Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Güllü diba giydin amma korkarım azar eder

    Nâzeninim sâye-i hâr-ı gül-i dibâ seni

     

    ( Narin sevgilim! Gül desenli ipek kumaştan elbise giydin ama korkarım ipekli kumaşın gülündeki dikenin gölgesi seni incitir )

     

    Nedim

    **

     

    Ne gülde reng ü hû var idi, ne sabâda fer

    Ben gülşenünde bülbül-i nâlân idüm sana

     

    ( Henüz ne gülde renk ve koku, ne de sabah yelinde tazelik varken, ben senin gülbahçende, aşkından inleyen bülbülün idim )

     

    Hayali Bey

     

    **

     

    Zevk-i gam dilde midir, dağda mı, tende midir

    Neşve bülbülde midir, gülde mi, gülşende midir

     

    ( Gam zevki gönülde mi, yarada mı, tende midir bilmem. Neş’e bülbülde mi, gülde mi, gül bahçesinde midir bilmem )

     

    Nâbi


  2. Aile yuvasının sıcaklığına hasret insanlar ve bir valize sığan hayatlar... TRT 2 ekranlarında bu akşam yeni bir belgesel izleyici karşısına çıkıyor: Otel Odaları. Belgesel Necip Fazıl'ın 'Otel Odaları' şiirinden etkilenerek hazırlanmış.

     

    Necip Fazıl'dan ilham alan belgesel

    Yapım ve yönetimini Sevinç Yeşiltaş'ın gerçekleştirdiği üç bölümlük belgesel, bugüne dek sanatın her dalına ilham kaynağı olmuş 'otelde yaşama' kavramını farklı bir yaklaşımla ele alıyor. Yeşiltaş, belgeseli Necip Fazıl'ın "Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere / Otel odalarında, otel odalarında!.." dizeleriyle biten 'Otel Odaları' şiirinden etkilenerek hazırlamış. Belgeselin ilk bölümünde yirmi senedir Ödemiş'teki Yıldız Oteli'nde kalan müzisyen Önder Akı'nın hikâyesi anlatılıyor. "İnsanların ayıbını örter bu oteller, sırları saklar." diyor Akı. Anadolu'nun ilk otellerinden olan Yıldız Oteli, zamanında Necip Fazıl Kısakürek, Zeki Müren, Safiye Ayla, Adnan Menderes gibi birçok tanınmış ismi de ağırlamış.

     

    TRT 2 / 22.30

    Tekrarı - 13.12.2007 07:25 / TRT2


  3. İLK ÇİLE

     

    Başımda ne sabit fikirler, kurcalayışlar, tırmalayışlar.

     

    Evvelâ, daire, yuvarlak vehmine, kıskacına düştüm. Dünya yuvarlak, güneş yuvarlak, ufuk çepçevre yuvarlak, başım yuvarlak, bileğim yuvarlak, yuvarlak, yuvarlak... Her şey, her madde, bir dairenin sınırı içinde... Hattâ üç köşe, dört köşe şekiller bile nihayet, dairenin bükülmüş, zedelenmiş ve zorlanmış istihalelerinden başka bir şey değil... Maddenin madde olabilmesi için mutlaka bir dairenin hükmü altına girmesi lâzım...

     

    Bu, yarı hikmetli, yarı mecnun vehim, tırnaklarını çocuk ruhumun zarına öyle geçirdi ve beni öyle sıkıntılı bir idrak cenderesine soktu ki, haftalarca ondan sıyrılamadım. Teki, tek olanı, mutlakı, mutlak olana arayan ruhum, aradığımın değil, kendi varlığımın sıkıntısı içinde bunalıyor ve «bedahet» dediğimiz seziş zevkini kaybettikçe anlamayı da kaybettiği hissini veren cehennemden beter bir azaba düşüyordu.

     

    Bütün bedahetler, meccani ve hazırlop insan emniyetleri nazarımda yeniden gerçekleştirilmesi lâzım birer mahiyet alıyordu. İnsanların kaşları, gözleri, parmaklan bile tuhafıma gidiyor, bunları ilk defa görüyormuş ve sebebini anlayamıyormuşçasına bir garabet duygusu beni kaplıyordu.

     

    Bir de, bu hislerin arkasında, hayâle sığmaz korkular:

     

    — Ya bir sabah kalkar da, kendimde, konuştuğum dilden tek kelime bulamıyacak olursam?

     

    — Ya hafızamı, tabiî zevklerimi, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygumu kaybedersem?

     

    — Öldükten sonra ebedî hayat... Cennet veya Cehennemde ebediyet... Sonu olmamak? Hep var olmak, hep var olmak?.. Bu dünyadaki devam ölçüsüne göre nasıl kavranır bu iş? Akıl patlamaz da ne yapar?

     

    Bugünkü cevaplarından o zamanlar hiç birine malik bulunmadığım bu akrep sualler, çocuk beynimi dişliyordu. Ebedî hayata inanarak onu kavrayamamaktan gelen sıkıntım, ters istikamette, yokluğu kavrama istikametinde tecelli etseydi, işte o zaman aklımın patlaması gerekmez miydi?

     

    Onu bugün düşünebiliyorum ve bugün biliyorum ki, «yokluk», o da bir «var», Allah'ın var ettiği bir «var»... Kısacası bir mahlûk.

     

    Yazı ile alakalı şiir (ilk kıtası) :

    O'nun Sanatı


  4. O günden kısa bir müddet sonra yahut biraz evvel, Beylerbeyi'ndeki süslü odamda bir rüya görmüştüm:

    Büyük, pek büyük bir anfi... Binlerce insanı alacak büyüklükte... Anfinin sedlerinde, bükük kavisli masaların gerisinde, nur yüzlü, binlerce, sarıklı insan... Beyaz gül dizileri halinde sayısız sarık... En önde ve merkezde yine sarıklı ve nur üstü nur yüzlü biri... Ben kürsüde konuşuyorum. Ne dediğimi, ne söylediğimi bilmiyorum. Kelime üstü bir ahenkle konuşuyorum. Ellerimle de fikirlerimi noktalayan işaretler veriyorum. Sözüm bitti. Merkezdeki nur üstü nur yüzlü zat yerinden kalktı, yanıma geldi ve başımı iki eliyle kavrayıp kendisine çekti ve öptü. Bu rüyadan, içimde, tatlı, bayıltıcı tatlılıkta bir lezzet kalmıştı. Bu rüyaya bir mim koyunuz! Ona anlatacağım zaman ne cevap vereceğini göreceksiniz.

    **

    Rüyayı anlatmıştım ya... Hani şu, bir (anfi)de çepçevre dizili nur insanlara ettiğim hitap ve tam orta yerde oturan nur üstü nur yüzlü birinin kalkıp beni alnımdan öpmesi... Anlattım ve şu karşılığı aldım:

    «— İnşallah O'dur!»

    Ürperdim. Demek ben Allah'ın Resulünü, Kâinatın Efendisini, Varlık Sırrının Gayesini görmüştüm rüyada... Ve anlayamamıştım. Rüyanın nasıl gerçekleşeceğini, ileride «Konferanslar» bahsinde göreceksiniz.

    **

    Konferanslarımda bir tecelli:

    Hani Efendi Hazretlerini henüz tanımadan bir rüya görmüştüm ya; hani (anfi) gibi bir yerde, nur yüzlü ve bembeyaz sarıklı ulu kişilere hitap edişim; ve en öndeki yüce zatın yerlerinden kalkıp beni alnımdan öpüşleri?.. Ve Efendi Hazretlerinin «İnşaallah O’dur!» buyurdukları rüya?..

    İşte bu rüyanın hakikatine, aradan 30 küsur yıl geçtikten sonra, bir yaz günü Samsun'da erdim. (Anfi) şeklinde oturulan bir bahçe sinemasında ve onbini aşkın bir kalabalık huzurunda konuşurken, birden gözlerim kamaştı, herkesi sarıklı insanlar şeklinde görmeye başladım, âni olarak rüyayı hatırladım ve haşyetle gözlerimi uğdum.

    Aslında rüyanın hakikati bütün konferanslarıma şâmildi.


  5. İbn-i Teymiyye’yi büyük bilen, tasavvufu İslam’dan ayrı gören evrimci Süleyman Ateş’in bu fetvası (!) yeni değil aslında. Kendisinin onlarca sapık fikirlerinden biri olan bu faiz meselesi vesilesiyle buraya ekleyeceğim yazıda hem kendisinin nasıl bir çizgide olduğunu görelim, hem de iktibas ettiğim metinlerde geçen Üstadımızın Ateş hakkında yazdıklarını okuyalım (Yazı, Mehmet Ali Demirbaş’ın ‘Başlangıcından Bugüne Mezhepsizler’ isimli kitabından alınmıştır) :

     

     

     

    Bütün İbn-i Teymiyyeciler gibi Doç. Dr. Süleyman Ateş de Muhiddin Arabi gibi tasavvuf büyüklerine karşıdır. Vah-det-i vücut isimli tasavvufun Hint ve Yunan felsefesinden geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Ateş aynen şöyle demektedir:

     

    «Vahdet-i vücut, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslâm tasavvufuna geçmiştir, İslâmın öz malı değildir.» (İslâm Tasavvufu S. 99)

     

    Bununla da kalmıyor, aynı kitabında Brahmânların sapıklıklarını anlattıktan sonra şu fikre varıyor:

     

    «Bu fikir, İbnul Arabi'nin tesiriyle tasavvufa iyice yerleşmiş, hemen her mutasavvufta bunun izleri görülmeye başlamıştır.» (İslâmda Tasavvuf S. 100)

     

     

     

    Şeyhi Ekber Muhiddin Arabi hazretlerinin şeriata aykırı gibi görünen ifadelerini İmâm-ı Rabbanî hazretleri Mektûbâtında açıklamıştır. Muhiddin Arabî hazretlerinin büyükler arasında bulunduğunu bildirmiştir.

     

    Süleyman Ateş, İbni Arabi hazretlerine hücum etmekle kalmıyor, evliyanın büyüklerinden, silsile-i aliyyenin onbeşincisi olan Şahı Nakşibend Bahâeddin-i Buharî hazretlerine de hücum ederek şöyle demektedir:

     

    «O da aşağı yukarı İbnül Arabi'nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir.» (İ. Tasavvuf S. 104)

     

    İmanın altı esasından birini inkâr veya şeriata aykırı şekilde te'vil eden kimse kâfirdir. Mevdûdî kaza ve kaderi inkâr ederken Süleyman Ateş de meleklerin rüzgâr olduğunu yazmıştır. Yani meleklerin varlığını apaçık bir şekilde inkâr etmiştir. Bunu ispat için KUR'ÂN-I KERÎME GÖRE EVRİM TEORİSİ isimli yazısından iki paragrafı aynen alıyoruz :

     

    «Burada bulutları sevkeden melek, basınç değişikliği ile meydana gelen rüzgârdan başka bir şey değildir. Bir hadîse göre de sesleri kulaktan kulağa nakleden melektir. Şüphesiz bu melek de seslerimizi titreşimiyle etrafa yayan atmosferdir. Demek ki tabiat kuvvetleri de melek olmaktadır. Zira melekler Allah'a isyan edemeyen, yani hür irade yeteneğinden yoksun, emredildiği şeyi yapan güçlü varlıklardır. Tabiat kuvvetleri de aynı niteliğe sahip değil midir?

     

    ..............

     

    İşte Âdem'e secde eden melekler, irade yeteneğini, akıl gücünü insana boyun eğen tabiat kuvvetleridir. İnsan akıl gücünü kazanınca tabiat kuvvetlerini emri altına almış, onlardan yararlanmasını, onların korkunç etkilerini önlemesini bildirmiştir.”(İlahiyat Fakültesi Dergisi C. 20, S. 143-144)

     

    Necip Fazıl, bu ifade için şöyle diyor:

     

    «Dehşet ki dehşet, bu adam hem meleklere itikadı elden bırakmıyor, hem de onları tabiat kuvvetlerinin aynı ve tâ kendisi kabul ederek maddeleştiriyor, şuursuzlaştırıyor," iradeden mahrum cemadlar olarak görüyor, küfrün böylesine hiç rastlanmamıştır.» (Rapor 3, S. 34)

     

    Doç. Süleyman Ateş, mason Abduh'un düşük faizlere cevaz verdiği gibi % 3 faize cevaz vermektedir. Uygarsal fetvası aynen şöyledir:

     

    «Her muamelesinin faizle işlediği bir toplumda yaşayan fert de ister istemez faize bulaşır. Onun korunmak için bankalara yatırdığı paradan banka % 50, % 100 kazanırken kendisinin aldığı % 3'lü faiz aslında parasının süre içinde uğradığı değer kaybını bile karşılamaz. Zarurete binaen o da parasının faizini alır, ama içi tutmuyor, takvası müsaade etmiyorsa faiz olarak aldıklarını fukaraya, hayır kurumlarına verir.» (Tefsir Dersi Notları S. 12)

     

    Ehl-i ilim bilir ki, bir kimse bir milyon lirasını bir lira faizle birisine verse bir milyon bir lira olarak geri alsa, faiz olan yalnız bir lirası değil, bir milyonun tamamı da faiz olmuş olur. S. Ateş, gördüğünüz gibi Kur’ân-ı Kerîmi böyle tefsir etmektedir. Salâhiyetli müfessirlerden nakil yapmayanın hali böyle olur.

