Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Horanta

Üye
  • Content Count

    133
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    4

Posts posted by Horanta


  1. Mirzabeyoğlu Dava'sında Üstad'a Terbiyesizlik
    Akit, mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nu idam cezasına çarptıran 28 Şubatçı yargının bir rezaletini daha gözler önüne seriyor. Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının ruhsatlı 3 av tüfeğiyle halk ayaklanması çıkartacağını öne süren brifingli yargı mensupları, bununla da yetinmeyip üstat Necip Fazıl'ı da örgüt davasına dahil etmiş.
    Metin Çetinbaş’ın başkanı olduğu kapatılan 6 No’lu DGM’de görülen İBDA/C ana davasında, Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl Kısakürek’le olan dostluğunun halk ayaklanmasına delil olarak gösterildiği ortaya çıktı.
    NECİP FAZIL’LA İRTİBATLI
    Balyoz planında görev verilecek hakimler arasında ismi geçen Metin Çetinbaş’ın başkanlığındaki 6 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin Yargıtay’a gönderdiği dosyada, Salih Mirzabeyoğlu, Mehmet Fazıl Aslantürk, Sadettin Ustaosmanoğlu ve Hüsnü Göktaş’ın İBDA/C örgütünün üyesi oldukları, bu şahısların Türkiye’de bir halk ayaklanması çıkartarak ülke rejimini değiştirmek istedikleri öne sürüldü. Hukukla örtüşmeyen yüzlerce ifadenin yer aldığı dosyada bulunan sözde bir delil ise “Bu kadarı da olmaz” dedirtti. Dosyada Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüt yöneticisi olduğu ve halk ayaklanması çıkarmayı amaçladığı iddiasına kanıt olarak, üstat Necip Fazıl Kısakürek’le olan irtibatı gösterildi. 1999/19 esas nolu dosyada “Tilki Günlüğü isimli kitabında Başyücelik Devletinin kurulması için telkinlerde bulunan Salih Mirzabeyoğlu’nun, halk ayaklanması çıkarmayı amaçladığı, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp İslami esaslara dayalı bir yönetim şeklini kurmak istediği, bu doğrultuda gençlik döneminde Necip Fazıl Kısakürek’le irtibatlı olduğu anlaşılmıştır” şeklinde ifadeler yer aldı.

    İSLAM KARŞITLARININ ŞUUR ALTINDAKİ KİNİ ORTAYA KOYUYOR

    Altay Siyasi Araştırmalar Merkezi Başkanı Hasan Kapar, “Sadece bu bilgi bile davanın İslam karşıtlığı üzerine kurgulandığını gösteriyor” dedi. Metin Çetinbaş’ın Ergenekon terör örgütü davasında avukatlık yaptığını hatırlatan Kapar, Çetinbaş’ın Mirzabeyoğlu davasında yazdığı karar hükmünde, sanıkların gençlik dönemlerinde NECİP FAZIL KISAKÜREK ile irtibatlı olmalarını örgütsel bağ olarak göstermesine tepki verdi. Kapar “İslam düşmanlarının şuur altlarındaki kin ve garezin nerelere uzandığını hayret etmeden takip ediyoruz. Şu halde BÜYÜK DOĞU EKOLÜ tümden zan altındadır. NECİP FAZIL KISAKÜREK’in, ‘Bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı’ ifadesiyle karşıladığı SALİH MİRZABEYOĞLU ile dostluğunu biliyoruz. Bu dostluğun örgüt seviyesinde değerlendirilmesi ise tek kelimeyle ayıptır. Mirzabeyoğlu davası ümmetin kanayan yarasıdır. Bir an önce sonlandırılmasını bekliyoruz” dedi.

     


  2. METIN HASIRCI : ÜSTAD’IN AÇTIĞI KULVAR HIÇBIR ZAMAN KAPANMADI !

     

    Yazan : admin on 13 Nis 2012 / 0 Yorum

     

     

    Her sene Mayıs ayında Üstad Necip Fazıl anılıyor. Üstad gibi bir fikir ve aksiyon adamı elbette ki ölü ağlayıcılığı şeklinde anılamaz; ama maalesef ülkemizde böyle anılıyor. Büyük Doğu kavgasını Salih Mirzabeyoğlu İBDA fikriyatı ile sürdürüyor ve onun böyle anılması gerektiğini söylüyor. Necip Fazıl’ı bu şekilde hatırlamak ve anlamak gerekmez mi?

