Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Eşref Bey

Editor
  • Content Count

    390
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by Eşref Bey


  1. Geçen hafta tamamlanan Süper Finali Galatasaray şampiyon olarak tamamladı. Evet çokta güzel oldu. Ama maç sonu tüm Türkiye'de yaşanan olaylar bana Üstadın futbolla ilgili bir yazısını hatırlattı. "Şu futbol, din çapında öyle bir vecd kaynağı olmuştur ki,konuşmaya başlayan çocuğun ilk kelimesi “Gol!” olsa şaşmamalı...Artık insanda kafa meşin top,beyin meşin top, kalp meşin top, mide meşin top..."

     

    Maalesef durum tamda bu. Acaba futbolu bulan o meşin yuvarlağa ilk defa vuran kişi bunu düşünmüş müydü? diye sormadan alamıyorum kendimi. İnsana dinini, evini, ahlakını unutturan bi araç haline gelen futbol maalesef herkes için böyle değil. Efendim ben maçtan sonra fenerbahçeli arkadaşımla kavga ederim, bundan sonra polis biber gazını akciğerime kadar doldurur, polis arabalarını bu kızgınlıkla ters çeviririm, otobüslere, metrobüsere ve bilimum taşıma araç ve duraklarına saldırırım, sonra ne olur? Lig tv sahibi paşamız, bahis oynatan krallarımız benim verdiğim paralarla zengin olur. Bu enayilik değil mi şimdi?

     

    En son olaylardan sonra Türkiye'nin çeşitli yerlerinde birçok taraftar sevinç gösterileri yüzünden dayak yemiş. Eee adamlar haklı bizim olduğumuz yerde size yer yok diyolar. Sende adam olda gitme bi zahmet. Tartışılması gereken gitmek yada gitmemek mi yoksa kendi kapitalizm oluşumunu tamamlamış olan futbol mu? Bütün bu insanların ortak sorunu ne peki? Kendilerine hayatın hiçbir alanında yer bulamamış olmaları mı? Yoksa eziklik duygularını futbolla yukarılara çekme çalışması mı? Eğer kendilerine yer bulamadılarsa kapımız hepsine açık, en azından gelip bi baksınlar. Lakin sorun eziklikse o zaman büyük bir problem var demektir. Kendini hiçbirşey olarak gören milyonlarca genç. Yazık!

    Herkes bir takım tutabilir, destekleyebilir ama bunu hayatının tam ortasına koymanın, futbolla yatıp futbolla kalkmanın ne anlamı var.Zaten sağolsun face bunun üzerine tuz biber ekiyor. Bu kadar genç nüfusun herhangi bir ideoloji peşinde değil de yalnızca futbolun peşinde koşması, beni düşündürüyor. Oysa sporun her türlüsü elbette ki güzeldir ama futbol için kararan hayatların sorumlusu kimler?

    Hiç bir anlam veremediğim bu olaylar silsilesini burda sizinle paylaşmak istedim.

    Son olarak Futbol kapitalizmine hayır!!


  2. Öcalan'a ev hapsi

    -Mümkün mü? Anayasa'nın 104. maddesine göre mümkün. Cumhurbaşkanı'nın hükümlülerin cezalarını, 'sürekli hastalık' gibi gerekçelerle affetme veya hafifletme yetkisi var.

     

     

    'Gözetim altında bulundurmak' veya 'ev hapsi' Cumhurbaşkanı'nın kullanacağı 'hafifletme' yetkisi içinde yorumlanabilir. Peki, Cumhurbaşkanı bu yetkiyi Öcalan için kullanır mı? Toplumda çok geniş kapsamlı bir mutabakat ve destek olursa kullanır. Toplumda genel bir mutabakat gerçekleşir mi? Şiddetin kayıtsız ve şartsız sona ereceğine herkes inanırsa, toplum bu konuda ikna olabilir. Bu muhakemede aksayan bir nokta var mı? Kan duracak. Şiddetin her türü sona erecek. Buna karşılık Öcalan'ın toprağa ayağını basabileceği, istiyorsa çiçeklerle-böceklerle uğraşabileceği ve elbette gelen ziyaretçileriyle birlikte mangal yakıp muhabbet edebileceği bir hayatı olacak. Hatta bu şartlarda örgütünü aracısız yönetecek.

    Ayrı ayrı hem Kürt sorununda hem de şiddet sorununda bakış açılarımızı ve ezberlediğimiz doğruları gözden geçirmemiz gerekiyor. Büyük ve iddialı bir devlete, sağduyulu ve feraset sahibi bir topluma yakışan, çözüme odaklanmaktır. Önümüzde canımızı yakan, takatimizi kesen bir sorun var. Adını doğru koyalım: Bu sorun uzun zamandır devam eden Kürt silahlı kalkışması. Bu sorun millî birliği yeni bir uzlaşma ile sağlamlaştırarak çözülebilir. İki kilo patlayıcı ile hangi sivil hedefleri gözüne kestirdiğini bilemediğiniz karanlık teröre karşı zafer kazanılamaz. Bugünün Türkiye ve dünya şartlarında silahlı kalkışmaya girenler de amaçlarına ulaşamaz; ancak İran-Suriye kayığına binerek Ortadoğu'nun kirli oyunlarının sıradan oyuncağı haline gelirler. Kazananı olmayan bir savaş iki taraf için de sona ermeli.

    Sorunun hükümet içinde ilk elden sahibi olan Beşir Atalay, iyimser bir tablo çiziyor. 'Zaman uygun, atmosfer iyi' sözü, işlerin yoluna girdiğini gösteriyor. 'Devletin bütün mekanizmaları ortak bir strateji üzerinde ve çok ciddi bir uyum içinde çalışmalarını sürdürüyor' demesi, inisiyatif boşluğu bulunmadığı olarak yorumlanmalı. 'PKK savaşı kaybetti' demiştim. İlk defa devlet ezberi bozdu, müzakere yürüttü ve PKK'nın savaş lordları açığa düştü. Çaresiz yeni bir savaş başlattılar. İşe yaramadı.

    Geniş bir açıya ihtiyacımız var. İran, Murat Karayılan'ı bize teslim etseydi ne olurdu? 'İyi olurdu' diyenler Dr. Bahoz'un egemen olduğu bir Kandil'i gözlerinde canlandırsınlar. Öcalan gözetim altında tutulursa ne olur? Cevabı Türkiye'den önce PKK'nın şahinlerinden alsınlar. PKK, silahlı gücü, mali kaynakları, Güneydoğu'daki kitlesel örgütlenmesi, sivil ve siyasî uzantıları ile yedi başlı bir ejderhaya benziyor. Bu ejderhayı tek başına kimse kontrol edemiyor. BDP'nin yani sivil siyasetin önünün açılması, Güneydoğu'da PKK'nın silahlı vesayetinin sona ermesi lâzım. Çare, çözüm ne?

    'Apo'yu paşa yapalım' sözüyle, bu ateşin söndürülmesi için akıl ve ferasete olan ihtiyacı vurgulamıştım. Yeniyetme bir devlet değiliz. Osmanlı eşkıyaya boşuna mı paşa rütbesi veriyordu? Devletin varlık sebebi barışı ve vatandaşın güvenliğini temin etmektir. Elindeki araçları kullanarak kanı durduracak, kalkışma içindekilerin ellerinden silahları ister zorla ister ikna ederek alacak. Yoksa öfkeden, kinden kuduranların önüne düşüp kan davası gütmeyecek.

    Atalay, entegre bir stratejiden bahsediyor. Devlete akıl hakim olunca oturup hesap yaparsınız. KCK tutuklamaları kafaları karıştırıyor. Entegre düşünelim. Şiddet durursa, silahlar susarsa KCK isimli bir örgütten bahsedebilir misiniz? Karşımızda paralel bir devlet örgütlenmesi var. Devlet dediğimiz zor kullanma ayrıcalığı ile maruf. Zor kullanamayan bir KCK mahkeme kurabilir mi? Vergi toplayabilir mi? Kürtlerin üzerinden PKK'nın sopası kalkarsa itibarı ve gücü kalır mı? Şiddet yöntemleri kullanamayan bir PKK'yı hangi Kürt hazır olda dinler?

    Yaşadığımız son üç aylık savaş dönemi PKK içinde ciddi kırılmaların ve tartışmaların yaşandığı bir dönem oldu. Şiddet sona eriyor. Denendi ve işe yaramadığı görüldü. BDP'liler bir yanda PKK içinde çatışarak, öbür tarafta Türkiye'nin geri kalanına bir şeyler anlatmaya çalışarak sivil siyasetin önünü açmaya çalışıyorlar. Bu evrede 'Öcalan'a ev hapsi' önerisi, Öcalan'ı kurtarmaktan ziyade PKK içindeki dengeleri etkilemeye çalışan taktik bir hamle gibi görünüyor. 'Öcalan'ı muhatap alın' dediler. Devlet alıp müzakere yürüttü. Sonuç? Kim savaş ilan etti?

    Diyelim ki, Marmaris veya Kuşadası'nda 20 dönümlük bir çiftlik ve Öcalan'ın her türlü iletişim imkânı var; yani örgütünü yönetiyor. Sadece şu soruya cevap verelim: Kürt sorunu ve terör sorunu ne olur?

    [email protected] ma-16.png

     

    14 Ekim 2011, Cuma


  3. Aziz dostum Yusuf Kaplan, geçen hafta Yeni Şafak'taki köşesinde, Abidin Dino ve Sait Faik'in 1940 yılında Tan gazetesinde yayımladıkları manifesto niteliğinde bir yazıdan söz etti.

     

     

    Bu yazı, Sait Faik'in gazetelerde kalmış hikâye, yazı ve röportajlarının bir araya getirildiği Hikâyecinin Kaderi adlı kitabında yer alıyormuş. Yapı Kredi Yayınları tarafından 2007 yılında yayımlanan bu kitabı nasıl gözden kaçırdığıma hayret ettim. Çünkü Sait Faik, çocukluğumdan beri okuduğum ve bazı hikâyelerini neredeyse ezbere bildiğim bir yazardır.

    Her neyse... Yusuf Kaplan'ın "şaşırtıcı bir manifesto" dediği ve kısmen iktibas ettiği bu yazıyı nedense daha önce de okuduğum hissine kapıldım. Sonra "İyi ama," dedim kendi kendime, bunlar Necip Fâzıl'ın fikirleri..." Önce Ağaç dergisinde yayımlanan, daha sonra bir kitabında yer alan "Manzara" başlıklı yazılarındaki fikirleri... Yanılmamışım.

    Sait Faik ve Abidin Dino ne diyorlar: "İmparatorluk başından Tanzimat günlerine gelinceye kadar, Süleyman Çelebi, Mevlânâ, Yunus Emre, İbn Kemal, Şeyh Bedrettin, Fuzulî, Bakî, Nedim, Nef'î, Nailî, Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, İbrahim Hakkı, Âşık Paşa, Şeyh Galip, Sinan, Râkım ve Dede Efendi kolundaki Türk sanatkâr ve mütefekkiri, kendi zaman ve mekânı ve öz anlayışı içinde, hakiki, halis ve tezatsız bir âlemin, şahsiyet ve kemale ermiş örneğidir."

    Necip Fâzıl da Manzara 2'de Fuzuli, Baki, Nabi, Nef'i, Nedim, Şeyh Galib, Süleyman Çelebi, Mimar Sinan, Dede Efendi ve Kâtip Çelebi isimlerini zikrederek bunların "kendi ömrü ve anlayışı içinde, düne, bugüne ve yarına tahakküm etmiş nizamlı bir cemiyetin halis yemişleri" ve her bakımdan reel ve orijinal bir dünyayı temsil eden hakiki sanatkâr ve entelektüel örnekleri olduğunu söylüyor.

    Sait Faik ve Abidin Dino diyorlar ki: "Tanzimat'tan Umumi Harp başlangıcına gelinceye kadar, bütün sosyal ve politik plan, bütün edebî, fikrî ve bediî kadro, Avrupa'dan yüz sene teahhurla gelen ölü kalıpların yüzde yüz müstemlekesidir. İcap ederse, metinlerle ispata amade olduğumuz bu hakikati, şimdilik sadece kültür sahiplerinin bedahet hissine terk ediyoruz. İşte dinamik bir mukayese tablosu: Bir tarafta, Leylâ ile Mecnun'daki kadın-erkek ukdesi... Öbür tarafta, Edebiyat-ı Cedide romanındaki sokak zamparalarının o korkunç kafa ve ruh boşluğu. Bir tarafta, Topkapı Sarayı'nın soylu Bağdat Köşkü... Öbür tarafta, yine Topkapı Sarayı'nın, sonradan eklenmiş piç Mecidiye Kasrı (...) Tanzimat'tan Büyük Harp başlangıcına gelinceye kadar, Avrupalılaşma dâvasında, Türk sanatkâr ve münevverinin mutlak olarak arz ettiği levha, derin bir aciz, eşsiz bir apışma felaketinden başka bir şey değildir."