     

    Özürü kabahatinden büyük olarak da faizi alır, içi tutmuyorsa aldığı faizi fakirlere veya hayır kurumlarına verir, diyor. Paranın tamamının faiz olduğunu bilemiyor»

     

    Necip Fazıl, bu ifade için şöyle diyor:

     

    «Deminki, İslâmın madde ötesi itikatlarına tam aykırılık halinde küfür... Bu da yeryüzü muamelesine ait bir kanunun, hem mahiyet olarak bilinmemesi, hem de küçümseyici bir eda içinde tatbik imkânından mahrum sayılması bakımından küfür çapında bir dalâlet..

     

    ...Bu adamın suratına su hadîs mealini çarpınız: FAİZİN EN HAFİF ŞEKLİ, ANASIYLE KÂBE DUVARI DİBİNDE ZİNA ETMEKTEN BETERDİR.» (Rapor 3, S. 35)

     

    Darwin'in de evrimciliğini aşan Doç. Süleyman Ateş maymunun insandan geldiğini söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Kendisi gazetelerde günlerce tenkid edildiği halde, «İnsanlar Âdem aleyhisselâmdan gelmiştir. Âdem aleyhisselâmı da Allah yaratmıştır.» gibi bir ifade kullanmaktan hasseten çekinmiştir. Bütün canlıların ilkel hücrelerden evrimleşe evrimleşe geldiğini kat'iyetle ifade etmektedir. KUR'ÂN-I KERÎM'E GÖRE EVRİM TEORİSİ isimli yazısından bazı kısımları hep birlikte okuyalım :

     

    «Hayatın, ilkel hücrelerden evrimleşe, evrimleşe önce basit canlıların, sonra daha üstün yapılı canlıların ve sonunda da insanın meydana geldiği kesin kanıtlarla ortaya konmuştur.

     

    ...İnsanın maymundan değil, maymunun insandan turediği de düşünülebilir.» (İ. Fak. Dergisi C. 20, S. 131)

     

    Görüldüğü gibi insanın Âdem aleyhisselâmdan geldiğine dair en küçük bir ifade bile yoktur ilkel canlılardan evrimleşerek insan meydana gelmiş, hem de bu kesinmis. Allahü teâlâ insanın Âdem aleyhisselâmdan geldiğini bildirirken evrimci doçentimiz, ilkel hücrelerden meydana geldiğini söylüyor.

     

    Necip Fazıl, bu ifadeler için de KÜFÜR damgasını bastıktan sonra şöyle diyor :

     

    «Maymunun insandan geldiği iddiasında bu adam şöyle bir vesika gösterebilir: «(Bana bakın da insandan neler gelebileceği üzerinde ibretle düşünün ve artık maymunu da insandan gelmiş kabul edin.)» (Rapor 3, S. 39)

     

    Doç. Süleyman Ateş, biraz daha ileri giderek aynı sayfada şöyle diyor :

     

    «İnsanın şu veya bu hayvandan tekâmül etmiş olması onun değerini düşürmez. Çünkü Allah kâinatı tekâmül kanununa göre yaratmıştır.»

     

    Görüldüğü gibi insanın bir hayvandan gelmesi, onun değerini düşürmezmiş.

     

    Hemen aşağıda şöyle diyor :

     

    «Belki de insan, bugünkü hayvanların hiç birinden değil de doğrudan doğruya çamurdan yaratılan ilkel bir varlıktan evrimleşerek ortaya çıkmıştır. Muhakkak olan nokta insanın bir evrim geçirdiğidir.» (Kur'ân-ı Kerîme Göre Evrim Teorisi İ. F. Dergisi C. 20 S. 131}

     

    Süleyman Ateş'in bu ifadesinde üç tane azîm hata vardır :

     

    1 - Cümleye belki ile başlamış, belki ihtimali ifade eder. İhtimal üzerine dinî karar veriyor.

     

    2 - Çamurdan yaratılan varlığa ilkel varlık diyor. Çamurdan yaratılan ilk varlık Âdem aleyhisselâmdır. Adem aleyhisselâm ilkel bir varlık değil, kâmil bir insandır, ulül'azm bir Peygamberdir.

     

    3 - Bugünkü insanın ilkel varlıktan evrimleşerek ortaya çıktığını söylüyor ki tamamen Kur'ân-ı kerîme aykırıdır. Allahü teâlâ bugünkü insanın Âdem aleyhisselâmdan geldiğini bildiriyor. Âdem aleyhisselâmın da Ulül'azm bîr Peygamber olduğunu bildiriyor. Binlerce Peygamber içerisinde Ulül'azm derecesine yükselen sadece altı tane Peygamber vardır, bunlar, Âdem, Nuh, İbrahîm, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa (Aleyhimüssalâtü vesselam) hazretleridir.

     

    Doç. Süleyman Ateş, Âdem aleyhisselâma ilkel insan demekle, bugünkü insanın evrimleşerek yani tekâmül ederek yüksek seviyeye çıktığını söylemekle Cenâb-ı Hakkın -hâşâ- yalancı olduğunu söylemektedir, ilkel insan evrimleşerek ve devrimleşerek kâmil insan olmuş, yani bugünkü insan henüz evrim geçirmemiş olan Âdem aleyhisselâmdan, Şit aleyhisselâmdan, İdris aleyhisselâmdan hâşâ çok kâmil bir varlıktır.

     

    Nuh aleyhisselâmın 950 sene kavmini ıslâha çalıştığı Kur'ân-ı kerîmde sarahaten bildirilmektedir. Bin sene yaşayan bir Peygamber mi kâmildir, yoksa bugün yüz seneyi zor aşan evrimleşmiş ve de devrimleşmiş mahlûklar mı kâmildir? Doç. Süleyman Ateş'in insanların evrim geçirdiğine dair kesin kanıtları varmış. Kanıtının yalan olduğuna dair bizim de elimizde yanıtlar vardır. Hem de Kur'ân-ı kerîmden...

     

    Doç.'imiz, Peygamber falan ayırt etmeden, eski insanların çok geri olduğunu, ilimsiz, hikmetsiz, akılsız olduğunu söylemekle 24 bin veya 124 bin Peygamber gönderen Allahü teâlâyı yalancı çıkarmak istiyor. Aynı derginin 137. sayfasını dehşete kapılmadan okuyalım.

     

    «Nihâyet evrim insan sınıfına yaklaşmıştır. Hayvanlık mertebesinin başında maymunlar ve benzeri hayvanlar vardır. Bunlarla insan arasında azıcık bir mesafe kalmıştır. Burası atlanınca insan olur. Bu noktaya gelince nefsin boyu düzelir, azıcık ayırım gücü, bilgi kazanma yeteneği hasıl olur. Dünyanın uzak kutup bölgelerinde yaşayan bu ilkel insanlarla hayvan arasında büyük fark yoktur. Bunlardan hikmet sâdır olmaz, komşu milletlerden de bilgi öğrenmezler. Bu yüzden halleri bozuk, yararları azdır. Daha da evrimleşen orta kuşaktaki insanlar, işte gördüğünüz bu zekâ, bilgi ve maharet düzeyine gelmişlerdir.»

     

    S. Ateş'in KUR'ÂN-I KERÎME GÖRE EVRİM TEORİSİ ifadesi için Necip Fazıl şunları söylemektedir:

     

    «Al sana bir rezalet daha... Hiç Kur'ân hükümlerine, (teori-nazariye) sıfatı yakıştırılabilir mi? Bu bir felsefe, yani başıboş düşünce tabiri ve sağlam veya çürük ve daima yalanlanması mümkün görüşlere verilen ad... Bu cümleyi kullanan bir Diyanet İşleri Başkanında, Kur'ân ile herhangi bir kitabı, vahy ile felsefeyi ayırdedici ölçü yok demektir. Olmayınca da Diyanet İşleri, cinâyet işleri olmaz da ne olur?» (Rapor 3, S. 44)

     

    Dinîmiz bazı hallerde azle cevaz vermiştir. Annenin hayatı tehlikeye girerse anne karnındaki çocuğu kürtajla ve ameliyatla almak caizdir. Zaruret olan bu hallere kıyas ederek doğum kontrolünün cevazına hükmetmek bir cinâyettir.

     

    S. Ateş'in doğum kontrolü için verdiği cevaza Necip Fazıl söyle cevap vermektedir :

     

    «Doğum kontrolünü teşvik ve insan üremesini tevkif edici görüşler, dayandığı dinî ölçüler tamamen yanlış olarak davayı göz bağcılığına getirmeye çalışmaktan başka bir şey belirtmez. (Rapor 3 S. 41)

     

    Necip Fazıl'ın S. Ateş hakkındaki genel hükmü ise şöyledir: «8 adet vesika bu adamın, iman, meçhule saygı, anlatılamaz ve anlaşılamaz olana karşı korku, ilim, irfan ve zekâ adına zerre miktarınca nasibi olmadığını göstermeye yeter...» (Rapor 3 S. 41)


  6. AHLÂK YARALARIMIZDAN MİSALLER

    · Dalkavukluk... Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir miknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fanî ve mahkûm şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkûre ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlâs yokluğu...

     

    · İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru bir korunma tedbiri ise, bu da büyükten küçüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin) den fazla el atılan ilâç... Çünkü: Birinci «çünkü» nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflâsı...

     

    · Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibini herkes arasında; evde babayla evlât, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında.

     

    · Dört asırdan beri için için işleyen ve bu son devrede tam patlak veren ahlâk yaralarımızı misallendirmeliyiz. Birbirinin yararına korkunç menfaat pususu... Manzara: İkinci Dünya Harbinden sonra, cemiyet gövdesinde, irinli kandilini asmadığı tek hücre bırakmamış bir cüzzam indifaı... Çünkü: Bütün ruh, vicdan ve korku müeyyidelerinin, üstünde topyekûn çökmeye ve yıkılmaya başladığı netice zemini çığırındayız.

     

    · Rüşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevî haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rüşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi hâlisiyetini, su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür.

     

    · Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağiyle sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek ve birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsî ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hâdisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikler açık olarak bütün cemiyete şâmil bir «mum söndü» âlemi... Çünkü: artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.

     

    · İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendisini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlâkini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır.

     

    · Cinâyet... Allahın en haşmetli binası insanın, insanlar arasında, insan eliyle ve her türlü kanun ve kâide dışı yıkılması... Manzara: Kestane fişekleri halinde birbirinden ateş alarak giden ve şehirleri, kasabaları ve köyleri tabanca sesleriyle fıkırdatan bir ölüm panayırı... Çünkü Fertler en küçük hınç ve teessürlerini, Allahın ve kulların kanunlarına havale ettirecek bütün emniyetlerden boşanmış ve münferit ihtilâller yaşamaya başlamışlardır.

     

    · Kumar... Hırsızlık fiilinin ve birbirini talan etme hırsının, herkesçe makbul, herkesçe muteber ve bir ilim ve medeniyet tertibine bağlanmış alenî şekli... Manzara: İskambil kâğıtlarının (Bey) leri ve kralları etrafında, yeryüzünü idare eden bey ve kral fikirlerden çok daha fazla alâka, bilgi ve sadakat... Çünkü: Müsbet insan iş ve emeğinin tatlı alın terine karışık, bütün verim değeri herhangi bir formülle birbirini soyma hünerine bırakılmıştır.

     

    · Ayrıca hile... Doğruluktan korkuyoruz! Ayrıca yalan... Hakikatten korkuyoruz! Ayrıca riya... Samimiyetten korkuyoruz! Ayrıca nefret... Aşktan korkuyoruz. Ayrıca inkâr... İmândan korkuyoruz! Ayrıca şüphe... İtimattan korkuyoruz! Ayrıca istihza... Ciddiyetten korkuyoruz! Ayrıca kargaşalık... Nizamdan korkuyoruz!

     

    · İnsanoğlu, bizde ve bu son devirde alçalmaya bırakıldığı kadar, hiçbir zaman ve mekânda bırakılmadı.


