Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Bir baba ve oğlu... Baba ki, evladının sorumluluğu onun üzerindedir. En büyük emanet olan imanından sonra, sırtına yüklendiği ikinci yük, bir evlada sahip olma, onu yetiştirme, emanetin önemini anlayacak seviyeye getirme ..

     

    Çocuk ki, yaptığı iyi veya kötü amellerle, babası bu dünyadan göçtükten sonra da amel defterinin kapanmamasına vesile… Mahşer günü, mahkeme-i kübranın kurulduğu o gün, bir baba sadece kendi amellerinden değil, kendi yetiştirdiği, ruhunu şekillendirdiği oğlunun yaptıklarından da sorumlu olarak, oğlunun derisine, oğlunun amellerine sarılmış olarak dönecek. Kendi derisinin üzerine bir deri daha eklenmiştir ki, o deri; dinini öğretmekle mükellef olduğu oğlunundur.

     

    Mahşer, baba ve oğul üçlüsünün hâkim olduğu son kıta, - yanılma ihtimaliyle birlikte -anlatılmak istenenin bu olabileceğini söylüyor bana.


  2. Ölümü düşünmeyen hiçbir insan ve onu şiirine konu etmemiş hiçbir şair hemen hemen yoktur. Çünkü "ölüm", dünya görüşü ne olursa olsun, her sanatçı için bitmez tükenmez bir kaynaktır. Materyalist bir şair onu varlığın sonu olarak görürken inançlı şair için ise o, yeniden doğuş, ebedi hayata giriştir. Nitekim her ikisi de onda büyük şeyler bulur ve onu işler.

     

    Çağdaş edebiyatımızın büyük şairlerinden Necip Fazıl da şiirinde "ölüm"e büyük yer ayırır. Onun ölüme bakışını da tıpkı hayatı gibi ikiye ayırabiliriz: Mürşidini* tanımadan önce (1934 öncesi) ve Mürşidini tanıdıktan sonra (1934 sonrası). Şairin bütün şiirlerini topladığı Çile kitabında** toplam 14 bölüm var. Bunlardan üçüncüsü olan "ölüm" bölümünde ise 39 şiir yer alıyor. Ama bu demek değildir ki sadece bu bölümdekiler ölüm şiiri. Kitabın diğer 13 bölümündeki şiirlerden birçoğunda ona bir dokunuş yahut da dayanak noktası bulmak mümkün.

     

    Şimdi yazıldığı devreye göre bazı şiirleri inceleyelim.

     

    İLK YILLAR (1934 ÖNCESİ)

     

    Daha şairliğinin ilk yıllarında bile onda ölüm düşüncesinin önemli bir yeri vardır. Fakat bu yıllarda şaire hakim olan duygu korku ve tedirginliktir. Mesela 1925 tarihli "Ölünün Odası" adlı şiiri buna bariz bir kanıt olarak gösterebiliriz. İlk mısralar bir cesedin bulunduğu odayı tasvir eder:

     

    "Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş

    Yerde çıplak bir gömlek korkusundan dirilmiş

    Süt beyaz duvarlarda çivilerin gölgesi

    Artık ne bir çıtırtı ne bir ayak sesi" [1]

     

    Ardından yine aynı ürpertici üslubuyla cesedi tasvire başlar:

     

    "Yatıyor yatağında, dimdik upuzun ölü

    Üstü boynuna kadar bir çarşafla örtülü

    .......

    Sarkık dudaklarında asılı titrek bir an

    Belli ki birden bire gitmiş çırpınamadan"

     

    Ama son iki mısraya baktığımızda dışardan bir gözlemci edasıyla tasvir ettiği ölü bir anda kendisi oluverir:

     

    "Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm

    Bana geldiği zaman böyle gelecek ölüm"

     

    Henüz 21 yaşındaki bir gencin ölümü bu kadar yakınında hissetmesi onu şuuruna ne denli işlediğinin bir kanıtıdır.

     

    Şairin meşhur olmasını sağlayan 1927 tarihli 'Kaldırımlar' da bu noktada ele alınabilir. Şiirin geneline hakim olan duygular yalnızlık, bunalım vb. görünse de Kaldırımlar 1'in son kıtası ölüm temennisiyle biter:

     

    "Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya

    Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi

    Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya

    Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi" [2]

     

    Şiirin genelinde dile getirilen buhranın çaresi ölümdür. Yine aynı şiirin ikincisinde de (Kaldırımlar 2) ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu vurgular:

     

    "Yağız atlı süvari koştur atını koştur

    Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları" [3]

     

    Şairin en bilinen şiirlerinden "Anneciğim"de de ölüm düşüncesinin kendisini belli ediyor. Uzaklarda, gurbette olan bir gencin annesine duyduğu özlem, çok değişik duygular içinde terennüm eder. Müthiş bir karamsarlık ve kadercilik şiire apayrı bir hava katıyor. Ve de tahmin edileceği gibi sonuç ölümle bağlanıyor. Fakat burada ölüm anneye bağlı. Onun içinden gelen sese tam bir teslimiyet var:

     

    "Gözlerinde aksi bir derin hiçin

    Kanadın yayılmış çırpınmak için

    Bu kış yolculuk var diyorsa için

    Beni de beraber al anneciğim" [4]

     

    Yine gurbetteki bir gencin annesine duyduğu özlemi dile getiren 1924 tarihli "Anneme Mektup" şiiri de ölüm korkusuyla bitirilir. Yalnız burada korkulan ölüm değil anneyi göremeden ölmektir. Nitekim şiire göre de ölüm kapıya dayanmıştır:

     

    "Son günüm yaklaştı görünesiye

    Kalmadı bir adım yol ileriye

    Yüzünü görmeden ölürsem diye

    Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim" [5]

     

    Evet, 30 yaşına kadar "arayış devresi"nde"ki bir şairin ölüme bakışı ve onu dile getirişi... N.Fazıl'ı tanımayan ve okumayan kimi insanlar, görüyoruz ki onun 30 yaş öncesini bir "inkar devresi" olarak adlandırıyor. Tam tersine kendisini mistik bir dünyaya doğru ta başından yönlendirdiğini anlıyoruz. İnkar devresindeki biri ölüme bu yakınlıkta durabilir mi? Elbette hayır. O, 30 yaşına kadar birçok şeyden habersiz "Gerçek Haber"i, "İlahi Nefes"i arayan biriydi. Hatta 1926'da;

     

    "İnsanın unuttuğu

    Allah'ı zikredelim" [6]

     

    diyecek kadar O'nu arıyordu. Mürşidi vasıtasıyla da aradığını buldu ve inancını bayraklaştırdı. Hülasa, o hiçbir zaman münkir olmadı.

     

     

     

    1934 SONRASI

     

    Bu tarihten 1943'e kadar yani dokuz sene, şairin ömrünün sonuna kadar savunacağı fikirlerinin şekillenmesi ve özümsenmesi söz konusudur. 1943'te Büyük Doğu'nun doğmasıyla artık şair kimliğinin yanına cumhuriyet tarihinin en gözü kara fikir ve aksiyon adamı sıfatını da alıyor. Dolayısıyla yazmış olduğu şiirler de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu dokuz senelik zaman diliminde şair, ölümü ve hayatı kendi merkezinden tanımaya çalışır:

     

    "Hep ben, ayna ve hayal, hep ben pervane ve mum

    Ölü ve Münker Nekir, baş dönmesi uçurum" [7]

     

    Yukarıdaki şiirin tarihi 1939. Yine bu tarihte yazılmış "Çile" şiiri de onun için bir yoğruluştur. Hayatla, ölümle, nefisle, sualle... Nitekim kainat nizamını anlamaya çalışırken "son"u merak eder:

     

    "Niçin küçülüyor eşya uzakta

    Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl

    Zamanın raksı ne bir yuvarlakta

    Sonum varmış, onu öğrensem asıl" [8]

     

    1964 tarihli "Zeybeğin Ölümü" ise şairin fikir ve aksiyon cihetinin bir ürünüdür. Burada zeybek, Adnan Menderes'tir. 20, asırda demokratik(!) insanların astıkları bir lidere yakılan ağıttır bir nevi. Necip Fazıl'ın bu olaydan üç yıl sonra kaleme aldığı şiir, duyduğu teessürün ne denli derin olduğunu gösterir:

     

    "Zeybeğimi birkaç kızan vurdular

    Çukurda üstüne taş doldurdular

    Bir de ya kalkarsa diye kurdular..." [9]

     

    "Mezar" mefhumu N.Fazıl'da ayrı bir sima kazanır. Onu varlığa yol veren geçit olarak görür. 1969'da yazdığı "Karacaahmet" şiirinde mezarlık adeta canlıdır. Ve hatta gelip geçen insanlar hakikatte gaflettedirler. Çünkü dünya bir "oyun"dan ibarettir:

     

    "Kavuklu, başörtülü, fesli başaçık taşlar

    Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar

    Kum dolu gözlerle süzüyor insanları

    Süzüyor sahi diye toprağa basanları" [10]

     

    "Mezar" başlığındaki 1978 tarihli şiir ise bir nevi orasını tanıtır. Bu dünya ve bu dünyalıklardan çok farklı bir yer olduğunu şöyle anımsatır:

     

    "Kapıya ne icra memuru gelir

    Ne Birinci Şube Sivil Polisi

    İçerde kimine kuş tüyü sedir

    Yüzüstü toprağa düşer kimisi" [11]

     

    1972 tarihli "Orada" şiiri kaçınılmaz son'un artık yaklaştığını söyler. Ufka yaklaşıp batmaya yüz tutmuş güneş gibi ömür de batmaya yüz tutmuştur:

