Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SiyahCeket

Editor
  • Content Count

    104
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    12

Posts posted by SiyahCeket


  1. "admin" olmak isterdim :)

    Arkadaş senin derdin ne ya? Adamın olmak istediği kelimeye bak hele. İndir gözünü diktiğin tepelerden ayarsız. İlla kendine bi tepe arıyorsan uğultulu tepelere git.

     

    Not: Arkadaşlar adminimiz görmeden silelim şu mesajı. Yoksa ayarsızı kaf dağının ardındaki tepelere kadar gönderir gibime geliyor.

     

    Ah be ayarsız. Yaptın yine yapacağını:)


  2. KUZGUN

     

    Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin

    O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,

    Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,

    Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;

    "Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,

    Başka kim gelir bu zaman?"

     

    Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,

    Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,

    Işısın istedim şafak çaresini arayarak

    Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan,

    Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan,

    Adı artık anılmayan.

     

    İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin

    Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;

    Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:

    "Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,

    Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;

    Başka kim olur bu zaman?"

     

    Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden

    "Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan

    Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,

    Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."

    Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan

    Kapıyı açtığım zaman.

     

    Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,

    Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;

    Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,

    Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,

    Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;

    Yalnız bu sözdü duyulan.

     

    Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,

    İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.

    İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak;

    Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;

    Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;

    Başkası değil rüzgârdan..."

     

    Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden

    Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.

    Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle

    Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,

    Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,

    Kaldı orda oynamadan.

     

    Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca

    Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;

    "Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun

    Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;

    Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?"

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama

    Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,

    İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki

    Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,

    Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;

    Adı "Hiçbir zaman" olan.

     

    Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden

    O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.

    Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,

    Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan

    Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte

    "Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;

    İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin

    Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.

    Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:

    Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

     

    Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;

    Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,

    Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,

    Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan

    Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.

    Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

     

    Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile

    Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan

    Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,

    Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,

    Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,

    Değmeyecek hiçbir zaman!

     

    Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla

    Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.

    "Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da

    Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;

    İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    "Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?

    Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!

    Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,

    Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan

    Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    "Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle;

    Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!

    Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi

    Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan,

    O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin!

    Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!

    Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!

    Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!

    Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"

    Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

     

    Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde

    Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;

    Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin

    Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,

    O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan

    Kalkmayacak - hiçbir zaman!

     

     

    Edgar Allan Poe


  3. Gözden yaş gelmesini bu kadar önemli kılan faktörlerin başında “diriliş” geliyor bana göre. İnsan bir damla gözyaşıyla bütün bir hayatın boşluğunu, yapılan onca şeyin anlamsızlığını, değersiz geçirilen saniyelerin ağırlığını tüm zerrelerinde hissederek sanki boğulacakmış gibi oluyor. Ve tuhaftır, yaşlar akarken ya da ağlamak dediğimiz şey sona erdikten sonra insan yenileniyor. Bayağı bildiğin yeniden doğuyor. Bunun sebebi de az önce ifade ettiğim şeylerden olsa gerek. Can sıkıntılarının, kahkahaların, nefsi doyuran onlarca anlamsız şeyin arasından ciddi bir şey doğuyor. Kişi kendisine bile merhametli oluyor o an.

     

    Gece yarısı gizlice içilip balkon mermerinde söndürülerek yere fırlatılan sigara izmariti değil ya; erkek adam elbette ağlar. Erkek adam ağlamaz diyen yanılmıştır, yanlış yoldadır, yalan söylemiştir, anlamadan bilmeden bir şeyler gevelemiştir.


  4. Hocamız soba gibiymiş maşallah. Yakıyor lakin ısıtıyor da. Bu kadar öfkelenmekte haksız sayılmaz ama kalemdar abi. Açılışından altı koca ay geçmesine rağmen sinek avlayan bir kütüphane var ortada:) Hocamız naapsın. Çok güzel bir şeye vesile olmuş kendisi. Kurduğu her ne kadar korku krallığı olsa da bünyesinde yetişen nice kahraman süvariyi hayal etmek lazım. Sağ elinde mızrak, sol elinde kalkan, başında miğfer, üzerinde kalın bir zırh ve altında şaha kalkmış atıyla kalemdar adminimiz geliyor gözümün önüne:)

    • Like 2

  5. Sizce ağlamak için gözyaşı mı gerek?

    Bazen dertliler de ağlar, ama gülerek...

     

    -değer verdiğin değere layık olmadıklarını anlarsan,

    Sen üzülme bırak layık olamadıkları için onlar utansın.

     

     

     

    ''Aşk hiç susar mı?'' dedi...

    ''Sen susuyorsun ya'' dedim...

    ''Ben aşk mıyım?'' dedi......

    ''Aşksın'' dedim...

    ''Sustu'...

     

    Hocam bu ne Allah aşkına ya. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ne bunlar şimdi.

     

    Yerden yükselmek için ayağını yere bas

    Sonra fırla göklere haykır orada bas bas

    Şınav, barfiks, mekik derken kolların olur hep kas

    Dünya nedir, diye sorarsan hemen cevap vereyim :

    İçinde kuru üzüm olmayan bir tas.

     

    Al işte bir tane de ben yazdım. Çok basit değil mi? İşte ortalama bir Necip Fazıl okuyucusunun sinir sistemini geren nokta bu. Üstad bu kadar basit yazamaz. İstese de yazamaz. Kalbindeki ve kalemindeki zeka ve estetik buna müsaade etmez. Kimseyi yeteneksizlikle suçlamıyoruz bu arada. Şu yukarıdaki şiirlerin ortalama bir şairin ellerinden çıkması doğal. Bunu Can Yücel yazdı diyebiliriz mesela; sorun olmaz. Jean Claude Van Damme yazmıştır diyebiliriz. Hatta Rus Çariçesi II.Katerina bile yazmış olabilir diye tahmin yürütebiliriz. Uzatmaya gerek yok; Beklenen’i, Çile’yi, Sakarya Türküsü’nü, Kaldırımlar’ı yazan birinin şu yukarıdakileri de yazdığını iddia etmek; söz ordusunun en rütbeli komutanlarından biri olan William Shakespeare’in herhangi bir Kanal D dizisini izlemesi kadar zekice, akıllıca ve dahicedir!

