy ve kişiliğimde en temize ulaşma yolunda bana başarı ihsân eyle.

    Beni en beğendiğin işlerde görevlendir.

    Bana o en doğru yolda, Sırât-ı Mustakîm’de yürümeyi nasîb eyle.

    Bana Senin nizâmını hayatıma uygulamayı, hayata aktarmayı ve gerekirse yıne Senin nizâmın uğrunda ölmeyi nasîb eyle.

     

    İlâhî!

    Bütün bu dilediklerimi Kudretinle yarat.

    Korktuğum şeylerden de İzzetinde bir sığınak bağışla.

     

    Yâ Rabbî!

    Beni Gücünle koru; evimi yoksulluk ve dar geçimlilikten koruyarak, beni kullarına el açar minnet duyar duruma düşürme.

     

    İlâhî!

    Biliyorum, boyun eğilecek, el açılacak tek merci Sensin.

    Beni Sana boyun eğişimde başarılı kılarken, kullarının şerrinden uzak tut.

    Sana çok hamdetme gücü ver.

     

    Allah’ım!

    Ömrümü mağfiretinle sona erdir.

    İsteklerimi Rahmetinle gerçekleştir.

    Yolumu, hoşnûd olduğun hedefe giden bir yol yap.

    Amelimi bütün hayatım boyunca iyiliğe yönelik kıl.

     

    İlâhî!

    Gaflete düştüğüm zamanlarda Seni anmak için beni uyandır.

    Beni, ömrünü sana ibâdet ederek geçirenlerden eyle.

    Senin sevgine varan yolu aydın bir biçimde görme yeteneğini bana ihsân eyle.

    Bana dünyada ve âhirette hayr ihsân eyle.

     

    İlâhî!

    Muhammed, sallallâhu aleyhi ve sellem, ve âline ve ashâbına rahmetini ulaştır.

    Sen, o’ndan önce bazı kullarına Rahmetini ulaştırdığın gibi, o’ndan sonra da bazı kullarına Rahmetini ulaştıransın.

     

    Bismillâhirrahmânirrahîm

    Rabbimiz; bize dünyada iyilik ve âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azâbından koru

     

     

    AMIN AMIN TA HA VE YASIN BIRAHMETIKE YA ERHAMERRAHIMIN


  17. SULTANIM

     

    GÜL CEMALINI GÖREN HAYRAN OLUR SULTANIM

    CENNET BILE SENINLE SEYRAN OLUR SULTANIM

    SEN Kİ NURİ HÜDASIN RAHMETSIN YERE GÖĞE

    YANMIŞLAR HEP KAPINDA REYYAN OLUR SULTANIM

     

    TAA EZELDEN EBEDE MISLIN YARATILMADI

    SENIN LUTFUNA EREN SULTAN OLUR SULTANIM

    İLAHI BIR GÜNEŞSIN NURUNA PERVANE CAN

    ASKINDAN MAHRUM SİNE ZINDAN OLUR SULTANIM

     

    FAZLININ ETEGINE AKLIN ELI ERİŞMEZ

    SENSIZ SENSIZ GULZARI CENNET HICRAN OLUR SULTANIM

    ALEMDE KIMSE DEĞİL SENSIN KALPLERE TABİP

    NURUN GÖNUL DERDIME DERMAN OLUR SULTANIM

     

    DIDARINA AŞIKIM YANMAKTA CİĞERDEZA

    NE GUN NE GUN GEL DIYE FERMAN OLUR SULTANIM

    NURUNU İNCISIDIR SEMA GUNES AY YILDIZ

    SENDE KUCUK BIR DAMLA UMMAN OLUR SULTANIM

     

    BUTUN ALEM HALKININ BIR SENSIN TEK ÖVUNCU

    ŞANININ YÜCE KILAN RAHMAN OLUR SULTANIM

    SENIN KEREM KAPINA KOŞMADA BÜYÜK KÜÇÜK

    ÜMMETINE BASKA KIM MIHMAN OLUR SULTANIM

     

    SANA TABI OLMAYAN YARIN RUZİ CEZADA

    BIN DEFA YUZBINDEFA PİŞMAN OLUR SULTANIM

    BU NECATI MÜCRIME NAZARIN ERIŞMEZSE

    ARTIK ONA HERBIRSEY DUŞMAN OLUR SULTANIM

     

    SENIN GÜL HATIRINA NICE BIN GUNAHKARA

    CENNETLER VE FIRDEVSLER IHSAN OLUR SULTANIM

    SENI SEVMEYENLERE SAADET GÜNÜ YOKTUR

    ANLARLAR KIYMETINI ZAMAN OLUR SULTANIM

     