    Necip Fâzıl ne diyor? "Tanzimat sanatkâr ve entelektüelinde asliyete benzeyen şey, onun telifçi, sulhçu, arabulucu, rahatsızlıktan kaçıcı, her istenen şeyi verici, fakat geride kalanı muhafaza etmek isteyici mizacıdır. Münevverinin 'Tevhid' manzumesiyle siyah plastron kıravatı, vezirinin yalvarıcı, okşayıcı, avutmak ve yatıştırmak isteyici siyasetiyle evindeki laf dinlemez ceberutu, Topkapı Sarayı'nın eski heyetiyle ona eklediği Mecidiye Köşkü, fesiyle pantolonu, başıyla kalbi ve içiyle dışı hep bu mizaç tablosunun şaşkın elemanlarındandır. Tanzimat, istikbal hasretiyle, belki maziye değil, fakat tamamıyla geriye gidiş ve benliğini teslim ediş devridir. Türk sanatkâr ve entelektüeli, o devirde, gayesi kendisini bir zamanlar ürküten dünyanın ikmali değil, iflası olan Avrupa'nın edebî, harsî, siyasî ve iktisadî köleliğine girer ve satıh taklitçisinin gözü kör meftunluğuna sığınır."

    Sait Faik ve Abidin Dino diyorlar ki: "Jeune Turc tipiyle inkılâbı, Edebiyat-ı Cedide ile sanatı ve Kamus-ı Felsefe ile tefekkürü kurduğunu vehmeden Tanzimat ve Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, gününde ne maziyi ve istikbali, ne Şark'ı ve Garbı anlayabilmiş, mucize çapında azametli bir ahmaktır (....) Tasavvur edin ki, cihanın sanat ve fikir kafasını emziren bu örnekler dururken, roman Edebiyat-ı Cedide'de Gonkur Biraderler ve şiir Sülli Prüdom, Fransuva Kope nam cüceler çiftliği olmuştu. Bütün fikir sahası ise Fage ve Güstav Löbon'dan başka yavuklu bulamadı. Taklidi bile beceremeyen mukallit! O mukallit ki, Şark'ta müflis, Garp'ta müflis, öz vatanında müflis..."

    Aynı konuda Necip Fâzıl ne diyor? "Ortaya Edebiyat-ı Cedide ismiyle bir edebiyat mektebi ve Jeun Turc adıyla bir entelektüel tipi çıkarmasına rağmen ne bu mektebin talebeleri bir evvelki sanatkârın, ne de o zümrenin politikacıları bir evvelki siyasînin boyunda değildir (...) Ne modern ne klasik sanat onlar için değildir. Şiirde zevk ve idrakleri Alfred de Musset ile Sully Prudhome ve romanda Concourt biraderleri aşmaz (...) Dünya harbine gelinceye kadar Tanzimat sonrası sanatkâr ve entelektüeli, satıh üzeri idrakiyle, Avrupalılaşma fikrinin artık züppelik ve tereddisini vermeye ve Tanzimat'ın öz karakterini daha iyi ifşaya yarar."

    Yusuf Kaplan gibi, ben de yer sıkıntısı yüzünden daha fazla iktibasta bulunamıyorum. Yalnız şunu söyleyebilirim: Sait Faik ve Abidin Dino'nun birlikte kaleme aldıkları "manifesto", üslûp benzerliği bir yana, Necip Fâzıl'ın 1936 yılında çıkardığı Ağaç dergisinde, dördüncü sayıda başlayıp altı sayı devam eden "Manzara"sının bir özetinden ibarettir.

    Sait Faik'in Ağaç dergisinin yazarlarından olduğunu, Abidin Dino'nun da Necip Fâzıl'ın yakın dostları arasında yer aldığını unutmamak gerekir. Söz konusu yazı, ikisinin de 1940'larda hâlâ Üstâd'ın tesiri altında olduklarını gösteriyor.

     

     

    Beşir Ayvazoğlu

    • Like 1

  4. Plevne'de bayram sabahı

    Üzerinde çalıştığımız "Plevne" romanına dair bilgilerin doğruluğunu kontrol etmek için ceddimizin yiğitlik örnekleri sergileyerek savaştığı topraklara gittik.

     

     

    Bu savaşın en önemli düğümlerinden biri olan Şıpka, yolumuzun üzerindeydi, görmeden devam edemezdik. Balkanların kuzeyi ile güneyini birbirine bağlayan sarp Şıpka Geçidi Rusların eline geçtiğinden, ordularımız birbirinden kopmuştu. Hersek'te Süleyman Paşa'nın emrindeki kolordumuz, Adriyatik'teki Bar Limanı'na gelmiş, donanmamız onu oradan alıp Ege'de bulunan Dedeağaç'a çıkarmış; trenlerimiz de Şıpka Geçidi'nin güneyindeki Kızanlık'a getirmişlerdi.

    Doğuda, Mehmet Ali Paşa'nın kumandasındaki ordumuz vardı. Batıda, yani Plevne'de Osman Paşa'nın birlikleri kale gibi duruyorlardı. Güneyden de Süleyman Paşa'nın Kolordusu Şıpka'yı yararsa, Rusları üçlü kıskaca alacaktık. Süleyman Paşa, Bulgar çetelerini temizlemek bahanesiyle bir aya yakın bir zaman Balkan dağlarının güneyinde oyalanınca, Ruslar Petersburg'dan, uçsuz bucaksız ülkelerinin değişik yerlerinden taze kuvvetler getirdiler. 20 Ağustos'ta Şıpka Geçidi'ni geçmek için hücum ettiyse de başarılı olamadı. Ruslar kazandıkları zaferin anısına Şıpka kasabasına gösterişli bir kilise yapmışlar.

    Savaş cereyan ettiğinde Plevne'nin on sekiz bin olan nüfusunun sekiz bini Türk'tü; günümüzde üç bin civarında kalmış. Komünizmin ferdi mülkiyeti tanımazlığından istifade ederek geniş caddeler açmışlar. Bayram namazını eda etmek için "Çifte Kahve Camii"ne gittik. On dokuzuncu yüzyılda Plevne'de on iki büyük cami vardı. O dönemde yapılan resimlerde de bu camilerin büyük kısmı şehrin siluetinde kendilerine yer bulmuştur. Hepsini yıkmışlar; en küçükleri, belki de yıkmaya değmez bulduklarından "Çifte Kahve Camii" kalmış. Vakit namazlarında az cemaati bulunan cami bayram sabahı doluydu. Tekbirlerle hüzünlenirken Yahya Kemal'in "Süleymaniye'de Bayram Sabahı"nı hatırladım. O ebedi şiirin, "Gökte top sesleri, bir bir nereden geliyor / Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor" dizeleri zihnimde canlanırken kulaklarım Gazi Osman Paşa'nın, Adil Paşa'nın, Sadık Paşa'nın, yiğitler yiğidi Miralay Yunus Bey'in heybetli kükremelerini arıyordu. 143 gün süren bu boğuşmanın her günü ve her gecesi bir destandı. Tekbirler devam ederken şöyle değerlendirmelerde bulunuyordum: "Bu savaş sonucunda kaderimiz değişecekti; ya cihangir olacak, ya da sıradanlaşacaktık. Allah şahit ki ceddimiz beşerin yapamayacağı çok şeyi yaptı ama Plevne'de bizim için gurup göründü. Artık burası bize göre ne bir belde, ne şehir ne de kaledir; vatan sevgisinin, onurun, yiğitliğin abideleştiği mekândır."

    Gezimize şehrin kuzeydoğusundaki Yanık Bayır'dan başladık. Burada "Baş Tabya" ile "Kanlı Tabya" adında iki büyük, iki de küçük tabyamız bulunuyordu. Tabyaların elden çıkması halinde, arkadaki muhkem siperlerde savaşa devam edecektik. Bölgede tabyalarımızdan eser kalmamış, ama Kanlı Tabya'nın bulunduğu yerde Bulgarlar kadirşinaslıklarını ifade etmek için Romenlerin anısına abide dikmişler; küçücük bir müzeyi kumandanlarının resimleriyle donatmışlar. Sembolik de olsa orada ölen Romen askerlerinin kemiklerini müzenin bodrumunda muhafaza etmeleri dikkatimizi çekti. O tabyamızın kumandanı Kara Ali Paşa idi. "Ölüm Takımı"yla, Romenlerin "Hurra! Hurra!" naralarına karşı "Allah! Allah!" sayhalarıyla kılıç sallamasını görmüşçesine gözlerimin nemlendiğini hissettim.

    Gazi Osman Paşa'nın kılıcını verip teslim olduğu bağ evi maalesef korunamamış. Çar'ın Osman Paşa'ya kılıcını iade ettiği evi görmek istedik. Yedi basamaklı taş merdivenle çıkılan tek katlı bir evdi. Gazi Osman Paşa yaralandığı için yürüyemiyordu. Bir koluna doktor Hasip Bey, diğer koluna maiyet ağası Yunus girmişti. Evin bulunduğu geniş bahçeye adım attıklarında yüzlerce Rus subayının alkışlarla "Yaşa Osman Paşa! Bravo!" tezahüratlarında bulunduklarını yazdığımda bazı dostlar bunu biraz abartılı bulmuşlardı; müze müdürüne söz konusu olayın doğru olup olmadığını sorduk. O da bütün hatırat ve kaynaklarda aynen anlattığımız şekilde mevcut olduğunu söyledi.

    Çar, Osman Paşa'yı merdivenlerde karşılamış, basamakları beraber çıkmışlar ve evin girişinde hemen sağ taraftaki odada Çar, Osman Paşa'ya kılıcını iade ederken; "Bu, ancak size yakışır, buyurun." dedikten sonra ülkesinde bir Rus mareşali gibi saygı göreceğini ilave etmiş. Osman Paşa bu saygıyı fazlasıyla hak etmişti, fakat Çar'ın hürmetkar bir tavır göstermesi de elbette büyüklüğündendi.

    05 Eylül 2011, Pazartesi


  5. Tarih tekerrür mü ediyor?

    Piri Reis'in "Trablus halkı devletlu Hünkar'a bir kâğıt gönderip bir sancak beyi ister." kaydından Libya ile ilişkimizin Kanuni döneminde başladığını biliyoruz.

     

     

    Bu sırada Libya, İspanya'nın işgali altındaydı. İspanyollar, Osmanlılarla karşı karşıya gelmemek için bu bölgenin yönetimini Malta Şövalyeleri'ne devrettiler. Kanuni'nin gönderdiği Hadım Murad Ağa, bir filo ve bir miktar askerle Tacura'ya yerleşti; Malta Şövalyeleri'yle kıyasıya bir mücadeleye girişti. 15 Ağustos 1551'de Turgut Reis, Trablus şehrini ele geçirdi.

    Osmanlı, İslam anlayışına göre düzenlenmiş bir devlet olduğu için sömürü peşinde koşması mümkün değildi. Trablusgarb da diğer Garb ocakları gibi birer üretim ve gelir kaynağı olmaktan ziyade Devlet-i Aliye için İslam dünyasının savunulmasında adeta ileri karakol sayılıyordu. Her üç yılda bir İstanbul'dan gönderilen beylerbeyi tarafından merkezden gelen emirlere göre yönetilirdi. Anadolu'dan devşirilen Türk çocukları, yeniçeri olarak güvenliğin sağlanması için beylerbeyinin en önemli yardımcılarıydı. İlke olarak evlenmemeleri gereken yeniçerilerin, yerli kadınlardan doğan erkek çocuklarına "Kuloğlu" adı verilirdi. Zamanla buradaki beylerbeyine "Dayı" denmiş, Kuloğulları da yönetimde ciddi görevler üstlenmişlerdi.

    "İttihat ve Terakki"nin halkı kendilerine karşı kışkırttığını iddia ederek İtalya, Osmanlı'nın Libya'ya asker göndermesini protesto etti. 29 Eylül 1911'de burayı işgale kalkıştı. Miralay Neşet Bey'in kumandasındaki Osmanlı askeri İtalyanlara karşı koydu; Bingazi'deki Sunusiler de bütün imkânlarıyla Osmanlı birliklerine yardımcı oldular. Enver Bey'in komutasında Osmanlı'nın genç subayları da yardımlarına geldi. Büyük şaşaalarla Libya'ya çıkarma yapan İtalyanlar, karşılaştıkları direnç sebebiyle kıyılara çakılıp kaldılar. Görünüşte İtalya Kralı'nın kayınpederi olan Karadağ Kralı'nın çabalarıyla Osmanlı'ya karşı Balkan Savaşı organize edildi; aslında bu savaşı Rusya ile Almanya tezgâhlamıştı. İtalya ile Osmanlı Uşi (Qouchy) Andlaşması'nı imzalamalarına rağmen, Libya'nın savunması için arkada Yüzbaşı Aziz Bey'i bırakıp Sunusilerin de rızasını alarak Enver Bey, diğer genç subaylarla birlikte geri döndü.