    • Like 3

  6. Esselam ve Öfke ve Hiciv adlı eserlerinde de şiirleri var Üstadın. Şiir harici roman, hikaye, piyes, tarih, biyografi, tasavvuf, otobiyografi ve birçok dalda daha eseri var. Size tavsiyem ilk okumanızda her daldan bir eser seçip okumanız yönünde olacaktır. Mesela, otobiyografiden (O ve Ben) piyesten (Tohum) gibi… O ve Ben iyi bir başlangıç olabilir.


  7. Bu nefs ile dünya fani bu dünyaya gelen hanı

    Aldattın ey dünya beni işlerinden bezer oldum

    Dünya topu ayağıma oturmuyor dostlarım

    Bu vuruşla onu ancak tribüne atarım.

     

    Halbuki böyle olmamalı. Ayağa oturmadıktan sonra düzgün bir vuruş yapılamıyor. Pozisyon ne kadar müsait olursa olsun sonuç tribün, aut, dağlar ve taşlar oluyor. Stattan yükselen uğultu, yuhama… yuhamala… yuhalamalarla birlik olup kulakları delme teşebbüsüne girişiyor. Amaç ne? Topun kaleye girmesi patron. Top kaleye girmeden; yukarı normandiya tabiriyle gol olmadan hiçbir şeyin önemi olmuyor. Evet, halbuki böyle olmamalı. Dünya topunu girişi olup da çıkışı olmayan bir kaleye şutlamadıktan sonra Massimo Busacca boğazına hardal tanesi kaçmış yerken musakka kimin umurunda olur? Dünya… O aldatıyor biz aldanıyoruz. “Bu oyun hep aynı, değişmiyor.” Hem de bile bile… Al hocam, buyur; Üstadın Ne İleri Ne Geri şiirinden :

     

    İçinden bu kafanın,

    Fani dünyayı silsem.

    • Like 1

  8. Malcolm X denilince; daha çok duygulu havaların ağır bastığı; içinde, samimiyetin, çırpınmanın, ihanetin, şehadetin de bulunduğu türlü düşünceler sarar zihnimi. Bunun duygulu bir atmosferde geçmesi kaçınılmaz aslında. Siyah gösteren ekranlarda o dik duruşu, karizması, yakışıklılığıyla konuşan çileli bir yüz; ardından fotoğraflarda beliren o gülümseme. Kimdi bu adam? Amerika’ya meydan okuyan bu adam kimdi? “Amerikan rüyası görmüyorum. Amerikan kabusu görüyorum.” diyordu. Uyutulmuş, uyuşturulmuş siyahları bir kenara bırakırsak, bu kabusu görmeyen hiçbir siyah gösterilemez. O dönem, Amerikalı beyazların, Amerika’daki siyahlara karşı olan insanlık dışı tutumları malum. Cinayetler, linçler, haksızlıklar… Bütün bunların ortasında küçük Malcolm’u Michigan, Boston ve Harlem sokaklarında görüyoruz. Babası terörist bir beyaz grup tarafından öldürülen, sekiz kardeşi bir de annesiyle çaresiz kalan, kardeşleriyle açlık sınırlarında gezinen, sosyal yardım kurumları tarafından ailesi dağıtılmaya çalışılan ve sonunda evet, ailesi dağılan Malcolm. O aile ile ilgili hiç şüphesiz en acı şey, annesinin delirmesi ve bir tımarhaneye kapatılması. Onu tımarhanede sürekli ziyaret eder. O ziyaretlerden birinde sanırım, beni tanıdın mı anne? Diye sorar. Herkes gitti, der annesi. Herkes gitti… Bu acıyı tarif edebilmek çok güç. 17 yaşındaki Malcolm bu olay karşısında öylesine yıkılır ki bir daha annesini görmeye ancak ( o da kardeşleriyle beraber) 20 yıl kadar sonra gidecektir. Kimsenin yanında annemden bahsetmem, der Malcolm X. Olur da annem hakkında kötü konuşur, onu o dakikada öldürebilirim. Ve ekler : Birtakım aptallar içine düşsün diye tutup da kasten çukur açmak niyetinde değilim. Düşkündür annesine bu denli.

     

    Hapse girmeden önce; uyuşturucu, hırsızlık, kokain,kaçak içki gibi işlerdedir ve kendi tabiriyle sıkı bir “dümenci”dir. Ona sunulan hayatın bir karşılığı olarak, suça eğilimli, üzerinde suçun sıradanlaştığı biri olur. O dönemleri öyle hızlıdır ki insan onun atlattığı badirelere bakıp da nasıl ölmediğine şaşıyor. Kendisi de der: “Bir kimse, benim o zamanlar yaşadığım gibi, insanoğlunun yaşayabileceği en çılgın bir şekilde yaşıyorsa, o kimsenin ölümü de çok dehşet verici olurdu. “

     

    Sonra hapis. Ve İslam’la tanışma. Elijah Muhammed’in lideri olduğu Amerikan İslam Misyonu adlı harekete katılma… Bu Elijah denen adam, kendini Allah’ın elçisi ilan etmiş, vahiy aldığını, Allah tarafından görevlendirildiğini zırvalayan biri. Sarsılmaz bir güvenle bağlandığı bu adamın gerçek yüzünü tanıyana kadar maalesef yılların geçmesi gerekti Malcolm X için. Keza gerçek İslam’ı tanıması için de. Elijah’ın öğretilerindeki ana madde; beyaz ırkın değil de siyah ırkın daha üstün olduğu. Beyazların tamamının şeytan olduğu, tanrının, peygamberlerin siyah olduğu gibi bir yığın saçmalık. Beyazlar ırkçı, siyahsın ve savunman gerekir kendini; ben beyazdan daha üstünüm. İki taraflı ırkçılık. Malcolm X hac’da şu hakikati bütün benliğiyle kavramıştı : Evet, siyahlar kendilerine uygulanan ırkçı baskılardan dolayı beyazlara meydan okuyabilir, kendilerini savunabilirler; bunda bir sorun yok. Fakat beyazların tümü şeytan, demek; İçlerindeki iyi olanlara haksızlık etmek olur. İyi beyaz ya da kötü beyaz yoktur. İyi insan ya da kötü insan vardır.

