Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Posts posted by Muvazene


  1. Aşkını kaybetmiştir, ona Aşk lazımdır. Belki de hiç bulamamıştır onu. Bulma sevdasına düşmemiştir...

     

    "Allah aşka öyle bir kuvvet ihsan etti ki, bâtıla, yanlışa, faniye bile aşkla bağlanmanın kuvveti, imtiyazı var... Aşksız adam pörsümeye ve aşksız cemiyet sönmeye mahkum..." Necip Fazıl..


  2. Bir akşam yine böyle bir şey için sahneye koştu ve Muhsin’i locasında, üzerinde beyaz bir

     

    bornozla gördü. Tenkidini yaptı. O zaman Muhsin bornozunu açtı ve koltuğunun altındaki

     

    dereceyi gösterdi: 38 ateş... ‘Bak’ dedi Muhsin, ‘ben bu ateşle oynuyorum senin eserini, hasta

     

    da değilim.’ Adeta ateşi eserin verdiğini ima eden bu tavır karşısında Mistik Şair, düştüğü

     

    hasis hesaplardan utandı ve af diledi.’

     

    Necip Fazıl’ın mürşidi Abdulhakim Arvasi hazretleri, oyunu seyretmesi için yakınlarından

     

    Muhib ile nedimi Şakir’i gönderir. Şair, bunu büyük bir takdir nişanesi olarak niteler. Oyunu

     

    seyredenlerden Galatasaray hocası Berjo, locaların arkasından sahneye dalar ve Necip Fazıl’ın

     

    omuzuna dokunarak, ‘azizim’ der, ‘senin yerin Fransa, sen orada olmalısın.’

     

    Bir Adam Yaratmak, sahnelendiği dönemde gerçekten de aşırı biçimde ilgi toplar. Burhan

     

    Toprak, eseri, ‘eser mi şaheser mi?’ sorusuyla yüceltir. Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Avrupa’da

     

    tedavi görmekte olan kızına yazdığı mektupta, oyundan söz eder. İlginç bir tepki Ahmet Emin

     

    Yalman’dan gelecektir. Necip Fazıl’dan izleyelim: ‘Temsil esnasında bir gün Ahmet Emin

     

    Yalman İş Bankasına gelecek, Mistik Şair’e kartını gönderip kabul edilecek ve suratında

     

    vasıflandırılması çok zor bir tebessüm, Mistik Şair’e diyecektir ki, ‘herkes, piyesinizdeki

     

    gazete patronunun beni hedef tuttuğunu, misal aldığını söylüyor. Karısı da benim

     

    karımmış...Doğru mu?’ Mistik Şair nefretle dolacaktır: ‘Ahmet Emin bey, böyle bir şüpheniz

     

    olsa bunu nasıl sorabilirsiniz? Türklük anane ve ahlakında, karısına dil uzatan bu türlü bir

     

    adama karşı, ya anlamamazlıktan gelme, yahut o adamı çekip vurma vardır. Fakat böyle bir

     

    şey, sizi ve karınızı bir kere bile görmemiş bir adama nasıl sorulur? Hangi haya ve iffet

     

    duygusuna sığdırılabilir? Siz Babıali’yi ne kadar da renklendiren bir insansınız.’

     

    Bir Adam Yaratmak, sahnelendiği günlerde basında hayli yankı bulur. Çok sayıda haber,

     

    değerlendirme ve eleştiri yayımlanır. Bu yorumlar arasında bir gezinti yapmak, dönemin

     

    atmosferini yansıtmak bakımından yerinde olacaktır. Varlık dergisinin 119. sayısında

     

    yayımlanan ‘Bir Adam Yaratmak Münasebetiyle’ başlıklı yazısında Ali Rıza Korap, eserin

     

    içerik ve dil açısından kapsamlı bir tahlilini yapar. Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak’la, sıkı

     

    bir eser ‘yaratmış’ olduğunu belirten Korap şöyle der: ‘Necip Fazıl Kısakürek,s bu suretle,

     

    kavranması zor olan hayat felsefesinin bir kısmını çetin çalışmadan sonra, eserinde çok iyi

     

    çizebilen bir ressam olduğunu isbat etti. Eserini hakikaten çok sevdiğini gösterdi. Çünkü onu

     

    kendi kendine ve karşısındaki benliğine seyir ve kontrol ettirdi. Evvela hem seyreden, hem

     

    seyredilen kendisi oldu. Tıpkı psikolojinin entrospeksyon metodunda olduğu gibi. Bunu iyice

     

    tatbike çalıştıktan sonra eseri objektif tecrübeye teslim etti. Kendi kendine tenkid edilmiş bir

     

    eser.s Necip Fazıl’ın ilk piyesi olan Tohum’un bu seferki itinalı inkişafı tabii tekamülünü

     

    takip ederse, herhalde üçüncü eserinde sanatkar hem kendisini, hem de insanları tanımak ve

     

    tanıtmakta olgunlaşacak. Tohum şimdi büyümüş, rüşd çağına girmiş oluyor.’ Hüsrev’in

     

    ‘mahalli’ değil, ‘evrensel’ bir tip olduğunu belirten Korap, yazısını şöyle noktalar: ‘Eser,

     

    memleketimizde yeni bir tiyatro havası uyandırmağa namzettir. Böyle verimler devam ederse,

     

    tiyatromuz beynelmilel sahne aleminin üyesi olabilecektir.’

     

    Orhan Burian, Yücel’in 102. sayısında, eserin ‘Strindberg’i andıran bir havaya sahip

     

    olduğunu’ ileri sürer. Burian’a göre, Bir Adam Yaratmak, ‘tiyatro eserlerimizin en

     

    başarılısıdır.’ Oyunun kuruluşunun sağlam olduğunu söyler: ‘Hüsrev’in kendi kendine dalıp

     

    konuşuşları hiç aykırı kaçmıyor. Oyunun meselesi, insanı gerek düşündürmek, gerek harekete

     

    getirmek bakımından ağırlığı olan bir mesele. Bir tesadüfün sebep olduğu kaza, kahramanı

     

    alçak tazyikli bir siklon sahası haline getiriyor. Yeğenini bilmeden öldüren Hüsrev, bir şey

     

    yapmamakta, yalnız düşünüp kurmakta, oysa etrafındakilerin her birinden, annesinden,

     

    dostundan, gazetecisinden, hepsinden ona tesir etmek kararıyla türlü türlü rüzgarlar esmekte.

     

    Sonunda da bu fırtına, Hamlet gibi baba kompleksi olan bu kahramanı yok ediyor.’

     

    Bir Adam Yaratmak’a yönelik bir eleştirel çözümleme, Özdemir Nutku’ya aittir. Oyunu,

     

    İbsen’in Hortlaklar’ına benzeten Nutku, bunun tutum olarak böyle olduğunu, yoksa Necip

     

    Fazıl’la İbsen arasında ciddi bir ayrım bulunduğunu söyler. Bir Adam Yaratmak’ta, Necip

     

    Fazıl’ın Tohum’da düştüğü kimi yanlışlardan uzaklaşmış olduğunu belirten Nutku, şöyle

     

    sürdürür: ‘Bir Adam Yaratmak’ta, ikinci önemde olan kişiler, biraz daha açıklık kazanmışlar.

     

    Her ne kadar boyut kazanmışsalar da bu boyutlar üzerinde işlenmemiş. Hüsrev’den başka

     

    Şeref ve Nevzat gibi önemli kişiler üzerinde gereğince durulmamış. İşte Kısakürek’in teşrih

     

    ameliyesi, bunun için yer yer kısır kalıyor. Kısakürek, yalnız Hüsrev’le yakından ilgileniyor.’

     

    Diyalog konusunda Necip Fazıl’ın son derece ustalaşmış olduğunu vurgulayan Nutku, bu

     

    eseriyle dramatik yönden de olgunlaştığını belirtir: kısakürek’in bu eserleriyle en çok başarıya

     

    ulaştığı şey, konuşmalarda ekonomi sağlanmış olmasıdır. (...) Kısakürek, bir başka yönden de

     

    ustalaşmıştır bu oyunda. Eserin dramatik gücünü sağlayacak imajı sağlaması düzenli bir

     

    şekilde örneğin daha eserin ilk başlarında ‘ölüm’ imajı ile karşılaşırız. Ve bu, oyun ilerledikçe

     

    koyulaşarak bizi Hüsrev’de kalıplaşan düşünceye götürür.’

     

    Bir Adam Yaratmak, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda yıllar sonra (Ekim.2002) Mahmut

     

    Gökgöz’ün yönetiminde yeniden sahnelenir.

     

    Bu, şairin oğlu ve varisi Mehmet Kısakürek’le eseri sahneleyen kurum ve kişiler arasında,

     

    hukuki süreçler de dahil olmak üzere gerilimli bir tartışmayı da beraberinde getirir. Bunun

     

    öyküsüne, yazının sonunda döneceğim.

     

    Necip Fazıl’ın kısa bir süre sahnelenen ve kaldırılan kimi oyunlarıyla, sahnelenmesi için

     

    başvuruda bulunulup ne Şehir ne de Devlet Tiyatrolarınca sahnelenmeyen oyunlarına

     

    değinmekte yarar var.