    Merhum Necip Fâzıl beyden söz edildiğinde hatırıma ilk gelen dedesinin İstanbul İstinaf Mahkemesi hâkimi olması esnasında bu görevi yürütürken kolladığı adalet çizgisinde gösterdiği ciddiyet ve de vakar hâlidir. Nitekim Hilmi Bey’in sevgili torunu Üstad Necip Fazıl Bey kıymetdar piyesi Reis Bey’i kaleme alırken, Dedeciğinin bu ulvî ahvalinden haylice müstefid olmuş olmalı. Allah hepsine rahmet eylesin. Sualinizin mağdur ve mazlum Mirzabeyoğlu ile alakalı yönüne gelince kendisine ödetilmekte olan bedel, adalet târihinde “adli hatalar” kategorisinde yer alacak vasıftadır. Necip Fazıl Yassıada mahkemeleri önünde gençliğin nasıl olması gerektiğini ifade etmiş böylece de, bilahare öyle olmak lâzım geldiğini sağlayacak bir nasihat ve vasiyet yolu tâkip etmiştir. Üstad’ın en büyük şansızlığı, hatırlatma yapacak kimseyi yanında bulundurmamış olmasıdır. Sevdikleri onu ebeveynlerinden daha aziz bilmişler, dolayısıyla muteriz olmamışlar, böylece de, Üstad kimilerini “branşında imparator yapacağım!” sözleriyle taltif ederdi. Bu da, imparator tâyin eden herhalde imparatorun üstündedir. Hemen ilâve etmek isterim ki, Avukatları; bu adliye mekanizmasının tartışılır hâle geldiği günümüzde dosyayı yeniden tetkik etseler iade-i mahkemeye vesile olacak delâil bulabilirler, diye düşünüyorum. Onbir yıldır Medrese-i Yusufiye’de olmak ve buna dayanmak imân ile olur ve bu kardeşimiz bu imanın sahiblerinden, diyor ve tâbir-i hapishane ile zindan duvarları arasından “Allah kurtarsın” diyorum.

    Üstad Necib Fazıl, muhafazakâr kesim veya diğer kesimler tarafından hep “Büyük şair, ruhçuluğu ile ön plana çıkan” şeklinde etrafa lanse ediliyor, bu sıfatların hakikati olmakla birlikte Üstad Necip Fazıl’ın fikrî ve ideolojik yanı hep göz ardı ediliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Efendim çok iyi şâirler, tarih ilmine o kadar ziyâde vâkıftırlardır ki, bunların birisi Yahya Kemal Beyatlı ise emin olarak söylüyorum, ana meselelerde de Necip Fazıl merhumdur. Yeniçeri adlı eseri bunun bir ispatıdır ve az görülen tevazuu, bu eserde, “ben târihçi değilim” cümlesidir. Târihi iyi bilmeyen o eseri ortaya koyamazdı. Biz de İslâmın aynı zamanda fikriyat olduğu beyanının mâzisi ancak yarım asrı bulmaktadır. İdeoloji, fikriyatla pek alakalıdır; fakat, “İslâm ideoloji seviyesine indirilemez!” ifadesi mütefekkirlerin islâm saygısı ve tutkunluğundandır. Yoksa Üstad; solmaz ve pörsümez şeklinde ifadatıyla ne olmadığını değil bir İslâmcı olduğunu pek net ifade etmiştir. Kimi “cılık culuk” diyenlere hoş bakmayanlar kafilesi bitmez. Adamın ibadeti az fakat İslâm sosyal çözümleriyle hemhal olmuş ve kendini İslamcı sayıyor. Beğenmeyen küçük kızını vermesin.

    Günümüzdeki muhafazakâr partiler, üstü örtülmeye çalışılsa da siyasî manevralarını ve güçlerini hep Üstad Necib Fazıl’dan almışlardır. Üstad’ın açtığı kulvar sebebiyle hayatiyet buldular diye düşünüyoruz.