     

    Hapisten çıktıktan sonra katıldığı hareketin en gözde adamı haline gelir. Yaptığı etkili konuşmalar, hem harekete binlerce kişiyi çeker hem de ülke çapında tanınmasını sağlar. Hatta karizması, hitabeti, zekası ve bilgisiyle, hareketin liderini bile gölgede bırakmaya başlamıştır. Sokaklarda, kilise kapılarında, köşe başlarında, ücra köşelerde kendi tabiriyle “avlanmaya” çıkar. Uyuyan siyahların yüzüne su serpmeye, kendilerini beyaz şeytanların ellerinden kurtarmaları gerektiğini onlara anlatmaya, uyuşturucu, kokain, hırsızlık gibi yaygın olan pisliklerden uzaklaşmalarını sağlamaya, onları İslam’a davet etmeye çalışır. Kitle toplantılarında yaptığı konuşmalarda, neredeyse her cümleye Elijah’ın adını anarak başlar. Onun buyruklarını haykırır.

     

    “Tom amcalar” Bu tabiri beyazlaşmış siyah liderler için kullanır Malcolm X. “Siyah bedenler üstünde beyaz kafalar” der onlara. Diğer yanağı çevirmeyi değil de artık yumruk sallamanın kaçınılmaz yol olduğunu söyler. Siyahların öldürülürken, linç edilirken, tecavüze uğrarken yerinde saymalarını öğütleyen bu liderlere öfke kusar. Martin Luther King’de nasibini almıştır bu öfkeden. Malcolm X’in “ev zencileri” kategorisine koyduğu bu siyahların, şeytan beyazlardan pek de aşağı kalır yanı yoktur onun için. Ev zencisi, beyaz patronu hasta olunca “hasta mıyız patron? der; evde yangın çıksa patrondan önce söndürmeye koşar. Buna dayanamaz Malcolm X. Peki bu çıkmaz sokağın çözümü nedir? Siyahların gerçek vatanlarına, Afrika’ya dönmeleri; beyazlardan tamamen ayrılmaları. Böyle düşünür…

    400 yıldır süren zulmün bu şekilde sona ereceğini söyler. Kendisini siyahlardan üstün görmeyecek bir tane bile beyazın yaşadığına inanmaz. Beyaz bir kız, üniversite öğrencisi ona, kendisiyle aynı fikirleri paylaştığını, bu durumda nasıl faydalı olabileceğini, neler yapabileceğini sorar. Yıllar sonra pişmanlıkla hatırlayacağı bu kıza “hiçbir şey” der.

     

    Yıllar böyle geçip gider ve Elijah’ın iki tane sekreterinden olan evlilik dışı çocukları haberi gittikçe yayılır. Başkan Kennedy öldürülür ve bunun üzerine Malcolm X, Elijah’ın kesin talimatına rağmen bu konuda üzülmediğini, sadece olan şeyin, gün gelip terörün kendisini hem de en büyük başını bulduğunu söyler. 90 günlük uzaklaştırma alır. Basına ve televizyonlara konuşması yasaklanır. Hakikatle yüzleşmektedir Malcolm X. Sekreterleri bulur ve onları dinler. Olay, şaşmaz bir kesinliktedir. Sekreterlerden biri ona, Elijah’ın kendisinden bahsettiğini ve çok tehlikeli biri olduğunu söylediğini falan anlatır. Uğruna ölümü göze aldığı lideri, yüzüne gülen ve arkasından konuşan biridir. Ölümü anlayabilirim, der Malcolm X; ama ihaneti, işte onu kabul edemem.

     

    Mekke’ye gider. Beyaz, sarı, kahverengi hacılarla aynı tabaktan yer, aynı bardaktan içer. Üstelik bu insanlar samimi, candan ve kardeş gibidir. Eşitlik kavramını kutsal topraklarda kavrar. Hakikati görür… Yıllardır bildiğini zannettiği İslam’ın da o bildiğinden ne kadar farklı olduğunu anlar. Sanki İslam’la yeni tanışmış gibidir. Bu durum için söylediği şu söz ne kadar acıdır : “Doğulu Müslümanların gerçek İslam’ı anlatma konusundaki gevşeklikleri hatta suskunlukları öyle bir bilgi boşluğu doğurmuştu ki Batı’da, bir din istismarcısı çıkıp halkımızı yanlış yola sürükleyebilmişti.”

     

    El-Hacc Malik El-Şahbaz ismini alır. İslam’ın kainatı kuşatan anlamını Amerika’ya anlatmaya karar verir. Irkçılığın ortadan kalkması için İslam dininden başka yol olmadığını, İslam hariç hiçbir şeyin bu yaraya merhem olamayacağını kavrar. Kutsal topraklardan dönüşte, kurmuş olduğu Afro-Amerikan Birliği’ni güçlendirmeye çalışır. Konuşmalar, konferanslar, basın toplantıları… Hac’dan dönen bu adamı beyazlar bile tanıyamıyordu artık. Kucaklayıcı, birleştirici konuşmaları yüzlerde hayret ifadelerine neden oluyordu. Bu sıralarda evi yakıldı. Bir gece yarısı, üstelik dört çocuğu da evdeyken evine Molotof atıldı, fark ettikleri için son anda evden çıktılar. Sürekli tehdit telefonları alıyor, ailesi rahatsız ediliyordu. Elijah’ın grubu hatta onun da ötesinde Amerika’nın o ünlü istihbarat servisleri şüpheliler sınıfının en ön sırasında oturuyordu.

     

    Ve birgün… Bir konferansı sırasında… Karısı ve dört çocuğunun gözü önünde… Kürsüye daha yeni çıkmışken… Arka sıralarda çıkarılan bir karışıklık herkesin dikkatini o tarafa yöneltmişken… Ön sıralardan açılan ateş… 16 kurşun… Şehit Malcolm X… Şunu demişti bir süre önce : “Aileme herhangi bir şekilde zarar gelmediği sürece, ben kendi payıma zerre kadar korkmuyorum.”

     

    21 Şubat 1965… 40 yaşında şehit oldu. Söyleyecek daha çok şeyi vardı, demek boş. 16 kurşunun söylediğini insan ömrü boyunca dile getiremez.

