Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nfk321

Editor
  • Content Count

    371
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by nfk321


  1. Kafalarda oluşan soru işaretlerine ilaç gibi gelecektir bu çalışma.Oldukça geniş kapsamlı ve açıklayıcı bir araştırma olmuş şahsım adına çok teşekkür ederim.

     

    Hz. Peygamberin kayınbabası ve en yakın sahabelerinden biri olan hz. Ebubekir, iç karışıklık tehlikesinin baş göstermesi nedeniyle, biraz aceleyle ve düzensiz bir şekilde halife seçilmiştir. (sayfa 9)

     

    Sadece bu sözü bile nasıl bir insan olduğunu kısaca özetleyebilir...


  2. Çileli bir ömre sığan güzellikler, toprağa atılan bir tohum gibi yeşerdi. Onun bu şiirleri Anadolu insanı tarafından sevilerek okunur. Ve Türk halkı, kendi duygularını, düşüncelerini, inançlarını, tarihini, kültürünü, mukaddeslerini böylesine güzel bir şekilde destanlaştıran İstanbullu şâiri hasretle kucaklar.

     

    Necip Fazıl, 19431960 yılları arasında defalarca tutuklanır, hapse atılır, "ölüm ve cinnetten ötede zindan acıları" çeker. Büyük Doğu defalarca kapatılır, toplatılır. "1958 Büyük Doğu'larından da yüklendiği, parça parça yüz yıla yakın mahkumiyeti" vardır. Bu durumda tam ne yapacağını düşünürken 1960 ihtilâli olur. İhtilâlin umumî basın affıyla bu cezalardan bütünüyle kurtulur. Fakat o çile şâiridir. Bu dünyaya sanki çile çekmek için gelmiştir. İhtilâli yapanların ilk tutukladıkları, kimseler arasında Necip Fazıl da vardır. "Bir metre genişlik ve iki-üç metre uzunluğunda, basık, içinde teneşirimsi tahta bir kerevet, boğucu, daha doğrusu çıldırtıcı" bir "hücreye" atılır. Bu hücrede "eli, kolu, dili ve yolu bağlı" çile şâirini "tokat, yumruk ve tekme altında hırpalarlar."Ayrıca çıkarılan genel basın affına bir istisna getirilerek, Necip Fazıl birbuçuk yıl hapse mahkûm edilir ve Toptaşı Cezaevi'ne kapatılır."Batı demokrasilerini örnek alan Cumhuriyet devrinde çeşitli dünya görüşlerine sahip birçok yazar ve şâir hapse atılmışlardır." Fakat "hapse atılma, hatta idam edilme sanatçıları düşüncelerini söylemekten alıkoyamaz. Onların elinde kendilerini mahkûm edenleri mahkûm eden ölmez bir silâh vardır: Sanat" Toptaşı Cezavi'nde birbuçuk yıl kalan çile şâiri, orada Türk edebiyatına çok güzel şiirler kazandırır. Bunlar arasında, belki de en güzel şiirlerinden biri olan "Zindandan Mehmed'e Mektup"da vardır. Mehmet şâirin büyük oğludur.

     

    Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!

    Baba katiliyle baban bir safta!

    Bir de, geri adam, boynunda yafta

    Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

    Kavuşmak mı?.. Belki Daha ölmedim!

     

    Bu ne güzel, ne muhteşem bir şiirdir. Bu ne güzel, ne mükemel bir dildir! Bu nasıl çarpıcı bir üslûptur. Bu nasıl bir şâirdir ki, mahkumken bile hükmeder. Çeşitli devirlerde, çeşitli dünya görüşlerine mensup birçok şâir hapse girmiştir. Fakat bunların hiçbirisi, zindandan bu kadar aydınlık, bu kadar orijinal, bu kadar derin, bu kadar heyecanla ve bu kadar gür bir sesle, bu kadar umutla haykıramamıştır. Türk edebiyatında heceyi onun kadar başarıyla kullanan çok az şâir yetişmiştir.

     

    Çile şâirinin en önemli vasıflarından biri de, en olumsuz şartlar altında bile umutsuzluğa kapılmaması, daima umut dolu olmasıdır. O hiçbir zaman, hiçbir olumsuz şart altında ümitsizliğe düşmemiş ve topluma daima tarihî misyonunu hatırlatmıştır. Necip Fazıl, zindandan bile aydınlık yarınları haykıran, çevresine müjdeler veren adamdır:

    Dua, dua, eller karıncalanmış;

    Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.

    Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış

     

    Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu:

    İplik ki, incecik, örer boşluğu.

     

    Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;

    Karanlığında nur, yeniden doğuş

    Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

     

    Hapisten çıkınca, 1964'den 1971'e kadar Büyük Doğu dört defa daha çıkar, kapanır. Necip Fazıl yine bu yıllarda 1963'te başlayan konferanslarıyla Anadolu'yu bucak bucak dolaşır. "Büyük Doğu Neslini" yetiştirmeye çalışır. Binlerce insana hitap eder. Hep ümit doludur. Geleceğe umutla bakar. Hiç durmadan Anadolu'ya tohum saçar. Bu tohumlar bitmezse toprak utanmalıdır:

     

    Ustada kalırsa bu öksüz yapı,

    Onu sürdürmeyen çırak utansın!

     

    Necip Fazıl, 1972'de artık evindedir. 1978'de Büyük Doğu on altıncı defa çıkar. Ama o artık bir hayli ihtiyarlamıştır. "Pırıl pırıl zekâsına, muhayyilesine, dipdiri sesine rağmen, bedeni son senelerde süratle çökmüştür." Ve koca şâire artık dünya boş, odaları loş gelmekte, gözleri müebbette, gününü beklemektedir. Gelen meleğe hoş geldin, safa geldin demeye hazırlanmaktadır. İnanan bir insan olarak onun için "Ölüm güzel şeydir." Bu inancını ne kadar da güzel şiirleştirir:

    Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber

    Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

     

    O da her fani insan gibi, 25 Mayıs 1983'te bir güzel ölümle bu dünyadan ayrılır, çok sevdiği Yüce Yaratıcı'sına kavuşur.

     

    Onur Ercan


  3. Mustafa Armağan'ın "Küller Altında Yakın Tarih" serisini başlangıç olarak kesinlikle öneririm.Çarpıcı vesikalarla ve akıcı bir dil ile yazılmış seri, Armağan'ın en beğendiğim eserlerindendir.Mustafa Armağan'ın diğer kitaplarında aynı sürükleyiciliği ne yazık ki bulamayan birisi olarak, enerjinizi ve paranızı yakın tarihin Üstad'ı Kadir Mısıroğluna ayırmanızı tavsiye ederim.Her bir kitabı ayrı hazineler kıymetinde olan Üstad'ın eserlerini okurken hem o günlere gidiyor hem de gerçekleri en ince ayrıntısına ve vesikasına kadar görmüş gibi oluyorsunuz.

     

    Şunu da belirtmeliyim ki gerek Mustafa Armağan gerekse Kadir Mısıroğlu tarihçi olmaları hasebiyle, Osmanlıyı ve buna mukabil olarak Padişahları tamamen kusurlarından arınmış ve hiç hatada bulunmamış olarak göstermekteler. Üstad Necip Fazıl ise Padişahları ve gerileme dönemi Osmanlısını eleştirmekten çekinmemiş ve birçok tarihçinin de bu yüzden hedef noktası olmuştur.Bu yazarların kitaplarını okuyup (Osmanlı Tarihi ile ilgili) Üstadın kitaplarıyla karşılaştırma yapmak ister istemez insanın kafasında soru işaretleri oluşmasına sebep olabiliyor.O yüzden özellikle de Mustafa Armağan Beyin Osmanlı Tarihi ile ilgili kitaplarını büyük bir taassup içerisinde yazıldığı için fazla tavsiye edemiyorum.Ama yakın tarihi anlatan kitaplarına verdiğiniz paralara da, okuduktan sonra acımazsınız emin olun :)


  4. İnanıyorum ki, bir gün, bu memlekette birdenbire bütün ruhundan ve maddesinden davacı bir nesil şahlanacak; ve bir akşam üzeri, üzerine hafakanlar basarak "Çocuklar! Ne gün sabah olacak?" diye avaz avaz haykıracaktır. Ben, bu kadar güzel bir nidaya, bu günden bir takım nota kâğıtları hazırlamaya çalışanlarla beraberim...