    I. Dünya Savaşı'nda İngilizler tarafsız olması şartıyla Libya'da bir devlet kurup Sunusi'yi kral yapmak istediler. Şeyh Sunusi, onların teklifini reddederek İngilizlere karşı silaha sarılıp Osmanlı'nın yanında yer aldı. Trablus bölgesindeki savaşı yönetmesi için Enver Paşa, kardeşi Nuri Bey'i gönderdi. Şehzade Osman Fuad Efendi de Afrika Grupları Kumandanlığı'nı üstlendi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal Paşa'nın isteği üzerine buradaki mücadeleye Türkler son verdi. Sirte'de direnişi sürdüren Ömer el-Muhtar'ın yakalanıp idam edilmesiyle işgal tamamlandı. İtalyanlar, Libya'yı ana vatan yapmak için ziraate elverişli olan yerlerine köylülerini yerleştirmeye başladılar.

    II. Dünya Savaşı'nda Afrika'daki çarpışmaların büyük kısmı Libya topraklarında cereyan etti; yakıldı, yıkıldı. İtalyan-Alman kuvvetleri yenilip Libya'dan çıkınca, İngilizler Trablus ve Bingazi'de, Fransızlar Fizan'da askerî yönetimlerini oluşturdular. Birleşmiş Milletler'de Libya'nın kaderi tartışılırken son derece fakir olduğu için ne Araplar ne de bir başka devlet yanlarında yer almıyordu. Türkiye, her türlü riski üstlenerek mücadeleye girişti. İtalyan kolonilerinin kaderini belirlemek için oluşturulan komisyonda Türk delegesi, Libya'nın galiplerin himayesine verilmesine karşı olduğunu ve bütün olarak bağımsızlığının tanınmasını, bu husustaki kararın Libyalılarca alınması gerektiğini savundu. Bu sırada Berka'da geçici hükümet kuran Şeyh İdris Es-Sunusi, bürokrasisi için Türkiye'den uzmanlar almaya başladı. "Hizbul-İttihadi Trablus-ı Turki" adında kurulan parti, Libya'nın bağımsızlığı, bu gerçekleşmezse Türkiye'ye iltihak etmeleri gerektiğini savunuyordu. Bütün bu çabalar sonucunda Birleşmiş Milletler 1 Ocak 1952 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere bağımsızlığını tanıdı.

    1959'da zengin petrol yatakları bulundu; Arap Birliği ve Avrupa tarafından ciddiye alınmaya başlandı. 1 Eylül 1969'da darbe yapıldı; dört yıllık subay olan Kaddafi, kendisini hem albay hem de ihtilal konseyi başkanı ilan etti. Daha sonra "Yeşil Kitap"la dünyada üçüncü yolu temsil etmeye kalkıştı. Petrol zenginliğiyle kabına sığmaz bir hale geldi ve ülkesini bugünkü duruma sürükledi.

    Son dönemlerde petrol gelirleri düştü; Batılıların ilgisine bakılırsa, yeni rezervleri mutlaka vardır. Batı'nın sırtlanlarından birisi Libya'yı bir kuklasıyla ele geçiremezse, aralarında paylaşacakları anlaşılmaktadır. Araplar en fazla bir iki bildiri yayınlarlar; fakat Türkiye, mutlaka ağırlığını koyacaktır. İnancım odur ki; tereyağından kıl çeker gibi, bu hengâmeden Libya'yı bir bütün olarak çekip çıkaracaktır. Ne dersiniz, Libya için tarih tekerrür mü ediyor? ma-16.png

    29 Ağustos 2011, Pazartesi

     


  6. Niçin geri kaldık?

     

    Geride bıraktığımız yüzyılda en ciddi aydınlarımızdan birisi şüphesiz Peyami Safa'dır.

     

    Ona göre Avrupa'nın idrakini Yunanlılardan daha çok Romalılar doldurmuştu. Belçikalı Dumant Wilde'nin "Avrupa Kafasının Tekamülü" adlı kitabındaki şu satırların kanaatinde rol oynadığını belirtiyor: "Avrupa'nın Roma'da bulduğu en büyük miras şudur: Devletin bölünmezliği; Asya monarşilerinde devlet, hanedan sülalesinin mülkü telakki edilirdi. Hükümdar onu büyütebilir, ötekine berikine dağıtabilir; çocuklarına verebilirdi. Roma devleti ise herkesin malı, Res Publica'dır."

     

    Wilde'nin düşüncesini paylaşması Peyami Safa'nın yeterince tarihimizi bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu hata aslında onun değildir; tarihçilerimizden gelmektedir. Kitaplarını okuyunca büyük romancımızın ne kadar bilgili olduğunu anlıyoruz; fakat bir kişi ne denli gayret ederse etsin, her şeyi bilmesi mümkün değildir. Geçmişe dair konularda haklı olarak tarihçilerimizden faydalanmaktadır.

     

    Sultan ölünce Doğu'daki devletlerin bazıları mirasçılar arasında paylaşılır, bazıları paylaşılmazdı. Mesela Hulefa-i Raşidin dönemindeki İslam Devleti ile Emeviler, Abbasiler halifelerin mirasçılarının arasında taksim edilmemiştir. Eski Türk devletleri de hakanın çocukları arasında paylaşılmazdı. Ölen hakanın çocuk ve kardeşleri tahtta hak sahibi idiler; bunların arasında mücadele başlar; diğerlerini bertaraf eden en liyakatli sayılır, tahta oturur, ötekilerini bölgelere vali tayin ederdi. Bu durumun zafiyet oluşturduğu devlet büyük bir sarsıntı halinde parçalanırdı. Osmanlı ise daha kuruluşunda bu zafiyeti görmüş, devletin teşkilatlanmasını ona göre yapmıştı. Devletin bütünlüğü için "ekser ulema kardeş katlini dahi" caiz görmüştür. Sonra telakkilerince arz Allah'ındır; padişahın sahipliği ise sembolikti; çünkü o topraklarda padişahın da yetkilerini sınırlayan kanunlar hakimdi. Vatandaş da "Vediatullah"tı; yani Allah'ın emaneti.

     

    Roma'da devletin vatandaşın olduğu sonradan yakıştırılan bir husustur. Wilde'nin iddiası doğru olsa bile, bu kültür Batı dünyasına intikal etmemiştir. Aksi takdirde Verdun anlaşmasıyla devletleri bölünebilir miydi? Roma-Cermen İmparatorluğu'nda evliliklerle ülkelerin hakimiyeti el değiştirir miydi? Kaldı ki Roma'da vatandaşlık hakkına çok az insan sahipti; uzun yüzyıllar sadece Roma şehrinde doğanlar vatandaştı. Daha sonra vatandaşlık hakkı bugünkü İtalya topraklarında doğanlara da tanındı. Ancak imparator Caracalla döneminde vatandaşlık medenileşme yetenekleri bulunmuyor gerekçesiyle Cermen ve Anglo Saksonlar hariç diğer milletlere tanındı.

     

    Ayrıca Peyami Safa Yunan'ın hendese (geometri) kafası olduğu için ilmin teşekkülünü sağladığını iddia ediyor. Matematiğin doğması için geometrinin yanı sıra aritmetiğin de bulunması lazımdır. Modern medeniyetin ihtiyaç duyduğu idrakin yarısını Yunan, Batı oluşturmuşsa, diğer yarısını Hintliler, Araplar oluşturmuştur. Şu unutulmamalıdır ki geometri, aritmetik ilim kafasına sahip olmak amacıyla değil, ihtiyaçtan doğmuştur. Kayalıkların arasında hayatlarını sürdüren Yunanlıların yaşamaya elverişli toprakları azdı; bundan dolayı gözlerini yere dikmişlerdi. Toprağı ölçmek geometrinin esasını teşkil etmiştir. Steplerde ve vahalarda yaşayanların geçim kaynakları hayvancılıktı. Hayvanların sayımının, etin tartılmasının rakam fikrinin oluşmasına sebep olan insanların, yağmur damlalarına çok ihtiyaç duyduklarından gözleri göklerde idi. Göklerin dipsizliğinin, yıldızların esrarının metafiziği davet etmesi, tecrit kabiliyetini de oluşturup aritmetiği gün ışığına çıkardı. Yer ve göğe ait elde edilen bilgilerin evreni, hayatı izahta birleştirilmesi İbn-i Sina, Farabi, Biruni ve onların kültür havzalarında yetişen beyinler tarafından gerçekleştirilmiştir; yani bugünkü insanlığın kavuştuğu medeniyetin harcının karılmasında en önemli rolü bunlar oynamıştır.

     

    "Türk İnkılabına Bakışlar" adındaki eserinde Peyami Safa şöyle diyor: "Fatih'in İstanbul'u alarak açtığı büyük devrin kapısından içeriye Avrupa girdi; fakat kendisi giremedi. Biz yeni zamanın kapıcısı halinde kaldık." (sayfa 183) Tabii aziz üstadımızın vardığı bu hüküm kesinlikle doğru değildir. 1500 yılında Latin dünyasının beyni Sorbonne, Germen dünyasının beyni Frankfurt üniversiteleriyle Fatih Medresesi'ni mukayese edersek çok farklı gerçekle karşılaşırız. Mesela o tarihte Sorbonne'da tıpla ilgili 11, Frankfurt'ta 12 eser vardı; her ikisindeki kitapların 7'si bizden, İbn-i Sina'dan, Biruni'den tercüme edilmişti. Fatih Mederesesi'nde ise tıpla ilgili 926 kitap bulunuyordu. İbn-i Sina'nın eseri Batı üniversitelerinde 400 yıl ders kitabı olarak okutuldu. Bazıları daha ileri giderek, Fatih'in İstanbul'u almakla Batılılaşmamızın kapısını açtığını söylerler. Halbuki o devirde Fatih'in İstanbul'a diktiği fener Avrupa'yı da aydınlatıyordu; onun ışığında Batılı biçareler yönlerini tayin etmeye çalışıyorlardı.

     

    Evet bugün geriyiz; Batı ile aramızdaki açığı kapatmanın biricik şartı, geriliğimizin sebeplerini doğru tespit etmemizdir.

     

    22 Ağustos 2011, Pazartesi


  7. Roman tekniği

     

    Romanı, başı, gelişmesi, sonu olan bir olayın derli toplu bir şekilde anlatılması diye tarif etmek mümkündür.

     

    Söz konusu olayı okuyucuyu sıkmadan, severek okumasını sağlayacak, hatta kitabı kapayınca damağında bıraktığı tatla "Keşke bitmeseydi" dedirtecek tarzda anlatabilmek için de roman tekniği icat edilmiştir.

     

    Diğer sanat dallarında olduğu gibi romanda da bazıları kendi anlayışlarına göre teoriler, ilkeler ileri sürmüşlerdir. Bir romanı ele alan eleştirici, olayın tertip ve düzenlenmesinden başlayarak, akıcılığın temin edilmesinde roman tekniğinin kusursuz kullanılmasının etkili olduğunu söyler. Eleştiricilerin kimisi romanda olaya önem verir; değerinin çarpıcı bir konuya sahip olmasından ileri geldiğini belirtir. Kimisi olayı ek unsur kabul eder; güzel hikâye edilmesinin önemli olduğunu vurgular. Bazıları romanda bir tezin bulunmasını arar; tezsiz romanın sabun köpüğü gibi eriyip gideceği kanaatindedir. Ama bunların açısından baktığımızda "İnsancıklar"ı, "Karamazof Kardeşler"i, "Ecinniler"i kusurlu bulmamız mümkündür. Dostoyevski ise dünyanın en önemli romancılarından birisidir ve yazdıkları da örnek roman olarak gösterilmektedir. Değişik kültüre mensup insanların zevkle okudukları romanlar çoğunlukla ne büyük bir olayı ihtiva eder, ne de tez iddiası taşır. Cengiz Aytmatov'un "Beyaz Gemi"si bunlardan birisidir. Dede ile torununun hikâyesini işliyor; fakat ona öyle bir yürek yerleştirmiş ki eline alan, hüzünlü atmosferinde kayboluyor. Gorki'nin "Ana"sı ise tepeden tırnağa teze sahip. Onu "Beyaz Gemi" ile mukayese etmek mümkün mü? O zaman bir olayı anlatan kitabı roman yapan eleştiricilerin, teorisyenlerin ortaya koydukları ölçüler değil; başka bir şeydir.