     

    Alex Haley’in “Malcolm X” adlı eserini okumak gerek. Direk kendi ağzından kendi hayatı…


  9. Böyle bir sorunun tek cümleyle cevaplanmasının yetmeyeceğini düşünüyorum. Mesela ben bu soruya, “korkmadığı için…” derim fakat bu, bu konuda dikeceğim gökdelenin sadece bir dairesini oluşturur. Soru, hacimli bir kitap vücuda getirecek kadar güzel.

     

    Birbirinden cesur askerlerden oluşsa bile, kumandanı savaş alanından kaçan bir ordu; kumandası bozulduğu için aynı kanalda kalmış, üstelik kaldığı kanalın da yayını gitmiş bir televizyon gibi, işlevini yitirmeye mahkumdur. Böyle bir orduyu, silahsız insanların karşısında korkusundan vanası açılan İsrail askeri bile (Çok zor ama) yenebilir. İsrail askerinin yüz yüze savaşıp da yenebildiği bir orduyu varın siz hayal edin. Kalem ve kılıç… İki farklı aletin verdiği savaş bir… Kötünün imhası… Tarih, bu uğurda canını ortaya koyan, canını feda eden nice kahramanla dolu. Bir adam düşünün, İslam’la bütünleştikten sonra, kurtuluşun İslam’da olduğunu kavradıktan sonra, İslam’dan uzaklaşmış, sözde Müslüman kalmış, gaflete dalmış cemiyetini kendine getirmek, ona, kaybettiğini gösterebilmek için hayatı boyunca çalışan, didinen, çabalayan, özel hayatından feragat eden, kendini feda eden… Böyle bir adam düşünün… Bir de böyle bir adama, niçin gerçekleri söylüyorsun kabilinden edilen eziyetler, mahkumiyetler, hapisler, haksızlıklar… Gerçekleri, yalnızca gerçekleri söylediği için, ve olanca hakikati hangi durumda, her nerede olursa olsun hiç korkmadan haykırdığı için engellenen, kabul görmeyen, önü kesilen, ve tüm bunlara rağmen küfür barikatlarını yıkan, çıplak ayağıyla çivili yollarda yürümeye devam eden bir adam… İslam’a dayandığı için korkmayan; Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayan bir adam… Böyle bir adama edilecek duaya amin diyebilmek bile bir şereftir. Tarihin kalem kumandanlarından biridir o… Şu yazdıklarım da, onu okumadan anlaşılacak sözler değildir dostlar.


  10. Bir yerde içki satılmaya ve içilmeye devam ediyorsa, o yerde yaralama, kaza ve cinayetlerin son bulması mümkün olabilir mi? Yüzlerce dalı olan şiddet ağacının kökü dediğimiz içki, şehrin her sokağına kurulmuş öldürücü bir kapan gibi. Bu zehirli ağacın yapraklarını koparmak, dallarını kırmaya çalışmak ne fayda sağlayabilir? Toptan bir çözüm lazım. “Kökü kesilmeyen ağaçlar yükselmeye devam edecektir.” Adminimiz NFK-Fan’ın bu vecizesi durumu özetler nitelikte. Bu ağacın kökünü kesmedikçe bütün bu kötülüklerin önüne geçemeyeceğimiz garanti. Dalları boğazımızı sıkmadan, çürük meyveleri kafamıza düşmeden belinden değil de kökünden kesmeliyiz onu. Öfke kustuğu cinayet haberinin karşı sayfasında içki reklamı yapan gazetenin de; adam gibi içildikten sonra bişiyy olmaz canım diyen gargamellerin de… Neyse bela okumayalım şimdi. İçki, her şehirde silah deposu bulunan, her beldede fedaileri olan, vatan işgalcisi bir terör örgütüdür. İçki bir teröristtir. İçki içilmesini normal karşılayıp, vatandan, ülke insanından, birlik ve bütünlükten bahsetmekse çok afedersiniz gerzekliktir dostlar.

     

    İçki diye bir şey olmasaydı; şeytan manyağı bu kadar dinlenemezdi. Sarhoş bir beynin kontrol ettiği bir bedenin işlemeyeceği bir tane suç gösterilemez. Ne diyelim; Allah tövbe ve bu pislikten kurtulmayı nasip eylesin. Bişr-i Hafi Hazretlerinin daha fazla tanınması lazım. Allah’ın müjdesi geldiğinde onu meyhanede bulmuşlardı. Kimden haber getiriyorsun, demişti gelene. Allah’tan, yanıtını alınca ağlamıştı. Azap mı edecek, kızgın mı bana, demişti. Sonra, kendisine hürmet edileceğini, adının hem bu dünyada hem de ahrette seçkinler zümresiyle anılacağını öğrenmiş; yalın ayak yollara düşmüş; hayatını Allah’a adamıştı. Yerde, çamurların arasında bulup hürmetle kaldırdığı, güzel kokular sürüp yüksek bir yere astığı o kağıt parçası münasebetiyle eriştiği devlet; insan beynini patlatacak kadar müthiş.


  11. - Beni bu dünyaya niçin getirdiniz? Ben neye hazırlanıyor, niçin büyütülüyorum? Bana, yaşanmaya değer hayat hakkında ne öğrettiniz?