    KIMIN CAN TOPRAĞINA NURUNDAN ZERRE DÜŞSE

    BİR BİLAL, BİR AMMAR ,BİR SELMAN OLUR SULTANIM

    SEN HABIBI HUDASIN HİÇ ÜMİT KESERMIYIM

    MİSKINLERE IHSANIN ER'AN OLUR SULTANIM

     

    MUCİZE PARMAKLARIN ÇÖLDE SULARI ÇAĞLATTI

    BİR ÇALIYA EL SÜRSEN ELVAN OLUR SULTANIM

    CENNETLER MÜŞTAKINDIR BINTÜRLÜ IHTIRAMLA

    SENI SELAMLAYACAK RIDVAN OLUR SULTANIM

     

    DEVLETININ EŞİĞİ GÜNEŞTEN DAHA PARLAK

    SANA BÜTÜN NEBILER IHVAN OLUR SULTANIM

    BİR ŞANKI DILE SIĞMAZ KELAMIN GÜCÜ YETMEZ

    KAÇ SÜLEYMAN YOLUNA KURBAN OLUR SULTANIM

     

    SENSIN MÜLKÜN SEYYIDI ALEMIN TEK RAHMETI

    ŞANINA ŞANLAR KATAN SUBHAN OLUR SULTANIM

    NURUNUHN İNCİLERİ CENNETIN ZİĞNETIDIR

    ORDA DERTLER KEDERLER NIHAN OLUR SULTANIM

     

    SEN NASIL ŞANLI İSEN SENIN VEZIRLERINDE

    SIDDIK GIBI BIR ŞAHI CİHAN OLUR SULTANIM!

     

    ALI ULVI KURUCU[R.A]


  18. Şubat ayı gelince aklımıza gelen ilk şey Sevgililer Günü‘dür. .

     

    Sevgililer günü bana batının para tuzağını çağrıştırıyor nedense. Özellikle evli olanları tek taş yüzük ya da bir pırlanta almaya sevkedecek bir para tuzağı. Müsriflik bir nevi Tabiî ki şakası bir yana gerçekten ben bu günün insanlara hazırlamış bir para tuzağı olduğunu düşünenlerdenim. Kapitalizmin silahı bir nevî. En fakirinden en zenginine kadar herkes sevgilisine bir hediye alıyor. En fakiri bir çiçek almakla yetiniyor belki ama en zengini helikopter turları düzenliyor, tek taşlardan oluşan onlarca yüzük alıyor vs. Kazanan ise sadece kapitalizm oluyor.

     

    Ruhu, sevgiyi, aşkı, bağlılığı tamamen maddi ortama döken batı sevgililer gününde de kendisini gösteriyor. Oysa bizim sevgilerimiz böyle maddiyata dayanacak bir sevgi midir? Bizim sevgilerimizde maşuk aşığa yüz vermese de aşık sevmekten vazgeçer mi? Bu aşk ona acı verse de bu acıdan memnuniyetsizlik duyar mı hiç?

     

    Bir de sevgililer günü için özel bir gün diyorlar. Tamamen bir safsata. Benim sevgilimle kutladığım günü herkes sevgilisi ile kutlayacaksa ne özelliği vardır ki o günün? Sizin için özel olan herkesle aynı olan gün müdür? Yoksa sizi herkesten farklı tutacak bir gün müdür? Ayrıca, tamamen tasarlanmış bir gün mü özeldir, yoksa tesadüfi bir şekilde iki kişinin heyecan duyduğu, diğer insanlar için sıradan olsa da, ikisi için özel olduğuna inandığı gün mü özeldir?

     

    Hediye alma açısından bakmak gerekirse, insan sevgilisine hediye almak için özellikle bir günü mü beklemelidir? Senin aldığın hediyeyi sevgilin beklemektedir. Bu da tamamen bir danışıklı dövüş olduğu için işin sürpriz kısmı nerededir?

     

    Bana göre asıl sevgililer günü, sevgililerin mutlu olduğu her gündür. Her günü sevgililer gününe çevirmek sevgililerin yapması gereken bir şeydir. Sevgilerimizi nesnelere dayandırmak yerine mânâya dayandırmak her zaman bizim çıkarımıza olacaktır


  19. KURAN-I Kerim’deki 4. surenin adı "Nisa" Suresi’dir. Nisa, kadınlar anlamındadır. Kadınlar Suresi demek. Kuran-ı Kerim’de "rical", yani erkekler anlamında herhangi bir sure yoktur.

     

    Kuran-ı Kerim’de, bazı peygamberlerin isimleri surelere verilmiştir. Yusuf, Yunus, İbrahim veya Lokman (peygamberliği tartışmalıdır) sureleri gibi. Peygamber olan erkekler sureye isim olabilmiştir. Bu genel kuralın tek istisnası "Meryem" Suresi’dir.

