Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SiyahCeket

Editor
  • Content Count

    104
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    12

Posts posted by SiyahCeket


  1. Oyunlar çocukların, ölümler yaşlıların, evlilikler de gençlerin düşüncelerinde, düşüncelerden düşmez bir düş gibi yeşerirken; bir de yaş ilerledikçe artan baskılarla perişan olanlar kampına doğru hızla sürüklenirken; tüm bunlar yetmezmiş gibi, hayat gemisinin bekar tayfaları yapraklar gibi sessizce dökülürken; söyler misin sayın ve derin mitajanı, ne yapsın street fighter’daki Ken!.. Kaygı ondan, tasa şundan, telaş bundan işte… Yaş seyahat ettikçe, ne çok yer değiştirdiğini dehşetle fark etmek… “Gencim, ölmem arzular kanımda bir çağlayan.” oysa. Yaşımız daha ne ki. Siyahceket beyazgelinlik formülüne ne diyeceğimi bilemiyorum. Her zamanki gibi, üstün buluşların mizahi mucidi olarak konuya en can alıcı, bitirici yerinden temas ediyor; Dr. Parnassus’u kıskançlıktan çatlatırcasına tozpembe hayallerin, renkli umutların o büyülü dünyasına iki kelime beş hece ve onüç harfle götürüyorsun insanı. :)

     

    Hayaller kurardık biz yıllar önce

    Hiç yoktu hesapta ayrılık bizce

    Bilirsin ne kadar görmek isterdim

    Beyazlar içinde seni öylece

     

     

    Garibin biriysem sevemez miyim

    Aşkla karın doymaz diyen ben miyim

    Şimdi çok zenginsin ben ayrı garip

    Sana bir buket gül veremez miyim

     

    Yürü be Ümit

    • Like 1

  2. Harika bir huzura kavuşmanın da, çekilmez bir işkenceye sürüklenmenin de ihtimal dairesinde olduğu; insanın başına neler açacağı, onu hangi uçurumlardan iteceği, hangi gül bahçelerinde gezdireceği belirsiz olan karışık ve bir o kadar da basit şey… Evlilik… “Baştan söyleyeyim dostlar, evliyim ve 20’si kız, 25’i erkek 38 çocuğum var” diyerek konuya girseydim şaşırırdınız değil mi? Neyse efendim, biz konumuza devam edelim. (“ee bana be” diyeceklere teessüf eden bir açıklama: evli değilim) Başlı başına bir mükemmellik ifade eden evlilik, manasını kavrayamayanlar tarafından paspas hizasına indirilince, insanda ister istemez evlilik düşüncesine karşı “acaba”lar oluşuyor, sonra bu acabalar “hadi lann”lara dönüşüyor. Futbol güzeldir dostlar. Onu çirkin ve izlenmez yapan bizim ligin takımları; güzel ve zevkle seyredilir kılan da Barcelona gibi, içinde en samimi arkadaşlarımdan biri olan Lionel Messi’yi barındıran takımlardır. Evlenenlerin menfi davranışları, evlilik kavramını zedeliyorsa; düğünde damat ve geline temiz bir dayak atmak gerekir bence. Mike Tyson’ın nikah memuru olduğunu düşünsenize. Oldu olacak sahneye de makyajsız bir Hadise çıksın bari. Bir de istiklal marşını tersinden okudu mu tamamdır. Pastanın içinden de Fazıl Say bakalım kaç çıktı çıkıyormuş. Ne düğün ama… Gelinliği kefeni olur kızcaaazın maazallah.

     

    Ah dostlar, şu evlilik yok mu!.. Birbirini seven iki insanın didinerek, emek vererek elleriyle yaptıkları sevgi sarayının, artık içinde oturmaları demek olan bu duruma kayıtsız kalmak mümkün mü! İnsan çekinmiyor, korkmuyor da değil hani. Dünya genelinde yaptığım bir araştırmaya göre insanlığın yarısı evliliği yararlı, diğer yarısı da zararlı görüyor. Biri soğuk bakıyor, diğeri sımsıcak buluyor. Bu araştırmanın neticesine, gözlemci olarak bindiğim bir takside, iki adet deneyin diyalogları sayesinde vardım. İşte o diyaloglar :

     

    (Yolcu, kendisini arabaya alan şoföre nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor. Bu arada ikisi de birbirini tanıyor. Şoför, yolcuya ‘dua etmen yeter’ diyor……)

    Yolcu : Allah tuttuğunu altın etsin.

    Şoför : Amin.

    Yolcu : İkinci bir hanım nasip etsin inşallah.

    Şoför : Dua dedik beddua ettin be adam. Daha bir taneyle uğraşamıyoruz.

    Yolcu : Olur mu yahu.

     

    Yıllar süren araştırmalarım bununla sınırlı değil tabii. İşte size iki evli insandan iki zıt görüş :

    “Sevdiğin insanı her gün görmekten daha güzel ne olabilir.”

    “Hayatta yaptığım en büyük hata.”

     

    Ben mi ne düşünüyorum? Bir ayağım evliliğin olmazsa olmazlığına, harikalığına, mükemmelliğine basıyor lakin diğer ayağım da sürekli menfi kutba adım atıyor. Lev Nikolayeviç, beğendin mi yaptığını? Dilerim müslüman olmuşsundur fakat bu başka bir şey, konuyu değiştirme lütfen. Senin yüzünden Tolstoy, iki ayağım birden menfi kutupta şuan. Niye şaşırıyorsun? Kroyçer Sonat’la, Aile Mutluluğu’nu ne Reşat Nuri Güntekin yazdı ne de ben. Sen yaptın bunu Tolstoy, bu iki eseri sen yazdın. “Ne yani, Diriliş’i de ben yazdım” deme şimdi. Hakkını veriyor, saygıyla anıyorum eserini. Beni benden alan, bazı şeyleri yerinden söküp alan nadir eserlerden biridir o.

     

    Evet dostlar, eğer Enerji ve Tabii Kaynaklar bakanı olsaydım; evlenmek isteyenlere ve yakında evlenecek olanlara bu iki eseri, bırakın okumayı, ellerine almalarını bile yasaklardım. Neydi onlar öyle… Onlarca yıl daha araştırma yapacak olsam, bu iki eserdeki dehşete yine de rastlayamam.

     

    Othello’yu andıran Kroyçer Sonat, yine onun gibi cinayetle noktalanan bir kıskançlık cinneti. Bu yönüyle mevzuumuzun farklı bir dalına konuyor fakat içerikte evliliğin, birlikte yaşamanın zorluğuyla ilgili öyle şeyler oluyor ki, ister istemez “nassı yaa, hadii” diyerek bastığınız halıya bakıyorsunuz. Kitaptan sadece şu cümleyi yazsam yeter :

     

    “Artık öyle bir hale gelmişti ki bu, çayına şeker atması ve onu karıştırması bile benim için çekilmez, tarif edilmez bir işkenceydi.”

     

    Ya Aile Mutluluğu… Kitabın ismi sizi yanıltmasın dostlar. Ya çevirmenin kasti hatası ya da Tolstoy’un ironisi… Evladını evlendirmek isteyen, onu evliliğe teşvik eden anneler, kulak verin bu çağrıma. İsmine aldanarak, oğlunuza veya kızınıza bu kitabı sakın almayın. Tutun camdan aşağı atın çocuğu daha iyi. Teşvik edeyim derken tepetaklak edersiniz Allah korusun. Sonu cinayetle bitmiyor fakat Kroyçer Sonat’ı mumla aratıyor neredeyse. Cinayet kadar korkunç şu cümleye bakın :

     

    “Bana acı veren o aşkı kendi elimle yıktım. Gerçekten yıktığım sana beslediğim aşk değil, bana elem veren bir duyguydu. Şimdi rahatım, seni yine seviyorum, ama başka bir biçimde.”

     

    Bana bak Putin, bırak balina avlamayı da, yanına Medvedev’i de alıp şu sıkıntıma çare arayın artık. Eğer evlenmezsem bunun tek sebebi Tolstoy’dur diyorum ama kimse dinlemiyor. Kimi dinliyor bunlar? Ajda Pekkan’ı mı?

     

    Her şey bir tarafa da, evlilik adası hayli karışık gözüküyor bekarlık gemisinden… Bazen de misk kokulu güllere yuva olan bir bahçe gibi. Dickens’ın, Fransız ihtilalinin hemen evvelindeki zamanlar için yazdığı şu cümleler gibi : “Zamanların en iyisiydi… En kötüsü de… İnanç çağıydı… Ve inkar çağı… Akıl üstündü… Aynı zamanda budalalık da…” Evlilik adası dedim de aklıma Zindan Adası geldi. Ne finaldi o öyle… Henüz izlemeyip de izleyecek olanların beddualarını almamak için Zindan Adası’nı, tıpkı onun gibi dramatik bir sonla kapatıyorum.

     

    Buraya kadar boşa nefes tükettik aslında. Dilimizden düşmediği halde kalbimize zor inen müslümanlığı adam gibi, hakkını vererek yaşadıktan sonra, ne evliliği, bütün bir hayata dair korkacak, tedirgin olacak ne kalır dostlar. Kusurların örtüldüğü, hakaretlerin rafa kalktığı, sabrın hüküm sürdüğü, içine giremediğimiz bir derya olan huzurdan dışarı çıkarmayacak bir evlilik… İslamı idrak edemediğimiz müddetçe, evlilik dersinden sınıfta kalmaya devam edeceğiz.

    • Like 1

  3. Uzun zaman önce vefat eden bir yakınım geldi aklıma. Hiç unutmam, kalabalık caddelerden geçerken, tanıdığı ya da tanımadığı, yan yana geçtiği (sesini duyurabileceği ve mukabele görebileceği uygun olan her durumda) herkese selam verirdi. Ben de kenarda kabuğunu kaban gibi sırtına atmış bir kaplumbağa yavrusunun ağırdan alan şaşkınlığıyla esniyor, kendisine olan saygıma yeni katlar ekliyordum. Bulunduğu yerde, aşağı yukarı herkesin onu tanımasının, sevmesinin, saygı duyup değer vermesinin nedenini o zamanlar anlamıyordum. Sakalları ağarmış, güzel yüzlü yaşlı dedeler bile onu gördükleri zaman sanki uzun zamandır görmedikleri bir akranlarıyla karşılaşmışçasına seviniyorlar, beni de şaşkınlıktan hayretlere sürüklüyorlardı. Bu sevgi çemberinin oluşmasına imkan sağlayan şey, insanlarla olan muhabbeti ve selamı yaygınlaştırmasıydı şüphesiz. Selamla girdiği ortama, küfürle devam edip, isyanla veda eden tiplerden olmamak ne güzel ve ne bulunmaz bir insan modeli... Fazla söze ne hacet. Selam, selam, selam...

    • Like 1

  4. Şiirleri, hikayeleri, romanı (tek romanı var) oyunları olan bu dikkat çekici yazarın geçenlerde 8-9 hikayesinden oluşan bir seçme kitabı geçti elime ve içlerinden bir tanesinin aklımdan bir türlü çıkmaması neticesinde onu burada paylaşmak istedim. Yalnız, hikaye biraz uzun olduğundan, son kısımlara kadar olan bölümün kısa bir özetini geçerek; son kısımları da direk hikayeden alıntılayarak yazmamız daha olumlu ve uygun olur sanki. Evet, bence de öyle.

     

    Hikayenin adı İnfanta'nın Doğum Günü... İnfanta, İspanya tahtına varis olan kızlara verilen genel ad... İşte bizim infantacığımızda 12 yaşına girerken, sarayda bu doğum günü için büyük bir kutlama düzenlenir. Fransız olan annesi bu dünyadan göçmüş, İspanyol olan babası kral hazretleri de, ölen kraliçenin cesedini mumyalatıp hergün yaşlı gözlerle onu öpedursun, bizim infanta iri mavi gözleriyle baktığı hayatta şımarık bir çocuk olmanın 'her dediğim oluyor lan' lığına vurmuştur kendini. Şu Avrupalıları da anlamak güç doğrusu. Valide hanım Fransız, peder bey İspanyol... Eee bu çocuk nereli oluyor şimdi? Ya o yüz yıl savaşlarındaki taht iddialarına ne demeli... İngiltere Kralı çıkıyo, 'Ben Fransa Prensesi İsabella'nın oğluyum, ahanda muhtarlıktan yeni çıkan resimli nüfus cüzdanım.' diyerek Fransa tahtının kendisine ait olduğunu zırvalıyor. Bunlar korkunç şeyler. Tanrı korusun, Avrupa'nın sosyal bütünlüğü diye bir şey kalmayacak. Sonra kimi taklit edecek doğulu ülkeler. Yapmayın lütfen. Kendine gel Avrupa!..

     

    İşte o gün infanta için rüya gibi bir eğlence yapılır. Neredeyse dünyanın her yerinden çeşit çeşit göstericiler gelir. Hokkabazlar, çalgıcılar, dansçılar, şarkıcılar... Dans eden ayılar, eğitilmiş maymunlar... Huzuruna dünyalar serilen infanta'nın keyfine diyecek yok...