  5. ŞİİR

    Kelâm vardır ki, sihir,

    Hikmettir bazen şiir..

    Ne doğru söylemiş şu sözü, şair Lebid:

    Allahtan başka her şey bâtıl! - içi boş ümid-

    Erkeğin güzelliği dilinde, lisanında:

    -Güzel konuşan, Hakkın en büyük ihsanında-

    ***

    İÇTİMAÎ ADALET

    Komşuları açken - hissiz ve gafil

    Karnını doyuran, müslüman değil.


  6. Sendeyim ben gözlerini çevir bak, geçeceğin her menzil ben ve ben varacağın son durak...

    ***

    Elimizin altındakiler değişip duruyor.Dokunup sevdiklerimizi götürüp beş on kürek toprağın altına bırakıyoruz,geçirdiğimiz zamanlar bir elbise gibi sırtımızda duruyor.(A.C.Z)


  7. Ey Gazzenin kara gözlü çocuğu, yabancı askerler babanı alıp götürürken sen gözyaşları, sen feryatlar içinde eteğinden çeke çeke babanı onların elinden koparmaya çalışıyordun. Boyuna bakmadan o miğferli, o postallı, o silahlı askerlerle boğuşuyordun.

    Ey Gazzenin kara gözlü çocuğu, sen bu kahramanlığı yaparken, sen tek başına bir destan yazarken sadece ve sadece 5 yaşındaydın.

    Fakat sen nasıl bir çocuktun ki!

    Fakat sen hangi ninnilerle büyümüştün ki!

    Fakat çeliğine nasıl bir kudret aşılanmıştı ki!

    Fakat sen arkadaşlarınla neler oynamıştın ki işgal askerlerine tek başına karşı duruyor, onların itip-kakmalarına aldırmadan babana destek oluyordun.

    Sen babanın suçlu olduğuna asla inanmıyordun, senin baban dünyanın en dürüst insanıydı. Baban, bahçenizi sulamak, orada sen ve annen ve kardeşlerin için domates, biber salatalık yetiştirmek için dedelerinin topraklarından, tapusu sandığınızda olan mülkten, öz mülkünden sizin tarafa su çevirmişti.

    İşgalciler işte bunu suç saydılar.

    Halbuki dünyanın kuruluşundan beri o topraklar sizin.

    Yabancılar, oraya önce korka korka adım attılar.

    Sonra her sabah bir adım daha ilerlediler.

    Sonunda senin milletine avuç içi kadar yer kaldı.

    Su hayattır.

    Su varsa hayat devam eder.

    Torak hayat demektir.

    Toprak varsa vatanın vardır.

    Güneş hayat demektir.

    Güneş varsa büyürsün.

    Seni sudan, seni topraktan, seni güneşten mahrum ettiler. Baban bu zulme isyan etti, baban bu zulme göğsünü gerdi ve çocuklarım için su getireceğim dedi. Bu yüzden babanı alıp götürdüler.

    Ey Gazzenin kara gözlü çocuğu!

    Ey dünyanın en küçük büyük kahramanı!

    Senin adın ne? demiyeceğim. Senin adın Amr, senin adın Yasir, senin adın Huzeyfe, senin adın Ammar. Sen her kahramandan bir parça, her mazlumdan bir görüntüsün. Sen senden önceki şehit ve mazlum kardeşlerinden bir yüzsün.

    Ey Gazzenin kara gözlü çocuğu!

    Eğer, biz seni ekranda kuru vah vah acımalarıyla seyrettiysek bize hakkını helal etme! Eğer, seni görüp bir futbol maçı kadar ilgilenmediysek hakkını hiç helal etme! Eğer, ramazanları, iftarları zekatları, sadakaları bir paylaşma güzelliği olarak değil de bencillik şeklinde yaşayıp da seni ve senin gibi on binleri.

    Seni...

    Ey Ammar!

    Seni ve Iraklı kardeşlerini, Doğu Türkistanlı dindaşlarını unutuyorsak, ramazanı, o eşsiz ve emsalsiz ayı bir nedamet, bir şuurlanma, bir silkelenme değil de gaflet ve rehavet günlerine çeviriyorsak, sen, bize ahirette de hakkını helal etme.

    O zaman biz sana ve kardeşlerine ve dindaşlarına layık değiliz demektir.

