Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Üstad'a...

Recommended Posts

Müjde

 

Günahın bulut olsa,

Tüm göklere yayılsa.

Ve kararsa yeryüzü,

Unutulsa gündüzü.

Kapkaranlık bir zindan,

Kesilse de her bir yan.

Gün doğmasa içine,

Güneş kaçsa da Çin’e.

Geceyi Ağartan var,

Günahı Karartan var,

Müjde!... Gelene kadar!…

 

Şu dilinde eyvahın,

Bulut bulut günahın;

Yahut bir deniz olsa,

Bütün kuşlar boğulsa.

Tepeden bakan güneş,

İçini yakan güneş,

Yıldızlarla beraber,

Yüzüverse, ne keder!...

Tufana Aldıran var,

Suları Kaldıran var,

Müjde!... Dolana kadar!…

 

Çelen aklı çelmeden,

O beklenen gelmeden,

Haydi uykundan uyan,

Açık kapıya dayan,

Henüz dolmadan vade,

Sırılsıklam seccade,

Senin şahidin olsun,

Şeytan saçını yolsun.

Şu halinden haberdar,

Seninle alakadar,

Müjde!... Müjde!... Allah var!...

 

Kuşatılsan her yönden;

İçten, üstten ve önden.

Ölmüş kalksan her sabah,

Seni katleden günah;

Yahut bir duman olsa,

Dört tarafa dağılsa.

Ve tutulsa nefesler,

Tırmalansa kafesler.

Rüzgarı Estiren var,

Demiri Kestiren var,

Müjde!... Kalana kadar!…

 

Tüm geçmişin vebâli,

Bir kıvılcım misâli,

Tutuştursa âlemi,

Yansa binlerce gemi.

Suyu yaksa şu vahın,

Ve işte onca günahın,

Say ki; bir ateş olsa,

Her yer onunla dolsa.

Ateşi Söndüren var,

Dünyayı Döndüren var,

Müjde!... Bulana kadar!…

 

Bir uzun seferdesin,

Bir bak şimdi nerdesin?

Kalanlara takılma,

Baş üzeri çakılma.

Kaybolmayanı ara,

Sana gelmeden sıra.

Ve bul!... Geçmeden zaman,

Aranan bulunmadan.

İçin gibi varlık dar,

Ve ne kadar manidar,

Müjde!... Müjde!... Allah var!...

 

Ve var da var, var da var!...

Günah olsa da duvar,

Vâreden’e sen yalvar!...

Bırak yuhlasın civar,

Sen daha yakına var!...

O’ndan başka nemiz var,

O’ndan onca remiz var,

Peygamber’den bir iz var,

Tövbeyi Yaratan var,

Kendini Aratan var,

Müjde!... Ölene kadar!…

 

Ankara, Ağustos 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ve var da var, var da var!...

Günah olsa da duvar,

Vâreden’e sen yalvar!...

Bırak yuhlasın civar,

Sen daha yakına var!...

O’ndan başka nemiz var,

O’ndan onca remiz var,

Peygamber’den bir iz var,

Tövbeyi Yaratan var,

Kendini Aratan var,

Müjde!... Ölene kadar!…

 

 

 

..... Ne güzel mısralar bunlar, yüreğinize sağlık. Rabbim kaleminizi doğru yönde sabit kılsın inşAllah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Varılmaz

 

 

Gecenin evvelinde yorganını satmadan,

Güneş batmayan şehrin sabahına varılmaz.

 

Vardım kuruntusunu bir kenara atmadan,

Varılmaz’ın yolcusu bu dünyadan ayrılmaz.

 

Gözyaşını sofraya gece-gündüz katmadan,

Ölmeyen Adamlar’ın ervâhına varılmaz.

 

Ebedîliğin sırlı şarabını tatmadan,

Ölmeden ölünmeden bu rüyadan ayılmaz.

 

Kapı açılana dek eşiğinde yatmadan,

Uyku bilmeyenlerin dergâhına varılmaz.

 

Hiçliğin denizinde boydan boya batmadan,

Her şeyi serap olan bu hülyadan sıyrılmaz.

 

Aklını ve rûhunu birbirine çatmadan,

Aşk denilen sebebin izâhına varılmaz.

 

Ankara, Ağustos 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Beklerim

 

Sen uyusan dahi baş ucunda ben,

Masmavi bir rüya olur beklerim.

Rengârenk gökyüzü kararsa birden,

Yanında bir ziyâ olur beklerim.

 

Kalmasa bir kimse; seni tanıyan,

Yalnız, yalnız bir ân, kesilse zaman,

Darmadağın olsa öylece cihan,

Ben başka bir dünya olur beklerim.

 

Uyanacağın gün gelene kadar;

Beklemekten taşa dönsem ne çıkar,

Anne gögsü gibi yumuşacık yar,

Baş koyduğun kaya olur beklerim.

 

Ankara, Ağustos 2009

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ağlamak

 

Çocukluktan öte içimde hasret;

Yok yere gözünü döken bir çocuk.

Haline nispetle halime hayret;

Gözümde bir hayal birkaç yudumcuk.

 

Yanağında ince ince çizgiler,

İçinde yaşlarla, dertli, bahtiyar;

Ses verse uzaktan, tatlı ezgiler,

Yaramı kanatır, dertsiz ihtiyar.

 

Kanadı kırılmış bir kuşum da ben,

Sanki Kafdağı’nda konacağım dal.

Bir denizdeyim ki; hep diken diken,

Varılmaz ufukta, sulardan sandal.

 

Gözsüz, bir toprakta yatanlar gibi,

Çekilmiş çekilmiş hep damarlarım.

Ne acı, gülmekten görünmüş dibi,

Kurumuş kurumuş gözpınarlarım.

 

Oysa denizde kum, bende bahane,

Gereksiz sorular; neden ve niçin.

Bir siyah noktacık yalnız bir tane,

Yeter, ömür boyu ağlamam için.

 

Dahası, zifiri bir gece kalbim,

Yıldızlardan aşkın derdi, kederi.

Hıçkıra hıçkıra değil mi Rabbim,

Her vakit üstüne kapansam yeri.

 

Bir histen ziyade, garip halimi,

Bilmem ki ne zaman, anlayacağım.

Ruhumun başına, değip elimi,

Bir bilsem ne zaman ağlayacağım.

 

Ankara, Mart 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gidelim

 

Gidelim buralardan,

Az gidelim bu ara.

Geçelim karalardan,

Sulardan sıra sıra.

 

Gidelim akın akın,

Göğsümüzde bir çıkın,

Bir ölüm kadar yakın,

Çok uzak diyarlara.

 

Ankara, Mart 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akis

 

Dilimde bir şarkı, günlerden beri,

Kalbimde bir akis, su gibi derin.

Azgın sular gibi, ağlasam yeri,

Ardından, geçene inat kederin.

 

Ayrılık, ayrılık benim kaderim,

Bugün değilse de bir gün gelince.

Vuslat ümidiyle ben de geçerim,

Bu akşam, olmadı belki bu gece.

 

Bir şarkı, gecenin tam ortasında,

Ruhumun içinde harf harf eriyor.

Ben varmışım gibi her notasında,

Bu şarkı halimden haber veriyor.

 

Ankara, Şubat 2010

 

(Fonda Üstad'ın bestelenmiş şiirlerinden Yattığım Kaya'yı, Aykut Kuşkaya'nın ruha işleyen sesinden dinlemeniz tavsiyedir...)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çağrı

 

Haydi kuşlar, haydi insanlar gelin,

Misâli delice akan bir selin;

Hâliyle dağların ve denizlerin,

Durmadan üstünden esen bir yelin.

 

Haydi sular, haydi insanlar gelin,

Aşıp üzerinden bin bir engelin.

Haberi var; varın, göğün ve yerin,

Çağırısı orta yerde ezelin.