     

    Hz. İsa’nın annesi, peygamber olmamakla beraber bir sureye isim olabilmiştir. Peygamber olmayan tek kişiliktir. Kuran-ı Kerim her fırsatta kadını onurlandırmış, ön plana çıkarmıştır. Toplumun gündeminde kalsın diye.

     

    * * *

     

    Kuran-ı Kerim’deki en manidar surelerden biri de 58. sırada yer alan "Mücadele" Suresi’dir. Medine’de inen bu surenin kadınlar açısından anlamlı bir hikáyesi (sebeb-i nüzulu-iniş gerekçesi) vardır. Mücadele, peygamberle tartışan kadın anlamına da gelir. Olay şöyle gelişti:

     

    "Hz. Havle" iman eden bir kadındı. Evs (RA) isimli, sert tabiatlı bir adamla evliydi. Bir gün Evs (RA), karısını boşadı. Bu boşanmayı gerçekleştirirken de eskiden Araplar arasında yaygın olarak yapılan ve "zihar" olarak adlandırılan bir yöntemi kullandı.

     

    Araplar, eşlerinin bazı hassas noktalarını, anneleri-bacıları gibi evlenmeleri yasak olan akrabalarına benzetirlerse bu boşanma sebebi sayılırdı. Evs (RA) de eşine, "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek aralarındaki akdini sona erdirmek istedi.

     

    İşte bu olaya muhatap olan Hz. Havle, soluğu Hz. Peygamber’in (SAV) yanında aldı. Hz. Havle tepkiliydi. Hz. Havle yorgundu. Hz. Havle bezgindi. Hz. Havle mağdurdu. Hz. Havle çaresizdi. Çareyi Hz. Peygamber’de (SAV) bulacaktı.

     

    Havle (RA), Peygamber’in (SAV) evine geldi. Efendimiz (SAV) dinliyordu. İsyan edercesine kocasını, Peygamberimize şikáyet etmeye başladı. Şöyle diyordu: "Ey Allah’ın elçisi! Evs, benim malımı-mülkümü yedi. Gençliğimi tüketti. Onun için çocuklar doğurdum. Şimdi ise yaşlandım. Çocuk doğuramaz hale geldim. O da zihar yaparak beni boşadı. Beni ortada bıraktı. Ya Rabbi, halimi sana arz ediyorum. Bu halimi sana şikáyet ediyorum."

     

    Havle’yi büyük bir dikkat ve saygıyla dinleyen Hz. Peygamber (SAV) bir an duraksadı. Sonra, "Bu tür boşamalarla ilgili Rabbimden bana herhangi bir ölçü gelmiş değildir" cevabını verdi. Çünkü O (SAV), Yüce Allah’tan vahiy gelmedikçe kendi heva ve arzusuna göre konuşmazdı. Yüce Allah’ın kendisine müsaade ettiği konular hariç, mutlaka vahiy beklerdi.

     

    Ama çok geçmeden Yüce Rabbimiz, "Halimi sana iletiyorum" diyen bu mağdur kadının yakarışına cevap verdi. Ötelerden, ötelerin de ötesinden cevap geliyordu. Yüce Allah’ın, "Senin sesini, yakarışını, isyanını duydum. Yalnız değilsin, sözün duyulmuştur, gökte yankılanmıştır Havle! Arzu ettiğin konuda sana cevap verilecek ve sen rahatlayacaksın" anlamında ayeti inecektir.

     

    Yüce Rabbimiz, Havle’ye cevap veriyordu. Öylesine bir cevap ki Medine’de yankılanmadık, konuşulmadık ne sokak ne ev bırakacaktı. Günlerce her mekánda Havle’nin yakarışına verilen cevap konuşulacaktı. Havle gibi mazlum ve mağdur bütün kadınlar, bir anlamda "erkeği cezalandıran" bu ayetleri gururla okuyacaklar.

     

    Yüce Allah, karısını bu şekilde boşamak isteyen erkeğe bu işin çirkin olduğunu ilettikten sonra, ya köle azadı, ya iki ay üst üste oruç veya 60 fakiri doyurma cezası verecektir. Eşine dönmenin bedeli olarak. Tekrar eşine yaklaşmak istersen bunu ödeyeceksin. Kadın değil, erkek bunu ödeyecek. Çünkü kadın mağdur oluyordu. Rabbimiz, mağdurun yanında, mazlumun yanında.

