Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. İsa aleyhisselam bir Yahudi ile yolculuğa çıkar. Yanında üç ekmeği olan Yahudi, göstermeden ekmeğin birini yer. İsa aleyhisselam “Senin üç ekmeğin vardı, biri ne oldu?” diye sorunca Yahudi, “benim ekmeğim iki idi” diyerek yalan söyler...

    Yollarına devam ederken bir cüzzamlı hastaya rastlarlar. İsa aleyhisselam asası ile dokununca hasta iyileşir. İsa aleyhisselam yine ekmeğinin kaç olduğunu sorar. Yahudi “iki” diye cevap verir...

    Bu minval üzere giderken, İsa aleyhisselamın yolda nice mucizelerine şahit olan Yahudi iman etmemekte ısrar eder...

     

    Valinin hasta kızı...

    Bir müddet sonra İsa aleyhisselam bir ağacın gölgesinde uyumaya başlar. O bölgenin valisinin hasta bir kızı vardır. Ölüleri dirilten, hastalara şifa veren zatın kendi memleketine geldiğini duyup aratmaya başlar. Ağacın altında uyumakta olan İsa aleyhisselamın yanına varırlar. Ancak, Yahudi gelenlere “O sizin aradığınız benim, getirin hastayı iyileştireyim” der.

    Hastayı getirdiklerinde asayı vurunca çocuk ölür. Yahudiyi idama mahkum ederler.

    Bu sırada İsa aleyhisselam uykusundan uyanıp asasının kaybolduğunu görür ve biraz sonra da meseleyi öğrenir. Yahudinin asılmak üzere olduğunu görünce:

    -Bu arkadaşımı serbest bırakırsanız, çocuğunuzu biiznillah diriltirim, der.

    Kabul ederler. İsa aleyhisselam ölen çocuğun başına varıp: “Kum bi-iznillah” deyince çocuk hem de hastalıktan kurtulmuş olarak ayağa kalkar.

    Bu mucizeyi de gören Yahudi’de hâlâ iman alameti yoktur...

    Yollarına devam ederler. Bir müddet gittikten sonra beş parça külçe altına rastlarlar. Altınları taksim etmek mümkün olmadığından İsa aleyhisselam:

    -Kimin ekmeği üçse o üç parçasını alsın, iki ekmeği olan da iki parça alsın, der.

    Bu zamana kadar ekmeğinin iki olduğunu ısrarla söyleyen Yahudi:

    -Benim üç ekmeğim vardı. Birisini senden gizli olarak yedim. Ben üç parça almam lazım, der.

    İsa aleyhisselam “beşi de senin olsun” diyerek Yahudi ile olan yol arkadaşlığını bitirir ve oradan gider.

     

    Dünya hırsının sonu!..

    Yahudi sevinç içindeyken yanına iki kişi gelir. Onlar da altınlara ortak olmak isterler. Yahudi bakar ki, kurtulmanın imkânı yok:

    -Siz bekleyin, ben eve gidip, bir araba ve altınları kesmek için de bir testere getireyim, der ve gider.

    Eve varır, karısına zehirli bir börek yaptırıp döner. O iki kişi anlaşıp Yahudiyi öldürürler ve onun getirdiği zehirli böreği de yerler. Yani üçü de dünya hırsıyla son nefeslerini verirler...

    ...

    Vehbi Tülek - Türkiye Gazetesi


  2. İçinde bulunduğu muhite nispeten, gayet gelişmiş bir fikir ve ruh dünyasına sahip. Fakat keşke Üstadın sadece şiirlerini değil, edebi dallardaki diğer eserlerini de okumuş olsaydı. O şiirlerdeki derinliği görebilen biri, diğer eserlerdeki derinlikleri de kavrayacaktır.O zaman anlardı ki, bu yozlaşma ve onur kaybetme 15-20 yıldır baş gösteren bir hadise değil, kökü en derin kuyunun ki kadar derin olan bir geçmişe saplanıyor.


  3. Sırf o kısmı görmek için, o kısma kadarki bölümünü izlemeye dayanabilir miyim, evet sanırım dayanabilirim. haberdar ettiğiniz için teşekkürler.

     

    ...........

    HATIRLA SEVGİLİ

    Bölüm 28 / Yeni Bölüm

    8 Haziran Cuma 22:00'de

     

    BÖLÜM ÖZETİ:

     

    Rüya'nın çocuk felci olması Necdet'i bir karar almaya iter ve Güzide'ye ayrılmak istediğini söyler. Güzide sessizce işten ayrılır ama Necdet onu bulmaya çalışacaktır. Işık'la Yaşar, şair Necip Fazıl Kısakürek'i dinlemeye giderler.Yaşar kendini tanıtmak için Rıza Bey'le görüsmeye gider... ...

    ...........

    Şimdiye kadar yayınlanan 15 bölümüyle; özellikle 1960 ihtilali, yargılama süreci ve en son Andan Menderes’in idamına kadar geçen dönemi tarafsız bir gözle anlatan dizi, 16. bölümünden itibaren 1966 yılından başlayacak ve oyuncu kadrosuna dahil olan yepyeni isimlerle ekrana gelmeye devam edecek.


  4. Bu Kervan Böyle Gitmez

     

    İster beni hoş görün, ister vurun, öldürün,

     

    İster bir cani gibi zindanda süründürün,

     

    Yeter artık illallah, şu yangını söndürün!

     

    Amerikan doları bu yangına kâr etmez!

     

    Be hey Adnan MENDERES, bu kervan böyle gitmez!

     

     

    “I love you America” yazılı her duvarda

     

    Donanmalar taşıdı yığın yığın hovarda,

     

    Kızlarımız dans etti, viski içerek barda,

     

    Kimse görmez bunları, hayâ etmez, ar etmez!...

     

    Be hey Adnan MENDERES, bu kervan böyle gitmez!

     

     

    Bankalar mabed oldu, daktilo sesi dua,

     

    Hırsızlık adet oldu, dalkavukluk ve riya,

     

    Yapmayanlar düz yolda kalıverirler yaya,

     

    Vallahi bilmem amma, bu millet iflah etmez!