 

Haydi taşlar, haydi insanlar gelin,

Suyu fazla, harcı eksik temelin.

Uyanın, uyanın, uzanıverin,

Hemen altına üç kollu pergelin.

 

Haydi günler, haydi insanlar gelin,

Yaklaşmakta günden güne ecelin.

Karanlığa nûrdan bir perde gerin,

Batarken ufuktan güneş; yücelin.

 

Haydi cinler, haydi insanlar gelin,

(En Güzel)e saf saf, saf saf yönelin.

Her şeyi ayaklar altına serin,

Başların üstüne öyle yükselin.

 

Ankara, Haziran 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kolay

 

O var… O varsa kolay;

Var yok, az çok her bir zor.

(Nasıl)sa bütün olay;

Her şey O’ndan geçiyor.

Geçmez lafı vesvese,

Aksi, küfürbaz vehim.

Sabır imandan hisse,

Şüphesiz Allah Kerim.

Akıl sırdan habersiz,

Gönül sırlara gebe.

Aklın aklı yetersiz,

Esrar sonsuz alfabe.

Çekilir başa gelen,

Çekilmez; hep kuruntu.

Bir Kitaba dökülen,

Ayet sonsuz avuntu.

Taşınmaz yük bulunmaz,

Gelip geçmeyen ferman.

Son noktaysa bir çıkmaz,

Nokta noktadır zaman.

Beklemek beklemeden,

Çâresiz ere çâre.

Yaşamak, ölmek dünden,

Çâresize emâre.

Perde ardı hep rahmet,

Ve merhamet çoktan çok.

Bir zamanlık her zahmet,

O varsa bir zorluk yok.

 

Ankara, Eylül 2010

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir parça hakîkatten bir nebzecik nasiplenişin ardından...

İkinci Milat: 25 Mart 2011

 

 

Sesler

 

Uykusuz geceler bekliyor beni,

Gecelerde bilmem neler bekliyor.

Gözümde esrara dair senfoni,

Kalbimi görünmez sesler deliyor.

 

Kulağımda sesler bir kaç gecedir,

Doksan aylık gebe binbir annenin.

Bu, cevabı meşhur bir bilmecedir;

Sevinin ey kalbim!... Ruhum sevinin.

 

Karanlık içinde kat kat karanlık,

Kat kat karanlıkta nur ötesi nur.

Varmak bir gecede elbet bir anlık,

Hakikat sımsıcak tenden okunur.

 

Uzakta görülen bir duman sesler,

Yaklaşan bir yangın, küllenmeyen kor.

Kıvılcım kıvılcım iman ki sesler;

Göğsüme değdikçe beni yakıyor.

 

İçimde, ateşe daha dalmadan,

Bir dipsiz deryanın serinliği var.

Aklın kârı o an zarar ve ziyan,

Yanmadan nereye, nereye kadar?

 

Denize kan ile yazılmalı söz,

Ve gecelere harf alev misali.

Kulak sağır sonra kör olmalı göz,

Ta ki gören bulup, bilsin bu hali.

 

Gönlüm, geçtim binbir masaldan, diyor;

Ve ölüden sesler: Kapıda Yeni.

Gecelerde bilmem neler bekliyor,

Uykusuz geceler bekliyor beni

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mustalem

 

Aktı kan, kan aktı meşhur meydana,

Bir sır damla damla döküldü elhak.

Kol düştü, baş uçtu, gövde bir yana,

Bir nida hatiften: Sana müstahak.

 

Bir kadeh sunarız, ezeli serin,

Bir yaygı ve kılıç senin kaderin,

Esrarımızı faş eden bir erin,

Sonu işte budur, buyurdu el-Hakk.

 

Darağacı; miraç, buse; inancı,

Ne bilsin zahire mahkum yabancı,

Görünmezi gören gönülde sancı,

Davalı Hüseyin, dava Enel-Hakk...

 

Ankara, Nisan 2011

 

http://www.dailymotion.com/video/xelsqq_shams-ensemble-hallac-y-mansur-anys_music#from=embed

 

Ve hikayesi:

 

26 Mart Hüseyin bin Mansur Hallac Hazretleri'nin dünyayı terkinin yıldönümü; 26 Mart 922...

Yukarıdaki cümleyi yazmak zor oldu...

Zira "katledildi" ifadesini ne gönül ne de baş kulağım kabul etmiyor...

"Öldü"yü ise ruhum...

Onun ki büsbütün bir terkten başka bir şey değildi hakikat...

Her şeyi, kendini, "ben"ini dahi terk...

 

"Ben" mevzusu ile ilgili İblis ile bir konuşmasından bahsedilir bu arada Hallac'ın... Ve bir gönül ehlinin mana aleminde Allah ile konuşmasından; yine aynı mevzu fakat İblis yerine Firavun kıyası ile... Merak edenler bir şekilde ulaşabilir...

 

"Şiirimin hikayesi" kısmı için aşağıdaki şiir çalışmasının hikayesi noktasında; Hallac'ın yürüyüşünün yıldönümü vesilesi ile O'na dair bir kardeş ile biraz dertlenmenin ve zevklenmenin bir meyvesi olduğunu yazmak idi arzumuz yalnızca... Velakin bahis O olunca, olan kendiliğinden olmakta...

 

Ziyadesi ile konuşulmaya, anılmaya, yazılmaya değer bir Muhterem diyelim velhasıl...

Noktayı koymadan ve asıl şiirin asıl hikayesine geçmeden evvel Hz. Ebubekir (radıyallahu anh) Efendimizin de bir sözünü aktarmış olalım: "Sırrın senin kanındır, onu akıtma..."

 

Evet!...

 

Üç noktanın peşisıra aşağıdaki videoda yer alan Hallac-ı Mansur anısına bir topluluğun seslendirdiği (hiç, yok'tan iyidir ismindeki) eserin sebep olduğu ilaveli hikayeyi kaydedelim.. Zira şiir çalışmasının okunması için gerekli olan zaman, eserin dinlenmesi için geçecek zamanın yanında pamuk misali... Hem O'ndan bahsetmekle "şiirin hikayesi" noktasında biraz daha detay vermiş olalım, hem de O'nun sohbeti ile muhabbete vesile... Asıl vesile elbet O ve mutlak gaye ise muhabbet sebebi ile yine O... Sonrası bana, sana, O'na kalmış...

 

Siz eseri dinlerken yahut dinlemek için videoyu harekete geçirirken biz de diyelim ki:

 

Evet Hallac-ı Mansur yahut Hüseyin b. Mansur ya da tam ismi ile Ebu Abdullah Hüseyin bin Mansur El Beyzavi el Hallac...

 

Tezkiratü'l Evliya (Feridüddin ATTAR) isimli eserde müellif Mansur'un hayatını, hallerini ve sözlerini yazmaya başlamadan evvel O'nu anarken: "Allah yolunda Allah'ın maktûlü, (Hakk'ın şehidi), tahkîk ormanının arslanı, saflar yaran, cesur, sıddîk ve dalgalı deryaya batmış olan Hüseyn b. Mansur Hallac'ın (ra) işi acaib bir iştir, kendisine has birtakım garib vakalar vardır. O hem gayet hararet ve iştiyak içinde idi. Hem de şiddetli firak alevleri içinde mest, kararsız ve hali perişan bir vaziyette idi. Samimi ve bağrı yanık bir aşık idi," der...

 

858 yılında İran'ın Beyza şehrinde, Tur Kasabası'nda doğan Hüseyin'in Dedesi mezdek inancına sahip olsa da babası müslümandır. Çocuk denecek yaşta Kuran'ı hıfzeden Hüseyin bin Mansur zamanla, bir İlahî hüküm neticesinde kendisini tasavvufi bir hayatın içinde bulur.