     

    O sırada sahneye bir cüce çıkarırlar, ki hikayemizin kahramanı ve hikayeyi apayrı kılan da bu kambur, çarpık bacaklı ve görünümü korkunç olan cücedir. İki İspanyol soylusu, infanta'nın doğum gününden bir gün önce, avlanmaya gittikleri büyük meşe ormanının ıssız bir köşesinde, kahramanımız olan cüceyi başıboş dolaşırken bulup, infanta'ya süpriz yapmak üzere saraya götürürler. Fakir bir kömürcü olan babası, böyle çirkin ve faydasız bir çocuktan kurtulmaya can atadursun, kahramanımızın, başkalarının gözünde en eğlendirici yanı, kendi tuhaf görünümünden tümüyle habersiz oluşudur. Evet, cüce, saraya getirilmeden önce ormandan hiç çıkmamış, hayatı boyunca çiçeklerden, kuşlardan, ağaçlardan başka bir şey görmemiştir. Sadece bu yönüyle dünyanın en masum insanlarından biri olmaya aday olan kahramanımız, sıra kendisine gelip de sahneye çıkınca, izleyenlerin infanta'nın kahkahalarıyla, o günkü eğlencenin en gülünç bölümünü oluşturur. O çarpık bacaklarıyla ettiği dans, son derece mutlu ve neşe dolu görüntüsü izleyenler için bulunmaz bir gösteridir. Herkes ona gülerken o da sanki içlerinden herhangi biriymiş gibi serbestçe neşe içinde kahkaha atar. İşin kötüsü infanta'ya da abayı yakmıştır. Gözlerini kızın üzerinden bir türlü ayıramaz. İnfanta, gösterinin sonunda saçlarının arasından beyaz bir gül çıkarıp cüceye fırlatınca, kahramanımız sevdiği kız tarafından sevildiği inancına da kapılır. Sonra da çiçeği dudaklarına götürürken elini kalbinin üzerine koyup, infanta'nın önünde bir dizi üzerine çökerek, çıkan kahkahaların sesini biraz daha yükseltmiş olur. İnfanta, öğle uykusundan sonra cücenin tekrar sahneye çıkıp dans etmesi için etrafa emirler yağdırınca, kahramanımız sevgiyle okşadığı beyaz güle fısıldar : Beni seviyor...

     

    Bu, sahne dediğimiz yer, sarayın önünde kurulan bir çadırdadır. İnfanta, saraya, odasına uyumaya gittikten sonra, kahramanımız sarayın çevresinde dolaşmaya başlar. Kalbi, infanta'yla ormanda geçireceği güzel günlerin hayaliyle doludur. Evet, çarpık bacaklı, kambur ve cüce olan kahramanımız, İspanya tahtına varis olan bir kızın, kendisiyle bundan sonra ormanda yaşaması üzerine düşler görür. O sırada bir yolunu bulup saraya girer. Ve sarayın içinde dolaşmaya başlar.

     

    Gerisini hikayeden okuyalım :

     

    Sofanın sonunda, siyah kadife zemin üstüne güneşle yıldızlar serpilmiş, Kral'ın pek hoşlandığı örnekte ve en sevdiği renkte ağır işlemeli bir perde asılıydı. Sakın Infanta arkasında saklanmış olmasın? Bir kez bakmalıydı oraya.

     

    Yavaşça o yana geçip perdeyi çekti. Hayır, perdenin arkasında yalnızca başka bir oda vardı. Bu ona yeni çıktığı odadan daha güzel geldi. Duvarlar da bir Felemenk sanatçısının, yedi yıldan çok emek verdiği, kalabalık bir av sahnesini gösteren yemyeşil kanaviçelerle kaplıydı. Burası bir zamanlar, Jean le Fou dedikleri, çoğu delilik nöbetlerinde, şaha kalkmış atların sırtında av borusunu öttürerek, önünde kaçan solgun geyikleri hançerleye hançerleye kovalayan av budalası o kaçık Kral'ın odasıydı. Şimdi Meclis odası olarak kullanılıyordu. Ortadaki masanın üstünde de, üzerinde İspanya'nın altın lalesiyle Habsburg Hanedanı'nın arma ve simgeleri basılı kırmızı dosyalar vardı.

     

    Küçük Cüce dört bir yanına şaşkınlıkla baktı; ama ilerlemekten sanki korkuyordu. Uzun çayırlıklarda hiç gürültü etmeden dörtnala giden sessiz atlıyı; kömürcülerin anlattığı, yalnızca geceleri avlanan, insana rasgelirse onu dişi geyiğe çevirip avlayan Comparachos dedikleri korkunç tayfa benzetti. Ama, güzel Infanta'yı aklına getirince yüreklendi; kendisinin de onu sevdiğini söylemek istiyordu. O belki de öteki odadaydı.

     

    Yumuşak Mağrip halısının üzerinden karşıya doğru koşarak kapıyı açtı. Hayır, orada da yoktu; oda bomboştu.

    Burası Kral'ın yabancı elçileri son zamanlarda pek sık yapılmayan özel konuşmalarıyla onurlandırdığı taht odasıydı. Yıllarca önce, İmparator'un en büyük oğluyla, o zaman Avrupa'nın Katolik hükümdarlarından biri olan İngiltere Kraliçesi'nin evlenmesine aracılık eden elçiler de burada huzura çıkmıştı. Eşya altın yaldızlı Cordoba derisindendi. Üç yüz şamdanlı, altın yaldızlı bir avize, siyahlı beyazlı tavandan aşağı sarkıyordu. Üzerine Castilla'nın aslanlarıyla kuleleri ufacık incilerle işlenmiş som sırmadan büyük bir sayvanın altında, gümüşlü incili bir saçakla özenle çevrilmiş, gümüş lalelerle süslü siyah zengin bir örtüyle örtülü taht duruyordu. Tahtın ikinci basamağında üstündeki gümüş sırma yastığıyla Infanta'nın diz iskemlesi; daha aşağıda, sayvanın sınırları dışında genel törenlerde Kral huzurunda oturmaya özel olarak izinli bulunan Papalık elçisinin sandalyesiyle, önünde kırmızı dobrin püsküllü Kardinallik şapkasını koymaya özgü erguvan renkli iskemlesi duruyordu. Tahtın karşısındaki duvarda, yanında büyük bir bekçi köpeğiyle V. Charles'ın av kılığında, doğal büyüklükte bir portresi; öteki duvarın ortasında da, Felemenk'in saygılarını kabul eden ikinci Philip'in bir resmi vardı. Pencerelerin arasında, üzerine Holbein'in ölüm dansı, söylentiye göre ünlü üstadın kendi eliyle işlenmiş, abanoz üstüne fildişi kakma bir konsol duruyordu.

     

    Ancak, küçük Cüce bütün bu görkeme hiç ilgi göstermiyordu. Gülünü sayvanın bütün incilerine değişmez; taht'a, bir tek beyaz yaprağını bile feda etmezdi. Bütün istediği, Infanta'yı daireye dönmeden görmek, dansını bitirdikten sonra birlikte ormana gelmesini istemekti. Burada, sarayda hava kapalı ve iç sıkıcıydı. Ama, ormanda rüzgâr püfür püfür eser, güneş ışığında altın gibi parlayan yaprakları kımıldatırdı. Ormanda çiçekler de vardı, belki saraydakiler gibi görkemli değillerdi, ama hepsinden daha güzel kokuluydu bunlar; ta ilkyazın başında, serin koyaklarda çimenli tepeleri eflatun dalgalarla yıkayan Sümbüller, Meşe ağacının yumru yumru kökleri çevresinde küme küme serilen Menekşe Gülleri, parlak Kırlangıç çiçekleri, mavi Yavşan otları, leylak rengi altın Susamlar, bademlerin üstünde Gümüş çiçekleri, benekli Arı Yatağı, hücrelerin ağırlığıyla solmuş Yüksük çiçekleri, Kestane'nin beyaz yıldızlardan dolambaçları, kara Çalı'nın soluk güzel taneleri vardı. Evet, kesinlikle gelirdi. Ah, bir kez onu bulabilseydi. Güzel ormana birlikte gelirdi; o zaman onu eğlendirmek için bütün gün dans ederdi. Bu düşünceyle gözlerinin içi güldü, sonra öteki odaya geçti.

     

    Bütün odaların, bu, en parlağı ve en güzeliydi. Duvarlar, üstüne kuşlar serpilmiş ve ince gümüş çiçeklerle benekli pembe çiçekli Lukka damasıyla kaplıydı; eşya gösterişli çelenklerle çiçekli, salıncaklı aşk perileriyle süslüydü; iki geniş ocağın önünde üstlerine papağanlar, tavuslar işlenmiş büyük paravanlar duruyor, deniz yeşili mühresenkten yer döşemesi sanki enginlere kadar uzanıyordu. Yalnız da değildi. Kapı geçidinin altında, odanın ta öbür bucağında, ufak tefek birinin kendisini seyrettiğini gördü. Yüreği oynadı, dudaklarından bir sevinç sesi çıktı ve güneş ışığına doğru ilerledi. O böyle ilerlerken o kişi de yürüdü; bunu pek güzel gördü.

     

    Infanta! Hayır, canavar, o ana dek gördüğü en şaşırtıcı canavardı bu. Sırtı kambur, kolu bacağı çarpık çurpuk, kocaman sarsak kafalı, kara hayvan yeleli, öteki insanların hiçbirine benzemez, biçimsiz bir şeydi. Küçük Cüce kaşlarını çattı, canavarın da kaşları çatıldı. Cüce güldü, o da birlikte gülüp ellerini yanlarına sarkıttı, tıpkı onun gibi. Cüce alaylı alaylı baş eğdi, o da yerlere dek eğilerek karşıladı. Cüce ona doğru gitti, o da ona gelmeye başladı; her adımını aynıyla atıp, durduğu zaman tıpkı öyle durarak... Keyfinden bağırıp ileri atıldı, kollarını uzattı, elleri canavarın ellerine değdi, buz gibi soğuktu. Korktu, elini kımıldattı, canavarın eli de hemen onu izledi. Onu itmek istedi, ama düzgün sert bir şey onu durdurdu. Artık canavarın yüzü kendisiyle karşı karşıyaydı ve dehşet içindeymiş gibi görünüyordu. Saçlarını arkaya attı, o da tıpkısını yaptı. Bir yumruk attı, o da her yumruğu aynı biçimde yumrukla karşıladı. Cüce yüz buruşturdu, o da çirkin çirkin surat etti. Cüce çekildi, o da kaçtı.

     

    Neydi bu, bir an düşünüp odanın öbür yanlarına baktı. Tuhaf şey, bu görülmez parlak su duvarında her şeyin bir eşi var gibiydi. Evet, resme resim, kanapeye kanape. Kapı dibindeki hücresinde yatıp uyuyan keçi bacağın [faun] kendisinden geçmiş ikiz kardeşi vardı, güneşte duran gümüş Venüs kendisi gibi güzel başka bir Venüs'e kollarını açmıştı.

     

    Acaba bu dağların sesi miydi? Bir kez derede bu sesi çağırmıştı da o da sözcüğü sözcüğüne yanıt vermişti. İnsan sesiyle aldanabildiği gibi, acaba gözüyle de aldanabilir miydi?

     

    Davrandı, göğsünden güzel, beyaz gülü çıkarıp döndü, öptü. Canavarın da kendi gülü vardı, her yaprağı tıpkı tıpkısına bunun eşi. O da gülü öyle öpüp iğrenç hareketlerle göğsüne bastırdı.

     

    Gerçeği birdenbire anlayınca dehşetle haykırdı; hıçkıra hıçkıra yere yığıldı. O biçimsiz, kambur, yüzüne bakılmaz, çirkin ucube demek kendisiydi. Canavar demek ki kendisiydi. Bütün çocuklar demek ona gülüyorlardı. Sevdiğini sandığı Prenses de, demek o da, yalnızca onun çirkinliğiyle zevkleniyor, çarpık çurpuk bacaklarıyla eğleniyordu. Niçin onu, böylesine çirkin olduğunu yüzüne vuracak tek bir aynanın bile bulunmadığı ormanda bırakmamışlardı? Babası onu satıp da, utancından yerin dibine geçireceğine niçin öldürmemişti? Yanaklarından aşağı sıcak gözyaşları aktı; elindeki beyaz gülü parça parça etti. Yerdeki canavar da aynı biçimde davranıp solgun gül yapraklarını darmadağın havaya attı; yüzükoyun yere yığılıp ona baktığı zaman buruşmuş yapraklardan dolayı acı duydu. Onu görmemek için sürüklene sürüklene çekilip elleriyle yüzünü kapadı. Bir yaralı gibi karanlığın içine sürüklendi ve orada inleye inleye yattı. Tam o sırada Infanta da açık kapıdan, arkadaşlarıyla birlikte içeri girmişti. Küçük çirkin Cüce'nin kenetlenmiş ellerini en garip ve abartılı hareketlerle yere vurduğunu görünce, şen kahkahalarla çevresini alıp seyrine daldılar.

