Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

SiyahCeket

Editor
  • Content Count

    104
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    12

Posts posted by SiyahCeket


  1. Ne korkunç bir haldeyiz ki, pek azımız müstesna, bulunca da bulamayınca da şükretmiyor; bulduğumuzda ve bulamadığımızda sabretmiyor; ne sabrı ne de şükrü biliyoruz.

     

    “Şükür, nimeti değil, nimeti vereni görmektir.” demiş Ebu Bekr-i Şibli Hazretleri. Ne güzel demiş.


  2. Hay kullanıcı adına hayran olunası üye; söylediklerine aynen katılıyor, Nuri’yi sevgiyle selamlıyor, Mourinho’yu şefkatle kucaklıyorum. Gönül arzu eder ki, dediğin gibi olsa da; Ronaldo’ları, İniesta’ları, Messi’leri camide, safları sıkı tutalım beyler, derken görebilsek. İnsan, hayatıyla örnek olabilir. İnşallah kardeşim, inşallah dediğin gibi olur. Olmazsa Nuri’nin kulağını çeker; Mesut’un da burnunu sıkarım. Bu arada Londra’daki o gizli toplantıda ben de o salondaydım. Fena ayar verdin adamlara. Her ne kadar penaltıyı taça atmış olsan da :)

     

    Aramıza hoşgeldin.


  3. Anne girdin düşüme!

    Yorganın olsun duam,

    Mezarında üşüme!

     

    Şu cümlelerde insanın boğazını düğümleyen, nefesini kesen, beynini tırmalayan, gözlerini dolduran bir şey var. Bir şey mi? Binlerce şey… Söylenmemiş, söylense de yarım kalmış, tutulmamış, hiç bırakılmamış, silinmemiş bir şeyler… Bu şiiri yazan elleri saygıyla öpesi; mezarına kapanıp ağlayası geliyor insanın. Annenin evladına olan merhameti malum… Ya şu mısralardaki evladın anneye olan şefkati… Tam karşılığı olmayana neredeyse denk geliyor gibi… Toprağın altında üşümemesi için, dua yorganlarıyla annesini örten bir evlat… O demiyor muydu “Aynadaki Yalan”da : “Samimiyet yalnız annede.” diye. Anne ve evlat bahsindeki özlem, hasret ve anlatılmaz şeylerin ne denli sırlı olduğunu sanırım ilk bu şiirde gördüm. Bir de bir yazar vardı, eskiden romanlarını okurdum. Cronin… Şapkacının Şatosu diye, Dickens’ın aile romanlarına benzer bir romanı vardı. Oradaki anne… Kıymeti bilinmeyen, değer verilmeyen, hakaret edilen, aşağılanan, önemsenmeyen; ve o denli sessiz, sakin, masum, isyan etmeyen, olana razı olan bir anne. Öyle ki, kadın ölene kadar, onun o derin hüznünü, tutunduğu sabır ağacının sessiz dallarının uzunluğu yüzünden anlayamamış; o ölünce ve ölümüyle beraber, yaşadığı mazlum ama suskun hayatın vücudu net olarak belirince bir garip olmuş; Cronin’i ayaklarından tutup balkondan baş aşağı sarkıtasım gelmişti.


  4. Yağmurlu havada taksi durdurun,şöföre saati sorun ve kapıyı kapatıp

    yürümeye devam edin.

    - Yolda yürüken "Pardon,saatiniz varmı?" diye sorana "var" diye cevap

    verip

    yürümeye devam edin.

     

    Bunları yapmadan insan kolay kolay ölmez zaten. Fakat sonuncu madde denenmeye değer. Yok yok o değil. Ben, dedektif tutup modayı takip ettiricim. Göbek adımı da değiştirebilirim.


  5. Tam düzelmeye başlamıştı ki hem yumuşak hem hesaplı selpaklarla aram; ikinci kıtanın vurucu rüzgarı esince yüzüme; asmalarda yer kalmadı üzüme. Velhasıl vesaire, sen bence bu işi yap. Yani şiir yaz demek istiyorum. Beğendik ve ip atlayan, ‘ortada firavun faresi’ oynayan çocuklar kadar sevindik. Çocukların da ne tuhaf oyunları var. Firavun fareleri hafif çatlak olur. Bir belgeselde görmüştüm ; kobra’ya kafa tutuyordu psikopat kuyruksürengil… Seren serengil ya da Nil karaibrahimgil’le familya bağları var mı bilmem. Sanmam, otçul değil ki bu psikopat fareler.