    Biz çok şey yitirmişiz demektir.

    Ey Gazzenin kara gözlü çocuğu!

    Ey yarının bugünden yetişen yiğidi, gel şöyle gözlerinden öpeyim

    Sen, sizler var oldukça zafer elbette Filistinlilerin olacaktır.

    İstersen Bosnalı çocuklara sor.

    Bu devran hep böyle devam etmez, zulüm abad olmaz yavrucuğum!

    Kaynak


  8. Kimi insanın, kimi sanatçının yaşamında kırılma noktaları vardır. Yaşadığı bir olay, karşılaştığı bir kişi o güne kadar dünyasında yer eden kabul ve retlerini değiştirir. O andan itibaren farklı, o güne kadar izlediği yönün tersine bir yöne yönelir. Necip Fazıl'da bu sanatçılardan birisidir.

     

     

    Yaşam öyküsüne, eserlerine baktığımızda üç belirgin çizgi açıkça görülür: şiir, tasavvuf ve düşünce.Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye'nin dördüncü sınıfını okumak istemez, ayrılır ve 17 yaşlarında Daru'l Fünûn'un Felsefe Bölümü'ne kaydolur. Yine bu yaşlarda Yahya Kemal, Refik Halit, Ahmet Haşim ve diğer ünlü edebiyatçıların yazdığı Yeni Mecmua'da şiirleri yayınlanmaya başlar. Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar fakülteden arkadaşlarıdır. Böyle bir kumaşı dokuyan, ona yepyeni bir 'ufuk' kazandıran kişi ise Abdülhakim Arvasi Efendi'dir.

     

    Üstadı ile tanışmadan önce 'her şey O'nda gizli bir düğüm'dür, bir 'bilmece'dir, 'yıkık ve şaşkın'dır, 'rüyalarında bir cinneti' içmekte, 'ben kimim? Sorusunun yanıtını aramaktadır. Abdülhakim Arvasi Hazretlerini, Paris dönüşü, İstanbul'a dönünce tanır. Bu tanışmayı ruhunun 'büyük zelzelesi' olarak ifade eder. 'Şu kadar yıllık kâinat' O'na, 'yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeye muhtaç' görünür. O'nu tanıdıktan sonra 'bir hendeğe düşercesine kucağına düşer gerçeğin' ve geçmişinde geleceğinde 'Bilmecesi'ni çözer: 'Biricik meselesi sonsuza varmaktır, Allah'a kulluk yapabilmek, 'zorlu nefsini diz çöktürebilmektir. Bu tanışmadan sonra artık evreni, insanı, insanın görevini belirlemiştir.

    Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanımadan önce çektiği acı ve sıkıntıyı 'ağrı çeken diş'e benzetir. Yaşadığı buhranı İmam-ı Gazali ile karşılaştırır. Mürşidini bulduktan sonra da bütün dünyasının 'bir sarsılışta yıkıldığını' söyler. Bu yıkılışı şöyle dillendirir:

     

    Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız

    Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız

     

    Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanışması, İslâm'a gönül vermesi ve Büyük Doğu'yu çıkarmasıyla birlikte Necip Fazıl'ın hayatında ve sanatında yepyeni ve çok farklı bir dönem başlar. Büyük bir fikrî ve ruhî değişim yaşayan şâir, Muhasebe adlı şiirinde, kendisindeki bu değişimi ne güzel anlatır:

     

    "Ben artık ne şâirim, ne fıkra muharriri!

    Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!

    Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâli'de!

    Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.

    Üstün çile, dev gibi gelip çattı birden: Tos!!!

    Sen, cüce sanatkârlık, sana büsbütün paydos!

    ...

    Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

    Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!

    Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;

    Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.''

     

    Mürşidini tanıdığı an, kendi kendinin tam bir değişime uğradığını görür: 'her şeyi o türlü kaybettim ki Allah'ı buldum' diyecektir. Önüne 'yepyeni bir dünya' açılmıştır ve bu tanışmadan sonra da 'ağır bir borç senedi imzalamış' olduğunu söyler. İmzaladığı bu borç senedi 'nefsine diz çöktürebilirse', inancını dillendirebilirse, haykırırsa bu borç ortadan kalkacaktır. Mürşidinin yanında iken 'yıkanıp, arındığını' hisseder. Ama yanından 'ayrılır ayrılmaz da kendisini hep iptilalarının, o eski alışkanlılarının içinde bulur.