     

    Infanta, "Dansı tuhafmış; doğrusu kuklalar gibi güzel; yalnız onlar gibi doğal değil elbette," diye büyük yelpazesini sallayıp alkışladı.

     

    Ama, küçük Cüce hiç başını kaldırıp bakmadı, hıçkırıkları hafifledi, hafifledi, birdenbire acayip bir soluk verdi, yanlarını tuttu, sonra arka üstü düşüp hareketsiz kaldı.

     

    Infanta, "İşte bu pek güzel!" dedi; biraz durduktan sonra sözünü sürdürdü: "Ama, şimdi bana dans etmelisin."

     

    Bütün çocuklar, "Evet, kalkıp dans etmelisin." diye haykırdılar.

     

    Ne var ki, küçük Cüce hiç yanıt vermedi. Infanta da ayağını yere vurup setin üstünde kutsal yönetimin henüz kurulmuş olduğu Meksika'dan gelen son haberleri saray bakanıyla birlikte okuya okuya dolaşan amcasına seslendi.

     

    "Küçük tuhaf Cücem somurtuyor, uyandırıp bana dans etmesini söylemek gerek," dedi.

     

    İkisi de birbirlerine gülümseyerek içeriye girdi, Don Pedro eğilip Cüce'nin yanaklarına işlemeli eldivenleriyle vurdu. "Kalkıp dans et bakalım pis canavar, kalk dans et. İspanya'nın Infantası eğlenmek istiyor!" dedi.

     

    Ama, küçük Cüce hiç kımıldamadı. Sonunda usanan Don Pedro, "Bir falakacı çağırtmalı," diyerek sete çıktı. Ama saray bakanının yüzü daha da ciddileşti. Küçük Cüce'nin yanında diz çöküp elini onun kalbine götürdü. Birkaç dakika sonra da omuzlarını kaldırıp ayağa kalktı. Infanta'nın karşısında yerlere dek eğilerek, "Sevgili Prenses, küçük tuhaf cüceniz bir daha dans etmeyecek; yazık, öyle çirkin ki, belki Kral'ı bile gülümsetebilirdi!" dedi.

     

    Infanta güle güle, "Ama niçin bir daha dans etmeyecekmiş?" diye sordu.

     

    Saray bakanı yanıt verdi: "Çünkü kalbi kırılmış."

     

    Infanta'nın kaşları çatıldı, ince gül yaprağı dudakları, zarif bir gururla kıvrıldı; "Bundan sonra benimle oynamaya gelenlerin kalbi olmasın" diyerek bahçeye kaçtı.


  5. Efendim, site yönetimine en kalbi saygılarımızı, en içten teşekkürlerimizi sunarız. Ortaya, kıymetli incelemeler, değerli yazılar çıkacağı muhakkak. Heyecan verici, birleştirici, teşvik edici, sevindirici bir organizasyon. Ve hediyelerin manevi boyutu… Diyecek bir şey bulamıyorum. Allah razı olsun efendim. 4. nesir yarışmasının hayırlara vesile olmasını temenni ederim.


  6. Efendim bu durum oldukça karışık ve bir hayli enteresan aslında. Burada birçok sebep dile getirilebilir, izah edilmeye çalışılabilir, hatta bunda biraz muvaffak da olunabilir… Fakat, 'işte budur. Evet evet bu. Tam isabet ahbap, dedem bile böyle nişan alamazdı…' türünden, tatmin edici, doyurucu, idrak ettirici içeriğe sahip olamayacağı ve o nispette piyesi yazmaya çalışan kişiyi de, 'yazmak istediğim bu değildi… Bunlar kalbimdeki cümleler değil. Hayır hayır keşke yazmasaydım.' diye derin kederlere, yarım kalan cümlelerin telaşına sürükleyeceğinden; meseleye, aç ve pençelerinden öfke tüten bir leopar'la karşılaşmış ceylan ürkekliğiyle olmasa da; deniz canlılarından müteşekkil bir akvaryumda, demir parmaklıklı bir kafes içindeyken, parmaklıkları dişleyen köpekbalıklarına yakın olma korkusuyla yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Esasen bunun bir korku değil de çekingenlik olduğunu belirtmeli, içimden gelen sesi dinlemeliyim. İçimden gelen sesin ne dediğini ya da içimden herhangi bir sesin gelip gelmediğini de tam olarak anlayabilmiş değilim. Sevgili opus132! Başını ağrıttım galiba! :) Fakat beni anladığını umuyorum.

     

    Abi, ya iç içe girmiş onlarca şey... Birbirine karışmış, uzun, kısa, geniş, dar yollar. Sen yalnızca aşure mi yersin abi! Yüzlerce kanadı olan bir kuştan bahsetmiştin... Öyle değil mi?

    • Like 1

  7. Mesele ne oydu ne bu... Mesele bir karın ağrısı değildi ki. Mesele hep derdim ya sana, ama hayır sana diyemedim ki ben hiçbir zaman, hep derdim ya kendime mesele bir var oluş meselesi. Mesele sadece karların yağması değildi, karın altında ezilen bir yürekti aynı zamanda. Mesele ''Karın yağdığını görünce, Kar tutan toprağı anlayacaksın, Toprakta bir karış karı görünce, Kar içinde yanan karı anlayacaksın'' diyen Karakoç'un feryadıydı belki. Ben karın yağdığını çok gördüm. Her seferinde kainatı gözlerimin önünde çok vazıh bir halde dururken gördüm. Söyle bakalım bunlar basit şeyler mi? Değil, asla. Her şeyi kabul ederim ama bunu asla. Tamam tutarsızlık, tamam bir bıkkınlık, tamam belki göreceli bir korkaklık... Ama hiçbir şey az önce bahsettiğim şeyi basite indirgeyemez. Hiçbir mantık.

     

    Sustum. Uzun süre sustum. Sonra bir gurbet daha tebelleş oldu başıma. Dedim neresi bu sefer? Dediler maziye dönüyorsun. Olmaz dedim. Kaderin cilvesi dediler. Levhil mahfuz dedim. Anlamadılar. Bir künye astım boynuma. Birde seni... Belki de bütün bir kainatı, anlatılan masalları, ölümleri-kalımları... Bilirsin hep yarım keserim konuşmaları. Yine yarı da kesiyorum.

     

    Uzaktan, eski hatıralardan ve tılsımlı anlardan bahsederken, yalnız olmadığımı bilmekti mesele… Mesele ne oydu ne bu… Mesele aynı şiirin iki kıtası; aynı romanın iki bölümü olarak, iki ayrı fakat aynı yoldan hareket ederek aynı menzilde buluşmaktı.

     

    Yüreği derin mitajanı haber verdi maziden. Fakat yarı da kesti... Devam etmesini ama nihayete erdirmemesini istirham ediyoruz. Nihayete ermeyeceğini de biliyoruz.

     

    "Mesele hep derdim ya sana, ama hayır sana diyemedim ki ben hiçbir zaman…"

     

    Bu yüzden…

    • Like 1

  8. ''Bize her yer Trabzon'' Kitabını öneririm...

    Tavsiyen için teşekkür ederim azizim hüdayim. 'Bize her yer Trabzon' ve 'Bir dakika 61 saniye olsun' gibi orijinal çıkışlarla gündeme renk katan, Doğu Karadeniz'in asil insanlarını tanıma yolunda bir adım olur hem bu. Gerçi o taraflarda, kıymet verdiğim, hakiki manasıyla sevdiğim, kendime yakın hissettiğim insanlar da yok değil.

     

    Bakalım, ilerde bir gün okuruz inşallah. Yeter ki karga çıkmasın.


  9. Üstad bu mesele hakkındaki görüşünü; Benim Gözümde Menderes adlı eserinde soylu bir duruşla şu şekilde tablolaştırıyor :

     

    ".... Amerikalara kadar gidip orada bastırdığı bir kitapta bize en ağır küfürleri savurmuş ve avukatlarımız bu işin onbinlerce dolarlık manevi tazminata tahammülü olduğunu söyledikleri halde tarafımızdan takibata tenezzül edilmemiştir. Biz manen öldürdüğümüzden maddi menfaat devşiremeyiz : çünkü dönme değiliz... Bütün bunları birer takas hakkı olarak tutar, işi kalemimize havale etmek mertliğini tercih ederiz; zira safkan Anadolu çocuğuyuz."

     

    Üstadın kaleminden yediği darbelerin büyüklüğü New York City'i aşan bu meşhur dönmenin bu satırları okuyup okumadığı meçhul. Bu darbeyi de yemiş olmasını diler, kendisine afiyet olsun deriz. San Francisco büyüklüğünde bir yara daha.


  10.  Mevzuu ile alakalı olarak, 9 sene evvel okuduğum Mina Urgan'ın Bir Dinazorun Anıları kitabında geçen bir sözünü nakletmek istiyorum (ateşi bol olsun, kendisini sevmiyoruz ama bu husustaki sözü güzel  :) )

    Diyor ki Urgan: Bir karpuz -veya kavun, tam hatırlayamıyorum- aldınız, eve getirdiniz, kestiniz, baktınız ki kelek çıktı, yer misiniz onu, tabi ki yemezsiniz, kitap da böyledir, baktınız ki kelek çıktı, okumaya devam etmeyeceksiniz.

     

    Kelimesi kelimesine hatırlayamasam da bu mealde bir sözdü. Gayet hoşuma giden ve mantıklı bulduğum bu söz üzerine; başladığım bir kitabı muhakkak bitirme takıntısından vaz geçmiş, fikrî faydası ve edebî zevki gayri kabil kitapları yani kelek çıkan kitapları ruhuma yedirmemem gerektiğinin farkına varmıştım. Hakikat şu ki, kitap okuma hususunda istikamet gösteren, yol aydınlatan, elimden tutan olmadığı için; başladığım kitabı da bitirmem gerektiği, bitirmezsem kitaba haksızlık olacakmış gibi lüzumsuz bir duygusallıkla kitaba baktığım için, zaman kaybettirmekten başka işe yaramayan, yanlış fikre sürükleyici, bakış açısını yamultucu, kavram kargaşasından müteşekkil bir bataklığa itici bir çok lüzumsuz kitabı okumayı bu söz üzerine terk etmişimdir. Bu düsturu öğrenmek de bir ateistin kitabından nasip olmuştur.

     

    Henüz fikriyatın tam olarak yerleşmediği, kitabiyat dünyasında menfi ve müspet ölçünün yapılamadığı bir yaş devrinde, her kitabın okunmaması gerektiği, bilhassa da kelek çıkan kitapların sonuna kadar götürülmemesinin elzemliği ya bir rehber eşliğinde yahut da kitapta geçen yol gösterici bir ifade sayesinde anlaşılıyor. İnsan belli bir merhaleyi aştıktan sonra zaten bunun ayrımını yapabiliyor. Ama maalesef ki yaşı epey ilerlediği halde bu merhaleyi aşamayıp da vaktini kelek kitap okumakla geçirenler de yok değil.

     

      İnsanın romanlarda kaybolarak boğucu duygularından kaçmak veya kurtulmak veya onları unutmak istediği demlerde en iyi giden kitap türü polisiyedir. Bu meyanda Jean Editistophe Grange tavsiye edeceğim ilk yazar. Evet, Jean'ı tek geçerim polisiyede.   :)

     

    Hakikaten öyle. Kitap okumak insanın önemli bir vaktini aldığından, dünya hayatı da öyle sandığımız kadar uzun olmadığından, okuyacağımız kitaplar konusunda seçici olmamız, içtiğimiz suyun temiz olmasına verdiğimiz önem kadar gereklidir. Şuan piyasada birmilyon kitap olduğunu varsayalım. Bunun en fazla bin tanesinin üst düzey; doksandokuzbin tanesinin eh işte; dokuzyüzbin tanesinin de sobalık veya sopalık olduğu bir hakikat. Mesele kaliteli ellerden çıkmış bin kitabı bulabilmekte. Aklıma Edmond Dantes'in İf şatosunda esirken tanıştığı Rahip Farya'nın (Deli Farya) söyledikleri geldi : "Beşbin cilde yakın kitabım vardı. Hepsini tek tek okuduktan sonra şu sonuca vardım : insan, iyi seçilmiş yüzelli kitapla bilgilerin bütününü öğrenebilir. Kendim için seçtiğim yüzelli cilt kitabı üç sene müddetle defalarca okudum. Tutuklandığımda kitapları hemen hemen ezberlemiş bulunuyordum."

