Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SiyahCeket

Editor
  • Content Count

    104
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    12

Posts posted by SiyahCeket


  1. Bence yarışmaya ayarsız katılsın trradomir. Adam üslup bakımından hayli yeteneksiz. Yaptığı yorumlarda kurnaz bir müteahhit kadar kabiliyetli. Harry Potter’ın tüm serisini edebi bir zevk ile okumuş olduğunu da unutmamak gerek. Sonra, tırnaklarını yemeyip haftada iki kez tırnak makasıyla düzgün bir şekilde kesmesi de onun artı hanesine eklenecek gereksiz bir ayrıntı. Az kalsın unutuyordum, hiç kimsenin henüz yapmaya muvaffak olamadığı bir alışkanlığı var bu muhteşem prensin. Evet, her yemekten önce dişlerini fırçalamasından bahsediyorum bu fevkalade insanın. Yalnız üç sorun var. Birincisi ayarsız’ın katıldığını duyunca diğer yarışmacılar yarışmadan çekilebilir. Bu da tek başına yarışan ayarsız’ın jürinin adil kararıyla on birinci olması demek olur ki en düşük ödülden bile mahrum kalarak psikolojisi bozulabilir. İkincisi, diğer yarışmacılar yarışmaktan vazgeçmediği takdirde ayarsız, bir öğrenci psikolojisiyle hareket ederek, nasıl olsa hocalar (jüri) bu kadar kağıdı okumaz diye yarışmaya kremşantili çilek dolmasıyla katılabilir. Üçüncü sorunsa ayarsız bu yarışmayı kpss, ygs ya da yds gibi bir sınav zannederek, deneme yarışmasına katılımın son gününde herhangi bir okulda ders işlenen bir sınıfa girip, öğretmenin şaşkın
    bakışları arasında öğrencilere hitaben : “05 ucu olan var mı?” diyebilir. Öyle görünüyor ki bu yarışmaya ayarsız’ın katılması oldukça mantıklı:)

    • Like 1

  2. Sayfa 11

    Çıban bürümüş, baştan ayağa cerahat kaplı bir vücut, birkaç küçük sivilceyi sıkmak ve kanatmakla temizlenemez.

     

    13

    Yeniçeri, düşman yurdu yerine kendi vatanını işgal altında tutan asker.

     

    24

    Açığa vurulan şüphe, çekinilen ve korkulan şeyin vücuda gelmesinde başlı başına müessirdir.

     

    103

    Genç Osman faciası, zehirli ve irinli ecnebi kanıyla beslenmiş bir ordunun Türk namusuna sürdüğü ebedi lekedir.

     

    129

    Sarığı, kalbinde ve mana halinde değil, kafasında bez olarak taşıyan ve Şeriat’ı nefsaniyetine uydurmaya çalışmaktan haya etmeyen sözde din adamları…

     

    294

    Kalbimiz ve kalıbımız bir arada olsun! (Sultan Mahmud)

     

    299

    Fikrin olduğu her yerde her şiddet, operatörün neşteri gibi bir nimet, olmadığı yerde de katilin bıçağı şeklinde bir afettir.

     

    299

    Yeniçerilik davasında yapılacak şey, ikinci bir Yeniçeri halinde ona musallat olmak değil, onun derisi içine ve ruhuna girerek ıslahına gitmekti.

     

    301

    Alçalma tarihimizde, her devreyi kapsayıcı büyük illet ve eksikliğimiz, fikirsizlik…


  3. Atıl, saldır, davran, başar! Yaşayanlar böyle yaşar! ( Tarkün’ün şarkısı)

     

    Tarkün’ün dillendirdiği bu şarkının sözlerini merkeze oturtarak, içine kendimizi de dahil edip şöyle bir etrafımıza, eşimize, dostumuza, tv ekranına, kısacası dünyaya bakalım. Bakalım bu şarkının sözlerinden herhangi bir hisse kapmamış kaç kişi çıkacaktır karşımıza. Toplum diliyle bir daha söyleyelim : kaç enayi çıkacaktır karşımıza. Hak yememenin enayilik, sessiz durmanın pısırıklık, kuyu kazmamanın aptallık olarak algılandığı bir insanoğlu hapishanesinde, neredeyse herkesin atılıp, davranıp, saldırıp, başarılı olması ve bu şekilde yaşamasının neresi tuhaf? Elimize fırsat geçince (bence pek azımız müstesna) hepimiz ortak bir noktada buluşan insanlarız. Masum, gururlu, hilekar, bonkör, kibirli, alçakgönüllü olabiliriz ama elimize o cazip, o intikam bulutları yüklü, o bir daha gelmez fırsat geçtiğinde bakmışsın bir zalim olmuşuz.