  6. Felsefe; Bulmanın değil, daima aramanın yolu!..

    Üstadın “Aynadaki Yalan” isimli romanındaki Hüsmen ağa adlı derin müslümanın Naci’ye konu hakkında söylediği cümle; aklı başında her filozofun saygıyla eğileceği cinsten :

     

    -Mesleğiniz?

    -Felsefe asistanıyım.

    -Felsefe ha! Şu, gökyüzünü zıpkınlama işi… Keşke toprağı belleseydiniz. :)


  7. Şiirin güzel olmuş vesaire; hatta ilham geldi ve birkaç dörtlük sıraladım hasta ve gribal halimle. (Şaka maka insan selpak katliamına girişince ilham perileri daha bi güzel görünüyor sanki)

     

    Şu dünyayı tutup camdan

    Aşağı atasım gelir

    Yer gözükmeyince kardan

    Benim de tutasım gelir

     

    Diş dediğin serttir zahir

    Dil dediğinse bir zehir

    Yapanı bulursam sihir

    Burnunu kırasım gelir

     

    Halime gözyaşı döküp

    Sisli akşam gibi çöküp

    Aşkın şerbetini küp küp

    İçesim, yutasım gelir

     

    Geçmişe varır ah eder

    Bugüne bakar eyvah der

    Kalkın oradan ölüler

    Toprağı sarasım gelir

     

     

    Ceket sağar ineğini

    Kovalar yaz sineğini

    An olur, olurum diri

    Sonra uyuyasım gelir

    • Like 2

  8. Birkaç asırda bir doğan ehline düşünce, saniyede üçyüz bin kilometre süratli ışık hızıyla mesafeleri katlayıcı şiir, sırrına uzak ellerde kağnı arabasından da yavaş gitmeye mahkum...

    Şair ve şiir bahsinde fevkalade bir söz… Heyhat, heyhat ki kağnı arabasının ulaştığı hız, hızların sonuymuş gibi, ibre bu kadarını gösteriyormuş gibi kabul ediliyor. Alt alta bir şeyler karala yeter; adı şiir nasıl olsa.


  9. Nacizane çeviriye küçük bir katkıda bulunmaktır maksadım; temennim odur ki yanlış anlaşılmasın muradım :

     

    İkinci mısradaki ikinci kelime Ruh demek oluyor.

    Yedinci mısradaki ikinci kelimenin anlamıysa Nur…

     

    Gelen teşekkürlere binaen : Ne demek efendim ne demek, vaktinde az izlemedik kobra takibi’ni. Sonra, Bayern Leverkusen şehrini de duymuşluğumuz; borussia mönchengladbach iline de aşinalığımız var kıyısından da olsa… Neden kıyısından; neden Goethe ikinci kelimelerle oynuyor; neden, neden aklıma üçüncü bir soru gelmiyor?.. Bunların da elbet bir cevabı var dostlar. Fakat sen yok musun sır! Seni gidi seni.


  10. Yalnızca harp coğrafyasını tarif eden değil de, direk cephelerde gezdiren; iki ordunun karşı karşıya geldiği ve birbirine girdiği o anı bir sinema çekimi gibi yansıtan; iki tarafın güçlerini nefis misallerle veren şu alt alta dizili inciler; nefsin boğazını sıkmaya davranmamız, onu Alice harikalar diyarından gelinceye kadar pataklamamız icap eden şu altüst olmuş dünyada, bize, final sahnesiyle olması gerekeni fazlasıyla gösteriyor. Müthiş bir iç hesaplaşmanın yaşandığı bu şiirdeki duygu yoğunluğu ve geçmişi, bugünü, yarınları harekete geçiren dinamizm; onu, bir kere okunup da unutulan meslektaşlarının üstüne çıkarıyor. İlaç gibi bir şiir...

     

    “Seni güçlü kılan benim acizliğimdir.“

    (Nefsim sana söylüyorum, şeytan dangalağı sen işit.)