     

    "Mücadele" Suresi’nin ilk ayetleri indiğinde yüzü sevincinden ay gibi parlayan Peygamberimiz (SAV), Havle’yi çağıracak ve "Seni müjdelerim Havle! Allah senin sesini duymuştur" dedikten sonra ilk ayeti okuyacaktır: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikáyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir." (Mücadele 58, 1)

     

    Hz. Havle bugün bile horlanmış, zorlanmış, terk edilmiş, önemsenmemiş, gençliğinden sonra kenara itilmiş bütün kadınların ortak isyanı olmuştur. Sembol olmuştur. Önemsenmediklerini zanneden kadınlara, "Hayır, Rabbiniz sizi önemsiyor. Rabbiniz sizin adınıza zulmeden erkeğe dünyada cezalar getirdiği gibi ahirette de hesap soracak". Üzülmeyin, sesinizi Rabbiniz duyuyor, halinizi görüyor cevabıdır Mücadele Suresi.

     

    * * *

     

    Yıllar geçer. İki büklüm bir kadın Medine çarşısında Hz. Ömer’in önüne geçer. Bir şey sorar. Uzun boylu Hz. Ömer eğilir, diz çöker. Ellerini kadının omzuna koyar. Söyle nine der. Kadın dakikalarca konuşur, Hz. Ömer dinler. Medine’nin lider kadrosu ise hayret içindedir. Bu ihtiyar nineye bu kadar zaman feda edilir mi(!). Nihayet kadın anlatacağını anlatır ve gider. Hz. Ömer doğrulur.

     

    Orada bulunanlardan biri, "Ey müminlerin emiri! Şu Kureyş’in liderlerini şu nine için o kadar bekletmeye değer miydi" diye sorunca Hz. Ömer hışımla döner. Herkesin duyacağı bir ses tonuyla: "Ne diyorsun! Yazık sana. Bu kadın Havle’dir. Allah (CC) yedi gök ötesinden onu duydu, hakkında ayet indirdi de Ömer mi onu dinlemeyecek. Vallahi bütün bir gün beni tutsaydı, öylesine duracaktım. Problemini halletmeden gitmeyecektim."

     

    Sormak istiyorum; Kuran’ı bu bakışla hiç okuyabiliyor muyuz?

     

    Nihat HATİPOĞLU


  20. Efendimiz SAV bu ayda ölüm hastalığına tutulmuştur)

     

    Safer ayında Levhi Mahfuz'dan birinci kat semaya 320.000 bela inmektedir. Bu belalar ve kazalar sene içine yayılmaktadır. Bir dahaki safer ayına kadar bu 320.000 beladan birinin size isabet etmesinden korunmak isterseniz, aşağıda tarif edilen namazları kılınız, tesbihatları yapınız. Aile efradınıza ve çevrenize de tavsiye ediniz. Bu namazları kılanların, bir dahaki sene aynı güne kadar (üzerine kat'i yazılmış yani ALLAH'ın Teâlâ'nın C.C., senin üzerinde gerçekleşmesine kesin hüküm verdiği kazalar müstesna) kazalardan korunacağı rivayeti vardır.

     

    Safer ayının ilk ve son çarşamba gününün gecesinde, yani salı gecesi kılınacak namazdır;

    (İSLÂM'da gece günden önce gelir. Yani Cuma günü, Perşembe Günü akşam ezanı okunduğunda giriyor)

    1 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 17 Kevser Sûresi

    2 Rekât : Fatiha'dan Sonda; 5 İhlâs Sûresi

    3 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 1 Felâk Sûresi

    4 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 1 Nâs Sûresi

     

    Safer ayının ilk ve son çarşamba günü, öğlen ve ikindi namazı arasında kılınacak namazdır;

    1 Rekât : Fatiha'dan Sonra ; 11 İhlâs Sûresi

    2 Rekât : Fatiha'dan Sonda; 11 İhlâs Sûresi

    Bu namazdan sonra 100 kere "Yâ dâfia'l-belâyâ, idfâ anna'l-belâyâ, fallâhü hayrun hâfizan ve hüve Erhâmü'r-Râhimin, inneke alâ külli şey'in kadir" okunmalı ve dua edilmelidir.

     

     

    Yine Korunmak için;

    Ayet-el Kûrsi:

    Evden çıkarken ve eve girerken Ayet-el Kûrsi okunmalıdır: Evden çıkarken okuyan her işinde muvaffak olur ve hayırlı işleri başarır. Evine gelince okursan iki Ayet-el Kûrsi arasındaki işlerin hayırlı olur ve fakirliğin önlenir. Bir kimse evinden çıkarken Ayet-el Kûrsi'yi okursa, Hakk Teâlâ yetmiş Meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar ona dua ile istiğfar ederler.