     

    Şimdi aklıma geldi, Tarkün bu şarkıyı belki de Batı için yazmış olabilir. İlk harfinden son harfine kadar bu düstura uyuyor adamlar. İngiltere bir atılmaya görsün bütün Afrika’nın ümüğünü sıkıyor; Amerika bir saldırmaya görsün İslam Ülkelerinin yer altını, yer üstünü birbirine geçiriyor; Fransa bir davranmaya görsün mali buhranlarını Mali’den çıkarmaya çalışıyor; ve Batı başarıyor. Böyle yaşadığı için yaşıyor. ‘Diş geçir, kan em, yok et, parçala, böl, birbirine düşür, başar! Yaşayanlar böyle yaşar!’ Batı böyle şarkılar bulmakta zorlanmayacak tek yerdir.

     

    “Batı’da kardeşlik duygusu yoktur.” (Dostoyevski)

    “Batı’lı savaşarak almaktan yanadır daima.” (Dostoyevski)

    “Seni seviyorum Dostoyevski.” (Ceket)

    • Like 2

  4. Yüzlercesinden birkaç tane :

     

    Sayfa 12 : Felsefe ha!.. Göğü zıpkınlamak işi Keşke işiniz toprağı bellemek olsaydı!

     

    Sayfa 16 : Akıl, kendi kendisini patlatmaktan başka hangi güce sahiptir ki?..

     

    Sayfa 18 : En büyük rahat, rahatsızlığa alışmaktır.

     

    29 : Mine onun nazarında yalnız arkasındaki manzarayı gösteren bir cam

     

    32 : Samimilik yalnız annede

     

    63 : Biz, hepimiz, kendimizden başkasını sevmiyoruz! Başkasında sevdiğimiz yine kendimiz

    Hayır, ben seni seviyorum!

    Seni sevmemi istemeden sevebilir misin?

     

    66 : Bir tarafı can çekişir ve ölürken, her tarafına bedel başka bir tarafı canlanmakta,dirilmektedir.

     

    75 : Çok defa sırt çevirdiğimiz basitlerin, dilsiz tarafından ne karmaşık mahiyetler taşıdığını sonradan fark ederiz.

     

    86 : Batı karbon olmaya mahkum bir dünya

     

    94 : Hiçbir harita tasavvuf kahramanlarının çizdiği ruh topoğrafyası derecesinde emin olamaz.

     

    107 : İslamiyet evvela inanmayı, sonra da bu inanç etrafında ebediyen yeni ve sağlam bir ruh ve ahlak yapısına malik olmayı emreder.

     

    119 : Bu tepeden bakan hakim tavrınızı değiştiriniz!

    Madem ki iddiam büyük, tavrımın da mahkum tavrı olamayacağını kabul buyurursunuz!

     

    153 : Gözlerini yum ve hiçbir şey düşünme!..

    Nerede o saadet

     

    156 : Ağaç, vahdet musikisinin ne muazzam şekil senfonisi

     

    166 : Yangını kartpostalda seyretmek değil, alevinde yanmak gerek

     

    168 : Nefsini ve şeytanı bir mahkeme reisi gibi sanık sandalyesine oturtmaya bak!.. Kelepçelerini çözdürme ve seninle yer değiştirmelerine imkan bırakma!..