     

    Be hey Adnan MENDERES, bu kervan böyle gitmez!

     

     

    Her yerden yükselirken avaza-i sefalet,

     

    Yurdu cennet gösterir, radyo denen piç alet,

     

    Milleti helak eder, vallahi bi delalet!

     

    Zorbalık, namussuzluk kimseye gık dedirtmez

     

    Be hey Adnan MENDERES, bu kervan böyle gitmez!

     

     

    Ben hep Hak’kı haykırdım, sözlerim ağır oldu,

     

    Yazdığım her makale İsmet’e kahır oldu,

     

    Şimdi Adnan MENDERES ondan da sağır oldu!

     

    Bu derde çare lazım, nutuklarla iş bitmez

     

    Be hey Adnan MENDERES, bu kervan böyle gitmez!...

     


  5. Bu şiir nefse hitaben yazılsa, hakettiği yeri bulmuştur derdim. Amma ki, kıvrımlarında şairlik kumaşından parçalar bulunan ve bu parçalarla cümlelere nefis elbiseler biçen bir ruha yazılınca ( ki bu ruh şairin öz ruhu ) zül üstüne zül olmuştur. Bir nazire gerek bu zül'e.


  6. Üstadın bu muhteşem tesbiti, Mümin ile Kafir kitabındaki, tesbit muhtevası olarak birbirine paralel, söyleyiş güzelliği ile de birbiriyle katmanlaşacak olan şu diyaloğu hatırlatır bana.

     

    Kafir- Siz, gerçekten görülemeyecek kadar geri bir mazisiniz.

    Mümin- Hayır, biz gerçekten bakınca görülemeyecek kadar ileri bir istikbaliz!

    • Like 2

  7. Bu şiirde edebi zevkin hası var. Her hafakanı tek tek mercek altına alıp hepsini kanatırcasına açmak, görmek, incelemek, hükmünü vermek sevdası var. Hele de son kıtasındaki şairler geçidi ve koyulan son noktası ile ÖLmenin değil OLmanın peşinde koşarken ölüme kucak açmanın türküsü var. Ve yazdıklarımın sadece hücrenin çekideği kadar bile olmadığı bu koca şiirde koca bir beynin çilesi var.

    Çok etkileyici bir şiir, daha fazla şey yazmak lazım.


  8. Mevlana'nın, "yanmayan, yakamaz" dediği gibi, Üstad'ın yanmaları, kavrulmaları, çileleri, hafakanları, sızıları velhasıl tohumu çatlatacak her ne zorluk varsa tümünü beyninde toplaması, sanki o devirde milyonların çekemediği bütün çilelerin onda toplanması gibidir. Diğer insanların kıymetini bilmediği için elinden alınan fikir çilesi, tek bir insanda toplanmıştı sanki. Ve O, zamanın kendinde ve mekanın ona emanet olduğunun şuurunda olan, Anadolu'nun büyüklüğüne denk bu neslin davasını koyacağı gediğin de Anadolu büyüklüğünde olduğu ve en az Anadolu büyüklüğünde çile çekmesi gerektiğini biliyordu. Öyle bir büyük ateşle yandı ki, bizleri yakabildi.

    Yanmalıyız ki, yakabilelim.

     

     

    BDG kardeşimizin avatarı da çok manidar. Anadolu'nun kapılarının ilk defa açıldığı o günden asırlar sonra, öz yurdumuzda, öz davamıza kapılarını kapayanlara karşı yeniden bir şahlanış ve dirilişle yeniden fetholunması gereken o ruhlara kazınması gereken belki de ilk muşahhas kalıp..


  9. BİRİNCİ PERDE

     

     

     

     

     

    BİRİNCİ TABLO

     

     

     

     

     

    ( Sahne önü…Simsiyah fon…Bomboş…)

     

     

     

    ( Derinlerde, kaynaşan, homurdanan, bağırıp çağıran kalabalıklardan bir uğultu girdabı…)

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Yaşasın meşrutiyet, yaşasın Kanuni Esasi !...

     

     

     

    SESLER – Yaşasın! ..

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Kahrolsun istibdat !...

     

     

     

    SESLER – Kahrolsun!...

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Sarayın dalkavuk fesini yırtmaya gelen keçe külaha selam!... Üstünde “ Ya hürriyet ya ölüm “ yazılı keçe külaha selam !...

     

     

     

    SESLER – Selam, Selam!...

     

     

     

     

     

    ( Sol taraftan, sırtında tüfek, göğsünde çaprazvari iki fişeklik, belinde fişeklik palaska ve kasatura, çarıkları baldırlarının üstüne siyah kordonlarla çaprazvari bağlı, keçe külahlı hürriyet fedaisi çıkar. Beyaz külahında kırmızı bir ay ve üstünde siyah işlemeyle” ya hürriyet ya ölüm “ yazısı… Fedai soldan sağa doğru sert adımlarla yürür. )

     

     

     

    ARKADAN KORO – “ Ordumuz etti yemin

     

    Titredi hak-ü zemin”

     

    …………………

     

    ……………….

     

    ( Fedai sağdan çıkar )

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Millete inanmayanlar yerin dibine batsın!... Ona “ canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi ? “ diyenler, küçük dillerini yutsun !... Artık o, sağlam bir bütün, çelik bir irade halinde karşınızdadır. İşte!...Bakın, gözünüzle görün, elinizle tutun !...

     

     

     

    ( Sağdan, iki büklüm, entarisi üzerine palto giymiş, fesli, sakallı, bastonlu mütekaid tipi…Arkasında, kapkara çarşafı içinde kaybolmuş, ayakları mestli kadın… Onun da arkasında, şilk fesli, tek gözlüklü, kaytan bıyıklı, sivri yaka üzerine papyon kıravatlı, ragon iskarpinleri beyaz kerteli, topuz bastonlu monşer… Daha arkada, siyah ceketi omuzlarında kırmızı kuşaklı bol paçalı, akrep bıyıklı külhan beyi… En arkada, palaspareler içinde, başı önüne eğik sol omzunda bir değnek ve değneğin ucunda bir çıkın, abani sarıklı ihtiyar köylü… Her biri kendilerine mahsus tavır ve edalar içinde yürürler. Uzaklarda bando mızıka, Selanik marşını çalıyor. En öndeki, soldan çıkmak üzereyken mızıka durur. Onlar mıhlanıp kalırlar.)