     

    Evden çıkarken üç kere: "BİSMİLLAHİ HASBİYALLAHİ LAİLAHE İLLA HÛ ALEYHİ TEVEKKELTÜ VE HÜVE RABBİL ARŞİL AZİYM" söylenmelidir.

     

    Safer ayında her gün mutlaka 100 kere "LA HÂVLE VELÂ KUVVETE İLLA BİLLAHİL ALİYYİL AZİYM" denilmelidir. Günde 100 kere söyleyenden, en hafifi fakirlik olmak üzere 70 çeşit bela, musibet kaldırılır.

     

    Ayrıca yine safer ayında (ve her zaman) her gün mutlaka günde 100 kere salâvat getirmek lazımdır. salâvat çok bela ve musibetleri çevirir, dünya ve Ahirette kurtuluşuna sebep olur. En EFDÂL Salâvat'ı Şerife: "ELLAHÜMME sâlli âla seyyidina Muhammedin ve ve âla âlihi ve sahbihi efdâle salevatike ve adade me'lumatike ve bârik ve sellim"

     

    ALLAH'u Teâlâ'yı devamlı zikretmek lazımdır. Zira ALLAH'u Teâlâ'yı zikretmek en büyük ibadettir, belaları musibetleri çevirir. En efdal zikir "LA İLAHE İLLALLAH" dır.

     

    Enes bin Mâlik'e RA Peygamberimizin SAV öğrettiği çok tesirli bir dua:

    Bu duayı sabah (mümkünse güneş doğmadan) 3 kere ve akşam güneş battıktan hemen sonra okuyan, korkmaya tek layık olan yalnız ALLAH'tan C.C. korksun . Başta zalim devlet başkanı , şeytan, cin ve insanların şerrinden, büyü ve efsunlardan hiçbiri ALLAH'ın C.C. izniyle hiçbir şekilde zarar veremez. Hz Osman'dan RA bildirildiğine göre ani belalardanda korunur. Ayrıca Zehir verilse tesir etmez ALLAH'ın izniyle(hergün okumak lazımdır):

    "Bismillahillezi Lâ Yedurrü meâs mihi şey-ün fil-erdi ve lâ fissemai ve hüves semiül âliym"

     

    KUŞLUK NAMAZI VE KORUNMA (iki,dört,altı,sekiz yada oniki rekât kılınabilir):

    -"Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih bir sadakadır. Her tahmîd bir sadakadır, her bir tehlîl bir sadakadır. Emr-i bi'l-ma'ruf bir sadakadır. Nehy-i ani'l-münker de bir sadakadır. Bütün bunlara, kişinin kuşlukta kılacağı iki rek'at namaz kâfi gelir." Hadis-i Şerif / Müslim, Müsâfirîn 84, (720); Ebu Dâvud, Salât 301, (1286).

     

    -"İnsanda üçyüzaltmış mafsal vardır. Her bir maf sal için bir sadakada bulunması gerekir. Mescidde toprağa gömeceği bir balgam, yoldan bertaraf edeceği, bir engel... Bunları bulamazsa, kuşluk vakti kılacağı iki rek'at namaz!" Hadis-i Şerif / Ebu Dâvud, Edeb 172; (5242).

     

    -ALLAH Teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Ey Ademoğlu! Günün evvelinde benim için dört rek'at namaz kıl, ben de sana günün sonunu garantileyeyim. '' Hadis-i Şerif / Tirmizî, Salât 346, (475).

     

    -"Kim kuşluğun bir çift (namaz)ına devam ederse, deniz köpüğü kadar çok da olsa, ALLAH günahlarını affeder." Hadis-i Şerif / Tirmizî, Salât 346, (476). (Sadaka Cehennem ateşine perdedir.)

     

     

     

     

    Çok önemli not: Safer ayında inen belalardan ve musibetlerden korunmak için daha fazla tesbihat için aşağıdaki link'i tıklayınız. Bu sayfada yazanları dikkatle okuyun,amel edin. Ailenize, sevdiklerinize ve çevrenizdekilere onları birazcık düşünüyorsanız mutlaka okuyun ve okutun!


  21. PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN RH.A

     

    (14 Nisan 1938 - 4 Şubat 2001)

     

    14 Nisan 1938 yılında, Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır.

     

    Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu.

     

    Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 1967-1968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler derslerini verdi.

     

    Askerlik görevine Tuzla Piyade Okulunda başladı (15 Ekim 1971). Ağrı Patnos'ta yedeksubay olarak tamamladı (31 Aralık 1972).

     

    1973 yılında, Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Yurtdışında çeşitli üniversitelerde misafir öğretim üyeliklerinde bulundu.

     

    1982 yılında, "İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye" isimli takdim teziyle ilâhiyat profesörü oldu. Sosyal ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.