    • Like 3

  5. Çok eski sayılmam ama üyeliğim neredeyse 3 yılı bulmak üzere. Eski başlıklara, paylaşımlara bakınca ilk yıllardaki rüzgarın daha tesirli estiğine, heyecanın daha yoğun olduğuna katılmamak mümkün değil. Birçok üye gelmiş, kalmış, geçmiş; güzel izler, tatlı hatıralar bırakmış. Pek çoğu aramızda yok şuan. Fakat o ilk yıllardan kalan birkaç insan hala “uzun teneffüsler” le de olsa sitemizi onurlandırmaya devam ediyor. Mesela trradomir... Mesela mitajanı… N-F-K.com ‘un efsaneleri arasında çoktan yerini almış bu iki kıymetli üyenin hala aramızda bulunuyor olması bana göre yeni sayılanlar ve yeniler için mühim bir örnek. “İyi atlara binmiş, iyi insanlar” hala var bu sitede.

    • Like 4

  6. Üstadın Adnan Menderes’e Amerikan elçiliği ziyareti öncesi söylediği şu söz özellikle Tanzimat’la başlayan ‘kendimizden kopma’ talihsizliğimize müthiş bir karşı duruş göstermesi bakımından oldukça mühim : “Şimdi sizi penceresinde bekleyen sefir, kendi malı olan (Kadillak) marka otomobilde görünce şahsiyetinize nasıl inanabilir? Ve bu şahsiyetin zorlayacağı tekliflere nasıl yatabilir? Bir kağnı ile gitseydiniz daha tesirli olurdunuz! “ Kağnı’nın Kadillak ile yarışamayacağı doğru, buna laf yok lakin mesele bunun çok ötesinde olsa gerek. Mesele, kendi yaşamından, kendi giyiminden, kendi araç gereçlerinden tiksinerek, Batı’nın yaşamına, giyimine, araç gereçlerine kucak açmak. Cansız bir manken gibi Batı tarafından giydirilmek mesele. Batı’nın da isteği ve yaptığı bu zaten. Öyle işgal etmiş ki Batı; onun kotunu giyip ona kafa tutar, onun kolasını içip ona tükürür, onun ayakkabısıyla onu çiğnemek, onun silahıyla onu öldürmek ister ona düşman olanlar. O ise artık kendimiz olmuştur çoktan. Batı’nın kulağını çeksen senin burnun acır. Üstadın Menderes’e bu müthiş teklifi ne kadar da asil. Cumhuriyet tarihimizde bir mütefekkirin bir başbakana bundan daha hakiki bir öneride bulunduğunu sanmıyorum. Kendi kimliğimizle yaşamanın bir başkasına kötü gözükmesinin ne önemi var? Kendimiz olarak yaşamıyorsak biz kimiz? Bu şekilde bir şahsiyet sahibi olabilmek mümkün müdür? gibi soruları ve çok daha fazlasını acı bir rüzgarla fısıldıyor Üstadın bu önerisi. Batı (düşman) kılık değiştirerek sinsice avlamayı çoktan aşmış bir hayvan. O artık kendini değil, elinin değdiği her şeyi değiştiriyor.

     

    “Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var

    Karşınızdakini değiştirmek”

     

    Sezai Karakoç (Masal şiirinden)

    • Like 3

  7. Üstadın üstün bir özelliğini bir kez daha kanıtlayan piyestir. Üstadın yazdığı eserler edebi metin olarak bir ahenge sahip olduğu halde, sadece edebi yönüyle ele alınacak bir metin olarak kalmıyor, onun da üstüne, çok daha yükseğe çıkabiliyor. Bir yemek düşünün ki doyurmakla kalmayıp, yakacak odunundan sıcak tutacak paltosuna, içecek suyundan barınacak evine kadar insanın her şeyini tastamam tedarik ediyor. Halbuki o bir yemek ve ondan beklenen sadece açlığı bitirmesi. Edebi metinlerden aldığımız edebi tadı da buna benzetiyorum. Evet, doğrudur, sadece o tat bir eseri okumak için kafi gelecek bir sebeptir. Fakat Reis Bey; ‘Ver cüceye, onun olsun şairlik.’ dizesindeki gibi sadece bir piyes olmayı, okunan, izlenen ve alkışlanan bir oyun olmayı reddediyor. “Gölge varlıkta barınmak yerine büyük sanatkarlığı tercih ederek” çağının üzerine çıkıyor.