     

    "Güneş mızrak boyu yaklaştı ufka

    Camlarda renklerin veda cümbüşü

    Ey gönül madenin ne kadar yufka

    Yeter ağlamana bir kuş ötüşü" [12]

     

    Lakin bu kıt'anın ardından bir ümidi dile getiriyor. Ölüm korkusu ancak ölünceye kadar ve "Gerçek" ölümle başlıyor:

     

    "Ölüm dedikleri ölünceye dek

    Dünya, balı zehir yalancı petek

    Orada bulursun biraz bekle tek

    Burada yaşamak sandığın düşü" [13]

     

    Biraz önce de belirttiğimiz gibi N.Fazıl, şair kimliğinin yanında büyük bir fikir ve aksiyon adamıdır. O, ömrünün sonuna kadar mukaddes davasına hizmet etmiş ve onun yükselmesi için 'madden ve manen' gözünü budaktan esirgememiştir. Bundandır ki kimi şeyler onda bir ukde olarak kalmıştır. 1975 tarihli "Hasret" şiiri de 'hasret' duyduğu şeyleri yapamadan, ukdelerine kavuşamadan ölmenin vereceği bir üzüntü anının ürünüdür:

     

    "Ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda

    Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda" [14]

     

    Ömrünün son yılları onu ölüme o kadar ısındırmıştır ki ölmek artık bayram demektir. Bayrama nasıl girilirse ve o nasıl karşılanırsa ölüm de öyle olmalıdır. 1982 tarihli Bayram şiiri:

     

    "Ölüm ölene bayram bayrama sevinmek var

    Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var" [15]

     

    Yukarıdaki şiirden beş yıl önce yazdığı '"Güzel Şey" ise tarifi imkânsız bir şekilde ölümü güzelleştiriyor. Müjdecinin, Kurtarıcının başına da gelen ölüm, ancak 'güzel ' olur:

     

    "Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber

    Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?" [16]

     

    SON ŞİİR...

     

    Gerek edebiyatımız gerekse fikir hayatımızda doldurulamayacak bir yere sahip N.Fazıl için de Gerçek'e yürüme zaamanı gelmişti. Yazmış olduğu onlarca eser, muhakkak makaddes davaya hizmetten başka bir şey değildi. 79 yıllık ömrünün büyük bir bölümünü uğruna harcadığı gençlik, artık onu omuzlarında sevgiliye götürecekti. İşte, "Sevgili"ye kavuşmadan önce yazdığı son şiiri, bizleri düşünmenin kapısına bir kez daha bırakıyor. Asla yerine oturmamış fakat ilk önceleri beynini ısırmış bir "yokluk" düşüncesinin olduğu anlaşılıyor bu şiirde. Ama mütakip mısrada, materyalistin beynine bir balyoz gibi inecek soru geliyor:

     

    "Sonum yokluk olsa bu varlık niye?"

     

    Şiirin ikinci kıt'asında ise "yokluk" çok farklı bir anlam buluyor onda. Belki de 'Var' olanın tecellisi konumunda. Hepsi iki kıt'alık şiir şöyle:

     

    ZEHİR

     

    Çocukken haftalar bana asırdı

    Derken saat oldu derken saniye

    İlk düşünce, beni yokluk ısırdı

    Sonum yokluk olsa bu varlık niye?

     

    Yokluk sen de yoksun, bir var bir yoksun

    İnsanoğlu kendi varından yoksun

    Gelsin beni yokluk akrebi soksun

    Bir zehir ki hayat özü faniye [17]

     

    ______________________________

     

    * Seyyid Abdü'l Hakim Arvasi

    ** "Mal sahibi bensem,bunları istemediğim, tanımadığım,çöplüğe attığım bilinsin.... İşte şiir kitabım, bu, hepsi bu kadar." (N. Fazıl Kısakürek, Çile, B.Doğu Yayınları, 46.baskı, İstanbul 2002 sayfa 11)

     

    KAYNAKÇA

     

    [1] N.F.KISAKÜREK, Çile, B.Doğu Yayınları, 46. baskı, İstanbul 2002, syf. 120

    [2] age syf. 158

    [3] age syf. 157

    [4] age syf. 322

    [5] age syf. 229

    [6] age syf. 178

    [7] age syf. 67

    [8] age syf.17

    [9] age syf. 384

    [10] age syf. 171

    [11] age syf. 130

    [12] age syf. 115

    [13] age syf. 115

    [14] age syf. 143

    [15] age syf. 148

    [16] age syf. 153

    [17] age syf. 310

    • Like 3

  3. üstadım seni gibisi acaba gelecek mi dünyaya?zannetmiyorum gelmez ve gelmiyecek sen gibi olmak mümkün değil neden mi? çünkü yazdığın şiirlerin kelimeleri hatta harfleri yerli yerinde kullanacak birisi yetişemez

    İnşallah gelecek ve yetişecek kardeşim. Üstadımızın, maya tutması için bütün bir ömrünü feda ettiği neslin içinden çıkıp, dedelerimizden bizlere miras kalan kudret ve zafer dolu günlerin aşkına, yeniden denizlerden dağlara tırmandıracaklar gemileri..


  4. Aman efendim yazarken de, okurken de çok dikkat edelim. Ne zaman iç âlemine baksak yükseklik korkumuzu depreştirecek kadar derin bir iç dünyaya sahip olan nfk fan kardeşimiz satır aralarında değil de, kendi ruh dünyasında kaybolursa, onu oradan çıkaracak insanı da bulamayız. Belki bu şiire mukabil yazılan bir nazire onu kurtarabilir :)

     

    Latifeyi yukarıda bırakıp devam edelim. Bu şiirin (?!) muhayyilemde teşekkül ettirdiği bir insan numunesi var.

     

    Kendisine verilen çok kuvvetli manevi kudretleri kendi ruhu dışında bir muhite ilhak eden, her türlü vehmi dimağında gezdirmeyi mefkûre edinmiş, buna müteakip baş ile sonu, gövde ile kökü birbirinin tersi istikamette yol aldırıcı bir çizgiye ulaşmış insan tipinin kaleminden gayri ihtiyari çıkan imdat çığlıklarıdır bunlar. Bir sayıklamadır. Hele şu yaşasın cumhuriyet yok mu...

    şiiri serdengeçti kardeşimize mâl etmeyelim. :) Kendi yazmadığını belirtmiş.


  5. Miralay mütekaidi 87’lik Hasan Sabri Beyefendi, torunu 25’lik Birsen’in suratına kezzap döküp yüzünü hurdehaş ve gözlerini kör etme suçundan Ağır Ceza Mahkemesi huzurundadır:

     

    Reis sordu:

     

    -Müdafaanız, hazır mı ?

     

    -Değil, Reis Bey!

     

    -Müdafaa yapmayacak mısınız ?

     

    -Kanunun suç saydığı hareketimi bu vasfından kurtarmak için ne söyleyebilirim?

     

    -Sizi bu harekete zorlayan sebeplerin neler olduğunu söyleyebilirsiniz!

     

    -Ne çıkar, Reis Beyefendi; bunlar mahkemece kabul edilebilir şeyler olmadıktan sonra ?...

     

    -Hafifletici sebepler olabilir.

     

    -Böyle bir gayret, bana yöneltilen suçu kabul etmemek olur. Bense onun cürüm değil fazilet olduğunu iddiasındayım. Kendimi müdafaaya nasıl tenezzül edebilirim ?

     

    -Müdafaanız bu kadar mı?

     

    -Hepsi bu kadar …

     

    Avukat parmağını kaldırıp yerinden fırladı:

     

    -Muhterem başkanım! Sanık, yaşadığı ruh haleti bakımından nefsini savunmak istemiyorsa, bu nokta, belki masumiyetinin ayrı bir delilidir. Bu hal, mahkemeyi hissiz bir karara götürmekte amil olamaz. Sanığın, hadiseden birkaç ay evvel torununa yazdığı bir mektubu ele geçirmiş bulunuyoruz. Müsaade ederseniz okunsun ve müdafaaların en parlağı halinde dosyaya konulsun…

     

    Mahkeme başkanı, kendisine uzatılan mektubu alıp bir göz attı, sağında ve solundaki üyelerle küçük bir fısıltıdan sonra mektubu zabıt kâtibine verdi:

     

    -Okunsun!