    Mürşidini tanıdığında kendi ifadesiyle '30 yaşlarında', Abdülhakim Arvasi Hazretleri ise 74 yaşındadır. 'Zifiri karanlıkta bir gölge gördüm' der. 'Kimsin sen?' diye sordum. İrşat edicinin habercisi' dedi. Kendisine bu meçhul kişi tarafından adres verilir: 'Sırvermez'e git. Tesbihçiler, Kapalı Camii Sokağına gir, Yıkık Çeşmenin karşısında 9 numara' .

    Bu adrese gider. Mürşidinden ilk öğrendiği dünyanın anlamı, dünyanın geçiciliği ve bir hesap kaygısıdır. İlk sorduğu sorulardan birisi şudur: 'Dünya, bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu bir yalan olmasın? Bütün yeryüzü bu müthiş yalanın korkunç nizamından ibaret. Tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus dudaklarını kıpırdatmıyor'. Tabut içinde gidenler de diridir O'na göre. Bu sözler kabir hayatının, öte dünya düşüncesinin veciz ifadesidir.

     

    Başlangıçta kolay teslim olacak bir kişiliği yoktur. Sorular sorar, hatta mürşidini yönlendirmeye çalışır. Mürşidi onu bu konuda şöyle uyarır: 'yolu İrşat ediciden beklemiyordun da, sen ona yol gösteriyorsun' senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?' diye sorar.

    Mürşidinin çok sade, çok açık, 'fikri, gözyaşlarının içinden süzülüyormuş gibi ağlamaklı' bir sesle söylediği sözler O'nu can evinden yakaladığı gibi, ıstıraplarının, kişisel ve toplumsal sorunlarının nedenini de açıklar: 'Artık anlıyoruz: Allah dünyamızdan çekilmiştir. Bunalıyoruz, bunalıyoruz!' Büyük Doğu dergisine kapak olarak şu başlığı atacaktır: 'Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez.'

    Necip Fazıl'ın hiçbir zaman mal biriktirmek gibi, çocuklarına bağ, bahçe bırakmak gibi bir amacı olmamıştır. Para O'nu değil, O parayı yönlendirir. Başkalarının aklının alamayacağı miktarda paraları bahşiş olarak verir; paraya esir olmaz, parayı esir alır. 'Geride evlat u ıyal var' diyenleri hoş görür. 'Bütün derdi fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki saat istirahattan ibaret bir sınıfın ıstırabını küçümser. Bunun yerine 'insandaki büyük ve mücerret idrak ıstırabını' koymak ister.

     

    Mürşidini tanıdıktan sonra böyle bir dönüşümü yaşayan Necip Fazıl, İslam adına önce çıkan bazı kişilikleri eleştirdiği için eleştiri alır. O delil, kaynak, kanıt gösterme gereksinimi duyan bir kişiliğe sahip değildir. Öğrenir, yargısını ortaya koyar. Bir olay, bir kişi hakkında yargısını ortaya koyarken de olduğu gibi ortaya koymaz: O'nun amacı yanlış bildiği düşüncelerden, akımlardan gençliği korumaktır; acelesi vardır; bir ömre sığdırmak istediği çok şey vardır. Yargısını yerine göre trajik, yerine göre dramatik bir şekilde dile getirir; kızdığı, sevmediği kişiyi de gülünçleştirir. Bir abartıdan söz edilebilir belki ama amacı yanlış gördüğü düşüncelere dikkat çekmektir.

    'Necip Fazıl için tasavvuf, 'şeriatın öngördüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eden' bir yoldur.

    Bu noktadan itibaren Ehl-i Sünnet itikatının en keskin savunucusudur. Yetmişli yıllarda 'bize Kuran yeter' diyenleri şöyle eleştirir: 'Resulünden değil Allah'tan emir kabul ederiz diye ayla sudaki aksini birbirinden ayırmaya yeltenci, bu sefil ve topyekûn gönül verimlerinden mahrum çeşitli mecnunlar, saf ve som sünnet ve cemaat ehli itikadına bağlı şanlı yürüyüşün ayakları altında ezilmedikçe hiçbir başarı elde' edilemez. O'na göre bu tür insanlar, 'yangın yeri arasında seksek oynayan başıboş çocuklar'dır, 'derinlik budundan' yoksundurlar. Bunlar 'kafalarıyla iman etmek isteyen inatçı horoz taslakları'dır.