 

Gençlik yaşlarında evvela; Sehl bin Abdullah Tüsterî'nin, bir zaman sonra ise Amr bin Osman Mekkî'nin sohbetlerinde bulunur ve onların feyzinden, Allah'ın Onlar'a ihsan ettiği nûrdan, hikmetten ve Onlar'da tecelli eden sırlı güzelliklerden istifade eder. Zamanının büyüklerinden Ebû Ya'kub Akta', O'nu kızı ile evlendirir. Bir vakit sonra ise birtakım sebeplerden ötürü yolu Bağdat'a düşer ve Cüneyd-i Bağdadî'nin kapısına bendolur. İçinde yaşadığı hâle ve bazı meselelere dair sorduğu sorulara Bağdadî'den cevaplar alamadığı gibi bir de Cüneyd'den: "Bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya (kana) boyaman galiba yakındır!" hitabı ile karşılaşan Hüseyin, Cüneyd-i Bağdadî'ye: "Bir ağaç parçasının ucunu kırmızıya boyadığım gün sen suret ehlinin kisvesini giyeceksin," der ve Bağdat'tan da ayrılır. Anlatılan o ki; Hallac'ın katline dair imamlar fetva verdiklerinde Cüneyd-i Bağdadî ehl-i tasavvufa has bir giysi içinde idi. Zamanın Abbasi Halifesi Muktedir: "Hüseyin bin Mansur hakkında verilen bu hüküm için Cüneyd'in hattı da gerek," diye emredince; emir üzerine Cüneyd, zahiri alimlerinin giyinme tarzı üzre giyindi ve: "Biz zahire hükmederiz, yani katl zahir hale göredir, fetva zahir üzredir. Ancak bâtını Hudâ bilir," dedi ve evvela Mansur'un daha sonra yönetimin kendisine söylediği işi yerine getirdi.

 

Seyyah velîlerden olan (ki hangi veli sefere biganedir ve hangi insan yolculuktan uzaktır) Hüseyin, pek çok ülkeye rıhlelerde, seyahatlerde bulunur. Hindistan'dan, Çin'e; Türkistan'dan Horasan'a kadar pek çok yerde gider ve ora ahalilerine "Ehl-i sünnet vel cemâ'at" inancını aşılar, tasavvufu anlatır. Anadolu'nun, Türklerin İslam'a ve tasavvufa meylinde Hüseyin bin Mansur'un da büyük bir etkisinin olduğu söylenir. Hakikat öyledir. Hali, söyledikleri, yaşadıkları sebebi ile gezdiği, gördüğü pek çok yerde kendisine ilgi duyan, O'nu seven kimseler peyda olur. Dört bir yandan mektuplar yazılır Hallac'a. Ve onlarca isim verilir. Çinliler Ebû Muin adını takarlar. Horasan ehli O'na Ebû Mihr diye hitap ederken, Fârisliler Ebû Abdullah Zâhid diye çağırırlar O'nu... Basra'da Muhbir, Huzîstan'da Hallâc-ı Esrâr diye nam salar. Ve Bağdat'ta O'na "Mustalem" ismi verilir... Yani, "kendinden büsbütün geçmiş, kendisinden tamamen kopmuş adam..."

 

İlâhi sırlardan bahseden Hüseyin'i sevip, kabul edenler olduğu gibi O'nu düşman belleyip, zındıklıkla itham ederek reddeden hasımları da olur. Öyle ki halkına anlattığı fakat halkının anlatılanlardan yana nasipsiz olduğu onlarca şehirden binlerce hakaret ile kovulur.

 

O'nun, zahir ehlince reddi; makbul oluşuna zarar vermez. Zira zamanında yaşamış büyükler, O'nun hali hususunda kabul bayraklarını dalgalandırırlar; devrin Allah dostlarından Ebû Abdullah bin Hafîf, Hüseyin için: "Hüseyn bin Mansur Rabbâni bir âlimdir," derken yine Hakk'ın yakınlarından Ebû Bekir Şıbli: "Hallac'la ben aynı meşrepteniz. Şu var ki bana deli, dediler ve kurtuldum. Onu ise aklı mahvetti..." buyurur. Her ne kadar Ebû Kasım Kuşeyrî'nin dışında kalan şeyhlerin ekserisi O'nu reddetmiş olsa da O'nun bâtını yani aslı Ehl-i Sünnetce makbul olarak görülür ve böylece iman edilir.

 

Hüseyin bin Mansur'un lakabı olan Hallac sıfatı ise zuhur eden bir olayın ardısıra verilir. Şöyle ki: Bir zaman pamukçuluk işi ile meşgul olan bir arkadaşının dükkanına uğrar. Ondan bir işinin hallini isteyerek bir yere gitmesini rica eder. Arkadaşı; işinin olduğunu, pamukların temizlenmesi gerektiğini söylese de, Hüseyin, pamukları temizleme işini halledeceğini belirterek adamı gönderir. Dükkan sahibi Hüseyin'in kendisine söylediği işi görüp tekrar dükkanına döndüğünde bir de görür ki pamuk yığınları bıraktığı gibi durmakta. Bunun üzerine: "Ya Hüseyn!... Bu ne iş, hani ben hallederim, demiştin..." der. O böyle der demez Hüseyin bin Mansur parmakları ile pamuk yığınına doğru bir işarette bulunur ve yığınla pamuk o anda harekete geçer. O'nu sihre nispet eden bir kısım "zavallı taife"yi tırnak içinde anarak, Hallac'ın Allah'ın izni ile gerçekleştirdiği bu kerameti ile pamuklarının işi yarayan kısımları bir yana; çekirdek ve çöplerinden ibaret kısmı ise başka bir yana dökülür. İşte bu hadiseden sonra Hüseyin; "pamuk atan" manasında Hallac adı ile anılmaya başlar.

 

Kendisine her mezhebin en zor hükmü ile hareket etmeyi esas kılan Hallac-ı Mansur'un insanın aklını hayrete, ruhunu ise muhabbete düşüren pek çok hikayesinden bir tanesi şu ki: Tasavvuf işine gönül verdiğinde evvela riyazet ile meşgul olur. Bu yüzden üzerinde yimri yıl boyunca yalnızca bir aba ile gezer ve o abayı hiç çıkarmaz. Günlerden bir gün boynunda bir akrebin olduğunu gören çevredekiler, akrebi öldürmek için harekete geçince Hallac-ı Mansur: "Durun, der. Elinizi ondan çekin. Zira o; oniki yıldan beri boynumuzda dolaşan bir ahbabımızdır..."

 

Yukarıdaki menkıbeyi biraz açmak noktasında: Evliyaullah bahsinde insanlardan olduğu gibi hayvanlardan da bir kısım leyhte ve aleyhte taraftarlar vardır. Hayvanlardan da bahtiyar olan bir kısım vardır ki; "Velîleri" bir takım özel işaret ve hallerinden dolayı tanır ve onlara hürmet gösterirler. Ademoğlu'nun çoğunun hüsran içinde kaldığını ve kalacağını ve sonunun da mahrumiyet olduğunu ve olacağını haber veren Rabbani hükümler gerçek olduğu gibi, bir kısım hayvanatın da cennete mesken tutacağı Rasuli bir hakikattir. Aklın teslim bayrağını çektiği noktada mevziyi vicdana ve kalbe bırakmak akıllı kişinin alametidir, diyelim ve üç noktayı yavaş yavaş koyalım. Herhalde şu okunan son satırlar, hadiseler, Hallac-ı Mansur için O'nun anısına sunulan eserin de sonunun gelmesi ile aşağı yukarı aynı zamana tekabül eder.