     

    Kültür Dünyası dergisinin 1. sayısında (Mayıs.1997) yer alan ‘Tiyatroda Necip Fazıl’ başlıklı

     

    Yazısında Abdurrahman Şen’e göre, ‘(...) birileri çıkar ve çok iyi iş yaptığı günlerde Bir

     

    Adam Yaratmak’ı gösterimden kaldırır. Muhsin Ertuğrul da, o günden sonra bir daha Necip

     

    Fazıl’ın oyunlarını oynamaz ve sahnelemez...Fakat yine de Necip Fazıl’ın eserleri, 1949 yılına

     

    kadar Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenir. Üstad, 15 yıllık aradan sonra Ahşap Konak’la yeniden

     

    tiyatroya döner, birbirinden önemli tezleri ve mesajları olan eserlerini yazar. Fakat Şehir

     

    Tiyatroları, perdelerini Necip Fazıl’a tamamen kapatır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 27

     

    Mart 1994 sonrasındaki yönetiminden Necip Fazıl oyunlarına ‘yeşil ışık’ yakılacağı

     

    beklentileri de boşa çıkar. Bir başka belediye kuruluşu olan Gösteri Sanatları Merkezi

     

    1997’nin ilk aylarında Ahşap Konak’ı sahnelemeye başlar. Ancak gösterilen ilgi, hakkında

     

    yapılan yorumlar ciddi tartışmalara açık yaklaşımlardır.’

     

    Şen’in yazısında Abdulhamid Han oyununa ilişkin bir bilgi de tekrarlanmaktadır. Daha önce

     

    değindiğimiz üzere, Necip Fazıl’ın tiyatrolarının çoğu, amatör gruplarca, çeşitli etkinlikler

     

    kapsamında özellikle taşrada çok sahnelenmiştir. Fakat bu, daha profesyonelce bir çaba olarak

     

    anılmalıdır. Üstün İnanç ve arkadaşları, 1968 yılında Abdulhamid Han’ı sahneye taşımışlar ve

     

    geniş bir turne turuyla taşraya da taşımışlar, sıcak bir ilgi devşirmişlerdir. Oyunun Anadolu

     

    turnelerinin yankıları TBMM’nin kürsülerine kadar taşar. Fikir Tiyatrosu’nun bu çabası,

     

    Abdulhamit Han adlı piyesi, İsmet İnönü’nün meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmaya da

     

    konu eder. İnönü, oyunun aleyhinde kürsüden konuşur.

     

    Necip Fazıl’ın üzerinde durulması gereken, son derece değerli eserlerinden biri olan Reis Bey

     

    ise, Şehir Tiyatrosu tarafından reddedilmiştir. Ziya İlhan Zaimoğlu, Tohum dergisinin 28.

     

    sayısında (1966) bu olayı aktarır: ‘Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey piyesi üzerinde en

     

    sağdan en sola kadar belli başlı yayın organlarında büyük yankılar uyandıran ve Şehir

     

    Tiyatrolarında vuku bulan bir olay olmuştu. Reis Bey’in üstün sanat yanını başta Ertuğrul

     

    Muhsin olmak üzere bütün sanatçılar işi, Necip Fazıl-Shakespeare mukayesesine kadar

     

    götürmüşler, fakat yine başta Ertuğrul Muhsin olmak üzere bütün Şehir Tiyatrosu yöneticileri

     

    ve sola angaje birkaç sanatçı, Necip Fazıl’ın İslam’a dayalı bir dünya görüşü şahsiyetine sahip

     

    oluşu yüzünden çok beğendikleri eseri oynayamayacaklarını söylemişlerdi.’

     

    Reis Bey, sonradan Mesut Uçakan tarafından filmleştirildi. Uçakan’ın yönetmenlik sürecinde

     

    son derece başarılı bir yeri olan filmde Haluk Kurdoğlu Reis beyi oynadı. Eserin ruhunu filme

     

    taşımayı başaran Uçakan, düşünce bakımından Necip Fazıl’dan beslendiği için, uyarlamada

     

    esere müdahalelerde bulunmasına rağmen, onun dünyasını bozmadı. Reis Bey’in konusu

     

    şöyledir: İstanbul’da, Nişantaşı’nda bir cinayet işlenmiş, zengin ve yaşlı bir kadın

     

    öldürülmüştür. Kumarbaz ve esrarkeş olduğu, aleyhinde başka deliller de bulunduğu için

     

    kadının oğlu, cinayet suçuyla tutuklanır. Tanıkların ifadeleri de bu zannı desteklediği için

     

    masum olduğunda ısrarına rağmen, sanık asılır. Oysa eve gizlice girip cinayeti işleyen, sonra

     

    da mücevherleri alıp kaçan, suçsuz yere asılmış gecin oyun arkadaşlarından biridir ve bu,

     

    sonradan anlaşılır. İdam kararını vermekle, meslek hayatının en büyük hatasını işlemiş olan, o

     

    ana kadar merhametsiz ve katı bir kanun adamı olan Reis bey, şimdi bazen kesin delillerin de

     

    yetmediğini görmüş; durumlara, merhamet, anlayış ve psikoloji açılarından da bakmak

     

    gereğini öğrenmiştir. Reis bey, emekliliğini ister, yargıçlıktan ayrılır. Aldığı ikramiyeyi,

     

    astırdığı gencin yaşlı dadısına bağışlar. Kendisi de, eski katiller, ayaktakımı arasına karışarak,

     

    onları dürüst birer insan yapmaya koyulur. Gittiği kumarhanede inandıcı konuşmalarından

     

    birini yaptığı bir gün, kabadayıların bıçak ve tabancalarını toplamış, ceplerine yerleştirmiştir

     

    ki, kumarhane polisler tarafından basılır. Garson, ocakta saklı bir paket eroini, hemen ve

     

    gizlice Reis beyin cebine atar. Yapılan aramada, üzerinde bir sürü silah ve eroin çıkan Reis

     

    bey hapse atılırsa da, durum anlaşılır ve asıl suçlu çıkar, beraat eder. Mesut Uçakan, eserde

     

    önemli değişiklikler yapmasına rağmen, ‘sadık bir uyarlama’ yaptığı söylenir. Bu, eserin

     

    ‘ruhuna’ bağlı kaldığının bir göstergesidir. Haluk Kurdoğlu’nun oyunculuk performansının

     

    yüksek olduğu filmde, özellikle kamera açıları ve çerçeveleme tekniği, metnin bildirisine

     

    uygun biçimde kullanılmıştır. Uçakan, filmin ilgiyle karşılanmasının nedenini şöyle açıklar:

     

    ‘Reis bey, güzeldi. Çok da beğenildi. Ama burada büyük pay, Üstad’ın. Sanıyorum benim

     

    avantajım, Üstad’ı çok iyi tanımaktı.. O’nun eserleriyle yoğrulmuş, O’nun hafakanlarında,

     

    hakikate ulaştıran sancılarında kendimi bulmuş olmamdı. Başarı da buradan geldi. (...) Üstad,

     

    benim için ayrı bir tutku, ayrı bir heyecan.’ Film yayınlandığında gerek halk gerekse okur

     

    yazarlar arasında bir coşku uyandırmıştır. Hakkında yazılanlara baktığımızda, bu heyecanı

     

    görmek mümkündür ‘Haluk Kurdoğlu’nun nefis bir kompozisyon çizdiği filmde, tüm oyuncu

     

    kadrosu, çok başarılı. Genç yönetmen Uçakan’ın çok güçlü bir konuyu ele alma yürekliliğini

     

    göstermesi, bu filmi, Türk sinemasının her zaman anımsanacak, filmlerinden biri yapıyor.’

     

    (Hayri Caner) ‘Mesut Uçakan, zoru başarmıştır.’ (Ahmet Kabaklı) ‘Reis bey, müthişti.’

     

    (Fehmi Koru) ‘Mesut Uçakan, bir tiyatro eserinden film çıkarmanın güçlüğünü yenme çabası

     

    içerisinde, ortaya temiz, başarılı bir eser koymuş.’ (Coşkun Çokyiğit) ‘Reis bey, ideallerle

     

    gerçekleri kaynaştıran, ikisinin uyum içerisinde olduğu ve birbirini desteklediği bir film.

     

    Uçakan’ı tebrik etmek lazım. Üstad Necip Fazıl’ın bu eserini, çok güzel bir şekilde sinemaya

     

    uyarladığı için.’ (Ali Bal) ‘Tertemiz Türkiye kokan Reis bey misali filmler istiyor, Reis beye

     

    emeği geçen herkesi bir defa daha kutluyoruz.’ (Ferit Büyükölçer)

     

    Reis beyi Ertuğrul Muhsin bizzat kendisi okur. Tepkisi olumludur. Bir Adam Yaratmak’taki

     

    gibi gözleri nemlenir, ‘harika’ der, ‘çok güzel, derhal oynarız.’ Ardından tuhaf bir süreç

     

    başlar. Metin, Şehir Tiyatrosu’nda eski dekor mahzenine atılır. Necip Fazıl birkaç kez

     

    telefonla arar ve akıbetini sorar. Her kezinde Muhsin, doğal sürecin işlemekte olduğunu,

     

    yönetmene verildiğini, rol dağıtımının yapıldığını vs söyler. Hatta başrole ilişkin bir isim bile

     

    geçer konuşmada. Muhsin, Hadi’den söz eder ama rahatsız olduğunu, yerine Aagah Hün’ün

     

    düşünüldüğünü belirtir. Necip Fazıl, rejiyle görevlendirilen kişiyi arar bu kez ve ondan işlerin

     

    tavsamış olduğuna ilişkin bilgiyi alır. Akşam gazetesinde bir yazı yayımlanır bu sırada. Necip

     

    Fazıl, kendi lehine olmasına karşın yazıyı beğenmez. Yazı masum ve lehte görünmesine

     

    rağmen, gerisindeki niyet, oyunun Şehir Tiyatrolarınca oynanmamasına müncer olabilecek bir

     

    niyettir. Necip Fazıl kaleme sarılır ve sert bir yazı yazar. Bu arada reis beyden Ankara Devlet

     

    Tiyatrosu’na da yirmibeş kopya gönderilmiş ve Şarir bir Ankara gezisinde eski öğrencisi

     

    Cüneyt Gökçer’e eseri okumuştur. O da Muhsin gibi hayran kalmıştır. Fakat, Şehir

     

    Tiyatrosunda sorunun tıkanması, Gökçer’i de ürkütür. Bir gün Necip Fazıl, Vasfi Rıza

     

    Zobu’yla karşılaşır ve ona, ‘Piyesin’ der, ‘etrafında olup bitenleri belki bütün iç yüzüyle

     

    biliyorsunuz. Benim fazla bir bilgim yok. Her şey gizli, fakat bir şey açık. Beni ‘gerici’

     

    bildikleri için Muhsin Ertuğrul’a rağmen piyesimi oynamak istemiyorlar. Şimdi de bana,

     

    öteden beri idealim olan bir iş düşüyor: Dram muharrirliğinden komediye geçmek ve içinde

     

    yaşadığımız cemiyeti güldürücü tezatları, nisbetsizlikleri, samimiyetsizlikleri,

     

    sahtekarlıklarıyla resmetmek...Bu, benim en büyük eserim olabilir.’