     

    Deli Farya'nın söylediklerine katılmamak imkansız. İyi seçilmiş yüzelli kitap... Ben de böyle mi yapsam acaba? Yüz kitap zaten hazır. Üstad sağolsun :D

     

    Bir kitabın; üslubunun güzelliği ya da çirkinliği, konusunun kayda değerliliği ya da basitliği ilk sayfalarda anlaşıldığından; maçın sonuna kadar ofsayt pozisyonunda sabit durarak gol atmayı bekleme durumundan sıyrılıp, kitabı bir daha açmamak üzere kapatmak en uygunu. Gerçi bazı istisnalar da yok değil. Mesela Graziella... İlk yetmiş sayfasında 'bu ne lan' diyor; yüzkırkıncı sayfada kitap bittiğinde ise, "Allah cezanı vermesin Lamartine!.. Misafire yemek en başta verilir. Vaktinde Türkiye'ye gelmiştin. Lakin hiçbir şey öğrenemeden gitmişsin Fransız herif! Eğer Raphael'i yazmamış olsaydın, mezarını açıp kemiklerini kırardım senin." diyorsunuz resmen.

     

    Kitap seçme konusunda verdiği kelek örneğinden hareketle kendisine katıldığım, kendisini haklı bulduğum, (zorumun adını çalmaya teşebbüs eden) Dinazor Mine için; kara bir yas, derin bir keder, dağlar kadar büyük bir üzüntü içerisindeyim şuan; zira dile getirdiği bu gerçek, kendi yazmış olduğu kitabı da okumamış olmasının maalesef en büyük kanıtıdır efendim :D

     

    Bugüne kadar iştahıma çekici gözükmüş olmasa da, polisiye türü dikkatimi çimdiklemiyor değil. İyi seçilmiş yüzelli kitaptan iki tanesinin polisiye olması bence gayet uygun. Bu tür kitaplarla alakalı, ilgi çekici bir de söz var : "İyi bir polisiye romanı, nefis bir yemeğin ardından yenen krema gibidir."

     

     

     

    Okumayın, okutmayın! Yazıktır, günahtır! 3 yıl uğraştım, en sonunda bitirdim ama gelin bir de neler çektiğimi bana sorun. Anacığımın Yasin sureleri refakatinde verdiği süt burnumdan geldi. Kitabı bir daha okursam Budist rahiplerine imamette bulunan nirvana padişahı olurum, o çileyi çeken adamda dünyanın kiri pasağı kalır mı sanıyorsunuz siz ey azizan?

     

    Şehre yağmur inende

    Bi hüzün başlar bende

    Allah cezanı versin

    Bu yapılır mı Dante!..

     

    Ben en azından bu işkence, bu ızdırap, bu faciayı birkaç gün çekmiştim azizim. 3 yılda bitirdim deyince sen, 'benim derdim dert midir senin derdin yanında' şarkısını Hardy'nin de katıldığı bir koro halinde seslendirdik şu dakika. Kenardan Dante zebanisinin de ilişmeye çalıştığını görende, İlahi Komedya'mı, Vallahi Izdırap'mı ne olduğunu anlamakta idrak sıkıntıları çektiğimiz eserini yüzüne çarpıp; 'Hardy bile bu kadarını yapamadı, de get ordan çirkin eşek yavrusu' deyu reddettik iğrenç adamı. Kemiklerin sızlasın, karaciğerin guruldasın, östaki borun çatlasın ey Dantelalı Dante.

     

    Trradomir, Allah senden razı olsun yahu… Bir de bu kitabı okumayı düşünüyordum. Bi yerlerde övgüyle bahsedildiğini hatırlıyorum. Hatta bi kaç yerde. Meymenetsiz herifler.

     

    Dante'ye yediği bu darbelerden dolayı 'geçmiş olsun' diyor; yaşarken İlahi Komedya olarak nitelendirdiği hayali serüveninin, toprağın altında İlahi Dram'a dönüştüğü gerçeğini yüzüne bir kez daha çarpıyoruz efendim. İlahi Dante! nihahaha


  11. Acımı paylaşmaktan; bir köpeğin kediden, bir kedinin fareden nefret ettiği kadar nefret ediyorum. Yalnız bende, kendi iç dünyamın karanlığında kalmalı acı. Adını hiç kimseye söylemediğim, hiçbir mecliste bahsini etmediğim, kendisine bile kendisini sevdiğimi söylemediğim bir sevgili, evet bir sevgili gibi… Yalnız içimde, daha önce hiçbir insanın ayak basmadığı, çitlerini kırıp çiçeklerini koparmadığı, ahşap evine mancınıklarla betonlar fırlatıp ruhunu parçalamadığı o şehirde kalmalı acı.

     

    Abi, araya girmezsem kendimi, jerry’i elinden kaçırmış tom gibi hissederim.

     

    Buyur azizim.

     

    "Acı" derken tam olarak neyi kastediyorsun? Fiziksel bir acı olmadığını anladık. Peki bu acı ne tür bir acı? Yani… Demek istediğim bu değil, yani sormak istediğim. Tam noktasını bulmak isterdim fakat, müşkülatımı ifadede tam bir fiyaskoyumdur maalesef.

     

    İnan sevgili gölge bunu ben de bilmiyorum. Sen, sorarken ne kadar zorlanıyorsan, cevap verirken ben de o kadar güçlük çekiyorum. Fakat acı dediğim şey öyle bir kuş ki, yüzlerce kanadı var. Yani… Evet, bu yeterli sanırım.

     

    Abi, şuna inan biz birbirimize benziyoruz. Neyse abi sen devam et.

     

    Soğuk kış gecelerinde, kar taneleri pencereme vururken, yorganın altında, duyanın kahkaha zannedeceği hıçkırıklarla sarsılırken; yorganın dışına, odanın içine, evin bacasına, dünyaya taşmamalı acı. Karın yağdığını görmemeli gözler. Sabah uyandığında, birdenbire etrafın bembeyaz olduğunu görmeli…

     

    İşte bu abi. Kimseye çaktırmamalıyız. Müthiş bir şey. (Ben ara sıra araya girerim abi, sen bana bakma.)

     

    Hayır. Tutmamalı kar. Yağdığını da bilmemeliler. Bilirlerse kardan adam yapar, burnuna havuç takar, kar topu oynarlar. Acımla dalga geçilmesi… Bir şeyler oluyor… Soramıyorum da… Sorarsam söylerler diye korkuyorum. Ne diyordu Üstad, duran saatlerle ilgili : "Bir insan öldüğü vakit nasıl gömülüyorsa, bir saat de durunca onu göz önünden kaldırmak lazım. Zira ölüye rağmen hayat ve saate rağmen zaman yürümektedir." Bu insanlar hayatın devam ettiğini bile bile beni gömmüyorlar.

     

    Abi, yani öyle şeyler söylemeye başladın ki, ben ufaktan kaçsam mı diye şey ettim. Yani yanlış anlama seni dinliyorum ama beni korkutmaya başladın.

     

    Yardım etmek istiyorum gölge!.. Eski püskü ceketim, delik pabuçlarım, yamalı pantolonumla; gözlerinden süzülen yaşlar toprağa değdiğinde ölülerin titrediği kimsesiz bir küçük kızın saçlarını okşayıp, avuçlarına saçları adetince altınlar saçmak istiyorum. Bir hayalet olmak… Geceleri şehrin her yerini gezmek, bu kadar canavar arasında hala kaldıysa masumları görmek, onların elinden tutmak… Üç tane masum için binlerce canavarı pataklamak… Önü karanlık olanlara ışık tutabilmek… Anlıyor musun gölge! Yardım etmek istiyorum.

     

    Abi…

     

    Kendime gülüyorum gölge! Bu nasıl bir şey biliyor musun? Bacakları tutmayan bir felçlinin, yattığı yataktan, yürüyen insanları koşturmak istemesi gibi bir şey. Geçen sabah ne gördüm biliyor musun gölge! Bugüne kadar gördüklerim arasında beni sarsanlar listesinde ilk on’u zorlayan bir şey… Yağmurlu bir sabahtı… Biraz serin… Evden dışarı daha yeni çıkmıştım ki karşıma o çıktı. Yerde, ben geceleri yatağımda sağ tarafıma dönüp de yattığım gibi yatıyordu. Bir kedi… Ölü bir kedi… Aklıma, taksinin altında kalarak can veren prenses geldi. Ve onun ezik vücudunu sepete koyarken hüngür hüngür ağlayan Huriye Hanım… Bir zaman ayrılamadım oradan. Yağmur şiddetini hayli artırmıştı… Ölü kedinin üzerine bardaktan boşanırcasına yağıyor, onun yumuşak vücut tüylerinden sert toprağa damlacıklar akıyordu. Üşümüyordu artık. Her zaman kaçtığı sudan da kaçmıyordu. Dehşet, dehşet bir manzaraydı bu… Orada hissettiklerimi sana anlatamam gölge!.. Ne anlatmak isterim ne de anlatabilirim.

     

    Abi müsaade edersen bir şey sormak istiyorum! Hani…

     

    Aldırmıyorum artık gölge! Bak, sana biraz halimi anlatmaya çalışacağım. Bu, her zaman yapmak istediğim fakat hiçbir zaman yapamadığım bir şeydir. Şimdi, rica ederim yanağını uzatır mısın!

     

    Ne.. Neden abi?

     

    Tokat atacağım.

     

    Bu delilik… Hayır, asla buna izin vermem.

     

    Ben de çok meraklı değilim sana tokat atmaya. Hem, sana tokat atmak için kolumu havaya kaldıranda otuz kasım birden hareket edecek. Bu, yorucu ve ağır işi neden yapıyorum sanıyorsun… Halimi ifade için elbette.

     

    Tamam abi, ama lütfen yavaş vur.

     

    Küt…

     

    Ahhhhhh…

     

    Acı duydun değil mi? Yanaklarında toplanan büyük bir sancı, topuklarına kadar tüm vücudunu sardı. Seni üzdüm… Seni kırdım… Bunu bir sözle, bir tavırla, bir tepkiyle, bir tuzakla, bir iftirayla, bir küçümseyici bakışla da yapabilirim. Yine tüm vücudun acıyla inler. Şimdi lütfen diğer yanağını uzat!..

     

    Abi…

     

    Hayır, bana güven…

     

    ………………

     

    Demin vurdun, şimdi de sevgiyle okşuyorsun; bir yanıma kova kova çöp döküp, diğer yanıma gül dikiyorsun abi…

     

    Sevindin değil mi? Kalbin bir fare yavrusu kadar, bir minik kırlangıç kadar hafifledi. Seni sevdim, seni umutlandırdım… Bunu da bir sözle, bir tutumla, bir hediyeyle, bir tebessümle, bir değer vermeyle, bir gönül okşamayla yapabilirdim. İşte sevgili gölge!.. Artık öyle bir hale geldim ki; ne acı duyuyor ne de seviniyorum. Bayezid Bestami Hz.lerinin bir sözü var. Duymuşsundur belki : "Bir zaman güldüm, bir zaman ağladım. Ve şimdi, ne gülüyor ne ağlıyorum." Bu büyük Allah Dostunun, bu büyük sözünün belirttiği manadan milyonlarca kilometre uzak olduğumu izaha ne hacet… Harika, harika bir söz…

     

    "Tasavvuf Bahçeleri"nde görmüştüm ben de bu sözü abi.

     

    Yağmurun, üstünde hiçbir şey bitirmediği bir taş parçasından farksızım gölge!.. Ne üstüme konan sineklerin ne de üstümden akan pürüzsüz ırmakların farkındayım. Kuşlar, dallarımda dünyanın en güzel şarkılarını söylüyor, kurtlar kıtır kıtır yapraklarımı yiyor. Motor sesi mi bu, yoksa balta mı? Biri beni köklerimden kesiyor gölge! Yere devrilmeden farkına varmayacağım.

     

    Tamam da abi şu…

     

    Sana tokat attığım için pişmanım gölge! Neden biliyor musun?

     

    Abi sen de beni hiç takmıyorsun ama…

     

    Pişmanım çünkü tokattan daha güçlü ve olayı direk idrak etmen de daha kestirme bir örnek geldi aklıma. Fakat bu, yanağın kızardıktan sonra oldu maalesef. Bu konuda hakkını helal ettiğini varsayıyorum. "Sefiller"de geçen bir sahneden bahsedeceğim. Genç bir adam yolda yürürken, bir duvar dibine oturmuş, üstü başı yırtık, üşüyen bir kız görür. Gider, atkısını kızın omuzlarına koyar. Kız, yerden başını kaldırıp, manasızca adama bakar. Bu bakış iki üç saniye kadar sürer ve kız başını tekrar öne eğer. Sonra genç adam yürür ve yoluna gider. Sahne bu… Ardından Hugo devreye girer ve şunu der : "Sefaletin öyle bir derecesi vardır ki, sefil bu noktaya ulaştıktan sonra artık ne bir iyiliğe teşekkür eder ne de bir kötülüğe karşılık verir." "La vraie vie est absente…" gölge! "La vraie vie est absente…" "Gerçek hayat burada olmayandır; var olup da burada olmayan…"

     

    Abi,bir arkadaşım vardı, pek beceremese de şiir falan yazardı. Aklıma o geldi şimdi. Onun yazdığı bir şiir… Şiirde bazı nasihatler, garip ithamlar, esrarlı vaatler var. Kendisi bu şiir hakkında : "Hiç anlaşamadığım birine, kendime yazdım." demişti bi defa. Bunu seninle paylaşmak istiyorum abi. Yalnız, yanlış anlama lütfen; burada bahsedilenin sen olduğuna dair bir imada bulunmayacak, bu düşünceyle bunu sana okumayacağım. Hiç konuşturmuyorsun zaten, bir şeyler söylemiş olurum bu sayede diye şey ettim. Hala sessizliğini koruduğuna göre, lafım kesilmeyecek sanırım. O halde başlıyorum :

     

    Geçen yıllara göre, erimeyen demirsin.