 

O'na dair bir başka hadise ise şudur ki: Anlatıldığına göre Hüseyin bin Mansur, malum söz ve uydurma birtakım suçlamalardan dolayı tutuklanarak zindana atılır. Zindanda mahpus olarak tutulan hür adam Hallac, zindan arkadaşlarının ve görevlilerin gözleri önünde her gece bin rekât namaz kılar. O'nun bu halini görenler sorar: "Ben Hakkım, dediğine göre bu namazı kim için kılıyorsun?..." Cevap verir: "Biz kadrimizi biliriz..."

 

Ve bir başkası (burası için sonu): Artık hükmün infaz gününün gelip çattığı o dem, Hüseyin bin Mansur zindandan çıkarılır ve onbinlerce insanın döküldüğü Bağdat'ın meydanına, kalabalığa yara yara ilerler. Bu esnada Bâbu't-Tâk'ı dolduran insanların, hepsinin gözlerinin içine bir bir bakarak davasını haykırır. Nihayet muallak taşı bildiği darağacına varır. O esnada kalabalıktan bir ses duyulur, bir sual: "Ya Hallac!... Aşk nedir?..." Hüseyin bin Mansur gözleri ötelerde seslenir: "Aşkın ne demek olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin..." Rivayet o ki; Hallac'ı o gün öldürürler, ertesi gün ise ateşe verip yakarlar. Ve öbür günde külünü bir rüzgarlı bir anda havaya savururlar. Bu manzara "aşk işte budur..." demektir.

 

Ve evet... Yukarıda kaydettiğimiz bir kaç menkıbenin Hallac-ı Mansur denen deryadan bir damla olduğunu not düşerken bir de tavsiye de bulunalım: O'nu okuyun... Ve dinleyin: Sabah Türküleri/Hallac-ı Mansur...

 

Hayatı ve yaşadığı haller sebebi ile Hüseyin bin Mansur'a benzediği rivayet edilen bir mutasavvıfın sözleri sonun başlangıcı olsun: Şu son devrin Mansur'u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembolü haline gelmiştir. Aşıklar her saat darağacına meyleder. Çünkü Mansur'u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır. Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Vesile

 

Her belada gizli saklı bir yol var,

Dışa açılır bir kapı her afet.

Kabahat; topraktan ibaret duvar,

Toprağın üstünde sonsuz merhamet.

 

İş, bir kadîm yolun peşine düşmek,

Geri geri adım atarak bir an.

Taşları eritip kumla öpüşmek,

Bir dua sonrası belki bir zaman.

 

Sebepler, gerçeği gizleyen maske,

Ne var ne yok her şey yalnız vesile.

Bir vakit, geç kalıp demeden keşke,

Saklı Olan Şeye varmak mesele.

 

Ankara, Nisan 2011

 

Şiirin hikayesi:

 

"100 yıl yaşamış ve bu yüzyılın 99 yılı, 11 ayı, 30 günü, 23 saati, 59 dakikası, 59 saniyesi hep isyan ile geçmiş amma bir an için "Hû!..." demiş bir atanın nesline rahmet etmek ve kendine çekmek için, o bir anlık kendisini anışı vesile kılan Allah; bir kulunun kurtuluşu için bir Seyyid'in gözyaşlarını ve yakarışlarını sebep kılmaz mı?..." diye kendi kendine sordu genç. Kendi, kendisine cevap verdi: Pek âla kılabilir. Amennâ...

 

Ve: "99 (+1) kişiyi öldürdükten sonra içine sızı düşmüş, kalbinin meylettiği menzile varamadığı halde yolda ölüvermiş bir kimse için (Melekler vesilesi ile) murad ettiği yöne bir adım yakınlığını bahane ederek o kimseyi bağışladığını, Her Şeyin Vesilesi dili ile alemlere duyuran Allahım..., dedi sonra genç...Sen ne güzelsin...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Özlettiniz kendinizi abi. Bu buluşmaları ara ara olmaktan çıkaralım sık sık yapalım inşallah :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

İnşaallah güzel kardeşim...

Allah, Güzel'in hasretine düşen ve İyi'yi özleyenlerden eylesin...

Mayıs yaklaşmakta...

Büyük doğum, kutlu ölümün habercisi...

Nasip olur ise bir buluşmada görüşürüz ki; geçen yıllarda sevgili kardeşlerimizin, Ankara/Hamamönü'nde tertip ettiği buluşmanın tadı ruhumuzun damağında kaldı... O gün bizimle beraber o güzel topluluğa eşlik eden ağabeyimizin, o günden duyduğu zevk hala dilinde...

Nasip...

Ama nasip için vesile Mayıs...

Muhabbetle vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Havatır

 

Yıllardan bir yıl,

Günlerden bir gün;

Diyor ki akıl:

Solgun ve ölgün

Bir yaprak gibi

Olursun sende.

Olmayan Gaibi,

Nihayetinde

Görürsün bir an.

Yer ile yeksan

Olur bütün zan.

İşte o zaman

Düşünce perde

Sahne görünür.

Gökte ve yerde

Gözünü bürür

Olan ne varsa,

Çıkar meydana

Ömürlük tasa;

Her şey bir yana

Elbet anlarsın

Nedir hakîkat?

Sonra ağlarsın,

Yanarsın fakat;

Geçer iş işten.

Dönmek nafile

Çünkü bitişten

Evvel kafile

Dönmüştü zaten

Varmadan önce.

Nasıl ki dersen;

Gündüz ve gece

Tanıktı mekan,

Azıktı figan;

Yılmadan bir an

Önde bir çoban;

Aklın kârını

Teslim bildiler,

Varın Varını,

Bildim, dediler.

Nedir bir gözün

Görmekten yana

Nasibi, sözün

İçinde mânâ;

Söz ki, En Emin

Olanın sözü.

Her şeye yemin,

Kaymadı gözü.

Evet, O gördü,

Görmesek ne gam.

Defterin dürdü,

Mantıkta tamtam.

Şimdi vaktidir;

Önde bir yavuz

Her şeye kadir

Şaşmaz Kılavuz.

Şahidi Ceddi;

Aleyhisselam,

Selam hep selam,

O ki el verdi,

O olsa derdi:

Bütün elemi,

Kederi, (derd)i,

Çekmek âlemi;

Ateş bataktan,

Onca tuzaktan,

O çok uzaktan,

Binbir zikzaktan

Ve sonra sefer,

Dosdoğru yolda.

Her an beraber,

Sağda ve solda.

Ki; şaşmasın kul,

Doğru hedefe

Yürüsün mâkul,

Sonsuz mesafe.

Baş gözü kaba,

Damakta diller;

Sırtta bir aba,

Yolda kandiller.

Sefer her seher,

Bir yok sona dek.

Kalsak da zafer

Orta yolda tek;

Bizimdir bizim.

Âleme hizmet,

Bu yolda azim;

Benlik hezimet.

Ve işte maksat;

(Ben)i bildirmek.

Sonrası hasat,

Evveli emek.

Âlem sebepler

Âlemi elhak;

Sırrı edepler,

Sonra muhakkak.

Kalkar vesilen,

Bir O kalır; Bir

Kendini bilen

Rabbini bilir;

Ölse dirilir

 

...

 

Ve sonra zaman,

Görürsün bir an,

Rahmana kurban,

Tekrar en baştan,

En Başa devran.

Yani hep Ondan,

Baştan ve sondan

 

Ankara, Nisan 2011

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Adım

 

Rıza tahtı yerle bir, sanki düşman kaderi,

Ve akıl!... Nefes kesen, nedenlerin tutsağı.

İnsan ruhsuz nedir ki; bir kemik ve bir deri.

Ne olur şimdi birden toz olsa şu Tûr Dağı.

 

Gözlerindeki cennet, şimdi alev renginde,

Bir kuş; tam ortasında, dehşetli bir denizin.

Göğsüne dalga dalga taşlar her değdiğinde,

Yuvarlanır yüreğin, dibine bir dehlizin.