     

    Romancının doğuştan yeteneğe sahip olup olmaması tartışılan bir husustur. Bu konuda karara varmak zordur; nice yazarlar var ki ilk romanları beş para etmez; ama çalışarak daha sonraları şaheserlere imza atmışlardır. Fakat şurası bir gerçektir ki şair, ressam, heykeltıraş gibi romancı da acısı olan insandır. Duyduğu acının çaresinin de onu başkalarına, topluma mal etmekte bulunduğunun şuurundadır. Derdi ne kadar tedavi kabul etmez cinstense, sanatında o derece başarılı olur. Meselesini ne kadar romanla dile getirmek isteyen varsa, o kadar romancı vardır. Her romancının bütün eserleri aynı olmadığına göre roman sayısı kadar, roman çeşidinin bulunduğunu söylemek daha doğrudur. Bunun için romanın nasıl olacağına dair kaide koymak mümkün değildir.

     

    Roman hocaları, eleştiricileri kendilerine göre teoriler, usuller vaz ederek bu sanat dalına şekil vermek isterler. Maalesef bu noktada çelişki içinde bulunduklarının farkında değildirler; bir yandan sanatın özgürlükte göğerebileceğinin iddiasında bulunurlar; diğer taraftan da kendi beğendikleri bir form içine, arzu ettikleri özelliklere romanı hapsetmek isterler. Bu roman teorisyenlerinin dünyalarına inildikçe, idraklerinin bir hapishanede bulunduğu müşahede edilir; yakalandıkları ideolojik illeti roman anlayışına yansıtmalarından daha tabii ne olabilir? Evreni üç boyuttan ibaret zanneden, sebepleriyle beraber her şeyin gözler önünde olup bittiğine inanır. Bunların roman sahasında naturalist Zola'yı rakipsiz kabul etmeleri normal değil mi? Onun romanlarındaki özellikleri bütün romanlarda aramaları eşyanın tabiatı gereği olmaz mı? Peyami Safa ruhçu bir dünya görüşüne sahiptir; eşyanın ötesinde, onu var eden bir varlık olduğuna inanır; onun için de dünyaya, hayata derinliğine bakabilir. Dolayısıyla böyle bir idrakin kaleminden "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" gibi dev bir eser çıkabilmiştir.

     

    Roman genellikle hayalin ürünüdür; fakat romancı hayal kurarken gözlerini çevresine kapamaz. Yaşanmış bir olayı roman konusu edinmesinde de bir sakınca yoktur. Romancı hayalden ve hayattan yararlanır. Çoğu kere bunları sentez yapar veya hayattan aldığı bir kıvılcımla hayal dünyasında bir yangın oluşturur. Önemli olan anlatılanın yaşanabilir, ikna edici olmasıdır. Kaleme alınan olayın roman olup olmamasını belki de sadece üslup belirler. Her konu, hatta konudaki kahramanlar kendilerine göre üsluba ihtiyaç duyarlar. İşte burada romancılık devreye girer. Romancı o üslubu yakalamalıdır. Üslup bir elbise misali kahramanlara giydirilmemeli, onların etini, kemiğini oluşturup şahsiyetlerini günışığına çıkarmalıdır. Buna en çarpıcı örnek Cervantes'in "Don Kişot"udur. "Don Kişot"ta konu ile üslubu birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cervantes o üslubu yakalamamış olsaydı, anlattıkları bizi cezbetmezdi; yazdıkları bir delinin saçmalıklarından öteye gitmezdi.

     

    15 Ağustos 2011, Pazartesi


  8. Dört güzel kitap

     

    Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatını haremden ibaretmiş gibi gösteren malum diziye halkımızın tepkisini bazı köşe yazarları yersiz buldular.

     

    Anlatılanların uzaktan yakından gerçekle ilgisi olmadığı halde, haremin kapısı aralanınca oradan ne yürek paralayıcı çığlıklar geleceğini, söz konusu edilenlerin az bile olduğunu belirten makaleleri ibretle okuduk. Oysa ilimden nasibini almış Bernard Lewis'in Osmanlı ve Kanuni hakkındaki hükümleri şöyledir: "Osmanlılarda, İslam tarihinde eşsiz olan hizmet ve vazifeye bağlılık duygusu vardır. Abbasi halifelerinden hangisi ilk Osmanlı sultanlarını harekete geçiren manevî ve dinî ideal keskinliğine sahipti? İhtiyar ve ölümün döşeğindeki Kanuni'yi yeni bir Macaristan seferinin zahmetlerine zorlayan, onu taht şehri İstanbul'un konforundan ordugâhın sıkıntılarına ve sonunda muhakkak bir ölüme götüren hangi duygudur?"

     

    Bu kendini bilmezlere cevap sadece Batılı bilim adamlarından gelmiyor. Bu toprağın çocuğu olan Mehmed Emin Gerger de araştırmalarıyla konulara açıklık getirmiş. Muhteşem Süleyman adlı dikkat çekici eserinde hamasete kaçmamış, ceddi olan Kanuni'yi savunmaya yeltenmemiş, öfkesine kapılmayıp ilmin gerektirdiği soğukkanlılığı korumuş.

     

    Kanuni sadece ülkesinde değil, gücünün elverdiği ölçüde tüm insanlık için adalet ve özgürlük sağlamaya çalışmıştır. Bundan dolayı da oturduğu tahtın arkasında "Veliyyun külli mazlumin" ifadesi yazılıydı. Bu yüzdendir ki Fransa Kralı François'nın annesi Kanuni'den oğlu için yardım istediğinde "bana ne" demedi. Yardım etti, çünkü onun vicdanı tüm insanlığı kucaklıyordu.

     

    Adalet ve özgürlüğü bütün dünyanın dikkatini çekmemiş olsaydı Güneş Ülkesi'nin yazarı Campanella hapishaneden Kardinal Berul'a yazdığı mektupta şu satırlara yer verir miydi: "Güneş ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türklerinin varlığı bana hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin kurulabileceğini zannettiriyor." Bu dizi filmde ve makalelerde suçlanan kişi işte böyle bir insandı.

     

    Gerger, Kanuni'nin ve Osmanlı'nın niçin hedef alındığını çok iyi biliyor. Bu kişiler ecdat düşmanlığı yaparak milleti namlunun ucuna koymak istiyorlar. Milli varlığımıza saldırıp onun köklerini kurutmak istiyorlar. Kökünden koparılan hangi ağaç canlılığını koruyabilir?

     

    Mehmet Emin Gerger sadece güzel ve doyurucu kitap yazmanın peşinde değil; aynı zamanda tarihe not düşmek istiyor. Yazdığı bir diğer kitapta yakın geçmişte ahirete yolcu ettiğimiz rahmetli Necmettin Erbakan'ın 'Milli Nizam'dan Başbakanlığa' uzanan serüvenini anlatıyor. Erbakan'ı haksız ve hukuksuz olarak iktidardan uzaklaştıran kurumların yetkilileri ya cenaze merasimine iştirak ettiler ya da üzüntülerini bildirdiler. Milyonlarca insanın oyuyla oluşan bir iktidarı gayri meşru yollarla devirmek böyle bir özürle filan geçiştirilebilir mi? Ayrıca bu olay gazete haberleriyle ve hınç dolu makalelerle tarihe havale edilip üstü kapatılacak kadar basit ve önemsiz değildir. Yakın tarihimizde, sözüm ona demokrasi ve rejim adına ne zorbalıklar yapıldığını gelecek nesiller mutlaka okumalı ve anlamalıdır. Gerger'in kitabı bu yüzden önemli. Milli tecrübe ancak bu şekilde oluşur. Bunlar etraflıca anlatılıp milletin idrakine ve vicdanına yerleştirilmezse aynı ceberrutluk ve maskaralıklar sürüp gider.

     

    Gerger, daha önce de rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu hakkında bir kitap yazmıştı. Gün geçtikçe Yazıcıoğlu'nun vefatına yol açan hadisenin masum bir kaza olmadığına dair şüpheler artıyor. Yazıcıoğlu önemli bir insandı. Gençlerimize hitap ediyor, onlara kim olduklarını ve sorumluluklarını hatırlatıyordu. Yürekli, vicdanlı ve yüksek idrak sahibi, yetişmiş bir insan, toplumun varlığını sürdürmesi için en lüzumlu araçtır. Aynı insan toplumun düşmanları bakımından fena emellerine mani olan bir silahtır. Yazıcıoğlu, milletimizin ayağa kalkmasını istemeyenlerin uykularını kaçırıyordu.

     

    İçerisinde bulunduğumuz mübarek Ramazan milli şuura sahip olanlar için sadece on bir ayın sultanı değildir. O, yüzyılların teknesinde iftarlarla, sadakalarla, dualarla yoğrulmuş kültürümüzün en renkli ve semavi parçasıdır. Gerger kaleme aldığı Asr-ı Saadetten Günümüze Ramazan ve Oruç adlı eserinde hayatımızdaki Ramazan'ı bütün boyutlarıyla anlatıyor. Yazın bu sıcağında bile kitabı eline alan kişi içinde karşılaştığı bilgi ve şiirlerle farklı bir havayı teneffüs ederken damağının kuruduğunu unutuyor. Edebiyatımızdan Ramazan'la ilgili şiirleri okurken rahmetli Dilaver Cebeci'nin Kadir Gecesi adlı şiiri beni duygulandırdı. Gerger'in kitabına aldığı şiirden bir bölüm şöyle: Bu gece her tarafta kandil kandil feyiz var / Yerde Cibril-i Emin gökte nurdan deniz var / Şefaat ümidiyle şu meclise doluşan / Her müminin alnında Peygamber'den bir iz var / Beka yurduna gelin olmak için nineler / Yakmışlar kınaları yanlarında çeyiz var.

     

    08 Ağustos 2011, Pazartesi


  9. Serdar Tuncer kabul görmüş, sevilen bir şair, spiker ve yorumcu. Ben Üstad için hazırlanmış bir programa katılma karşılığında ücret istemesini kendisine yakıştıramadım. Lakin kendisini tanımamız için önemli bir anektod. Her insanda olabileceği gibi kendisinde de tezahür etmiş yanlış bir davranış olarak görüyorum. Allah selamet versin.


  10. Esasen ilk defa okuduğum ve haberdar olduğum bu konu bana bir hayli ilginç geldi. Çünkü iki zıt kutbun buluşması bir yerde. Lakin Üstad her yerde olduğu gibi orda da Üstad ve liderdir. Yine herşey onun istediği olmuştur.

     

    Sabahattin Ali'nin kitaplarından okumuştum. Her ne kadar bir derinlik ihtiva etmese de kendi çapında eziyet çekmiş defalarca hapis yatmış bir yazar. Bu bakımdan örnek alınabilir ki davasından hiç vazgeçmemiştir.


  11. Vakıf insan

     

    Rahmetli Ahmet Şişman'ı uzaktan tanırdım; müşterek dostlarımız olduğu için yaptığı işlerini, gayretlerini bilir, takdir ederdim.

     

     

    Bir araya gelince beraber geçirdiğimiz uzun yıllar varmışçasına samimi sohbetlerde bulunurduk. Son defa Bayezıd'deki kitap fuarında karşılaşmıştık. Bir tanıdığımızın, milletimize, ümmetimize hatta insanlığa büyük hizmetlerde bulunan bir cemaatin önderini haksız, insafsız eleştirilerinden yakınmış, bunalım çağında yaşadığımızdan bizatihi insanın kurtuluşuna gayret etmemiz gerektiğinden söz etmişti.

     

    Gençlerimize ufuk kazandırmak, milletimizin irfanını güçlendirmek için ciddi kitaplar basan yayınevleri kurdu. Öğrencilere hizmet veren, kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunan Ensar Vakfı'nın gün ışığına çıkmasında emeklerini cömertçe harcadı. O vakfın temellerini okul sıralarında dostlukları başlayan idealistler atmıştı. Ne var ki vakıf para, maddi güç demekti. Vakfın kurucuları genellikle Anadolulu imkânları sınırlı gençlerdi. Varlıklı bir ailenin çocuğu olan Ahmet Şişman o vakfın adeta imamesiydi; çok az insana nasip olacak ölçüde hayırseverliğini ortaya koydu.

     

    Önlerde görünmek istese hakkıydı; ama böyle bir arzusuna kesinlikle kimse şahit olmamıştır. Izdırabın, acının adamıydı; bir gencin imanının zedelenmesi, milli şuurun eksikliği onu yaralardı. Çünkü idrak sahibiydi; insan olmanın sorumluluğunu taşırdı.