  7. Tedbiri hiç elden bırakmayan Said ( Çekmegil ) ağabey, adeta kilimin dört ucunu suya atmıştı. Onların bir dediklerini iki etmiyordu. Her gün, her öğün, tepsi tepsi yemekler gönderiyordu. Bütün Müslümanlara düşen görevi o tek başına yerine getiriyordu. Hem de öyle bir zamanda...

    Arasıra bizim de yukarıya yemek gönderdiğimiz oluyordu. İyi bir şeyler geldi mi, yemeğe kıyamıyorduk. Herhalde bize acıyorlardı ki, ikide birde “ Yemek göndermesinler” diye haber salıyorlardı. Onlarsız boğazımızdan geçer miydi?

    Birgün bir haber gönderdik:

     

    - Allah aşkına ne istiyorlarsa, söylesinler! Malatya’mızın çok nefis yemekleri vardır, yaptıralım, dedik.

     

    Memnun olmuşlar, teşekkür etmişler. “Hiçbir şey istemiyoruz” demişler. Necip Fazıl da:

    - Daha ne isteyelim? Bir havyarımız noksan... demiş.

    Havyar mı?.. Havyar ha! Onu da gönderelim be!.. Fakat havyar ne? Kelime bana pek yabancı gelmiyordu amma bir türlü çıkaramıyordum. Gerçekten havyar neydi?

    Gardiyana tekrar tekrar sorduk:

    - Emin misin? Havyar mı dedi ?

    - Evet, aynen öyle dedi..

    - Havyar!.. Havyar!.. Sanki dilimin ucuna geliyordu da, söyleyemiyordum. Allah Allah.. Neydi bu havyar?.. Otuz arkadaş kafa kafaya verdik. Düşündük, taşındık, bir türlü bulamadık. Hafızın eski yazılı bir lügati vardı. Onu karıştırdık. Orda da yoktu. Sonunda karar verdik:

    - Üstad hıyar demiştir de bu gardiyan yanlış anlamıştır...

    Diyerek adamlara bir küfe hıyar gönderdik..

     

    Rahmetli Üstad yıllar sonra benim bu esprimi duymuş... Küplere biniyormuş. “ Müslümanlar o durumdayken, ben havyar mı düşünürüm” diyormuş.

    ..

    Muziplik bu ya.. Tuttum bir yazı yazdım. Başlığı şöyleydi: Necip Fazıl ve Hıyar Meselesi.. Said ağabey haber almış. Geldi, yazıyı elimden alıp yırttı.

    Biraz da mizahi açıdan bakmazsanız, bu hayat çekilir mi?..

     

    ( Hüseyin Üzmez- Malatya Suikastı Kitabından )


  8. Gardiyanlar anlatmıştı. Üstad, Osman ağabeyle kucaklaştıktan sonra, daracık koğuşa bir bakmış ve şöyle demiş:

    ” Osman!.. Biz üç kişi, şu iki teneşirlik yere nasıl sığacağız?”

    Osman ağabey cevap vermiş :

    ” Üzülme Üstad! Dünya nizamı mezarlık gibi olmalıdır. Herkes boyuna göre yer edinmelidir. Ben şuracığa kıvrılırım. Şu kadar yer de sana yetmez mi?”

    “Yetmez Osman yetmez! Ben bu deliklere sığamam!”

    “ Tabii sığamazsın Üstad!.. Sen büyük adamsın. Tarihe bile sığmazsın!”

     

     

    ( Hüseyin Üzmez- Malatya Suikastı Kitabından )

    • Like 1

  9. İnsanı çepeçevre saran bir huzur iklimidir İslam. Her dem huzuru, saadeti, sükûnu, süruru talep eden beşerin isteklerine kavuşmasının tek yolu İslam’a uymaktan geçtiği gibi, bu mukaddes dini insanlara gönderen yüce Allah da, kullarının dünya ve âhirette saadete kavuşmalarını istemekte, bunun için de İslam’ın emir ve yasaklarına riayeti şart koşmaktadır.

     

    Ferdin kendi dünyasından, cemiyet sahasına kadar tesiri yadsınamayacak olan insan ilişkileri, bir insanın diğer insanla olan iletişimi, her insanın his, fikir, hassasiyet zaviyesinden bakıldığında birbirlerinden farklı birer dünya oldukları düşünüldüğünde; birbirinden farklı bu dünyaların arasında iletişim ağları kurmaları, kendilerini anlatmaları ve karşıdakini anlayabilmeleri ve bu iletişimi kesebilecek menfî müessirlere mahal vermeden iletişimin berdevam ettirilmesi, bir sanat olup çıkmaktadır. Evet, iletişim bir sanattır. Kelam da o sanatın icra edilmesi için elzem olan alettir. Bunun yanında kelamın mahiyeti, biçimi, harcı, mimarisi, ziynetleri, rengi, râyihası, melodisi, kelamın kafada teşekkül ettikten sonra sese dönüştürülerek muhatabına ulaştırılırken jest ve mimiklerde zuhur eden tavır, şekil, edaya kadar her şey bu sanatı teşekkül ettiren âmillerdir.

     

    İşte yumuşak ya da sert bir üslubun ve tavrın ehemmiyeti tam da bu noktada vücut bulmaktadır. Kelimeleri, cümleleri, ifadeleri, fikirleri ya bir bal şerbeti ya da acı bir zehir olarak karşıdakine yedirecek olan bizim tercih ettiğimiz, üzerinde karar kıldığımız, pamuklara sarıp sarmalayarak yahut balyozlarla kafalara vura vura, kafa göz yara yara muhatabımıza ilettiğimiz, sunduğumuz üslubun kıvamına odaklanmıştır.

     

    Üstadın ‘Zindan'dan Mehmed’e Mektup’ şiirinde geçen “Çatık kaş hükümet dedikleri zat / .. Somurtuş ki bıçak nârâ ki tokat / Zift dolu gözlerde karanlık kat kat..” mısralarında da, artık cemiyetin her sahasına yayılan katılığın, sertliğin, merhametsizliğin - Müslüman merhametinden dolayı da yumuşak davranır- yürek sıkan, ruh daraltan müşahhas misalini görmekteyiz, okumaktayız. Halbuki insanın ruh ve gönül dünyasının en temel ihtiyaçlarındandır tatlı dil, güler yüz ve onlara eşlik eden yumuşaklık. Örneğin, binbir türlü badirenin atlatıldığı iş hayatının akşamında erkek, yorucu bir okul gününden sonra eve gelen çocuk, belki gün boyu kimseden görmedikleri, hasret kaldıkları güzel tavrı, yumuşak bir davranışı, güzel bir karşılama sözünü evin ruh ve buna bağlı olarak huzur çizgisinin şeklini tanzim eden anneden beklemekte.. Ve eğer annede, beklenen mücevheri sunacak, mücevherin özünün kendinde saklı olduğu cevheri yontacak sanatkarlık yoksa, huzurun kaçtığı yerlerin en bâriz özelliği olan gürültü patırtı, asık surat ve sert kelamın yönettiği bir savaş meydanı haline gelmektedir ev, sokak, ferd, cemiyet.. Ve bu tavırlar değişmedikçe de, aile cephesinde yeni bir şey olmayacak, olamayacak.. Cemiyet ağacının tohumu aile ise, ruha aşılanacak olan yumuşaklık ya da sertlik şırıngası da ancak orada mâhir eller tarafından enjekte edilebilir.

     

    Hz. Yunus’un “Ben gelmedim da'vi için / benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / gönüller yapmağa geldim” mısralarında bahsettiği gönüllerin inşası; rıfk ile, yumuşaklığın mayalandırdığı tatlı dil, güler yüzle yapılacaktır.

     

    Hâsılı kelam, bir tatlı huzur, alınsa alınsa; İslam’dan, İslam ahlakına sahip insandan, o insanlardan müteşekkil cemiyetlerden alınır.


  10. İSLÂM VE İNSAN

    · İnsan, neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

     

    · İnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur. İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra “solmaz”a, “eskimez”e, “ölmez”e, “bitmez”e ulaşacaktır.

     

    · İslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı, değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahi derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle, iki yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf... Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, insanoğluna mahsus iç ve dış plânından başka bir şey değildir.

     

    · İslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

     

    · İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

     

    · Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâmdır.

     

    · İslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fâni adetler boyunca nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdi yekpare bir ebediyet ve keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne şu nurdan satırı yazdı: “Sen ölmeyeceksin!”

     

    · Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânilik zemini çekilip başına sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilâhî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlûkların en şereflisi sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de aşağıya düşecek...

     

    · Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nur yüziyle, en büyük kahraman.

     

    · Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.”


  11. İçten bölünme, bağların içten kopması, düğümlerin haricî değil dâhilî eller tarafından çözülmesi ya da çözdürülmesi.. Pilavdaki siyah taş kendini gösterdiği için dişe zarar vermez de, beyaz taş dişleri takır takır döker.

     

    İslam, kurtuluşun ta kendisiyken, yan yollara, sapık kollara kaymadan ana caddeden gitmek varken; sahte para basan kalpazanların yaptığına eş bir hamle ile hem de bunu İslam’ı kurtarmak, İslam’ı yenilemek maskesi altında yaparak bir nevi Donkişotluğa soyunan kendini bilmez bir – aslında bir değil, bir çok – güruh, Üstadın nefis tabiriyle tırnakları sökülmüş ellerle çitilenen süt beyaz iman çarşafını lekelemekte; yıllardır sahipsiz, himayesiz ve kontrolsüz bırakılan Müslüman cemiyetin zaten püf dense havalanacak kadar cılızlaşan iman cihetini allak bullak etmektedir.

     

    Gelinen netice itibariyle tam da bölüp, parçalayıp, yoketmek stratejisinin kâşifi olan Yahudinin amellerine uygun intibaını veren bu işlerin istikameti, bozulmuş ve yozlaşmış müessese ve kadroların hakikatin hakikatine göre yenilenmesi sonucunda elde edilecek başarının, huzurun, sükunun tam tersinde kalmak ve bunun sonucunda da kıvranmak ve sapık yol yobazı olarak marazi bir tipe bürünmek çizgisi yönündedir.


  12. Crowning of Mehmet VI. as last Sultan of the Ottoman Empire in 1918 - MokumTV - Amsterdam

     

    ( Sultan Vahdettin Han'ın yer aldığı bir video. Video'da taç giyme yazsa da padişahlar taç giymiyordu. Belki tahta çıkma töreni demek istemişlerdir. Aslında tahta çıkma törenine de pek benzemiyor gibi. Vahdettin Han'ın görüntülerini ihtiva ettiği için izlemekte fayda var.)

     


  13. İtidal yani orta yol, aşırılıklardan uzaklaşmak, kendini kontrol etmek ve Allah’ın çizdiği hudutlar içinde yürümek. Lafta kolay gibi görünse de aslında canbazın kıl kadar ince bir ipin üzerinde düşmeden yürümesine benzeyen, düşmemek için gösterdiği cehde eş zorlukta bir hayat tarzı. Evet itidal hayat tarzı olmak zorundadır. Hayatın her alanında hissiyat ve fikriyat cephesinden faaliyet sahasına kadar mücerret ve müşahhas her yerde.

     

    İnsan, tek saniye olsun kendisini yalnız bırakmayan, her dem kendisini orta yoldan saptırmak isteyen, kendisi ile uğraşan bir düşmanla karşı karşıya. Onun ile olan mücadeleyi Peygamberimizin en büyük cihat olarak tanımlaması ve insanın orta yolda itidal çizgisinde yürümeye çalışırken nefsi ile giriştiği mücadele hasebiyle daha da bir ehemmiyet kazanan bu mevzu imtihanımızın önemli bir kısmını teşkil etmektedir. itidal sınırları içerisinde kalabilmek, bunun cehdini göstermek de bir sabır işi olmaktadır. Nefsin aşırılıklara yöneltme çabalarına sabredebilmek ve çizgiden ayrılmamak, ipten düşmemek..

     

    Mesela en basitinden insanın midesinin felaketine uğraması, genellikle itidal sınırını tarumar etmesinden, ipten aşağı düşmesinden kaynaklanmaktadır.

     

    Az ye, az uyu, az konuş (insanı itidal çizgisinde tutmak için) düsturuna muhatap kılınan insan, bu üç noktanın sınırını kolaylıkla aşabilmekte, itidali koruma yolunda zorluk çekmektedir. Tarihteki itidal sınırından çıkma örneklerinin en muazzamı da Roma imparatorluğunun içine düştüğü vahim tablo olsa gerektir. Yenilen yemekten zevk almak ve o zevki bir daha yaşamak için yenilenleri çıkarmak.. Zevk almak üzerine kurulan bir sistem nereye kadar çarkını çevirebilirdi ki? O sapıklıklar da diğerleri gibi tarihin tozlu sayfalarına gömülmeye mahkûm olmuş ve günümüz insanına ibretlik birer vesika olma hususiyetine bürünmüşlerdir.

