Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nfk321

Editor
  • Content Count

    371
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by nfk321


  1. Alın size taptaze bir olay. Kuzey Amerikada bir eyalet... Üniversite şehri olmasının da etkisiyle farklı ırklardan bir çok insanı barındıran küçük bir şehir... Sevimli bir anaokulu...

    3-5 yaş ana sınıfının o günkü etkinliği, herkesin ana dilinde ezbere bildiği bir şeyi arkadaşlarıyla paylaşmasıdır... Maksat kültürler kaynaşsın. Kimi bir tekerleme, kimi bir şiir, kimi bir şarkıyı paylaşır arkadaşlarıyla. Kara gözlü çocuk da ezbere bildiği bir şeyi...

    Çocuklar o kadar etkilenirler ki, ders bitiminde kara gözlü çocuktan az önce söylediği melodili şeyi tekrar söylemesini isterler. Ertesi gün de, daha ertesi gün de, ondan sonraki gün de...

    Anaokulu müdiresi şaşkındır... Çocuklarının son bir haftadır eve ağlamaktan şişmiş gözlerle geldiği şikayetinde bulunan veliler, okulda kötü muamele yapılıp yapılmadığını sorgulamaktadır! Özellikle çocuklar konusunda hassasiyetin tavan yaptığı bu ülkede, böylesi bir itham okulu oldukça zor durumda bırakabileceğinden eğitmenler telaşlanır.

    Kamera kayıtları titizlikle incelenir ve sebep anlaşılır. Çocuklar, her gün sonunda kara gözlü çocuğun etrafına toplanmaktadır. Ona kah minik hediyeler vererek, kah yalvararak, kah itip kakarak o melodili şeyi söylettirmektedir. Buraya kadar sorun yok., ancak o daha başlar başlamaz gözleri dolan bir sınıf dolusu çocuk, tekrarı için ısrarcı olmakta ve her tekrarında ellerini yüzlerine kapatarak ağlamaktadır...

    Kara gözlü çocuk bir daha yapmayacağına, diğerleriyse bunu söylemesi konusunda ona ısrarcı olmayacaklarına dair söz verir... Ama çocuk işte, nihayetinde en büyüğü beş yaşında... Olay tekrarlanmıştır ve kara gözlü çocuğun annesi okula çağırılır...

    Anne duydukları karşısında hem şaşırmış hem de meraklanmıştır. Yöneticilerin Oğlunuz kendi dilinde bir şeyler söylüyor ve biz ne olduğunu anlamıyoruz. Çocukları üzmeden ve rencide etmeden bu konuyu halledebilmemiz için yardımınız gerek talebiyle kamera kayıtlarını izlemeye koyulur..

    Evet, doğrudur... Oğlu dizlerinin üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle kendisini dinleyen minik arkadaşlarına defalarca ezbere bildiği melodili şeyi; ihlas-ı şerifeyi okuyordur...


  2. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki temel belge olan Lozan Antlaşması ile Kıbrıs İngiltere'ye verilmişti. Osmanlı İmparatorluğu 1571'de fethedilen Kıbrıs'ı 1878'e kadar elinde tuttu. 1878'de ise Hariciye Nazırı Saffet Paşa ile İstanbul'daki İngiliz sefiri arasında imzalanan anlaşma ile Kıbrıs İngiltere'nin kullanımına tahsis edilecek ve İngiltere'nin Kıbrıs'ta asker bulundurarak adayı yöneteceği kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Almanya'nın müttefiki olarak İngitere'ye karşı da 1'inci Dünya Savaşı'na girince, İngiltere 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. Lozan'da ise antlaşmanın 20'nci maddesine "Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 Kasım 1914'te ilan olunan ilhakını tanıdığını beyan eder" diye yazıldı. Böylece 1950'li yıllarda Kıbrıslı Rumlar örgütlenip İngiliz yönetimine karşı şiddet eylemlerine başlayıncaya ve Yunanistan'la birleşmek isteyinceye (Enosis) kadar, Türk iç ve dış siyasetinde Kıbrıs diye bir sorun var olmadı. Daha da ötesi bu döneme kadar Kıbrıslı Türkler büyük sayılarla Türkiye'ye göç etti. Bu göçler teşvik edilirken Ada'daki nüfus dengesinin Türkler aleyhine bozulduğu da hiç önemsenmedi. Çünkü Cumhuriyet'in kurucu liderleri olan Atatürk de, İsmet İnönü de, Osmanlı'nın son dönemindeki felaketlerden ders almışlar ve dış siyasette, dünya konjonktürüne ters düşmemeyi, antlaşmalara kesin olarak uymayı, sıcak anlaşmazlıklardan uzak durmayı temel çizgi olarak benimsemişlerdi.