     

    Onur Ercan

    Kaynak


  9. Muhabbet-Nefret

     

     

    Kâfir - Dikkat ettiğim bir şey var; siz İslâm dâvasında sevgiden ziyade nefret cephenizle hareket ediyorsunuz! Dost kutuplarınızı okşamak yerine düşman hedeflerinizi yıkmak... Bu mu İslâmda usûl?..

     

    Mümin - İslâmda esas ve usûl, muhabbettir. Fakat koca bir dağa benzeyen bu esasın bir de aynı çapta uçurumu vardır. O da nefret... Ve ikisi bir arada... Biz nefret ettiğimiz için mukabiline muhabbet göstermek yerine, asıl muhabbet ettiğimizin zıddına nefret duymakla mükellefiz. Muhabbet öncedir ve sağ kanadı teşkil eder. Nefret ise sonradır ve sol kanat... Müslüman işte bu iki kanatla uçandır.

     

    Kâfir - Bunun için muhabbet tarafınızı nazardan saklayacak derecede zıdlarınıza saldırmanız mı lâzım?..

     

    Mümin - Uyuşturucu merhemden anlamayan yarayı kızgın demirle dağlamak lâzım... Hele zamanın şartları başka türlü, uslu ve akıllı tedbirleri iflâs ettirmiş bulunuyorsa... Keşke vicdanlar hakka açılmış olsa da bize kapı kapı gezip muhabbet serenatları besteleme vazifesi düşse... Bu mes'ut iklim dünyaya kurulduğu günden beri gelmemiştir.

     

    Kâfir - Peki ama nefrette en büyük hisse, şu sizin dediğiniz benlik duygusuna hizmet etmez mi?

     

    Mümin - Asla!.. Bizimki nefs için değil, Allah için nefret... Dedik ya; mümin Allah için sevgi ve yine onun için nefret isimli çifte kanatla gökleri dolaşır. Çifte kanat teşbihimiz her meseleye şâmildir.

     

    Kâfir - Bu dediğinizi İsa Peygamber yapmamış ve öğütlememiştir.

     

    Mümin - Doğru!.. Zira babasız hak Peygamber Hazret-i İsa'da melekiyet galipti; halbuki ondan yüksek dereceli İbrahim ve Musa Peygamberlerde ve bilhassa topyekûn zaman ve mekânın Peygamberinde beşeriyet galiptir ve melek beşere secde emrini almıştır. Nefret kutbu olarak Hazret-i İbrahim'in karşısında Nemrut, Hazret-i Musa'nın karşısında da Firavun var...

     

    Kâfir - Ya topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi dediğinizin karşısında?

     

    Mümin - Ebu Cehl ile cehalette onun manevî nesli Yirminci Asır hazırlayıcıları var... Onlar da birer Ebu Cehl veya İbn-i Cehl...

     

    Kâfir - Son Peygamber üzerinde kapalı konuşuyorsunuz !. .Teşhis yapın, isim verin!

     

    Mümin - Aksine, gayet açık konuşuyorum! Bir mücerredi basit teşhisler ve isimlerle boğamam! Onun karşısında bütün bir Batı dünyası ve bu dünyanın Batılı ve Doğulu taklitçileri var!.. (Volter)den (Karl Marks) ve (Lenin)'e, İbn-i Teymiyye'den Mısırlı Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afganî'ye kadar say sayabildiğin kadar isim!..

    • Like 1

  10. Bu konuda bazı tarihçilerimizin görüşleri;

     

    Murat Bardakçı: Yavuz Sultan Selim'in adı geçen her ders kitabında ünlü bir resmi yer alır. Yavuz, pala bıyıklı ve küpelidir. Oysa resim aslinda Yavuza değil can düşmani olan Şah İsmail'e aittir. Küpede hayderi ve kalenderi derviş olmasinin sembolüdür.

     

    Prof. Akgündüz : 1- İslam Hukuku'nda erkeklerin kulağını deldirmesi caiz değildir. Selim de bu şer'i hükmü bilen bir padişahtı. 2- Minyatürlerde ve elimizde bulunan diğer resimlerde Yavuz'un küpeli olduğu bir üçüncü örnek yoktur. 3- Yavuz, sadelikten hoşlanan, süsten uzak bir hükümdardır.