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Millet, “ben, sen, biz, siz, onlar” değil, bir yekpareliktir. ( Sesleniş yekpareliğe…) Millet, bana bak!...

     

     

     

    ( Beş tipten her biri birbirine bakar ve birbirinde milleti arar. Derken nazarlar köylüde… Köylü aldırmadan yürümekte devam eder. Eliyle selam vere vere önlerinden geçip soldan çıkar. Öbürleri de hayret tavırlarıyla onu takip ederler. Sükut… Uzun durak…)

     

     

     

    HATİBİN HAYKIRIŞI – Yaşasın milli irade, milli birlik!...

     

     

     

    SESLER – Yaşasın, Yaşasın!...

     

     

     

    ( Sükut… durak…)

     

     

     

    [ Uzaklarda cızırtılı bir plak sesi; Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat, aman aman aman!...]

     

     

     

    Işıklar Kararır

     

     

     

     

     

    İKİNCİ TABLO

     

     

     

    ( Tarla ortasında kocaman çınar… Fonda, sınırsız bir toprak zemini ve uzaklarda, narin minareli bir mescit etrafında halkalanmış küçük bir köy… Çınarın önünde birkaç hazır iskemle… Sol dip kçşede çıkıntı halinde, yalnız avlu duvarı görünen bir köy evinin açık kapısı…)

     

     

     

    ( Çınarın yanında yirmi yaşlarında bir genç…Abdullah… Temiz bir köy genci kılığında… Ayakta, dimdik, açık kapıya bakıyor. Kapıdan, bir sopaya dayanmış, sendeliye sendeliye 70’lik baba gelir. Beyaz entarili, Şam hırkalı ve takkeli…)

     

     

     

    ABDULLAH – ( Kapıya doğru ) Baba! Yatağından niçin çıktın ?...

     

     

     

    BABA- ( Gelirken ) Bunaldım!... ( çınarı gösterir) Şu benimle yaşıt çınarın dibinde biraz hava alayım dedim.

     

     

     

    ( Abdullah koşup babasının koluna girer, onu çınara doğru yürütür )

     

     

     

    ABDULLAH- İyi etmedin, ayağa kalkmak seni büsbütün yere serebilir.

     

     

     

    BABA- Sana söyleyeceklerimi söyleyeyim de büsbütün serileyim… Yatağa değil, toprağa…

     

     

     

    ABDULLAH – Daha vaden var, Baba!...

     

     

     

    BABA- Allah bütün vadeleri kaldırdı. Hiçbir şeyin hiçbir vadesi kalmadı.

     

     

     

    ( Abdullah babasını hasır iskemlelerden birine oturtur. Bir iskemle çekip karşısına oturur.)

     

     

     

    BABA- Artık İstanbul’a gönderip okutmaya değmez. Köyde benden ve somuncu hocadan okuduğun kadarı yeter. Gerisini kendi kendine tamamlarsın!...

     

     

     

    BABA – İstanbul’da hayır kalmadı. Medresenin kandillerinden duman tütüyor.

     

     

     

    ( Abdullah cevap vermez. Mahsun gözlerle babasını tartar )

     

     

     

    BABA- Abdülhamid’i devirdiler. Abdülhamid düşmanı Türkler değil, İslam ve Türk düşmanı köksüzler… Görürsün, ne kadar ağır ödeyecekler!... Onlar ödemeyecek, biz ödeyeceğiz! Canımızla, kanımızla, ırzımızla, vatanımızla…

     

     

     

    ABDULLAH – Etme Baba!...

     

     

     

    BABA – Böyle!... 70 yıllık gelişin sonu… Hem de sonun sonu zannetme; ilkin sonu… Ah oğlum, hastaya bile rahat vermeyen bir devir bu… Bak yatabiliyor muyum ?

     

    ( Abdullah’ın başı göğsüne düşer, sükut… Durak…)

     

     

     

    BABA – Şu , Gülhane Hattı denilen meşhur ferman var ya!... Şu mürekkep yalamışların “ Tanzimat é dediği davranış, Gavura yakınlaşma, Gavur taklidinden medet umma davranışı ?... İşte, benim bu köyle ( gösterir) şu çınar ağacıyla beraber doğduğum yıl… Bu 70 yıl içinde neler gördüm, neler!... İlk gençliğimde Abdülmecid, derken Abdülaziz, peşinden Deli Murad, arkasından Abdülhamid…

     

     

     

    ABDULLAH – Tam dört padişah…

     

     

     

    BABA – Babam beni 14 yaşında İstanbul’a götürdüğü zaman, moskof’a karşı Kırım Muharebesi oluyordu. İstanbul, Fransız, İngiliz, İtanyan, telli pullu urbalar, renk renk bayraklarla dolmuştu. Gavur baskını… Gavurların gavuruna karşı öbür gavurların bastığı İstanbul… Hala gözlerimin önünde…

     

     

     

    ABDULLAH – Hünkarı da gözlerinle gördün mü ?...

     

     

     

    BABA – Görmez olur muyum?.. Cuma selamlığında, yaldızlı setresi, sorguçlu fesi, resim gibi bir kırat üzerinde heybetli oturuşuyla o da gözlerimin önünde… O günün sesleri de kulağımda…

     

     

     

    ( Sükut.. Durak…Baba, başını eğmiş, derinlerden ttalı bir nefha hecelercesine durur .)

     

     

     

    DERİNLEREDEN KORO – “ Sivastopol önünde,

     

    Yatan gemiler aman aman.

     

    Atar da nizam topunu,

     

    Yer gök inler…”

     

     

     

    ABDULLAH- Abdülmecid nasıl padişahtı?

     

     

     

    BABA- İlk alafranga padişah… En azgın gavur maskofu köstekleyebilmek için ona hasım gavurlarla bir olmaktan, ona hasım gavurların çıkarına hizmet etmekten başka çareis kalmamış ilk alafranga padişah…

     

     

     

    ABDULLAH- Tam da kendisi.