     

    ÇİZGİNİN KIRILMASI

    Bu çizginin üzerindeki süreçte, Misak- ı Milli sınırları içinde bulunan bazı topraklardan da Lozan'da feragat edilmiş, 2'nci Dünya Savaşı dışında kalınmış, 1947'de "12 Ada" Roma Antlaşması ile İtalya'dan alınıp Yunanistan'a verilirken bir girişimde bulunulmamıştı. Bu çizgi Kıbrıslı Rumların İngiltere'ye karşı başkaldırmaları üzerine, değiştirildi ve Kıbrıs, iç siyasetin de ipoteği haline geldi. 1950'lerde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhak edilmesi anlamına gelen "Enosis" söylemleri, İngiliz yönetimine yönelik şiddet eylemleri ile tırmanırken, Türkiye'de de "Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır" ve "Ya Kıbrıs ya ölüm" sloganları meydan mitinglerinde duyulur olmaya başlamıştı. Daha sonra bu sloganların "Ya taksim ya ölüm" şeklinde değiştiği de görüldü. Bu gelişmenin en acı sonucu Selanik'teki Atatürk'ün evine bomba koyulduğu haberleri üzerine, 6-7 Eylül 1955 akşamı İstanbul ve İzmir'de yaşayan Rumların evlerine, işyerlerine, kiliselerine ve hatta mezarlıklarına dönük yağma ve şiddet içeren kitlesel saldırılar oldu. Daha sonra Selanik'teki bombanın arkasında Türk görevlilerin bulunduğu da anlaşıldı. Bu gelişmeleri iyi yönetemeyen ve dış konjonktürü yok sayarak kitleleri sokağa döken iktidardaki Demokrat Parti'nin sorumluları, olaylar "Bu bana ders olsun" denilecek noktaya gelmeden, uluslararası bir çözümü görüşmeler yoluyla aramaya başladı.

     

    ÜÇ TEMEL ANLAŞMA

    Zaten Yunanistan da Kıbrıs'ın ilhakını amaçlayan politikasını değiştirmiş ve "İki toplumlu bağımsız Kıbrıs Devleti" formülü, Amerika ve İngiltere tarafından da Türkiye ve Yunanistan'a zorlanmaya başlamıştı. Sonuçta Türkiye'den Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun katıldıkları, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve iki toplum liderleri arasında 1959'da Londra ve Zürih'te üç temel antlaşma imzalandı. Buna göre Türkler yönetime %30 oranında katılacak, Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacak, Türk ve Rum meclisleri kendileri ile ilgili kararlar alabilecekler, resmi dil Rumca ve Türkçe olacak, Kıbrıs Devleti başka hiçbir devletle birleşmeyecekti. "Garanti Antlaşması"na göre de anayasal düzen ihlal edildiğinde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere birlikte müdahale edecek bu oluşmadığı takdirde garantör devletlerden her biri tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı. Kıbrıs'ta kurulacak ortak karargâha da Yunanistan 950, Türkiye 650 kişilik bir kuvvetle katılacaktı. Sonuçta Türkiye, Kıbrıs konusunda yeniden Cumhuriyet'in temel dış siyaset çizgisine dönmüş ve uluslararası konjonktür ile uyum halinde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakını önlemeyi ve Kıbrıslı Türklerin güvenliklerini sağlamayı başarmıştı. Kıbrıs, uluslararası camiada bağımsız bir devlet olarak yerini alıyordu. Cumhurbaşkanı olan Makarios, Bağlantısız Ülkeler Bloku'nun saygın bir lideri konumuna giriyor, "Akdeniz'in Castro'su" diye anılıyor, bu arada Kıbrıs Devleti de İngiliz Commonwealth'ine üye oluyordu. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti'nde işler, anlaşmalarla düzenlendiği gibi gitmiyordu.