     

    Oyundaki Reis Bey’in en belirgin özelliği samimiyeti olsa gerek. Sadece o büyük dönüşümü yaşadıktan sonraki hayatı için demiyorum; en başından beri, taştan daha sert olduğu zamanlarda da samimi bir adam Reis Bey. Büyük bir yanlış yaptığını ve bu yanlış yüzünden bir insanın hayatına sebep olduğunu gördükten sonra çektiği vicdan azabıyla ardına düştüğü merhamet yolunda sonuna kadar gitmesi de bu yüzden olsa gerek. Evet, anlık bir vicdan kaygısıyla birkaç metre savrulduktan sonra kendine gelip uyumaya ve gülmeye başlayan sıradanlar gibi yapmıyor; sonuna kadar gidiyor Reis Bey. Reis Bey Bu yönüyle, hayatını mahvettiği kadının peşinden, makamını, geleceğini, konumunu, yaşamını hiçe sayarak sürüklenen Nehludov’u edebiyat tarihindeki kardeşi olarak kucaklıyor. Nehludov da Reis Bey gibi samimiydi, ve o da sonuna kadar gitti. İkisi de işledikleri suçların cezasını geleceklerini, özgürlüklerini ve rahat yaşamlarını feda ederek ödedi. Bu iki vicdan kahramanından öğreneceğimiz ne çok şey var.

    • Like 3

  8. “Tımarhanede delirmek istiyorum.” der bir sahnede Hüsrev. Hassas ruhu, gizemli iç dünyası, etrafındaki açık rezalet ve başına gelenler söyletmiştir ona bu sözü. Hüsrev, kalabalık içinde yalnızlığın ve o kalabalıkta yaşamak zorunda kalmanın; kalamamanın, gidememenin yükü altında çocukluğundan beri peşini bırakmayan bir aile dramının, bir uçurumun kenarındadır. Hüsrev’in kaldırımları da serseri, çilekeş ve yalnızların annesidir. Nevzat ve Şeref karşısında Mansur; Zeynep karşısında Selma; geceyle gündüz, ateşle su kadar birbirinden uzak bu insanlar, Hüsrev’i dondururken ısındıran, öldürürken dirilten iki ayrı, iki uzak, iki yabancı dünya gibidir ve bu zıtlık onu çılgınlık diyarlarında gezdiren sebeplerden biridir. Othello’nun bir yalana kanarak işlediği cinayeti; Timon’un servetini paylaştığı dostları tarafından ihanete uğraması; Nikita’nın zalim iki kadın yüzünden insanlıktan uzaklaşması; Hüsrev’in kazara öldürdüğü Selma ve kendisini bir incir ağacına asan babası büyük krizin, insanı ya tüketen ya da ona hakikatlerin içyüzünü gösteren büyük krizin kapısı niteliğinde. Timon o kapıdan girdiğinde evi dağınık, karanlık ve kimsesiz buldu. Nikita ise vicdanına yansıyan dev bir ışıkla dünyaya günahlarını tek tek itiraf ederek kurtuluş şarkıları söyledi. Othello, “bir Hintli gibi, kendi kabilesinden, binlerce kat değerli inciyi ellerinden, umarsızca düşüren bir cahil” olarak kendini öldürdü. Hüsrev, bir adam yaratmaya kalkışarak Allah’ın sınırsız ve erişilmez gücünü görüp “bilinmez meşhuru bildi.” Nevzat ve Şeref gibi samandan; Zeynep gibi sağlıklı :) insanların olduğu açık havada bulunmaktansa kendisiyle baş başa kalıp Allah’ı düşünebileceği, Selma’nın hayaliyle avunabileceği bir tımarhanede yaşamayı nimet saydı. Selma’nın çoktan terk ettiği bir dünyada, belki tek dayanağı olan incir ağacının da dibinden kesilmesiyle o sarsıcı son sözler çıktı dudaklarından : “Ne yapayım anne, kestiniz incir ağacını.” Dibinden kesilen incir ağacıydı ama yere devrilen Hüsrev oldu.

     

    Üstadın 15 tiyatro eseri arasında yeri apayrı olan bu oyunu Muhsin Ertuğrul’un performansından izlemek varmış.