    Ben değil onlar diyor, zannetme ki erirsin.

     

    Haksız da sayılmazlar, elbiseni bilirim,

    Modayı hiçe sayar, kaba şeyler giyersin.

     

    Farklı düşünmüyorsa, seni tanıyanlar da,

    Demek ki ipe sapa gelir bir şey değilsin.

     

    Daha geçen söyledi komşunuz Belma nene;

    Kendinden utanmadan ona yaşlı demişsin.

     

    Sana kızmakta, zengin Rüstem Amca da haklı.

    Hem parasızsın hem de kızını istemişsin.

     

    Savunman da hazırmış duyduklarıma göre,

    Cebinle olmasa da gönlünle zenginmişsin.

     

    Günümüz bu konuyu çoktan rafa kaldırdı,

    Kuzum yeniliklerden sen de habersizmişsin.

     

    Köyden ne zaman gider diye soruyor herkes.

    Hepsi bir tarafa da, hadi buna ne dersin?

     

    Bana sorarsan eğer, ne düşünürsün diye,

    Kalsan üzülmem ama gitsen iyi edersin.

     

    Anlayacağın dostum, köylüler cenazene,

    Yine de uğramazlar, maliye para versin.

     

    Şimdi asıl konuya dönelim istiyorsan.

    "Konumuz da ne?" deme, biraz düşünmelisin.

     

    Belma nene bir hayal, Rüstem amca da öyle.

    Ne kimseye yaşlı der, ne bir kızı seversin.

     

    Köylü aldırış etmez, kalsan da bir gitsen de.

    Ölürsen, duyan herkes gelecektir bilirsin.

     

    Bütün bunlar da nedir, hayır, farklı bir şey var,

    Sanki masummuş gibi, bunu nasıl söylersin.

     

    Bu gerçek bir uydurma, olmamış bir olan bu.

    İmkanı yok aksini iddia edemezsin.

     

    Belma nene’yi kırdın, incittin insanları.

    Öfkeni salıverir, tuttuğunu üzersin.

     

    Rüstem Amca’nın kızı, uzaktan el sallar, sen,

    Olmayacak şeylerin peşi sıra gidersin.

     

    Milleti cenazene getirecek maliye,

    Seni nerden tanısın, şuna bak sende kimsin?

     

    Yaşarken, altın gibi, iyilik dağıtırsan,

    Sanırım meyvesini cenaze günü yersin.

     

    Asıl konuya şimdi, asıl şimdi dönelim,

    İçi bomboş bir dolap… Tıpkı onun gibisin.

     

    Bu da ne diyor diye yüzüme bakıp durma,

    Çok iyi idrak ettin, evet tam da öylesin.

     

    İçine bir şeyler koy artık bu boş dolabın.

    Neler koyacağını iyice bilmelisin.

     

    Önce sabır, sonra aşk… Güzel ahlak, iyi huy…

    Hepsini yan yana ve güzelce dizmelisin.

     

    Oradan çıkardığın bütün kötülükleri,

    Ayağının altında öfkeyle ezmelisin.

     

    Ben o güzel ismini değiştir demiyorum,

    İçinde görünmeyen o her neyse değişsin.

     

    Neden mi? Neden… Evet… Cevabı zor bir soru.

    Bunu anlamak için belki de ölmelisin.

     

    İşte böyle abi. Abi… Abi nerdesin… Ulan şiir okurken niye gözlerimi kapatırım ki… Üçüncü satırda kaçmıştır kesin. Küstü galiba…

    • Like 1

  12. Uzun sayılabilecek bir aradan sonra tekrar Üstad okumaya yönelen masam, sandalyem, lambam, odam ve tüm bunları aynı çatı altında görmekten gelen arzuya hayran kalan ben, geri dönüşü (Benim Gözümde Menderes) ile yapıyor şuan. Kitabın başlarında sayılırım. 9 ana başlığın birkaçını geride bıraktım henüz. Üstadın, insanı cezbeden müthiş üslubu yanında, 100. sayfaya gelmeden not edilmesi gereken, çeşitli durumlarda dile getirilmesi gerekli, dikkat çekici birçok şey var. Şu dakikaya kadar, hayranlık, tebessüm, şaşkınlıkla çevirdim sayfaları. İlerleyen günlerde bunlara eklenecek şeylerden biri de gözyaşı olacak sanırım.


  13. Evet dostlar. Bundan bir süre önce aklıma bir fikir gelmişti. Öyle bir fikir ki neden daha önce kenarından geçmedi diye aklımdan şüphe etmeye başlamıştım. Sonra bu fikrin ne olduğunu unuttum. Hatta şimdi bile aklımda değil. Fakat konumuzun bu olmadığı konusunda hemfikir olduğumuz kanaatindeyim. Hayat ne kadar tuhaf. Aslında tuhaf olan hayat mı yoksa hayatı tuhaf bulan mı (her ikisi mi) diye kara kara düşünceler sarar ya zihni.. Kara kara düşünceler Düşüncelerin rengi olur mu yau! Eğer böyle bir şey varsa, daha çok hangi renk ile düşündüğümü biliyorum sanırım. Pembe pembe. Toza bulanmış pembe Demek düşüncelerin rengi oluyormuş ki siyah siyah düşünüyor insan. Hayat mı, hayatı tuhaf bulan mı tuhaf? Burası henüz açıklığa kavuşmuş değil. Ara sıra hayattan zevk almıyorum tarzı teraneler tutturur, yaşamaya küsmüş penguenler gibi (penguenler beni dava etmeli) her şeyden elimi eteğimi çekmek ister, hayatta kalmayı fakat hayatta kaldığımı kimsenin hissetmemesini, bilmemesini arzular, konunun seyrinden saptığını düşünürdüm. Düşünürdüm değil de düşünüyorum sanırım. Ne fark eder, düşünüyorum da gün gelip düşünürdüme dönüşmeyecek mi! Hep bu hayat yüzünden. Hayattan zevk almıyormuş. Oldu cicim. Ne verdin ona da ne bekliyorsun karşılığında. Bir ünlünün konserine mi gittin bugüne dek. Sana hayranım, elini tutmak.. Ah, bırakın yamyam herifler diye zırlayarak çılgınca üstünü başını mı yırttın orada. Ve o konserden sonra bakın ben bir insanım diye üstünde bir ok işaretiyle dolaştın mı şehrin sokaklarında. Ne verdin bu hayata da ne bekliyorsun. Hem nedir bu karşılık bekleme isteği. Neyse.. Konumuz bu değil aslında. Fakat sen Bu hayat midemi bulandırıyor derken, ne demeye çalıştığını senden başka kimsenin bilmediğinin, bir senin bildiğinin, aslında bu lafının doğrudan hayata olmadığının, kötü saydığın ve nefret ettiğin onlarca şeyi tek bir kelimede hayat ta topladığının ve bunu yaparken de, bir kötü nasıl olur da kötülüklerden nefret eder diye, enteresan düşüncelere daldığının farkındayım. Geçen yılı hatırla : Ben kötülükleri sevmeyen bir kötüyüm.

     

    Evet dostlar, bir türlü toparlayamadığımı, asıl konuya hala gelemediğimi fark ettiniz sanırım. Eee ne demişler, konu konuyu açar, konu konuyu açınca doğal olarak konudan konuya geçme ihtimali doğuyor ve evet dostlar. Son günlerini yaşayan İpolit gibi kopuk kopuk yazmaya başlarsam (hatta öyle yazdığımı da düşünmüyor değilim) lütfen kusuruma bakmayın. Hayat demiştik. Hayat. Zorluklarla dolu, çileli bir yol. Aslında biz fark etmesek de, hayatı güzelleştiren, ona bir değer biçen o zorluk diye nitelediğimiz arayışlar, çırpınışlar, kaybedişler, vazgeçmeyişler değil mi? Kavuşmak mı, kavuşana kadar geçen arayış, çırpınış, vazgeçmeyiş mi? Olmak ya da olmamak. Bir kitapta okuduğum kayda değer bir söz vardı : Kolomb Amerikayı keşfedince değil onu ararken mutluydu Evet dostlar. Bu fikre ek olarak dile getireceğimiz bir husus varsa o da, Kolombun Amerikayı keşfedince değil de onu ararken daha mutlu olduğuna bizimde katılmamız; fakat Kolombun bu mutluluğu Amerikayı keşfettikten sonra fark ettiğine inanmamız ve kitabın yazarına saygılar sunmamızdan ibarettir. Bu arada bir süre önce aklıma gelen fikri hatırlar gibi oluyorum. Konu hayli dağıldı galiba.

     

    Efendim, bu çetrefilli, çetrefilli olduğu kadar marazi, marazi olduğu kadar hususi ve hususi olduğu kadar şehrin neredeyse tüm sokaklarında, tüm köşe başlarında bayrağını dalgalandıran konuya değinmeden önce, başlıkta belirttiğimiz cümlenin içerdiği manayı izaha çalışma gayreti içinde bulunacağımızı, fırından yeni çıkmış bir pide hararetinde ilan eder; konunun bir daha seyrinden sapmaması için elimizden geleni yapacağımızı vaat ederiz. (Büyük laf ettin Horatio! Pek ihtimal vermesem de umarım dediğin gibi olur..)

     

    Serçe sandım karga çıktı (eee neresini izah edeceksin bunun? Gün gibi ortada zaten) Madem başlığı izaha yeltenmiyoruz, o zaman bu başlığı vücuda getirme sürecinde hangi iklimlere yol aldığımızı göstermesi için; düşündüğümüz, kayda değer bulduğumuz ve son anda vazgeçerek kendisini hayal kırıklığına uğrattığımız bir başlıktan, Kartal sandım karga çıktı başlığından biraz olsun bahsetmeliyiz. Evet efendim, serçe mi olsun kartal mı? diye karar vermesi zor düşüncelere dalarken, kendisi bakan yeğeni olduğundan yedek kalmayacağını bilen ve bir köşede bize kıs kıs gülen karganın, tahammül sınırlarımızı Hüseyin Bolt hızıyla aşması sonucu Serçe de karar kıldık Yalnız, Neden kartalı seçmediğin için sende böyle bir ukde kaldı? diye sorduğunuzu varsayarak, hemen bu merakınızı Puşkinin (Yüzbaşının Kızı) adlı eserinde geçen şu hikayeyle gideriyorum efendim :

     

    Bir kartal kargaya sormuş : Karga kardeş söyle bana, sen nasıl olur da 300 yıl yaşarsın da benim ömrüm topu topu 33 yıldır? demiş. Karga da : Çünkü sen canlı kanı içersin, bense leşle beslenirim. demiş. Kartal düşünmüş, bunu bir de ben deneyeyim demiş kendi kendine. Bir gün kartalla karga uçmuşlar. Birden yolda ölü bir at görmüşler. İnip üzerine konmuşlar. Karga bir yandan gagalamaya koyulurken, öbür yandan da yediklerini övüyormuş. Kartal bir kere gagalamış, iki kere gagalamış; sonra, kanatlarını çırparak kargaya : Hayır, karga kardeş demiş. Leşle beslenip 300 yıl yaşayacağıma, taze kan içer 33 yıl yaşarım daha iyi.