    “Hiçbir baba evladına güzel ahlaktan daha büyük bir miras bırakmamıştır” ölçüsünü göz önüne aldığımızda maalesef ahlaki yönden iflas etmiş bir toplumda yaşadığımız hakikatiyle karşılaşıyoruz. İncir dalıyla dövülesi annelerin; Rafael Nadal’ın raketiyle kafası kırılası babaların çok afedersiniz doğurup doğurup sokağa attıkları çocukların hali korkunç. Sokağın dili… Çıkın sokağa, üç tane çocuğun aralarında konuşmalarını dinleyin; köşe başında şeytanların bile utançlarından yüzlerinin kızardığını göreceksiniz. 5 yaşından yukarısı için söylüyorum; sövmeden arka arkaya üç cümle kurabilen çok az çocuk var. Evde başlıyor bu terbiyesizlik. Baba küfrediyor, anne destek veriyor , abi değişik formüller öğretiyor, abla gülüyor, çocuk tekrar ediyor. Sokak ise öyle bir terbiye! mektebi ki bütün çocuklar koro halinde kilisede ilahi söyler gibi küfürlerden şarkılar, şarkılardan küfürler seslendiriyorlar. Anne ve babanın evlat konusunda vebali büyük. Çocuğuna verecek bir damla terbiye bile yoksa babalık gölünde, kusura bakma ama evlenme arkadaş. Hamlet’in dediği gibi : “Günahkar doğurmanın ne anlamı var.” Hakikaten acı bir durum. Geçenlerde 6 yaşlarında bir çocuğun karşımda yaptığı hareketleri size anlatsam; taşa tutar, Papua Yeni Zelanda’ya kadar kovalarsınız beni dostlar. Babası hakkında pek de hoş olmayan şeyler düşündüğüm bu çocuk; ailenin, sokağın, mektebin, bütün bir cemiyetin iflas ettiğinin en minik delillerinden biriydi. Bela okumak istemiyorum ama; çocuğunun terbiyesi konusunda en ufak bir alaka göstermeyen annelerin babaların çamaşır asarken çamaşır mandalını yanlışlıkla burunlarına sıkıştırmasını; yolda yürürken ayakkabılarının altına sakız yapışmasını temenni ediyorum.

     

    Üstad, “Aman Efendim Aman” adlı harika şiirinde ne diyordu :

     

    Anne çocuk doğurur,

    Köpek soyundan azman.

    Ya “Çırpınır” şiiri :

     

    Dinle, kulağını ver de mezara

    Ölüler evlattan yana çırpınır.

    Nesiller arası korkunç manzara

    Domuz yavrulayan ana çırpınır.

     

    Bir çocuğun saldırgan bir köpekten daha tehlikeli olmaması için; az okunanlar listesinin en dibinde yer alan ahlak romanını ona iyice belletmek için çırpınmak, hakiki manada çırpınmak gerekir.

    • Like 1

  12. Fikir kadar güzel kadın çizgilerine karşı en büyük ihanet tertibi olan mini etek ve çıplaklık, kadını büsbütün kaybetmekten başka bir şeye yaramaz; ve artık günün genç kızı, eski ”Leyla” olmaktan çıkmış ve onun karşısında “Mecnun”a rol kalmamıştır. Ruhlardaki kadın-erkek ukdesi, korkunç bir hârâ faaliyeti içinde silinip gitmiş ve bütün ideallerin maddi sembolü kadın bir gaseyan hokkası haline getirilmiştir.


  13. Bir zamanlar bulutların üstünde bir dev yaşardı

    Bir maraz ki tanısa tıp dünyası şaşardı

     

    Tıp dünyasının teşhis koymakta hayli zorlanacağı gözle görülemez hastalıkların, tüm tedavi yöntemlerine sırıtıp, bütün ilaçlara dil çıkardığı bir hengamede; ünlü bir filozofa ait şu hikmetli dizeler nasıl da avutuyor bizleri : “Şifa bulmaz gönlüm senin elinden. Boşuna benimle uğraşma doktor.” Hep düşünmüşümdür, benim de tıp dünyasının şaşıp kalacağı bir marazım varmola diye. Uğraşma benimle doktor zira senin teknen benim karanlık sularımda batmaya mahkumdur, diyeceğim bir önlüğü beyaz bekledim durdum. Tekmeleyen kurt yerinde saydı hep. Sonunda buldum dostlar. 7 milyarda 1 görülen bu marazı ameliyat önlüğü giymemiş ellerimin neştersiz parmakları keşf-i kaşif eylediyse şayet, bununla gurur duymayayım da ne yapayım dostlar. Hey gidi Cronin; şimdi 70 yıl öncesine dönsen o herifin adını gene Andrew Manson koyar mıydın acep? Utanmadan, hicap duymadan, yüzün kızarmadan bunu yapar mıydın? Hey gidi Cro; hatırlıyor musun, senin yüzünden bir kitapçı bana, doktor musun? diye sormuştu. Hani Elazığ’daydık o mevsim. Yaralarımız bu kadar derin, havalarımız da bu denli serin değildi. Hala mı hatırlamadın. Olsun, hem bak açık konuşmak gerekirse iki üç tanesinin haricinde yazdığın kitaplar beş para etmez ahbap. Eski günlerin hatrına hafif bile konuşuyorum. Şahika ve Yeşil Yıllar elinden tutmasa Thomas Hardy’den farkın kalmayacak neredeyse.

     