     

    Zabıt Kâtibi, virgül ve nokta tanımayan donuk bir tekerleme ile okuyor:

     

    -Torunum Birsen !... İşte, felaket senin isminden başlıyor. 50’lik annenin adı Jale, 75’lik anneanneninki de Fatma… Bak, anneannenden sana kadar gelen iç nesil birbirinden, isimlerine kadar ne keskin ifadelerle ayrılıyor, ben 87 yıllık hayatımda, belki modası geçmiş bir örnek şeklinde feraceyi, sonra hayatın malı olarak kapalı çarşafı, derken açık robu, peşinden “ Tango-çarşaf” dedikleri kılığı gördüm. Arkasından manto, tam açık Avrupalı robu, gittikçe kısalan etek, mayo, bikini-mayo ve nihayet mini etek… Bu sonuncusu, benim gördüklerimi görene ve inandıklarıma inanana ölüm darbesi kadar ağır gelmeliydi. Sabahlara kadar ellerimi açıp Allaha “ canımı al ve bu manzarayı bana gösterme “ diye ettiğim dua kabul edilmedi. Ölemedim! Evet, anneannenden başlayıp yine onda devam eden kapalı, açık ve tango-çarşaf, annende büsbütün açık kostüme ve sende mini-eteğe kadar ulaştı. Muazzam terakki…

     

    Çizgileri bu derecede keskin hiçbir terakki grafiği gösterilemez. Anneanneni, birici dünya harbi mütareke yıllarında, cephe dönüşü tango-çarşaf içinde gören ve tokatlayan ben, annendeki açık roba, ancak, arkasındaki nesillerin getirmeye başladığı felaket yüzünden tahammül edebildim. Ama sende her şey değişti. 87 yaşında, senin getirdiğin son örnekledir ki, öküz arabasından otomobile ve (jet) uçağına kadar neslimin zaman çerçevesine sığdığını gördüğüm korkunç inkılâpların manasını sezer gibi oldum. Dünya ve insanlık, sonsuz bir mesafe hattı üzerinde, fezanın dipsiz bir noktasına doğru kaymakta ve ruh, ahlak, din, edep gibi mefhumları, gittikçe küçülen ve sönen yıldızlar gibi gerilerde bırakmaktadır. Felsefe tahsili gören senin, ne demek istediğimi anlayacağın ümidi içinde, dili 5- 10 kelimelik bir kurbağa lûgatçesine indirilmiş, dimağî cihazı iptal, hazım cihazıyla tenasül cihazı ise ihya edilmiş bir “kuşak” tan geldiğine göre hiçbir şey anlayamayacağın korkusunu da içimde taşıyorum. Her neyse !.. Beni anlamaktan ziyade kararımı bilmen yeter! Ben bu devirde en sönük bir kıvılcım taşıyan bir babanın bile takdir edebileceği hakikat olarak, kız evlada sahip olmayı, kanser illerinden daha felaketli görüyorum! Kız evlat sahibi olanlar, varsın, başlarına toprak çalsın!

     

    Ben bu felaketi annende biraz, sendeyse yüzde yüz tattım. Ne yapayım ki, hem annende, hem de sende, kız evlat sahibi olmak nasibimi değiştirebilmek elimden gelemezdi. Öyle bir hengame ki, bu küfür devrinde kız evlatlarını diri diri gömen ve mukaddes dinimizle cinayetleri durdurulan babalara şimdi sorabilirsiniz : “ İşlediğiniz korkunç cinayetlere 14 asır sonra özür biçecek bir devir gelebileceğini tahmin edebilir miydiniz? “ Dinimizde yeri olmayan böyle bir özrü, günahların en büyüğü olduğunu bile bile kabullenmekte ve din gayesi yolunda kullanmakta, bilmem affı kabil bir nokta var mıdır ? Yoktur ! İnsanı bu çapta alçak bir özrün yanına kadar getiren kötülük şartlarından Allah’a sığınmaktan başka yapılacak şey mevcut değildir. Ama ben bunu da tam yapamadım ve tesellimi bulamadım. Bu halleri görmemem için gözlerime toprak dolmalıydı; o da olmuyordu. Allah bu manzarayı seyretmeye beni mahkûm etmişti. Ne senin sürdüğün, ne de annenin sürdüğü iğrenç hayat üzerinde durmaya değer ! Ne annenin içkisi ve kumarı, ne senin “ Ye-Ye”ciliğin ve esrarkeşliğin bana fazla bir acı verebilir. Şu, suratınızda tek rikkat ve merhamet çizgisi bırakmayan inkâr ve ihtilaç halinizi, ruhi sefalet ve şenaat hayatınızı örnekleştirmek, içtimaileştirmek gayretinizdir ki, taşıdığı sosyal mana bakımından beni çıldırtıyor! Bu işin temsilcisi mini etektir; ve yarım asırdır yukarıya doğru çekile çekile bayraklaştırmak istediği manaya doğru yükselen örtü, nihayet mini etekle gayesine varmıştır. Her kadını her erkeğin malı kabul edici sosyal bir vitrin…Ayrıca bu vitrinde, kadın vücuduna ait hiçbir mahrem nokta tanımamak gibi bir sosyal ölçü.. Beni kıvrandıran, inleten nokta, mini etekte her şeyin içtimai bir manaya gittiği, cemiyet meydanında aleni bir kıymet hükmüne misal olduğu ve ferdi sınırı aştığıdır. Eğer sen, anadan doğma çıplaklar diyarına gitsen ve onlardan olsan, bu kadar acı duymazdım. Bu şekilde sen, batan bir cemiyette batış sebebini heykelleştiren örnek tiplerden oluyorsun demektir ve bütün felaket, işte körüklediğin bu içtimai mana üzerindedir. Kanımdan böyle bir son örnek fışkırdığını göre göre ölümü bekleyemem !

     

    Sana, her şey bir tarafa, sadece eteklerini diz kapaklarından aşağıya indirmeni ve öbür günahlarını, günah olduklarını bilerek ve biraz utanarak işlemeni, hiç değilse gizlemeyi bilmeni ihtar ederim ! Mini etek, günah utancını atmanın ve gizliliği kaldırmanın sembolü olmuştur ki, diz kapaklarının üstünde açtığı dört parmak mahrem yere karşılık ruhlarda yırttığı ve kanattığı mıntıka bakımından belaların en büyüğü makamındadır.

     

    Ben her an bu manayı torunumun diz kapakları üstünde bir nişan gibi seyrederek yaşayamam ! Hiç değilse onu yaşatmam ve neslimi kuruturum. Beni anlayacaksan anla ve şu pek basit işi kabul et! Eteklerini diz kapaklarından bir iki parmak olsun, aşağıya indir ki, ben nefes alabileyim, nefes aldığımı hissedebileyim…”

     

    Miralay mütekaidi, 87’lik Hasan Sabri Beyefendi birden doğrularak haykırdı:

     

    -Ve suratına kezzap döküp eve mıhlanmaya mecbur ettim kahpeyi… Siz de beni zindana mıhlayın ki, bu cemiyeti seyretmekten kurtulmuş olayım…

     

    ( 1967 )

    • Like 2

  6. "Ahmet Haşim, modern Türk şiirinin Batı şiiriyle ilk gerçek karşılaşmasıdır. Bugüne kadar hiç eskimeden ve değerini yitirmeden gelen kendi şiir anlayışını Piyâle’nin başına koyduğu “Şiir Üzerine Bazı Düşünceler” adlı yazıda şöyle dile getirir: “Şair ne bir hakikat habercisi, ne güzel ve etkileyici konuşan insan, ne de yasa koyucudur. Şairin dili, “düzyazı” gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere var olmuş, müzik ile söz arasında, sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir...”

     

    O BELDE

     

    Denizlerden

    Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.

    Bilsen

    Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan

    Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!

    Ne sen,

    Ne ben,

    Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,

    Ne de âlâm-i fikre bir mersâ

    Olan bu mâi deniz,

    Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.

     

    Sana yalnız bir ince tâze kadın

    Bana yalnızca eski bir budala

    Diyen bugünkü beşer,

    Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,

    Bulamaz sende, bende bir ma'nâ,

    Ne bu akşamda bir gam-i nermîn

    Ne de durgun denizde bir muğber

    Lerze-î istitâr ü istiğnâ.

     

     

     

    Sen ve ben

    Ve deniz

    Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz

    Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,

    Uzak

    Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak

    Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...

     

    O belde?

    Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;

    Mâi bir akşam

    Eder üstünde dâimâ ârâm;

    Eteklerinde deniz

    Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.

    Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,

    Hepsinin gözlerinde hüznün var

    Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;

    Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir

    Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,

    O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm

    Onların ruhu, şâm-ı muğberden

    Mütekâsif menekşelerdir ki

    Mütemâdî sükûn u samtı arar;

    Şu'le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer

    Mültecî sanki sâde ellerine

    O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,

    Onların hüzn-i lâl ü müştereki,

    Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz

    Hepsi benzer o yerde birbirine...

     

     

    O belde

    Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde?

    Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?

    Bir yalan yer midir veya mevcûd

    Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?

    Bilmem... Yalnız

    Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz

    Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz

    Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

    Uzak

    Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak

    Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...

     

    ****

    Aşağıdaki de bu nadide şiirin, Mehmet Fuat tarafından dil içi çevirisi yapılmış hâli...

     

    O BELDE*

     

    Denizlerden

    Esen bu ince rüzgâr saçlarınla eğlensin.

    Bilsen

    Özlem ve gurbet sıkıntısıyla akşam ufkuna bakan

    Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne kadar güzelsin!

    Ne sen,

    ne ben,

    ne de güzelliğinde toplanan bu akşam,

    ne de düşünce acılarına bir liman

    olan bu mavi deniz

    iç sıkıntısını anlamayan kuşağa yakın değiliz.

    Sana yalnız bir ince genç kadın,

    bana yalnızca eski bir budala

    diyen bugünkü insan,

    bu düşük açlık, bu kirli bakış,

    bulamaz sende bende bir anlam,

    ne bu akşamda ince bir kaygı,

    ne de durgun denizde bir gücenik

    içine kapanma ve isteksiz titreyişi.

     

    Sen ve ben

    ve deniz

    bu akşam ki, titreyişsiz, sessiz,

    topluyor ruhunun kokusunu sanki,

    uzak

    ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak

    bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...

     

    O belde?

    Durur el değmemiş hayal bölgelerinde;

    mavi bir akşam

    hep dinlenir üstünde;

    eteklerinde deniz

    döker ruhlara bir uyku durgunluğunu.

    Kadınlar orada güzel, ince, temiz, geceye bağlıdır,

    hepsinin gözlerinde hüznün var,

    hepsi kızkardeştir. Veya sevgili;

    gönüldeki üzüntüleri yatıştırmayı bilir

    dudaklarındaki ağlayan öpücükler, yahut,

    o gözlerindeki çivit rengi soru sessizliği.