     

    İŞLER KARIŞIYOR

    Ankara'yı da ziyaret eden Makarios, 1963'te Kıbrıs Anayasası'ndaki 13 maddenin değiştirilmesi önerisini gündeme taşımış ve anayasadaki toplumlararası eşitliğin katı uygulanmasının devleti işlemez hale getirdiği tezini seslendirmeye başlamıştı. 27 Mayıs 1960 darbesi ertesindeki siyasi kararsızlıkları yaşayan Ankara ise önce bu gelişmeleri tam olarak değerlendiremedi. Sonunda Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük ve kamu görevi üstlenmiş Türk memurlar görevlerinden istifa etti. Rum toplumu içindeki aşırıların örgütü EOKA, yine Enosis sloganı ile üstelik bu kez İngilizleri değil Türkleri hedef alan şiddet eylemlerine başladı ve bu eylemler 1963 Aralık sonunda "Kanlı Noel" olarak tarihe geçen, Türklere dönük katliama dayandı. İşte bu noktadan sonra Kıbrıs sadece dış siyasetin değil iç siyasetin de bir ipoteği olarak kriz konusu biçiminde günümüze kadar ağırlığını korudu. O günkü gelişmeleri hatırlayalım: 1963 Aralık'ta Rumların Kıbrıs Türklerine saldırıları yoğunlaşınca 25 Aralık'ta Türk savaş uçakları Lefkoşe üzerinde alçak uçuşlar yaptı. BM Güvenlik Konseyi, adaya Barış Gücü gönderilmesine karar verince bu gelmeden önce Rumlar avantajlı durum elde etmek için saldırılarını yoğunlaştırdı.

     

    ABD'DEN TEHDİT

    Bunun üzerine Türk hükümeti, TBMM'den Kıbrıs'a müdahale yetkisi aldı ve 7 Haziran'da (1964) müdahale edileceği kararı planlandı. Ancak 5 Haziran'da ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye gönderdiği mektubunda ağır ve tehdit dolu ifadelere yer veriyor ve Kıbrıs'a müdahalede Türkiye'nin başı Sovyet Rusya ile derde girerse yardım etmeyeceğini söylüyordu. Ayrıca Amerika'nın verdiği silahların da müdahalede kullanmamasını, bu silahların sadece savunma amacıyla kullanabileceğini söylüyordu. 1964 yazında Rum saldırıları yine başlayınca Türk jetleri 8-9 Ağustos'ta Rum mevzilerini bombalayacak ve bu kez de Sovyetler Birliği'nden Türkiye'ye uyarı mektubu gelecektir. Kıbrıs'a ilişkin gelişmeler demokrasimizin sağlığını da etkileyen biçimde bizim açımızdan çözümsüzlüğünü sürdürecek ve Ecevit'in başbakanlığı sırasındaki 1974 Barış Harekâtı ertesinde alınan yanlış siyasi kararlar "Bu bana ders olsun" özeleştirisini yine getirmeyecektir.


  3. 1) Yanlış meslek seçimi ( Ajanlık bana göre değilmiş anladım)

    2) Yanlış fırın tercihi ( Simitler yarı yanık, yarı gevrek değil; satışlar da düşüş var)

    3) Yanlış adamla tartışmam ( James Bond iyi adamdı aslında)

     

    Şimdilik bu kadar, pişman oldukça yazarım.

    İnanın sırf merak size ne kadar zamanda bir beyin yıkama yapıyorlar?

    'Mesela James Bond la tartışmanız yanlış bir iş değildi belki ama beyin yıkama ve hipnoz sayesinde öyle görmeye başlamış olamaz mısınız '


  4. Pişmanlık yaşamayan ve bunu ömrü boyunca hatırlayıp sol yanı birazcık olsun acımayan insan yoktur herhalde.Bir çoğumuz bunları dile getirmekten korkarız ve ne yazık ki pişmanlıklarımız dan ders çıkartmayı da fazla beceremeyiz.Aslında dile getirebilsek hem kendimiz için hem de anlattığımız kişiler için çok büyük bir deneyim olacaktır bunlar.