    • Like 1

  9. Efendi Hazretlerini tanıdıktan sonra eser vermeye başlaması, Üstadın da değindiği ne çarpıcı bir hakikat. Okurken hayretle düşündüm. 1934’e kadar birkaç hikaye, birkaç şiir… Derken 1934’ten sonra yani Efendi Hazretleriyle beraber (Tohum), (Bir Adam Yaratmak), (Çile) ile başlayan ve daha pek çok büyüklü küçüklü bir sürü eser… Ki bu eserlerin her birinin ne kadar derin olduğunu, mahiyetlerinin ne denli doyurucu olduğunu biliyoruz. Sadece bu yönden düşündüğümüzde, Üstadın mürşidinin, Efendi Hazretlerinin ne kadar büyük bir Veli olduğunu anlayabiliriz. Türk edebiyatının ve düşünce ikliminin en kıymetli eserlerine vesile olan; Üstadın bile okuduğumuz kitaba rağmen “anlatamadığım” dediği o büyük insana bugün hepimiz çok şey borçluyuz. Allah Dostlarının en büyük hususiyetlerinden biri de bu belki; kendilerinde yanan ışıkla koca bir şehri bile aydınlatabiliyorlar. Etkiledikleri fertler, cemiyeti düzeltebiliyor. “Ölmemek neymiş onlardan öğrenenler” hareket eden ölüleri, yaşarken dirilmenin iksiriyle besliyor; onlara yaşanmaya değer hayatın adresini gösteriyorlar. Büyüklükleri içinde ne kadar da mütevaziler… Sadece, Abdülhak Hamit için “o bizden büyüktür, biz onun yanına gidelim” demesini örnek göstermek yeterli.

     

    Üstadı daha derinden anlayabilmek adına bu esere öncelik verilmesi çok yerinde. Özellikle 1935 – 1940 arasındaki eserlerini, bu eserden sonra okumak gerekir. “Böyle olurmuş Üstadın Üstadı” diyor insan. Ve “Kaç milyar baba, kaç milyar anne senin binde birin eder?” cümlesini daha iyi anlıyor. Ve tabii (Efendim) şiirini…


  10. İftar programına katılamadım maalesef. Trradomir ve mitajanı da oradaymış; hazır ayarsız da yokmuş… Güzel olurdu lakin kısmet değilmiş.

    Şu merak yok mu... Ne yediniz akşam?

     

    Tam ayarsızca bir soru. Neler konuştunuz, sohbet nasıl geçti, kaynaşma nasıldı gibi gereksiz! sorulardan ziyade, ne yediniz? gibi cevabı en çok merak edilen soruyu soran bu adamın iftara katıldığını düşünmek bile insanı aç bırakır. Sofrayı siler süpürür ama hala midesinden gurultular gelmeye devam eder. Çorbayı tencereden, suyu ibrikten, kompostoyu da kaynadığı kazandan kafaya diker bu adam. Gözümde göbekli bir ihtiyarın canlanmasına sebep olan bu amca, görgü kanunlarının her bir maddesinden müebbet yiyecek kadar centilmen olsa gerek.