  11. Ölmemekten kasıt, bizzat ölümün kendisini öldürmek olsa gerek. Ölümü öldürenlerin de İslamın büyükleri olduğu aşikar. Üstad, “Sonsuzluk Kervanı” şiirini; yaşayan, hareket eden, yürüyen bir topluluğa yazdı ki peşinizden geliyorum diyor. Halbuki onlar, dostu dosta kavuşturan ölüm köprüsünden geçmişlerdi. İşte bu son köprüye gelmeden önceki bütün manevi köprüleri aştıkları için, sonsuz hakikati yaşarken bulmuş; öldüren ölümü nefessiz bırakıp dondurmuşlardır. Bu durumda İslam büyüklerini örnek alan, onlara hayran olanların da yegane ümidi, gayesi meydana çıkıyor. Ölmemek… Ya da yaşarken ölmek; nefes alırken bu rüyaya son verip uyanmak… Üstadın, batı tarihinin en büyük fikir adamı, dediği Sokrates’in ölüm bahsinde anahtar bir sözü var. Diyor ki Sokrates : “Ölüm, iki şeyden biridir : Ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk hali; yahut insanların umduğu ve özlediği gibi, ruhun, bu dünyadan başka bir dünyaya göçmesi keyfiyeti… Birincisi ne büyük kurtuluş ve ikincisi ne sonsuz bir kazanç…” İlk kefeye ölenleri; ikinci kefeye de öldüğü halde ölmeyenleri koyup düşünelim. Ölenlerden kasıt; sonsuz hakikati, gerçeğin kendisini kaybedenler… Hiçliğe varmayacakları, şuursuz olmayacakları halde, onları ilk kefede düşünmemizin nedeni; hakikatten mahrumiyetin varlığının da hiçliğinin de bir olmasından… Yoksa, ilk cümlede geçtiği gibi olacak olsa, bu, gerçeğe yüz çevirenler açısından bulunmaz bir nimet, büyük bir hediye olurdu. Ki toprak olmayı, yok olmayı dileyecekler… Allah bizleri o safta bulunmaktan uzak eylesin. İkinci kefeye baktığımızda ise umduğuna nail olanları; son nefes gelmeden hayatın anlamını kavrayanları görüyoruz. Ölmediklerinin en görkemli kanıtı da Allah’a kavuşacak olmaları… O’nu ebediyen kaybeden, varmış ya da yokmuş ne fark eder? Şimdi üstte naklettiğimiz sözü tersinden ele alalım : Büsbütün şuurluluk, kendinde oluş; dayanılmaz bir var olma eziyeti… Bu ne korkunç bir netice… Bu yüzden tam tersi için kurtuluş diyor ya Sokrates. Ölenler ki Allah’ı; yani sonsuz hakikati kaybedenlerdir. Gaye Allah’a kavuşmaksa, bu ölmemekten geçer…

     

    Bir de gerçeğe ulaştıran eserleriyle ve yapmış oldukları iyiliklerin devam etmesiyle ölmeyenler var. Üstad mesela… Dünya denilen bir şey kalmayana dek onu milyonlarca insan okuyacak. Kimi günahlarından pişman olup tövbe edecek; kimi merhamete gelip gaddarlığı terk edecek; Kimi Allah dostlarının mahiyetini idrak edip onların yolunda gitmek için çabalayacak; kimi unutulmaya yüz tutmuş hakikatleri unutmayı unutacak; kimi şöyle, kimi böyle yapacak… Fakat bütün bunlar, Allahın izniyle Üstad ve onun gibi büyüklerin eserlerinin tesiriyle gerçekleşecek. İşte böyle insanların öldüğünü söylemek; yaşam konusunda hiçbir şey bilmemek; yaşamayı anlamamaktır. Allah rızası için çeşme yapan; insanlar ondan içtiği müddetçe hayattadır. Tabii bu durumun da tersi var, ki o ne acı bir şey… Yapılan bir kötülük, işlenmeye devam ettikçe onu ilk yapanı, vücuda getireni de yakasından tutup pataklıyor. O yüzden Gazali Hazretleri ki insanlığa ışık tutan büyük insan; bu gibiler için şu harika cümleyi söylüyor : “Keşke günahları da kendisiyle beraber ölüp gitseydi.”

     

    Ölmemenin anahtarı, evimizdeki kitaplığın en üstünde; farkına varamadığımız bir hazine gibi duruyor. Biz de kapıların neden kapalı olduğunu, neden açılmadığını merak ediyoruz. Ne tuhaf… İnşallah ölmez, öldüğümüz halde ölmeyiz.

    • Like 1

  12. Gelmeyi çok isterim, bu harika olur, olur olmasına da şu hayatımı bi düzene sokabilsem. Göçmen kuşlar misali bi ordayım bi burda. Ama bakalım, rayına girerse tren, ilk uğrayacağım istasyon İstanbul olacak inşallah. Yakama beyaz bi gül takar gelirim. Belli mi olur, belki omzumun üstündeki kasetçalardan da son ses “rüyalarda buluşuruz, bu şarkıyla kavuşuruz” çalar. Ama hakikaten güzel olurdu.