    Onların ruhu gücenik akşamdan

    yoğunlaşmış menekşelerdir ki

    durmadan durgunluk ve susmayı arar;

    ayın hüznünün ışıksız alevi

    sığınmış sanki yalnız ellerine.

    O kadar çelimsiz ki, ah, o hasta deniz

    Hepsi benzer o yerde birbirine...

     

    O belde

    hangi bir hayal anakarasında?

    Hangi bir uzak ırmak ile çevrili?

    Bir yalan yer midir, veya var olan,

    ama bulunamayacak bir hayal sığınağı mı?

    Bilmem... yalnız

    bildiğim sen ve ben ve mavi deniz

    ve bu akşam ki uzun uzun titretiyor

    bende hüzün ve ilham tellerini,

    uzak

    ve mavi gölgeli bir beldeden ayrı kalarak

    bu sürgüne ve ayrılığa sonsuzca bu yerde mahkûmuz...


  7. Kitap Adı: Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu Irmağı

    Yazar: Ali Haydar Haksal

    İNSAN YAYINLARI

    Yayın Yılı : 2007

     

    119397qg5.jpg

     

    Üstat Necip Fazıl; düşünce hayatımızın önemli isimlerinden. Geçen yüzyılın en çok konuşulan ve tartışılan büyük şair ve düşünürü. Şiirde zirve; piyeste, hikâyede, denemede de. Bu zeki ve taşkın mizaç, el attığı her alanda başarılı. Birçok ilkin öncüsü. O bir dava insanı. Yüzü aşkın eser, binlerce konferansla yurdun her tarafını gezmiş bir çilekeş. Onun Büyük Doğu süreci ise başlı başına olaylar zinciri. Tam on beş defa açılıp kapanan ve hemen her dönemi hapislerle geçen, çeşitli dönemleri olan büyük bir mücadele örneği. Usta kalem Ali Haydar Haksal, Mehmed Âkif´ten sonra Üstat Necip Fazıl´ı bütün yönleriyle anlatıyor. Büyük Doğu dergileri, günlük gazetelerin tamamı taranarak farklı bir Necip Fazıl portresi ortaya koyuyor. Allah dediği için hapsi boylayan, dergisi ele geçirilen, yazıları yarım kalan, matbaası masonlar tarafından basılan, 1960 darbesinin sıcaklığında hapisten çıkar çıkmaz yeniden Büyük Doğu´yu çıkaran Üstat... Ali Haydar Haksal Necip Fazıl: Büyük Doğu Irmağı'nı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.

    (Arka Kapak)


  8. Ayna sadece tozlu ve bulanık olsa, o zaman temizlemek daha kolay olurdu. Şimdi toplumu yansıtan bu ayna öyle büyük bir kemiyet ölçüsüyle toz ve kire büründü ki, artık sadece toplumu yansıtmıyor, topluma kir ve toz aşılıyor. Kir ve toz yumağını yutan dimağlar, sanki daha fazla kire ve toza yer açılsın diye, mutlak ve asıl gayeyi küçülte küçülte yok olma nokrasına getiriyorlar. O mana yok olduğunda ise geriye sadece yalan kalıyor. Koca bir yalan. İşte aynadaki yalan, o dimağların tezahürüdür.

    • Like 1

  9. Üniversite semtinde bir çay salonunun, oturduğum yere en yakın masasında bir çift genç… Onları tam iki saat inceledim. Birbirlerine abanmış, tam iki saat konuştular.

     

    Sonra da…

     

    İddia edebilirim ki, dünyada, bu çift kadar lûgatçeleri fakir iki hayvan bile gösterilemez.

     

    Mart kedileri, damdan dama birbirlerine dert yanarken ne kadar mânalıdır! Dişi, kurumlu ve boş verici, erkekse ıstıraplı ve çırpınıcı…Kuşlarda, köpeklerde bile ne sesler ve biçimler var !..

     

    Kadın ve erkek meselesi… Davaların belki en incesi ve girifti… Sulh içinde en nazik bir harp…

     

    Fakat bu zamane çiftine bakıyorum da ( metafizik ) veya “konuşan hayvan” dedikleri insanın yeni nesillerde ne hale gelmiş olduğunu görüp şaşırıyor, kalıyorum.

     

    Tek bir meseleleri, ruh ukdeleri yok ! Kız, bir ölü gözü gibi korkunç bir bezginlik çukuru haline gelen kayıtsız gözlerini önündeki gazetenin bulmaca köşesine dikmiş, genç adamı dinler gibi yapıyor. Genç adamsa oralı değil; hırlar gibi konuşuyor, cümle tertiplemek zahmetinden uzak, yeni şiir edasıyla laf ediyor. Taraflar arasında ikişer kelimeden daha uzun cümle yok…

     

    Dizlerini ört! Gözler sende!...

     

    - Of!... Bana ne ?

     

    - Öyleyse aç!

     

    - Sus, gerici !

     

    - Ben ilericiyim, bilirsin sen !

     

    Kız bu ifadeye hususi bir mâna biçmiş olacak ki, güldü :

     

    - Sus terbiyesiz !

     

    - Gerici sensin! Terbiyeden bahsediyorsun!

     

    Daha neler konuşmadılar !.. Sinema, sanat, sanatçı, eleştirmeci, sosyalizm, Kıbrıs, Adalet Partisi, vizon kürk, ( Coca Cola)nın (L) harfi…

     

    Eğer bütün kelimelerini sayacak olsaydım fikirlerinin ancak birkaç yüz kelime içinde gidip geldiğini görecektim.

     

    Genç kız, parmağını gösterircesine bir tabiîlik içinde dizlerinden yukarıya doğru boyuna mesafe açarken birdenbire haykırdı:

     

    - Buldum!

     

    - Ne buldun?

     

    - Bulmacadaki kelimeyi… On harfli… Evde giyilen…

     

    - Neymiş ?

     

    - Robdöşambr… Sana aldığım… İmtihan hediyesi..

     

    - Ha, evet!

     

    - Serpil’e gösterdin mi? Söyle, doğru mu ?

     

    - Ne münasebet !

     

    - Bana anlattı. Çizgisi çizgisine… Nereden biliyor?

     

    - Atmış olacak…

     

    - Görmeden atamaz. Odana aldın… Öyle mi, Serpil’i…

     

    - Amma da yaptın !

     

    - Aşkıma ihanet!..

     

    - Çok romantiksin!

     

    - Sen de enayisin! Alaydan anlamıyorsun!

     

    - Robdöşambrım masumdur.

     

    - Koklarsam anlarım!

     

    - Gel de kokla !

     

    - Kalk gidelim; çok konuştuk!

     

    - Yürü !..

     

    Genç kız, iskemlelerden birindeki, içi kitap dolu hissini veren çantasını aldı, garsonu çağırıp içtikleri şeylerin parasını ödedi, kolkola ve yanyana çıkıp gittiler. Çay salonunun yaşlı patronu, başını sallayarak kendi kendisine konuşuyor, ama bana duyurmak istiyor:

     

    - Burada paraları hep kızlar mı öder ? Erkekleri kızlar mı giydirir ? İpek bir robdöşambr en aşağı 300 lira… Onu hangi pinpon ödüyor da bu dangalaklara kısmet oluyor. Ömrümde böylesini görmedim ben…

     

    Teras tarafından mart kedilerinin sesi geliyor. Genç insanlardan daha mânalı konuşuyorlar.

     

    ( 1966 )


  10. Yıllardır ruh ve maddede batırılan, ezberlediği şeyi tekrar ede ede ezberindekini unutma noktası gelen insan gibi, bata bata artık battığının farkında bile olamayan, batışı normal istikamet sanan, battıkça yükseliyormuşçasına sevinen, ancak; tek bir noktada, ince ve kısık bir sesle dahi olsa, muhakeme ve muhasebe hassasından tek bir kıvılcım sesi gelen bir insan bile, evet o bile, billur kaselerde, billurdan bir nizamın sunulduğu bu yazıdan etkilenir. Ve sadece okumakla bile gelip yüzüne oturan bir rahatlama, ferahlama, genişleme, gevşeme ifadeleri göze çarpar. Bir de bu batışı mazisinden itibaren incelemiş, tahlil etmiş, bugüne kadar gelen basamakların üzerindeki o batışın acısını çekmiş olan insanın ruhu öyle bir çırpınır, öyle bir heyecana kapılıp, gökleri yırtıp yerküreyi sarsacak kuvvette bir çığlıkla “ evet , işte yüzyıllardır özlediğimiz, beklediğimiz, hasretini duya duya bütün hasretleri geriye attığımız nizam bu. Yaşanılası nizam, yaşanılması için bir ömür feda edilecek kadar kıymetli olan nizam bu…” diye haykırmak ister ki, belki de kalk borusundan çıkacak olan o ses, borazanın sesine eş derecede o haykırışın kaynağı olan o boğazdan çıkacak.