     

    * * *

     

    İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Dedesi İstanbul'da medreselerde ilim tahsil etmiş ve Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Hazretleri'ne intisab etmiş bir kimseydi. Çanakkale Savaşı'nda şehid olmuştur.

     

    Babası Halil Necâti Efendi, küçük yaşta köyünde hafızlığını tamamladı. Gençliğinde Gümüşhaneli dergâhına mensub Çırpılarlı Hacı Ali Efendi'nin medresesine devam etti. İlk tasavvuf dersini de ondan aldı. Medreseler kapandıktan sonra tekrar köyüne döndü. Şadiye Hanım'la evlendi (1928). Şâdiye Hanım da aynı sülâleden zikir ehli, bilgili bir hanımdı. Bu evlilikten beşi erkek, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, ailenin dördüncü çocuğudur.

     

    Halil Necâti Efendi, çocuklarını okutmak amacıyla 1942 yılında İstanbul'a taşındı. Bir süre ticaretle meşgul oldu. O sırada, Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii'nde Serezli Hasîb Efendi'nin sohbetlerine devam etti. Onun vefatından sonra, Kazanlı Abdül'aziz Efendi'ye intisab etti. Onun Ümmügülsüm Camii'ndeki sohbetlerine katıldı. Abdül'aziz Efendi'nin tavsiyesi ile girdiği müezzinlik imtihanını kazanarak, Fatih Müftülüğü'nde göreve başladı. Abdül'aziz Efendi'nin vefatından sonra (1952), irşad görevini sürdüren Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu.

     

    Bu münasebetle, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Hocaefendi, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerinde bulundu, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu.

     

    * * *

     

    Edebiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin kızı Muhterem Hanım'la evlendi. Aynı yılın sonbaharında, Ankara İlâhiyat Fakültesi'ndeki asistanlık görevi dolayısıyla Ankara'ya taşındılar.

     

    İlâhiyat Fakültesi'ndeki öğretim üyeliği yıllarında, Hocaefendi'nin kapısı herkese açıktı. Öğrencilerin çok sevdiği ve saygı gösterdiği bir kimseydi. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini anlatır, cevabını alır, müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Olaylı ve kavgalı zamanlarda öğrencilerin arasına girer, onları akl-ı selime davet eder, kavgaları önlemeye çalışırdı.

     

    1960'lı yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur'an-ı Kerim dersi yoktu. Öğrenciler kendi gayretleriyle, Arapçadan, Farsçadan faydalanarak Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe çalışıyordu. Bunu gören Hocaefendi, müsait zamanlarında hasbî olarak, isteyenlere Kur'an-ı Kerim ve Osmanlıca dersleri veriyordu. Öğrencilerini bilimsel araştırmalara, master ve doktora yapmaya teşvik ederdi.

     

    Öğretim üyeleri arasında saygınlığı vardı. Sahasında söz sahibi idi. Özellikle Türk-İslâm edebiyatında, ilk müracaat edilen kimseydi. Kendisinden önce profesör olmuş hocalar bile, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu, "Es'ad Bey, şuna beraber bakabilir miyiz?" diye kendisine gelirlerdi. Herkese yardımcı olmaya çalışırdı.

     

    İlk yıllar Kurtuluş'ta oturuyorlardı. Daha sonra Kalaba'ya taşındılar (1963). Evlerinin yakınında cami yoktu. Bir mescid açılması için önderlik etti. Daha sonra onun gayretleriyle bir dernek kurulup, cami yeri alındı. Üstte Kur'an Kur'an Kursu, altta cami olmak üzere cami inşaatının yapılmasına gayret etti. Buralarda zaman zaman hadis ve tefsir sohbetleri yaptı.

     

    Komşuluk ilişkileri çok mükemmeldi. Bütün yorgunluklarına ve yoğunluklarına rağmen, komşularına da vakit ayırırdı. Karşılıklı ziyaretleşmeler olurdu. Ziyaretlerde tebessümü eksik etmezdi. Ziyaret sırasında, kütüphaneden uygun bir kitap alır, orada bulunanlardan birisine bir yer açtırırdı. Sonra oradan bir miktar okuyarak sohbet ederdi.

     

    Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, hemen her yıl Ankara'ya gelir, evlerinde bir süre misafir kalırdı. Ankara'nın çeşitli semtlerinde, çevre ilçelerde sohbetler, ziyaretler olurdu. Bazen da M. Es'ad Hocaefendi'yi de yanına alır, Anadolu'nun muhtelif şehirlerine beraber seyahat ederlerdi.