    Çok büyük değil ama benim en büyük pişmanlıklarımdan birisi, çok okuduğum halde senelerce kendimi saçma sapan Rus klasikleriyle ve Harry Potter Yüzüklerin Efendisi gibi hiçbir artı değer vermeyen kitaplarla meşgul etmem oldu.Birçok senemin bu yüzden boşu boşuna geçtiğini düşünüp üzülüyorum.Ama o zaman büyüklerimin sözünü dinlemediğim için birazcık hakettim sanırım bu üzülmeyi :)

    Varsa eğer sizin de yazmak istedikleriniz buyurun efendim söz sizde....


  5. Benim okuduğum Yalnızız kitabı çok farklı.Mesela Baş karakter Tarık değil Samim.Ayrıca en sonunda kızın yazdığı intihar notu 'Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım' olacak.

    Bence Peyami Safa'nın en güzel eseridir bu kitap çok başarılı.Okuduktan sonra en az okuduğunuz süre kadar kitabı düşünme ihtiyacı hissediyorsunuz.Tavsiye ederim okumayanlara


  6. Size diyeek sözüm şunlar.Yargılama değidlir bu.Hakir görmek , aslı küfretmektir.Hatadır da bu.Bunu görmeyende küfrü tasdikler.Kimsenin bunu demeye hakkı yoktur.Bugun rahatca bu şiiri okuyabilecek ortam bulabilenler , düşünmelidir.TÜrkçe'yi hala kullanıp,bu şiirleri okuyabilenler düşünmelidir.Bugun bir Coni gibi konusabilirdiniz.Daha fazla konusmucam çünkü yakıştıramıyorum sizlere.Lütfen konuyu kapatalım.

    Bugün Coni gibi konuşmuyoruz ama Coni gibi giyiniyor,Coni'nin dini günlerinde onlar gibi kutlama yapıyor,Coni'nin filmlerini seyrediyor,Coni'nin çıkardığı mallara onlardan önce biz saldırıyor kısacası Coni gibi konuşmuyoruz ama ona benzemek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.Çok güzel ya gerçekten ne kadar şükretsek azdır(!)

    Üstadın ne kadar yüksek görüşlü olduğu bu tipleri görünce daha iyi anlaşılıyor.Ne demiş Üstadımız

     

    Bülbüllere emir var!Lisan öğren vakvaktan

    Bahset tarih ,balığın tırmandığı kavaktan

     

    Balığın tırmandığı kavaktan bahsedenler hala var be Üstadım.....


  7. Efendim Kimin müceddid kimin müctehid olduğunu en güzel Allah bilir. Biz bilemeyiz bunu. Bu konuda kesin konuşmak yanlıştır. Bediüzzaman kendisine müceddid dememiştir. Ama bir sonraki müceddidi tarif etmiştir.

    Son müceddid Hz. Mehdi olacağına göre onu herkes tanıyacaktır.

     

    Bir de konunun Üstad'ın şiiri olduğunu da unutmamak gerekir. Üstad islam alemini birleştirici toparlayıcı birini beklediğini böyle bir ümidi olduğu belirtmek istemiştir, bunun müjdesi Peygambermiz(s.a.v.) tarafından verilmiştir. Her dönemde dine hizmet eden, toparlayıcı, birleştirici alimler Allah dostları olacaktır ama müceddid ama değil. Bunu Allah bilir.

    Söylediklerinize aynen katılıyorum.Kimin Müctehid olduğunu bilmemiz zor ancak tahmin edilebilir.O da herkesin bakış açısı ve görüşü farklı olduğu için kişiye göre değişir.


  8. Deli Kurt'u bende okudum ama 14 Yaşınıza kadar sizi tarihten soğutacak hangi anektoda takıldınız öğrenmek isterim doğrusu?Bunu kuru bir polemik değil inanın öğrenmek için soruyorum?