     

    Gerçekten de büyük bir sır olan itidal için, itidalı korumak için düstur edinilebilecek bir güzel söz vardır ki, insanı itidal yolunda yürütecek iç yapının kurulmasına yardımcıdır:

    Kazandığında sevinme, şükret; kaybettiğinde de üzülme, sabret. Ne muazzam ölçü, bu ölçüyü yakalamak ne büyük sır! Bunun müşahhas sahadaki en güzel örneklerinden biri de burada anlatılan hadise olsa gerek..


  14. Ergun Göze’nin 10.11.1975 tarihinde Cemil Meriç ile yaptığı röportaj. Soruşturma kitabından.

     

    “İntelijansiyamız, Batı’nın bütün hastalıklarını ithale memur bir anonim şirkettir.. Bizim intelijansiyamız Batı’nın yeniçerisidir.”

     

    Cemil Meriç, 1917’de Antakya’da doğdu. Dimetoka Müftüsü Hafız İdris Efendi’nin torunudur. Antakya Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1945 senesine kadar Elazığ Lisesinde öğretmenlik, 1946-1947 arasında İstanbul Üniversitesinde Fransızca lektörlüğü yaptı. Hayatının fikri grafiğini şöyle verir : “ 1917-1925 koyu Müslümanlık devri, hacı hoca olmak isterdim. 1925-1936 devri şoven milliyetçilik. 1936-1938 sosyalistik devrim. 1938-1960 arâf diyebileceğim kuluçka devri. 1960-1964 Hind devrim. 1964’ten sonra sadece Osmanlıyım.”

     

    Hind Edebiyatı, Saint-Simon ( ilk sosyolog – ilk sosyalist ) ve Dillerin Yapısı ve Gelişimi ( B. Vardar’la beraber ) üç eseri. Hugo’dan manzum tercüme, Balzac’tan roman tercümesi var. Ama asıl fırtına koparan ilk eseri “ Bu Ülke” ve “ Umrandan Uygarlığa”. Kendisi “ Bu Ülke hüküm, Umrandan Uygarlığa gerekçedir” diyor. Yazı yazmak konusunda diyor ki:” Yazı kanımdır, kemiğim de iliğimdir. Vecdle yazıyorum. Ebediyyetin karşısındaymışım gibi.. Tırnaklarımı taşa kazar gibi yazarım. Benim için hayat yazı yazmaktır. Ölesiye çalışırım yazı yazmak için. Kitaplarım vasiyetimdir”

     

     

     

    Evli ve birisi kız olmak üzere doktora yapan iki çocuğu olan Meriç’in bazılarını paltosunu satarak aldığı on bin ciltlik kütüphanesindeyiz. Soruyorum :

     

    - Bizdeki sol için ne dersiniz?

     

    - Bizde sol, içtimai bir zaruret değildir. Çünkü bizde sınıflar teşekkül etmiş değildir. Sınıf olmadan sınıf kavgası olur mu ? Sol’un bünyesinde mevcut, zorlamaya bir de bu zorakilik binince, bizim sol bir ucube olup çıkmıştır.

     

    - Sol sadece sınıfların teşekkülünden mi doğar? Acaba solun ferdi, ruhi bir “ corespondantı” var mıdır?

     

    - Vardır. Durkheim sol için “ ıstırap çığlığıdır” der. İstismar edilen, zincirli yığınların acı çığlığı. Bu, bizden gayrı memleketlere has bir soldur. Çünkü bizde insan haysiyetini zedeleyen böyle bir durum yoktur. Bizde sefalet olmuştur. Ama bu sadece maddî sefalet olmuştur. Batı’da maddî sefalet ile manevîsi iç içedir. Roma ve onun varisi Batı, daima sınıflar ve istibdatlar diyarıdır.

     

    - O halde bizde sol yok ve fakat solcu var. Bu nasıl olur ?

     

    - Salgın yoluyla... Tanzimattan sonra Batı’nın bütün hastalıklarını kaptık. Bu bizim “ intelijansiyamız”ın, hani şu aydın zümre var ya işte onun eseri, İntelijansiyamız, Batı’nın bütün hastalıklarını ithale memur bir anonim şirkettir.

     

    - O halde solculuk sizce “Frengi illeti” gibi bir şey.

     

    - Frengistan menşeli olması bakımından öyle... Kabahat de cemiyetimizin değil, intelijansiyamızın bünyesine ait. Bizim intelijansiyamız Batı’nın yeniçerisidir. Yeniçeri müthiş buluş. Türk, Avrupa’nın çocuğu ile Avrupa’yı vurdu. Ama önce onu hidayete erdirdi. Şimdi Avrupa bizim intelijansiyamızla bizi vuruyor. İntelijansiyamız Türklük için değil Batı için çalışıyor.

     

    - O halde, cemiyetimizin bir simasını çizer misiniz?

     

    - Bir tarafta Batı’nın yeniçerisi, intelijansiya; onu ibret, çoğu kere de lakaydi ile seyreden ve kendini sükûttan bir duvarla çevirmiş buluna halk. Ve bunun yanında Avrupa’nın müstemlekesi olmamış bir avuç samimi aydın. Bizim bir çok solcumuzun ABD düşmanlığı aynıdır. Bizim solcularımızın çoğu yabancı mekteplerden yetişmiş mutlu azınlık. Mukaddeslerini kaybeden bu nesil, Batı’nın artıklarıyla beslendi. Karşısına çıkan her sıcak ve vaidkar ideolojinin kucağına atacaktır kendini. Burjuvazimiz de öyledir. Batı’da burjuvazi kendisini ne güçlüklerle inşa etmiştir. Bizim marksistimiz 3-5 formülün marksistidir, çok defa Fransız marksisti önce Fransız, sonra marksisttir.

     

    - Batı’da mutlu azınlığın sosyalizme kaymasını nasıl izah edersiniz?

     

    - Kendi vazifelerinin ve devirlerinin tamamlandığını görünce, imtiyazlı sınıf mensupları yükselen sınıfa katılır. Mesela Saint Simon, mesela Mirabeau... Asildir, konttur bunlar.

     

    - Peki ama, Türk intelijansiyası, kendi sınıfını değil, kendi vatanın değiştiriyor, buna ne dersiniz?

     

    - Türkiye’de, sağlam mazisi olan, kendisini yaratan bir imtiyazlı sınıf değildir burjuvazi. Batı’nın forme ettiği bir sınıftır. Çocuklarımızı yabancı mektepler boşlukta bırakıyor. Biliyorsunuz, misyonerlerin Türkiye’deki taktiklerini... Hıristiyanlaştırmak değil, Müslümanlıktan uzaklaştırmak. Değiştirecek sınıfı olmayan intelijansiya bu durumda vatanını değiştiriyor.

     

    - Peki biz bu intelijansiya ile ne yapacağız?

     

    - İşte İskender’in kılıcı ile dahi çözülemeyecek bir sual. Bütün yollar ve kapılar onlar tarafından tutulmuştur. Fikir, sanat, ilim, onlarda değilse de mühim değil. Zira, diploma, şöhret, unvan ve “maddi olanaklar” onlardadır. Her yere ve her şeye Batı medeniyetinin emrindeki yeniçeri grubu hakim. Üstelik şöhreti bunlar tevzi eder. Radyo, gazete, TV bunların emrindedir. Bunlara karşı geniş bir kalabalığa seslenmek imkânı yok. Çünkü “ En korkunç sağır, işitmek istemeyendir ”. Bütün yetişen nesiller emrindedir. Belimizi büken bürokrasi intelijansiyasının parçasıdır. Tarih Tanzimattan başlayarak tepeden tırnağa değiştirilmelidir. Tarih kitapları haçlıların en büyük zaferidir.

     

    - Sosyalistik devreniz var. Sizi bu devreden uzaklaştıran ne oldu?

     

    - Okuduklarım, araştırmalarım, bilhassa Stalin gibi bir canavarın karşısındaki Sovyet intelijansiyasının zavallılığı. Troçki’nin kitapları vs...

     

    - Bizde cins kafa niçin az ?

     

    - Yaratış, mazinin birikmiş meyvesidir. Türkiye ise Tanzimattan beri köklerinden kopmuştur. Esasen cins kafa dünyada da az. Batı’yı kendi ayarımızda saf ve temiz bir mahlûk sanmaktan doğuyor hatamız. Saffetimizle Batı’yı dost yapacaklarını sandı intelijansiyamız. Çaptan düştüler.

     

    - Osmanlılıktan ne anlıyorsunuz?

     

    - Ben tarihin devam ettiğine, kopmadığına inanıyorum (*) Osmanlı bir paranteze alınmak istenmiştir. Bütün ihanetler bu neticeyi istihsal için el ele vermişlerdir.

     

    - Osmanlı, Türk tarihinin bir safhasıdır. Diğerleriyle farklı nedir?

     

    - Osmanlı’dan önceki Türk tarihi, canlı, diri, yaşayan; fakat henüz kıvamını bulamamış, henüz medeniyet safhasına gelmemiş bir tarihtir. Osmanlı, çeşitli Türk devletlerinin bütün tecrübelerinden faydalanmış, bütün kudret ve hayayitetini kendinde toplamış, onları İslam’ın ışıklı ve muhteşem mirası ile mezcetmiştir. Osmanlı, bir kelimeyle kültürden medeniyete geçiştir.

     

    - Şairsiniz ve şiir hakkında da ne düşündüğünüzü sormak isterim ?

     

    - Şiir, milletlerin çocukluk dilidir. Olgunlaşan medeniyetlerin ifadesi ise nesirdir. En güç ve en kâmil ifade vasıtası nesir. Şiir, imkânlarını en yordamıyla arayan düşüncedir.

     

    - Siz kendinizi Osmanlı diye takdim ediyorsunuz, antiteziniz olan yabancılaşmış aydın zümreyi de “Batının Yeniçerisi”... Bir “Vak’a-yı Hayriyye” düşünmüyor musunuz?

     

    - Yeniçeriliğin kaldırılışının bir “hayırlı vaka” olup olmadığı da konuşulmalıdır. Bence imparatorluğun yıkılış sebebi budur. Amma, tabiî fikri planda içimizdeki Batı Yeniçerilerini ıslah edici bir hareket tam bir “Vak’a-yı Hayriye” olacaktır.

     

    - Son sualim, Osmanlı sonra Türk varlığı için ne düşünüyorsunuz?

     

    - Bazı medeniyet tarihçileri, her büyük nizamın kemal noktasına ulaştıktan sonra, zevale yüz tuttuğunu söylerler. Bu Hind Yazı asırlarca sürebilir. Bu bedbinliği paylaşmak istemiyorum.

     

     

     

    (*) Osmanlı’dan kopmak, kendimizden kopmak oluyor. Utanılacak bir tarih değil bu.. Mutlaka bilinmesi, mutlaka öğrenilmesi gereken bir mazi. Yarına kalmak istiyorsak, dünden alacağımız, almak zorunda olduğumuz çok şey var.


  15. Bir nirengi noktası ki, kim oradan başlangıç yaparsa sonuç adına fayda görüyor, kim neye niyet ederek o aleti kullanırsa istediği neticeye ulaşıyor. Nedir bu sihirli mefhum ? Çalışmak..

     

    Ağacın mazisinde nasıl ki ağaç olmadan önce tohum olarak toprağa düşmesi varsa, bir sona ulaşmak, başarıyı yakalamak hesabında da ilk kıvılcım, ilk adım, ilk basamak, ruha yerleştirilmesi ve ehemmiyetinin kavranması gereken “çalışmak” mefhumudur. Bu mefhum, maddeyi harekete geçiren gayretlerin müşahhas sahada yapılanma imkânını bulduran mücerret bir kıvılcım olarak görevini ifa etmektedir. Bir insanın amacı ne olursa olsun, o amaca ulaşma yolundaki çalışmaya yönelik faaliyetler; az ya da çok, tamamen ya da kısmen, küçük ya da büyük bir şekilde onu bir başarıya taşıyacak, bir neticeye ulaştıracaktır. Asıl önemli olan; çalışmanın ne uğruna, kim adına, ne amaçla yapıldığıdır.