     

     

     

    BABA- Onun zamanında medreseye yazıldım. Abdülaziz devrinin ilk yıllarına akdar okudum. Sonradan Şeyhü’l – İslam kapısında vazife aldım. Köye hiç dönmedim. Yaralı vatanın haline şehirde ağlayanlardan biri de ben oldum. 37 yaşıma kadar evlenmedim. Vatan derdi, her gün biraz daha hor görülen Müslümanlık acısı beni öylesine sardı ki, nefsimde aile zevkine hiçbir istek bulamadım.

     

     

     

    ABDULLAH- Zavallı babam…

     

     

     

    BABA- Düşün!... Avrupalıya 300 milyon altın borç… Vur patlasın, çal oynasın, sefahet, israf.. Çizgileri, nakışları bir haç’a benzer saraylar… Hem para veren hem de onu mal satarak elimizden alan Avrupanın yutturduğu çürük donanma… Türettiği çürük adam… Her tarafı inmeli, kafatası battal devlet… Moskofun taktığı isimle “ hasta adam” …

     

     

     

    ABDULLAH – Neleri kendine dert edinmişsin baba ?...

     

     

     

    BABA – Eğer sen de aynı derdin hastası olmayacaksan vay halimize ?... Neslim bende kuruyup tükenecek demektir.

     

     

     

    ABDULLAH – ( Coşkun ) Hayır baba, senin neslin kurumayacak! Ben sana layık olmaya, sana layık oğullar yetiştirmeye bakacağım! Hepimiz aynı derdin kazanında pişeceğiz, aynı derdin hastası olacağız!

     

     

     

    BABA – ( Sopasını kaldırır ) Bu derdin ismini de koyun! Şunun, bunun değil, Anadolu’nun derdi …

     

     

     

    ABDULLAH – ( Vecd içinde ) Anadolu’nun derdi…

     

     

     

    BABA - Yüzlerce yıl keşfedilemeyen, hep aynı yabanlar elinde sömürülen, bir türlü kendi kendisinin efendiliğini alamayan Anadolu’nun derdi!... Şuurlandırılamayan dert.

     

     

     

    BABA – Tanzimattan sonrasını şöyle gör : İstanbul’da donanma, düğün dernek, Anadolu’da karanlık, cenaze, kıtlık…Sınırlarda ateş, kan, göç… Her bucakta kargaşalık, kopuş, baş kaldırış… Yürü Anadolulu. Rum illerinin buzlu dağlarında, Arabistan’ın korlu kumlarında ölmeye… Dönüşü olmayan bir gidiş, bir sürülüş, bir sürükleniş… İşte manzara!...

     

     

     

    ABDULLAH – Korkunç!

     

     

     

    BABA – Taşta bile kendisini kullanmak isteyenlere karşı bir tepki, bir mukavemet vardır da onda yoktur. Ondaki, nereye koyarsan orada kalmanın, orayı doldurmanın memuriyeti… Bu halinin de şuuruna sahip değildir. Başına gelenleri hissi ile sezer. Kulak ver!

     

     

     

    ABDULLAH- Korkunç!

     

     

     

    DERİNLERDEN KORO- “Kışlanın önünde redif sesi var,

     

    Bir çift kundura ile bir de fesi var… “

     

     

     

    BABA- O, her zaman şuurundan öksüz yaşayan, ne derin, ne hazin bir seziştir!

     

     

     

    DERİNLEREDEN KORO-“ Havada bulut yok.

     

    Duman nedendir?

     

    Mahallede ölü yok,

     

    Figan nedendir ?

     

     

     

    Adı Yemendir,

     

    Gülü çemendir,

     

    Giden gelmezmiş,

     

    Acep nedendir?...”

     

     

     

    BABA- Güneşli havada dünyayı kapkara gören, her şeye korkunç bir hayretle bakan Anadolu’nun hali… Hesapsız kitapsız harcanma kaderi… Tökezleyen devleti düzlüğe çıkarmak için, çukurları saf Müslüman-Türk cesediyle doldurma borcu…

     

     

     

    ABDULLAH- Ne müthiş!…

     

     

     

    BABA- Hastalığı gören, sahtelikleri anlayan, bu gidişe “ Dur” demek için çabalayan ilk padişah Abdülhamid oldu. Kendi taksiri olmadan öncekilerin hazırladığı Moskof Muharebesini ustalıkla atlatmayı bildi. Ondan sonra da “Hasta Adam’ı “ 33 yıl ayakta tutmayı becerdi. Baba sor 93 harbindeki Türkiye’yi!...

     

    ABDULLAH- Gazi Osman Paşa’nın Karargah bölüğünde çavuşluk ettiğin muharebe…

     

     

     

    BABA- O muharebe !... ( Kapıyı gösterir ) Hatırası da içeride, yatağımın baş ucunda…

     

     

     

    ABDULLAH- 33 yıldır aynı yerde mi duruyor O ?

     

     

     

    BABA- Hep aynı yerde… 93 harbinden sonra şehirden, hüriyet naracılarından alafrangalık simsarlarından öyle tiksindim ki, köye döndüm, evlendim, kendimi toprağa verdim, bir daha köyden çıkmadım. ( Durak ) Çocuklarım yaşamadı ( Abdullah’ı gösterir ) Bu yaşa gelebilen bir sen oldun. Sen çocuğum… Giderayak emanetimi teslim edebileceğim biricik kafadarım…

     

     

     

    ABDULLAH- İyiye götürsün diyelim !...

     

     

     

    ( Baba, sopasına dayanarak öfkeyle ayağa kalkar. Abdullah da beraber…)

     

     

     

    BABA- Hala anlamıyor musun? Avrupalı kızağından inme, kaptanı Yahudi, çarkçısı mason, tayfası dönme, rotası dinsizlik, hürriyet gemisinden ne bekliyorsun?... Eğer tez zamanda, beş-on yıl içinde bu gemi, yolcusu milletle beraber kayalara oturmazsa şaşmak lazım…. Ben göremem amma sen görürsün! Bana da rahmet okursun!