     

    Zobu, büyük bir ihtimalle, ironiyi anlamıyor ve bu büyük mutasavver eserde

     

    oynayabileceğini de söylüyor.

     

    Vecdi Bürün’ün Büyük Doğu’daki bir yazısında (1964, Reis Bey) Kumandan ve Ahşap

     

    Konak’ın Reis Bey’e benzeyen öyküsü de anlatılmaktadır. Bürün, bu iki oyunun yazılış ve

     

    reddediliş hikayesini şöyle anlatır: ‘ Evvela, kısa hatlarla, ilk iki eser olan ‘Kumandan’ ve

     

    ‘Ahşap Konak’ isimli piyesleri ele alalım: Bunlardan Kumandan, 27 Mayıs 1960

     

    dönemecinden sonra Davutpaşa Kışlası’nda yazılıyor ve Balmumcu Garnizonunda temize

     

    çekilip incelenmesi ve Neslihan Kısakürek’e teslim edilmesi için Garnizon Kumandanlığına

     

    veriliyor. Garnizon Kumandanı, eseri ordu ve örfi idare basamaklarından geçiriyor ve ideal

     

    bir subay tipinin heykelleştirilmesi bakımından, takdir hisleriyle birarada, Neslihan

     

    Kısakürek’e teslim ediyor. Bir ordu destanı olan bu metin, üç yıl sonra, 1963 örfi idaresi

     

    zamanında bir dergide tefrika edilirken, ‘orduya hakaret’ töhmeti altında takibe uğratılmış,

     

    Necip Fazıl ile o derginin sorumlusu da, iki gece merkez kumandanlığı nezarethanesinde

     

    misafir edilmiştir. Ahşap Konak ise, Balmumcu Garnizonunda kaleme alınıyor ve o da

     

    Neslihan Kısakürek’in eline ulaştırılıyor. Necip Fazıl’ın zevcesi, aldığı talimata göre

     

    piyeslerden birincisini (Kumandan) Ankara’da Devlet Tiyatrosu Umum Müdürü Cüneyt

     

    Gökçer’e gönderecek, öbürünü de (Ahşap Konak) İstanbul Şehir Tiyatrosu Başrejisörü

     

    Muhsin Ertuğrul’a iletecektir. Öyle yapıyor. Fakat aradan iki kış geçtiği halde her iki

     

    tiyatrodan da ne ses ne seda...Necip Fazıl, bu müddet içinde, Toptaşı cezaevinde. Zindandan

     

    çıkar çıkmaz öğrendiği, ‘Cüneyt, talimatınıza göre, eseri iade etmesi için gönderdiğimiz

     

    adama demiş ki, eser basılınca bir nüshasını derhal bana gönderin. Vaziyeti o zaman

     

    göreceğiz. Muhsin Ertuğrul’un ise, bizzat Necip Fazıl’a söylediği, ‘Ahşap Konak, senin

     

    güttüğün dava ve ideolojinin açık tezi...Elbette ki, ben onu sahneye alamazdım. Buna rağmen

     

    Necip Fazıl Kısakürek, kaypak ve kaçamak tavırlar yerine, açık ve samimi bir cevap aldığı

     

    için Muhsin’i tebrik ve kendisine veda edip ayrılıyor.’

     

    Necip Fazıl’ın sahnelenirken(1949) durdurulan ve oyundan kaldırılan bir diğer eseri, Nam-ı

     

    Diğer Parmaksız Salih’tir. Bir kumarbazın hayatını anlatan, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih,

     

    sonradan And Film sahibi Yönetmen Turgut N. Demirağ tarafından iki defa filme alınmış ve

     

    geniş ilgi görmüştür. Mehmet Kısakürek, eserin, Necip Fazıl tarafından sahneden çekildiğini

     

    söyler. Kaşgar dergisinin 31. sayısında (Ocak-Şubat. 2003, Sh. 144) kendisiyle yapılan

     

    söyleşide bu olaya ilişkin şunları ile sürer: ‘Şehir tiyatroları tarihinde bir kere daha bir eser,

     

    sahibi tarafından sahneden indirilmiş. Yanılmıyorsam 49 ya da 48 senesinde. (1949. S.Y.)

     

    Eseri kim indirmiş biliyor musunuz? Babam Necip Fazıl. Eser: Parmaksız Salih.

     

    Yanılmıyorsam, başrolü oynayan aktör de Galip Arcan. Necip Fazıl ilk gün gidip bakmış ki,

     

    kendi eseriyle oynanan oyunun hiçbir ilgisi yok. Ki, Galip Arcan, kendisinin dostu. İtirazları

     

    netice vermeyince, indirmiş. Affetmemiş. Hem de ne diyerek: ‘Bir cins atı, eşek seviyesine

     

    indirmiş!’ diyerek, Galip Arcan için. Sanatı söz konusu olunca hassasiyeti bu.’

     

    Yaşar Nabi, Varlık dergisinin 343. sayısındaki ‘Tiyatro Buhranı’ başlıklı yazısında bu olayı

     

    konu eder. Necip Fazıl’ın, eseri doğru yorumlanmadığı gerekçesiyle sahneden çekmesinin

     

    ardından, Cahide Sonku da, Şehir Tiyatrolarıyla ilgili yedi maddelik bir ‘ithamname’yi

     

    belediye başkanına göndererek sahneden ayrılır. Yaşar Nabi, yazısında, Nam-ı Diğer

     

    Parmaksız Salih’in durdurulmasını da konu ederek, Şehir Tiyatrosu’nda bir krizin yaşanmakta

     

    olduğunu söyler: ‘Gerçekten de birkaç senedir, bu tiyatronun temsillerinde, gözle görülür bir

     

    ağırlık, bezginlik ve umursamazlık vardır. Eskiden arada bir olsun bizi doyuran o kuvvetli,

     

    canla başla çalışılmış temsillere ne zamandan beri hasretiz. Tiyatromuzu adeta yalnız bir

     

    routine sevkiyle sürüklenip gidiyor gibidir.’ Necip Fazıl’ın, 1938’de yazdığı ve1940’ta

     

    yayımlanan Künye adlı oyunu da oynanmaktan alıkonmuştur. Yazara göre, ‘bir künyenin

     

    arkasından, 1904-1922 arasındaki Türkiye panoraması....İstanbul’da ve Türkiye’nin başka

     

    başka yerlerinde geçen, kadınsız bir vak’a içinde...’dir Künye’nin konusu. Türk Sanatı’nın

     

    Ekim 1954 tarihli 28. sayısında yer alan ‘Türk sanatı ve Keneler’ başlıklı yazısında, Mehmet

     

    Günfer Çelikman, eserin reddine ilişkin şu yorumu yapmaktadır: ‘Necip Fazıl’ın Künye adlı

     

    piyesi oynanmaktan alıkondu. Bir sahnesinde Bayezid meydanında bir Türk subayının

     

    pelerinini kılıcıyla yırtan İngiliz subayı canlandırılıyordu. Siyaset derhal o uzun kolunu uzattı

     

    ve şimdi dostumuz bulunan İngilizlerin bu piyes dolayısıyla incinecekleri gözönünde

     

    bulundurularak...Oyun sahneye değil askıya alındı.’

     

    Tekrar, Bir Adam Yaratmak’ın ikinci sahneleniş öyküsüne dönebiliriz.

     

    İlki, 1937-1938 sezonunda sahnelenen oyun, yaklaşık altmışbeş yıl sonra, ama bu kez,

     

    oyunun yapısına köktenci biçimde müdahale edilerek sahneye konulur.

     

    Yönetmen Mahmut Gökgöz, metni 150 sayfadan 56 sayfaya indirir ve kendi ifadesiyle

     

    ‘budar’. Şairin oğlu ve varisi Mehmet Kısakürek, oyunun reji sürecinde basına yapılan

     

    açıklamalardan dolayı gergindir. Eserin özüne ve yapısına yönelik müdahalenin boyutlarını,

     

    1.Ekim.2002 günü yapılan son provada görür ve ertesi gü geniş bir basın açıklaması yapar.