     

    Geçmişe dönüp baktığımızda İslam’a göre yaşamayı, yapılan her işte rıza-yı ilahiyi kazanmayı kendine gaye edinen ve çalışmalarını da bu mihverde tanzim eden atalarımız, düşmanına bile intizam kazandıran bir nizamın medeniyetini kurmuşlardır. ( kuru cihangirlik davası olmayan cihat anlayışının neticesi olan mekan ve gönül fetihlerinden tutun da, sevginin ve her canlıya merhametin estetik bir şekilde mimariye dökülmesi sonucu inşa edilen kuş evlerine kadar tüm faaliyetler bu medeniyetin kapsamına girer) Ne zaman ki hareket, hamle ve eserin arka planında olan ve bunların teşekkülüne vasıta kılınan şuurlu kadrolar azalmaya başlamış, o zaman aksiyon yerini reaksiyona bırakmış, Viyana kapılarının zorlanmaya başlandığı zaman diliminde Avrupa için zahirde felaket gibi görünen iki uçtan kıskaca alınma durumu onlar için bir uyanışın ve dirilişin başlangıcı olmuş, muazzam bir dinamizmin ve çalışmanın cehdi içinde kendilerini yeni baştan yoğurmaya başlamışlardır.

     

    Bizim cephede ise durum tam tersine işlemeye başlamış ve vahim bir tablo ortaya çıkmıştır. Su uyur düşman uyumaz darbımeseli çerçevesinde düşünüldüğünde, uyumaya başlayan ve ileriye doğru gittikçe de yeni gelen neslin bir öncekinden daha fazla uyuduğu düşünülecek olursa, zaten uyumayan düşman bir de çalışmanın, üretmenin, faaliyetin çevirdiği çarklarla birlikte asırlardır süren atalet devrinin paslarını, yosunlarını üzerlerinden atmış, silkinmiş, titreyip kendine gelmiş ( kendine gelme sadece müşahhas sahadadır, mücerrette değil ) ve gözleri dört açılmış bir şekilde, artık göz kapakları neredeyse gözlerinin tamamını örtecek raddede kapanmaya başlayan ve bu hale çalışmak düsturundan ayrılıp, yan gelip yatmak işi kestirmeden halletmek, rüşvete bulaşmak, emek verip, kafa yorup âlim olmak yerine beşik ulemalığı ile beleşten, meccanen âlim olmak yolarına sapmak yüzünden gelen ve pörsüyen, çürüyen, eriyen, ateşken buz olan hasmının üzerine çeşitli kültür imha silahları ile hücum ederek bir kültürü içten içe kemirip, içten içe oyarak, dışı parlak ve cilalı görünmesine rağmen iç kemirmelerden ve yontmalardan sonra çatırdayıp çöken bir ev gibi koca bir imparatorluk da çökmüştür.

     

    Bu çöküşün âmillerinden biri de “çalışmak” cehdinin kaybedilmesi ve o cehdin kaybedilmesi de, her şeyin kökü olan aşk, vecd dolu imanın terk edilmesidir.

     

    Avrupa hamle üzerine hamle yapıp bir de kendi boynuna ilerici, ileri medeniyet yaftasını asınca asıl gümbürtü ondan sonra kopmaya başlamıştır. Atalette boğulan ve buna bağlı olarak da uyuşan kafalardan çıkan şuursuz bir “istemezük” çığlığı batıya pek yaramış; çalışmadan, alın teri dökmeden elde edilecek ve ileri bir medeniyetten alındığı için de bu acıklı halden kurtaracak reçeteler artık beleşçiliği yaşama biçimine dönüştüren güruhun eline tutuşturulacaktır. Yüzyıllardır reçetemizi Avrupa yazıyor biz de bir medet umarak reçeteyi uyguluyoruz. Batının amacı belli, pörsütmek, çürütmek ezmek, sömürmek.. Hem de bunu çağdaşlaşıyor, uygarlaşıyorsunuz yaftası altında yaptırmak.

     

    “Sen eşek olduktan sonra semer vuran çok olur” lafını buraya taşıyacak olursak, sen çalışmaz, üretmez, ruh köküne, asliyetine, şahsiyetine, mazine sahip çıkmazsan gelip kendi kültürünü dayayan, maddî - manevî değerlerini sömüren çok olur, diyebiliriz.

     

    Batıya dönecek olursak, İslam’ın emirlerinden olan ”çalışmak” kuralına uydukları için elde ettikleri madde harikaları, pırıltılı, büyüleyici, göz alıcı müşahhas oyuncakları dışında özenilecek, takdir edilecek, örnek alınacak hiçbir tarafları yoktur. Bu madde harikaların yanında batı medeniyetinin meyveleri de ortadadır. Kanlı ideolojiler, cihan harpleri, ezilen ırklar, sömürülen zayıflar, cani diktatörler ve kendi cemiyetlerinin muhtevası olan âsi nesiler, ruh muvazenesi bozulmuş insanlar, uyuşturucu bağımlısı alkolik gençler ve daha neler neler.. Batının madde planındaki hamleleri, çalışmaları manevi bir özden mahrum olduğu için yapılan her hamle doymak bilmez nefs uğruna yapılmaktadır. Nefs hiçbir zaman doymayacak, batı o manevi özden mahrum olduğu sürece beşeriyete kan kusturmaya devam edecek, beşeriyet topyekûn bir hayat nizamı olan İslamın emirlerine uymadıkça bu dünyada rahat yüzü görmeyecek..

     

    O halde “iki günü birbirine eşit olan zarardadır” hadisine muhatap olma şerefine kavuşturan Yüce Allahın rızası için çalışmak, sadece lafta kalmamakla birlikte aksiyon için elzem olan kıvılcımlardan birinin de “çalışmak” ipine bağlı olduğunu bilmek ve o ipi yumak olarak bırakmayıp, yumaklardan insanlığın faydasına olacak hırkalar, kazaklar örmek, nakışlar işlemek, kumaşlar dokumak..


  16. Necip Fazıl’ın cezaevine ilk girişi, Ahmet Emin Yalman’ın 22 Kasım 1952 Cumartesi günü (şu an Vakit gazetesi yazarı olan) Hüseyin Üzmez tarafından vurulması ile gerçekleşen Malatya Hadisesi’nin patlak vermesini takip eden günlerde gerçekleşir.

    Selamlar,

    Üstadın cezaevine ilk girişi Malatya Hadisesi ile vuku bulmamıştır. Askerdeyken yazdığı siyasi muhteviyatlı bir yazı neticesinde, disiplin cezası mahiyetinde verilen 1 günlük hafif hapsin infazı göz önünde bulundurulacak olursa, cezaeviyle ilk tanışıklığı 43 yılına dayanır. (*Kaynak) Küçük bir ayrıntı gibi görünse de, es geçmemek lazım. Cinnet Mustatili kitabında da mevzuya şöyle değinmektedir Üstad:

     

    “ Hapse ilk defa 1943’te girdim. Askerken siyasî bir yazı yazdım diye... Zıd bir siyaset de bahis mevzuu değil; sadece siyasî bir yazı yazdım diye... Bir günlük hapis... “

     

    Özünde, kaynağı İslam ahlakına dayanan samimi ve derin sevgiyi ihtiva eden karpuz anısının ayrıntılarını merak edenler de buraya tıklayarak ilgili anıyı okuyabilirler.

     

    Ayrıca Hilmi Oflaz ile ilgili sitemizdeki diğer başlığa aşağıdaki linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.

     

    Üstâdın manevi oğlu Hilmi Oflaz


  17. Küfür, varlık ve ruh hisarımızı baştanbaşa; taş taş yokladıktan sonra, bizi en zayıf bulduğu noktadan vurmak istiyor. O da, kendisini Müslüman sanan ve şuursuz bir şahadet kelimesi ve kalbin refakat etmediği beş vakit namazın sesi altında uyuyan insanları uyandırmak kabiliyetinde bir adam çıkınca, onu lekelemek, bu oyuna kolayca inandırmak; ve asırlar boyunca aldatılmış ve apıştırılmış olan bu kitleyi yine aldatıldığı vehmiyle dağıtmak, teker teker nefs deliğine kaçırmak, başsız ve rehbersiz bırakmak..

     

    Anlıyor musunuz??? Allah rızası için bu hikmeti, anlayanlar anlamayanlara, bir kere, bin kere, milyon kere anlatsın ! Sizin anlayacağınız, “ Bu memlekette din serbesttir!” dedikleri şey, her ferdin, ikinci fertle bir irtibatı olmaksızın, kendisine benimsemekte güya hür olduğu o şuursuz şahadet kelimesiyle, kalbin ve idrakin refakat etmediği o beş vakit namazdan ibarettir. Böyle insanların ikisi, yirmi ikisi, yirmi iki bini veya yirmi iki milyonu da, iç halini bir yüz karası gibi gezdiren ve gizleyen bir tek fertten, tek fertçikten ibarettir.

     

    Hala mı anlamıyorsunuz???

     

    ( Cinnet Mustatili’nden )

    • Like 1

  18. Zula ve bıçak.. Zula, mahkûmların yasak eşyayı gizledikleri yerdir. Bu tabir o zamanlar o kadar hoşuma gitmişti ki, vak’ası hapishanede geçen,”Zula” isimli bir piyes yazmayı bile düşünmüştüm. Zulada eroin, esrar, bıçak, şiş, tabanca, her türlü gizli eşya bulunur. Zulalar hapishanelerin nereleridir? Hiçbir deha bunu keşfedemez. Helalarda kuburlar, oyulmuş pencere tahtaları, duvarlarda gömme ve üstü badanalı hücrecikler, ayakkabı köselelerinin araları; bunlar hep çocukça şeyler.. öyle zulalar gördüm ve duydum ki, inanamazsınız.. Mesela bir yatak üstünde kahverengi bir battaniye.. Alın ve isterseniz silkeleyin! Üzerinde ve altında hiçbir şey yok.. Fakat bu battaniyenin lifleri arasında, ince toz haline getirilmiş ve uğuşturula uğuşturula battaniyeye sindirilmiş, yedirilmiş belki yarım kilo esrar vardır. Bunun erbabı, hususi bir tel fırça ile oradan süzmesini ve ancak küçük bir fire bırakarak malı oradan çekmesini bilir. Söylendiğine göre, dışarıda bu muamele yapıldıktan sonra içeride tel fırça ile istihsal edilen mal –esrarın ismi maldır- hapishaneye getirilmeden evvel battaniyenin birkaç kere silkelenmiş olmasına rağmen pek büyük bir fire vermiyormuş.. Hem verse bile ne çıkar; girebiliyor ya!.. İşte bu zula, bir Avrupalının beynini dondurabilir. Şu bizim, menfi sahada malik olduğumuz dehalar, müsbete çevrilebilse, acaba ne olurdu bu vatan?

     

    İkinci müthiş zula, hepsinden üstün.. Bütün gizli eşya ortada.. Yani açıkta değil de yatakların altında falan.. Tam arama başladığı zaman; bunların hepsini birden, sanatkarlıkta korkunç bir yankesicinin cebine dolduruyorlar. O da, arama yapılırken, bir istida vermek veya ”maruzatta bulunmak” bahanesiyle hapishane müdürünün, savcının, jandarma komutanının, kimi kestirirse onun yanına sokuluyor ve eşyayı olduğu gibi bunların cebine yerleştiriyor. Derken, arama bittikten sonra, ya aynı yankesici, yahut bir başkası, yanlarına sokulup ceplerinden malları tekrar teslim alıyor. Daha ne zulalar, ne zulalar! “ Zula” kelimesini, manevi makamda da kullanıyorlar. Kalbinde bir şey saklayan adam “ Ulan, ne var zulanda, söyle!” diyorlar.

     

    Bıçak, aynı zamanda, ucuna biraz eroin koyup henüz alışmamış mahkuma takdim etmenin de aletidir. Haddinizse almayın! Bu hareket “ Ya eroini alırsın, a bıçağı yersin!” demektir. İlk takdimler parasızdır. Fakat bir kere alışıp eroin delisi oldunuz mu, siz, artık ölünceye kadar emniyet altına alınmış bir gelir kaynağısınız!


  19. Öncelikle şiirdeki 163 sayısının neye delalet ettiğine bakmalıyız. Muhtemelen bu 163; CHP ve onun başında bulunan İnönü’nün laikliği korumak maksadıyla anayasaya dahil ettirdikleri, rahmetli Özal’ın 1991’de kaldırdığı ve kaldırmasıyla birlikte laiklerin ”irticai eylemler suç olmaktan çıkarıldı” diyerek kahroldukları, zamanında, İstanbul başsavcısının ” bu kanunlarla fatiha suresini tercüme etmeye kalkışsanız mahkemeye sevk edilirsiniz” dediği kanunların bir parçası olan ve İnönü’nün seciyesi ile CHP zihniyetine uygun olarak- ve A. Necdet Sezer’in de bir zamanlar hortlatmaya çalıştığı- Müslüman’ı baskı ve zulüm ile sindirme, yok etme politikasının bir semeresi olarak -ki bu maddeye dayanarak üstadın da mahkeme yollarını arşınlaması sağlanmıştır- Müslüman Türk milletinin hizmetine(!) sundukları meşhur 163. madde olsa gerektir.

     

    Maddede kısaca:

    Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan on üç yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır” denmektedir.