     

    * * *

     

    Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile, İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Hafta sonlarında İstanbul'a gidiyor, hadis dersini yapıp Ankara'ya dönüyordu.

     

    Mehmed Zâhid Efendi'nin hastalığında, ameliyatında hep yakın hizmetinde bulundu. Son demlerinde de yanıbaşındaydı. Onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi. (5 Muharrem 1401)

     

    Tasavvufî nisbeti; hocası Mehmed Zâhid Efendi vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlarından da irşada me'zundu.

     

    Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı, ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Caminin yanındaki eski binalar alınarak camiye katıldı. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı.

     

    Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı.

     

    Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi. Onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti. (Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... )

     

    Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 Eylülünde İslâm dergisi, 1985 Nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergisi yayınlanmaya başladı. Daha sonra Gülçocuk dergisi çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Vefa Yayıncılık adına yayınlanan bu dergilerle yakından ilgilendi ve makaleler yazdı.

     

    Bu dergiler ilgilendikleri sahalarda kamuoyuna önderlik ettiler. Yayınladıkları yazılarla, araştırma dosyalarıyla ve İslâm dünyasından haberlerle halkımızın bilgilenmesine ve bilinçlenmesine katkıda bulundular. İyimser, ümit verici, yol gösterici yazılarla pek çok hayırlı gelişmelere sebep oldular. Haklarında sempozyumlar, doktora tezleri yapıldı. Bir ara İslâm dergisinin tirajı yüzbini aştı. İslâm ve Kadın ve Aile dergileri, 1998 Haziranına kadar aksamadan yayınlarını sürdürdüler.

     

    Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ).

     

    Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul'dan radyo yayınları yapılmakta; bu yayınlar uydu vasıtasıyla Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir.

     

    Onun teşviki ile Ak-Televizyon adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatıldı (1997). Basın-yayın alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlandı (3 Mayıs 1998 - 11 Temmuz 1999).

     

    Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu. (Asfa)

     

    Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı. (Hayrunnisâ Hastanesi, Esmâ Hatun Hastanesi, Afiyet Hastanesi...)

     

    Yurtdışındaki müslümanlarla diyaloğu sağlamak, ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket vasıtasıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim toplantıları düzenlendi.

     

    İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti.

     

    Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı.

     

    Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti.

     

    1997 Mayıs'ından itibaren hizmetlerini yurtdışında sürdürdü. 1998 yılında Avustralya'nın Brisbane şehrine yerleşti. Tebliğ ve irşad çalışmalarını Avustralya'nın her tarafına yaygınlaştırdı. Pek çok yerde camiler, kültür merkezleri açıldı. Brisban'daki camide, her gün sabah ve yatsı namazlarından sonra, hadis sohbeti yapıyordu.

     

    Radyo sohbetleri yine devam etti. Cuma günleri Ak-Radyo'da yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak, salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı (29 Eylül 1998). Fâtiha Sûresi'nden başladı. Her sohbette birkaç ayet-i kerime okuyup, izah ediyordu. Vefat etmeden önce yaptıkları son tefsir sohbetinde, Bakara Sûresi 224. ayetine kadar gelmişlerdi.

     

    4 Şubat 2001 (10 Zilkade 1421) Pazar günü, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderlerken, Avustralya yerel saatiyle 12'de (Türkiye saatiyle 04'te) Sydney civarında, Dubbo kasabası yakınlarında geçirdikleri elim bir trafik kazası sonucu, yanında bulunan damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel'le birlikte ahirete irtihal eylediler. Ani ölümleri ailesi, yakınları, sevenleri ve bütün müslümanlar tarafından derin bir üzüntüyle karşılandı.

     

    Mübarek naaşları, Sydney'de Auburn Gelibolu Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Türkiye'ye getirildi (8 Şubat Perşembe). 9 Şubat Cuma günü, Fatih Camii'nde yüzbinlerin iştirak ettiği muhteşem bir cenaze namazından sonra, tekbirlerle, salevatlarla, dualarla, gözyaşlarıyla, Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'nin kabri civarında, Eyüp Mezarlığında toprağa verildi.

     

     

     

    Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Rh.A, doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekteydi. Yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını vefat edinceye kadar devam ettirdi. Kendisinden sonra bu hizmetleri, emir ve işaretleri üzere oğlu Muharrem Nureddin Coşan üstlendi.

     

    Rûhu şâd, mekânı cennetî a'lâ olsun...


  22. Dilimin ve kalemimin elverdiği ölçüde, “Keşke anayasa değişikliği yoluna başvurulmasa, keşke üniversitelerdeki kılık-kıyafet yasağına son verecek girişim CHP'den gelse, keşke üniversitelerin rektörleri başörtülü kızlara kapıları kendileri açsa” temennisinde bulunurken, muhataplar tam tersi tavırlar sergiliyor. Rektörler birleşerek ve tek tek yasağa sahip çıkıyor; CHP lideri Deniz Baykal ise akla zarar senaryolar seslendiriyor.