     

    Ruhu, en kuvvetli imbikten, en hassas ve ince ayarlarla damıtılan o insan. İşte o …


  11. Hasan Aksay anlatıyor:

     

    1961 yılında AP’den Adana Milletvekili olarak meclise girmiştim. Adanalı gençler, Serdengeçti’yi Adana’ya getirmemi istiyorlardı. Rica ettim, kırmadılar. O zaman Adana’nın en güzel otellerinden biri olan Pehlivan Palas’ta iki oda ayırttım. Gece saat 01:00 sıralarında otele gelip odamıza çıktığımız zaman Osman ağabey feryadı kopardı. “Ben burada yatmam, yatamam” diyordu. “ Böyle rahat yatağa bir kere alışırsam bir daha hapishaneye girmeyi gözüme kestiremem. Bu demektir ki inandığım gibi konuşamam. Olmaz … Bu hayatımın anlamının kaybolması demektir. “ diyor ve yazın sıcağında bir handa yatak aramaya çıkıyorduk. Bir hanın ter kokulu yatağında kalıyordu…

     

    *** *** ***

     

    Osman ağabey, 1965’te Antalya’dan milletvekili seçildi. İlk gün meclise birlikte gittik. Döner kapının önünde durdu, “ Ben ömrümde fırıldak çevirerek bir yere girmedim. Bu kapıdan girmem. Beni doğru dürüst açılan bir kapıya götür” dedi.

     

    Hüseyin Üzmez anlatıyor:

     

    İnandığı dava dışında hiçbir şeyi ciddiye almazdı. En yüksek mevkiler bile O’nun dilinde alay konusuydu. Bir gün “ Tebrik ederim, yüce meclise seçilmişsiz” diyen birisine şöyle cevap vermişti : “ Evet yüce meclisin, cüce mensuplarıyız.” Meclisin döner kapısından ilk defa içeriye girerken de şöyle bir espri yapmıştı : “ Döneklik daha bu meclisin kapısında başladı yahu…”

     

    Ayhan Songar anlatıyor :

     

    Bir gün muayenehanemde otururken Serdengeçti içeri girdi. Bu kadim dostuma bir şeyler olmuştu. Yüzü incelmiş, süzülmüş, beli bükülmüş, elleri titremeye başlamıştı. Karşıdan görür görmez onun Parkinson hastalığına tutulduğunu anladım. “ Başbuğ, ‘ Ey Türk, titre ve kendine dön’ demişti. Ben de işte titremeye başladım böylece” diyerek kendi durumunu bile istihza mevzuu etmesini bilmişti o gün. Ondan sonra bu dostum, benim aynı zamanda hastam da oldu. Parkinson hastalığı iyi olmaz fakat ilaçlarla idare edilir cinsten bir beyin hastalığıydı. Ben elimden geleni yaptım, O da Allah’ın verdiği ömrü tamamlayıp gitti bu dünyadan. Vefatından önce dünyadaki tek mülkü olan evini de Türk edebiyatı Vakfı’na bağışlamıştı.

     

    Abdurrahman Dilipak anlatıyor :

     

    Ne fötr şapka giydi, ne de kravat taktı. Şapka ve kravat yeni düzenin, aydın/bürokrat, daha doğrusu maymun tipinin vazgeçilmez aksesuarı idi.

     

    Mizah dilini ustalıkla kullanan bir devrimci idi. Nedense devrimci ruhu taşıyan insanlar, günümüzde gülmeyi pek bilmiyorlar… Osman Yüksel, gülmesini bilen ve güldürebilen bir devrimci idi.

     

    İzzeti ikbal ile girdiği bab-ı TBMM’den Demirel’in partiden ihraç kararı ile, masonların gazabına uğrayarak uzaklaştırılacaktır. Mabedsiz şehir artık Osman Yüksel’e dar gelir… Bir neslin nasıl mahvedildiğini gören biridir O. Yırtınır, haykırır hep. Haksızlıklar karşısında susmaz.

     

    Süleyman Arif Emre anlatıyor:

     

    Serdengeçti Mecmuasının ilk sayısında, hasan Ali Yücel’e “ Komünistleri himaye eden Milli Eğitim Bakanı sensin” dedi. Milli Eğitim Bakanına hakaretten mahkemeye verildi. Dil Tarih Fakültesi kendisini ihrac edince, “ Talebelerinin yarıdan çoğu randevuevlerine devam eden bir fakültenin diplomasını almak şeref değildir” diye yazılar yazdı. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, manevi şahsiyetine hakaretten mahkemeye verildi. Sabahattin Ali’ye komünist dediği için mahkemeye verildi. Hepsinden de, altışar, sekizer ay hapis cezası yedi. Hapse giriyor, çıkar çıkmaz atom bombası etkisi yapan yazılar yazıyor, yine giriyor, yine çıkar çıkmaz daha şiddetlisini yazıyordu. Hayatı böyle başladı, hep böyle devam etti…

     

    *** *** ***

     

    Demokrat Parti döneminde, 27 Mayıs ihtilali öncesi, bir seçimde bağımsız aday olarak parlamentoya girmeyi denedi. “ Bizim partilerle, pırtılarla işimiz yok” dedi. Bağımsız adaylığı sırasında, halkın büyük kitlesinin teveccühüne mazhar oldu. Seçimden iki gün önce DP teşkilatı bir yalan haber uçurdu:” Çok iyi, çok mücadeleci bir insandı ama Allah rahmet eylesin bir trafik kazasında vefat etti” dediler. Bundan dolayı oy kaybetti ve kazanamadı. Ardından 65 seçimlerinde, Adalet Partisi’nin Antalya adayı oldu ve kazandı.

     

    *** *** ***

     

    Ben ona her davada “ sakın ha benim çizdiğim çizgiden çıkmayacaksın. Nasıl istersem öyle ifade vereceksin, böyle ifade vermezsen ben mahkemenin kapısından çıkar, giderim “ derdim. Fakat zapdedilmesi mümkün olmayan bir kişiliği vardı. Hele şahane bir espri gelirse aklına, idam edileceğini bilse, söylemeden rahat edemezdi. Bir davada bir savcıyla tartışırken :” Efendim, ceza evlerinde veya dışarıda esrar çekilir, bıçak çekilir, adam öldürülür, savcılar bu olayları görmezler. Ben ne söylersem, ne yazarsam savcılar hemen suç diye yakama yapışırlar. Bu savcılara göre suçun tarifi gayet kolaylaşmıştır. Benden hangi söz ve hareket sadır olmuşsa o suçtur. Hakim Bey senin anlayacağın bunlar savcı değil, avcıdır. Yani vatandaş düşmanıdır! O savcı kalktı. Bereket versin dili kekeme: “ Hahahakim bey, bababana hahahahakaret edildi “ diye zapta geçilmesini istedi. Zapta geçilse bir dava daha doğacak. Kalkıp dedim ki : “ Hakim Bey, görüyorum ki, mahkemede, hem Osman bey hem de savcı bey sizden müsaade almadan birbirleriyle tartışıyorlar. Bu usul kanuna aykırıdır. Her ikisine de ihtarda bulunulmasını…” Hakim , savcıyı sanıkla izinsiz tartıştığı için biraz azarladı. Sözler zapta geçmedi. Bunu böyle atlattık ama hak etmiş olduğumuz tahliyeyi koparamadık.

     

    Serdengeçti’nin devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e yazdığı tarihi dilekçe:

     

    Yüksek Vekaletin Alçak Vekiline / Ankara

     

    Ben, 3 Mayıs 1944 hadiselerine öncülük yapmak, gençliği kışkırtıp tahrik etmek suçuyla, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin Felsefe şubesinin son sınıfının son noktasından bir telefon emrinizle atılan ben, Osman Yüksel...

     

    İstanbul’a sürülüp, örfi idare komutanlığının emrine teslim edildikten, tabutluklara tıkılıp, zincirlere vurulduktan sonra suçsuz olduğum anlaşılmıştır.

     

    Kader beni yine sizin karşınıza dikmiştir.

     

    Hakkımı istiyorum efendi, hakkımı !..

     

    Senden bahşiş istemiyorum !..

     

    İmtihan hakkımı ya verirsin, ya zorla alırım...

     

    Beni tuttuğum yoldan Yücel değil, ecel gelse döndüremez !..

     

    10 kuruşluk Pul ve imza

     

    Osman Yüksel

     

    -------

     

    *Cuma Dergisinden ( Aralık 1991 ) derlenmiştir.


  12. Tek bir şiirde ferdin, cemiyetin, vatanın, meydanın nizamsızlığının, çökmüşlüğünün, pörsümüşlüğünün tahlili… İfadeler ve tespitler öylesine güçlü ve tesirli ki, bir tohumun içinde koca bir ağacın saklı olduğu gibi, bir tohum olarak akla ve ruha atılan bu şiir, milletin topyekun olarak hangi sahalarda çürüdüğünü – görüyoruz ki sağlam kalan, çürümeyen bir yer yok – başı boşluk ocaklarının halini, bu çürümüşlüğün öncesini ve sonrasını apaçık bir şekilde görme ve muhasebe etme gücünü, kökleri sağlam olan bir ağaç gibi içimizde büyütmeye başlıyor.

     

    Ruhu bomboş bırakmanın sonucu olarak sahte bir teselliyle, kanalizasyonlarda güneşi arayan kalabalıklar, tek çilenin tek damla terini dökmeden bu acıklı manzaradan kurtulamayacaklar.


  13. Birinci Perde

    ( Beyoğlu’nda bir pansiyonun tavan arası odası… Tavan çatı şeklinde ve basık… Solda, ancak iki büklüm şekilde girilebilecek bir kapı… Sağda mazgalvari biçimde dar ve küçük bir pencere… Bir divan, alçak yer masası ve her tarafa serpiştirilmiş yer yastıkları… Duvarlarda modern resimler. )

     

    ( Tam orta yerde, ayakları tahta iskemle üzerinde, boynunda bir ip, kendisini tavandaki kancaya asma vaziyetinde şair Recep Kafdağlı… Recep, ayaklarının altındaki iskemleyi devirir ve kancaya asılı kalır. Boynundaki ip gergin, vücudu hareketsiz… Ne çırpınma ne bir şey… Gözleri yumulu ve dili hafif çıkık… Geçen saniyeler…Bir anda ölüvermiş gibi bir hal… Kapı açılır, genç ressam ve müzisyen girerler. Recep’i görür görmez tavırlarında dehşet…)

     

    RESSAM- ( Dona kalmış ) Vay anasını ! Kendini asmış!...