 

Çekilse sular yerin tâ yedi kat dibine,

Toprağa karışmadan, dirilse ya şu toprak.

Bir rüzgar okşar gibi, dokunmalı kalbine,

Toplanmalı bulutlar; şimşek gibi koşarak.

 

Karanlık deryalarda, susuzluktan çatlarken;

Bir çöl gibi serapa, o masum dudakların.

Balondan damlalara dokunmalı bir diken,

Kefenler sarılmalı ağarmış şakakların.

 

Nurdan kanatlar takıp, şu dipsiz vadilerden,

Yükselmelisin kırk yıl evveline zamanın.

Doymayan; köpek dostu o kara kedilerden,

Küçüldükçe vaktidir, hızlıca uzamanın.

 

Sahte kahkahalarla, hiç durmadan ağlayan,

Gönlüne bir tebessüm hüznü değmeli artık.

Bir avaz duymalısın: Dayan yüreğim dayan,

Kulağında bir nişan; ezele dek bir yırtık.

 

Balçık balçık rengine, kulaç kulaç yüzmeli,

Yaratılış sırrını serperek bataklığa.

Akıl, akıldan yoksun; akılsız bir zır deli,

Bir adımlık mesafen, o sonsuz uzaklığa.

 

Ankara, Nisan 2011

 

Ve hikayesi:

 

Şiirin Hikayesi

 

Genç adam zaman zaman gelip güya bir an için rahatlamak arzusu ile gezintiler yaptığı kara denizin sahilinde yine günlerden bir gün paçalarını dizlerine kadar sıvamış bir halde, ayakkabıları ayağında ağır ağır sahili adımlamaktadır. Her gelişinde uzaktan izlediği sandal, yolcusuz ve sanki bilmediği bir yöne doğru ağır ağır yol alır gibi, bir o yana bir bu yana, yata yata ve bata çıka denizin ortasında sürüklenirken görünür gözlerine yine...

 

Genç adam, topraktan yapılmış sandalın: "Yeşil rengimle, bu karanlık sularda ne işim var benim?!...Neden bu acı sular içindeyim ki; neden, neden, neden?!..." dediğini duyar gibidir her seferinde... Bir meçhul sefere çıkan bu sandalın sesini yakından duyar gibidir... Ama nafile... Hep duyduğu ile kalmıştır yıllar yılı her gelişinde ve her görüşünde. Derken günlerden bir gün o malum sandal, görünür gözüne yine bir akşam ve büyür gözünde deniz...

 

İçin için kaynayan ama dışarıdan hep sakin görünen deniz dalgalanmaya, çalkalanmaya başlar. Dalgalar kendi içinde gitgide yükselir, yükselir, yükselir... Ve sandalın bir ucunda bir ateş belirir, taş kömürü renginde... Bir yandan tutuşan sandal öte yandan dalgaların dayağı altındadır... Genç adam gördüğü manzaraya daha fazla seyirci kalamaz ve yüzme bilmediği halde atlar çılgın denize... Ve yüzer, yüzer, yüzer...

 

Nihayet sandala ulaşır... Dehşetli bir denizin, dehşetli dalgaları arasında sandalla başbaşadır... Beline kadar içinde olduğu denizden avuç avuç su alır ve serper ateşin üstüne... Serper, serper, serper...

 

Genç adam yanıp batmasın diye ateşe su serptikçe, her avuç dolusu suda sandalın daha çabuk battığı farkeder... Farkeder ama olan olmuştur... Sandal tam batarken gözü ateş almayan diğer ucuna takılır... Sandalın ucunda büyük bir delik!...

 

Ben ne yaptım diye ağlar, dövünür genç adam... Ama olan olmuştur. Sandal suların içinde kaybolurken, dalgaların sürüklediği genç sahile çıkmıştır... Ayağını kuma basar basmaz dua eder: "Allahım!... Her şey Sen'den ve Sen'in elinde... Yüzmek nedir bilmeyen beni böylesi azgın bir denizin, hırçın dalgaları arasında boğulmaktan kurtaran Sen, elbet kaybolmuş bir sandalı da dilersen bir gün bir kıyıya çıkarırsın... İman ediyor ve Senden diliyoruz... Çıkar, çıkar, çıkar Allahım!..."

 

Genç kara denizi arkada bırakıp, sandalın peşisıra gözyaşı döke döke evine doğru yol alırken kendi kendine söylenir: "Yangına su ile gidilmezmiş demek!... Hele yangın bir de delik delikse..."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Eyvallah

 

Dünyanın ucuna sürseler ne gam,

Burcuna âlemin, tutkun olanı.

Boğsalar bir kaşık suda bir akşam,

Ne çıkar, sel gibi çoşkun olanı.

 

Kalbin esrarına yemin ederek,

Bir sonsuz lütuftur düşen bahtına.

Bir nasip!... Öyle ya daha ne gerek,

Çıkmak varsa bugün, Mansur tahtına.

 

Rahmet yağmuruyla arınır solun,

Delince kalbini bir dil kurşunu.

Bir bilsen, nereye çıkar bu yolun,

Bu yolun, bilseler, olmayan sonu.

 

Bilmeyen, nasipten yana nasipsiz,

Ne bilsin ne demek, bir anlık nazar.

Ya bilen!... Her sözü öyle tarifsiz;

Ok gibi göğsünü delen bir azar.

 

Sen yürü, ardına bakmadan yürü,

Davası hâk olan, batmaz çamura.

Ve ağla!... Geride aç-susuz sürü,

Hasret kalacaklar, nurdan yağmura.

 

Buluta neşteri vuran kahraman,

Bilirim, âşina gözlerin, derin.

Manzara haykırır: Ah ahir zaman,

Bir yargısız infaz, şimdi kaderin.

 

Hüznüne ilâhi bir müjdedir ki;

Kalbi kırıklarla beraber Allah.

Bir gün tekrar yollar kavuşur belki;

Sürgüne bismillah, hükme eyvallah.

 

Ankara, Nisan 2011

 

Ve hikayesi:

 

Şiirin Hikayesi

 

(Fonda; Grup Genç - Kuşandım Aşkını...

 

Kavgam karanlığa, güneş adına,

Bir önder var önümde, yürür çağlara.

Tahtı hasır, izleri kaburgasında,

Zindanlar durağım olsa ne olur?

 

Yüreğim dünyayı taşır sonsuza,

Zindan duvarları okşar başımı,

Hicret yollarında çıplak ayakla,

Düşerler düşüme, çöller yol olur.

 

Miracın konuğu Kutlu Haberci,

Gözyaşına secdelerle yön veren Elçi,

Gönülleri muştulayan Yüce Müjdeci,

Kuşandım Aşkını, çile ne olur? ...)

 

Ve genç adam hatiften işitir gibi:

-"Sen yüzünü Allah'a çevir sonra Mansur'dan dem vur... Yetmezmiş gibi bir de bela iste...Al sana o halde... Al!..." diye bir ses duydu ve:

-"Eyvallah... Eyvallah..." dedi, sonra:

-"Elhamdülillah..."

 

Gaibin aksinin resmi; şekli yani hikayesi ise şöyle idi:

 

Azgın bir denizin, kapkara sularını geride bırakan genç, kendini meydana attı ve haykırdı:

"Gelin, gelin!... Benim ardımdan gelin!... Peşisıra gittiğim Nûr'un ardından gelin!...Bu Nûr, sonsuza açılan kapı, sonsuza giden yol!... Bu Nûr sonsuzun ta kendisi!..."

 

Meydanı dolduran binler hayrette, bir yandan gözlerini oğuşturan kalabalık öte yandan söylenmekte... Onu az bilen, biraz bilen, çok bilen ve hiç bilmeyen ama herkesten, her ağızdan sesli-sessiz sesler:

-Bu, o genç mi?...

-Vay genç vay!... Ne güzel!...