    O kitabı bana o yaşta tavsiye eden kişi solcu olan ilkokul öğretmenimdi.Kitapta yazılı olanlarla öğretmenimin bize anlattıkları arasında fazla fark yoktu ama Müslüman olan ailemin bana küçük yaştan itibaren verdikleri din terbiyesiyle çok çelişiyordu.Bu çelişki çocuk kafamda ister istemez bazı ikilemlere yol açtı tabi olarak.Ve tarihten uzaklaşmak, bir daha bu ikilemleri yaşamamak için kendi kendime aldığım bir önlemdi sanırım.Kitabı bir daha okuma şansım olmadı o yüzden tam olarak anekdotları veremeyeceğim


  9. Aybüke hanım kardeşim şovmen diye değerlendirmenize eğer bazı sitelerin kısa kısa oradan buradan kesipte montajladığı videolar sebep oluyorsa size hocanın sitesini tavsiye ederim ayrıca orada teketek programında yaklaşık 5 saatlik programın tamamını ve tüm sohbetlerini bulabilirsiniz... Kararınızı ondan sonra vermenizi tavsiye ederim...

    Cüppeli Ahmet Hocanın söylediklerinin hepsi doğru ve bana oldukça sempatik gelen bir kişilik.Ama kimin adına ve ne niçin çalıştıkları malum olan bazı Tv kanallarında çıkıp söyledikleriyle dinimizle hiçbir alakası olmayan sitelerde bile manşete oturması bana şovmen olduğu intibasını verdi.


  10. Eğer bir millete dini, tarihi,milli değerleri unutturulursa o milletten gelecek olan nesillerinden beklenebilecek şeyler ne olabilir.Noel baba,çam ağaçları derken bi evlerimize haç koymadığımız kaldı.Ki onu evlerine değil boyunlarına bilmem ne şarkıcısına,futbolcusuna özenerek takan bir kısm Türk gençliği de var.Allah akıl fikir versin diyorum.

     

    Bu arada yukarıda ki resim kadar Noel Baba denilen bu hokkabazı daha iyi tasvir eden bir resim görmedim :)


  11. Sen Arap Muhammedin mezarını artık bıraktıktan sonra senin kâben Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?

    Bu adamın düşmanlığı sadece araplara değil Türkiye de yaşayan kürt, arnavut,pomak ve bunun gibi daha birçok ırktan gelmiş insanlara.Beyefendinin sadece kendisi saf türk herhalde.Basit bir ırkçılık örneği.Peygamber Efendimiz için söyledikleriyle zaten batmış batabildiği kadar ama son nefesini Allah-ü Teala bilir tabi ki


  12. Tesettür bir moda değil Kulun rabbine karşı vazifelerinden biridir.Nasıl ki Namaz Oruc Zekat gibi ibadetler ve farzlar modaya ve günümüze uydurularak çevrilemezse, tesettürde de esas olan kurallar göz önüne alınarak yapılmalıdır ki bir manası olsun.Yoksa yağlı boya tablosu gibi boyanmış bir yüzle,tesettürle alakası olmayan kıyafetler içerisinde sadece başa bağlanan bir eşarpla tesettür olmaz olamaz.


  13. Perşembe akşamı yılbaşı gecesi... Aslında hatırlatmama lüzum yok, zaten bir aydır caddelerdeki, mağazalardaki hazırlıklardan; süslemelerden, hayali Noel Baba maskaralıklarından biliyorsunuz.

    Eskiden bu hazırlıklar üç büyük şehirde ve bu şehirlerin de bazı semtlerinde görülürdü. Bu şehirlerin ve bu semtlerin dışında oturanların yılbaşından pek haberleri olmazdı. Olsa bile bu sınırlı kaynaktan olurdu; TRTnin o meşhur yılbaşı eğlenceleri ile Millî Piyango çekilişi gibi.

    Son yıllarda artık bu sınırlı tanıtım ve sınırlı yılbaşı kutlamaları sınır tanımaz hale geldi. Sadece üç büyük şehir değil hemen hemen bütün şehirler hatta ilçeler ve kasabalar da bu kervana katıldı. Özellikle de büyük şehirlerimiz Avrupanın, Amerikanın şehirlerinden farkı kalmıyor yılbaşlarında. Artık TRT yalnız değil bütün, TVler yılbaşı yarışındalar!.. Gelinen nokta bu.