     

    Managerzone... Ben de ilk defa duyuyorum bu oyunu. Pes’ten gayri basmadı o tuşlara bu parmaklar. Onu da oynamıyorum artık. Oyun dedim de geçenlerde bir asker uğurlama törenine iştirak ettim, hay etmez olaydım. Hani şu “… bendensin” adlı şey var ya, işte o çalıyordu. Kusmak için müsait bir yer aratan bu parçaya, kendinden geçercesine oynayan insanlar vardı etrafımda. Velhasıl, artık ne pes oynuyor ne de asker uğurlamaya gidiyorum. (Arada bir oynayabilirim belki, bi daha o zaman hatırlatmayayım diye şey ettim.)

     

    Estağfurullah siyahceket, ne demek, lafı bile olmaz. Hem, ortağımın ortağı ortağım sayılır :)

    Bu olay şirket kurmaya kadar gideceğe benziyor. Haydi hayırlısı :)


  13. Ne zamandır gitmedim İstanbul’a… Ne zamandır gitmedim? Doğduğum, gözlerimi kapatmak üzere açtığım günden beri. İstanbul… Uzaktan çekici, cezbedici kokusu geliyor daima. Yüzyılların şiirini söylediği duyuluyor. Şaire uyup : “Hey trenler, vapurlar beni buradan götürün!” diyesi geliyor insanın. Sonra, kıyıya vuran dalgaların arasında oynayan çocuklar görünüyor. Resimler değişiyor birden. Hilmi baba… Hani evinden otuz bin kitap çıkan insan. Otuz bin kitap… Üstadın hakiki dostlarından. Hani tezgahını toplayıp onun kaldığı hapishanenin karşısına, sırf bir şeye ihtiyacı olur mu düşüncesiyle gidiyor da, arada bir bulutların ardından güneşi görüyor ya… O İstanbul ki içinde Hilmi babalar yaşadı bir zaman… Sonrası olmayan sonralar ve dibi bulunmayan dipsiz kuyular. Bir de onun hayal isimli kardeşi var ki izah ne mümkün. İmkansızı mümkün kılan onca şey… Oysa çıra gibi bu hayat. Kibriti çaksan birkaç dakikada kül olacak. Çıra dedim de şimdi bir bardak çay olsa ne hoş olurdu. Üzülmeyin ü.y! Kendisi zaten yalan, sınavı yalan olmuş ne çıkar? Hem, evet duygusalız biraz. Biraz da yorgun…

     

    Eğer ebedi ortağın kızmaz, karşı çıkmaz, engel olmazsa ben de sana ortak demek isterim mitajanı. Kızmazsın değil mi görünmez abi :)

    • Like 1

  14. Son 150 sayfasında bana göre konuyu dağıtmasına rağmen "Diriliş" en sarsıcı romanlardan biridir. Nehludov'un çektiği vicdan azabının rüzgarıyla ciğerlerinden gelen sesler duyulur resmen.

     

    Bu hayat için "Ne iğrenç, ne utanç verici." der mesela.

     

    Çetin ve allak bullak eden bir konusu var...

     

    "İnsanlar hakkımda istedikleri hükmü versinler, artık kendimi aldatmaya kalkışmayacağım." diyorsun ya Nehludov, kardeşim, candostum; nedir bu hal?

     

    Ya o dirilmene sebep olan kıza, sana hakaret ettikten sonra söylediğin şu söz : "Bütün bu söylediğin şeyler, benim hissettiklerimin yanında hafif kalır." Azabına hayran ediyorsun kardeşim.


  15. Yani, nasıl desem…Tuhaf, çok tuhaf şeyler oldu dostlar. İçinde bulunduğumuz durumları, içinde bulunduğumuz halde hiç içinde bulunmamış gibi buluruz ya… Hay Allah, ne tuhaf şey… Başıma ilk defa böyle bir şey geldi. Küçükken Bugs Bunny çizgi filmini izlerdim mesela. Büyüdüm ama değişen ne oldu? Rastlarsam yine izliyorum. Yanlış anlamayın taraf tuttuğumdan değil, o yakışıklı ördeği, o siyah manyağı da severim. Daffy Duck’tan bahsediyorum. İşte böyle dostlar, başıma tuhaf bir hadise geldi. Şaşkınlığıma verin, biraz yorgun, biraz da çay içmeye istekli bir durumdayım. Arka arkaya dört bardak içerim de gene içesim gelir bu güzel şeyi. Rekorum kaç acaba? Sanırım sekiz bardak olmalı. Mutfak konusunda zaten yapabildiğimin en iyisi budur. İyi çay demlerim ayıptır ayıpsa da bana ne söylemesi. Bir de yumurta kırarım fakat kırdığım yumurtayı benden başka yiyen olur mu bilemem. Bunun yanı sıra iyi sofra hazırlarım. Bardak, çay kaşığı, çatal, kaşık, şeker, tuz hepsini intizamla dizerim sofraya. Mutfak konusundaki bariz yeteneğim bununla sınırlı değil elbet. Mesela sofranın etrafına serilen minderler konusunda da çok becerikliyimdir. İşte çerezlik diye tabir edilen şeyleri yapamam bir tek. Pilav, türlü, karnıyarık, her çeşitinden sulu yemek gibi… O kadar da olsun artık…