     

    Hele Deniz Baykal, hele o...

     

    “Yabancı üniforma anayasaya giriyor” diyor Deniz Baykal. “Hedef Atatürk'tür, Atatürk Cumhuriyeti'dir” diyor. Bir şey daha diyor CHP lideri: “Gelen Arap, Vahhabi, Abbasi, Emevi İslâm yorumunun Türkiye'ye yönelik projesinin bir simgesi olarak, işbirlikçileriyle birlikte dayatmaya çalıştığı bir yabancı üniformadır.”

     

    Breh, breh, breh...

     

    Politikacılarımızda konuştukları konularda bilgi sahibi olma özelliği aramayı, konuşmalarında mantık silsilesi bulma umudunu terk edeli hayli zaman oldu. Ancak CHP lideri Deniz Baykal sıradan bir politikacı değil; vaktiyle Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde doçent unvanıyla siyaset bilimi dersi vermiş bir bilim adamı aynı zamanda. Ele aldığı konu her ne kadar din ile ilgili görünse de, ele alış biçimi konuyu Baykal'ın alanı olan siyaset bilimi içerisine sokuyor.

     

    Her şeyden önce ayrı dönemlere ait yönetimleri birbirine karıştırıyor Deniz Baykal; böylece onların siyaset tarihinde taşıdıkları özelliklerin de farkında olmadığı hemen anlaşılıyor. Emevilik Hz. Peygamber ve dört halifesinden hemen sonra kurulan bir hanedanın ve tabii devletin adıdır; Abbasilik ise Emevi devletinin küllerinden doğan bir başka hanedan ve devletin adı... Bu iki devletin hüküm sürdüğü dönemlerde kadınların başlarını bağlama biçimine mi atıfta bulunuyor Deniz Baykal; iyi de, hangi anlamda?

     

    Eğer Emevi ve Abbasiler dönemlerinde kadınlar bizim genç kızlar gibi örtünüyor idiyseler, bu tespit, Deniz Baykal'ın temel iddiası olan “50 yıl önce türban yoktu, yeni bir peygamber mi geldi?” tezini çürüğe çıkarmış olmuyor mu?

     

    Akıl alır gibi değil.

     

    Hele aslen 'itikadi' bir mezhep olan Vahhabiliği işin içine karıştırması bilimsel açıdan tam bir skandal teşkil ediyor. Vahhabiler, başlarını örtseler de, kendilerini burka içine soksalar da kadınların toplumsal hayatta yer almasına karşı çıkarlar. Başları örtülü olarak üniversitede okumak isteyen genç kızların değil, onların toplumsal hayatta yer almalarına karşı çıkan her kesimden softaların ruh ikizidir Vahhabiler.

     

    Benzetme yaparken 'Arap' sözcüğünü kullanmasına ne demeli? 'Arap' ülkelerinin bazılarının yönetici eşleri, kraliçeler, emireler, 'başörtüsü' konusunda Deniz Baykal gibi düşünen medya mensupları tarafından, zamanı geldiğinde, “Aman ne şekerler, başlarını da örtmüyorlar” diye iltifata mazhar edilmiyorlar mı?

     

    Hangi ülkede gördüğü 'Arap' anlayışı ile benzeştiriyor bizdeki başörtüsünü Deniz Baykal, bilen var mı? Türkiye'de sadece Sünniler değil, herhangi bir Cemevi tablosuna bir baksın bakalım ne görecek, Alevi kadınlar da başlarını örtmüyorlar mı?

     

    Bu tartışmanın hiçbir yerinde bulunmayan Atatürk'ü de, talihsiz bir biçimde, çarpışmanın ortasına atması da cabası. Atatürk kadınların kılık kıyafetini mi düzenlemiş, annesi ve eşinin başörtüsüne mi karışmış? Milli Mücadele'de erkekleriyle omuz omuza çarpışan başörtülü mücahideleri mi ayıplamış? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” derken, bu cümlesini “Yalnızca başı açıklar için” diye mi tamamlamış yoksa?

     

    CHP'nin sosyal ve demokrat olma iddiasının içi boş, bunu çoktandır biliyorum ve yasakçı davranışa hiç şaşırmıyorum; ancak bilimsellikten bu denli uzak bir tavrı, CHP'ye lider olsa da, geçmişte siyaset bilimi dersleri vermiş Deniz Baykal'a hiç yakıştıramıyorum.

     

     

    Fehmi Koru

×
×
  • Create New...