     

    Açıklama şöyledir: ‘Necip Fazıl Kısakürek’e ait ‘Bir Adam Yaratmak’ isimli tiyatro eserinin

     

    İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından 2002-2003 kış sezonu içinde temsiline izin vermediğimi

     

    kamuoyuna bildiriyorum. Beni bu şekilde davranmak zorunda bırakan hususlar ve olayların

     

    gelişimi şöyledir: 1. Sözkonusu eserin 2002-2003 sezonu içinde Şehir Tiyatroları tarafından

     

    sahneleneceğini, bundan birkaç ay evvel çeşitli basın organlarında çıkan haber ve

     

    değerlendirme yazılarından öğrendim. 2. 18.Eylül.2002 tarihinde İstanbul Büyükşehir

     

    Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı’na gönderdiğim özel bir mektupla, eserin

     

    izin alınmadan sahnelenmesinin kanunen mümkün olmadığı ikazıyla birlikte, bu uslsüzlüğün

     

    özellikle eserin temsili konusunda bizleri ciddi endişelere sevkettiğini bildirdim. Nazarımda

     

    eserin temsili için izin alınmasının ifade ettiği anlam, onun orijinal dilinin ve ruhunun bir

     

    kültür mirası olarak teminat altına alınmasından ibarettir. 3. Benim bu girişimime Şehir

     

    Tiyatroları müdürü tarafından müspet cevap verilmiş ve yapılan ikili görüşmelerde, izin

     

    alınmamasının usul yönünden bir hata olduğu kabul edilerek, gerekli sözleşmenin hemen

     

    yapılacağı söylenmiştir. Asıl önemli olan, eserin aslına ve ruhuna uygun temsil edilmesi

     

    gereği ise nezaketle karşılanarak bu konuda müsterih olmamız istenmiş ve elden gelenin

     

    titizlikle yapıldığı ifade edilmiştir. Bu durumdan emin olabilmek için eserin 1.Ekim.2002 Salı

     

    günü saat 20.30’daki son provasını seyretmeme imkan tanınmıştır. 4. Sergilenen sahne

     

    aksiyonunun, dekor, mizansen, kostüm, kurgu, dil ve fikir bakımından yani hiçbir bakımdan

     

    Bir Adam Yaratmak’la ilgisi yoktur. 5. Eserin 1937-1938 kışında İstanbul Şehir

     

    Tiyatroları’nca Muhsin Ertuğrul tarafından sahnelenerek bizzat temsil edilmesinden ve büyük

     

    yankılar uyandırmasından tam 65 sene sonra yine aynı kurumun perdelerini tekrar Necip

     

    Fazıl’a açıyor olması tam sevinç kaynağı olmak üzereyken perdenin arkasından ortaya çıkan

     

    korkunç manzara beni son derece üzüntüye sevk etmiştir. Tiyatronun, idari mekanizmasındaki

     

    şahısların bütün iyi niyetlerine ve içten gayretlerine rağmen eserin, ‘bir yönetmen’ tarafından

     

    adeta içeriden ‘sabote’ edilerek katledildiği açıktır. 6. Eserin bu şekilde sahnelenmesine izin

     

    vermediğimi, hemen ertesi günü başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit

     

    Gürtuna’ya ve ilgili mercilere yazılı olarak bidirmiş bulunuyorum. Ayrıca avukatım aracılığı

     

    ile Noter kanalıyla resmi ihtarname yapılarak eserin temsil edilmemesi istenmiş ve her

     

    ihtimale karşı tedbir kararı almak için mahkemeye başvurulmuştur.’

     

    Mehmet Kısakürek’in tepkisi hayli yankı bulur. Tepkiler iki öbekte toplanır: Kimileri, esere

     

    yapılan müdahaleleri masum veya gerekli görür, kimileri ise, yapılanın şairin anısına ve esere

     

    hakaret anlamına geldiğini belirtir. Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmeni Nurullah Tuncer

     

    de bir basın toplantısı düzenler ve karşı açıklama yapar. Tuncer’e göre, oyunun bu yorumu,

     

    ‘on üzerinden on’ alacak gibidir. Mehmet Kısakürek’in iddialarını önyargılı bulduğunu

     

    söyler: ‘Hiçbir tiyatro, bir sabit metin değildir. Sabit bir metin olsa zaten sahneye çıkmasına

     

    gerek olmazdı. Biz bu oyunla Necip Fazıl’ı bir kere daha gündeme getirdik. Oyun ayakta

     

    alkışlanıyor. Yani kurum olarak doğru bir iş yaptık. Oyunun sonuna kadar da arkasındayız.’

     

    Mehmet Kısakürek’le oyunu sahneye koyan kurum ve yönetmen arasıdaki gerilim çeşitli

     

    uzlaşma girişimlerine rağmen büyür. Eser sahneden indirilir. Buna benzer bir deney, 1992-

     

    1993 sezonunda Devlet Tiyatrosunda da yaşanır.

     

    Konuya, Mehmet Kısakürek’in Kaşgar dergisinin Ocak-Şubat.2003 tarihli 31. sayısındaki

     

    konuşmasında yer alan bir belirlemesiyle son veriyorum: ‘Tiyatro eseri sahnelenmek üzere

     

    kaleme alınır. Buna rağmen, Bir Adam Yaratmak’ın orijinal metin olarak okuyucuda

     

    yaratacağı etkinin, bu sahne aksiyonunun izleyicide yarattığı etkiden kat be kat fazla olduğunu

     

    söylemek mecburiyetindeyiz. ‘O bir edebiyattır’ dediler, ‘tozlu raflarda bir edebiyat.’ Sanat

     

    değeri taşımıyorsa bir eser, zaten tartışılacak bir şey yok. Ama bu değeri taşıyorsa bunun bir

     

    dokunulmazlığı var demektir. O, tozlu raflarda, bir kitap olarak ebedi yolculuğuna devam

     

    edecek demektir.’


  3. NECİP FAZIL’IN SAHNELENEN TİYATROLARI

    Sadık Yalsızuçanlar

     

    ‘Öntarafı açılır kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalamak...Kapana kıstırır

     

    gibi...Tiyatro budur.’ Tiyatroyu böyle tanımlar Necip Fazıl. Tiyatrodan çok sinemayı tarif

     

    eder gibidir. Gerçi biri sahnede yapar bunu, diğeri film şeritlerinde. Karelere yaşamın kimi

     

    görünümlerini ve zamanı hapsetmektir sinema. Necip Fazıl, ondan çok tiyatroya daha çok ilgi

     

    duymuş ve çaba harcamıştır. Şöyle sürdürür: ‘İşte tiyatro, her vakit hedefine farkında olmadan

     

    giydirdiğimiz bu şeffaf mikabın, bütün hayata külah gibi geçmiş ve içtimai müessese halinde

     

    billurlaşmış ta kendisi...O, içinde hayatı öğüttüğü, ön tarafı açılır kapanır mikabın esrarlı dört

     

    köşesiyle, açıkta göz planında...Rüya, maddeye aktarılmışçasına...Yeri de sanat hisarının en

     

    yüksek burcu.’ Tiyatronun rüya ile ilişkisine dair bu ima da heyecan vericidir. Necip Fazıl,

     

    tiyatroyla, yaşamın bir düş halinde sahnede somutlaşmasından söz etmektedir. Aslında, onun

     

    amacı, kadim Yunandan bu yana köklü bir geleneğe sahip olan bu dramatik oyun aracılığıyla,

     

    insanı, ‘derinliğine doğru’ anlatmaya koyulmaktır. Şöyle diyecektir: ‘İster derinliğine doğru

     

    insan, ister bu insanla beraber sığlığına doğru cemiyet davasında, gayeli ve gayesiz, fakat

     

    kelime ve hareketlerin mimarı her sanatkara imparatorluk tacı tiyatrodadır. Hele yeni insanla

     

    beraber cemiyet yoğurucusu, fikirci ve aksiyoncu sanatkar, o pınardan başka hiçbir kaynakta

     

    susuzluğunu gideremez. Tez’in laf olmaktan çıkıp, büyü olduğu yer, işte o esrarlı dört köşe...’

     

    Bu belirlemede de, tiyatro türünün kökenindeki ‘büyü’ ve dini ritüellere bir imayı sezmek

     

    mümkündür. Ne ki ‘tez’ diyerek altını kalın çizgilerle çizdiği o ‘fikir’ kaygısı, Necip Fazıl

     

    tiyatrosunun bir anlamda dramatik zaaflarına da kaynaklık edecektir. Bu zaaflar, gerçi, O’nun

     

    tartışmasız etkili ve çarpıcı retoriği arasında gizlenir ve yiter ama, sıkı bir göz, özellikle Bir

     

    Adam Yaratmak ve Reis Bey dışındaki piyeslerinde, ‘tez’in, abartılı biçimde ‘söz’e

     

    dönüştüğünü rahatlıkla görebilir. Bu, belki de tiyatroda en az bağışlanan bir suçtur. Ama söz

     

    konusu Necip Fazıl ve yaklaştığı ‘tema’lar olunca, bu suç olmaktan çıkar. Necip Fazıl, çok

     

    sayıda tiyatro eserine imza atar. Bunlar, Tohum, Bir Adam Yaratmak, künye, Sabırtaşı, Para,

     

    Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, Reis Bey, Siyah Pelerinli Adam, Ulu Hakan Abdulhamid Han,

     

    Yunus Emre, İbrahim Edhem, Kanlı Sarık, Mukaddes Emanet, Sabır Taşı ve Ahşap Konak’tır.

     

    İlk göz ağrısı, 1935’te yayımladığı Tohum’dur. Bu dönem, onun yaşamında Şeyhine intisab

     

    ederek yeni bir dünyaya gözlerini açtığı ve ‘eser verme’ sürecine girdiği bir dönemdir. Hafta

     

    Mecmuası’nın 21. sayısından (1935) öğrendiğimize göre, bu üç perdelik piyes, henüz

     

    oynanmadan ‘matbuat ve edebiyat muhitlerinde büyük bir alaka ve merakla’ karşılanmıştır.

     

    İstanbul Şehir Tiyatrosu, Cumhuriyet Bayramı günü olan 29 ilkteşrin, (Ekim) Salı günü

     

    akşamı oyun sahnelenmeye başlar.

     

    Olay, Maraş’ın Fransız işgali altında bulunduğu tarihlerde, Maraş yakınlarında bir handa

     

    geçer. İhtiyar hancı esaretten yeni dönmüş İstanbul’lu genç bir yolcuya işgal facialarını

     

    anlatmaktadır. İç ve dış düşmanların elindeki Maraş’ın kurtuluş umudu, Ferhad beydedir.