     

     

     

    ( Sağ taraftan uzak bir davul zurna sesi… Abdullah ve babası o tarafa bakarlar.)

     

     

     

    ABDULLAH-( Sırtı babasına dönük) Köyde bayram var…

     

     

     

    BABA-Ne bayramı?...

     

     

     

    ABDULLAH- Her halde hürriyet bayramı..

     

     

     

    BABA – Canbazhanede, kamçı altında, tasmalı hayvanlara oynatılan hürriyet oyunu… Buraya kadar sızmış öyle mi?...

     

     

     

    ABDULLAH- ( Hep o vaziyette ) Muhtar geliyor ! Yanında bir de jandarma!

     

     

     

    BABA – Süngülü hürriyet !... Yoksa bizi de mi oynatacaklar bu oyunda?...

     

     

     

    ABDULLAH – Bilmem, işte geldiler..

     

     

     

    ( Sağdan muhtar gelir. Arkasında jandarma… davul zurna esi kesilir)

     

     

     

    MUHTAR - ( Babaya) Selamün Aleyküm, efendi baba!

     

     

     

    BABA- Aleyküm selam, muhtar efendi!

     

     

     

    MUHTAR- Kaymakamlıktan emir var… Köylü şenlik yapacak..

     

     

     

    BABA- Varsın yapsın…

     

     

     

    MUHTAR – Sen de köy meydanında vaaz vereceksin !

     

     

     

    BABA- Ben hastayım.. Ytağımdan şimdi kalktım. Hem farzet ki, dipdiriyim; yine girmem böyle işlere …

     

     

     

    MUHTAR- Niçin girmezmişsin?

     

     

     

    BABA- Hürriyet nedir bilmem de onun için !...

     

     

     

    MUHTAR – Bilmez olur musun? Sen bu köyün kafası değil misin ?

     

     

     

    BABA- Şimdi söz kafada değil, ayak tabanında !

     

     

     

    MUHTAR – Bu nasıl söz ?... Ya sana irtica taraflısı, istibdat isteklisi derlerse ?...

     

     

     

    BABA- Ne derlerse desinler!... Yeni hürriyet modasının usullerinden biri de zoru altına girmeyenleri mürteci, müstebid diye damgalamak… Kuzum, ben hür müyüm, değil miyim?

     

     

     

    MUHTAR – Elbette hürsün !

     

     

     

    BABA- Öyleyse niçin istediğim gibi düşünemiyorum ?

     

     

     

    MUHTAR- Olmaz! Böyle hürriyet olmaz ! Kaymakam köyde … Ben senin bu sözlerini kendisine söylerim. Korkarım, seni tevkif ettirmesin!...

     

     

     

    BABA- Aman söyle !... Beni tevkif ettirsin de hürriyetin ne olduğu anlaşılsın…

     

     

     

    ( Muhtar hiddetle dönüp sağdan çıkar. Jandarma onu takip eder. Abdullah babasına döner. Baba yorgun, bir iskemleye çöker )

     

     

     

    BABA – İstibdatın doğrusunu söyleyip insanı çarmıha geren şekil… Bu bir… Bir de hürriyetin yalanını söyleyip kazığa oturtan şekil… Bu da iki.. Aralarında ne fark olabilir ?

     

     

     

    ABDULLAH- İkisi de birbirinden beter.

     

     

     

    BABA- ( Haykırarak ) Hayır ! Birincide yalnız vücudumuz kesilip doğranırken , öbüründe hem vücudumuz, hem de ruhumuz parçalanır. Yalana inanmak zorunun ruh acısı… Ondan üstün acı olmaz oğlum! İşte şimdi bu acının devri açıldı. Davullarla zurnalarla bu yeni devri kutluyorlar.

     

     

     

    ( Uzaktan, davul zurna sesi… Baba ve oğul karşı karşıya bu sesi dinlerler. Uzun durak…)

     

     

     

    BABA – Sana iki vasiyetim var oğlum !...

     

     

     

    ABDULLAH- Emret baba !

     

     

     

    BABA- Git de içeride yatağımın baş ucundaki hatırayı getir !

     

     

     

    ( Abdullah fırlar, açık kapıdan dalar. Baba, dalgın, düşünüyor; uzakta tüfek sesleri, bağrışmalar, “Yaşa” nidaları… Davul zurna susar. Açık kapıdan koşarak elinde bir tüfek, Abdullah gelir )

     

     

     

    BABA- ( Sağ elini uzatmış ) ver şu köhne tüfeği bana !.. Otur yanıma!...

     

     

     

    ( Abdullah tüfeği babasına verip, yanındaki iskemleye ilişir)

     

     

     

    BABA – İşte 93 harbinde kullandığım tüfek… Onu bana Paşa hediye etti.

     

     

     

    ( Baba tüfeği kucağına alıp aşık gözlerle süzer )

     

     

     

    BABA – Bu günün mavzeri önünde köhne ama, o günün kız gibi taze martin tüfeği… Dipçiğindeki oyuk çizgilere dikkat ediyor musun ?...

     

     

     

    ABDULLAH – Bu işaretlerin ne olduğunu hep sordum ama söylemedin..” Günü gelince öğrenirsin ! “ dedin.

     

     

     

    BABA- Günü şimdi geldi. Paşa o işaretlerin yüzü suyu hürmetine hediye etti bana… Ne idi o Plevne’de bir avuç Anadolulu’nun başlarında yine Anadolulu bir kahraman, on misli moskofa karşı gösterdiği arslanlık!

     

     

     

    ( Durak… Koro, Gazi Osman Paşa Türküsünün bir dörtlüğünü söyler )

     

     

     

    BABA- ( Eli, tüfeğin dipçiğindeki çizgilerede ) Bu çizgilerin her biri, benim, Plevnede kurşunumu yiyip devrildiğini gördüğüm bir moskofa ait…Gözümle görmediklerim cabası.

     

     

     

    ABDULLAH- ( Heyecanlı ) Ne diyorsun baba !

     

     

     

    BABA- Evet… tam 8 çizgi… bu köhne tüfeğin üstüne, köhne tüfeğin zaferi olarak 9’uncu çizgiyi senin çekmeni istiyorum. Birinci vasiyetim bu!...