     

    Ne diyordum. Hah, evet çok tuhaf şeyler oldu. Rüyamda seni gördüm mitajanı. :) Enteresan bir rüyaydı. Bir futbol sahasındaydık ve maç oynanıyordu. Zemin toprak, saha oldukça büyüktü. Seninle aynı takımdaymışız. Sen sol bektin ben de forvete yakın. Fakat garip bir durum vardı ortada. O an ben senin mitajanı olduğunu biliyordum ama sen benim ben olduğumu bilmiyordun. Mesajınız var filminde hani Tom Hanks’in Meg Ryan’ın aslında o kişi olduğunu öğrenmesi lakin Ryan’ın bundan habersiz oluşu gibi… O sırada bizim takım gol attı ve hayali futbolcular sevinçlerini paylaşmak için bir araya geldi. Orada daha yakından gördüm seni. Dostlar, ben diyeyim George Clooney siz deyin Johnny Depp… Bi endam bi zarafet bi karizma… Sonra maç bitti. Stattan beraber çıktık ve hafif yağmurlu havada, biraz çamurlu toprak yollarda yürümeye başladık. Ben olayın şaşkınlığı üzerimde açık bi market arıyordum yürürken. Bir yandan da ‘bu nasıl olur’ deyu hayretteydim. Sonra uyandım.

     

    Aramızda rüya tabircisi var mı?

    • Like 2

  16. NİNNİ

     

    Melekler dolanır bu kuytu yerde,

    Ey gün kadar güzel çocuğum, uyu!

    Bir gün hasretiyle için titrer de,

    Anarsın, bu derin, tatlı uykuyu.

     

    Uyu da gündüzler su gibi dinsin,

    Menekşe gözüne kirpikler insin;

    Yarın, şafak vakti, içine sinsin,

    Güneşle uyanan kuşların huyu.

     

    Uyu yavrum, akşam seni üzüyor,

    Artık gözlerini uyku süzüyor,

    Uykunun gölünde başın yüzüyor,

    Dalgalandırmadan o durgun suyu...

     

    (1925)

     