     

    Prof. Akgündüz, Yavuz'un "Allah'a kul olma" düşüncesini yansıtmak için küpe taktığı fikrini de zayıf bir ihtimal olarak görüyor.

     

    Yavuz'un sade bir insan olduğunu belirten tarihçiler, küpenin yabancı ressamların yorumu olabileceğini söylüyor ve bir anekdot anlatıyorlar: Yavuz, mısır seferinden döndüğünde oğlu Süleyman'ın şatafatlı giyimini görür ve çok kızar; "Bre Süleyman! Sen böyle giyinirsen anan ne giysin!"

     

    Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu: Topkapı Sarayı'nda sergilenen resimde Yavuz'un başında 12 dilimli bir taç bulunur. Ancak yavuz, 12 dilimli taç giymez. Şii'likteki 12 İmam'ı temsil eden taç Şah İsmail'e aittir. Bunun gibi hatalar çok oluyor. Yavuz, minyatürlerde tablolardakinden çok farklı resmedilmiştir. Kulağında küpe yoktur minyatürlerde. Sadece Batı kaynaklı gravürlerde küpeli görünür. Bu da batı yorumu olarak yansımıştır resimlere. Doğruyu yansıtmaz.

     

    Dr. Necati Ulunay Uzunsatar : Avrupa müzelerinde Yavuz'a ait onlarca resim gördüm ama hiç birinde küpeli bir tablosuna rastlamadım. Yavuz'un sert mizacı ve önderliği onu küpe takmaktan alıkoyacak özelliklerdir. Yavuz, belâgati ve hitabeti güçlü, asaleti olan ve askerine önem veren bir önderdi. Ayrıca gerek İslam'da gerekse ordu içi gelenekte erkeğin süslenmesi uygun değildir. Avrupalı ressamlar kendi yorumlarını katmışlardır bu gibi çoğu resme.

     

     

    Prof. Dr. Kemal Çiçek: Kaynaklarda Yavuz'un küpe taktığına dair bir bilgi yok. Ayrıca Yavuz, Fatih gibi doğrudan portresini yaptırmış bir padişah değildir. Bazı portrelerinde şatafatlı bir giyim tarzı içinde resmedilir, oysa oğlunu giyim konusunda uyardığı bilinir. Bu şekilde resmedilen başka padişah yok tarihimizde. Avrupalı ressamlar bu şekilde çizmiş, Osmanlı minyatürlerinde tam tersine, sade görünümlü. 12 dilimli sarık da resmin orjinal olmadığı fikrini güçlendiriyor.

     

    (Alıntıdır)


  11. Horatio bana bir şey söyle

     

    -Ne söyleyeyim efendimiz?

     

    -Ben burada daha fazla yapamayacağım Horatio

     

    -Nerede yapılabilir ki efendimiz

     

     

     

    Sözün bittiği bir nokta ve gelen cevap "Ne söyleyeyim efendimiz"Shakespeare'in eserlerinin içinde en çok etkilendiklerimden birisidir yukarıda ki diyalog.

     

    Hayır, hiç olmaz. Önsezilere meydan okuyoruz biz. Bir serçenin düşüşünde bile, kaderin özellikle saptadığı bir şeyler vardır. Eğer bu, şimdi olacaksa, geleceğe kalmaz. Eğer geleceğe kalacaksa, şimdi olmaz; şimdi olmazsa ileri de gene de olur. Tüm sorun hazır olmakta. İnsan giderken, geride bıraktıklarının hiçbirine sahip olamadığına göre, erken gitmekten ne çıkar? Herşeyi oluruna bırak.(Hamlet'ten)

    • Like 1

  12. Sakarya Türküsü Üzerine

     

    Sakarya Türküsü, Necip Fazıl Kısakürek'in olduğu kadar, edebiyatımızın da büyük şiirlerinden biridir. Millî bir felsefeyi olduğu kadar, dayanılmaz bir çile ve ıstırabı da, kuvvetli şiir diliyle söyler.