     

    Ferhad’ın kardeşi Osman, meydan okuyan bir mektup üzerine çetecilerin yanına gitmiş,

     

    öldürülmüştür. Çeteciler, Osman’ın karısını da kaçırırlar. Ferhat bey, genç yolcu ile çetecilere

     

    yazılı haber gönderir: gece yarısı gelecektir. Saat tam onikide çetecilerin toplandığı

     

    meyhanenin kapısı açılır, içeri giren Ferhat, tavandaki lambayı koparıp atar, karanlığı

     

    feryatlar kaplar. Ferhat, çetecilerin reisini dağa kaldırmış, Fransızlar, Osman’ın karısını geri

     

    vermek zorunda kalmışlardır. Ferhat, genç yolcuya İstanbul’a dönmesini, Osman’ın karısının

     

    da İstanbul’a gideceğini, kadının bir yol arkadaşına ihtiyacı olduğunu söyler. Yolcu bir şey

     

    daha öğrenmiştir: Kadın, kocası Osman’ı değil, kayınbiraderi Ferhad’ı sevmiş, Farhat da

     

    kadına platonik bir aşkla bağlanmıştı. Ferhat, yolcudan, bunun da bir sır olarak aralarında

     

    kalmasını ister. Bu son konuşma sırasında, dışarda sevinç silahları patlar: Maraş, düşman

     

    işgalinden kurtulmuştur. Yolcu, yanında Osman’ın karısı, Maraş’tan ayrılır.

     

    İlk temsili, İstanbul Şehir Tiyatrosunda 29 ekim 1935’te gerçekleşen Tohum, Necip Fazıl’a

     

    göre, ‘saf müslümanlık ve türklük yatağına ait bir kahramanlık destanı’dır. Babıali’da,

     

    Kısakürek, Tohum’un doğuş öyküsünü şöyle anlatır: ‘Ertuğrul Muhsin’i, Rus

     

    konsolosluğunda Babıali şövalyelerine verilen bir çayda tanımışıtı. Daha evvel de Giresun

     

    Osmanlı Bankasında çalışırken onu bir eczahanede görmüş, eczahane sahibiyle şöyle

     

    konuştuğuna şahit olmuştu: ‘Dünkü ‘Cehennem’ temsiline doğrusu bayıldım. O ne harikulade

     

    iktibas ve bilhassa temsil!..Aslı ‘Baba’ değil mi o piyebin? ‘Evet...’ ‘Çok cesur bir eser!..’

     

    ‘Öyle!..Benim anladığım, cesur ve küstah sanattır.’ Mistik Şair de o temsilde bulunmuş ve

     

    Muhsin’in piyes kahramanını canlandırışında, belkimiğinden aşağı bir yılan kaymışcasına

     

    ürpertilerle dolmuştu. Bu adam, sahnede hususiyle yırtınan rollerde fevkalade, eşi görülmemiş

     

    bir şeydi. ‘Küstah sanat...’ Bu lafı unutmuyordu. Daha sonra onu, İstanbul’da (Hamlet)de de

     

    seyretmiş ve ilk kıymet hükmünü, hem de daha derinden sürdürmüştü: Büyük aktör!...

     

    Ellerinde çay kadehleri, Sovyet konsoloshanesinde konuşuyorlar...Yanlarında üçüncü bir

     

    adam...Elçiliğin kültür ateşesi (Mihailof)... ‘Niçin tiyatro eseri yazmıyorsunuz? Neden bizi

     

    yerle eserden mahrum bırakılorsunuz?’ ‘Nazım Hikmet’in Kafatası piyesiyle Vedat Nedim’in

     

    Kör’ü var ya elinizde...’ ‘Onlar ayrı, siz niçin yazmıyorsunuz?’ ‘Yazarsam bizzat oynar

     

    mısınız?’ ‘Beğenirsem elbette oynarım.’ ‘Yazacağım öyleyse!..’ Necip Fazıl, Tohum’u yazar

     

    ve Ertuğrul Muhsin’e okur. Sonuç: ‘Gözyaşları içinde bir çift kelime: ‘Çok güzel!’

     

    Farhad’ı, Muhsin Ertuğrul oynar. Hancı rolünde Galib Gircan, kadın rolünde Neyyire Neyir

     

    Şerife, hanım rolünde ise Semiha oynar. Sahnelendiği dönemde çok sayıda eleştiri yayınlanır

     

    gazete ve dergilerde.Selami İzzet Sedes, bir yazısında şöyle der: ‘Ferhad bey meczup mudur:

     

    Bu sualin cevabını Ferhad’ı oynayan Muhsin’den aldık. Muhsin, Ferhad’ı tam aklı başında bir

     

    adam gibi oynadı. Müellif Ferhad’ın karakterini tebellür ettirememişti. Muhsin ilk defa,

     

    müellifin çizdiği sınırda kaldı ve o da derisine girdiği şahsı canladıramadı. Muhsin’i ilk defa

     

    bu eserde seyredenler için Ferhad bey rolü, büyük muvaffakiyetle oynanmış, hakkıyla

     

    başarılmış bir roldür. Fakat bizim gibi Muhsin’i sahnede görmek fırsatını kaçırmayanlar, onun

     

    her yarattığı tipi incelemiş, onun yarattığı tiple beraber yarattığı alemde yaşamış olanlar

     

    Ferhad rolünde Muhsin’in tereddüdünü gözlerinden kaçırmamışlardır. Ferhad bey, Muhsin’i

     

    şaşırttı ve Muhsin, Ferhad beye ısınamadı : ‘Ben ona gussa ol, bana minnet, müteneffir ben

     

    ondan ol benden’ Evvela yumuşaktı. Yumuşaklığın basitlik derecesine vardığını anlayınca

     

    sertleşti. Sertleşince sesinin tonunu, hareketinin ölçüsünü kaybetti ve nihayet üçüncü perdede,

     

    Hanımla aşk, Yolcuyla felsefe sahnesinde bize Ferhad’ı sevdirebildi; Ferhad’ın nihayet

     

    cazibesine kapılabildik. Hancı rolünde Galib (Bu oyuncu sonradan, Necip Fazıl’ın Harmaksız

     

    Salih’inde de rol alacaktır) Yirmibeş senelik sahne hayatında ne yaptın, denildiği zaman,

     

    Tohum’da Hancıyı oynadım, diyebilecek bir yaratış gösterdi. Piyeste, karakteri belli edilmiş

     

    yegane şahıs hancıydı, Galib, bu şahsiyeti hakkıyla canlandırdı. Neyyire Neyir Şerife, kadın

     

    rolünde, hanımın nasıl kaçırıldığını öyle bir anlattı ki, kırk yıl sonra, Tohum’u bugün

     

    seyredenlere : Hanım nasıl kaçırılmıştı, diye sorarsak, muhakkak ki cevap verir ve anlatırlar.

     

    Hanım rolünü oynayan Semiha’ya gelince: Semiha hiç şüphesiz sahnemizde en iyi, en güzel,

     

    en pürüzsüz konuşan kadın sanatkardır. En büyük meziyeti değişme, metamorfoz

     

    kabiliyetidir. Operette güzel şarkı söyleyip, çok kere lüzumsuz kırıtarak oynayan Semiha ile

     

    Tohum’un hanımını temsil eden Semiha, tamamıyla başka bir sanatkardır. Fakat bu eserde

     

    affedilmeyecek bir kusuru vardı: Duygusu zayıftı. Özellikle son perdede Ferhad beyin sesi

     

    dolgun, gözleri yaşarmış, onu yolcuya bıraktığı acı ve hıçkıran sözlerini, ifadesiz, cansız,

     

    mimiksiz dinledi.’, Selami İzzet Edes, yazısının sonunda, eserin sadece Şehir Tiyatrosu

     

    tarafından değil, Halkevleri gibi bir çok amatör toplulukça da oynanması gerektiğini vurgular.

     

    Gerçekten de Necip Fazıl’ın tüm tiyatro eserleri, şu ya da bu şekilde sahnelenme imkanı

     

    bulmuştur. Çeşitli okullar, lise ve üniversitelerin öğrenci klüpleri, yerel, amatör tiyatro

     

    toplulukları, MTTB, MGV vs. gibi örgütlerin tiyatro grupları, Kısakürek’in eserlerini onlarca

     

    kez sahnelemişlerdir. Bunlar arasında Ulu Hakan Abdulhamid Han ön sırayı işgal eder

     

    sanırım. Bu konu ayrıntılı bir araştırma yapılsa, Türkiye’de amatör topluluklarda en çok

     

    sahnelenmiş ve seyirciye ulaşmış piyesin bu olduğu görülür. Bunu vurguladıktan sonra

     

    Tohum’a dönebiliriz. Oyunun sahnelenişi sırasında çok sayıda eleştiri yazısının

     

    yayımlandığından söz etmiştim. Bunlardan biri de, Agah Sırrı Levend’e aittir. ‘Eserler ve

     

    şahsiyetler, 1935)’te de yer alan bu yazısında Levend, şöyle der: ‘Bir ruh adamı olan şair, bu

     

    eserinde nasıl bize ruhunu açmış, zaptedemediği heyecanlarını göstermişse, seyreden de

     

    duyuşundaki ve anlayışındaki yakınlığa denk olarak, ondan bir teessür hissesi almıştır.’

     

    Levend yazının devamında, bir metni tiyatro eseri kılan niteliklerden söz eder. Tohum’un

     

    sadece teknik özellikleriyle değerlendirilmemesi gerektiğini belirtir: ‘Ona, yalnız vak’a,

     

    perdelere ayrılış ve hareket bakımından kıymet vermeğe çalışmak, daima eksik bir tahlil

     

    olacaktır. Esere mevzu teşkil eden ve ilk iki perdeyi doldurmağa kafi gelen kahramanlık

     

    hikayesinin ve meyhane baskınının, görünüşte, eserdeki esas fikirle alakası hemen yok

     

    gibidir. Bütün bunlar, asıl söylenmesi lazım gelen fikir için birer bahanedir.’ Levend’in bu

     

    savunusu, Tohum’u teknik yönleriyle eleştiren kimi yazarlara örtük bir cevap niteliğindedir.