    Ah bu şiir, bu şiir… Şimdi okuyunca bir tuhaf oldum. Bu mısraların rüzgarı beni eskiye götürdü birden. Anahtarı da üç yıl önce bir yaz gecesinin kapısını usulca açtı. Şimdi girdim kapıdan ve içerdeyim. Görüyorum, iki ranzanın sığacağı genişlikteki o küçük oda işte karşımda. Üstünde kitaplar, boş sayfalar, kalemler bulunan; boyası dökülmüş, tahtası çürümüş eski bir masa… Duvarlar boş, halı sakin, lamba neşeli ve, ve bir kahkaha sesi… Bu ses iki minik kızın uyumak için uzandıkları ranzadan geliyor. İki minik kız… Tatlı, pürüzsüz, günahsız, sevimli, küçücük, güzel, heyecanlı, neşeli iki minik kız… İşte, yanı başlarında duran kuzenlerinin onları eğlendiren tuhaf hareketlerine, enteresan sözlerine gülüyorlar. Bu adam, yani kuzenleri dünyada yalnızca çocuklarla anlaşabilen bir insan olduğundan mıdır nedir kızların neşesine, kuzenlerinin de gevezeliğine durak yok. “Hadi bize bir hikaye anlat!” Kolaysa anlat… Yüzüne zor durumda kalmış bir ifade yükleyen genç, gözlerini hafiften kısıp kızlara baktı ve : “Aslında çok hikaye okudum, dinledim, duydum. Tabi böyle güzel, böyle hoş iki hanımefendi birdenbire benden hikaye dinlemek isteyince, ne yalan söyleyeyim heyecanlandım ve bu heyecan bildiğim tüm öyküleri sünger gibi içine çekti ve bakın işte, saçlarımdan çeneme kadar başım kupkuru.” gibi şeyler söyledi. Sonra bildiği bir hikayeyi olduğu gibi (zira küçük de olsa kızların kolaylıkla anlayabilecekleri bir öyküydü) anlattı. Şimdi uyurlar dediği kızlar daha bir iştahla bir sonraki hikayeden dem vurmaya başladılar. Bir sonraki hikaye… Var mı böyle bir şey? Tamam dedi, ama siz de bu hikaye sona ermeden rüya görmeye başlayacaksınız. Kızlar gülerek olur dediler. Bu gülerek denen olur, aslında “havanı alırsın” la aynı manaya geliyor. Bunu bilen genç adam, hikayeyi gereksiz eklerle uzatma teşebbüsünde bulunarak onları uyutmayı denedi. Denedi ama nafile… Gözlerini, kırpmak için kapatan bile yok. Minik kızlar sürekli şahane bir tatlılıkla gülüyor. Bu sırada genç adam da, tebessüm matkabının delemeyeceği nefret duvarı olmayacağını düşünüyor. Ne güzel, ne hoş bir şeydir şu tebessüm. Hele hele minik bir yüzde en çıkarsız, en karşılıksız haliyle; sade, saf, katıksız dediğimiz şeyi ne güzel ifade ediyor. Hatırladın mı ahbap? Hani Platon abimiz çay içerken söylemişti : “İyi görünmek değil, iyi olmak isteyen sade ve asil bir adam.” diye… O geldi aklıma. Hey gidi hey. Nerdedir acaba? İki minik kızın tebessümleri kahramanımızı coşturmuş olacak ki üçüncü hikayeyi kendi kafasından uydurmaya karar verdi ve başladı anlatmaya. Gel de uydur… Kar var, karda yürüyen üç tane genç arkadaş… Karda ayak izleri belli oluyor fakat yağan kar onları hemen bir yorgan gibi örtüyor. Eeeee başka? Başka şey yok, sadece yürüyorlar. Ha bir de düşünüyorlar. Ne düşündükleri konusunda hiçbir fikrimiz yok. Bir de bir ev vardı. Sobası yanan, koca penceresinden yağan karların izlendiği huzurlu ve sakin bir ev. Sonrası yok, bu kadar… Konusu hakikaten harika! olan bu hikayeyi anlatan kahramanımız o sıcak yaz gecesinde üstüne kar yağıyormuş gibi hikayeyi derinden hissededursun ve kendini kaptırmış anlatadursun; öykünün kalitesinden olacak kızlardan biri uyumaya başlamasın mı? Kahramanımız, edebi kariyerini de göz önünde bulundurarak bu hakareti kabullenemeyeceği yerde sevinçle saate baktı. Kötü bir senaryoyla elde ettiği bu zafer onu mutlu etmişti. Fakat o da ne? Diğer minik hala uyanık ve belli ki hikayenin bir yere bağlanması neredeyse imkansız olan sonunu heyecanla bekliyor. Kahramanımız bunun da çözümünü buldu : “Kardeşin uyuyor, sesimizi duyup uyanması iyi olmaz, iyi olmayan bir şey de hoş değildir, hoş olmayan şeylerin de bir değeri yoktur, değeri olmayan bir şey de… Amaaaann bu böyle uzayıp gider. En iyisi sen de uyu tatlım. Kar yağmış ve erimiş hepsi bu işte.” Şaşılacak şey, tatlı kız hiç karşı koymadan dudaklarında beliren son bir gülümsemeyle uyku diyarına doğru bir serçe gibi uçmaya başladı. Genç adam yanlarından ayrıldığında iki minik de tatlı bir uykuya dalmıştı çoktan. Sessizce gitti yanlarından. Kapılarını da açık bıraktı. Balkonda oturup bir sigara yaktı. “Bu dünya, o dünya değil” dedi… “Çocukların dünyası bambaşka. Eğer bir miniğin görebildiği gibi olsaydı bu dünya, ölenlere yas tutanları belki anlayabilirdim.”

     

    İki saat kadar sonra kahramanımız yüzünü yıkamak için miniklerin odasının önünden geçti. Dönüşte odalarına baktı. Ne görse iyi… Yanlarında meleklerin dolandığı, menekşe gözlü, gün kadar güzel çacuklar o kadar güzel o kadar masum uyuyorlar ki, tıpkı Üstadın bu şiirindeki gibi; durgun suyu dalgalandırmadan başları uyku gölünde yüzüyordu. Kahramanımız dakikalarca orada kalıp onları seyretti. Neler düşündüğünü, aklından nelerin geçtiğini bilemiyoruz fakat uyuyan güzellerin yanından zorla ayrıldığına ve tekrar balkonda oturup yıldızları seyrettiğine ve dumansız hava sahasını f-16 izmaritleriyle işgal ettiğine dair elimizde teyit edilmiş bilgiler mevcut. Uzun zaman unutmadı o geceyi, uzun zaman da unutmayacağa benziyor. Üstadın Ninni şiiriyle yerle bir olmuş bir vaziyette şu dakika.