     

    Görebilen için insanlık bir gayya kuyusuna doğru sürükleniyor. Bu dramatik gidişin kökleri çok eskilere dayanıyor. İnsanlığın yüksek medeniyeti son iki yüz elli yıldır Avrupa'da kümelendiğinden orada olup bitenler bütün milletleri etkiliyor. Batı'ya Endülüs'ten ilimler intikal etmeye başlayınca manevi değerlerinin yara alması kaçınılmazdı; zira metafizik anlayışları sorunluydu; ilimle donanmış bir idraki tatmin etmesi mümkün değildi. İlmi başarıların karşısında metafizik anlayışları mevzi kaybetmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı ise Batılıyı tereddüt girdabına soktu. Bu konuda bir roman yazan Peyami Safa şunları söylüyor: "Tereddüt! İnsanlık 1918'den sonraki kadar hiçbir zaman tereddüt etmemiştir. Bu muhakkak; büyük harpten sonra bütün dünya bir ağaç gibi sallanmaya başladı. Her şey yıkılıyor; fakat yerine hiçbir şey konulamıyor..."

     

    Metafiziğin bıraktığı boşluğu ancak metafizik karakterli kabuller doldururdu. Bu bakımdan Batı çaresizdi; çağın kaygılı insanını tereddütten kurtarmak için beşer beyninin ürünleri olan izmler gündeme geldi. Onların uygulanması uğruna milyonlarca insan öldürüldü. Almanya'da nasyonel sosyalizm, İtalya'da faşizm, Rusya ve Çin'de sosyalizm hakim oldu. İnsanın beyni üç boyutludur, ürettiği düşünceler de bu özelliğin damgasını taşır. Gelecek ise meçhuldür. Şartları dinamik olduğu için dünya devamlı değişmektedir. Belli şartlara göre kurulan izmler yıllar geçince adeta insanın boğazındaki idam düğümüne dönüştü.

     

    İkinci Dünya Savaşı sanki metafiziği bombardıman etti. İnsana sorumluluk hissi veren, bilhassa hak duygusunun esasını teşkil eden, saygının köklerini taşıyan metafizik Batı'da berhava oldu. Onun silinmesiyle daha büyük özgürlüğe kavuştuklarını zannettiler. Halbuki özgürlük başka, azadelik başkadır. Özgür olduğunu zanneden Batılı çok geçmeden vahşi bir yalnızlığın içinde buldu kendini. Alkol, uyuşturucu hayatının en vazgeçilmez unsurları haline geldi. Asıl kötüsü, Batılı, kendisine idrak bahşeden, derinlik kazandıran fenomenleri yitirdi; ne sanatta, ne ilimde, ne de tefekkürde Batılı İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra insanlığa hitap eden bir beyin yetiştiremedi. On dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılları mukayese eden, metafiziği yitirmenin Avrupalılar için neye mal olduğunu görür. Toynbee gibi idrakler vahameti fark edip eğilim programlarını değiştirmeyi teklif ettiler; kiliseler, hükümetler manevi çoğalmanın gayretine düştüler. Ne çare ki metafizik beyinlerden silindi mi onun yokluğunu hissettirmek hemen hemen mümkün değildir. Sonra metafizik istendiği zaman satın alınan eşyaya benzemez.

     

    Batı'daki sarsıntı tüm insanlığı etkilemektedir. Bu selden çocuklarının yüzde onunu kurtarabilen milletler geleceğin tarihini yazacaklardır; çünkü evlatları midesiyle toprağa basmayacak, nefsinin zebunu olmayacak, sorumluluklarını idrak edeceklerdir. İşte bunun farkına varan Ahmet Şişman ülkenin çocuklarını kendi çocukları kabul etmiş, ömrünü hizmete vermiştir.

     

    Yattığı yerin nur, mekânın cennet olmasını dilediğimiz Ahmet Şişman bir vakıf insandı; toplumumuz da değerini bildi. Yüksek mevkilerde bulunmamış, kamunun tamamına mal olmamış hangi insanın cenazesinde o kalabalığı görmek mümkün! Devlet erkânımızın iştiraki de sabırlar dilediğimiz yakınları için ciddi teselli vesilesidir.

     

     

    25 Temmuz 2011, Pazartesi


  12. Stratejik derinlik

     

    Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" adlı eseri ilk yayımlandığında haklı bir ilgiyle karşılanmıştı.

     

    Maalesef bu kitap çeşitli kesimler tarafından ele alınıp yeterince değerlendirilemedi; arzu edilen oranda yaygınlaştırılmadı. Elbette ilmi bir eser roman gibi okunmaz; bir seviye ister. Ama unutmamak gerekir ki milletçe bu eserin açtığı ufka ihtiyacımız var. Dünyanın kalbini andıran bir bölgede yaşamaktayız. Tarihî, coğrafî ve dinî sebeplerden dolayı da çeşitli tuzaklarla çevriliyiz. İç sıkıntılarımızın pek çoğunda dışarının parmağı bulunmaktadır. Son yüzyıllarda yaşadığımız dramatik olaylar sebebiyle de milletçe politikaya çok düşkünüz. Bütün bunlar için Davutoğlu'nun eseri aydınım diyen her insanımızın başucu kitabı olmalıydı. Eser çok önemli boşluğu dolduruyor; ilmî bir idrakle realiteler dünyasını değerlendirmesi, durgun suya atılan taşın dalgaları gibi geniş çevrelere lüzumunu duyuruyor. Arapçaya çevrilmesi, şimdi de İtalyanların üzerinde çalışması bize çok şey anlatmalıdır.

     

    Son dönemlerde Batı ile aramızda birkaç ciddi fark belirmiştir. Bunların en önemlilerinden birisi, Batı'da ilimden siyasetin çıkması, bizde ise siyasetten ilmin çıkmasıdır. İnönü bir paşadır; Osmanlı döneminde eğitim ve öğretimini almış bir askerin solculukla ne ilgisi olabilir? Fakat dünyanın şartlarından dolayı "Ortanın solundayım" deyince, onu siyasi lider kabul eden bilim adamları kaleme sarıldılar; ortanın solunun milletimiz için önemini anlatmak amacıyla makaleler, kitaplar yazmaya başladılar. Çünkü siyasî önder hedefi göstermiştir; ilim adamlarının görevi ise ona gerekçe bulmaktır. Muhafazakâr, millî kesim bakımından da durum farklı değildir; zira aynı toplumun çocuklarıyız; zaaflarımızın da bir olması tabiidir. Oysa ilim adamlarımız ülkemizin durumunu, imkânlarını değerlendirip uygulanacak politikayı proje olarak öne sürmelidirler. İşin pratik yönünü sürdürecek siyasiler de konumlarına ve dünya görüşlerine göre, bunlardan birini tercih etmelidirler. İlk defa bilim adamı olarak Davutoğlu'nun siyasilerden önce ilgi alanındaki konuya dair analizler yaptığına, ihtimalleri sergilediğine, tabir caizse onlara yol gösterdiğine şahit oluyoruz.

     

    Yazı zekânın fotoğrafıdır, derler; fakat "Stratejik Derinlik" kitabı, Davutoğlu'nun bilgisini, tarih şuurunu, değerlendirme yeteneklerini de göstermektedir. Eserde Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya, Avrupa, Amerika, Afrika hatta Uzakdoğu ile ülkemizin arasındaki ilişkileri irdelemektedir. Elbette ki dünyanın şartları stratejik değildir; zamana ve zemine göre dış politika değişecektir; fakat önemli olan bunu bir çerçeveye oturtmak, uygulayıcılara bakış açısı kazandırmaktır. Bu özelliklere sahip bu eseri bazıları "Kutsal Kitap" diyerek hafife almak istemektedirler. Kim ne derse desin "Stratejik Derinlik" muhtevası itibarıyla dünyada kaleme alınmış birkaç jeopolitik kitaptan biridir. Yalnız diğerlerinden farklı olarak yazan ve uygulayanın aynı şahıs olması teori ve pratiği birleştirmektedir. Bu durum görebildiğim kadarıyla son dönemlerdeki dış politikamızın geniş ufuklu bir vizyona taşınmasında ciddi rol oynamıştır.

     

    Sürdürülen dış politikanın meyveleri sadece milletlerarası kuruluşlarda mevki elde etmek değildir. Dış politika bizi dünyadaki yalnızlıktan kurtarmalı, tabii müttefiklerle buluşturmalı, ihracatımızın önünü açmalı, bizi ekonomik dinamizme kavuşturmalıdır. Son dönemlerde uygulanan politika sayesinde kültür havzamızdaki problemlerden arınmaya, ekonomimizde gözle görülür bir hamle yaşamaya başladık. On yıl önceye göre ihracatımız yüz milyar dolar arttı. Payın çoğunu gelişmiş ülkelerden almamızın onlarla bizi karşı karşıya getirmesi tabiidir. Bu devletler ve içimizdeki uzantıları önümüzü kesmek için Türkiye'nin Osmanlı rüyası gördüğünü her vesileyle işlemektedirler. Davutoğlu, böyle bir şey olmadığını, politikamızın eşitliğe, karşılıklı menfaate dayandığını konuşmalarında dile getirmektedir. Ne yazık ki bazı akademisyenler de köşe yazılarından örnekler vererek aynı iddiayı sürdürmektedirler. Köşe yazarlarının sırtında yumurta küfesi yok; istedikleri fikri öne sürebilirler. Onların anlayışlarını esas alıp sürdürülen dış politikayı izaha çalışmak maksatlı değilse gaflettir. Osmanlı ceddimizdir; fakat ayrı dünyalarda yaşadığımızı idrak edebilecek donanıma Davutoğlu fazlasıyla sahiptir.

     

    Davutoğlu, konusunda otoriter bir bilim adamıdır. Devletin gücü ile gayesi arasında orantı bulunması lazım geldiğini bilmektedir. Bir devletin gücünden büyük gayelerin peşinde koşması, mumdan gemi ile güneşi fethetmeye gitmeye benzer. Bir milletin, gücünden küçük gayeleri hedef alması, o milletin aktivitesini pasifize eder; o da uzun vadede milletin başına dertler açar; önemli olan güç ile gaye arasında denge kurmaktır; bu da ilimle mümkündür.

     

    18 Temmuz 2011, Pazartesi


  13. Hukuk ve vicdan

     

    Siyasilerimiz, aydınlarımız, bilim adamlarımız yapılacak yeni anayasa ile sorunlarımızın çözüleceğine inanıyorlar; bu onlar için adeta sihirli değnek.

     

    Amerika Birleşik Devletleri bir defa anayasa yaptı; zaman zaman değişikliğe uğrasa da iskeletini koruyor. İngiltere'nin anayasası ise devlet gelenekleridir. Biz ilk anayasayı 1876'da yürürlüğe koyduk; sonra değişik anayasalar yaptık; fakat hâlâ huzuru ve istikrarı bulamadık.

     

    Bir topluma nasıl bir anayasa yapılacağına dair kararı hukukçuların vermeyeceğinin altını çizmek lazım. Toplumun yapısını sosyologlar, sosyal psikologlar tespit ederler; şu tip bir anayasa gereklidir diye karara vardıktan sonra devreye hukukçular girer; yani hukukçular bu konuda teknisyendirler. Ne gariptir ki bugüne dek anayasa yapmak için kurulan komisyonlarda bir tane sosyolog, sosyal psikolog bulunmamıştır.

     

    Batı gelişmiş, biz geriyiz. Gelişmişliği ve geriliği sadece yönetimle ilgili görüyor, oradaki bir kurumun veya bir metnin bizde bulunmamasını sorunlarımızın kaynağı sanıyor, ona sahip olmak için adeta histeriye yakalanıyoruz. Anayasamızın olmadığını fark edince, bütün sorunlarımızın buradan kaynaklandığına inandık; ona sahip olmakla kurtuluşa ereceğimizden şüphe etmedik. En yeninin en güzel olduğunu kabul ettiğimizden de 1832 tarihli Belçika Anayasası'nı aldık; ona Prusya Anayasası'ndaki devlet başkanlığı maddesini monte ettik. Parlamentomuz iki meclisten oluştu; birisi halkı, diğeri zadeganları temsil edecekti. Oysa biz milletçe ayrılıkların milli bünyeyi dinamitleyeceğini bildiğimiz için doğmaması uğruna azami dikkati tarih boyunca gösterdik. Hatta böyle bir zümreleşmenin gerçekleşmesini önlemek maksadıyla hanedan mensuplarının tanınmış ailelerin kızlarıyla evlenmelerini yasak etmiştik. Bu anayasa ile sosyal bünyemize farklılıkların tohumu ekiliyordu. Osmanlı-Rus Savaşı, anayasanın yürürlükten kalkmasına sebep oldu; 1908'de bazı maddeleri değiştirilerek tekrar yürürlüğe konuldu.