     

     

     

    ABDULLAH- Ben mi arayıp bir Moskof öldüreceğim?... Arada harp yok, bir şey yok…

     

     

     

    BABA- Nasıl olsa olur. Nasıl olsa Moskof Türkiyenin bu perişan halinden faydalanmaya kalkar. Bu tüfekle ve gözün göre göre bir Moskof öldürürsen ruhumu şad edersin!... Sayılarda Kemal 9’dadır. Kemal sayısını sen yerine getir. Öyle bir Moskof devir ki, senin birin, benim sekizimden üstün olsun !...

     

     

     

    ABDULLAH- Ya karşılaşmazsam ?...

     

     

     

    BABA- Mutlaka karşılaşırsın!... Ya kendi toprağında, ya da onun toprağında.. Daha olağanı, kendi toprağında… moskofla karşılaşmamak ne mümkün ?... Sen bulamazsan, o seni bulur. O senin kök düşmanın, kökünün düşmanı…

     

     

     

    ABDULLAH- ( Parlar ) Vasiyetini ateşten harflerle ciğerime kazıyorum baba !

     

     

     

    BABA- Bu köhne tüfeği, benim 33 yıl yaptığım gibi, senede bir-iki sefer söküp yağlarsın. Yeni doğmuş bir çocuğa bakarcasına onu pamuklar içinde korursun.

     

     

     

    ABDULLAH- Evet baba !...

     

     

     

    BABA- Onun tüfek olarak eskiliğine, yeniliğine bakma! Manasına bak ! Onda, köhne sanılan bir görünüş içinde, hiçbir keşfin ulaşamayacağı bir marifet yattığını isbat edeceksin. Bize de, Müslümanlığa da köhne demiyorlar mı ?... İşte sen, o ebedi yeniliği, köhne sanılan bir görüşü ortaya koyacaksın!... Bu tüfeğin alet tarafını geç, remzine dikkat et !... ( Tüfeği uzatır ) Al !..

     

    ( Abdullah atılıp tüfeği alır, göğsüne dayar)

     

     

     

    BABA- Mezar taşımın üzerine, adımın üstüne “ moskoftan öç alındığını göremeden gözleri açık giden” diye yazsınlar… Türk çocuklarına dünyaya geldikleri dakikada öğretin : Moskof düşmanlığı kokmayan ana sütünü emmesinler !...

     

    ( Abdullah elini yüzünden çeker. Çelikten bir azim ve irade tavrı ile babasına bakar )

     

     

     

    BABA- İkinci vasiyetim hemen evlenmen, çoluk çocuk sahibi olman, kendini oğluna geçirmen… Onu ve ardından gelecekleri birbiri peşinden aynı geçirişlere memur etmen. Güvercin yumurtasından akrep çıkmaya başlayan bu devirde bilmem bu işi ne dereceye kadar başarabilirsin . Allah yardımcın olsun!...

     

     

     

    ABDULLAH – Amin babacığım !

     

     

     

    BABA- Toprağa bağlan!... Okuyup bilmekte şehirliyi aş, fakat şehirde gözün olmasın… Topraktan kitaba, kitaptan toprağa… Başka işe yer verme !... ( Durak ) Köylüye onun diliyle seslen, dünyayı ona, onun kafasına göre anlat… ( Durak ) Batı adamı aya gitse, yıldızlara kemend atsa, ona inanma!... ( Durak ) Onun marifetini öğren, ruhunu ondan koru !... Ah,Ah oğlum ah!...

     

     

     

    ( Babanın başı, fikir hafakanı geçiriyormuş gibi göğsüne düşer. Edasında keskin bir ızdırap )

     

     

     

    ABDULLAH- Söyle baba, söyle !

     

     

     

    BABA- Asırlardır kökümüzden uzaklaşmak yolundayız. Boşlukta koptuğumuz güneşi arar gibi bir hal… Düşe düşe, geze geze, döne döne güneşe yol bulabilecek miyiz, bilmem !... ( Durak ) Bütün bir tarih, bizi dışımızdan toslaya toslaya yıkamayan Avrupalının, şimdi hürriyet öksesi ile içimizden avlamaya kalktığı gün… ( Durak ) Hayvan hürriyeti ile değil, insan hürriyeti ile hür olmayı, yani hakikate boyun eğmeyi ne gün öğreneceğiz?... ( Uzun durak… Baba kendini hayran hayran dinleyen Abdullah’a sıcak nazarlarla bakıp elini uzatır ) Gel oğlum, başını dizlerime daya da sana bir şeyler söyleyeyim.

     

     

     

    ( Abdullah tüfeği iskemleye bırakıp çömelir, atılır, başını babasının dizine dayar, yüzü seyirciden yana…)

     

     

     

    BABA- ( Eli oğlunun başında, gözleri ufukta ) Bir büyük adam demiş ki: “ Hürriyet, kendisine aykırı hürriyetleri kabul etmedikçe Hürriyet olamaz. “ Ne dersin !

     

     

     

    ABDULLAH- Tabi olamaz !

     

     

     

    BABA- Böyle bir şeyi kabul edebilecek bir hürriyet var mıdır ?

     

     

     

    ABDULLAH- Kabil mi, olamaz ki!...

     

     

     

    BABA- Öyle ise hürriyet yok, hakikat var… Gerisi göz bağcılığı… Anladın mı Abdullah?...

     

     

     

    ( Baba kaskatı bir vecd içinde ufuklara bakmakta ve Abdullah’ın saçlarını okşamakta.)

     

     

     

     

     

    PERDE

     

     

     

     

     

    İKİNCİ PERDE

     

     

     

    ( Sahne önü… Simsiyah fon… Bomboş…)

     

     

     

    ( soldan, sırtında sağ eliyle tuttuğu, kocaman yuvarlak bir levha üzerinde eski rakamlarla “1328” yazılı, başı sargılı, göğsü bağrı açık, üniforması yırtık pırtık, ayakları sarıklı, saç sakal birbirine karışmış, silahsız bir nefer çıkar. İki büklüm, sağa doğru yürür. )

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ – Ben Abdullah… Balkan harbi… Çatalcadayım… Mekteplerde Türk namusunun lekelendiğini itiraf edecek kadar zillete düştüler.