     

    Bir gün hasretiyle için titrer de

    Anarsın, bu derin, tatlı uykuyu.

    • Like 3

  17. 02 Nisan 1453 / Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul'u kuşatma harekâtına başladı.

    558 yıl önce bugün, bir Bizanslı olsaydım şayet ‘ahanda ayvayı yedik’ diyerek kendimi en yakın surdan atardım. Aynı yılın 29 Mayısından sonra bir Bizanslı olsaydım eğer kendimi iyi, tahmin edemeyeceğim kadar iyi hisseder; tarihin en büyük liderlerinden birinin tüm insanlığı şefkatle kucaklayan kanatları altında yaşayacak olmayı, eskisine kıyasla, kıyas kabul etmez bir farkla üstün kabul eder, ve tüm bu beklenmediği halde var olan, var olduğu için huzurlu bir şaşkınlığa dönen duygularla huzur bulurdum. Bir yeri, içinde yaşayanların gönülleriyle beraber fethetmek; İslamın doğru ellerde nasıl dalgalandığını göstermesi bakımından bütün dünya için büyük bir ibrettir.

    • Like 2

  18. Allah razı olsun efendim, kıymetli bir çalışma olmuş, ellerinize sağlık. Böyle güzel çalışmalarla bizlere Üstadın eserleriyle ilgili farklı pencereler açan ve esere daha bir dikkatle yaklaşmamızı sağlayan arkadaşlara teşekkür ediyorum. Bir kez daha okutacak güzellikte bir inceleme.

     

    ...

     

    O — (Kimsenin yüzüne bakmadan.) Ahlâka mı dönmek? Ahlâka dönmekten başka çare bırakan var mı bana? Ahlâka dönüyorum. Dünyanızı ahlâksızlıkta o kadar ileriye götürdüm ki, nihayet anamdan doğduğum günün çıplaklığına iade edip ahlâkla başbaşa bıraktınız. Ahlâka dönüyorum, siz döndürüyorsunuz; düşünün, siz ne kadar ahlâksızsınız!...

     

    ...


  19. “Şunları şunları yaparsanız mutlu olmayı başarabilirsiniz” diyen zeytinyağlı dolmaların çok dinlenenler listesinin başında yer almaları, suratı toprağa değecek kadar asılmış insanların arasında daha iyi anlaşılıyor. Mutluluk yemeğini gündelik ve bayağı malzemelerle pişirip, açlıktan gözü görmeyenlere altın taslarla servis edenler; ve bu sofradan karnını tıka basa doldurup, daha fazla acıkmış kalkanlar; biri diğerini, diğeri de kendini kandıran iki yalancı gibi. Mutluluk nedir? Ne bileyim nedir. Fakat sakız gibi çiğnendiği koca ağızlardan servis edildiği kadar basit olmadığını biliyorum. Az önce mutluluğun ne olduğunu mu sordun sen? Bana göre mutluluk acı çekmektir. Evet, mutluluğun en büyük tarifi budur bence. Acı çekmek. Bu yüzden hiç mutlu değilim. Ve mutlu olan hiç kimseyi görmedim. Stepançikovo köyü sakinlerinden biri olmasam da, “Erdemin anası mutsuzluktur” sözüne bütün kalbimle iştirak ediyorum. Istırapla tokalaşıp, elini avuçlarından bir daha ayırmayan mustaripler var. Onca insan arasında yalnız olanlar… İyi insanlar iyi atlara binip gittiği için kimsesizdir dünyaları. İyi insanları ve iyi atları bekler; görünmeyen ama var olan bir yerleri düşünür; iyi insanlar ve iyi atlarla o yere gitmeyi isterler. Onlar için çağın gerçeğe kapı açtığı varsayılan mutluluk formülleri, küçük bir yaprağın üstünde biriken su damlacıkları gibidir. Denizi gördükleri, derinlerine daldıkları için… Şair güzel demiş : “İnciler arayan denize dalar.” O sonsuz huzur, büyük bir ıstırabın takdimi…

     

    1926'da Üç Atlı, seneler sonra Sonsuzluk Kervanı…

    • Like 2

  20. Çörek otu, zencefil, gerekirse simit satar, hamburger satmam reis. Ha sen feysbuk mu dedin? Takvimciyim esasen. Yapraklarını bir bir kopardığım takvimlerde ne zaman 18 Şubat çıksa karşıma, yapamam, elim gitmez, koparamam o narin sayfayı.