     

    MÜZİSYEN- Belliydi bu sonuç! Dünyaya küsmüştü.

     

    ( Ressam ve müzisyen atılırlar. Ressam, Recep’in önüne geçmiş hayretle yüzüne bakıyor. Müzisyen sol tarafta şaşkın.)

     

    MÜZİSYEN-Kucaklayıp indirelim!

     

    RESSAM – İpi kesmek lazım… Bende çakı olacak…

     

    MÜZİSYEN- Ben arkasından kucaklayıp kaldırayım da sen ipi kes.

     

    ( Ressam, yerdeki devrik iskemleyi alıp Recep’in sol yanına koyar. Cebinden çakısını çıkarıp açar. Müzisyen Recep’in arkasına geçer ve onu dizlerinin altından kavrar. Hafifçe kaldırır. Ressam iskemleye çıkmak üzeredir. )

     

    MÜZİSYEN- ( Çığlık basarcasına ) Vay sahtekar var ! Bize oynadığı oyuna bak. ( Ressam bir ayağı iskemlede kalakalmıştır. Müzisyen hafifçe kaldırdığı Recep’i bırakır. Boynundaki ilmiğin üstüne düşen Recep…Müzisyen bir atılışla Recep’in önüne geçer.)

     

    MÜZİSYEN- ( Elleriyle kalçalarından kavrayarak ) Düzenbazlığın bu kadarı masallarda olmaz! ( müzisyen Recep’i çevirerek arkasını cepheye döndürür. Müthiş manzara… Tavandaki kancadan gelen ve Recep’in ensesinden sarkan bir ip ve ucunda bir çengel… Çengel Recep’in bel kayışına geçmiş ve santim farkıyla onu ölümden kurtarmıştır. Ressam ve müzisyen hayretten çarpılmış vaziyette. Müzisyen onu tekrar döndürür ve yüzünü cepheye çıkarır. )

     

    RECEP – ( Gözlerini açmış ) Ben daha ölmedim mi?...

     

    RESSAM- ( Recep’e ) Şiirde, hayatta, her şeyde sahtekarların sahtekarı Bay Recep Kafdağlı! ( pencereyi gösterir ) Şu pencereden bakkala sarkıtılan ipin ucundaki çengeli nasıl da tam seni kurtaracağı noktada ayarlayabildin ?

     

    RECEP – ( Bön bön ) Hiçbir şey ayarlamış değilim, öyle rast gelmiş…

     

    MÜZİSYEN – ( Recep’e) Sen onu git de yeni şairlere yuttur.

     

    RECEP – İndirin ipten de anlatayım!...

     

    RESSAM- ( Yandaki iskemleyi bir tekmede Recep’in arka tarafına fırlatarak ) Yağma yok !... Hem bizi alaya al, hem de yardım iste!... İndirmeyeceğiz, saatlerce ipte kal ki, aklın başına gelsin!...

     

    RECEP - Yazık değil mi bana ? Diri diri ipte kalınır mı ? Kurtarın çengeli bel kayışımdan da rahata kavuşayım.

     

    RESSAM – Olmaz ! sahtekarlığının cezasını böyle çekeceksin.

     

    RECEP – ( Ressam’a ) Haydi !...

     

    ( Ressam ve müzisyen yürürler. Ressam giderken Recep’i arkasından birkaç kere çevirip tepesindeki ipi burar. Recep havada dönmeye başlar. Ressam ve müzisyen çıkarlar. Recep bir - iki dönüşten sonra yüzü cepheye dönük kalır. Uzun durak. )

     

    RECEP- ( Gözlerini açmış kendi kendine ) Ölmeme izin vermeyen Allah’ım beni bu serserilere rezil etme !... ( Uzun durak … Recep ipte, yüzü traji-komik çizgilerle mühürlü , aptal aptal bakıyor. Sol taraftan merdivenleri koşarak çıkan birinin ayak sesleri… Recep gözlerini o tarafa kaydırır. Kapı bir tekmede açılır. Gazeteci Siret Mesail… )

     

    SİRET – ( Kapıdan ) Her şeyden haberim var. Arkadaşlara sokak kapısında rastladım. Sana bu maskaralığı yapman için mi odamızı bıraktık?...

     

    RECEP – Siri, sen o ahmaklara benzemesin. Hiç olmazsa sen anla halimden.

     

    ( Siret yürür, Recep’in yanında durur )

     

    SİRET- Sen evvela kendini kandıran, sonra da başkalarını kandırmayı sanat edinen adi bir hokkabazsın .

     

    RECEP – ( Mahzun bir istihza tonuyla ) Öyle mi Siri ? Odanda barındırdığın, karnını doyurduğun şair, demek senin gözünde basit bir hokkabaz!...

     

    SİRET - bazı, gerçekten sanatkar tarafların olmasa idi, kim çekerdi derdini senin? Haydi, in bakalım ipten.

     

    RECEP – Nasıl ineyim ?

     

    SİRET – Bindiğin gibi in!

     

    RECEP - İnsan her bindiği yerden kolayca inemiyor ki?...

     

    SİRET – Doğru!... İktidar mevkiine kadar aynı şey!...

     

    RECEP - Tam da iktidar mevkiine benziyor ya makamım. ( Eliyle arkasını gösterir ) Koy şu iskemleyi ayaklarımın altına da ineyim.

     

    ( Siret, tahta iskemleyi çekip, Recep’in ayakları altına yerleştirir. Recep, tahta iskemleye basar, boynundaki ilmiği gevşetip açar. Boynundan çıkarır, sonra eliyle arkasındaki çengeli bel kayışından kurtarır ve iskemleden atlar. Siret gülümseyerek seyreder )

     

    RECEP – ( Birden tonu dikleşmiş ) Demek bütün bunlar sence basit bir oyun ha? Budala, aklına güvenendir.

     

    SİRET – Ayağını yere basar basmaz yine küstahlaştın. Aczini kuvvet diye satan senin çapında bir istismarcı görülmemiştir. ( Tavandan sarkan ipi gösterir ) Hakkını veremediğin şu ipten utan!...

     

    RECEP – Ben daha nelerden utanıyorum! Or.sp.ların ipini çektiği kırmızı kadife yelekli, karınları şiş köpeklerden; sabaha karşı bütün bir gecenin kusmuğunu temizleyen çöpçülerden; sizin gibi hiçbir inceliğe aklı yatmaz aydın bozması cücelerden; nelerden, nelerden ?...

     

    SİRET – Arkadaşlar gelsin de anlat bize, neymiş aklımızın yatmadığı incelik.

     

    RECEP – Nerede onlar ?

     

    SİRET – Aşağıdaki bakkalda…Öte beri alıp gelecekler… Öğle yemeği yerine, zeytin, peynir, reçel, ekmek. Herhalde acıkmışsındır.

     

    RECEP – Ben tokum !

     

    SİRET – Hani sabahleyin ben buradan ayrılırken kurt gibi aç idin ? Dünkü akşam yemeğini bile yememiştin ? Sana öğleye yetiştiririm, dişini sık demiştim. Şimdi birdenbire doydun mu ? Midenin sesini bile işittirmekte samimi değilsin .

     

     

     

    ( Recep bir an cevap vermez, divana çöker, başını elleri arasına alır, sonra birden kaldırır.)

     

     

     

    RECEP – Senin samimiyetten anladığın donsuz gezmek gibi bir şey… sanatkarlar böyle samimilerden olamaz.

     

    SİRET – Halbuki şiirlerinde ne kadar samimisin.

     

    RECEP – O da samimi görünmenin sanatı… Hangi samimilik ?

     

    SİRET – Sen yalnız şaşırtmaya, çeneleri düşürmeye, insanları alıştıkları ölçülerden şüphe ettirmeğe bakıyorsun ! Fransızların dediği gibi “ Burjuvaları hayrete düşürmek” işin gücün !

     

    RECEP – ( eliyle bir yer yatağını gösterir ) Hele çök yere Siriciğim.

     

    ( Siret Recep’in yanında bir yer yastığına çöker )

     

    RECEP – Ben arıların bal yapması gibi, hiçbir şey izah etmem. Sadece eserimi veririm. Ben renk renk anılarımı yaşarım. Senin gibi zamanı biteviye olan izah hastaları da gözlüklerini takarlar, laboratuarlarında boş yere çalışır dururlar. Cücelerin nasibi!...

     

    SİRET-( Yastığına doğrularak ) Seni akıl çelici, göz bağcı seni ! Kendini asmaya kalkışmanın da mı izahı yok ?

     

    RECEP- Var ! Biraz bekle !

     

    ( Kapı tarafından ayak sesleri… Recep ve Siret o tarafa bakarlar, kapı açılır. Kucaklarında ekmekler ve sarılı paketler, Ressam ve Müzisyen )

     

    RECEP- ( Kapıya doğru gider ) Bizim dahi taslakları… Şimdi her şeyi anlarsınız .