    Bazen gazetelerden okuyoruz: Afrikanın bir kasabasında veya köyünde oturan çok yaşlı Müslümanlar İstanbuldan gelenlere, hâlâ adına hutbe okuttukları Sultan Abdülhamid Hanı soruyorlarmış. Halifenin oturduğu İstanbul şehrini ve içinde oturanlar gibi olmak için insanların yaşayışlarını merak ediyorlarmış.

     

    BU GÜNLERİ GÖRSELERDİ...

    Bunları alıp İstanbula getirip, işte senin payitaht dediğin şehir burası. Ayaklarının tozu olabilir miyim, dediğin insanlar bunlar, desek acaba ne yaparlardı! Ya, inanmaz, siz beni Frenklerin şehrine getirdiniz der veya üzüntüsünden kıvrılıp oracıkta ruhunu teslim ederdi!..

    Bu yılbaşı manzaraları, bu güzel Anadoluyu güzel ahlâkı ile kasaba kasaba, köy köy içeriden fetheden Alperenler, bu eşsiz beldeleri bize bahşeden Sultan Alparslan ve diğer Selçuklu sultanları; dünyanın incisi İstanbulu fethederek bizlere emanet eden Fatih Sultan Mehmet Han ve diğer Osmanlı padişahları görseler acaba ne derlerdi, üzüntüden hangi hale dönerlerdi!

    Bir kimsenin gittiği yoldan nereye gideceği belli olur. Biz 150 yıl önce nereye gideceğimize karar verip yönümüzü Batıya çevirmişiz. Batıyı değiştirecek gücün yoksa, onun örfü ile yaşamaktan başka çaren de yoktur.

    Bir milleti ayakta tutan, millet yapan onun kendi millî manevî değerleridir. Bugün tarihe mal olmuş, unutulmuş milletler, kendi orijinal değerlerini muhafaza edemedikleri için yok oldular.

    Bütün bunları bile bile Tanzimattan beri, öz değerlerimizden uzaklaşıp yabancıların değerlerine özenti hastalığına yakalandık. Bu özenti her yıl ilerleyerek, taklitten de çıkarak, dinleri de dahil artık tamamen onlardan olma şekline yöneldi. Nitekim, bir zamanlar o devrin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Türkiyeyi İslâmiyetten ayırıp, çağdaşlaştırmak için nasıl Hıristiyan yapmamız lazım tartışmasını başlatmıştı.

    Bu günleri Resulullah Efendimiz haber vermişti zaten. Şöyle buyurmuştu: Yemin ederim ki bir zaman gelir siz, Hıristiyan ve Yahudilere öylesine tâbi olursunuz ki, âdetlerinin peşinde, karış karış, onların ardı sıra yürürsünüz, arşın arşın, saat saat, adım adım onları takip edersiniz hatta öyle olur ki, eğer onlar kertenkele deliğine girseler, oranın tehlikeli olduğunu, zehirli olduğunu düşünmeyerek siz de oraya dâhil olursunuz. (İmamı Süyûtî)

     

    ONLARIN YAPTIKLARINA ORTAK OLURLAR!

    Sultan Mahmud Hanın, Avrupalıların ilim ve tekniğini tatbik etmek şeklinde başlatılan batılılaşma hareketi, Mustafa Reşid Paşa ve diğer Tanzimat devri aydınlarınca; ilimde, teknolojide değil, örf ve âdette değişim şekline çevrildi. Konu aslından saptırıldı. Bu şekilde düşünmek aydın olmanın icabı sayıldı.

    Resulullah Efendimizin, Bir kavme benzeyen onlardandır! hadis-i şeriflerinde buyurdukları tehlikeye rağmen, onlara daha çok nasıl benzeyebiliriz, yarışı yapıldı. Bu yarışın insanı nereye götüreceğini, Peygamber Efendimiz bildirmiş: Bir kavmin ameline razı olan onların ameline ortak olur., Bir kavmin işini seven, o amelleri işlemese de, kıyamette onlarla haşr olur.

    Cenab-ı Hak, hepimizi Müslümanlarla haşreylesin!

×
×
  • Create New...