     

    Şiire dönecek olursak; birbirinden farklı manâlar yüklenen “ulusun” kelimesiyle kafiyenin kurulduğu mısraların ilkinde, ulus’un yani milletin, ruh kökünü teşekkül ettiren, milletin her şeyin üzerinde tuttuğu dinini yani İslam’ı, İslam’ın değerlerini, en büyük İslam düşmanlarından olan İnönü’nün, tahrip etmek için var gücüyle çalışması ve dinle birlikte dine tâbi olanların da ruhlarında açtığı yaralar, bozulmalar, çürümeler işaret edilmiştir. Özellikle 163 sayısının seçilmesi de herhangi bir İslami faaliyet ile cemiyette boy gösteren Müslümanların bertaraf edilmeye çalışılması -ki bertaraf edilmeye çalışılanlardan biri de Üstaddı- 163. maddeye dayandırılarak yapıldığı içindir diye tahmin etmekteyim. Bu madde ile Müslüman’a kan kusturan bu adamın da günde 163 kez – 163. maddeye gönderme yapılarak- cehennemde uluması, dünyadaki hiçbir acı ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir azabın olduğu cehennemde en büyük azabları çekmesi istenmekte, o azabların acısıyla feryad figan etmesi, acı çeke çeke kahrolması, uluması isteği, bir (bed)dua tadında şiirin ikinci mısrasını oluşturmaktadır. – ki bu duaya amin demeden geçmeyelim-

     

    Ona (İnönü’ye) deyin, zalimlikte zirveye çıkan nemrut bile senin eline su dökemez, dünyanın bütün zalimleri, kafirleri seni görseler hasetlerinden çatır çatır çatlarlardı biz neden bu kadar zalim olmadık, o neden bizi geçti diye.. dünya yaratıldığından bugüne değin, mutlaka temsilcilerinin yeryüzünde olduğu küfür milletinin, sen, evet sen, bir küfür abidesi olarak ulaşılmaz mümessili, yaptığın küfür icraatları ile kendisine erişilmez bir ulu’sun. Ulu’sun, büyüksün amma küfürde ulu ve büyüksün. Menfi cihette ulu olmanın, büyük olmanın mükâfatı da ancak günde 163 kez uluman istenen yerde verilecektir.

     

    Şekil bakımından ve muhtevasındaki nefis hiciv açısından şahane üstü şahane bir şiir. Bu şiirin üzerine İnönü’ye yazılan akrostişi de okumak için tıklayınız: http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=1121

    • Like 1

  20. Eczanede onlarca raf ve bu raflarda da yüzlerce şişe bulunmaktadır. Bir hasta derdine derman olacak ilacı tek başına eczanedeki bu raflarda aramaya kalksa ve eğer ölümcül bir hastalığa da tutulmuşsa, belki de ömrü yetmeyecektir kendisine şifa olacak ilacı bulmaya. Hangi raftadır ve hangi şişededir onun aradığı? Evet, bir ilaç, bir deva kaynağı vardır ama eczanenin hangi rafında, hangi şişesinde?..

     

    İnsan, bu koca eczanede bütün rafları araştırıp, karıştırıp bütün ilaçları tek tek içedursun, öyle bir ilaç vardır ki, o derdlerin dermanı olan tek ilaç olmasına rağmen örümcekli köşededir. Örümcek, kullanılan eşyaların, hareketli mekânların mihmanı olmamıştır hiçbir zaman. ( Ne diyordu şair Râsih: Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne ) O, nerede bir durgunluk, suskunluk, sakinlik varsa, yani hiçbir faaliyet çarkının çevrilmediği için zamanın durduğu, renklerin silindiği, seslerin sustuğu bir mekan varsa orayı mesken edinmiştir kendine. Hareketin olduğu yerde örümcek, örümceğin olduğu yerde hareket yoktur. Üstadın bütün bu teşbihlerle, mefhumlarla kurduğu ve acı bir hakikati yansıtmanın yanı sıra tesbit ve çözümü bir arada sunduğu bu iki mısralık ilaç gibi şiirinde görüyoruz ki, beşeriyet ruhî, insanî, manevî hastalıklarına -ki beşer hasta olduğunun farkında değildir gaflet çukuruna düştüğü için- çözüm olsun diye ürettiği ve dünya eczanesinde raflara, şişelere doldurduğu ---- İlahi nizam dışında insanın kendi mantığı, aklı ile üretmeye çalıştığı ve kendisi de dâhil ferdî ve içtimaî alanın her yönünde şifa olmasını beklemak, hayatını bir düzene sokmak -ki felsefe de bu arayışın bir parçasıdır, buhran içinde kıvranan, kavrulan kafaların ürettiği ve gene kendileri gibi hafakan kuyusuna düşmüş insanların önüne çözüm, deva, ilaç olarak koydukları; dünya fikir arenasına şişe şişe gönderdikleri ancak, hastanın kuyu suyu içerek deva bulamayacağı gibi, sadece yan etki göstermekten ibaret olan ilaçların cefasını da çekmektedirler---- gayesiyle ürettiği her türlü “beşeri sistem” insanlığın bu sancılı çağına, hastalıklı ruhuna hiçbir şekilde iyileştirici, şifa verici güçte ve kuvvette değildir. Bunlara rağmen de ne yazık ki insanoğlu hâlâ devasını hiçbirinde hiçbir şifa kırıntısı bulunmayan ilaçların mekânı olan bu eczanede aramaktadır.

     

    Peki; ilaç, deva, çözüm, şifa nerede? İşte o devanın kaynağı olan ilaç yani İslam, genel olarak, insanlık tarafından kullanılmadığı için, bir köşeye atıldığı içindir ki, üzerini örümcek ağları kaplamıştır. Örümcek, fıtratına uygun olarak üzerine düşen görevi ifa etmektedir. İslam bir köşeye atıldıysa hem de o köşeyi örümcekler istila ettiyse, tek suçlu insandır. İşin acı ve vahim ciheti şudur ki, o örümcekli köşede duran ilaç insanlığın istisnasız tek ilacı, bütün dertlerinin dermanı olan İslam’dır ve insanlık bunu idrak edememenin getirdiği yıkımları müşahhas ve mücerret sahada her an yaşamaktadır.

     

    Binlerce Allah dostu şifayı gösteriyor ve bunun şuuruna erdiriyorken, bir simyacının kimya arayışındaki aşk, şevk, vecd ile aldığı gücü bulamayacak mı insan kendinde, bulamaz olur mu, bulacak ve gene O’nun yardımıyla-inayetiyle, örümcekleri, birbirinden zararlı ilaçların dizili olduğu o raflara o eczaneye gönderecek ve asıl göz önünde, gönül içinde, baş üstünde bulunması gereken İslam’ı örümcekli köşeden kurtaracak. Ve aslında bu sayede kendisini kurtaracak...

     

    Acaba Üstad örümcekli köşe derken Peygamberimizin gizlendiği mağarının girişine ördüğü ağlarla efendimizi kurtardığı içinmi bu deyimi kullanmış?

    Bu da işi daha estetik bir bakışla görmek, anlamak ve sezmek çerçevesinden ele alınabilecek bir yaklaşım. Şahsen bu şiiri okurken bu hususu düşünmemiştim ama insan şair ruhlu olunca daha farklı açılardan bakabiliyor şiire ve evet belki Üstad bu mevzuya da bir gönderme yapmış olabilir bu şiirinde.


  21. Yine o zaman, Babıâli'nin yöneldiği yeni istikamet üzerinde, bu istikametin nasıl ve kim tarafından keşfedildiğine ait, fevkalâde bir sahne:

     

    "Dersaadet" isimli gazeteden bilmem ne dergisine kadar, elinde avucunda ne varsa harcayan, bunların hiçbirini tutturamayan, nihayet "7 Gün" dergisiyle okuyucuyu avlayabilen ve Sabık Şair'e daima sahifelerini açık bulundurmuş olan Sedat Simavi "Hürriyet" gazetesi hazırlığında... Sabık Şair, bu gazeteyi dağıtma imtiyazına konabilmek için (Babıâli'de en rahat sınıf, bayiler ve okkalık iade veya beyaz kâğıt alım - satımcılarıdır) didişen umumî bayilerden birinin yalvarıp yakarması üzerine Sedat Simavi'yi görmeye gitmiştir. Mecmuası "7 Gün" Babıâli'de, küçük, fakat (vitray - renkli cam)larla süslü bir bina sahibi olmakla, gazetecilik işinde gizli bir petrol kaynağı bulunduğunu ispat edici bir tecrübe olmuştur. Ve artık Sedat Simavi, bunca denemeden sonra bir kimya formülü halinde, okuyucunun istediği yahut ona istetilecek macunun terkibini bulmuş olmanın zevki içindedir. Gel keyfim, gel!

     

    Konuşuyorlar. Sedat Simavi (Napolyon) gibi, eli yeleğinin düğmelerinde, bir aşağı, bir yukarı, dolaşıyor ve mükellef bir koltuğa oturttuğu Sabık Şair'e:

    -Göreceksin, diyor; fikri idam edeceğim! Sadece resim ve göze hitap! Yazıya göre resim değil, resime göre yazı...

    O zaman Sabık Şair, iki dudağı arasından, istihza fiskesine benzer bir hırıltı koparıyor.

    Sedat Simavi hayrette:

    - İnanmıyorsun, öyle mi?

    - Yahu! Gazete fikir demektir. Hadise ve ona bağlı fikir, kıymet hükmü... Bu ihtiyacın âletidir gazete... Fikri idam iddiası, gazete için portakalın suyunu çekip posasını satmaya kalkışmak kadar gülünç olmaz mı?

    - Misali tersinden koyuyorsun!.. Halk portakalın suyunu ister, posasını değil... Hâlbuki istikbalin gazeteciliğinde asıl posa fikirdir; portakal suyu da hadiselerin dış yüzü ve göze hitap eden şeyler...

    - İyi ama o zaman gazete meydana gelmez ki... Gazete ismi altında o ismin hakikatine aykırı, manzara resmi, şehvet albümü gibi bir şey vücut bulmuş olur. Buna hakkın var mı?

    - Dâva, satmakta, halkın istediğini yapabilmekte...

    - İrade halkın değil, hakkındır. Halk istemez, halka istetilir. Sen ona evvelâ istemeyi, isteyeceği şeyi öğret ve ondan sonra halkın istediğine uymak yolunu tut!

    - Bunlar edebiyat!.. İste ben bu edebiyat yolunu tıkayacağım ya!.. Göreceksin ve gazete satmak ne demektir, anlayacaksın!

     

    Evet, Sabık Şair gördü. Bugün yüksek tirajlı bütün gazeteleri sadece batı taklitçiliği işine bağlayan "Hürriyet" gazetesinin Babıâli'de yaptığı dehşet verici inkılâbı gördü. Bu gazete, hakikî kâşif haysiyetiyle, 100 yıllık Babıâli'nin, fikri hiç olmazsa fikirde iflâs ettiren sahteliğine karşılık, onu, baş tarafına Türk bayrağını oturtarak, sarıklı bir hocanın "bahname - açık saçık kitap" yazıp sergilemesi gibi, kendi mevzuu dışına çıkarmayı ve buna rağmen gazete adını muhafaza etmeyi bildi.

     

    İşte inkılâp!.. Fikirde sefil Babıâli'yi bu sefaletten kurtarıp doğrudan doğruya fikrin sefaletini ispata kalkmanın, hattâ zahirde ispat eder gibi olmanın kaatil inkılâbı...

    Bu gazete, kardeşi öbür gazete ve emirlerindeki üç - beş (afrodizyak - şehvet kamçılayıcı) dergi, yekûnu ortalama 2,5 milyonu bulan Türk basınının tam 1,5 milyonunu temsil eder ki, bu da mevcudun yüzde 63'ü, yani Babıâli Millet Meclisinin, "çoğunluğa dayalı" hükümeti demektir.

     

    Bunlar maden gibi halkın boşluğunu, gafletini, şehvetini işletir; bu maden işledikçe onları semirtir, onlar semirdikçe halkın ruhu pörsür; ve böylece yumurta tavuktan ve tavuk yumurtadan türeyerek, taraflar, yüzünden ve tersinden orantılı şekilde gelişir. Onların tirajı yükseldikçe halkın ruh seviyesi düşüyor, halkın ruhu düştükçe de onların kâr seviyesi yükseliyor demektir.