     

    Bu göndermeyi yaptığı eleştirmenler arasında Özdemir Nutku da sayılmalıdır. Tohum ve Bir

     

    Adam Yaratmak’a ilişkin eleştiri yazan Nutku’nun çoğu görüşlerine katılmamak mümkün

     

    değildir. Necip Fazıl’ın özellikle çok uzayan tiratlarının, oyunun dramatik seyrini aksattığını

     

    belirten Nutku, öyle ki konuşmaların yarısına yakınının metinden atılması durumunda,

     

    bildirinin yitmediğini ama oyunun daha canlı ve ritmik hale geldiğini belirtir ve birkaç örnek

     

    gösterir. Bu eleştirisi çoğu Necip Fazıl seveni uzmanlarca reddedilen ve suçlanan Nutku,

     

    oyunun kurallarının farkındadır. Tiyatroda epik ve absürd yazarlara gelinceye değin emegen

     

    olan Antik Yunan tragedya ve komedya geleneğini esas alan Nutku’nun bu eleştirilerinin

     

    dikkate alınması gerektiğine kaniyim. Necip Fazıl Kısakürek’in oyunlarının tiyatro tekniği

     

    açısından ayrıntılı biçimde değerlendirilmesi gereklidir. Yoksa Agah Sırrı Levend’in belirttiği

     

    gibi, onların nasıl söylediğine değil, ne söylediğine önem atfedecek olursak, o zaman, Necip

     

    Fazıl’ın bunları niçin deneme, makale veya şiir olarak değil de tiyatro biçiminde bize

     

    anlattığını anlayamayız. Tohum piyesine ilişkin ilginç bir değerlendirme yazısı da, Peyami

     

    Safa’ya aittir. Hafta Mecmuasının 4. sayısında (1935) yayımlanan, ‘Tohum ve Anadolu’

     

    başlıklı yazısında yazar, piyesi ilk seyrettiğinde yazdığı ve Tan gazetesinde yayınlanan bir

     

    başka yazısına atıfta bulunarak şöyle der: ‘Necip Fazıl’ın Tohum adlı harikasını gördükten

     

    sonra, eserin felsefesi ve temsili hakkındaki fikirlerimi Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde tam

     

    bir kainat vizyonunun bütün unsurlarını taşıyan büyük kategoride piyesler, her sınıf düşünceyi

     

    ayrı ayrı mihraklarda harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohum’u, bir başka

     

    tarafından anlamaya çalışmak istiyorum. Necibin eserinde, Milli Mücadele, sadece mazlum

     

    bir milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal perspektifi içinde

     

    mütalaa edilecek alelade bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir: Zekayı

     

    maddeden kaidesi üstüne kaskatı bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist görüşü parçalayarak

     

    bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fazıl, silahın silaha değil, kendi muhtevasını

     

    seferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl

     

    mağlup ve kepaze ettiğini göstermek suretiyle, ruhun topa tüfeğe, gizlinin açığa, sırrın

     

    bedahete, namer’inin mer’iyye, kavranmayan, yakalanmayan mahiyetin tutulan ve dar idrakte

     

    zincire vurulan sathi realiteye galebesini ilan, telkin ve ispat etmiş oluyor.’

     

    Okur yazarlar arasında ilgi ve övgüyle karşılanan Tohum için seyirci aynı şeyi düşünmez ve

     

    oyun tutmaz. Bu, kuşkusuz, Şair’de de bir düşkırıklığı yaratır. Muhsin Ertuğrul’a haksızlık

     

    yaptığını düşünür. Tohum’un gişe başarısızlığı, yeni ve tiyatro tarihimiz açısından da bir

     

    kazanıma neden olacaktır. Bir Adam Yaratmak adlı başyapıtını, Necip Fazıl, bu hayal

     

    kırıklığının da ateşlediği bir hırsla yazar. Necip Fazıl, oyunun tutmamasının nedenini yansız

     

    bir gözle Babıali’de şöyle değerlendirir: ‘Tohum tutmadı. Sahneye konulmadan Sedat

     

    Simavi’nin ‘7 Gün’ dergisinde ve birçok gazetede bazı parçaları hararetli takdimlerle

     

    neşredilen, tiyatro münekkitliğine hevesli Selami İzzet’in evinde birtakım Babıali esnafına

     

    okunan ve hayranlıklarını kazanan eseri halk beğenmedi. Piyes başkasının olsaydı da Mistik

     

    Şair seyirciler arasında bulunsaydı beğenmezdi ve derdi ki, ‘Bu piyes, dinamik hayat akışına

     

    ters, küçük hareket bahaneleri etrafında, hep mücerret fikirlerle örülü (diyalog)

     

    manzumelerinden ibarettir ve tiyatro eseri değildir. İçindeki fikirlere gelince, onlar makalelik

     

    şeylerdir ve kıymetleri ayrı bir mevzu.’(sh, 202). Tohum’un tezinin sağlamlığı ve şairin

     

    ifadesiyle ‘makale’ formundaki metnin dil açısından gücü, kuşkusuz edebiyatçıların

     

    değerlendirmelerinde etkili olmuştur. Ama eser, tiyatronun gereklerini gözetmeyen, dramatik

     

    çatısı sağlam kurulmamış bir oyundur. Necip Fazıl, piyese ilişkin değerlendirmeleri de ironik

     

    bir dille aktarır ve değerlendirir: ‘O zamanlar, Peyami Safa’nın çalıştığı günlük gazetede

     

    habire medih yazılarına ve, “işte, gerçek eser budur!” diye çığlık koparmalarına, Ahmet

     

    Hamdi Tanpınar’ın da, “mücerret fikri sahnede dondurabilmek sanatı”nı (elit) zümreye

     

    mahsus olarak ön planda savunmasına rağmen halk bu işten bir şey anlamadı. Başta nisbeten

     

    (elit) bir zümrenin doldurduğu ve Mistik Şair’i defalarla sahneye davet ettiği tiyatro birkaç

     

    gece sonra fena halde tenhalaştı. Sırf, kemiyyet ölçüsüyle benzetelim ve aradaki keyfiyet

     

    farkını tenzih ederek belirtelim ki, piyesin her bitişinde tiyatrodan çıkan halk, cemaati birkaç

     

    kişilik bir mescit boşalıyormuş hissini veriyordu insana. Ve Mistik Şair, bir köşede, acıklı

     

    gözlerle bakıyordu bu manzaraya...Eseri, nazariyede “şaheser” kabul etmiş olan Selami İzzet,

     

    ameliyedeki bu iflası görünce, kulu kölesi olduğu Ertuğrul Muhsin hesabına, bir temsil gecesi,

     

    Mistik Şair’in kulağına seğilip fısıldadı: ‘Yaktın adamı...Yazık oldu Muhsin’e!..’

     

    İşte bu söz, Necip Fazıl’ın ‘ciğerine işler.’ O, halkın ne demek olduğunu ve ‘olta balıkları gibi

     

    hangi yeme koştuğunu pekala bildiği halde’ suçu tümüyle ona yüklemez, üzerine alır ve ‘Çin

     

    mandarenleri kadar nadir bir topluluğu tatmin etmenin ‘keyfiyet cevheri’ içinde halkı da

     

    doğuracak bir eserin sırrının peşine düşer. Bu, Necip Fazıl’ın manevi yaşamındaki

     

    dönüşümün de bir sonucu olarak belirleme başlamıştır. Abdulhakim Arvasi hazretlerine

     

    bağlandıktan sonra, ‘ruhunda zuhura gelen büyük inkılap’, şaire, içinde bulunduğu fildişi

     

    kuleyi terketmesini söyler. Necip Fazıl, halkın seçkinlere de ortalama insanın duyumlarına da

     

    seslenebilecek bir dile duyduğu ihtiyacı, Tohum macerasını da söz konusu ederec şöyle

     

    değerlendirir: ‘İşte o nurdan ilk akis üzerine düşer düşmez vardığı ilk merhale bu olmuştu.

     

    Yerle gök arası köprüyü kurmak, ne bulutlar üstünde bir gök şamandrasına oturup muallakta

     

    pineklemek, ne de yerde, bataklıklara saplı, sürüngen hayatı yaşamak... “Tohum” bu davanın,

     

    iyi ayarlanamamış ilk verimi oldu. Bu ayarlayamayışın üzüntüsü de Mistik Şair’e öyle bir

     

    işledi ki, adeta hınç haline geldi. Seyirciyi (fizik) acıya boğacak bir (metafizik) örgü içinde

     

    aksiyon şartlarının en dinamikleriyle bir arada bir piyes yazmayı düşündü. Öyle bir piyes ki,

     

    kendi buhranının mücerret planda hem en yırtınıcı fikir irtifaına çıkacak, hem de müşahhas

     

    kadroda saik ve sebeplerin en hak vericileriyle su sızmaz bir mantık ve görülmemiş bir intrika

     

    değerini kendinden toplayacak...Kısacası hem vaka, hem fikir, birbiriyle tam barışık ve

     

    kıvamlı (elit) zümreyle aşağı tabakayı bir arada kucaklayacak...”

     

    Necip Fazıl’ın peşine düştüğü bu eser, ‘Bir Adam Yaratmak’tır.