-Helal olsun sana!... Helal!...

-Hayır, hayır!... Ona benziyor ama o olamaz!... Çünkü...

-Çünkü biz onu biliyoruz... O, o...

-Bu o değil!... Olamaz, olamaz!...

-Yürü genç yürü!... Senin ardın sıra gitmek gibisi var mı?... Senin ardına düştüğün şeyin ardına düşmek gibisi var mı?...

-Vay sahtekar vay!...

-Bir ampül ışığına dayanamazken, şu göz alan Nûr'un peşisıra giden o genç mi?...

-Hayır, hayır bu imkansız!...

 

Gözler oğuşturulur, eller yanaklara iner, hayret had safhada... Sesler uğultu halinde bütün bir meydanı kaplamış vaziyette... Göklerden göz kırpanlar, yerin altında inleyenler ve sesler ve sesler ve sesler...:

-Evet, evet o!...

-Tabi o!... Bakın bakın yüzündeki ben!...

-Aaa!... Hayret, inanılacak gibi değil ama o!... Gerçekten o!...

-Allah Allah!... Bu nasıl iş, bu nasıl sır!...

-Vallahi garip!... Aklım sırrım ermedi ama bu genç; o genç!...

 

Elleri tekrar gözüne gidenler, genci tanıyanlar, Nûr'dan kaçanlar derken gencin sesi tekrar yankılanır meydanda:

 

-Gelin, gelin!... Peşimden gelin!... Beni bilmeyen koşarak gelsin, bilenler uçarak... Ben ben olsa idim burda olur, böyle der miydim?... Ben, ben değilim... O halde gelin, Nûr'a gelin, İyi'ye gelin, Bir Güzel'e; En Güzel'e gelin... Gelin, gelin!... Çağrıma icabet edin... Bu çağrı bitmez zevkin, geçmez şevkin, solmaz yüzün, tatlı sözün, baldan aşın, paktan sütün, sonsuz neşenin, sevincin, mutluluğun çağrısı!... Gelin sesime gelin!... Sözüme gelin!... Özüme gelin!... Haydi gelin aslıma, nûrdan neslime!... Her şeyin aslına gelin!...

 

Ve yüzbinleri bulan kalabalığın içinden akın akın gencin peşine takılanlar... Davete kayıtsız kalmayıp, nûr ırmağına gözü kapalı dalanlar... Sözlerinin sırrı ile tutuşup ateş ateş ardına düşenler... Nasip sahipleri, Bir Sahip tarafından nasibe kavuşturulanlar...

 

Ve...

Ve kalabalık içinden sinek misali kaçanlar, eşek gibi çifte ata ata kalabalığı terkederek, uzaklaşıp bir boşluğa dalanlar, köpek gibi havlaya havlaya uzayanlar ve onlara eşlik eden arsızlar, hırsızlar, nursuzlar, nasipsizler... Nasipleri için nasipsizliği seçenler... Ve dalkavuklar...

 

Dalkavuklar eşeklerden daha eşek!... Köpeklerden daha köpek!... Sivrisineklere yoldaş dalkavuklar meydanı terketmez... Kalabalık içinden bir iblis tavrı ile süzülerek vilayet binasına doğru akarlar... Bir çamur gibi, bir irin gibi, kan gibi...

 

Meydana bakan bina... Vilayet binası... Ve pencerenin önü... Perde çekilmiş ve vali ile dalkavuk sahneye çıkmışlar... Söz dalkavukta:

-Bakın!... Bakın sayın valim!... Şu gencin yaptıklarına bakın!...

 

Valinin gözlerinde emniyet... Zira genci en iyi bilenlerden... Evvelini ve şimdiki haline şahitlerden... Şehirde, dalkavuk da dahil pek çok kimse bilmese de genç ile akrabalık bağı da bulunan valinin hali, dalkavuğun sözlerine aldırış eder gibi görünmese de bir anda gözleri... Evet sükûn ve takdir hisleri ile dolu gözleri birden faltaşı... Bir kurşun misali cümleler... Nişan tahtası, kalbinin ortası:

-Sayın valim!... İnsanları peşine takıp, şehri birbirine katacak!... İnsanları dert edindiği filan yok!... Bütün derdi kendi... Şöhret olmak, adam toplamak ve... Ve sizi yerinizden etmek istiyor!... Sonra vur patlasın çal oynasın!... Meydan benim olsun!... Bu meydanın atını ben koşturayım!... Bütün derdi bu ve sizin aleyhinizden yana olan her şey!... Sizi temin ederim!...

 

Vali'de hışım... Hiddet valide... Öfke, öfke, öfke... Gözlerinde gazap ateşi... Başında hışım dumanları... Akrabalık bağı, kem sapına kör sözler işli kılıçlarla kesili; yerde paramparça... Ve ayak altında... Ve emir... Sinir sinir ve kor kor cümleler ve kahır yüklü seslerle:

-Hemen yanıma gelsin... Derhal!... Derhal!... Ona, bunun ne demek olduğu göstereceğim!... Ne duruyorsunuz?... Çabuk!... Çabuuuk!...

 

Dalkavuğun yüzünde şeytani bir tebessüm!... Alçak bir eda ve yüksek bir ses tonu:

-Hemen sayın valim!... Derhal derhal!...

 

Dalkavuk odadan yıldırım gibi çıkar, yanına iki adam alır ve meydana ok gibi düşer Ve nûr kalabalığın önünde üç karanlık gölge Daha karanlık bir ses Dalkavuk:

-Haydi gidiyoruz!... Sayın valim çağırıyor seni!.. Hakkında şikayetler var!...

 

Genç sakin!... Tavrı, Allah ve Rasulü'nün davasına (bir nebevi nefes, bir ilâhi nimet ve bir karınca edası ile karıncalar çapında) sahip çıkan ve çıktığı sahiplik kadar davasına inanan (büsbütün Allah'ın ihsanı ve Dostu'nun himmeti ile inandırılan) bir inanmış tavrı:

-Pek âlâ!... Gidelim!... Bir duyalım ne imiş şikayet ve kimmiş şikayetçi!...

 

Genci takip eden nurdan kalabalıkta hayret!... Ve olacakları sezen, sezmeyen; valiyi bilen, bilmeyen Kaf Dağı'nın yolcusu binlerce nûrdan kanatlı (anka) kuşlar(ın)dan sesler:

 

-Allah Allah!... Vali bey niye çağırsın ki?...

-Eyvaaah!... Gencin sonu geldi!...

-Ne güzel gidiyorduk ne oldu ki şimdi?...

-Neden çağırmış acaba?...

-Yazık oldu gence, gence yazık oldu!...

-Bu adamlar da kim?...

-Ne oluyor?... Olan ne?...

 

Dalkavuk ve iki görevli ve genç Kat kat kat karanlık arasında ay gibi parlayan genç, vakar ile nûr yumağı kalabalıktan ayrılır ve binaya doğru yol alır

 

Genç ve diğerleri binaya yaklaşırken vali, yardımcısına dönerek:

-İşte geliyorlar

-Evet sayın valim!...

-Şu edasına bak!... Delireceğim!... Şu hali, şu yapıp ettiğinden emin duruşu beni dinden imandan edecek!...

-Evet sayın valim!...

-Sanki şehri kurtaracak!... Şehir sanki onunla nûr kesilecek!...

-Evet sayın valim!...

-Çok sinirliyim!... Çok da ne demek!... Ahh Ah!...

-Evet sayın valim!...

-Neyse!... Bir şekilde kurtulmak lazım bu beladan

-Evet sayın valim!...

-Ne yapalım, ne dersin?... Ben diyorum ki; daha fazla başımıza ip örmeden, iş açmadan, yerimizden yurdumuzdan olmadan uzaklaştıralım

-Evet sayın valim!... (İçinde bir gizli tebessüm Dalkavuktakine benzer, binbir entrika fısıldar gibi bir tebessüm... ve bir saklı söz: O uzaklaşındaa..)