     

    RESSAM- ( Uzaktan Siret’e ) Ne diye indirdin ? Sahici dahi şairi ipten ? Yaptığı numaranın yüzü suyu hürmetine hiç olmazsa bütün bir gece ipte kalmalıydı. Lokmasını ağzına verirdik; yerdi. Annesinin arkasında asılı bir bebek gibi de çantada mışıl mışıl uyurdu.

     

    RECEP-( Ressam’a ) Haydi budala ! Haydi ! Getir şu nevaleleri de mideye indirelim.

     

    SİRET- ( Recep’e ) Hani ya bir dakika önce toktun ?

     

    RECEP- Şimdi acıktım. Ben anlarımı yaşarım demedim mi? Hayat dediğin her an değişiklik… Değişmedin mi ? Sizin gibi tek telli sazlar şöyle dursun kendimden bile usanıyorum… Beziyorum.

     

    RESSAM- kendinden başka herkesi de budala sayıyorsun.

     

    RECEP- Ne yapalım… herkesin göz göze olduğu bir koğuşta gözüne uyku girmemek, alemin yalnızlık acısını çekmekteyim. Yerin dibine batsın böyle zeka, böyle deha !

     

    SİRET – ( Ayağa kalkar ) belki de en büyük budala sensin. ( Ressam ve Müzisyen ilerleyip ellerindeki nevaleleri yerleştirmeye başlarlar. )

     

    RECEP – ( Siret’e ) Olabilir ! Amma büyük olmayan büyüklükten düşmem ya ! “ Budalaların sayısı namütenahidir “ diyen Lafonten herhalde büyükleri hesaba katmıyor.

     

    SİRET – ( Recep’ e bakarak ) herif kendisini insan üstü gören bir çılgın ve yüzsüz mü yüzsüz … Kendini firavun, bizi de ehrama taş taşımakla görevli bir esir kabul ediyor.

     

    RECEP- ( Tavrı birden bire mahzun ) Otur, otur Siri Bey otur. ( Siret oturur, öbürleri de yastıklara çökerler, Recep’e bakarlar. Uzun durak )

     

    RECEP – ( Komik ve ıstıraplı tavır ve ağlamaklı bir sesle ) Çocuklar! Şunu bunu bırakın. Ben ölmek istiyorum.

     

    ( Durak… Ekmeği ikiye bölmek üzere bulunan Ressam öylece kalır. Müzisyen’in ağzına bir zeytin tanesi götüren eli bir an o vaziyette durur. )

     

    SİRET – Yeni bir numara karşısındayız galiba.

     

    RECEP – ( Gözleri boşlukta ) Değil çocuklar! Numara falan yok. ( Eliyle gösterir ) Şu bizim Siret Mesail’in bakkala sarkıtılan ipini inanınız ki hiçbir hesap yapmadan ilmikleyip boğazıma geçirdim, amma ucundaki çengel beni havada tarttı, asılmama engel oldu. ( Coşkun ) Ben ölmek istiyorum çocuklar.

     

    SİRET – Öl, ne duruyorsun ?

     

    RECEP – Kalbim dur emrini dinlemiyor, nasıl öleyim ? Eski bir hikmet sahibinin sözünü dilime pelesenk ettim: “ Ya ol ! Ya öl ! “ … Olamıyorum… Ölemiyorum.

     

    RESSAM- Karar verdikten sonra ölmekten kolay ne var ?

     

    RECEP- Kaderde ölmemek varsa, ondan daha zor bir şey yok.

     

    MÜZİSYEN – Bırak kuzum şu fikir cambazlıklarını da kırk yılda bir kere olduğun gibi görün.

     

    RECEP- Olduğum gibiyim çocuklar; bu işe birkaç kere davrandım. Şakağıma bir kurşun sıktım. Kurşun aklı varmış gibi ensemden atlayarak arkamdaki aynayı parçaladı. Bir tüp uyku ilacı aldım. İlaçlar bayat çıktı. Kendimi hangi taksinin önüne attımsa, acı bir firen sesiyle durması bir oldu. Kendimi, macerasını okuduğum bir Londralıya benzetiyorum. Öyle azmetmiş ki ölmeye, üç ölüm sebebini birleştirerek canına kıymak istemiş. Tayms nehri üzerindeki bir köprüde, bir fenere ip atıp, ilmiği boğazına geçirmiş. Dünyanın en tesirli bir zehrini de yutuvermiş. Ve kendisini sallandırmış. Tam o anda tabancasını kaldırıp beynine ateş etmiş. Kurşun ipi kesmiş. Adam suya düşmüş, pis sular da onu kusturmuş. Nihayet herif sapasağlam yüzerek karaya çıkmış.

     

    SİRET- Demek bunlardan yalnız bir tanesini yapsaymış işi tamammış.

     

    RECEP – Öyle ! Ölüm sebepleri birbirini öldürüyor ve adam kurtuluyor.

     

    SİRET – Sen bunlardan yalnız bir tanesini yerine getir ve öl! Amma samimiyetle.. Ciddiyetle…

     

    RECEP- Olmuyor Siri Bey olmuyor! Bana öyle bir ölüm şekli lazım ki, hiçbir ihtimalle önlenmesi kabil olmasın.

     

    RESSAM- Çooook ! İstediğin kadar.

     

    RECEP- ( Ressam’a ) Bir tanesini söyle.

     

    SİRET- ( Recep’e ) Söyleriz merak etme. Sen her şeyden önce niçin ölmek istediğini söyler misin ?

     

    RECEP – Demin söyler gibi oldum. Olamadığım için ölmek istiyorum. Sadece gururum yüzünden. Ben bu berbat cemiyet düzeni içinde eski tabirle “ köşe başı şairi” hayatını sürmekten bittim, geberdim. ( masadaki ekmeği eline alır ) Bu cemiyet, bir lokma ekmeği çok görüyor sanatkara. ( Ekmeği Siret’e uzatır ) Eğer Babıali’nin sefil gazetelerinin birinde banka hademesi aylığıyla çalışan şu Siret Mesail Bey olmasaydı, nice olurdu halimiz ? ( Eliyle Müzisyeni gösterir ) Seni, rehindeki külüstür piyanosunu bir türlü kurtaramayan zavallı müzisyen! Aynanın karşısına geç de , tart kendini! Eğer hamam oğlanına benzer bir fiziğin, birazcık da sesin varsa kurtuldun demektir. Gazinolarda her heyler çekerek… ( Siret’i işaret eder ) Şu adamın bir yıllık maaşını bir gecede kazanabilirsin.

     

    RESSAM- Sıra bana geldi galiba…

     

    RECEP – ( Ressam’a) Evet sıra sana geldi. ( Romantik bir eda ile ) sen estetik dış çizgilerini ezip bozup, ruhunu aramış ormandaki modern ressam’ Kadıköy vapurlarının lüks kamaralarında oturan züppelere şipşak portrelerini çizip ikişer buçuk liraya takdim etsen daha iyi etmez misin ?

     

    RESSAM – Biz de yeni bir cemiyet düzeni idaresinin peşindeyiz amma, o senin gerici kafandaki ölçülere göre değil.

     

    RECEP – Siz dünyaya, gerinizdeki delikten baktığınız için bizi gerici görüyorsunuz.

     

    RESSAM – Hey gidi laf cambazı hey !

     

    RECEP- Benim gerici dediğin kafamdaki ölçülere kalsa yine iş görürdük. Cemiyette her şeyin hakkını verirdik. Şimdi kapatalım bu netameli bahsi de, maksadımıza gelelim. Söyleyin, razı mısınız içinde yaşadığımız cemiyetten ?

     

    RESSAM – Asla !

     

    MÜZİSYEN – Elimden gelse bombayla havaya uçururdum bu cemiyeti.

     

    RECEP- ( Siret’e döner ) Sen ne yapardın ?

     

    SİRET – Gülerdim ! Şimdi halinize güldüğüm gibi.

     

    RECEP - ( Siret’e ) Sen çeyrek porsiyon bir adamsın. ( Ressamla Müzisyeni gösterir ) Bunlar da yarım adamlar. ( Siret’e ) Kendin bir şey olamadığın için, bir şey olmak yolunda çabalayanlara yararlı olmaktan başka hünerin yok senin. Yani şahsiyetin yok. ( Ressamla Müzisyeni gösterir. ) Bunlarsa ne yaptıkları işi, ne onun toplumdaki değerini, ne de toplumun halini gören, düşünen, tartan, her şeyiyle uydurukçacıların “ Bitkisel “ dedikleri nebati istidatlar…

     

    Bir vaaza hazırlanıyormuş gibi Recep’in eli havada kalır. Uzun durak..)

     

     

     

    SİRET – ( Recep’e) Ya sen nesin bir de onu söyle ?

     

    RECEP – ( Ağlar gibi ) Ah, beni bana döndürme. O zaman bütün yelkenlerim suya iner. Bakın ben neyim. ( Melodramatik ton ) Ben, mevsimler boyunca dilimle, kafasından yakalamaya çalıştığım kızı, bir anda hurdacının ayaklarına kaydıran; ( Durak ) pinti kitapçıdan, kağıdını getir de basalımdan başka cevap alamayan; ( Durak ) katırın yem torbasına saman yerine gül doldurmuşçasına şiirleri nefretle tükürülen; ( Durak ) bir depo içinde tek lokmadan mahrum midesi tok cücelere maskaralık eden; ( Durak ) her sabah ayna karşılarında suratını düzenleyen; bilmek için ağlaya ağlaya yanaklarını cırmıklayan; ( Durak ) sıfırla yüz derece arasında zikzaklar çizici şahsiyet ibresini bir türlü yerine oturtamayan; ( Durak ) bir türlü akıntıya uyamayan, hep ters giden, taş aralarında sıkışıp kalan… ( Durak … Elini havaya kaldırır )

     

    SİRET – Al sana romantik, amma da dahiyane… Şunu tekrarla da not edelim.