     

    Habeş İmparatorunun menevişli oturağından, Yunanlı milyarderin sevgilisini memnun etmek için içtiği gençlik iksirine, falan semtteki dişi merkebin doğurduğu buzağıdan, filân sarkıcının iç çamaşırındaki lekelere kadar, sefil ve rezil çöp tenekesi unsurlarını vitrinlemek, artık Babıâli'de birinci sınıf marifet olmuş ve - büyüklerden tek gazete müstesna - hemen bütün basın bu yeni marifetin beyinsiz taklitçiliğine düşmüştür. Böylece, gıda yerine Amerikan fıstığı ve seks gazeteciliği, basının yüzde doksanını tutmuş, her cinsten umumî fikre yüzde sekizden fazla pay kalmamış ve sağ basına ancak yüzde ikilik bir hisse düşmüş bulunuyor. O sağ basın ki, hasret çektiğimiz gazete ve gazeteciliğin binde ikisi derecesinde bile ehliyet ve kabiliyet sahibi değildir.

     

    ( Bâbıâli'den )


  22. Netice bizimdir! Netice inananlarındır, Hakk’a inananların, Hakk’a dosdoğru ve O’nun istediği, razı olduğu şekilde inananlarındır. Dünya kurulduğundan beri beşeriyete doğru yolu, neticeye varan yolu gösteren ve hakka, doğruya, hakikate davet eden bütün peygamberler hep bu nişanenin işaretçisi olmuşlardır. ” Netice bizimdir !” Bundan büyük müjde olabilir mi? Yaratıcının, elçileri tarafından bizzat insanlara gönderdiği, inanan ve kutlu neticeye kavuşmak isteyen için en büyük ve yeterli güç sağlayıcı, hamleye yöneltici, aksiyona sürükleyici ve bunların teşekkülü ile tahakkuk eden eserlerin kaynağı...

     

    Bu hususun en ince noktası şudur ki, hak yoluna girdikten sonra müjdelenen neticeye ulaşmak için sarf edilmesi gereken cehd, tam da bu noktadan sonra başlamakta, netice bizimdir diyebilmek, o hakka malik olabilmek, ruhu geliştirici, fikri ilerletici, mânayı devam ettirici bir aksiyon manzumesinin mefkûreleştirilmesi ile mümkündür.


  23. Her birinin diğeriyle ruh bağı olduğu, gaye ile faaliyetin birleşerek vücut bulduğu ve hepsinin ortak paydası olan her türlü birliği çözme, dağıtma sonra da yıkma, yok etme memuriyetinde olan Yahudi, mason ve dönme; kendisine dünya üzerinde öyle bir konum belirleyip öyle bir vazife seçmiştir ki, onların ne olduğunu, dünden bugüne neler yaptığını ve şu anda da dünyanın hangi konumunda olduklarını bilmemek, dünya üzerinde vuku bulan olayların iç yüzünü anlamamak mânasına gelmekte ve buna mukabil bunları bilmek de yaşanan olayların bir de perde arkaları olduğunu görmeye, madalyonun arka yüzünün ne girift muammalarla dolu olduğunun idrakine varmaya eştir.

    Şu halde bermuda şeytan üçgeni gibi bütün olayları kendi mihverine çekici ve kendi içinden dünyaya yayıcı, kuklaların oynatıcısı, kulislerin hâkimi, sebebi gün yüzüne çıkmamış hadiselerin tertipçisi ve nerede fitne ateşi varsa orada izinin bulunacağı, artık fitne kelimesinin eş anlamlısı olmaya hak kazanan bu üçlü, hem diğerini anlama açısından hem de birbirlerine et ve tırnak gibi bağlı olmaları hasebiyle tek tek ele alarak incelemenin dışında her birini diğerine bağlayıcı amilleri de göz önünde bulundurarak kafalarda kurulacak olan Yahudi- mason- dönme üçgenine aktarılacak malumatın ilk basamağı olabilecek keyfiyette ve mahiyette olan bu derleme kitaptan iktibas edilen aşağıdaki parçalar, kitaptaki sıraya göre verilmelerinin yanı sıra ( BDG kardeşimin bıraktığı yerden itibaren ), bu zihniyetin temelinin hangi mülahazalara da dayandığını göstermesi bakımından önem arzetmektedir.

    Cümlemiz, Üstadın sorduğu soru ile bitsin:

     

    “Hey, Türk genci, sen bu dünyayı kimlerin idare ettiğini sanıyorsun ?”

     

    ****

     

    En ileri Yahudi entelektüellerinden sayılan ( Teodor Herzl ) meşhur “ Bir Yahudi Hükumeti” isimli eserinin 523’üncü sayfasında diyor ki:”Biz gerçek bir milletiz. Eğer düşersek, ihtilalci bir işçi sınıfı, ihtilal partisinin gedikli zabitleri oluruz. Eğer yükselirsek, paranın kıymeti de bizimle beraber yükselir.”

     

    Herhangi bir ifşayı bile menfaatine ve siyasetine göre ayarlayıp fayda bulursa ileriye atan, kendisine zarar getirecek hiçbir sırrını ise ele vermeyen Yahudi, bu korkunç ifşası ile beşeriyete, ister istemez kendisini himayeye mecbur olduğuna dair bir nota vermektedir: Bizi düşürürseniz siz zarar edersiniz; zaten içtimai vahdetinize karşı bir silah olarak icat ettiğimiz komünizmayı besler, birlik ve muvazenenizi yok ederiz! Eğer bizi yükseltecek olursanız, bütün iktisadi kıymetlerin nazımı olan para haysiyeti de bizimle beraber yükselmiş olur ve bu sayede siz faydalanmış bulunursunuz!

     

    Yahudi (Herzl)in notasındaki mana budur. O, demek ister ki, Yahudi, zahirde hâkim milletlerin şahdamarını emen bir kenedir; bu kene koparılıp atılacak olursa damar bütün kanını kaybeder, muhafaza edilecek olursa da kaymağını Yahudi yese bile damarda kan çoğalır.

    ....

    Meşhur Amerikalı milyarder (Ford)un, Birinci Cihan Harbinden sonra yazılmış” Beynelmilel Yahudi” isimli pek kıymetli bir eseri vardır. Ford, bu eserinde, Tarih Boyunca Yahudi’yi tetkik eder ve şu hükme varır:

     

    Yahudi, iki bin seneden beri başka ırkların kendisine karşı duyduğu nefret hissini anlamış, fakat öbür ırklar Yahudi’yi anlayamamışlardır.

     

    Sovyet Rusya’da Bolşevikliğin temelini atan odur. Birinci Cihan Harbinde Alman felaketinden mesul bulunan odur. İngiltere’de ise tam bir dünya hâkimi mertebesine ermiş, altun kuvvetiyle her şeye hükmeder olmuş ve cihanda arzuladığı anarşi, rekabet, huzursuzluk ve muvazenesizlik bakımından, milletleri birbirine karşı kışkırtmak faaliyetini idare etmiştir.

     

    Netice:

     

    Yahudi, bütün dünyada ön saftadır.

    Yahudi, bir dünya bilmecesidir.

    Yahudi, kemiyetçe pek zaif olmasına rağmen, dünyanın bütün sermaye kaynaklarına sahiptir.

    Yahudi, vatansız ve hükümetsiz yaşadığı halde ( komik İsrail toprağı bir operet tecrübesidir ) hiçbir milletin ulaşamadığı bir ırk ve kavim yekpareliği arzeder.

    Yahudi, hemen her memleketin kanunlarına, perde arkasından hâkimdir.

    Yahudi, başlıca vasıta olarak ticareti kullanır; ve paçavra alım satımından beynelmilel büyük partilere kadar bütün iş âlemini, sımsıkı, elinde tutar.

    Yahudi, yalınız, güç ve terletici vücut çalışmalarından nefret eder; böylece her şeyi zekâ ve kurnazlık manivelasıyla halletmekteki dehasını gösterir.

    ……

    Yahudilik kanunları, bir para aristokrasyası meydana getirmiştir. Dün, bugün ve daima, Yahudi, yabancıların sefaletine sebep olarak para kazanmıştır.

     

    O, kendi topraklarında otururken, ihtikâr yapamazdı. Memleket toprakları herkese taksim edilmişti. Zengin bir sınıfın teşekkülü imkânsızdı. Şahsi yorgunlukla hayatlarını kazanmaları lazımdı. Eğer, onların hükümeti, Filistin’de devam etmiş olsaydı, Yahudi’nin iktisadi hayatta yükselmesine asla imkan yoktu.

     

    Bir Yahudi, hiçbir vakit, diğer bir Yahudi’den zengin olmaz!

     

    Yahudi kanunu, yabancılarla ticaret yaparken, Yahudi’ye başka haklar verir. Bir kanun ona, şunu emreder:

     

    “Bir yabancıya ihtikâr yapabilirsin! Fakat kendi cinsine, asla!..”

    ....

    Onlar, bütün dünya yüzüne yayılmışlardır. Her tarafta ajanları bulunur.

    ....

    Dünyanın hakiki kapitalistleri ve güdümcüleri Yahudilerdir. Bu noktada Almanların kanaati şöyle izah edilebilir:

     

    “Her türlü ihtilal, Yahudi kuvvetlenme ve çürütme arzusunun ifadesidir. Sosyalist, demokrat ve serbest fikirliler partileri, yalnız Yahudi kuvvetlenme arzularının birer aletleridir.”

    ....

    Almanların gözleri, birdenbire açıldı:

     

    “Yahudilik, dünyanın en iyi organize edilmiş kuvvetidir. Onlar, şöyle bir birlik vücuda getirmişlerdir ki, nereye gitseler, zengin veya fakir, birbirlerine sadıktır.”

     

    Bu birliğin kuvvet vasıtaları: kapital, matbuat ve propagandadır.

    ....

    Ford’a göre Yahudi nüfuzu, (Şekspir) gibi bir dâhinin eserlerindeki bazı kısımları kaldırtmaya kadar gitmiştir. Bazı kütüphanelerden, istemedikleri eserler de yok edilmiştir.

    ....

    Yıl 1891-92… Fecaat hareketinden ( işkence, öldürmek ) kaçan Yahudiler, sığınak olarak İstanbul’u seçmişlerdi. Burada kalanlardan başka Selanik, İzmir, İskenderiye’ye giden de olmuştu. Bu zavallıların şu vaziyeti, İkinci Abdülhamid’in kafasında bir siyasi plan doğurmuştur. Bu planın tatbik kabiliyetini anlamak için, Türkiye Hahambaşısı ( Moşe Levi )yi 1893 senesinin nisan ayında saraya davet ve huzuruna kabul etmiştir.

     

    Abdulhamid, iltifattan sonra hahambaşıya şunu söylemiştir:

     

    “- Yahudilerin, muhtelif memleketlerde tazyiklere maruz kaldıklarını ve pek çok kişilerin de sığınak aramak için memleketime geldiklerini biliyorum. Gerek Rusya’dan, gerek başka memleketlerden çıkan Yahudileri memleketime kabul etmeye razı olurum. Maksadım bu gibi Yahudileri Şarki Anadolu’da yerleştirmek ve bu suretle yerli Yahudilerle beraber dördüncü orduya bağlı yüzbin kişilik bir kuvvet hazırlamaktır. Şayet kaşer ve turva ( kaşer, yenen ve turva yenmiyen yemekler ) hususunda bir engel varsa, bunu ortadan kaldırmak ve Yahudi dininin ahkâmına göre yemek pişirmek için hususi tertibat aldırırım. Buna ne dersiniz hahambaşı efendi?”

     

    Hahambaşı, Yahudi cemaatini askerlik hizmetine idhal etmek lütfunda bulunduğu için, padişaha teşekkür ederek, vakayı hahamhanenin ruhani meclisine bildireceğini söylemiştir.”

     

    Bu yazı, İstanbul Üniversitesinin eski ve meşhur Yahudi profesörlerinden ( Avam Galanti)ye ait… Başında da “ Hakikati konuşmaktan korkmayınız.” Tarzında bir vecize vardır. Âlemde hiçbir şey, bu yazıdaki menfi ruhu ve gizli kastı, kendisi kadar izah ve ifade edemez… Birinci ve ikinci kısımlar, alelusul, Türklere karşı kullandıkları iğfal ve iğva metodunun mükemmel bir numunesi ve Yahudi politikasının enfes bir örneğidir. Daima burada himaye gördükleri, saadete burada nail oldukları ve burayı kendilerine hakiki bir vatan bildikleri teranesi… Bu arada, dinen zahiren Müslümanlığı kabul etmiş bir Yahudi’nin hikayesi de pek manidardır. Üçüncü kısma gelince o, baştan başa bir şaheser.. Bu kısımda, ikinci Abdülhamid’e dair, bu zamana kadar bilmediğimiz, harikulade bir vesika daha elde ediyor ve bu zatın ne büyük bir insan olduğunu idrake yeni bir fırsat kazanıyoruz. Bizzat Yahudi profesörün nakliyle sabit oluyor ki, İkinci Abdulhamid, devrinin hahambaşını güya kendisine ve Yahudilere itimat göstermek politikası altında saraya çağırıp, Yahudi mültecilerin Şark Anadolu’suna yerleştirilmeleri ve orada ordu hizmetine de kabul edilmeleri hususunda bir danışma yapıyor. Yahudiler de, zahirde fevkalade büyük bir itimat eseri telakki etmeye mecbur oldukları, fakat hakikatte asla yanaşmayacakları bu teklifi, minnetle kabul etmeğe mecbur oluyorlar. Hâlbuki Abdulhamid’in gayesi, böyle bir tertiple bu mazarrat ve hiyanet unsurlarını memleketin en sağlam mıntıkasında torba içine almak ve böylece onların büyük şehirlerdeki tabiyesine mani olmaktır. Nihayet, Yahudi dehasını yenmekte bize tek misali veren Abdülhamid’in inceliğini de yine bir Yahudi’den öğrenmiş oluyor; bu büyük insanın niçin Yahudi intikamına uğradığını anlıyoruz.