  11. Batı tefekküründe yürürken, karmakarışık sokaklardan geçiyor gibi hissediyor insan kendini. Bir yol, ama sonu nereye varacak belirsiz. Sisler içinde, görüş mesafesi önünü göremeyecek kadar düşük bir yol. Gidilecek adres var mı, orası belirsiz. Aslında bilinen bir sona, tahmin edilebilecek bir adrese sürükleniyor kervan. Bu adresin uçurumdan başka bir adı yok. Öyle bir uçurum ki, akıl ayaklarıyla yolun sonuna dek ulaşmaya çalışanları bir bataklık gibi kendine, içine çekiyor. Akıl arabası, sığacağı yollar tükenip patika yolları karşısında gördüğü zaman, onu her şey zannedenler tarafından hala sürülmeye, o iğne deliğinden geçirilmeye çalışılıyor. İmkansızı zorlamakla ve amacına ulaşamamakla hüsrana uğrayan beden, aklın artık kırılmış olan kanadıyla uçurumdan düşüyor. Batı tefekkürünü okurken müthiş derecede rahatsız oluyor insan. Bir kurtuluş vesilesi olarak bahşedilen zekayı, kendi idamlarının giyotini olarak kullanan onca çaresiz ve iflas etmiş var o satırlarda. Bir tarafta bulamayanlar, diğer yanda bulduklarını zannettikleri şeyin bir hakikat olmaktan çok uzak olduğunu bilemeyenler… Filozofların değil, Peygamberlerin bildirdiği Allah’ı arayan ve son resule, kainatın tacına kadar tüm isimleri sayan ama ona gelince susan ve doğal olarak tek adım atamamak yüzünden son vapuru kaçıran Paskal gibiler; henüz yirmibir yaşındayken, tek harf daha yazarsam çıldırırım diye şiiri bırakan ve ölmeden önce Arapça “Allah kerim” diyen sır dolu Rembo gibiler; Batının en büyük fikir adamı, Batıya ilk vahdani görüşü getiren Sokrates gibiler… İntihar edenler, delirenler, yakılanlar… Rönesans ile yükseliş… Birbiri ardınca gelen madde keşifleri… Her gelenin bir öncekini çürüttüğü fikirler… Bir türlü ruhu, hakikati bulamayış… Bu bulamayışın, bu buhranın neticesi olan ve ikisi de birbirinden beter iki tane dünya savaşı… Ruhunu kaybedenlerin dünyayı yok ederek bir telafi amacı gütmeleri… Aklın götürdüğü son : 100 milyonu bulan ölüm… Kaç milyonu çocuk, kaç milyonu kadın?..

     

    İslam tasavvufu… Pürüzsüz, berrak bir günde her tarafında adres gösteren tabelalar bulunan, toprağı kardan yumuşak, dikenlerden ve taşlardan temizlenmiş ve nokta kadar kirlenmemiş bir yol… Yol manasına yolların yolu; istikametlerin istikameti… Nefs barikatlarına, aklın hilekar tümseklerine takılmadıktan sonra ulaşılacak adres, bu yangın yerinde yürüyen için, attığı her adımda içini ferahlatan bir huzurdur. Batı tefekkürü doğar doğmaz ölen bir çocukken, İslam tasavvufu sonsuza kadar gençtir. Aklı her şey zanneden ve bu yüzden hiçbir şeye eremeyen Batıya karşılık, hududunu gören, tükeniş sınırlarını bilen akıl, İslam’da en mübarek vasıta… Patika yolu gördüğünde arabayı o noktada bıraktığı için… Üstad : “Nasıl, batılı bütün maddenin topoğrafyasını şahane bir şekilde çıkartmışsa, tasavvuf ehli de ruhun topoğrafyasını öyle bitirmiştir.” Ve yine Üstad, Aynadaki Yalan’dan : “Batının büyük mustaripleri hakikat dağına tırmanış yolunda İslam velilerine nisbetle çıkmaz sokağın cüce piyonlarıdır. Istırap felsefesine, hafakan hikmetine kadar ulaşırlar da yine yolda kalırlar ve büyük oluşu bulmaya yakın, büsbütün kaybederler. Dönüp dolaşıp yine akılda kalırlar ve aklı akılla yenecek seviyeye tırmanamazlar. Tırnakları kan içinde, tutundukları kayalardan aklın bütün cicili bicili oyuncaklarıyla beraber düşerler.” Ve bu ne acı bir durumdur. Bunca çabanın, bunca zihin yorgunluğunun, bunca arayışın sonu bir hiç… İşte septisizm : “Hayat iş demektir. İş de çaba demek… Çaba ise boştur… O halde hayat sefaletten ibarettir.” Bu sakat mantığı, Batı tefekkürünün intihara sürüklenişi, hazırlanışı olarak tarif eder Üstad. İntihar etmeden önceki demlerinde, “Beni en çok bilmek denen şey iğrendiriyor.” demişti Kleist. Batının, tırnakları kan içinde, tutunduğu kayadan düşen her mustaribi gibi… İslamı, yani hakikatin kendisini, yani yaşanmaya değer hayatı bulsa, çektiği acıların sonucu olan intihar bataklığına dalmazdı asla. Batı tefekkürünün tüm dehalarını, tüm cins kafalarını bir araya getirip zihnimde onları bir bahçe bütünlüğünde düşündüğümde, İmam-ı Gazali’nin tek bir düşüncesinden açan bir çiçeğin bütünlüğü, tamamlığı, harikalığı çıkmıyor karşıma. Terazinin bir ucuna bütün Batıyı, diğer ucuna da asla tereddüt etmeden İmam-ı Gazali’yi koyabiliyorum. Üstad : “Gazalinin eserlerindeki kadar aklın hilelerini yakalamaya hiçbir batılı filozof yaklaşamamıştır.”