     

    İlk ve son milli anayasamız Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin yaptığı kısa, özlü anayasadır. Onunla milli mücadele yıllarını geçirdikten sonra 1924'te meclis hakimiyetini öngören anayasamızı Almanya'dan adeta iktibas ettik. Atatürk'ün, İnönü'nün döneminde meclis sisteminin hakim olduğunu aklı başında bir insan söyleyebilir mi? Süper başkanlık sistemi yok mu idi? İşin garip tarafı milli şeflik sisteminin kurulmasını sağlayan anayasanın kılına dokunmadan çok partili hayata geçtik. Aynı anayasa ile hem milli şeflik sistemini, hem de çok partili demokrasiyi uyguladık. Sonra da Menderes'i, anayasayı ihlal etti bahanesiyle idam ettik. 27 Mayıs darbesinin ardından, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki Alman Anayasası'nı esas alıp anayasa yaptık. Fakat onu tanınmaz hale getirdik. Demokratik bir rejime "Tabii senatörlük", "Kontenjan senatörlüğü" gibi kavramlar ilave ettik. Almanya savaştan yeni çıkmıştı; devlete, vatandaşına iş bulmak mecburiyeti yüklenirse, yerine getiremez düşüncesiyle projedeki maddeyi metne geçirmemişlerdi. Fakat biz o maddeyi metne aldık; milyonlarca işsizle devletimiz anayasamızı ihlal etmek zorunda kaldı. İdeolojik gayretlerle içtihatlar yaparak da kanun koyucuyu ve yürütmeyi yargının, yani bürokrasinin denetimine aldık; ona da "Hakimiyet milletindir" dedik. 1982 Anayasası'nın sıkıntılarını yaşadığımız için yeni bir anayasanın ihtiyacını duyuyoruz.

     

    Atinalıların kanununu yapan Solan'un "Üstün kanunlar yaptığına inanıyor musun?" sorusuna şu cevabı verdiğini unutmayalım: "Hayır, Atinalıların ihtiyacı olanı yaptım." Ve sonra ideal yasayı yapmanın kolay, uygulamanın zor olduğunu zihnimizden çıkarmayalım. Bu da ancak uygulayıcılarda vicdan teşekkül etmesiyle mümkündür. Vicdanın temel kaynağı dindir; metafiziktir. Elbette ateistlerin arasında da yüksek ahlaklı insanlar çıkabilir; ama bunlar istisnaidir. Tatbikatçılarda vicdan oluşmazsa, en adil kanunlar ideolojinin, menfaatin maymuncuğuna dönüşürler. Nitekim 367 yorumu buna somut örnektir. Bir adayın son gün mahkûm olduğunu, ama bir başkasının iki buçuk yıldır tasdiki bekleyen cezasına ait dosyanın ele alınmadığını gazetelerde okuduk. Ünlü bir yeğenle ilgili evrakın da zamanaşımından bir gün sonra bulunduğu yine yayın organlarına yansımıştı. Bir başsavcıyı kurtarmak için neler yapıldığını milletçe ibretle seyrettik. Beynini hukuk bilgisiyle donattığımız evladımızı dinî bilgilerle, eğitimle vicdan sahibi yapmazsak, daha çok ucubeliklere şahit olur, şehitler diyarı ülkemizde huzuru, güveni bir türlü bulamayız.

     

     

    11 Temmuz 2011, Pazartesi


  14. Yoksula yardımını mahrum etmeyen, kapısına geleni ne olursa olsun geri çevirmeyen,en korkunç dönemlerde bile basiretinden birşey kaybetmeyen, zalime hep dik fakat mazluma merhamet nezdinde eğilip bükülen Yiğit Adam Muhsin Yazıcıoğlu, abilerimizin tabiriyle, Koca Reis mekanın cennet olsun. Her zaman ulaşmak istediğimiz yerdesin...


  15. Bedrettin padişah olsa nasıl yönetirdi bilemiyorum. Fakat ben Üstad'ın görüşlerinden yola çıkarak birşeyler paylaşmıştım. Şeyh Bedrettin ilk sosyalist olsun eyvallah. Bundan şimdiki sosyalistlere ne? Hem nasıl oluyorda Türkiye'de din düşmanı olarak gördüğüm ve içerisinde çok farklı kişi tanımadığım bir görüşle İslamiyet'i yan yana getirebiliyorsunuz? Zaten İslamiyet'in içinde herşey mevcut fazlasına ne gerek var. Hele ki düşman azılı düşman bir ideolojiye?


  16. Avrupa ve biz

     

    Avrupa'yı Valery, Asya kıtasının burnu olarak tarif eder.

     

    Suares'e göre Elbe'den Urallar'a kadar yayılan bir ruhtur. Thiboudel için o bir hayat tarzıdır. Peyami Safa ise Batı'yı hem bir kıta, hem de bir kafa olarak görür. Avrupa'nın ne olduğuna dair Doğulu ve Batılı pek çok aydının değerlendirmeleri insana "Zenginin atı rahvan, oğlu akıllı, kızı güzel olur" atasözünü hatırlatmaktadır.

     

    Geçen iki yüzyılımız Batılılaşma gayretleriyle doludur; ne yazık ki onun hakkında ilmi bir tahlil yapılmamıştır. Son dönemlerde yetiştirdiğimiz ciddi birkaç idrakten birisi Peyami Safa'dır. Gündemimizde Batılılaşma bulunduğundan, ne olduğunu tahlil etmeye çalışmıştır. Bu konuda başka gayret eden varsa da, hiçbiri Safa kadar emek verip kafa yormamıştır. O, kanaatini şöyle özetliyor: "Beş asır evvel, insan, üstünde yaşaması için Allah'ın kendisine verdiği bu arzın ne olduğunu bilmiyordu. Onun büyüklüğünden, biçiminden ve üstünde kimlerin olduğundan haberi yoktu... On beşinci asırda Avrupalılar toprağa hakim olmaya başladılar... İnsanlık yavaş yavaş kendini buluyordu. İlk üç yüz yılda bu fetih hareketi ağırdır. On dokuzuncu asırda Garbın makine medeniyeti bütün kıtaları sarınca, insan tabiatın uşağı olmaktan çıkarak efendisi oldu."

     

    Kanaatimce üstadımız Peyami Safa'nın sadece son cümlesi doğrudur. O da insanlığın bugünkü sıkıntılarının kaynağıdır; çaresi bulunmazsa giderek artacağı da aşikârdır. İnsan tabiatın uşağı olmaktan kurtulmalıydı; fakat kesinlikle efendisi olmamalıydı. Mevlânâ'nın dediği gibi tabiatla beraber yaşamasını öğrenmeliydi. Ne yazık ki Batı'nın iç denetiminden yoksun kalmış insanının nefsi hoyratlaşmıştı, doymak bilmiyordu.

     

    Medeniyeti ilimden ayırmak mümkün değildir. Son dönemlerde ilimler Batı'da büyük gelişmeler kaydetti. Pek çokları bugünkü duruma bakarak ilmin ve medeniyetin beşiği Avrupa'yı kabul ediyor, oradan dünyaya yayıldığını zannediyor. Halbuki ilmin yol göstericisi olan tefekkür ilk insanla başlamıştır. Hz. Adem'in çocuklarından birinin diğerini öldürdüğünü, cesedi gömmeyi yeri eşen kargadan öğrendiğini Kur'an-ı Kerim'de okuyoruz. O günden beri insanoğlunun dağarcığında bilgiler birikmeye başladı; milletler değerini kavradıkça bilgiyi üretmek, muhafaza etmek için kurumlar oluşturdular.

     

    Her milletin ilim seviyesi ve medeniyeti mutlaka vardır; ama insanlığın yüksek medeniyeti dönem dönem farklı sebeplerden dolayı çeşitli coğrafyalarda kümelenir; bu yüksek medeniyet diğerlerini etkiler; tıpkı içinde yaşadığımız yüzyıllarda Batı medeniyetinin diğerlerini etkilediği gibi. Tarihe bakan ilmin ve medeniyetin yeryüzünde gezen bir nesne olduğunu, nerede şartlarını bulursa, orada konaklayıp dölünü verdiğini görür. Şimdiki bilgilerimize göre insanlığın yüksek medeniyeti Çin- Hint, Orta Asya, Sümer, Mısır, Yunan, Latin, İslam dünyasında bulunmuş, rönesansla da Avrupa'ya geçmiştir.

     

    Hiçbir din ve beşeri ideoloji İslamiyet kadar ilmin lüzumunu belirtmemiş, alimi övmemiştir. Kur'an'ın alimi övmesi, Hz. Peygamber'in "Bilgiyi aramak için yurdunu ve ocağını terk eden, Allah'a giden yolun yolcusudur." gibi hadisleri Müslümanları ilim yolunda ateşlemiştir. Böylece İslam ülkeleri ilim ve irfanda Batı ve diğer coğrafyalarda mukayese edilemeyecek kadar ileri gitmiştir. Halife El-Hakem'in kütüphanesinde altı yüz bin yazma eser olması, ondan dört yüz yıl sonra 5. Charles'ın Krallık kütüphanesi için ancak dokuz yüz eser toplayabilmesi bize ciddi bir ölçü vermektedir.

     

    Dokuz yüz yıl insanlığın yüksek medeniyeti ve ilmin İslam dünyasında demir atmıştır. İlim öğrenmek isteyen Avrupalıların İslam dünyasına, Endülüs'e gittiğini biliyoruz. Fakat Farabi Aristo'dan aldıklarını "Kale Aristotales" diyerek belirtmesine rağmen Batılılar İslam dünyasından öğrendiklerini gizlemişlerdir. Felsefeden haberdar olanlar "Şüphe Hakka götürür" prensibiyle Gazali'nin Descartes'ın ve Kant'ın esin kaynağı olduğunu bilirler. İbn-i Arabi'nin Pascal ve Melbranch'ın rehberi olduğu inkâr edilemez. Mikrobu ve çiçek aşısını Akşemseddin'in bulduğunu Batılılar kendi adına konuşur, ama yazmazlar; çünkü insanlığın Batı'ya yönelmesi, Batı emperyalizmine zemin hazırlar. Mevlânâ'nın şu dörtlüğü gerçeği ifade etmek bakımından insanlığın idrakine bir tokat gibi inmektedir; "İçinde her bir atom bir güneş saklar/Derken, eğer atom ağzını şöyle bir açar/Bu güneş bir çıkarsa şayet o pusudan/Gökler ve yer tuz buz olur ışıltısından."

     

    04 Temmuz 2011, Pazartesi


  17. İlim ve metafizik

     

    Sığlığımızdan bunaldıkça çare aradığım birkaç idrakten birisi rahmetli Peyami Safa'dır.

     

    Bugün bile konu edilemeyen meselelere altmış yıl önce el attığına şahit olmak, insanı şaşırtıyor. Balfour'un "İnancın Temelleri" adlı kitabına Brunitier'in yazdığı önsözdeki şu satırları Peyami Safa'nın "Doğu-Batı Sentezi"nden alıyorum: "İlme hayranız, fakat artık o, uğruna her şeyi kurban ettiğimiz müstebit bir put değildir. Hizmetlerinden faydalanıyoruz ve ona minnettarız, fakat artık ona bütün ümitlerimizi bağlamıyoruz. O daima bir kudret ve kuvvettir, fakat onun her tarafı sarmasına rağmen bir tek ve en tesirli kudret olduğunu kabul etmiyoruz. Onun gözünden kaçan meseleler olduğunu biliyoruz. İlim bize kâinatın kabule değer bir izahını veya tefsirini yapmaktan acizdir. Bir ahlak tesis etmekten acizdir. İnsanlığın sosyal evriminde dinin veya dinlerin yerini almaktan acizdir."

     

    Batı'da düşünce hayatı kilisenin inhisarındaydı. Kilise ile akıl arasında yüzyıllarca kanlı mücadeleler sürdü. Akıl hayatlarında yer aldıkça eşyaya hâkimiyetleri arttı; düşmanlarına galip gelmeye başladılar. Söz konusu başarılar onları kiliseye, metafiziğe tamamen sırt dönmeye zorladı. Bu yol onları pozitivizme götürdü. İnsanın tecrübe ve müşahedesi dışında kalan, ölçülmesi mümkün olmayan, belirli sebepler ve sonuçlar zincirine bağlanmayan hiçbir gerçek yoktur, telakkisi ilim prensipleri oldu.