    Sakarya bir timsaldir. 50 mısralık bu poem'de (uzun şiir) şair, tasvir yerine tecrit yapmaktadır. Yani Sakarya, Necip Fazıl'ın söylemek istediği hafakanlı düşünce ve duygulara bir su yolu (mecra) olmaktadır.

    Bu vasfıyla "Sakarya" yerine herhangi bir nehir de olabilirdi, dersiniz. Fakat hayır! Anadolu kurağının tam ortasından geçmesi, "renginin kandan ve çamurdan" olması, ihtişamlı bir maziden sonra kendi yurdunda haksızlık ve sefaleti ile "sürünmesi" bakımlarından, bu timsal-nehir, ancak Sakarya olabilir.

    Sakarya; geçmişindeki şanlar, zaferler, ermişlikler ve fakat hâlindeki "paryalık" ile çıldırtıcı tezatlar trajedisinin yükünü cılız gövdesi üzerinde taşıması dolayısıyla Anadolu'dur ve Türk milletidir. (Şiirin yazıldığı 1949 yılları itibarıyla, ırmağa vurulan çizgiler daha derin gerçeklik taşımaktadır.)

     

    "Sakarya, sâf çocuğu masum Anadolu'nun

    Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya

    Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya."

     

    Yüce İslâm imânı-Türk'ün şerefli geçmişi ve hâlihazırın kire, kedere, haksızlığa bulanmışlığı gibi üçüzlü bir tema üzerine kurulmuş olan bu şiirin iki kahramanı Sakarya ile Necip Fazıl'dır:

     

    "İnsan bu, su misali kıvrım kıvrım akar ya;

    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

    Sakarya, sâf çocuğu masum Anadolu'nun

    Divânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

    Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

    Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız.

    Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

    Aldırma, böyle gelmiş bu dünya böyle gider.

    Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

    Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz."

    Sakarya da, şair gibi "hor, öksüz" fakat büyük bir davanın, mukaddes bir yükün hamalıdır." "O hamallık ki, sonunda rütbe ve mal yok, yalnız zehirle pişmiş aş vardır; anneden, vatandan, arkadaştan ayrılık" vardır.

    Bu davanın ağırlığı altında Sakarya, şanlı imparatorluğun merkezinde ve feyizli imânın doruğunda olduğu günleri yâd ederek dövünmektedir:

     

    "Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

    Kehkeşânlara kaçmış eski güneşleri an!

    Hani Yunus Emre ki, kıyında geziniyordu;

    Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

    Nerede kardeşlerin: cömert Nil, yeşil Tuna?

    Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

    Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir

    Bulur mu deli rüzgâr o sedayı; Allah bir!

    Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

    Sakarya kandillere katran döktü geceler."

     

    "Sakarya Türküsü", tarihinin akışı içinde bir idraktir. Tarihin su yoluna döşeli kirli ve temiz "olukları" tespit eden şair, bugünkü boynu bükük acınacak manzaramızın yalan ve riyadan; bütün mukaddeslere karşı inançsızlık, samimiyetsizlik ve sahte sevgiden doğduğuna kanidir.

    Bir başka şiirinde de:

    "Bütün bir kâinat yalana teslim" diyen Necip Fazıl'dır. Kısacası İslâm'a, tarihe, millete karşı kof bir inançsızlık: İşte faciamızın sebebi budur.

     

    "Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

    Oluklar çift: birinden nûr akar, birinden kir.

    İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

    Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

    Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

    Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek!

    Kafdağı'nı assalar, belki çeker de bir kıl

    Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl...

    Bununla beraber milletimiz, halkımız, askerimiz gibi Sakarya da, bu köleleştiren zilletin, bu yalanın, bu sahteliğin farkındadır. Bu milletimize oynanmış onur kırıcı, bu zehir ve zillet verici "entrika" nihayete kadar sürmeyecektir. Şair, yücelerden duyduğu bir "diriliş" buyruğunu, milletine müjdeler gibi, Sakarya'ya verdiği ihtişamlı ve azimli bir emirle şiirini bitirmektedir:

     

    YOL O'NUN, VARLIK O'NUN GERİSİ HEP ANGARYA

    YÜZÜSTÜ ÇOK SÜRÜNDÜN, AYAĞA KALK SAKARYA

     

    Ahmet Kabaklı (Şairler Sultanı Necip Fazıl)

×
×
  • Create New...