    Üstad Necip Fâzıl’dan müstefid olmayan sağcı yoktur. Sağcılık ülkemizin çok büyük bir bölümünü teşkil eder. Sağcılığın; Milliyetçi/İslamcı gurupları, Kemalizm’e mesafeli olmuşlardır. Aslında Mustafa Kemal Paşa’nın adına hareket edenlerin yaptıkları yanlışlar zaman içinde islamcılar ile milliyetçileri anlayış planında farklı kılmıştır. Komünizm baskısı esnasında dini afyon olarak algılayanlar, dine ve dindara gerek kalem, gerekse fiilen saldırdıklarında, sağın biri birine yakınlaşmasını istemeyerek de olsa sağlamış oldular. Nitekim Üstad; MSP ile alakalı tutumundaki olumsuz değişikliği ortaya koyduğunda yanında kim vardı diye bakarsanız, Türk/İslam sentezcileri ve sağcılığı Kur’an-i sağcılık zannedenler vardı. İslamcı Necip Fazıl’ı bir lehimci vasfına itmeye çalıştılar. İslamdan taviz vermez Necip Fazıl, Milliyetçi/İslamcı anlayışı lehimlemede, başka ve müessir engellerle başaramayacağını gözyaşlarını içine akıtarak kendine itiraf etti. Üstad’ın açtığını söylediğiniz kulvar hiçbir zaman kapanmamıştı. Çok daraldığı olmuştur, fakat geçit işaretçiliği yapacak birileri her zaman olmuştur.

    Bilir misiniz; İbn’ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum, 1928’lerde -Necip Fazıl Bey’in bir torbaya koyup lağıma attığını ifade ettiği yıllardır o 1928’li yıllar- o yıllarda İbn’ül Emin Bey, Moda’da Ahmet İzzet (Furgaç) Mareşalin konağında, Salih Hulusi ve Ali Rıza paşalara, adını vermediği iki kadıaskere, ikindi ezanını pek güzel okuyan müezzinin sesi konuşulurken, vaktin akşama ulaştığını görür ve ayağa fırlayıp, “üç sabık sadrazam, üstelik biri mareşal, iki kadıasker nerede abdestiniz? İkindi akşama ulaştı, sizlerde hareket yok!” deyip, namazını kılmağa geçer. Bulvar daralmıştır, fakat kapalı kalmamıştır. Erbakan ve arkadaşları Üstad’ın her hangi bir şiirini veya mısraını anmadıkları hiçbir toplantıları olmamıştır. O bakımdan sorunuzun Milli görüşü ilzam etmediğini düşünüyorum.

    Bilakis, Millî Görüş’ün Anti- Emperyalist ve Anti-Siyonist tavrını beğeniyor ve destekliyoruz…

    Üstad Necip Fazıl’ın keramet çapında bir tarih muhasebesi var. Aynı şekilde Salih Mirzabeyoğlu’nun da… Bu meleke çok kitap okumayla alakalı değil, Allah tarafından verilen, Ledünnî İlim dedikleri bir hassa. Bu husus hakkında ne dersiniz?

    Ledünniyat tasavvuf yolunun özüne giden hakikatlere vakıf olma halidir. Üstad; Hazreti Arvasî (Kaddesallahu sırrul aziz) gibi bir zatın, mıknatısın, çeliği kendine çekip ona sarması veya sarılması gibi hâli yaşamıştır. Yâni Ehlullah indinde makbulindendir. Nitekim Efendi Hazretlerinin “Ona, keşke bu kadar zeki olmasaydın” demesini hangimiz ne kadar isabetle tahlil edebiliriz?

    1980 öncesi çok yoğun bir şekilde kitap sergileri düzenlenmekteydi. Sizin de içinde yer aldığınız bu tip faaliyetler, günümüzde çok nadir faaliyetler olmaya başlamıştır. O gün ile bugün arasında ne gibi bir değişme yaşanmıştır da bu tür organizasyonlara şimdi kıymet verilmiyor?

    Bakınız; Merhum İbrahim Uysal Erzurum’da üniversitede okuyor. Nazif Keskin Bey, Ankara siyasalda okuyor ve “Buzlar Çözülmeden” adlı filmdeki Kaymakam gibi bir kaymakam yetişiyor diye seviniyorum. Ramazan Bayramında İslami tebrik satışları da yapıyoruz ve elimize para geçiyoruz. Rahmetli Salih Doğan Pala talimatını veriyor. Nazif ve İbrahim’i harçlıksız bırakmayalım. Gerekeni yapıyoruz. Sene 1976… O bayram Bursa’ya gidemiyor Doğan Pala validesinin elini öpmeğe. Fakir de, Ebe hanımın memuriyeti ve yorgana göre ayak uzatmak. O dönem yayıncıları limoncu, pazarcı filandı genellikle ve bir fedakârlık anlayışları vardı. Amma çocuklarını okuttular ve okumuş çocuklar yetişti. Bir bölümü babalarının işini devam ettirdiler ve babalarından daha başarılı yayıncılık yapmakta muvaffak oldular.