     

    Fakat bu kabulün doğru olmadığı yine Batılılar tarafından ileri sürüldü. Kant'ın pozitivist görüşü sarsması Batı dünyasına yayıldı; sanatında, felsefesinde yer aldı. Bergson'un sezgiyi bilginin kaynakları arasına katması pozitivizmin yetersiz olduğunu gözler önüne serdi. Olay çok geçmeden tabii bilimlerde de ispatlandı. Planck pozitivizmin esasını teşkil eden fizikte süreklilik ilkesinin doğru olmadığını ortaya koydu. Ardından gelen Einstein Newton fiziğinin dayandığı zaman ve mekan kavramlarını yıktı. Onu takip eden Heisenberg, "Karanlık prensibi" olarak anılan buluşuyla çekirdek fiziğin dünyasında realitelerin her türlü ölçülerden kaçtığını ispatlayınca pozitivizmin dayandığı ölçü kavramının, tabiat bilimlerinin ve maddeci felsefenin sarsılmaz gerçek olarak benimsediği determinizm, yani sebeplerle sonuçlar arasındaki değişmez ilişki de yanlışlandı. Dolayısıyla ilmin despotizmi çöktü ve sonra onun kılavuzu olan akıldan da şüphe edildi.

     

    Batı'nın eksiğini, yine Batılılar gördü; ilim âlemini farklı bir yöne yelken açtırdılar. Fakat göklerden bağını koparması Batılının gururunu okşadı; onu kâinatın merkezine oturttu; alabildiğine bir özgürlükle de karşılaşmasına sebep oldu; sadece aklıyla kendisine sınır çizecekti; çok geçmeden nefsi ile aklı karşı karşıya geldi. Kendisini kontrol edecek iç dinamikleri zayıfladığı için nefsi aklına ağır bastı. Hayatına beyni değil, nefsi yön verir oldu.

     

    İkinci Dünya Savaşı, Avrupa'da cılızlaşmış metafiziği bombardıman etti. Dahiler diyarı, o günden beri tüm insanlığa hitap edebilen bir beyin yetiştiremedi. Maneviyatın eksikliğini duyanlar onu ele geçirmek için büyük gayret sarf etmeye başladılar. Maalesef metafizik armut gibi istendiği zaman manavdan satın alınabilecek bir nesne değildir. Bir kere idrakten silindi mi, o toplumun çocukları tarafından yerine konulması hemen hemen imkansızdır. Koymak isteyen de aynı toplumda yaşadığı için bir şeyler kaybetmiş, yeterli donanımı kalmamıştır.

     

    Bir zamanlar Batı'da olduğu gibi şimdilerde bizde de ilimle metafiziğin birbirine zıt olduğu zannediliyor. Oysa bunlar birbirini tamamlayan iki fenomendir. Batı'nın "Felsefenin Çözülmez Problemleri"ne dikkat edersek, İslam inancında metafiziğin başladığı noktalar olduğunu görürüz. İslam dünyasında "Ne akılla olur, ne de akılsız olur" denirken aklın lüzumuna işaret ediliyor, ama akıl putlaştırılmıyordu. Akıl, sonsuzluğu ifade eden aklın içine oturtulunca anlam ifade ediyordu. Allah'tan başka her şeyin fani olduğuna inanılması, ilme tapılmasını engelliyor, ancak yanlışlanıncaya kadar doğru olduğu kabul ediliyordu. Metafizikten özümüz beslenirken, yitik malımız olan ilmi hayatımıza katarsak, sadece ecdadımıza layık olmakla kalmayız, insanlığın eksikliğini de gideririz.

     

    27 Haziran 2011, Pazartesi


  18. Çileli bir hayat

     

    Yılın bugünlerinde kaybettiğimiz Peyami Safa, hayatının hangi şartlarda başladığını şu cümlelerle anlatıyor: "Benim şuurum bir facia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşında iken babam ve kardeşim Sivas'ta on ay içinde öldü. Böyle kısa aralıklarla hem kocasını hem de çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran bir facia beklemek vehmi ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir."

     

     

    Dokuz yaşında yakalandığı kemik hastalığı, onu on yedi yaşına kadar esir alır. Hastadır, ama hayatını kazanmak zorundadır: "Ayaklarında delik pabuçlar, üzerinde eski bir elbise" bulunan on iki yaşındaki Peyami, Posta-Telgraf Nezareti'nin açtığı sınavı üstün başarı ile kazanarak memur olur. Bir yıl sonra ilkokul öğretmenliğine başlar. Dört yıl süren öğretmenliğinden, zamanını kalemine vermek için ayrılır. Yıl 1918; I. Cihan Savaşı'nda yenildik; Milli Mücadele'nin arefesinde bulunuyoruz; ekmek aslanın ağzında değil midesinde; böyle bir günde hayatını kalemiyle kazanmayı göze almak, alkışlanacak bir özgüvenle mümkündür.

     

    Bir taraftan roman, hikâye yazıyor, diğer taraftan da geçimini temin etmek için Akşam, Cumhuriyet, Tasvir, Milliyet gibi günlük gazetelerde fıkra, başmakale kaleme alıyordu. Nebahat Hanımefendi ile evlendi; Merve adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Çok geçmeden eşinin felç olması, zorluklarla dolu hayatını daha da ağırlaştırdı. Merve'nin yedeksubay öğretmen olarak Erzincan'da askerî görevini yaparken ölmesi, herhalde Peyami Safa'yı sona yaklaştıran darbe oldu.

     

    Ömrü boyunca hastalıktan kurtulamayan, yakınlarının acılarına tahammül etmek zorunda kalan Peyami Safa, milleti için de boğuşmak durumundaydı. Balkan, I. Dünya, İstiklal savaşlarından çıkan ülkemiz yetimler, dullar memleketiydi. 1929 ekonomik buhranı, II. Dünya Savaşı milletimizi kasıp kavuruyordu. Güçlü kuzey komşumuz milletimizin bu durumundan yararlanmanın peşindeydi. Devletin nimetleriyle yaşayan Vedat Nedim Tör, Yakup Kadri ve arkadaşları "Kadro" dergisinin çevresinde toplanmışlardı; adeta devletimizin imkânlarıyla sosyalist sistem adına milletimizin kuyusunu kazıyorlardı. Peyami Safa, bu kadroyla mücadele etmek için "Kültür Haftası" dergisini çıkardı. Sosyalizme zemin teşkil etmesi için inkılapların yapılmadığını, milliyetçilik ve medeniyetçilik gibi iki önemli sebebi bulunduğunu belirtmek amacıyla "Türk İnkılabına Bakışlar"ı kaleme aldı. "Aramızdaki müfritler müstesna, hepimiz hem Doğulu hem de Batılıyız. Doğu-Batı sentezi, bizim, yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı kaderimizdir. Doğu ile Batı arasındaki mücadele, her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi, insanın var olmak için muhtaç olduğu vahdetin ifadesidir." cümlelerinden de anlaşıldığı üzere ne körü körüne Batıcı ne de Batı düşmanı idi. Her büyük idrak gibi sentezci idi.

     

    Sosyalizmi ülkemizde hakim kılmak isteyen Nazım Hikmet'le, Sabiha ve Zekeriya Sertel'lerle, Kemal Tahir, Kerim Sadi, Suat Derviş'le, Ankara'daki Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde kümelenen Pertev Naili Boratav, Mediha ve Niyazi Berkes, Behice Boran ve müttefikleriyle kıyasıya mücadeleye girişti. Ona hücum eden Aziz Nesin'i birkaç darbeyle sindirdi. Resmi makamlar, devletin ve milletin bekasını düşünmeden "ilericilik" adına sosyalistleri destekliyorlardı. Profesörler, utanmadan öğrencileri tahrik edip aleyhine nümayişler yaptırmışlardı. Milliyetçi olduğu için komünistler, sentezci olduğu için de Batı taklitçileri tarafından şiddetli hücumlara uğradı. Çoğu zaman basında tek kaldı; bazen de yazacak gazete bulamadı; fakat yılmadı; bütün kapışmalardan galip çıkmayı başardı. Bir eski tüfeğin; "Peyami'yi ikna edebilseydik, Türkiye'yi komünist yapardık" yakınması boşuna değildir.

     

    Bugün bayrağımızın egemenlik rüzgârıyla dalgalanmasını biraz da Peyami Safa'ya borçluyuz. Bize bağımsızlığı çok görenler ülkemizde matbuat umum müdürü, milletvekili, diplomat, profesör, rektör oldular. Peyami Safa ise geçimini temin etmek için her gün sütununda yazmak zorundaydı; öldüğü gün dahi gazetesinde yazısı yayınlandı. Ne yazık ki resmi makamlar cenazesine ilgi göstermedikleri gibi örfi idarenin baskısı altında defin merasimi yaptırdılar. Ancak merasimi uzaktan nemli gözlerle seyreden sevenlerinin duygularını; "Beni Peyami'nin mezarı başında konuşmaktan kimse men edemez" diyerek emrivaki ile söze başlayan Nizamettin Nazif dile getirdi. Onu da Fatihalarla anıyoruz.

     

     

    20 Haziran 2011, Pazartesi


  19. Öncelikle şunu istiyoruz ki Ankara toplantısı yapılacağı tarihten evvelce burda haber verilsin ki bizde aramızda biraz km farkı olsa da gelebilelim. Sadece dergi değil inşallah birçok konuda istişare eder görüşür, dertleşiriz.

     

    Dergi konusuna gelince dergi inşallah çıkar ve birçok insana birçok şeyler hatırlatır. Lakin öyle basit bir iş olmamalı ki ismine yakışır hale gelsin. Ayrıca dergi için beyni kanayan soylu kafalar gerekir ki herkesten önce bizi olduğumuz yerlerden çok çok uzaklara götürebilsin. Lakin her ne olursa olsun gönlümüz ve dualarımız sizinledir. Gerekirse başka bütün konularda yanınızdayız.

     

    Selametle...


  20. Alp Arslan

     

    Eğer Türk ve İslam tarihinin son dokuz yüz yıllık kaderini çizen tek bir insan göstermek mümkün olsaydı, bu, hiç şüphesiz Alp Arslan olurdu. Gerçekten onun son Hıristiyan savletini kırdıktan sonra Türkler'e Anadolu'nun ve bütün İslam-Ortadoğu'nun kapılarını açmış olması tarihin gidişini değiştirmiştir. Alp Arslan'dan sonra İslam tarihi Türk tarihi halinde devam etmiş, yahud Türk tarihi, İslam tarihi olmuştur.

     

    Alp Arslan 1029 yılında doğdu. Babası Çağrı Bey'in yanında delikanlı çağında savaşlara katılmış, iyi bir kumandan ve devlet idarecisi olarak yetiştirilmişti. 15-16 yaşlarında iken babası tarafından Gazne sınırlarının muhafazasına memur edildi ve ilk defa burada Gazne ordusunun yeni bir hücumunu kırarak bütün Gazne kuvvetlerini imha etti. Hemen ardından Karahanlılar'ın Horasan tarafına yaptıkları bir taarruzu karşıladı ve onları geri çekilmek zorunda bıraktı.Gazneliler kısa bir zaman sonra yeniden büyük kuvvetler toplayarak Belh şehrini almak üzere geldiklerinde Alp Arslan bunları son defa ve müthiş bir yenilgiye uğrattı. O şimdi tıpkı Kül Tigin gibi askerinin en önünde düşman saflarına dalıyor ve düşmanın merkezi üzerine bir yıldırım harekatı yaparak kesin netice alıyordu. Nitekim bu son savaşta yanına seçme savaşçılarından bir grup alarak Gazneli ordusunun ortasına dalmış ve Gazneliler'in kumandanını yakalayıp esir etmişti.

     

    1063 yılında Tuğrul Bey öldüğünde yerine Bağdad'daki Halife'nin de katıldığı bir mecliste ALp Arslan uygun görüldü ve 1064 yılının Nisan'ında Büyük Selçuklu tahtına oturdu. Selçuklu ailesinde ondan başka birçok şehzade vardı ve bunlar da taht için hak iddia ediyordu. Gazneli Mahmud'un vaktiyle tuzağa düşürerek hapsettiği Oğuz Yabgusu Aslan Yabgu'nun oğlu Melik Kutalmış büyük bir ordu ile Rey üzerine yürüdü. Melik Kutalmış çok yüksek meziyetleri bulunan ve devletin bilhassa Batı eyaletleri tarafından kuvvetle desteklenen bir liderdi. Alp Arslan bu tehlikeyi derhal önlemek üzere ordusuna cebri yürüyüş emri vererek Nişabur'dan Rey'e geldi ve Kutalmış'tan önce şehra hakim oldu. Melik Kutalmış onun büyük amcası sayıldığı için kendisine çok saygılı davrandı, elçiler göndererekbu işten vazgeçmesini, müslümanı müslümana kırdırtmaktansa kafire karşı birlikte cihad etmeyi teklif etti. Kutalmış mutlaka sultanlık istiyordu. Bunun üzerine Alp Arslan ani bir manevra ile Kutalmış'ın ordusuna hücum etti. Yenilip geri çekilirken atı sürçtüğü için hızla yere düşüp ölen amcası Kutalmış'ın cenazesini alıp Tuğrul Bey'in yanına merasimle gömdürdü. İsyancı ordunun kumandanlarını ve askerlerini hep affetti. Bunların ardından kendi kardeşi Kavurt isyan etti ise de, yenileceğini anlayınca af diledi, Alp Arslan onu da cezalandırmadı.