     

    Evet dostlar, fazla söze ne hacet Bir kutu var, kapalı bir kutu Gökkuşağının renklerine boyanmış, dış çizgilerine tonlarca parfüm sıkılmış, görünümü harika, göze hoş gelen cazibeli bir kutu Bu, insanı yapıştırma ahengiyle cezbeden kutunun yanına gidip, onu hayranlıkla seyredip, bir kuzuyu okşar gibi narin temaslarla okşayıp, kapağını açtığımızda Çöp kutusuymuş lan bu! dediğimiz kim bilir neler var neler

     

    İşte ele aldığımız bu mevzuunun mahiyetinin hacmi de bu noktadan feveran ediyor.. Her şey bir sene kadar önce, soyadı bana eski telefonumdaki (Hurdy gurdy) melodisini hatırlatan Thomas Hardy adlı İngiliz yazarın (Adsız Sansız Bir Jude) ismindeki kitabını okumamla başladı.. Bir tepeden yuvarlanan kayanın, yüzlerce metre yuvarlanarak son sürat hızlandıktan sonra birdenbire bir kulübeye çarpması ve bu kulübeyi yerle bir etmesini andıran bir sertlikle diyebilirim ki : Bu kadar iğrenç, bu kadar basit, bu kadar sığ, aklıma gelmeyen yüzlerce (bu kadar) la müteşekkil; bunca saati, şunca dakikayı buna mı ayırdım? diye insanı boşa geçmiş zamanların inkisarına iten bu kitabı, yüreğimin sadağındaki bütün şiddet oklarıyla kınıyorum. Ah.. Bu kitap Yani dostlar, bu kitap yüzünden başıma gelenleri bilseydiniz, sadece kınamakla mı yetiniyorsun tembel herif! diye bana sitem ederdiniz. Kitap baştan sona bu Judenin, yavuklusuyla beraber sürdükleri dost hayatından müteşekkil, dersek tek cümleyle özetlemiş oluruz sanırım. Bu, desti izdivaç programlarından bile utanması gereken sevgililerin bir de evlenememek diye, yanlış duymadınız aynen böyle bir sorunları var. İkisi de daha önce birer evlilik geçirdiklerinden pişman, evlenirsek büyü bozulur, biraz daaa düşünelim, büyük büyük babam da evlenmişti ama bak şimdi toprağın altında, ya da evlensek mi yahu! gibi derin fikirlerle aynı evi paylaşıp, üç tane falan çocuk peydahlayıp, tam da okunması gereken bir kitaba konu olurlar! Evliliğin, meşru ilişkinin kökünü kesmeye çalışması, ahlak adına dile getirilecek bütün cümlelere nokta koyması, zaten batıda dibe vurmuş olan ahlaki değerlerin kulaklarına yapışıp onu daha da aşağılara sürükleme denyoluğu muydu canımı sıkan? Tam olarak değil. Dedik ya, batının meşru ilişki çerçevesinde sırıtan ablak yüzünü de az çok biliyoruz. Neyse, bu ayrı bir mevzuu. İşin, aynı zamanda hem enteresan olan, hem de enteresan olmayan tarafı; Jude piyasaya çıktıktan sonra, yazarının büyük tepkilerle, protestolarla, geniş halk kitlelerinin sokakları savaş alanına çeviren eylem yürüyüşleriyle (bunu kafamdan uydurdum) karşı karşıya kalmasıdır. Aferin İngilizlere, demek de ne derece doğru olur bilmiyorum. Cemiyeti kucakladığı halde, çatı katına saklanmış aykırı davranışların, sokak ortasında, Thomas Hardy adındaki bir işportacı tarafından sergilenmesi miydi Manchester Unitedlileri kızdıran? (Dur bakalım Jude, seni övmeye kadar gideceğe benziyor konu!) Her neyse. Durgun suyun bile yanında daha akıcı kalacağı ve bir asır sonra meydana gelecek olan (Pembe Dizi) faciasına önayak olan derin eserlerden biri olduğundan, gözler yarı uykulu; ağız, dünya esneme rekoruna namzet; kulak, iki kapılı han; burun, oralı bile değil, diyebileceğimiz bir halde okunacağı muhakkak olan bu kitabın bir de D.H Lavrence adında bir yazarın yazdığı son sözü vardır ki; 400 küsur sayfayı hadi öyle böyle okursunuz, buna dayanmayı başarırsınız fakat 15 sayfalık bu son sözü, midenizin de kaldırmayacağını göz önünde bulundurarak, okumaya katlanmanız muhal diyebiliriz. Şahsen, 400 küsur sayfayı kelime atlamadan, 15 sayfayı ise sayfa atlayarak okuduğum için, ejderha ile boğuşup, fare yavrusundan kaçtığımı zannetmeyin. İkisi de aynı büyüklükte bu deve dikenlerinin. Yani dostlar, Anahtar şarkısında geçen, Sınıfın en güzel kızı o yalnız geziyor, kimse ona yaklaşamıyor, yine koltuğunda koca koca kitaplar, yine kütüphaneden geliyor diye tasvir edilen kızın koltuğunda bu bahsi geçen Adsız Judede bulunsaydı şayet, Barış Manço dinlemeyi bile bırakırdınız. Zorumun adı neydi de bu kitabı okudum hala anlamış değilim. (Zorumun adı ne acaba?)

     

    Bir de, evet Konunun en can alıcı noktası Bu kitaba bu kadar düşmanlık beslememin, farklı ve ateşi oldukça yüksek bir sebebi daha var. Kitabı okumadan 3 ay kadar önceydi Hiç rahat değildim. Ne şatomda, ne sokakta, ne de aliceyi incir dalıyla dövüp, yeter be, bunca vakittir buradasın dingil diye evine gönderdiğim harikalar diyarında Buz gibi bir kış gecesinde, üstünden, zaten incecik olan yorganı çekip alınmış bir kedi yavrusu gibi titriyor; yol yordam bilmeyen bir buzağının ağzında, rengarenk ve narin bir çiçek gibi, henüz tam olarak açmadan hunharca koparılmış olmanın dikkatsizliğe kanca atan münasebetsizliğiyle, sakız gibi çiğneniyordum. Hiç rahat değildim. Bunu az önce de söylemiştim. Yaşlanıyorum galiba. Unutkanlıktan ziyade aradaki birkaç satırın birkaç dakikayı uçurduğundan söylüyorum. Hiç rahat değildim, demiycim artık. Hiç rahat değildim, diyerek, hiç rahat olmadığımı kast edeceğime; dilimi toprağa gömer, toprağa gömdüğüm dilimin başında, ölene kadar sessiz ağıtlar yakarım daha iyi. Ölene kadar dedim de; hakikaten bigün öleceğiz ulan. Yani, cidden, şu nefes alan, hayal kuran, zırlayan, takla atan, şınav çeken, manasızca gülüp nedensizce ağlayan, gelen aramaya evet diyip telefonu açacağına hayıra basan, Metin, Mine, Hasan, herkes ölecek dostlar. Kendine gel, silkelen, derin bir nefes al, cama çık, atla aşağı, dur atlama, düşün artık. Öleceksin ulan. Üstadın, Yanarım, sorarlarsa ne getirdin değerli? cümlesini düşün. Çıldır, yapabilirsen. Dur bi sepetine bakiyim, naz yapma aç işte. Hah. Oha lan, bu ne? Canına kıymadığın hiçbir güzellik kalmamış. Bi kendini öldürmemişsin bu hayatta. Rahmanın o sınırsız rahmeti olmasa, düşün ne olurdu. Haa, bu rahmete güvenip diye bi açıklama yapmana gerek yok zaten. Konuyu saçların gibi dağıttın gene. Kızlar, dağınık saçlı erkekleri sever derdi zibidinin biri. Ne hallere kaldık. Kaldık ne hallere. Hallere ne kaldık. Nerde kalmıştık. Evet, tam, hiç rahat değildim, demiştim ki, yoğun bir tepki almıştım kimliği belirsiz, karanlık gölgelerden. Hiç rahat değildimden devam edelim. Ne şatomda, ne sokakta Hoop, gazdan çek elini acemi şoför. Diğer, hiç rahat değildimden başla. Tamam abi kızma. Bak senin için paragraftan başlıyorum şimdi.

     

    Nefes almamı güçleştiren boğucu duyguların soluğunu rüzgar gibi ensemde hissederken, kitaplarla teselli ediyordum biraz olsun kendimi. Bilhassa romanlarla. İşte o sıralar, bir roman arıyordum. Öyle bir şey olmalıydı ki, içinde tam manasıyla kendimi, hayatımı, öfkemi, hüznümü, hayallerimi, kaybettiklerimi, kısacası bana ait olan her şeyi bulmalıydım. Biraz olsun bulsam da yeterdi gerçi. Yeter miydi? Tam manasıyla olsa da yetmezdi ya İşte bu düşüncelerle birkaç ay dünyayı dolaştım. Birkaç hafta Londra, sonra Milano, ardından Madrid Ne o, inanmadınız değil mi? Ne yani, evimdeki odalara bu şehirlerin isimlerini yakıştırmamın neresi gerçeği yansıtmıyor? En sonunda, bir yerde, bir şekilde bu kitabın varlığından haberdar oldum. Adsız sansız bir Jude Mükemmel, dedim birden. Harika, diye tazeledim. İşte bu, diye not düştüm. Sonra, balkonda beslediğim devekuşunu okşadım. Jude, benim için bambaşka bir mananın habercisi gibiydi. Judeden çok, adsız ve sansız oluşuydu beni cezbeden. Öyle şeyler düşünmüştüm ki, hepsini anlatsam mı acaba, diye düşünmüyor değilim. Bir kere güçlü bir karakterdi bu. Kendi başına ve dimdik ayakta. Kalabalıkların bomboş yapısına uymayan asil bir yalnızlığı vardı. Güçlüydü fakat hiçbir şeydi. Kendisi hariç hiçbir şeye tutunamayan, ıstıraplar içinde kıvranan beyninin ıstırabını kimseye anlatamayan, cinnetiyle baş başa biriydi. Fakir ama gururluydu.( Ühü ühü, burayı hemen geç Ayy yazamiycim. Geçel Olmuyor ühü. Geçe, geçi, keçi, keçe, geçel, geçelim) Daha böyle, şuan aklıma gelmeyen trilyonlarca düşünce Çok büyütmüştüm gözümde. Kitabın ismi güzeldi be mübarek. Ben napiyim. Bu kadar esrarlı ve güzel bir isim, böylesine saçma bir kitaba nasıl verilir, diye, yazarına tekme tokat giresim, mezarı başında sabah akşam torpil patlatasım var. (Aynı münasebetsizliği 'Çılgın Kalbalıktan Uzak' ta da yapmış mıdır acep?) Olmadı be Hardy. Bak bu hiç yakışmadı gerçekten. Sana dava açmıştım ya hani, heh, aferin, unutmamışsın, işte o sonuçlandı. Mahkemenin kararını dinle şimdi : Sanığa verilen, 2543 ay 17 gün 21 saatlik top sektirme cezası; kendisi öbür dünyayı boyladığından, mezarı başında kıyamete kadar, bir salise bile ara verilmeden, son ses Gülşen şarkıları çalınmasına çevrilmiştir. Al bakalım Hardy. Bundan büyük ceza olamaz. Dur açiyim bi tane de, ne tür bi acı çekeceğini zevkle müşahede edeyim. İğğğğğğ kapat kapat Yalvarırım hakim bey, düşmanım da olsa, acıyın şu adama. Affet beni Hardy.

     

    Buldum buldum; Dinazor

     

    Hayrola komşu ne buldun; Dinazor da ne?

     

    Zorumun adı.

     

    Evet dostlar. Sizin de serçe zannettiğiniz fakat karga çıkan kitaplarınız olmuştur illaki. Sobada yaktığınız, sayfalarını hınçla yırttığınız, balkondan ok gibi fırlatıp, yoldan geçen masum bir kedinin başına çarpınca, korkuyla içeri kaçtığınız, televizyonu açıp saftirik programları bile izlesem bu kadar sıkılmazdım dediğiniz, gıcık kaptıklarınıza hediye etmeyi düşündüğünüz kitaplar geçmiştir elinize. Piyasadaki milyonlarca kitabı düşününce, yanan sobaya dokunma ihtimali sebebiyle korkuyor, uyuyamıyor, yerinde duramıyor insan. Bu konuda birbirimize yardımcı olmamız gerektiğini düşünüp; yapacağınız paylaşımları, kana susamış bir vampir iştiyakıyla beklediğimi söyleyerek, huzurlarınızdan, bu pek de güzel olmayan benzetmeyle ayrılıyorum efendim.