    Sıcakların yavaş yavaş yoğunlaştığı şu günlerde değil de soğukların insanı kardan adama çevirdiği o buzlu demlerde açmak gerekirdi bu konuyu fakat fırsat olmadı maalesef. Kat kat giyinme hastalığı dedik… Kış geldiği zaman hepimiz üşürüz. Sobanın başında, şarkı söyleyen odunların akışına kapılırız. Pencereleri kapatır, battaniyelere sarılır, ince elbiseleri dolaba kaldırırız. Kalın bir kazak, üstüne bir de palto giyeriz değil mi? Hepimiz böyle yaparız öyle mi? ı ıh.. Yanıldınız dostlar. Birimiz hariç hepimiz öyle yaparız. Hepimizin aksine hareket eden o birimiz ne mi yapar? Üst üste üç kazak giyer, kazakların biri boğazlı ve oldukça kalındır. Üste de kalın bir palto çeker. Yeri gelir dört kazak giydiği bile olur. Hatta bir keresinde, soğuk bir kış gecesi, altı tane kazak, üstüne de bir palto giyip; iki yorgan bir battaniyenin altında kitap okurken uyuyakalmıştı da gecenin bilmem kaçında uyanmış, soluna dönmeye çalışmış fakat üzerinde kamyon varmış gibi dehşet bir ağırlık duymuştu ve ‘noluyo lan’ diyerek başını hafifçe kaldırmıştı da geceden kalan o korkunç manzarayı görüp bu yaptığına inanamamıştı. Evet, o gece altı tane kazak ve bir paltoyla uyuyarak, kırılması neredeyse imkansız bir rekor kırmıştı. Dışarı çıktığında, etrafındakilerin bir kazak bir paltoyla dolaştıklarını görünce, evet dostlar, buna da inanamazdı. Nasıl olur, derdi kendi kendine. Bu insanlar hiç üşümez mi? Bir ben mi üşüyorum yoksa? Haklıydı bunları söylerken; çünkü üzerinde daima en az üç kazak asılıydı garibimin. Etraftakiler için her şey bahar havası gibiyken, titremenin ve kendini sıkmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirdi. Adam kendi başına, bir bakıma giyim mağazası sayılırdı. Dostları bazı ihtimaller üzerinde durdular : Onun kendini böyle yaşamaya yani üşümeye alıştırdığını söyleyenler oldu. Kimisi bu durumun nedenini onun zayıf oluşunda buldu. Zayıflar daha fazla üşürmüş. Evet, hakikaten oldukça zayıftı. Kilo ibresi hiçbir zaman 60’ı geçmemişti. 59’a çıktım diye sevinmişti bir dönem lakin sonra yeniden 55’e düşmüş, bu durumu kabullenmiş ve mankenlerin kıskandığı biri olup çıkmıştı. Fakat ortada bir tuhaflık vardı. Kendisi gibi, hatta kendisinden daha zayıf olanların da herkes gibi giyindiğini gördü. Üşümediklerine şahit oldu. Kimi dostları vitaminsiz olduğunu ileri sürdü. Düzenli beslenmediğinden dem vurdular. Herkes bir şey söyledi fakat hakikatin ne olduğunu hiç öğrenemedi. Ta ki o güne kadar… Birgün, yani o gün, yıllar önce yaşadığı bir olayı en ince ayrıntılarına dek hatırladı, geçmişin o sayfasında dikkatle gezindi, üstünde bir hayli durdu ve… Evet, ve… Bu hastalığın neden başına geldiğini anladı. Bütün sebep buymuş, dedi. Vay anasını diye ekledi. Nasıl da aklıma gelmedi; nasıl düşünemedim; her şey apaçık ortada… Böyle diyerek söylenip durdu. Mutluydu… Bulmuştu zira; beyaz önlüksüz, ameliyat masasız bulmuştu. Tabipler birliğine çelenk göndermeyi düşündü fakat vazgeçti. Bir hafta boyunca sağlık bakanlığını aradı ve yanlış numara çevirmişim diyerek özür diledi. Ön dişlerinden bir tanesinin yarısı kırılana kadar bu mutluluk devam etti.

     

    Ve işte kat kat giyinme hastalığının nedeni :

     

    O gün son dersin son teneffüsü çalmış ve okuldan ayrılmıştı. Her zaman beraber okuldan çıktığı sınıf arkadaşlarından bazıları o gün ondan biraz daha önce çıkmıştı. Bu yüzden onlara yetişeyim diye aceleyle merdivenleri inmiş ve süratle okulun bahçesine kavuşmuştu. Oradan da yola çıkmış ve 20 metre kadar önünde sınıf arkadaşlarının yürüdüğünü görmüştü. Etraf kalabalık, hava sakin, herkes kendi işinde gücündeydi. Kısacası her şey normaldi. Hiçbir anormallik yoktu. Kahramanımız da biraz sonra kopacak fırtınadan habersiz, sessiz sakin yürüyordu. Arkadaşlarına kızgındı biraz. Neden onu beklememişler, neden hemen gitmişlerdi. Bari sesleneyim şunlara, dedi. Fakat o güne kadar hiç kullanmadığı bir cümleyle, beklenmedik bazı kelimelerin bir araya gelmesiyle seslendi onlara. Neden öyle söylediğine bugün bile anlam veremiyor. Yüksek sesle aynen şunu söyledi : “Hop, sakin olun kızlar!” Yanlış anlaşılmasın, bu cümlenin muhataplarının tamamı erkekti. Kahramanımız, bekleyin manasında, biraz yavaş gidin demek istedi. Onlara kızgın olduğundan da herhalde kızlar demeyi tercih etti. Her ne olursa olsun yaptığı bir hataydı ve biraz sonra bunun bedelini de ödeyecekti zaten. Şimdi geriye dönelim. “Hop, sakin olun kızlar!” demiştik. Oradan devam edelim : Bu sözler yüksek sesle dile getirildikten sonra, kahramanımızın birkaç metre yanında öyle bir kargaşa başladı ki inanamazsınız. İki tane kız, kahramanımıza karşı ağza alınmadık, işitilmedik öyle şeyler söylemeye başladı ki anlatılmaz. Manzarayı gören, iki dişi kaplanın masum bir kedi yavrusunu köşeye sıkıştırıp parçalamaya yeltendiğini düşünür. Aynen böyle bir durum oldu orda. Kızlar öfkeyle, alev saçan gözlerle kahramanımıza ‘sana ne oluyor; sen kimsin be; hadi oradan’ diye söylenmeye devam ederken; zavallı kahramanımız ne olup bittiğini anlayamıyor, şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilemiyordu. Donup kalmıştı adeta… Neden kızmıştı ona hiç tanımadığı bu kızlar? Arkadaşlarının kahkahaları olayı aydınlatmaya yetecekti birazdan. Meğer (ah ne utanç verici) meğer bu iki kız; kahramanımız o ünlü sözü yani “Hop, sakin olun kızlar” sözünü söylerken birbirleriyle kavga ediyorlarmış. Buyursunlar efendim; kekimiz de kendini pişirir zaten…

     

    Her ne olursa olsun dostlar. Kahramanımız bu kat kat giyinme hastalığının kaynağını keşfetti ya, gerisinin ne önemi var. Hastalığın nedenini keşfetti ama tedavisin de bulsun bakalım mı dedin arkadaşım? Aşk olsun. Tedavisi aynı şeyin tekrar yaşanması olduğundan, kahramanımız hayatının sonuna kadar kat kat giyinmeye razı görünüyor. :)


  14. Sevgili günlük… Uzun zamandır beni takip ettiğini, bir gölge gibi peşimden geldiğini, ayak seslerini duyup arkama baktığımda köşeden sinsice döndüğünü biliyorum. Bunu nasıl yapıyorsun? Nasıl başarıyorsun? Yani bu ‘çaktırmama’ havalarını diyorum. Hayır hayır… Farkında olanın fark ettiğine fark etmiş gibi fark etmekten bahsetmiyorum. Benim söylemeye çalıştığımla bunun arasında kocaman bir fark var. Seninle benim aramda demek istemiyorum. Suratını asma lütfen. İlk adımı yanlış mı attım yoksa?