-Nereye sürelim peki?... Dünyanın bir ucu olmalı ama neresi?... Çok uzak olmalı Çok uzakta olmalı Çoook!...

-Evet sayın valim!...

-Neresi, neresi, neresi?.... Hımmm Heh, tamam buldum!... Dünyanın bir ucu işte: Çin Çin'e sürelim

-Evet sayın valim!...

-Evet, evet!... Çin, en güzeli!... En güzeli Çin!... En uzağı!...

-Evet sayın valim!...

-Evet, Çin!... (Bir ince tebessüm, alabildiğine derin Çok hafif bir alay tonu ile:) Ama ne de olsa akrabalık bağı var değil mi?...

-Evet sayın valim!...

-Ona bir güzellik yapayım o halde!... Olmayan kan bağı ki; görünmese de bağ, bağdır

-Evet sayın valim!...

-Hem orayı, o da sever!...

-Evet sayın valim!...

-Sözüm ona güya kendince güttüğü davanın asıl pirî orda: Ahmed Yesevi!... Bu davayı asıl dert edinen O

-Evet sayın valim!...

-O'nun (Ahmet Yesevi Hazretlerinin) rüzgarı hala oralarda esmektedir

-Evet sayın valim!...

-Sürün gitsin oraya: Çin'e Ama doğusuna; Doğu Türkistan'a yani Sincan'a

-Evet sayın valim

 

Plak susar ve valinin odasının kapısı açılır Genç, dalkavuk ve figüranlar Genç adam başına geleceklerden haberdar!... Çünkü biliyor ki; Güzel'in dostu kadar en az düşmanı da var; çirkinseverler... Mideleri nûrdan değil; nârdan anlayan çirkin taraftarları... Nûr Irmağı'nın önünü açanlardan daha çok O Irmağın akışını kesmek isteyen nasipsizler!... Mekan (dünya) gereği ve (ahir) zaman icabı.

 

Yardımcısı(!) ile konuştuktan sonra biraz öfkesi geçen Vali'de, genci görür görmez yine eski hal: Öfkeden bir yumak!... Vali:

-Bunu, bunu Sincan'a gönderin Derhal!... Vali Yardımcısı:

-Evet sayın valim!...

 

Genç!... Dimdik ve emin!... Genç adamda yine aynı eda ve yine aynı tavır... Vakar ve sükûnet Valinin masasına oturur ve:

-Efendim!... Madem ki; bir şikayet var, yani davalıyım, o halde malum dava hakkında (beni dava edeni, davacıyı bilmek en doğal hakkım olsa gerek!... Çünkü hakkımda söylenenler bir yalandan ve uydurmadan ibaret Her kimse yüzleşelim Şayet şikayetinde haklı ise amenna Değilse, yüzüne tükürüp: Sen yalancı, hilekâr, düzenbaz, nasipsiz, uğursuz, nursuz, onursuz bir müfterisin diye haykırayım...)

 

Vali'nin öfke kusan ses tonu:

-Yeter kes!...

 

Genç söylemek istediklerini söyleyemez "() hakkında " der ve kalır

 

Bir infaz Yargısız, mahkemesiz, insafsız bir infaz

 

Odada valinin sesi çınlamakta:

-Sanki şehri, insanları sen kurtacaksın!... Sana mı kalmış, seninle mi kurtulacak millet?!...

 

-Ama, der genç: ve devam eder birkaç kelimecik: Efendim!... (Elbet bu iş bizim işimiz değil!... Beni siz de tanırsınız ki; bırakın insanları bir şeye çağırmayı, ben borç verdiğim adama, "borcunu öde" diye dahi çağıramam, bağıramam İnsanları bir şeye ben çağırıyorsam, gürül gürül bir şey için bağırıyorsam, hakikatte o ben, "ben" değilim demektir Bu iş benim işim değil demektir O'nun ve O'nun işi İşin hakikati bu!... Üstelik bu öfke, bu korku neden?... Bu şartlar ve bu zaman içinde ne diye?... Güzel'e düşman kesilenlerin Allah korkusuzluğu kadar, Güzel'e ben dostum, ben Güzel'i seviyorum, diyenleri Allah korkusu yok mu?... Yoksa yazıklar olmasın mı?...)

 

Yine gencin sesi kesilir "Ama, efendim!..." der ve söylediği iki kelime ile kalır Ama ne geri bir adım ne de bir usanma Yalnız, yalnız bir kırgınlık göğsünün sağ tarafında. Bir ince sızı Zira vali, genci biliyor Onu tanıyor... Bilmeyenlerin yapıp ettikleri, sayıp döktükleri neyse de bilen birinin bu tavrı....

 

Yine sesler Sesler, valinin sesi:

-Tamam, tamam!... Kes sesini!... Şimdi çık dışarı!... Gözüm seni bir daha görmesin

 

Genç:

-Eyvallah der ve odadan çıkar, için için yanarken... İçinden için için yanarken, içinden kendi kendine söylenir (Bir kendi duyar, bir O, bir de O):

 

-Yazıklar olsun!... Yazıklar olsun!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ağla

 

Ağla kalbim ağla, gözlerim yansın,

Duman duman yaşlar, aksın ruhuma.

Feryâdın, figânın arşa dayansın,

Hayat suyu aksın derin uykuma.

 

Bir rahmet bulutu olur bakarsın,

Bir vakit öncesi nârdan inciler.

Sen ağla, tutulur bir zaman yasın,

Bir gece, hatrına kör dilenciler.

 

Görünmez yollardan, olduğun yerde,

Yürü, kan dökerek, kimse görmeden.

Bir yol ayrımında, belki taş perde,

Dağılır kum gibi, hüzne inceden.

 

Ve saçılır bir gün sonsuz muştular,

Semâsına damla damla âlemin.

Örtülür karanlık ve kör kuytular,

Hikmetten bir kaya olur mâtemin.

 

Anlarsın bir fener kesilince, sen,

Nedir karanlıkta saklı o ışık?

Bu ışık, ne demek bilmek istersen;

Ruhun tâ ezelden beri kamaşık.

 

Taşı eritsin de, rahmet gözyaşı,

Toğrağa ve suya hiç dokunmasın.

Daha çok şaşılmaz dokunsa başı,

Bir buluta bir gün bir karıncanın.

 

Kimin umurunda bir kırılmış diş,

İncitilen gönül, kan revan yanak.

Bir dua: Allahım, n’olur bu gidiş,

Rahminden dökülür, titrerken dudak.

 

Sen, sen (En Güzel)den yana işaret,

Belki ruhsuz ceset, simsiyah kefen.

Ama bil her zerre mutlak kefaret,

Ağlamak, haşre dek senin vazifen.

 

Akıl tezgahında dokunan kumaş,

Akla perde çeken bir sır ki; kader;

İnsanda ne bir göz kalır ne de baş,

Çatlak kafasıyla bu ne demek der?...

 

Teslim olmak, işte kazadaki sır,

Tel tel şimdi elde, en sırlı yumak.

Yaşayacak olsan belki bin asır,

Sana düşen yalnız yalnız ağlamak.

 

Ağlaya ağlaya büyürmüş başak...

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arayış

 

Çok uzaktan bir ışık, gözlerinde parladı,

Her kıvılcım bir ıslık; gel, der gibi ağladı.

Sanki rüzgar misali, esti gitti genç adam.

Zîya ile visâli, tamam oldu tastamam.

Gerçeklik oldu tasa, gerçeğin de gerçeği.

Duydukları hep posa, şimdi gözde merceği;

Yakın tuttu, yaklaştı, hakîkat ateşine.

Akıl uçtu, göz şaştı, düştükçe hep peşine.