     

    RECEP – Ben hiçbir şeyi tekrarlamam. Seninle aynı dolaba koşulabilir miyim ben ?

     

    SİRET – Seni zor bela kabul ettirdiğim gazetede kalsaydın şimdi geçim sıkıntın olmazdı. Cüce erzakıyla geçinip giderdin. Sadece deha acıları içinde kıvranır, onunla kalırdın.

     

    RECEP – O senin öküzlerin şahı patronun yok mu ? Onun nefesinin kokusunu çekmektense, senin artıklarını yemeyi tercih ederim. Şükürler olsun ki artık kararımı verdim.

     

    SİRET – Yeni bir intihar tecrübesine mi kalkışacaksın ?

     

    RECEP – Evet ama bu defaki su götürmez… Erimiş demir potasına atlar gibi bir şey. .. böylesini istiyorum. Mademki bu cereyanı durduramıyorum; onun üzerinde akıp giden bir yosun parçası olmaya da razı olamıyorum. O halde…

     

    SİRET – O halde…

     

    RECEP – O halde kendimi kıyıya atar kurtarırım .

     

    RESSAM- ( Recep’e ) Yani ölüme sığınırsın.

     

    RECEP – Evet.

     

    RESSAM- Senin mezhebinde izin var mı intihara ?

     

    RECEP – Asla ! Belki de bunun için Allah canımı koruyor. Amma affına sığınıp bu dünyaya veda etmekten başka çarem kalmadı.

     

    RESSAM- Sen ıstırap kaçağısın. Niçin bizim gibi dayanamıyorsun acıya ?

     

    RECEP – Sana ahmak denildi mi kızıyorsun. Halbuki sen ahmaklık imparatorluğunun şehin şahısın. Senin ızdırap çekmeye kabiliyetin var mı ki tahammülden bahsediyorsun ? sen de benim kadar duy da ızdırabı, ondan sonra dayanmaktan bahset…

     

    SİRET – ( Birden bire yerinden zıplayarak ) Recep Kafadağlı buldum.

     

    RECEP – Ne buldun ?

     

    SİRET – Ölümlerin en şanlı, en tatlı, en emin şeklini…

     

    RECEP – Neymiş o ?

     

    SİRET – Tophanedeki meşhur efe…

     

    RECEP – Bana ne efeden?

     

    SİRET – Gazetede gözlerinle gördün, aleyhimde yazarsanız gazeteyi temelinden uçururum dedi ve gitti. Kimse de sesini çıkaramadı. Polisin bile yanına sokulamadığı kabadayı.

     

    RECEP – Ne olacakmış?

     

    SİRET – İşte onun Tophane’deki kahvesine gider, başından hiç çıkarmadığı yanpiri kasketini çekip yere çalar, efeye meydan okur, gayet usta bir bıçak darbesiyle ölür gidersin.

     

    RECEP – ( Avaz avaz ) Şaheser fikir, şaheser…Yarın sabah oradayım…

     

    SİRET – Biz de geliriz seninle…

     

    RECEP – Gelip de ne yapacaksınız ?

     

    SİRET – Kahramanlığını seyrederiz.

     

    RECEP – Ya siz de bıçaklanırsanız ?

     

    SİRET – Senden önce gelip ayrı otururuz…

     

    RECEP – ( Ressam’a ) uzat şu ekmeği de yarının şerefine karnımı bir temiz doyurayım.

     

    ( Ressam ekmeği uzatır. Recep ekmeği kapıp eliyle koparmadan ağız dolusu ısırır. )

     

    RECEP – ( Ağzı ekmekle dolu ) Koro, Bohem marşı. ( Recep elini kaldırıp indirerek kumanda verir, dördü birden )

     

    Hayat

     

    Bayat

     

    Tanca

     

    Dayat

     

    Boş ver

     

    Yan yat

     

    RECEP – ( Sağ eli havada ) Ben gidiyorum arkadaşlar. Yaşasın cücelerin bohem hayatı… ( Recep’in eli havada kalır )

     

     

     

    PERDE


  14. Varlık ile yokluk muhasebesinin, edebiyatın ve fikrin zirve noktasında olan Üstad tarafından en derin edebi metodlarla anlatış ve şiir ile ifadelendiriliş hali. Şiirin, kemâlin kemâline erdiği, kemâl-i âlâ olduğu an.

     

    Varlık - yokluk.. Var olmak, yok olmak.. İstisnasız, dünyaya gelen her insanın, kendisine verilen bu varlığın nereden geldiği, sonun yok’a mı, yoksa, yeni bir başlangıç olacak var’a mı gittiği düşüncesi, kiminin beyninde fikir dallarını harab edici bir kasırga gibi esmiş, kimininkinin kenarını teğet geçmiş, ya da üstadınki gibi tek gerçeğe ulaştıracak olan, yokluk akrebinin kıskacından çıkan zehirle çilenin en ulvisini yaşatmış, zehirle pişirdiği aşı hem yemiş hem de çilesiz kafalara yedirerek bu idraksizlikten, çilesizlikten, fikirsizlikten, davasızlıktan kurtarmak istemiştir. O akrep, o zehir, o çile bu yolda öyle kıymetli bir keyfiyete ve ehemmiyete sahip ki, onlarsız kafa, önüne gelen sıvıyı ayırd etmeksizin içine çekecek olan bir sünger..


  15. Onlara göre her ölüm erkendir. Bize göre ise, her insan ölecek yaştadır. Aslında her günün her anında yaşanan hiç beklenmedik ölümler, zaten ölümün hiç beklenmedik bir anda geleceğini haykırıyor, bir daha hatırlatıyor.

     

    Sevgi konusunda yorum yapıldığı için, bu konuda bir iki şey de ben söyleyeyim. Ne aileden ne okuldan dini bir eğitim alan ve o bomboş kalan ruhları tarumar etmek için , boş buldukları beyin tarlasına, çiçeği açtıktan sonra, zehri diğer uzuvlara da yayılsın diye zakkum üstüne zakkum dikme amacında olan onlarca dizi olduğunu biliyoruz. İşte bu dizilerden birinde boy gösteren, canlandırdığı karakter ile de gençliğin ateşle imtihanda olduğu çağında, yapmaması gereken, yapmayı dahi istememesi gereken davranışları körükleyen, böylesine bir kötü örnek iken, elimizi vicdanımıza koyalım. ..


  16. En güzel sesiyle, en güzel nağmeleri şakıyan bir kuş. Ve o kuş konduğu daldan havalanıp, pırıl pırıl tüylerle kaplı kanatlarıyla uça uça gönlümüze girmek istiyor. O kuş ki, tek kanadı olmasa uçamayacak. Bu yazıdaki Üstad ve Hz. Ömer karşılaştırmasıyla gelişen anlatım, kuşun iki kanadını çırparak uçması gibi, birbirini öyle güzel destekliyor öyle güzel dengede tutuyor ki, manayı bir okuyuşta anlayacak hale getiriyor. En zarif kuşun en zarif hareketlerini izlemek gibi, hoş bir tad, silinmeyecek bir iz bırakıyor zihnimizde.


  17. Şu öss illetinden kurtulduğumdan beri hiçbir can sıkıntısı yaşamadığımı söyleyebilirim. :) Üzerimde büyük bir rahatlık, afiyet, dinginlik, ve bir bünyenin isteyebileceği bütün hoşlukların çoğu var diyebilirim . Devamlı olarak kafamın arka planında bir motor gibi çalışan, zehir zemberek bir ruh halinin bütün beyinsel fonksiyonları da etkilediğini göz önünde bulundurursak, bu halet-i ruhiye çok büyük bir nimet.

     

    Geçmişe dönecek olursam, sıkıldığımda genelde mekân değiştirirdim. Evin içinde kısa turlar düzenlerdim. Ağabeyime takılırdım. :) Ve cihat kardeşim gibi pencereden dışarı bakarak insanları ve tabiatı dinlemek, izlemek, incelemek başlı başına büyük bir zevkti.. İçinde bulunduğunuz ruh halinden uzaklaşmak için mükemmel bir yol..

     

    Önceki gün izlediği dizinin etkisiyle gördüklerini arkadaşı üzerinde denemek isteyen ilköğretim talebeleri, ayağında ayakkabı değil, yırtık bir terlik olan, o yaşta yüzüne büyük bir keder oturtan simitçi çocuğun yanık sesi, şımarık çocuğuyla baş edemeyen ve kendi eliyle yoğurduğu o mahsulü kontrolü altına almak için sadece kaba sesler çıkarmayı becerebilen ebeveynler, sokakların en güzel süsü olan yüzlerinde haylaz bir ifade ile dolaşan kediler- ki bir kedi görmek bütün kederleri dağıtır- kaldırımın üzerine kim bilir ne zaman atılmış, büyük bir sabırsızlıkla yapışacağı ayağı bekleyen bir sakız, kimi zaman çilekeş yalnızlara bile annelik yapamayacak kadar yalnız olan kaldırımlar, sokaklar; kimi zaman ise mahşerden bir kesit. Sokaklar… ve bunlar sadece dış cephelerde kendini gösteren, kırılmayı bekleyen kabuklar..aramızı sadece ince ve saydam bir cam ile ayıran o sokaklarda ne büyük bir dünya var. Ve sadece bir göz atımı uzaklıkta…

×
×
  • Create New...