    ....

    Yahudi, tek cümleyle, dünyada dini, milli ve fikri birlik adına ne varsa onu lif lif çözmeye, bozmaya, harap etmeye memur, bozguncu, fesatçı tipidir. Kısacası, Yahudi bellibaşlı bir ruh saikiyle müstakil bir millet teşkil edememiş ve bütün dünya milletleri içine yayılmış olan kavminin fert fert menfaatini koruma, bunun için de bu menfaate karşı gelecek her çeşit bütünlüğü parçalama rolündedir.

    ....

    Yahudiler, bugün olduğu gibi Filistin’i hep beraber oraya göç etmek ve müstakil millet olarak yaşamak için değil, yine her tarafa dağılmış ve her tarafın kanını emmeye memur bulunduğu halde göstermelik bir vatan diye istiyorlar ve orasını bir hâra gibi kullanıp dünyanın en nazik yerinde işgal edecekleri köprübaşiyle cihan siyasetine tesir etmeyi hesaplıyorlardı.

     

    MASONLUK

     

    Netice olarak verilecek hüküm masonluğun, insanlık ve kardeşlik gibi aslında mübarek ve muazzez mefhumları perde edinerek Yahudi kapitalizmasını koruyan ve gizli Yahudi menfaatlerini savunan, din ve milliyet vahdetlerini bozucu ve onların yerine geçmek isteyici bir müessise olduğudur.

     

    18. ve 19. asırlarda, Yahudi kapitalizmasının polisi mevkiindeki masonluğun mihveri etrafında çalışan başlıca devletler, İngiltere, Fransa ve İtalya’dır. Büyük Asya bütününü tam bir istismar sahası haline getirmek, buna mani her engeli ortadan kaldırmak ve İslam topluluk, birlik, şahsiyet ve istiklalini kökünden kazımak…

    ....

    1854 Kırım seferi, Türkiye’yi, Avrupalılık gayret ve hakimiyetini henüz arslan payı alacak dereceye çıkarmamış bulunan ve hiçbir inceliğe akıl erdiremeyen vahşi ve kaba Moskof ayısının pençesinden kurtarıp, adil ve arif(!) Batı Avrupa dünyasının elinde adilane ve arifane sömürmek ve öldürmek için tertiplenmiş bir emperyalizma planından başka bir şey değildir. Yoksa Türkiye’nin ittifakına koşanlar arasında, kimse, Türklerin kara gözüne âşık olamazdı.

    ....

    Kırım seferinden sonra, İngiliz, Fransız ve İtalyan masonları, Türkiye’de loca açmak mevzuunda birbiriyle yarışa koyuldular. Hak, vazife, adalet, her türlü kanaate hürmet, vicdan hürriyeti, beşeriyet, insaniyet gibi, yalancı şahitliğe memur kukla tabirler, o devrin münevver geçinen başlıca sığ ve yassı kafalarını zapt ve fethetmeye kâfi geldi.

     

    Hemen hemen bütün Tanzimat edebiyatçıları abrarane fikirler besleyen teşekküllerin, birer kahraman zannedilmiş ve zannettirilmiş büyükleri, bu aşağılık hilenin kurbanı olacak kadar entipüften insanlardır. Bunların arasında da, Şinasiler, Namık Kemaller gibi, ileride ve bilhassa Masonların büyüttükleri ve kahraman gösterilmeğe muvaffak oldukları örnekler vardır. 19. asrın, karaya vurmuş ve şişmiş bir balina gibi kör, sağır, dünyadan habersiz İstanbul entelektüeller ve Avrupa hayranları âleminin gaflet derecesi, efsanevidir. Masonluğun nüfuz derecesine bakın ki, ilk defa olarak bir Türk Padişahı “Halife-i rûyu zemin” Sultan Murat; kendisinden sonraki muazzam ve muhteşem devlet reisi Abdulhamid’in biçare selefi, bizzat masondur!

     

    …İttihat ve terakki cemiyetinin tam ve açık bir mason eser ve müessiri olduğunu kısaca belirtmiştik…

    Nihayet 31 mart hadisesinin bastırılmasıyla beraber, ittihat ve terakki lideri Talat beye masonlukta nihai bir adım daha attırıldı ve bu zat baş köşeye oturtuldu: Üstad-ı Azam… Ve koca vatan, her şeye rağmen namuslu ve iffetli, fakat tam bir bön ve cahil adam olan bu bedbaht sadrazam veya Üstad-ı azam devrinde büyük izmihlal ve inkisamını idrak etti.

     

    Birinci dünya harbini doğuran sebepler, büyük iktisadi ve siyasi rekabetler, birbirine zıt her kutbuyla Türk bütünlüğüne düşman olmakta müttefikti.

     

    Ve masonluk, garp dünyasının, Asya’nın hâlâ yanmakta devam eden son kandili olan Türkiye’yi tasfiye etmek için kullandığı öldürücü vasıtalardan ancak bir tanesiydi.

     

    MASONLUĞUN İÇ YÜZÜ – VESİKALARLA MASONLUK

     

    “Hiçbir münevver insan, hatta tabiat ilmini azıcık anlayan bir kimse, ne mucizelere ne de ilahi kudrete inanabilir. Hürriyet, akıl, terakki; hakiki insanlığa yegâne yol, imansızlıktır.”

    ( Mason Büchner’in, Der Got Begrif kitabından… )

     

    “ Unutmayalım ki, biz din düşmanlarıyız! Localarımızda bütün gayretlerimizi göstererek, dinin her tezahür şeklini imha edeceğiz!”

    ( Belfort kongresi – mayıs 1911 )

     

    “Dindarlara ve mabedlere galip gelmek kâfi değildir. Asıl maksadımız dini imha etmektir.”

    ( Beynelmilel kongre,1900,sh. 102 )

     

    “ Bütün siyasi müesseseler tabiatiyle masonların elindedir”

    ( Asamble generale de grande Orient – 1888 )

    ....

    Bir İngiliz edibi, masonluk ve Yahudilik arasındaki münasebeti tebellür ettirmek maksadiyle:

    “ Mason, eğer doğuştan bir Yahudi değilse muhakkak ki, suni bir Yahudidir” demiştir.

    Masonluk sadece bir alettir; ve masonluktan daha yüksek ve daha gizli bir teşkilatın, yani Yahudinin hizmetçisidir.

    ....

    “Hedefimiz dinsiz ve Allahsız bir hükümet vücuda getirmektir”

     

    ( Birinci beynelmilel kongre, Paris, 1889 )

    ....

    “1789’da itibaren Büyük Fransız İhtilalinde ortaya atılan, hürriyet, müsavat, uhuvvet mefhumları bizim malımızdır. Pozitivizma, ümanizma, rasyonalizma, natüralizma, determinizma, septisizma ve sosyalizma hep bizden doğdu. Daima yeni prensipler tesis etmek, insan kafasını allak bullak hale getirmek ve neticelerini hiç umursamamak, bir ( illüminatör ) namıyla maruf mason tarikatının kurucusu olan ( Adam West Haypt )ın emridir.

     

    115 Meşhur Mason Listesinden Seçmeler: ( Kitapta 115 kişinin adı verilmektedir. )

     

    Ahmet emin yalman ( Malum gazeteci, dönme – 33 derece )

    Burhan belge ( Muharrir – Eski mebus – tanışığı )

    Celal Bayar ( Baş mason )

    Cemil ipekçi ( sinemacı – dönme – rense )

    Cemil sena ongun ( Öğretmen- felsefeci- 33 derece – cenup yıldızı )

    Falih Rıfkı atay ( Malum gazeteci – aydın )

    Faruk nafiz Çamlıbel ( Eski öğretmen ve şair – aydın )

    Hasan ali yücel ( Meşhur maarif vekili – 14 derece- muhibbanı hürriyet )

    Lütfi Kırdar ( Eski İstanbul valisi – eski bakan – 33 derece – etfal doryan )

    Mithat cemal Kuntay ( Şair ve romancı – Zuhal )

    M. Kemal Öke ( Dr. Ve prof. – 33 derece – Meşriki azam – ferlik locası )

    Nadir nadi ( Cumhuriyet gazetesi başyazarı – özkardeş )

    Nurullah ata ( Meşhur münekkid – İstanbul )

    Ömer rıza doğrul ( Muharrir – sözde İslam mütefekkiri – selamet )

    Reşat nuri ( Romancı – İstanbul )

    Samet Ağaoğlu ( Eski Bakan – Zuhal )

    Süleyman Demirel ( Eski mühendis – Başbakan – Bilgi )

    Yakup kadri ( Romancı – Eski sefir- Cumhuriyet yıldızı )

     

    DÖNMELİK

     

    Miladi 17. asır ortaları.. Müthiş bir rivayet, İzmir kıyılarından başlayarak, Filistin, Yunanistan, Şimali Afrika ve Cenubi Avrupa sahillerini dalgalandırmakta… Rivayet gerçekten müthiş:

     

    -İzmir’de bir Mesih türemiş !..

     

    .. her devrin fırsat ve imkan kollayıcısı olan Yahudi, arada bir kendi hemcinslerini dolandırmaktan çekinmemiş ve bir çok devir ve mahalde ve bir çok defa Yahudilerin içinden “ Mesih” olmak iddiasında kalpazanlar türemiştir. Yahudilerin bu “ Mesih” ideali, hasseten vatanlarını kaybettikten sonra büsbütün azmıştır..

     

    Sene 1648.. İzmir’de Sabatay Sevi isminde ve 22 yaşında bir Yahudi “ Mesih”liğini ilan etmiştir..

     

    İşte dünyanın en garip maceralarından birini geçirdikten sonra Edirne sarayında Müslüman edilecek (!) ve Mehmet ismini takınacak(!) olan bu Yahudi, ismine bir de aziz ismini sıfat manasıyla ekleyip, Türk ve Müslüman bünyesi içine, Yahudilikten daha aykırı gizli bir ruh ve mezhep sahibi olarak girecek ve dönmeliğin başı ve tohumu olacaktır.

    ....

    Aziz Mehmet efendi bağlısı sahte Müslümanlar, İzmir ve İstanbul’da kümelenerek aile aile parçalara bölündü, fakat aralarında müthiş bir vahdet belirtici ( dönmelik ) sınıfını kurdular; ve suretâ Yahudilerden ayrı, müstakil ve hatta onlarca benimsenmez şekilde bambaşka ve çok daha zararlı bir Yahudilik ocağı işletmesini meşrutiyet yıllarına kadar sürdürdüler.

     

    Meşrutiyet hareketi ise dönmeliğin zaferi oldu. Bu hareketle, başta dönmelik, masonluk ve Yahudilik el ele davrandı ve ikinci Abdulhamid’in şahsında tecelli eden dini ve milli Türk birliğini, ahlakını, ananesini çürütme hamlesine girişti. İttihat ve terakkicilerin kucak açtığı meşhur maliye nazırı Cavit, divan-ı harp reisi ve kumandan remzi paşa, sahte Türkçülük cereyanının şakşakçısı Halide Edip gibi dönme tipler meydanı doldurdu, ( sosyete hayatı ) yaftası altında şişli muhiti ve salonları kuruldu, aynı sahtelik “ Edebiyat-ı cedide”ye de aşılandı ve ulu hakan’ın tahttan indirilmesinden sonra tepetaklak giden milli ahlak, büyük şehirlerde tam bir çürüme halinde bugüne kadar geldi.

     

    Üsküdar’daki hususi mezarlıklarına kadar Müslümanların ve Türklerin arasında, aynı hüviyeti taşıyarak tam bir ayrılık hayatı yaşayan dönmeler, ticaret ve sanayi hayatına hâkim olarak Türk’ü çürütme gayesini hiçbir devirde ihmal etmediler ve buna göre devirlerin cereyanlarını istismar etmeyi bildiler.

×
×
  • Create New...