  21. Biri Adnan’ı durdursun. Sahiden, araştırmak lazım, acaba ekranlara büyülü bir maske takıp da mı çıkıyor bu adam. Gogol’ün hikayelerine konu olacak bir tip. Kendisini İspanya Kralı zanneden, hatıra defterinin kafayı sıyırmış sahibi gibi… Gerçi her mizahında içten içe bir dram yatan Gogol, deliliğin bu kadarına kalem oynatacağına, ne bileyim, Ankara havası falan oynardı, olmadı horon teperdi, yoksa halay mı çekerdi? Karışık şeyler bunlar. Fakat birinin acilen Adnan’ı araması ve ona Mehdi olmadığını söylemesi lazım.

     

    Zrrrrrrrrnnnkkkk

    Açıyor galiba..

    Haşthuşthuşşşşşşttt

    Alo Adnan abi.

    Beraber yürüdükkkk biz bu yollardaaaa…

    Yanlış Adnan’ı aramışım. Sen devam et abi.

     

    Zrrrrnnnnkkkk

    Buyrun ben sekreteri.

    Adnan bey orda mı?

    İnşallah.

    Telefona gelir mi?

    Maşallah.

     

    Gördüğünüz gibi dostlar, denedim ama ulaşamadım. Fakat biri bunu yapmalı. Adnan, Mehdi değilsin sen, uyan artık bu rüyadan.

    • Like 1

  22. Önümüzdeki yirmi yıl içinde bir kıpırdama dahi sezecek olursam şayet, açılsın bektaşların kapıları diyorum o zaman. Küçük bir ricam olacak mitajanı. Aylardan şubat, günlerden Cuma olsun isterim. Bir de şubatın 18’i olsun mümkünse. Benim için 18 Şubat bambaşka bir gündür. Dünya için şu garip 14 Şubat olayı var ya, işte onu ikiye katlayacak bir sevgi demeti bu. Bu bir değer, bu bir mana, bu bir… Konu 18 Şubat olunca coştum gene, bağışlayın dostlar. (Türkü de ayrı güzeldi bu arada, teşekkür ederim.)

     

    Nişantaşı… Cuma namazı… Şubatın 18’i… Daha ne olsun :)


  23. Üstadı put gibi yüceltmek… Burada bir kişi buna yeltensin de bir de kendisine destekçiler bulsun… Keza onu tamamen hatasız bir insanmış gibi, sağlığı bozulmuş bir beyinle düşünsün… Cık cık cık… Böyle insanlar yoktur denilemez elbet zira aklı ve zekayı para olarak düşünürsek, birçoklarının da çulsuz olduğunu söyleyebiliriz. Üstadı put gibi yücelttiğimizi söylüyorsun. (Evet evet şimdi geldi aklıma. Geçenlerde site üyeleri toplanıp Eyüp Mezarlığına ayine gitmiştik. Papazı getirin bir itirafta bulunacağım. Ayin oldukça uzun sürmüştü. Dayanamayıp sigara içmeye kaçmıştım. Affet ey ulu, yüce ve benzersiz Üstad!) Putperestlikle itham ettiğin insanların mesajları ortada. İftirana bir gram ‘acaba’ katacak tek bir satır bulamazsın bu sitede. Üstad, lider bir insandır elbette, büyüktür, gönlümüzde yeri derin ve mühimdir. Fakat bütün bunlar onu bir put gibi görmemize ne neden olabilir ne de yol açabilir. Lider olarak benimsedikleri insanları put gibi gören ineklerin yayıldığı çimenlikler çok şükür bizim mekandan fersah fersah uzak.

     

    Çanakkale mevzuusundaki faulünü Cüneyt Çakır görseydi 100 sarı, 50 kırmızıdan seni oyundan atardı. Bir cümlenin eleştirilmesinin doğru bulunmasından yola çıkarak, olayı Çanakkale Savaşının ve Şehitlerinin değersiz görülmesine ve küçümsenmesine bağlamış olmayı başarmak ne kadar büyük bir kara cehaletse, ona fener tutmaya çalışmak da boşuna pil harcayıcı bir zahmettir.

     

    -Sen, arkadaki, evet sana söylüyorum. Söyle bakalım israf ne demektir?

    -Boş odada ampul yakmaktır hocam.

    -Aferin otur.

     

    “Başıma dört dörtlük filozof kesildiniz” teranesine Shakespeare’in dört dörtlük filozof soytarılarından biri cevap versin o zaman :

    Duyulmayacak bir parça varsa repertuarında

    Onu pekala şimdi çalabilirsin burada.

    • Like 1
×
×
  • Create New...