  14. Milletçe sinekle mücadele yolunda birlik ve beraberliğe en ziyade ihtiyaç duyduğumuz bu kara günlerde, yıllar yılı bu derdin ruhen ve fiziken en tesirli silahı olmuş bir vasıtanın esamesini anmadığınız için sizleri ve Genel Kurmayı kınıyorum. Sinekle mücadelede profesyönel edevat birliklerinden istifade etmek nedense hiçbirinizin aklına gelmiyor. Beyninizi sinek mi yedi, Nemrut şeyler? Sinekle mücadelenin en tesir sahibi yolunu bunca adamdan birinin bile hatırlamaması, trilyonlarca sinek gerillasının içtimai hafızamızı istila ederek hayati tehlike ifade edecek miktarda tahribata yol açtığının en kat'i ispatıdır. Hepiniz alzheimer olmuşsunuz, Allah başka cezanızı vermesin. Halbuki sinekle mücadelenin, insanı muvaffakiyete götürmenin yanında, müthiş bir ruhi dingillik ve hissi tatmin ile cezbeye götürecek muhteşem bir vasıtası var. Hem öyle bir vasıtadır ki, binler adette mütegallibe düşmanlar ile mücahede gümgümesinde ve cenk gulgulesinde iken binler huzur ve hududsuz ferah bahşeder, biiznillah selamet-i umumîye sebeb olur. Lemalardan filan iktibas yapmıyorum, bizzat kendim telif ediyorum. Bu teliftir ki tüm İslam aleminin huzuruna, milyarlar adedinde din kardeşlerimizin hadsiz kafir üvezin taaruzatından ve devrin kazuratından selametine, ... tamam tamam, tepeme Nurcu kardeşlerden okkalı bi kızılcık zopası yemeden cıvıklığı kesiyorum. Heheheh

     

    Sevgili arkadaşlar, ağzınıza ateşli bi boruyu sokup ortalıkta mangal külü gibi tüte tüte dolaşmayı sevmeyebilirsiniz fakat, hele de yaz günleri etrafınızdan zinhar ayırmamanız gereken küçük bir alet var. Bu mücadeleden kat'i bir ruhi zaferle çıkmak için yanınızda bir adet çakmak, ve hatta onun yanında da bir adet parfüm bulunması gerekiyor. Hatırladınız di mi? Devr-i tıfliyesinde bu sadizmin tedrisatından geçmemiş bir Türk evladı var mıdır?.. Ola ki vardır, izah buyuralım efendim: Etrafta Formula arabası gibi vızıl vızıl dolaşan bir teyyare-i zîşan tespit edildikde çakar çakmaz çakan çakmaklardan bir adet temin edilir ve çakmağın düğmesine parmak bir güzel gömülür. Çakmak zinhar sineğe yaklaştırılmaz. Tam bu esnada diğer elimize parfüm şişesini almadığımız hatırımıza gelir ve kendi kendimize 'salak *isminiz*' denir. İşte tam da bu tılsımlı ifadeyi telafuz ettiğimizde, nefsini mağlup etmiş bir kahraman olarak cihadımıza hazır hale geliriz. Allaaaaahu akbar!!! Evet, sağ elimizde çakmak, sol elimizde de parfüm şişesi tedarikli olduğu an ağzımız sonuna kadar açılarak 'bir elde kalkan, bir elde hançer / sineğe doğru, ey şanlı asker' marşı yürekler kopasıya, diyafram patlayasıya terennüm edilir. İsteyen bu esnada pazusunu ağzına dayayarak hem güç alabilir, hem de sineğin verilen pencere büyüklüğündeki açıktan son anda müntehir olmakla neticelenecek bir dalış yapmasını engelleyebilir. Marşın 'Rahim Allah, ... Kerim Allah!' kısmına gelindiğinde, ism-i azamın her seslendirilişinde, yanmakta olan çakmağın alevinden teğet geçecek şekilde, diğer elimizdeki parfüm sineğe doğru fosur fosur sıkılır. Rahim Allah denir bir kere basılır, Kerim Allah denir bir daha basılır. Bu esnada muvaffak olana dek cezbeye tutulacak kadar zikir çekme şansına bile sahipsiniz. Öyle ki aşk ile yanan yüreğinizin alevleri havaya saçılacak, zikrinizin bereketiyle odanın içi misk-ü amber kokularıyla yunup yıkanacaktır. Düşünün ne kadar tasavvufî bir ayin!.. (Hasbinallah, ben ne ara bu kadar sadist oldum lan?) Başımıza yeni nesil Saadettin Teksoy kesilen, sevgili çarpık siyah ceket arkadaşıma da bu işi tavsiye ediyorum. 'Zikir çekerken Allah aşkından kör oldu' diye nam salarsın lan fena mı? Nihahahaha!

     

    Ruhunuzdaki sadist hissiyata sakinleşme terapisi, nefret dolu sadrınıza şifa, başka bir canlının yaşamasını dert eden canınıza deva bulacak, bilhassa köftelerde tat vermesi için harç olarak kullanabileceğiniz kızarmış bir kıyma parçasına kavuşacaksınız. Afiyet bal şeker olsun, yarasın tosunuma.

    Ey asil kanlı Türk evladı, sana bahşedilen bu ulu pusatı unutma unutturma!

     

    Berrak kış gecelerinde apaçık seçebildiğim karanlık hayallerimin başlangıç noktasına uzanan parlak gökyüzümün aksine; kaynayan yaz günlerinde kaynana dırdırından bunalmışların kederlerini ikiye katlayan bir hüzün alevi ile dolu olan yüreciğimin ortacığına saplanan çam iğnelerinin kuyruğunda vızıldayan sinekler aşkına!.. Fikrinizin muhteşemliği ve kusursuzluğuna binaen 80 kütüphaneyi dolduracak 8000 kitap kaleme alacak olsam yetersiz; bu şahika öneri daha önce nasıl aklımın karşı kaldırımından dahi geçmedi diye ne kadar hayıflansam, ne kadar dövünsem kifayetsiz kalır efendim. 'Bir elde kalkan, bir elde hançer / sineğe doğru, ey şanlı asker…' İşte bu cihanı titreten marştır ki; koca bir ormanı küle çevirecek bu güçlü iksirin, dünyadaki sinek nüfusunun canına Poe okuyacak kadar tesirli olduğunu ispatlıyor. Sadece savaşın taktiği ile ilgili yazdığınız bölümü alıntılayarak, Napolyon'a mektup, Coriolanus'a mesaj, Jul Sezar'a mail göndersem; alacağım karşılık yalnızca, bu stratejiyi yorumlamaktan aciz kemik seslerinden ibaret olurdu muhakkak. Bir parfüm ve bir çakmak… Efendim ben tembel biri olduğum için uygulamada bazı sıkıntılar zuhura gelebilir. Bu yüzden müsaadenizle, mesajınızın çıktısını alıp odamın duvarının en nadide tarafına (böyle bir tarafı var mıdır bilmiyorum) asmayı; ve bu sayede bu meşakkatten kurtulmayı istiyorum. Elektrik direklerindeki kuru kafa etkisini hatırlayalım. Bu fikir, sadece bir yazı halinde bile bir odaya asılsa, değil o evin etrafına yaklaşması, aklı eren bir sineğin, bavulunu kanadına, kanadını bavuluna koyup ülkeyi terk etmesi kesin. Harika, harika :D

     

     

    Anam, ulan, bi dakka noluyo yahu, şimdi imzamı okudum da bi tuhaf oldum. Ne istiyosunuz kardeşim canım sineklerden, onların da canı var, onlar da insan! Zıbarıp fosur fosur uyuyacağınıza kalkın da sinekler gibi çalışın, ne olur sanki? Karpuz değilsiniz ki yata yata büyüyesiniz? Sineklerin ihtarına kulak verin, ömrünüzü yastıkta tüketmeyin erenler! Yarın bir gün öleceğiniz zaman yatakta harcadığınız vakti ararsınız da 'bi sinek beni uyardıydı da dinlemediydim' diye dövünür, öbür taraftaki yüz milyarlarca adama rezil rüsva olursunuz. Sineklere, hele de atsineklerine laf söyleyen karşısında beni ve Malkoçoğlu'nu bulur.

     

    Aynen efendim aynen. Ben bu çakmak-parfüm fikrine zaten en başından karşıydım :D Maazallah, böyle bir cinayetten sonra, can çekişen sinek, şu haklı feryadı bir hançer gibi bağrımıza saplamaz mı? : 'Tek kullanımda, bir kutu parfümü üstüne sıkan çağımızın medeniyet yoksunu kalaslarına döndüm. Bana bu sonu reva gören parmakların utansın!..' Hakikaten ne istiyoruz bu sineklerden anlamak mümkün değil. Hem nedir öyle günde 8-9 saat uyuyarak harcanan kıymetli vakitler. 100 yıl yaşayan bir adama, ne gördün bu hayatta? diye sorsalar; hangi birini hatırliyim gayri, bir sürü rüya gördüm, der. 80 yılı horlayarak tükettiği için haksız da sayılmaz hani. (Kaç saat uyuduğumu yazmayacağım:)) Sineği bol olsun, Einstein'in günde 2 saat falan uyuduğu rivayet edilir. Bir kere bile lafını etmemiştir ama dehasını sineklere borçlu bu adam. 'Zamansız vızıldayan sineğin kanadı kırılır' diye bir atasözümüz niye yok, merak içindeyim. O imzayı gördükten sonra; trradomir ve malkoçoğlu'nun yanına bir de siyah ceket'i eklememiz icap ediyor.:D))


  15. Her nevinden sinek için (kara sinek, sivri sinek, at sineği, eşek sineği vs.) kesin çözüm: Pencereye sineklik + yatağa cibinlik = deliksiz uyku formülü. İkili koruma :)

     

    İki fikrin de; yarama merhem, derdime çare, kuruyan boğazıma tanker tanker su ve meşakkatime torba torba hafiflik olduğunu, bilmiyorum söylememe gerek var mı? Sepetimdeki bütün teşekkür çilekleri sizlerin olsun efendim. :) Cibinliği ev halkına nasıl açıklarım bilmiyorum fakat bir peri masalı uydururuz neticede. (nedense cibinliği görünce aklıma hep peri masalları gelir) Sinek ordusu için sağlam bir siper olacağı muhakkak. Tıpkı ikili korumanın diğer kanadı olan sineklik gibi. (Bu arada, pencerem, tahmini modelinizin yarısı kadar var yok) İçini metafor, surlarını kalemdar arkadaşın güçlendirdiği bir kaleye benziyor artık; şu istilaya uğramış, mefluç, müflis ve miskin odam. Yine pencerenin önünde sinek bekleyeceğim günlere döneceğim sanırım. :)

     

     

     

    Ama yine de en kesin çözüm kafaya pikeye çekip ya da kulaklara kulaklık takıp o şekilde uyumak.Uyku haricinde diyorsanız elleriniz ne güne duruyor efem yapıştırın bir tane gitsin:)

     

    Sütten ağzım yandığı için, artık sineklere herhangi bir şiddet gösterisinde bulunamiycim maalesef. En son, yapıştırayım bir tane derken, başparmağımı, neredeyse üstündeki tırnağın başlama hizasından itibaren, sol gözüme batırarak, kırılması zor bir rekora imzamı yapıştırdım. Artık bir sineğe el kaldıracağıma, aynanın karşısına geçer, oradan yansıyan hayale Cheki Chan gibi uçarım daha iyi. Pikenin altına saklanmak. Denemedim değil. Fakat zaten sıcak olan mekan, alanı bir örtüyle daraltınca dayanılmaz bir işkence halini aldığından, kendimi yine sineğin kucağına bırakmak zorunda kaldım. Isırılınca hissettirmeyen bir kulaklık bulursam, deneyeceğim Dr.Evreka arkadaşım. :D


  16. Her yaz gelende, en sevdiğim beyaz eşya olma hususiyetini üst kapağındaki buzluk bölümüne borçlu olan, kendisini 'buzdolabı' diye çağırdığım soğutucumun dahi çaresiz, takatsiz ve yetersiz kaldığı bu sıcaklarda; başımı alıp (başım olmadan da giderim ya neyse) soğuk iklimlere doğru göç edesim var dostlar! Bu ne hararet böyle. 160 yıldır böyle sıcak görmedim, derdi yaşıyor olsaydı Balzac. Bir tılsımlı deri de sıcaklar için bulur, buzdan bir evde yaşamayı isterdi masum deriden. Buzulların çözülüp, terlerin süzülüp, serinliğin büzülüp, gölgelerin bile üzüldüğü bu yangında; piknik için bile olsa, kuzey kutbundan başka bir yeri tercih etmemek gerekli. Ev de ne kadar sıcak yahu. Dışarı mı çıksam? Yolda yürürken, biri üstüme yumurta atsa; eline bir parça ekmek alan, banmak için üzerime saldırır maazallah.

     

    Sıcaklar bir tarafa, daha önce hiç bu kadar fazla sinek istilasına uğramamıştı güzelim ülkemiz. Nerden mi biliyorum? Kendi odamdan elbet. Eskiden penceremi açar, içeri girip, yalnızlığımı sonlandırsın diye juliet'i bekleyen Romeo gibi sinek beklerdim. Şimdi sinekler yüzünden bana yer kalmadı odamda. Bir de bunlar eskiden hiç olmazsa biraz anlayışlı, insaflı olurlardı. 'Git' dediğin zaman, iki vızzzz uzzzz eder (manası, bir daha dönmeyeceğim haberin olsun demektir) balkondan veya pencereden geldiği gibi giderlerdi. Yeni nesil sineklerse tam tersi. Utanmadan; masum ikazlara, haklı uyarılara, yapıcı eleştirilere, nazlı sitemlere saldırarak yanıt veriyor, savaş uçakları gibi tehlikeli dalışlar yapıyorlar. Geçen sabah başıma geleni bilseniz, bir daha pencereniz açık yatmazsınız dostlar. Saat 3 gibi yatmıştım. 8'de kalkacağım için 5 saatin her bir dakikası pırlanta kadar değerli, elmas kadar mühim, beşi bir arada kadar önemliydi. Yeri gelince art arda çalan üç alarmı bile duymayan ben, saat 6 sularında hafif bir vızzzz sesiyle gözlerimi açtım. Artık kapatmak ne mümkün. Başımın etrafında dolaşıyor, yüzüme konuyor, hazinemden elmas, gümüş, yakut ne varsa birer birer götürüyordu. Birkaç sabah öncesini düşündüm. Yine bir sinek aynısını, aynı saat aralığında yapmış, beni çileden çıkarıp, kendisiyle mücadele edemediğimden, biçare bana oda değiştirtmişti. Evet, bir sinek yüzünden oda değişmiştim. Fakat bu sefer kaçmamaya, direnmeye ve savaşmaya kararlıydım. Yatağın üstünde diz çöküp, uykusuzluktan tam açılmayan bir çift gözle sineğin saldırısını beklemeye başladım. Maksadım, etrafımda dönerken avuçlarımın içine alarak, onu pencereden dışarı atmaktı. Geldi, sol gözüme doğru yanaştı. Hızlı hareket etmeliydim. Sağ elimi ağ gibi açıp ona fırlattım. Sineği yakalama hevesiyle dolu sağ elimin kararlı başparmağı, sol gözüme öyle bir girdi ki, bundan sonrasını ne siz sorun ne ben anlatayım. Ahhh. Acısını hala duyar gibiyim. 20 sineğin saldırısına katlanılır da, bu acıya katlanılmaz dostlar. Sol gözümden öyle bir yaş geldi ki, o hain sinekte bir tutam vicdan olsaydı eğer, gelir bu gözyaşı selinin, bu merhamet lavlarının, bu acıyla kıvranan yağmurun altında kendi isteğiyle boğularak, yaşamına onurlu bir davranışla son verirdi. Sinekleri anlamak mümkün değil. Zaten aklı başında, beyefendi, asil, saygın, hatta kraliyet soyundan gelen bir sinek, insan kanı içeceğine, karnına bir karınca bıçağı saplar ve kendi kanını içer. Buradan bütün sineklere seslenmek istiyorum. Bir daha sabahları beni rahatsız edeceğinize dışarı çıkıp kelebeklerle yakar top; arılarla köşe kapmaca; ağustos böcekleriyle birdirbir, koala'larla voleybol oynayın, kanatlı antenler sizi. :)

     

    Sinek ilacı, sinek kovucu, sinek öldürücü gibi katliama sebep teşkil edecek fikirler hariç, çözüm önerilerinize açığım dostlar.