     

    Kendisi Türkistan'da iken beylerinden Afşın, Gümüş Tigin ve Ahmed Şah'ı Doğu Anadolu bçlgesinde ileri harekata göndermişti. Afşın Bey'in emrindeki akıncı birlikler Konya'ya kadar girdi ve buralarda Bizans Devleti'nin otoritesini iyice kırdılar. Fakat Alp Arslan'ın öncelik verdiği iş, İslam DÜnyası'nın bozulan birliğini sağlamak ve bunun için de Mısır'ı fethederek oradaki Şii-Fatimi idaresine son vermekti. Ordusunu Azerbeycan'da toplayarak Dİyarbekir ve Haleb üzerinden Mısır'a inmek üzere harekete geçti. 1070 yılının ortaları idi. Alp Arslan, şark bölgesinde Malazgirt'te dahil birçok Bizans kalesini birer birer alarak Diyarbekir önlerine geldi. Diyarbekir hükümdarları ona bağlılıklarını arzederek yerlerinde kaldılar. Haleb'e yürüdü. Haleb hükümdarı Mahmud önünde diz çöktü. Haleb'ten Mısır'a doğru hareket edip bir günlük yol almıştı ki, Anadolu'dan gelen haberciler Bizans İmparatoru'nun büyük bir orduyla Doğu'ya yürüdüğünü, Türkler'in ellerinde bulunan bazı kaleleri de geri aldığını bildirdiler. Ordusunun bir kısmını Suriye'yi fethetmek üzere orada bırakarak bir kısmını arkasına aldı, yldırım hızıyla Ahlat üzerinden malazgirt önlerine geldi. Bu sür'atli yürüyüş sırasında ordudaki yaşlı askerlerini de terhis etmiş, yanına sadece genç savaşçıları almıştı. Bütün askeri kırk beş bin kadardı, bunlara Doğu anadolu Müslümanları'ndan onbin kadar da gönüllü süvari katıldı. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes'in emrinde bnun iki mislinden fazla bir kuvvat vardı. İmparator, Tuna boylarındak Peçenek ve Uzlar'la birlikte daha brçok yabancı kavimlerden ücretli askerler de toplayarak muazzam bir kalabalığı Malazgirt önüne yığmıştı. Bu ordunun binlerce araba ile taşınan savaş ağırlıkları da bulunuyordu.

     

    Türkler çin durum son derece korkunçtu. Burada yapılacak savaş onların Doğu'daki kaderlerini belirleyecek, Türkler'in kaderi ise İslam Dünyası'nın geleceğini tayin edecekti. Alp Arslan herhangi bir felakete karşı veziri Nizamülmülk'ü Hemedan'a gönderdi ve gerekli tedbrleri aldırdı. Yerine Daha önce oğlu Melikşah'ı veliahd tayin etmişti. Bağdad'daki Abbasi Halifesi bu büyük tehlike karşısında Allah'ın Büyük Sultan Alp Arslan'a yardımını niyaz etmek üzere bütün İslam Alemi'ne haberler salmış, camilerde milyonlarca Müslüman dua etmeye başlamışlardı.

     

    ...


  21. Arkadaşlar tarih bölümünün açılması foruma yeni bir canlılık katar inşallah. Pekçok tarihsever arkadaş var aramızda. Ben güzel paylaşımların yine bu başlık altında artacağını düşünüyorum. İnşallah öyle olur.

     

    Sosyal bilimci Erol Güngör'ün Tarihte Türkler adlı eserinden bazı parçaları burda paylaşmak istedim. Ülkemizin sonyüzyılda yetiştirdiği büyük düşünürlerden birisi Erol Güngör. Genç yaşında kaybettiğimiz mütefekkirimiz yaşadığı dönemde milliyetçilik üzerine birçok kitap ve makale yazmış, Türkiye'nin o dönemki güncel ve siyasi konularında kendi görüşü çevçevesinde yaptığı yorumlarıyla önemle bahsedilmesi gereken yazarlaradan biridir.

     

    Rabbim onların düşüncelerini anlayıp, davalarını yaşamayı bizlere de nasip eder inşallah...


  22. Peyami Safa'nın fikir dünyası

     

    Romancılığımızda ve fıkracılığımızda Peyami Safa'nın müstesna bir yeri vardır. Okunan, sevilen, güvenilen pek çok köşe yazarı gelip geçmiştir; günümüzde de ciddiye alınması gereken kalem erbabı az değildir.

     

     

    Fakat basın tarihimizde tiryakisi olunan, okunmadığı gün eksikliği duyulan birkaç köşe yazarından biri Peyami Safa'dır. Romanımıza fikri, tahlili sokan yine odur. "Yalnızız" romanı, o dönem dünya görüşlerinin değerlendirmesidir, kesinlikle didaktik mahiyet arz etmeyen bu eserde fikirler eritilmiştir. Romanda söz konusu hususu hakkıyla başarabilen iki sanatkârdan biridir; diğeri Dostoyevski'dir. Peyami Safa'ya kadar romanlarımız daha çok olaylara oturmakta idi; "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu" adlı eserini okursak, psikolojiyi, tahlili ön plana çıkardığını görür, kaleminin kudretini idrak ederiz. Küçücük fıkrasında bile üslup hassasiyetine, bilgiye, fikre rastlıyoruz. Fakat onun fikrî eseri denilince, makalelerinden oluşan "20. Asır Avrupa ve Biz", "Doğu Batı Sentezi" akla gelmekle beraber bu konudaki asıl eseri hiç şüphesiz "Türk İnkılabına Bakışlar"dır.

     

    Fikir, ihtiyaçtan doğar; memleket güllük gülistanlık ise hakim olan hayat düzenini değiştirmek kimsenin aklına gelmez. Osmanlı zaferden zafere koşarken, zekat verecek insan bulmak zorluğu yaşanırken Müslümanlar arasında İslamiyet'in dışında bir hayat düşünmek cinnet hali olmalıdır. Fakat yenilgiler başlayınca, gidişata dur demek ihtiyacı duyulur; yeni fikirlerin kapısı çalınır. Yenilgilerimizin önüne geçmek için ilk önce askerî konularda sınırlı yenilikler yapıldı. Bu yoldaki gayretlerimizden ciddi bir sonuç elde edemeyince, hayatımızdan, değerlerimizden şüphe etmeye başladık. On dokuzuncu yüzyılın başlarından, Milli Mücadele yıllarımızın sonuna kadar olan dönemin fikir hayatımızı Peyami Safa, "Türk İnkılabına Bakışlar" adlı eserinde özetler ve analiz eder.

     

    Bilindiği üzere bu dönem fikir hayatımızda üç büyük cereyan görülür. İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık. Eğitim ve öğretimi ele alarak Peyami Safa bu üç cereyanı şöyle değerlendirmektedir; milli eğitimde medresenin karşısında mektebin açılması hata mı, yerinde bir hareket mi idi? Türkçülerin bu konuda ne söyledikleri net değildir; sadece ikiliğe karşı olduklarını belirttiler. İslamcılar mektep açılmasına karşı idiler; medresenin ıslahını istiyorlardı; "Mektep açacağına, medreseleri ıslah etmeli, ulumu fünunu oraya ithal etmek gerekli" diyorlar ve ilave ediyorlardı: "Bugün, bütün dünyanın iki büyük darülfünunu olan Oxford ile Sorbonne da vaktiyle birer medreseden başka bir şey değildi. İcabat-ı zamana göre tekemmül ede ede bugünkü hal-i kemali buldular." Batıcılar bu iddiaya şöyle itiraz ediyorlardı: "Unutmayalım ki bu değişme ve gelişme ancak dört beş yüzyılda olabildi. Bizim o kadar beklemeye vaktimiz var mı?"

     

    Bu üç fikrin mensuplarının meselelerimize çare bulmak, vatanımızın bütünlüğünü korumak için çırpındıkları aşikâr. Araplar bizden ayrılınca İslamcılık resmî düşünce dünyamızdan koptu. Birinci Dünya Savaşı ve sonraki olaylar bizi Batı ile karşı karşıya getirince "Garpçılık" da gündemimizde silikleşti; geniş kitleleri harekete geçirmek için elimizde Türkçülük kaldı. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra Batı ile münasebetlerimiz normalleşince "çağdaşlaşmak", "muasırlaşmak" gibi sloganlarla Batıcılık resmî gündemimize oturdu. Türkçülük ise Batıcılığın tatbikinde hamasi sözlerden ibaret bir manivela olarak kullanıldı.

     

    Yapılan inkılâpları Peyami Safa şu şekilde değerlendirip savunuyor: "Artık Türk maarifi yarı mektep, yarı medrese içinde bilgi dağıtmayacaktı; artık enveriye, şu bu gibi yarı şapka, yarı külah acayip serpuşlar aranmayacaktı; artık yarı alaturka, yarı alafranga musiki olmayacak ve Türk kadını yarı tavuk, yarı insan halinden çıkacaktı." dedikten sonra ulaşılacak sonucu ilan ediyor: "Milliyeti ve medeniyeti tereddütsüz tercih ettiren kararı vermek ve Türk düşüncesini Siyamlı kardeşler gibi birbirine yapışık iki fikir ve temayül halinde sürükleyen iki idealden kurtarmak lazımdı."

     

    Geçen yüzyılda yaşayan ciddi aydınlarımızın başında gelen Peyami Safa bile şekil ve şemaili çok önemsediğine göre, demek ki olayların mihrakına insanımızı oturtmak şansımız yokmuş. İnsan yaşadığı dünyaya ruhunu, zevkini, bilgisini yansıtır. Vicdanıyla uyumlu, beyniyle çağımızda yaşayan, ilmi idrakiyle olayları değerlendiren fedakâr insana kavuşmadıktan sonra alınan bütün tedbirlerin palyatif olduğunu bugün bile idrak edemiyorsak, milletimizin muzdarip evladı Peyami Safa'yı eleştirmeye hakkımız olabilir mi?

     

     

    13 Haziran 2011, Pazartesi

    • Like 1

  23. Mhp'nin meclise giremediği yerlerde chp ve bdpnin milletvekili çıkaracağını düşünün önce ona göre yorumunuzu yapın rica ederim. Ayrıca mhp giremeseydi meclise akp 367ye yine ulaşamayacaktı. Artık komik geliyor her suçun mhp üzerine atılması. Meclisin bu partiye ihtiyacı vardı. Şahsen chp olmasındansa mhp elbette.

     

    Engin Alan'a gelince bana göre yanlış bir tercih ama suçlu sayıldığı belgenin altında imzası dahi yok. Başbakanın önünde ayağa kalkmayarak saygısızlık yapmıştır. Bunu Yüce millet iradesine karşı da yapmıştır. O konu da suçunun cezasını çekmelidir. Ancak kanıtlanmamış br suçtan ceza çekmesi Türk adaletine yakışan bir durum değil. Kimse burdan Engin Alan'ı ya da ergenekon terör örgütünü savunduğum sonucunu çıkarmasın.

     

    Selametle...

    • Like 1

  24. Vatana millete hayırlı olsun diyerek başlıyorum. Öncelikle şunu belirteyim ki chp'nin seçimde büyük bir başarısı bence sözkonusu değil. İki gündür dinliyorum Sonar isimli araştırma kurumu sahibi diyor ki "chp zaten 2007 seçimlerinde il meclis üyelerinde yüzde 23.5 oy aldı. Yeni seçmenleri de düşünürsek bu çok fazla bir başarı değildir" adam haklı. Buna birde doğuda kürt kökenli vatandaşların vereceğini düşündüğümüz ama alamadıklarıo oyları eklersek çok fazla bir başarı söz konusu olmaz. Lakin akp'nin çok milletvekili çıkardığı yerlerde milletvekili sayılarının düşmesi akp vekillerini azalttı. O yazık oldu.

     

    Mhp'ye gelince kilit parti özelliğini koruyor yine. İnşallah bu dönem daha iyi muhalevet ve uzlaşma zemini açan bir parti olur. Mhp'nin meclise girmemesi ihtimalinde o milletvekillerinden bdp ve chp'nin de nemalanacağını düşünürsek iyi ki girdi dyebiliriz ki bence meclisin mhp'ye ihtiyacı var.

     

    Cihandar kardeşin yönelttiği sorular aslında birçok muhafazakarın kafasında olan sorular ne yalan söyleyim bunlar benimde çok kafamı kurcalıyor.

     

    Hayırlısı bakalım...

    • Like 1
×
×
  • Create New...