Tılsım, tılsım doğruluk; tutar kaldırır dağı.

Ona doğru yolculuk, sırra değmek parmağı.

Yetmez dedi, genç adam, doğru dedi, doğrusu.

Yandıkça sırılsıklam, kesildi her sorusu.

(Nasıl)da ve (niçin)de, takılmadı, kul oldu.

Alevlerin içinde, yandı bitti kül oldu...

 

Ankara, Nisan 2011

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Nûr Bebek

 

Baba Âdemden yana ak pâk olan Nûr Bebek,

İnsanlar kaçıyorken, melekler öbek öbek;

Altında ve üstünde, sağında ve solunda,

Hem her iki yanında, soluğunda, yolunda;

Dizilmişler hepsi de sanki birer divâne,

Sen sönmeyen bir ışık ve onlar da pervâne.

Yetim oluşun kader, sırrından bir parçacık,

Bilerek yüz çeviren bir delidir apaçık.

Seni bırakıp bulan, buldu nasibi neyse,

Sensizlik ve nasip mi?... Bulunmaz neredeyse.

Gelenler yanlarında döndüler bebeklerle,

Bir anne kaldı yalnız, hısım kelebeklerle.

Belki (Sen)den habersiz yakınında bir o var,

Kucağında bir boşluk, (Sen)le dolana kadar.

Melek yüzlü bir kadın, adı Halime Hatun,

Seni görmeden Sana ezelden beri meftun.

Gözlerinden semaya fışkırana o şahit,

Güneşi utandıran gözler, açsan ne vakit.

Göğsün bir gül bahçesi, bir fark ile âşikar,

Ne çalı var ne diken, tâ ki ruhuna kadar.

Her güzelin sebebi ve her sırra bahane,

Asıl sır (Nûr Bebek)te, çünkü diyor sütanne:

Gariptir, sol yanımdan beslenmedi Nûr Bebek,

Hep sağ, hep sağdan emdi, sütten kesilene dek.

Evvelin, bebekliğin ve bambaşka âhirin,

Bâtınında neler var, böyle ise zâhirin.

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gelin

 

Gözümün önüne bir güzel serin,

Gelin, gelin masum bebeler gelin.

Arşa değen minberlerden ses verin,

Dalga dalga kutlu hutbeler gelin.

 

Bildiğim ne varsa miras dünümden,

Aşikar ve saklı hepsini tümden,

Evvelce, burada en son günümden,

Tuzla buz edecek cezbeler gelin.

 

Kaldırımlar mezar, taşları diken,

Bir ölü misali güya yaşarken,

Minarede sesler tam dikkat derken,

Beni diriltecek tevbeler gelin.

 

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Korkunç Merhamet

 

Tutuşturunca bir vehmin alevi,

Zavallı aklımı orta yerinden;

Sökülür sükûta mıhlı bir çivi,

Sesler gelir yerin derinlerinden.

 

Beynimin içinde şimşekler çakar,

Gözümden fışkırır ateş topları.

Sanki, sanki bir sel içime akar,

Kusar bir lağımdan beter suları.

 

Etten ve kemikten bir tas içinde,

Çalkalanır fikrim, bir an durulmaz.

Kan bürür göğsümü, cevap peşinde,

Deli olsam da her soru bir açmaz.

 

Karanlık gölgeler çöker üstüme,

Yol keser ufukta siyah kargalar.

Görünmez semada, ziftten bir küme,

Katran yüklü yağmur ruhuma dolar.

 

Biz azap yaşarım, belki boş yere,

Belki hiç olmayan bir hiç uğruna.

Var olsa ne çıkar haydi bin kere,

Yangına ateşle gitmek boşuna.

 

Ve durulur bir gün esince rüzgar,

Dağılır, toplanmaz bildiğim başım.

Merhamet istemem, ölene kadar,

Siz gelin rahmete nişan, gözyaşım.

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Marifet

 

Bir şapkadan maymun çıkardı adam,

Alkış tufan, gökler inledi birden.

Ancak budur hüner, elbet tastamam,

Ses geldi; çığ gibi, sesler her yerden.

 

Göz çıktı yerinden, patladı boğaz,

Binbir gece tebrik, çöktü omuzlar.

Az gelir, dedi halk, ölsek bile az,

Düştüler peşine, elde topuzlar.

 

Gezdiler âlemi meşalelerle,

Alay alay her gün, en önde mahir.

Maharet yolunda işte merhale,

Ne akıl işi bu ne başka zahir.

 

Akıl bu, bir zaman sonrası perde,

Aslı da az toprak, hava, su, ateş.

Takılır ardına görse her nerde,

Ufukta bir esrar topağı güneş.

 

Bir gün, bir gün anlar anlaşılmazı,

Ahali, bir oyun, her şey berhava.

Görünmez harflerle tahtada yazı,

Ne varsa hepsi zan, hep hava civa.

 

Dağılır, yutulur yerde yılanlar,

Ve çıkar pazara, ip ile asa.

Hayretin ardından elde kalanlar;

Hayrete hayret ki; değişmez yasa.

 

Ve bir pazartesi büyük işaret,

Belirir, nişanı besbelli baştan.

Her şeyden ziyade asıl marifet,

Asasız bir kuşu çıkarmak taştan.

 

Ankara, Nisan 2011

 

Şiirin Hikayesi:

 

Anlamak da arifin kârı ya!...

Lâkin onların ki bambaşka bir biliş!...

Bambaşka bir buluş ve çekip çıkarış...

Taşa dönmüş bir insandan, Kaf Dağı'na kanatlanan Anka'yı çıkarmak...

Acayip iş!...

Ah ya Şafii!...

Ah İmam!...

Adınla yaşa!...

Bilmeyen, duymayanlar için not edelim, der ki, (Habib-i Acemi'yi kasıtla) bir soru sormak isteyen İmam Hanbel'e: "Sakın sorma!... Zira bunlar acayip bir taifedir..."

 

Hikayesinden bir nebze idi...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çâre

 

Varılmaz, oraya gitmek istesem,

Varsam da nihayet o bir son durak.

Yollarda şaşkınım, bir yolda sersem,

Her mekân karanlık, hep çıkmaz sokak.

 

Ayağımda bir çift pranga zaman,

Ve kollarımda kör akrebin dişleri.

Uçsam, kanatlarım, tüy tüy kan revan,

Gövdemde ağır yük, incecik deri.

 

Ne vakit varılır kim söyler bana,

Evet, nerelerden geçilerek, kim?

Ne varsa her şeyi bırak bir yana,

Der, gibi zamansız, mekânsız Hekim.

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Eşikteki Adam

 

Eşikteki adam bir çocuk gibi,

Çökmüş iki dizi üstüne gece.

Saçı sakalında korkuluk gibi,

Tutmuş kapıları öyle bilgece.

 

Yüzünde zamandan hatıra izler,

Dilinde bir şeker, zehir tadında.

Meczup sözlerinde bir şeyi gizler,

Sanki gizli kalmış bir sır adında.

 

Gözleri, aklının gördüğü yerde,

Aklı, anlaşılmaz güzele mahkum.

Anlatamaz, hani o güzel nerde,

Diye sorsa biri, yalnız bir yudum.

 

Ve açılır ağır ağır bir kapı,

Göz alan bir ışık düşer eşiğe.

Genişler, daracık aklının çapı,

Ayrılık vakti der, zandan beşiğe.

 

İşte aradığım bin yıllık iksir,

Şuur, şuur diye yandığım gâye.

Esrara bir çağrı, sırdan bir şiir,

Bu henüz eşikte verilen pâye.

 

Sonrası için ne harf ne kelime,

Tek noktayı izah edemez bir an.

Kitaplar, kağıtlar hep lime lime,

Ve akıl ve zanla beraber zaman.

 

Ankara, Nisan 2011

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...