     

     

     

    DERİNLERDEN KORO – “ Camilere haç takıldı,

     

    Minareler hep yakıldı,

     

    Binüçyüz Yirmi sekizde,

     

    Türk namusu lekelendi.

     

    Of!...

     

     

     

    ( Nefer sağdan çıkar, uzun durak… Sağdan, sırtında sol eliyle tuttuğu, kocaman yuvarlak bir levha üzerinde eski rakamlarla”1331” yazılı, her tarafı kan içinde, başı kalpaklı, çıplak ayaklı, silahsız bir nefer çıkar. Eli göğsündeki yarasında, adım başında sendeleyere sol tarafa doğru yürür. )

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… Dünya savaşı !... Filistin cephesindeyim. Galiçya’dan Çanakkale’ye, Erzurum’un Allahü Ekber dağlarından Sina çöllerine kadar uzanan oluklarda Türk kanı… 24 saatte iki kuru zeytin ve yarım peksimet… Bir de annelere okutulan maval…

     

     

     

    DERİNLERDEN KORO- “ Sütüm sana helal olmaz,

     

    Saldırmazsan düşmana! “

     

     

     

    ( Nefer soldan çıkar. Uzun durak… Derinlerde, bir kağnı kervanından gelen acı sesler… Gıcırtılar… Soldan, sımsıkı örtülü, yeldirmeli, mintanlı, şalvarlı değişik kılıklarda üç köylü kadını… Sırtlarında kocaman top mermileri… En arkadakinin elinde, kocaman yuvarlak bir levhada eski rakamlarla “1337 “ …)

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… İstiklal Harbi…Afyondayım…Bütün ümit Ankara’da…

     

     

     

    DERİNLERDEN KORO – Ankaranın taşına bak !...

     

    Gözlerimin yaşına bak!

     

     

     

     

     

    ( Köylü kadınlar sağdan çıkar. Uzun durak… Sağdan koltuğunda, kocaman yuvarlak bir levhada eski rakamlarla “1339 – 1923 “ yazısı, aba üniformalı, aba serpuşlu, ayakları poturlu, silahı sol omzunda asılı, dik ve heyvetli, “ Kuvayi Milliye “ neferi çıkar. Soldan da aynı anda, siyah astragan kalpaklı, post bıyıklı ilk meclis üyesi… Karşılıklı gülerler. )

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… Cumhuriyet!... Feshin yerinde şimdi astragan kalpak.. Ve daha nelerin yerinde neler!... Dudaklarda batılı bir marş…

     

     

     

    ( Nefer ve mebus yürürken, derinlerden koro “ dağ başını duman almış” marşını söylemekte… Marş söylenirken nefer ve mebus orta yerde birleşirler. Nefer, mebus’a sert bir baş selamı verir. Mebus elini kalpağına götürerek selamı alır. Ayrılırlar, yürürler, marşın sonunda, nefer soldan, mebus sağdan, çıkarlar. Uzun durak… )

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Köye dönüyorum. Değişmeleri oradan takip edeceğim.

     

     

     

    ( Durak… Sağdan, sol elinde yeni rakamlarla “ 1930 “ yazılı kocaman, yuvarlak bir levha, palaspareler içinde birinci tablodaki köylü görünür. Farkı başındaki yampiri kasketten ibaret… Soldan da, aynı anda, melon şapkalı adam… Onun da sağ elinde kocaman, yuvarlak bir levha üzerinde, 40 cm boyunca bir “ A “ harfi… Yürürler.)

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Köydeyim. Astragan kalpak yerini şapkaya bıraktı. Elifin yerini de “ A “ harfi aldı.

     

     

     

    ( Köylü ve melon şapkalı adam orta yerde birleşirler… Melon şapkalı adam şapkasını afili bir tarzda çıkarıp köylüye kandilli bir selam çakar. Köylü ona hayretle bakıp, elini kasketine atar, acemi ve tutuk bir eda ile kasketi havada dalgalandırarak melon şapkayı taklide çalışır. Yürürler. )

     

     

     

    ABDULLAHIN SESİ- Köylü efendimiz, köylü efendimiz !... Gök,deniz, ağaç ve kuşla beraber sen daima yerli yerindesin!... Bense köyümde, babamın vasiyeti gereğince, toprakla kitap arasında gidip gelmekteyim…

     

     

     

    Işıklar Kararır


  10. Sultanı şuara, üstad Necip Fazıl Kısakürek'i, dünyaya gelişinin 103. yıldönümünde AKRA FM'de çeşitli programlarla anıyoruz.

     

    Büyük şair ve fikir adamı Necip Fazıl Kıkasürek’in şiirinin, nesrinin, fikirlerinin ve eserlerinin anlatıldığı sohbet, söyleşi ve belgesellerden oluşan programlarımızı yarın/bugün AKRA FM'den takip edebilirsiniz.

     

     

    AKRA FM’DE 26 MAYIS 2007 CUMARTESİ NFK ÖZEL YAYIN AKIŞI:

     

     

    09.30 - 09.45 Tarihten İzler, Necip Fazıl Özel

    Programda kronolojik yöntemle Necip Fazıl Kısakürek’in hayatı anlatılıyor.

     

    10.00- 11.00 AKRAdaşım, Necip Fazıl Özel

    Çocukların dilinden Necip Fazıl Kısakürek’in hayatı ve şiirleri minik dinleyicilere aktarılıyor.

     

    13.15 – 14.00 Necip Fazıl Kısakürek’in Şiirleri

    Necip Fazıl Kısakürek’in seslendirilmemiş şiirleri, özel prodüksiyonla hazırlanıp dinleyicilerin beğenisine sunuluyor.

     

    14.10 – 15.00 Yarışma Aktif, Necip Fazıl Özel

    Programda Necip Fazıl Kısakürek’in hayatına, şiirlerine ve eserlerine dair sorular ön plana çıkıyor.