     

    Çok sevgili, çok saygıdeğer günlük… Geçenlerde yaşlı bir adamla sohbet ettim. Bulutları delmek istercesine göğe bakan kahverengi gözleri, çizgilerle dolu yüzü ve beyaz sakallarıyla iki büklüm bir ihtiyar. Kelimeleriyle geçmişe yaptığı yolculuk bunca yıllık ömründen daha uzunmuş gibi geldi bana. Anlattı da anlattı… Chaplin’in Modern Zamanlar’ında dünyaya gelmiş olmalı. Hasılı eski bir adam. Sormaya cesaret edemedim ama ona bakarken her şeyden bıkmış olmalı diye geçti aklımdan. Kolay mı? 70, 80 yıl bu hayatın, bu dünyanın, bu insanların arasında; bu kendinle baş başa yaşayacaksın… Sen söyle, dayanabilir misin günlük? Satır satır dökülür, başlık başlık silinirsin emin ol. Dahası var günlük; dahası var… Öyle şeyler anlattı ki, ağzım bir karış açık kaldı. 70 senenin bir saniyeden fazla sürmediğini söyledi. Geri dönüp baktığında yalnız bir lahzayı, küçücük bir anı yakalayabildiğini söyledi. Geri kalanların nereye kaybolduklarını bilmiyor. O dakikaya kadar olan yaşamını bir rüyaya benzetti. Sabah uyandığımda gece gördüğüm birkaç saniyelik rüyalar gibi şu geçip giden yıllarım dedi. Hayatıma bakınca tıpkı böyle hissediyorum. Nedir bu? Hala bu rüyayı görüyorum. Ayaklarımın altından çekilenleri görmedi gözlerim. Ağaç büyürken dimdik yükselir. Bana bir bak evlat. Soru işaretine benziyorum. İnsan bana bakınca, mesela saatin kaç olduğunu soracağımı düşünebilir. Oysa sorulacak hiçbir sorum kalmadı artık. Soracak olsam bile, ne sorabilirim ki… Bugün ayın kaçı dedim diyelim : 70 yaşındasın derler. Adres sorsam, 70 yaşında olduğumu söylerler. Hava durumu nedir? 70 yaşındasın. Yol kapalı mı? 70 yaşındasın. Falan nerede? 70 yaşındasın. Filan yaşıyor mu? 70 yaşındasın. Öyle bir hale geldim ki, biri birgün şaşırıp da sorumun tam karşılığı olan cevabı verse, adamın yakasına yapışıp 70 yaşında olduğumu söyleyeceğim.

     

    Abi yine enteresan bir noktaya değinmişsin. Geçen sefer usulca kaçtın gittin fakat bu defa bırakmam. Sigarayı bırakır, seni bırakamam abi. Lafını kesmiş gibi oldum ama mecburdum buna. Yaşlı amcanın söyledikleri aklıma bir şey getirdi zira. Hani bir arkadaşımdan bahsetmiştim. Şiir yazan. Bırakmış artık yazmayı abi. Kuruduğunu söylüyor. Ben de ona : Desene dünya edebiyatından bir yıldız daha kaydı, gibi pek de samimi olmayan bir şey söyledim. Neyse abi, bunlar mühim değil. Geçenlerde kağıtlarını karıştırıyordum onun. Orada bir şiire rastladım. Adı ‘Asma Saat’. Yaşlı amcanın söyledikleriyle bu şiir arasında sıkı bir bağ var. Eğer bunu seninle paylaşmazsam, bir şeyler yarım kalır abi. Tamam abi tamam, uzattım biliyorum. Kızma hemen. Başlıyorum o zaman. Gözlerim açık ona göre.

     

    Kocaman bir cüce, kısacık bir dev.

    Kendine doğrultur düşünceleri.

    Dinle, sessizliğe gömülünce ev;

    Duyulur duvarda onun sesleri.

     

    Sıraya dizilmiş boğulacaklar,

    Bu tik-tak selinin akışlarında.

    Kaç insan can verdi bugüne kadar

    Onun esrarengiz bakışlarında.

     

    Eskimez, yıpranmaz gerçek elbise;

    Duvara asılmış zaman ceketi.

    Çokları eskitir üstüne giyse,

    Yarım asırlık şu asma saati.

     

    Şuan duvarımdan uzak olsa da

    Bilirim duyduğum onun sesidir.

    Bir tane kalsa da koca dünyada

    O herkesin ortak elbisesidir.

     

    Evet gölge, ne diyordum… Yaşlı amcayı ve söylediklerini düşündüğüm zaman aklıma; yıllara yayıldığı halde tek bir an içinde var olan şu hayat, bu yaşamım, şu saniye geliyor. Geçmez bir an bulmak lazım gölge. Geçmez bir an… O anın içinde sürekli yeni baştan doğar gibi yaşamak, daima yenilenmek lazım. Böyle olmadığı zaman hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Boşluğa düşüyor, bunalıyor insan.

     

    Sevgili günlük… Başını ağrıttım yine. Kızma lütfen. Üstüme yağmur yağıyor, sen de ıslanıyorsun işte. Havalar da epey ısındı. Şimdi kırlarda, çiçeklerin arasında, ağaçların içinde, berrak ırmağın karşısında oturup yemyeşil güzelliği seyretmeyi hayal ettim de; dağ rüzgarının tatlı esintisini, çimenlerin hoş kokusunu hisseder gibi oldum. Şehirleri çoktan yıktım günlük. Alınma ama; kırlarda bir çeşmenin başında, akan suyun anlattıklarını dinlemek; burada sana bir şeyler söylemekten daha cazibeli görünüyor bana. Hem, bak bir itirafta daha bulunacağım günlük. Yaşlı amca var ya… Aslında o hiç konuşmamıştı o gün… Bana hiçbir şey söylememişti.