     

    Her eseri mühim olan Üstadın, en mühim eserlerinden biri olan Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, ona neden (Büyük Mütefekkir) dendiğinin en bariz kanıtlarından biri. “Davaların davası”nı konu alan bu eser Türk düşünce hayatının da temel taşlarından biri mesabesinde. Allah bu eseri yazandan razı olsun; bize de hakkıyla anlamayı nasip etsin inşallah.

    • Like 2

  12. Çoğunu okumama rağmen henüz okuma fırsatı bulmadığım, daha doğrusu tembellikten okuyamadığım kitapları var Üstadın. Bu aktivitenin benim için çok olumlu geçeceğini düşünüyorum. Allah razı olsun, fikir her türlü takdire şayan. Üstadın kitaplarını uzaklardan beraber okumak ve bu çizgide paylaşımlarda bulunmak ayarsız hariç hepimizi heyecanlandırmışa benziyor. Şimdiden sitemiz için hayırlı olsun.


  13. Zavallı dünyanın tarih boyunca şahitlik etmekten tiksindiği alçakça bir durum… Yaratılanın yaratılmış olanlara tapınması, onları bir ilah olarak telakki etmesi… Kalbin ve aklın asla kabul etmeyeceği bu iğrençliği ancak kalpsiz ve akılsız olanların sindirebildiği bir gerçek. İnsana, hayvana, tabiata, taş parçalarına, paraya, güneşe, aya; akla gelebilecek, gözümüzün gördüğü her şey bir ilah, bir yaratıcı gibi kabul edilebiliyor. Bana göre bunların en akılsızcası yine de insana tapınmadır. Çünkü burada hayvan gibi tamamen farklı bir yapı, tabiat gibi esrarlı bir sır, güneş ve ay gibi ancak hayranlıkla seyredilebilecek ve haklarında bir takım yüzeysel şeylerin dışında çok fazla bir şey bilinemeyecek iki muhteşem var. Yani insana yabancı ve uzak şeyler. Ama insan… Kendisi gibi, aynı özelliklere, aynı yapıya sahip tanıdık bir şey… Demek istediğim; tuvalete giden, ağzından salya akan, nefesi kokan, sürekli ağrı, sızı çeken, hasta olan, ölen biri. Bu demek oluyor ki acz içinde… Çaresiz, eli kolu bağlı, başı ağrıyan, yürürken takılıp düşen bir yaratıcı!.. Tapılmış başka bir şey hadi neyse de işte bu gerzekliğin zirve yaptığı şey ne korkunç.


  14. O 984'ün önüne M.Ö. de yazsana abi

    Büyük filozofların çoğu milattan önce yaşadığına göre, trradomir’in ne demek istediği ayan beyan ortada kalempedokles abi :)

     

    Not : Ol ayarsız denen penaltıyı taca fişekleyen isabet düşmanı kişi, neredeyse 22. Yüzyıla girmek üzere olduğumuz şu demlerde kendisini ahaliye şövalye olarak lanse ediyor ya aha da şol foruma yazıyorum; bu adam aramakla bulunmaz, bulunmakla ulaşılmaz, ulaşsan da bulaşılmaz birine benziyor trradomir. Uzak duralım derim.


  15. Ne yapayım trradomir. Bu kadar güzel, bu kadar etkileyici, bu kadar fevkalade özellikler bir teneke parçasında olsun, sarılırım o tenekeye, o şekilde uyurum kulaklığımın kablosu kopsun. Hem, huş değil o ağacın adı. Şuh, şuh:)

×
×
  • Create New...