     

    15.00 – 15.45 Necip Fazıl Özel Sohbeti

    Merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin 12. Mart 1993 tarihinde verdikleri, “Örnek Bir Şahsiyet Olarak Necip Fazıl Kısakürek” konferansı dinleyicilerin istifadesine sunuluyor.

     

    15.45 – 16.00 Tarihten İzler Necip Fazıl Özel

    Programda kronolojik yöntemle Necip Fazıl Kısakürek’in hayatı anlatılıyor.

     

    16.00 – 18.00 Kültürden İrfana, Necip Fazıl Kısakürek Özel

    Ömer Faruk Tuna’nın ev sahipliğinde yazar Mehmet Niyazi Özdemir’in konuk olduğu programda “Necip Fazıl’lın Eserlerinin Edebi Yönü ve Medeniyet Bilinci” anlatılıyor.

     

    19.00 – 20.00 Genç AKRA, Necip Fazıl Özel

    Necip Fazıl Kısakürek’in hayatından kesitlerin anlatıldığı programda, üstadın fikri yapısı ve gençlere

    sağladığı açılımlara yer veriliyor.

     

    20.00 – 21.00 Necip Fazıl Kısakürek Belgeseli

    Necip Fazıl’ın ayrıntılı hayatı anlatılırken, şiirlerinden ve eserlerinden kesitler yer alıyor.

     

    21.10 – 22.00 Necip Fazıl Kısakürek Özel Sohbeti

    Merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin 14 Mayıs 1992 tarihinde Fırat Kültür Merkezi’nde

    verdikleri “Necip Fazıl Kısakürek ve İslam’a Hizmet” konulu konferansı dinleyicilerin istifadesine

    sunuluyor.

     

    22.00 – 23.30 Tefekkur Vakti, Necip Fazıl Özel

    Programda Necip Fazıl’in eserlerinin özelliklerinden bahsediliyor.

     

    23.30 – 24.00 Necip Fazıl Kısakürek Şiirleri

    Necip Fazıl Kısakürek’in seslendirilmemiş şiirleri, özel prodüksiyonla hazırlanıp dinleyicilerin

    beğenisine sunuluyor.

     

    24.00 – 01.30 Necip Fazıl Kısakürek Özel Söyleşisi

    Üstadın oğlu Mehmet Kısakürek ile şair ve yazar Mustafa Miyasoğlu’nun katıldığı programda Necip Fazıl Kısakürek’in hayatı, şiirleri, fikirleri ve eserleri anlatılıyor.

     

    04.00 – 06.00 Kültürden İrfana, Necip Fazıl Özel

    Gece çalışan ve yurtdışında yaşayan dinleyicilerimiz için saat 16.00’daki programın tekrarı...

     


  11. Yahudi ve masonların ellerinde bulundurdukları, sinema, televizyon, basın ve türlü iletişim aracı, onlar tarafından kültür imha ve hatta İslamı imha ( bunu başaramayacaklar Allahın izniyle ) silahı olarak kullanılıyor. Bizim sinemalardaki İslami kıymetleri aşağılayıcı ve İslama aykırı ögeleri yüceltici her türlü kir, onların elinden çıkmakta. Bunları izleyen yoz topluma bir de batı (hristiyan)hayranlığı uyandırıcı şeyler izlettirilmeli ve okutulmalı ki, boşalan ruhun örnek alma, hayranlık duyma ihtiyacı karşılanabilsin. Yahudinin eline geçen her türlü cihaz; bölme, yıkma, yok etme gayesi için kullanılan bir alet haline geliyor. Ama en önemlisi, bu aletlerin üzerlerinde kullanılacağı bir toplumun olması.. Bu memleketin insanı kendi dalını, kökünü inkar ediyorken çürük meyve yetiştirmek için bundan iyi fırsat olur mu. Az çalışmadılar hani bunları kanıksayacak ve kabullenecek bir toplum oluşturmak için..

     

     

     

    Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya,

     

    Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..


  12. Rudyard Kipling'in bir yazısıymış. Hayatın her anına hazır olmak konusunda oğluna bulunduğu bu tavsiyeler, Vehbi Vakkasoğlu'nun Üzüntüsüz Yaşamak kitabında da yer alıyormuş. Ve bu kitap hayata farklı gözle bakmayı ve üzüntüyü yenmeyi sağlıyormuş.. :angry:


  13. Eğer Battalgazi,Karamurat batı yapımı olsaydı onları hayran hayran izler, şu saçmalıklar da bizim olsaydı onlarla dalga geçerdik. Neden, çünkü benliğini, kimliğini, kökünü reddetmeye itilen bir toplumuz. İttirmeyin kendinizi, dik durun :angry:


  14. Üstad, İslam yolunda öyle bir çile çekip, bu çile uğruna öyle bir yandı ki, ruhta batan ve aslında İslam nizamının olmadığı ve günlük yaşamın her yerindeki o eksiklik duygusunu hisseden insanların, Üstad’ın eserlerindeki yırtınış, kıvranış, gerçekleri haykırış seslerini önce yüreklerinde hissetmemeleri, sonra kafalarında akletmemeleri, sonra da aksiyonlerlik oluşumuyla harekete geçmemeleri düşünülemez.

     

    Evet, Üstad’ı okuduğumuzda aklediyoruz, hissediyoruz, bozuk olan herşeye isyan ediyoruz ve bu uyanışla birlikte ruhumuz bedenimizi esir alıp harekete geçmek için çırpınıyor. Kolları makas gibi açıp haykırmak, gafletten boğulanlara ölümü hatırlatmak, en büyük gayesini unutana el uzatmak isteği içinde belki bir küçük çırpınış yaşıyoruz. Fakat yetiyor mu, tabi ki hayır. Olamayışın, varamayışın acısıdır bu biraz da.


  15. aşk-ı kudreti... kudret kelimesinin sonundaki -i, hal eki tahminim. nesne yapan ek.

    Sandım ki çözeceğim ben bu aşk-ı kudreti. -- neyi çözeceğim: aşk-ı kudreti çözeceğim.

    Tabi şair en doğrusunu bilir :angry:

×
×
  • Create New...