     

    Çile’de dile getirdiği büyük buhranın tiyatro dilindeki karşılığıdır bu. Bir Adam Yaratmak,

     

    Necip Fazıl’ın Çile, Kaldırımlar ve Zindandan Mehmed’e Mektup vb şiirlerinden sonra en

     

    görkemli eseridir. Olayı, ‘meçhul bir tarihte, İstanbul’da geçen, üç perdelik piyeste, Hüsrev,

     

    hayatı, kaderin ve tesadüflerin yönettiğine inanan, otuzsekiz yaşlarında bir yazardır. Son

     

    oyunuyla büyük bir başarı sağlamış, eserde, yalnız bir nokta, oyun kahramanının annesini

     

    kaza kurşunu ile öldürmesi, seyircilerle yadırganmıştır. Hüsrev, bir dost toplantısında, bunun,

     

    garipsenecek bir şey olmadığını anlatmak için, ruh hastalıkları doktoru Nevzat’ın tabancasını

     

    ister ve oyundaki çocuğun şarjürü nasıl boşalttığını gösterir. Tabancayı, oyundaki anneye

     

    çevirir gibi, annesi Ulviye’ye çevirmiştir. Şarjürü çıkarttığını sanarak, tetiği çeker. Tam o

     

    anda, halasının kızı Selma, boş fincanlardan birini almak üzere yerinden kalkmıştır. Vurulur

     

    ve ölür. Oyundakine benzer fakat bu ikinci kaza, Hüsrev’in arkadaşı olan, gazetenin satışını

     

    artırmak için Hüsrev’in hayatının mahremiyetlerine kadar uzanan açıklamalarla, halka

     

    duyurulduğu gibi, Doktor Nevzad tarafından da bir reklam aracı olarak kullanılmak istenir.

     

    Doktor, ünlü yazarı, kendi özel kliniğine yatıracaktır. Hüsrev, evden kaçar, eski yalılarına

     

    sığınır. Otuz yıl önce, babası, kendisini bu yalının bahçesindeki incir ağacına asarak

     

    öldürmüştür. Annesi, oğlunun da aynı şeyi yapmasından korktuğu için ağacı önceden

     

    kestirmiştir. Çok geçmeden, Şeref’le Doktor Nevzad’ın yalıya geldiklerini gören Hüsrev,

     

    annesinin önlemek isteyişine rağmen, Devlet Hastanesine gitmek şartıyla, götürülmesine

     

    boyun eğer. Son sözü, ‘ne yapayım anne, kestiniz incir ağacını’ olmuştur. Piyes, 1937-38

     

    kışında, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynamış, büyük ilgi görmüştür. Bir Adam Yaratmak,

     

    1977 yılında, üç bölümlük bir televizyon dizisi olarak Yücel Çakmaklı tarafından filme

     

    uyarlanmıştır. Eseri, Necip Fazıl, çok önemser ve başyapıtlarından biri olarak kaleme aldığını

     

    belirtir: ‘Bu eserimi, bugüne kadar vücuda getirdiğim eserler içinde en bağlı olduğum eser

     

    biliyor ve öylece bildirmek istiyorum. (...) Öyle bir eser yazıyorum ki, dünya ölçüsünde

     

    olmak iddiasındadır. Muvaffak olabilirim veya olamam. Mesele, orada değil. Eserim kötüyse,

     

    dünya mikyasında kötü, iyiyse,yine, dünya ölçüsünde iyi olmalı. Bu tehlikeli riske giren ve işi

     

    bu ölçüde alan benim. Onun içindir ki, gerek vak’a, gerek fikir bakımında kollarımın bütün

     

    kucaklaşma kabiliyetiyle davama sarılmış bulunuyorum. Dediğim gibi, bize göre Türkiye’ye

     

    göre, mevcut nisbet unsurlarına göre, iyi eser diye bir mülahaza kabul etmiyorum. Ya,

     

    dünyaya göre iyi, ya kötü.’ Bir başka yerde Necip Fazıl, eseri ilişkin şöyle der, ‘Bir Adam

     

    Yaratmak, benim ruhi kaynaşmanın...maketleri halinde...Bütün eserlerimin sosyal sahadaki,

     

    fikri sahadaki tezahürü, Bir Adam Yaratmak’ta vardır.’ Nurettin Topçu, oyuna ilişkin

     

    izlenimini şöyle aktarır: ‘Muhsin Ertuğrul, ‘Bir Adam Yaratmak’ piyesini oynamak için aktör

     

    olmuş sandım.’ Esere ilişkin ilginç çözümlemelerden birini, Sezai Karakoç’ta buluruz. İki

     

    temel sorunsala dikkatleri çeker Karakoç. Biri, yazgı anlayışı, diğeri, bir eser yaratmakla bir

     

    adam yaratmak arasındaki metafiziksel ilişki. Eseri, bir ‘modern Oidipus’ olarak niteler ve,

     

    kaderin herşeye rağmen muhtevasını gerçekleştirdiğini belirtir. Oidipus, kaderin

     

    gerçekleşmesinde bir ‘alet’ken, Hüsrev karakteri bize, kaderin, insanla Allah arasındaki bir sır

     

    olduğunu göstermektedir. Ayrıca, ‘eserin içindeki ‘Ölüm Korkusu’ etrafındaki tartışma, bize,

     

    eserin gerçek teminin, Allah’ı bulma yolunda insanın kendini faniliğin gafletinden sıyırma

     

    çabası olduğunu göstermektedir. Necip Fazıl’ın bütün piyesleri, bize, ruhun kendini bulması

     

    için sarfettiği müthiş alınterlerinin buruk acısını tattırmaktadır. Bir Adam Yaratmak’ta, daha

     

    çilesini çekmemiş bir ruhun, Allah’ı taklide yeltenmesinin, tabiat içindeki sırrı, bizce

     

    bilinmeyen birtakım gizli infilak noktalarına dokunmasıyla cezalandırılması olayıyla karşı

     

    karşıyayızdır. Ruh, bu oluşu, bir ‘cezalandırma’ olarak yorumlamaktadır. Gerçekte orada, bir

     

    cezadan çok, bir lütuf söz konusudur. ‘Bu, bana, göklerin cezası’ demektedir Hüsrev acılar

     

    içinde. Aslındaysa, adeta, gözden bir perde kaldırılmakta, kimsenin göremediği eşyanın ve

     

    varoluşun hakikatları gösterilmektedir.’ Yücel Çakmaklı, piyesin filme alınma sürecini şöyle

     

    anlatır: ‘1938 yılında yazdığı ve İstanbul Şehir Tiyatrolarında oynanan Bir Adam Yaratmak

     

    piyesini, kırk yıl sonra, üç bölümlük televizyon oyunu halinde, televizyona aktarma

     

    konusunda yapımcı arkadaşım Ahmet Bayazıt ile birlikte Üstad’a açarak, gerekli izni

     

    aldığımızda, üzerimdeki yükün ağırlığından ezilecek halde idim. Çünkü Üstad, kırk yıl önce,

     

    büyük tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konan ve başrolü oynanan temsili

     

    hala unutamıyordu. Bugünkü tiyatro ve sinema birikimi ile eserini, gerektiği kalite ve

     

    mükemmeliyetle gerçekleştiremeyeceğimizden endişe ediyordu. Eserin televizyonda yayını

     

    olay oldu. Türkiye’nin her yanından tebrikler yağıyordu. Basının ilgisi büyüktü ve müsbetti.

     

    Yayını bittikten sonra, Üstad, küçük bir sohbetle olayın değerlendirmesini yaparken,

     

    ‘korktuğum gibi olmadı...’ diyordu.’

     

    Bir Adam Yaratmak, ilk kez, 1937-1938 kışında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanır. Eser,

     

    Ertuğrul Muhsin’e adanmıştır. Hüsrev rolünü Muhsin oynar. Oyunda ayrıca, Tohum’da görev

     

    almış olan İ. Galip Arcan, Neyyire, Samiye, Talat, Hüseyin Kemal, Cahide ve Zihni

     

    oynamıştır. Necip Fazıl, ‘yazılış, oynanış, topladığı alaka ve taşıdığı mana’ bakımından Bir

     

    Adam Yaratmak’ın da Tohum’un ürettiği sorunu çözdüğü inancındadır. Mistik Şair,

     

    Tohum’da öldürdüğünü söyledikleri Ertuğrul Muhsin’i, bu oyunla tekrar diriltecek, ‘halktan

     

    ve münekkit geçinenlerden hıncını’ alacaktır. Fakat ilginç bir şey olur kez. Necip Fazıl’dan

     

    dinleyelim: ‘Halk piyesi öylesine tuttu ki, tiyatroca her esere konulan temsil süresi içinde

     

    kalabalık mahşeri bir kesafet bağladı. Harbiyeliler yerleri numarasız (pulaye) veya (paradi)

     

    denilen yere çıkabilmek için, biri öbürünün omuzunda, uzun bir kaputa bürülü, tek adam

     

    görüntüsü içinde içeriye dalmaktan başka çare bulamadılar. Böylece, mesela, 2ikiyüz kişi alan

     

    paradiye üçyüz-dörtyüz kişi çıkmış oluyordu. Mistik Şair, (metafizik) düşüncelerinin vak’aya

     

    nakşiyle elde etmek istediği fizik tesiri öyle sağlamıştı ki, piyesin İstanbul temsillerinde ruhi

     

    hafakanlar geçiren ve perdelerin kapanmasını bekleyemeden çıkıp gidenler olmuş, Ankara

     

    temsillerinde de Falih Rıfkı Atay’ın yeni zevcesi Mehruba hanım fenalık geçirerek bayılmıştı.

     

    Mistik Şair’le beraber hıncını alan Ertuğrul Muhsin de, bu defa başka bir komplekse düşecek,

     

    piyes, belki bütün bir yıl sahnede kalacağı halde, onu en imrenildiği safhada, resmi süresini

     

    tamamlayıp sahneden kaldıracak, bir daha tekrarlamayacak, tekrar ele almaya asla

     

    yanaşmayacak, Mistik Şair’in başka hiçbir piyesinde rol kabul etmeyecek; böylelikle bir defa

     

    nasılsa Tohum’a inanmış olmayı telafi etmek zannına düşecektir.’