  17. İçinde, ahlaki prensiplerin kurşuna dizildiği bir dizi ise bu yaprak dökümü; teselli dediğimiz dağın zirvelerinde çadır kurup, bir ömür mutlu, mesut, özil, bahtiyar ve mesrur olsam yeridir efendim. Bilgilendirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Konusu hiç önemli değil. Örgüsü umrumda olmaz. İçinde bir nebze yasak aşk olsun kafi. Kaale almamak lazım onların, 'bu bizim son baharımız, bitiyorum bak ona göre, kapat şu ilahi kanalını, değiştirme kırarım ağzını, hehe bu son bölümüm…' demelerini. Biri biter biri başlar. Düşman orduları gibi işgal eder, çorap söküğü gibi gelirler maazallah.


  18. Geçen seneydi. Katliamın yıldönümü münasebetiyle haberlerde o günlerde çekilmiş video görüntüleri vardı. İzlediklerim arasında öyle bir sahneye şahit olmuştum ki, iyi hatırlıyorum, o an benim için dünya diye bir yer kalmamış; hayata dair, boynuna sarıldığım ne kadar umut varsa boğazından asılmış; insanlık denilen yaprak, kanlı rüzgarların refakatinde, bir daha bulunamayacak kadar ötelere savrulmuştu.

     

    Arkası dönük bir Bosnalı. Tahminim 30 yaşlarında. Gözleri bağlı. Elleri, bağlı bir şekilde arkasında. İdam mahkumu. Fakat Hugo’nunki gibi değil. Mesela (varsa) kızıyla görüşemeyecek; kendisiyle yüzleşmesine, belki son duasını bile etmesine fırsat verilmeyecek; hepsi bir tarafa, o bir suçlu değil. Birini de öldürmemiş. Farklar sayılamayacak kadar… Giyotin, kurşun… Kameranın hemen önünde bir katil. Elinde de, her şeye rağmen yine de kendisinden daha masum sayılabilecek o şey… Silah… Onu doğrulttuğu yerde de arkası dönük Bosnalı. Patlayan silahlardan anlaşılıyor ki, yan taraflarda hep aynı görüntü… Katil tetiğe basmak; ve tüm insanlığa kurşun sıkmak üzere. O an bir şey oluyor. Yakından, çok yakından gelen, art arda işleyen silah sesleri… Birazdan anlıyoruz ki, yan tarafta, kamerada görünmeyen yerde, bir mahkum öldürülmüş. İşte tam o an öyle bir şey oluyor ki; yeni doğan bir çocuğun neden ağladığını, kuşların insanlardan neden kaçtığını, daha iyi bir şekilde anlıyoruz. Kamerada görünen, arkası dönük Bosnalı, yan taraftan gelen silah seslerini, kendi üstüne sıkılmış zannederek, (cehennemin sabrını zorlayan bir masumlukla) titremeye başlıyor. Titriyor, titriyor… Birkaç saniye sonra, henüz ölmediğinin bilincine varınca, titremesi geçiyor. Artık hazır. Kamera dönmeye başlıyor. Diğer taraflara yöneliyor. (Bir daha izlemediğim; ve belki de izlemeyecek olduğumdan, umarım yanlış hatırlamıyorumdur.) Kameranın geçiş sürecinde, katilin elindeki silahı ateşlediğini ve arka arkaya yağan kurşunları Bosnalı idam mahkumuna yağdırdığını duyuyoruz yada görüyoruz.

     

    Ağzımı fena halde bozasım var. Neye yarar? O Bosnalıda; en eski zamanlardan bugüne kadar öldürülen masum insanların tamamını gördüm. O belki, canına kıyılan bütün bir insanlığın, tek bir vücutta toplanmış portresiydi. Haksızlığa uğrayanların hakkı verilip, masumların, zulme uğrayanların intikamlarının alınacağı o an geldiğinde, yani büyük mahkeme günü; yine bir kamera... Bu sefer elleri bağlı olan, katil; Bosnalının bakışları arasında, birazdan tepesi aşağı yuvarlanacağı cehenneme bakıyor. Ne o, titriyor galiba. Üşüdüğüne yoralım. Biraz sonra, bir daha hiçbir zaman üşümeyeceği bir yere gidecek. Kamera başka bir zalime, katile, canavara, pisliğe dönerken; ebedi hanesi olan ateşe girdiği görülüyor. İşte büyük bir zevkle izlenecek en güzel sahnelerden biri.

     

    Allahın adaleti…

     

    "Ben Avrupa'ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa, onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı'nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına." diyen Bilge Kral'a selam olsun.


  19. Heyecandan titreyen parmaklarımın hevesiyle birleşen zeka küpü beynimin isteği doğrultusunda, koşar, kaçar, naçar, uçar ve hemencecik televizyonu açarım. Senaryoları, fikir dağlarının zirvesine tırmanmış yüzlerce diziyi aynı anda izlemek isterim. Bunu çok zeki olduğumdan yaparım fakat arada bir kendimi dahi gibi hissedince yada hissedende hemen evlilik programlarına geçerim. Ne yapayım dostlar? Dünya benim için; doğusu dizi, batısı evlilik programı olan bir elmaya döndü. İçimdeki dahi, beni bir manyağa çevirmeden önce, televizyonu açayım bari. Dizim başlamak üzere zaten. Ve açtım. Tüh lan tekrarıymış. Neyse, geçen hafta zaten, kim kimin sevgilisi, bunu anlayamamıştım. Daha dikkatli izleyeyim şimdi. Çok zekiyim çok. İşte parolam : Açıl tv açıl, kapan ahlak kapan.


  20. Çok şükür, izlediğim bir dizi yok fakat size bomba bir haberim var. Bu topraklarda yaşıyor olmaları sebebiyle gurur duyduğumuz sanatçılarımızdan biri olan Şekavet Vın (adı böyleydi değil mi?) çok yakın bir tarihte, milletçe hasretini duyduğumuz bir programla ekranlarımıza şey yapacak, gelecek. Bir takım gericilerin! duydukları anda “höstttt, oha ulan” diyecekleri bu programın içeriği gayet çağdaş motiflerle süslü olarak şu : Madam Şekavet ve kocası, evlerine yerleştirilen kameralarla, onları izlememize fırsat sağlayarak, mahremiyet denilen, toprağın yedi kat dibine gömülmüş ölüyü bile şaşırtıp, çağdaşlık diye diye “hu” çektiğimiz mefhumun boğazını sıkıp, göbeğinden dışarı fırlayan mide kusmuklarını, bir kanalizasyon çukuru olarak evimizin baş köşesinde duran tv’lerimizden bize yansıtacaklar. (Adını vermek istemeyen Hulusi isimli bir magazinperverden aldığım bilgiye göre, yansıtmaya başlamışlar bile. Müjdemi isterim.)

     

    Bugüne kadar bu türden sanatçılarımızdan gelen türlü türlü ihsanlarla ayakta duran bizler; iyiliğin, fedakarlığın, samimiyetin, edep, haya, ar, bilumum ahlak prensiplerinin bu kadarına layık mıyız acaba? Heyecanlıyım… Orada, o ekranda Madam Şekavet gibi bir fikri otoritenin, ilmi gezegenin, edebi kara parçasının evini, içindekileri, hayat arkadaşını, herhangi bir şeyle olan münasebetini, hadiselere karşı tutumunu, kısaca insana ait mahrem ne varsa alayını seyretme lütfunun ihtimaline karşı heyecanlıyım. Hepimiz heyecanlıyız. Bize de böyle şeyler lazım zaten. Şarkıcı, manken, sevgilisi, çapkınlıkları, kim kiminle, kimin göbeği sarkık, vs… Tarihte hiçbir “basit” olayın kenarından geçemeyeceği onca basitlik, adilik, 20 cent etmezlik, bir halta yaramazlık gibi öyle önemli şeylerle bir aradayız ki; sadece bu yüzden geleceğe umutla bakmalı, kapıları çakmalı, orta kata çıkmalı ve camdan aşağı atlamalıyız.

     

    Madam Şekavet için “edebi kara parçası” demiştik. Kanıtlayalım. Şu edebi cümlelerin, derinlere kulaç attıran anlamlarına bir bakın :

     

    Üzgünüm ama ilk kez tanıştığım birine telefonumu veremem

    Yanlış anlama sorun sen değil biraz aşk tecrübem var

    Zaten içmişim biraz sarhoşum daha yeni ayrılmışım

    Kendini biraz rahat bırak ve etrafına bak

     

    Kadeh kadeh içkiler

    Şıkır şıkır giysiler

    Açık seçik cümleler

    Yanıyor yine geceler

     

    Durma dans et

    Durma dans et

    Durma dans et

    Durma dans et...

     

    Aman Allahım. Eriyip, kaybolup, yitip gider insan bu cümlelerde. İntiharlara yol açmaması için yasaklanması gereken bu sözlerin yazarını hangi rütbeye malik görmeliyiz? Ah be Şekavet! Evine kurulan kameranın merceğindeki toz parçası bile olmaktan aciz bizlere, bu ne büyük bir lütuftur. Ceketimi çıkarıp sana versem, karanlıkta dokununca beyazlaşan Japon balığı gibi bembeyaz olur inan! Sen ve bir parçası olduğun tür, bizi süper çağa götürecek kadar donanımlısınız. Neslinizin kesilmeyeceğine olan inancımız, gün geçtikçe çoğalırken; şüphe edilmez samimiyetiniz de bizi iliklerimize kadar donduruyor. İlk kez tanıştığı birine telefonunu vermemeyi, bu millet senden öğrendi be Şekavet!

     

    Bu programın ve bu türden programların (diziler de dahil) şifrelerinden biri de : Hani şu sürekli ahlaktan bahsedip “evlilik kutsaldır”, “karı-koca arasında ne varsa, dışarısı için sırdır” diyen kesim var ya (ki hala böyle insanlar kaldı mı acaba? Az olmakla beraber yine de vardır.) işte onlara da ders verecek olmasıdır şüphesiz. Ve bu kesime şunları söylemesidir : “Mahremi deliyor, utanma duygusunu kırıyor, ahlakı parçalıyor, kutsal saydığınız her şeyle alay ediyorum. “ Genel olarak topluma hitap etmesidir : “Beni buraya siz getirdiniz. Fakat beni sizin gözünüze sokanlardan ve maksatlarından hiç haberiniz olmadı. Bende gerizekalının teki olduğumdan, işin bu kısmına değil de, ruhumu satarak cebime indirdiklerime odaklandım. Ruhumun pay sahiplerinden biri de sizsiniz. Boyalı dudaklarımdan aldığınız bir öpücüğün, sizi kanser ettiğinden aman haberiniz olmasın. Siz en iyisi, anlamlı tek bir cümle kurmasam da, beni izlemeye devam edin. Bu arada dininiz İslam’dı değil mi? Hani, mukaddes diye nitelediği her şeyle alay ettiğim din. Ben, İslami prensipleri, bir domuz gibi alaya alırken, siz bana kıs kıs gülüyordunuz. Çamur banyomun robotlaşmış müşterileri!.. Lütfen izlemeye ve görmemeye devam edin. Öpüldünüz.”

     

    Bunların ettiği istifralarla, yüzünü yıkar mı insan? aa, gerici miyim ne?

×
×
  • Create New...