    • Like 2

  15. Artık uçak kiralasam da yetişemem. Ebkem gönüldaş gibi, sağnak yağsa, benim de üstüme tanesi düşmez. Allah muvaffak eylesin efendim. Kadir-Şinas kardeşimin katılırken temennilerine; Erzurum’u uzaklardan selamlıyorum hasretle. Zamanında birkaç saatliğine de olsa kalmışlığımız var o güzelim ilde.

    • Like 1

  16. *İnsanın ifadesi hayvan-ı nâtıktır. Konuşan hayvan... Konuşanı kaldırınca ne kalıyor geriye.. Bizi ona itiyorlar!

    Ne acı bir hakikat… Üstelik nasıl bir duruma itildiğimizi farkında bile değiliz. Gayesiz, fikirsiz, ahlaksız… Günahlarıyla övünür hale gelen bir insan… İşte konuşanı kaldırılınca geriye kalan şey…


  17. 28 yıl olmuş… Onca sene geçmiş ardından. Konuşuyorlar, anlatıyorlar onu; kendisini görmüş, sohbetinde bulunmuş, yaşadığı döneme yakından tanıklık etmiş insanlar ondan bahsediyor. Bir yağmur başlıyor sonra; ağır ağır şiddetini artırarak yağmaya devam ediyor. Islanıyor pencere, üşüyor ev, titriyor hayal, boğuluyor dünya… Akşam oluyor… Her nasılsa yolunu kaybetmiş bir kuş karanlıkta evini arıyor. Radyo açık; radyoda bir şarkı çalıyor. Adı geceler… Haklıymışsın ben uyurken üstümü örttüğünde, diyor radyo… Geceleri yerden yere vuruyor. Şeytana küfredenler geçiyor uzaklardan. Hayata lanet edenler… Dünyayı ayıplarken kendini unutanlar… Yağmur durur gibi oluyor. Televizyon kendi kendine açılıyor. Televizyon deliriyor… Haberler… Haber spikerini gören, spikere göre haber verilseydi eğer, sıradaki haberin çıplaklar kampıyla alakalı olacağını düşünüyor. Yüzü şekilden şekle girmiş kırmızı dudaklı spiker şaşırmış olmalı ki; bir kadının nehre atlayıp intihar ettiğini; küçük bir çocuğun yanarak öldüğünü söylüyor. Kendisini kötü hisseden bir el, televizyonu kapatıyor. Dışarı çıkıyor bir çift ayak; birkaç çift ayak buluyor; konuşuyorlar… Boş, bomboş muhabbetler. Dönüyor eve, dönüyor dünya, dönüyor her şey… Yaşamanın ve ölmenin, ikisinin de hakkını ver diyor Üstad. Yaşamanın hakkını ver… Hesaba çekilmeden, hesaba çek; vicdanının kucağına bırak kendini. Konuşurken sen değil, vicdanın konuşsun; susarken de öyle… Aptallar gibi olma artık. Aptallar gibi olmadığını sana aptal dediklerinde anlayacak; ev çok geniş diyenlere, yeryüzü bu kadar dar olmamalı diyeceksin. Yeter ki şu boşluktan kurtul. Yağmur şiddetini artırıyor. Kolay değil, 28 yıl olmuş…


  18. Karpuz...Hayatımın en büyük hediyesi...Ramazandı.Oruçluydum.Tanıdığım bir tüccar iftar yemeğimi hergün evinden,hususi otomobiliyle gönderirdi.Bende hapishane kapısının yanındaki ilk telörgüde yemeğimi beklerdim.Herkesin deliğine çekildiği o saatlerde bana izin verirlerdi.Yine böyle beklerken, bir gün ihtiyar bir adam telörgüye sokuldı.Üstü başı dökülen,amele kılıklı bir ihtiyar...Beni asla tanımadan "oğlum içeride bir Necip Fazıl varmış!...Şu karpuzu ona hediye getirdim;Allah rızası içingötürüp verir misin?" dedi.Gözlerim, hücum eden yaşlardan yangın içinde "ver, baba,hemen götüreyim!" dedim ve aldım.İşte,hasbi,her türlü nefis oyunundan uzak,Allah için verilen hediye...Bu meçhul Müslümandan tüten edayı ömrümce unutamam!...Keşke o karpuzu kesmeseydim;hep ona bakıp düşünseydim,İslam ahlakını fikretseydim,ağlasaydım,ağlasaydım.

    Bu pejmürde kılıklı meçhul ihtiyar, İslam ahlakına bürünmenin ne güzel bir örneği… Getirdiği hediyeyi alanın, vereceği kişi, yani Necip Fazıl olduğunu bilse belki de veremeyip dönüp gidecek… Verdi diyelim, utangaç bir halde, yüzü kızararak… Allah için verenlere, Allah’ın neler vereceğini düşünmek lazım. Yalnız Allah için olmalı, bundan gayrisine itibar yok. Allah dostlarından biri köy köy, kasaba kasaba dolaşır insanlara nasihat edermiş. Birgün bir köyün yakınlarına geldiğinde içinden taze ekmek, sıcak yumurta yemeyi arzu etmiş. Köyde belki yeme fırsatım olur demiş. Köye girer girmez yaka paça tutup bir ağaca bağlamışlar onu. Hırsızlık olmuş köyde ve yabancı olduğu için onun yaptığını düşünmüşler. Ben değilim dese de nafile… 70 sopa vurmuşlar mübarek sırtına. Yoldan geçen biri tanımış Allah dostunu. Durun demiş, ne yapıyorsunuz, bu vurduğunuz Ebu Turab Nahşebi Hazretleridir. Utançla çözmüşler ipi, ellerine kapanıp af dilemişler. Evlerine davet edip, taze ekmek, sıcak yumurta ikram etmek istemişler. Ebu Turab Nahşebi Hazretleri, sizin bir suçunuz yok demiş. Buraya gelirken aklımda yalnız Allah rızası için size nasihat etmek vardı. Fakat nefsim beni taze ekmek ve sıcak yumurtayla aldatıp, amacımdan saptırmaya kalktı. Gördün mü ey nefsim! Taze ekmek ve sıcak yumurtanın karşılığı 70 sopaymış!..

     

    Cebinde, zaten az bulunanı paylaşanlar yok mu… Nasıl yapabilirler bunu? Yalnız O’nun için vermek nasıl bir şey?

    • Like 1
×
×
  • Create New...