     

    Necip Fazıl, Bir Adam Yaratmak’ı Tohum’dan sonra Ağaç dergisinin yayınıyla uğraştığı

     

    sıralar, Zonguldak’ta yazmaya başlar. Burhan Toprak’ın ifadesiyle, ‘eli yakacak, onu tutan eli

     

    ateş tutmuşa döndürecek’ bir eserdir bu. Bankada çalışmaktadır. Zonguldak’taki 63 no.lu

     

    odak yönetiminin teftişini yapan heyete katılır ve ‘dağ tepesinde, çam ağaçlarıyla çevrili

     

    müfettişlere tahsis edilen köşkte’ eserini yazmaya başlar. Babıali’de şöyle anlatır: ‘Artık

     

    köşke çekilmiş, salondaki büyük yemek masasının başına geçmiş, çay, kahve, yemek ne

     

    isterse hazır, çalışıyor. Arada bir başını kaldırıp pencereden dışarıya baktıkça da gür meşe ve

     

    çamların süslediği tepelerden fevkalade güzel bir peyzaj görüyor. Büroya seyrek iniyor,

     

    dışarıya ve şehre pek iltifat etmiyor ve yalnız eserinin humması içinde yaşıyor.’ Arada bir

     

    uzaklardan patlama sesleri gelir. Grizu patlamaları...Derken ocakta bir at olduğunu öğrenir.

     

    Ve sabahın bir kısmını onun bakımına ayırır. Oyunu, öğleden akşama değin yazmaktadır.

     

    Kentte konferans verir. At kazası geçirir. Bir sabah uyanıp aşağı inen müfettişler, Mistik

     

    Şair’i önündeki kocaman, kristal tablayı sigara ölüleriyle doldurmuş, eseri bitirmiş ve deftere

     

    ‘son’ kelimesini kondurmuş bulurlar. Sonraki süreci Babıali’den izleyelim: ‘Ertuğrul

     

    Muhsin...Şehir tiyatrosundaki küçük odasında, yanında zevcesi Münire (neyire Neyir hanım),

     

    Mistik Şair’den eseri dinliyor. Kurumuş gözyaşlarından suratı kabuk kabuk...Öyle bir

     

    teslimiyet ki eşsiz...İşviçre’ye gidecek, herşeyle alakasını kesecek ve rolünü orada

     

    ezberleyecek, piyesteki tipini orada yoğuracaktır. Vaktiyle Tohum’un hıncı içinde Mistik Şair

     

    ona şöyle demişti: ‘Sana, yeni eserimde, takat getirilmez şekilde abanabilir miyim?’

     

    ‘Abanabilirsin’ Şimdi de Muhsin’in gözleri şöyle diyordu: ‘Abandığın kadar varmış!..’

     

    Oyunun ilk gecesi izdiham yaşanır. Şairin ifadesiyle gişe ve kepenkler yumruklanmaktadır.

     

    Tüm Babıali oradadır. Ahmet Emin Yalman’ı da sayar Necip Fazıl. Çoğu, kendi davetlisidir.

     

    Necip Fazıl, temsil gecesiyle ilgili ilginç bir ayrıntıyı da aktarır: ‘Eserde yerin dibine geçirilen

     

    gazete patronu bir tip vardır ki, temsilden önce basın tarafından haber alınarak, gazetecilik

     

    haysiyetine dokunulduğu iddiasıyla bazı homurdanmalara yol açmıştır. Bunun üzerine

     

    Ertuğrul Muhsin, eserde umumi bir gazetecilik tecavüzüne yer olmadığını göstermek için,

     

    kısık sesli ve tutuk edalı bir provayı basına göstermişti. Budala basın belalıları,

     

    gördüklerinden nefslerine pay çıkarmaksızın susmuşlardı. Anlayamamışlardı ki, bizzat bir

     

    Babıali mensubu olan Mistik Şair, teşhir ettiği levhanın vicdan köşesini belirtmekte ve bu

     

    kıymeti de yine Babıali’ye mal etmektedir. Şimdi hepsi orada ve hayran, gazete patronu

     

    tipinde kendi öz seciyesini seyretmekte...Eserin kahramanı ise, Mistik Şair ve onun şu andaki

     

    kuklacısı gibi, dedik ya, bizzat Babıali’den olduğu halde, ferdi bir vicdan infilakiyle kendi öz

     

    çevresinin ahlakına nefret kusmakta...Perde aralarında, İstanbul’un profesör, doktor, muharrir,

     

    mebus, tüccar, müdür en yüksek sosyetesinden bir kalabalık, bir kaynaşma ve görülmedik bir

     

    hadise karşısında kalınmışçasına hayret tavırları, sesleri...Muhsin’i defalarla sahneye

     

    çıkardılar ve muharriri istediler. Bunun üzerine Muhsin, aktörlere perdeyi açtırmadı ve Mistik

     

    Şair’i bekledi. Bizimki, sahnede, yüzünde seyirciyi göstermeyen kör edici bir ışık, o türlü bir

     

    alkışa tutuldu ki, kulaklarına sanki çivi sokulmuş gibi oldu. Eser her gün alakasını bir derece

     

    daha artırarak devam ediyor. Muhsin bir harika...Mistik Şair de her gece tiyatroda, locaların

     

    arkasında, lambalar yanar yanmaz kaçmak ve göze görünmemek şartıyla eserini seyrediyor.

     

    Su gibi akan eserde bir virgül yanlışı olsa hemen sahneye koşuyor ve yanlışı haber veriyor.


  4. Kitabın tamamında güzel bilgiler vardır tahminim. Bu bölümü paylaştığınız için de teşekkür ederim.

    Nazım'dan olsa olsa SAhte Kahraman olabilir. Eğer İslama aykırı bir cephede olmasaydı ne bu kadar gündemde tutulurdu ne de kahramanlığından bahsedilirdi. Zevksiz edebiyatına rağmen bir idol olarak da gösterilmezdi. Ayrıca : “Beni Stalin yarattı" diyen komünist olmayacak da kim olacak ?


  5. -- Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan

       Giy o tâcı emîn ol her belâdan

     

    --Eş seçmek kitap seçmeye benzer, iyi tasarlanmış bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir ama içeriği sağlam olmadıkça sonunu getirmek zordur.

     

    --İnsanlar ömürleri boyunca bir defa büluğ ızdırabı çekerler. Halbuki dehanın çocukları sık sık bu ızdırabı çekerler ve her defasında gençleşirler. ( Goethe )

    .........

    • Like 4

  6. -Sabır, çekilen şeyi duymamak değil, ona dayanmayı bilmektir.(Tohum)

     

    -Ruh, dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde bulunan hakikatlerde değil, en derin ve en gizli yerdedir. Ruh, insanın tohumudur. .(Tohum)

     

    -Bir tohumda; gövdesi, dalları, yaprakları ve meyvesiyle bütün bir ağaç gizlidir. .(Tohum)

     

    -Bir hadiseyi düşünebilmek için filozof olmaktan başka çare görmemek, düşünme hakkından vazgeçmek değil midir ? ( Künye )

     

    -İmanın ticaretini yapanda, iman arama ! ( Künye )

     

    -Fikir besler, siyaset öldürür. Siyaset, fikrin kendisi değil; posasıdır. ( Künye )

     

    -Gözler, ya merhamet ya da neferetin ışıldadığı bir kandildir. ( Kafa Kağıdı )

     

    -Kadın; Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, İslamda ise yol açıcı bir kanattır. ( Kafa Kağıdı )

     

    .....


  7. -Bu dünyada aslına ulaşılacak hiçbir şey yoktur, her şey püften. Bu dünyanın püf olmayan biricik tarafı, işte asıl püf olmayan büyük hayatı idrak etmesinden ibaret. ( Püf Noktası )

     

    -Bu kadar gafil olmak için mi akıl sahibi olduk ? ( Siyah Pelerinli Adam )

     

    -İçtiği suyu olduğu gibi göz yaşına çeviren insanların cemiyeti. İncecik mânâları ezmeyeyim diye, toprakta basacak yer bulamayan, çilekeş insanların topluluğu. ( Reis Bey )

     

    -Ne yapmalıyım ki, bütün kin ve garez duygumu kendime, bütün af ve merhamet hissimi dünyaya çevirebileyim ?... ( Reis Bey )

     

    -Ağlayabilseydiniz, Anlayabilirdiniz... ( Reis Bey )

    ....

    • Like 2

  8. Efendim, biz isteriz ki, tek bir kişi değil, faaliyetin içine giren bütün nesnelerin ve kişilerin gönlü hoş olsun. :rolleyes: Sıcak çayı parmağımızla karıştırırken biz memnun kalabiliriz fakat çay kaşığına alışmış olan sıcak çay buna tepki gösterebilir. :P Gül ile bülbül ne ise, sıcak çay ile de çay kaşığı odur :D Merdivende oturan insanlara da pek takılmayın efendim. Baharda kaya diplerinde açıp 2 haftada solan çiçekler gibi onların da gitme vakti gelecektir :D

    • Like 1

  9. reyhan, güzel kokulu bir bitki olan fesleğenin diğer adı.

    Necip Fazıl'ın İstanbul şiirinde geçen, " gecesi sümbül/türkçesi bülbül kokan istanbul, istanbul..." dizelerini okuduğumda zihnimde oluşan ve burnumda hissettiğim ilk koku reyhan olduğu için, reyhana yüklediğim bir mana var.

    Necip Fazıl'ın ruhta lezzet bırakan bu dizesini somut bir kokuya büründürdüğüm ilk kokulu bitkidir. Yeri ayrıdır. :rolleyes:

×
×
  • Create New...