    Gençlerle sohbetim çok oluyor ve bakıyorum, bizi bana anlatıyor ben de “Allaha şükür fena değilmişiz!” diye seviniyorum. İstanbul’un yirmi iki yerinde kitap sergisi açmıştık. Hele Beyoğlu Ağa Camiinin önündeki 24 saat kapanmazdı. Bir de merhum Cavit Ersen Beyefendi büyüğümüz, öğle namazı sonrasında uğradığı Ağa camii önündeki arkadaşı yemeğini yemesi, namazını kılması için gönderir, nöbete geçerdi, nur içinde yatsın.

    Necip Fazıl’ın konferanslarını takip eden yüzlerce Müslüman ve üstadın yetiştirmiş olduğu eli kalem tutan insanlar olduğunu biliyoruz. O gün bu konferanslara bu kadar ilgi gösteren, Üstadı takip ettiğini söyleyen Müslümanlara ne oldu da bugün hadiselere karşı bu kadar duyarsız hâle geldiler?

    Mücadelede zaman içinde kişinin imkânları hasebiyle, kiminin izdivacı, kiminin de, ailede yapması gereken görevler dolayısıyla kopmalar olduğu gibi, siyasi sağ kanat fedakârlarının geride kalması, yalakalardan teşekkül eden ANAP’da rahatlamaları, hizmeti 2. plana atmaları değişimleri, sınıf atlamaları bu sorunun cevap kapsamı içindedir. Unutmayalım ashabı kiram diyor ki: “Yokluğa dayandık, varlığa dayanamadık”

    Yukarıdaki soruyla alakalı olarak soralım: Gençlik bu hale nasıl geldi? Bugün ki gençliği ve durumunu nasıl görüyorsunuz?

    28/Şubat/1997’sonrasında Milli Görüşçülerin çok büyük kısmının makamlara alışkanlığı devam ettirmek için giriştikleri değişim siyaseti, düzenin istediği formata uygun geldiğinden yahud öyle yapmaları gayri milli kanallar tarafından istenip teşvik edilince bir “laylaylom” gençliği husule geldi,

    Hâtta türban savaşlarının unutulmaz yiğitleri bu değişimde yer almadılarsa da, mukavemet edecek halleri kalmadı. Durum iyi değil; İslâm kardeşliğini kuruluşundan yana söyleyen Milli Görüş vatanın bölünmez bütünlüğünün muhafazasını İslâm dolayısıyla önce ahlak ve maneviyatta gördüğünden, bunu da, işbirlikçi hükümetlerle saf dışı etmek suretiyle ülkeyi bölünme safhasına getirmeye muvaffak oldular.

    Üstad Necip Fazıl ile ilgili anlatabileceğiniz bir hatıranız var mı?

    Sanıyorum 1975 senesiydi. Beyaz saray, arı kovanı gibidir. En alt kat kitapçılar çarşısı olduğundan bir uğultu mevcuttur. Baktım müthiş bir sessizlik, adetâ asude bir bahar ülkesi.

    Çıktım, ne göreyim? Necip Fazıl Bey ağır adımlarla Dibeklicami kapısından saraya girmiş merdiven altına doğru Çile yayınevine doğru yürüyor… Kitapseverler, yayıncılar, herkes olduğu yerde dikilmekte ve bütün bakışlar ağır ağır yürüyen bir zatın üzerinde. Ben de baktım ve Necip Fazıl olduğunu gördüm. İşte hazırlıksız bir teşrifin temin ettiği büyük saygı gösterisi… Nur içinde yatsınlar.

    Amin!

    Metin ağabey vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

    Bende teşekkür eder, çalışmalarınızda muvaffakiyetler dilerim.


  3. Telegram: Kadîm İlimlerle Pozitif Bilimler Elele

     

    Reha Suvari

     

     

    24 Ocak 2013 Perşembe 18:15

     

    telegram_kadm_ilimlerle_pozitif_bilimler_elele_h572.jpg

     

     

     

    Telegram:

    Kadîm İlimlerle Pozitif Bilimler Elele

    Büyü, sihir ve cinlerin kullanımı gibi metafizik uygulamaların, aynı şekilde kadîm kültür ve dinlerdeki ritüellerden kök bulan pratiklerin yer yer kullanıldığı, 20. yüzyıla hâkim "ilk dönem" Zihin Kontrolü uygulamalarından sonra, 21. yüzyıla girerken ve girdikten sonra pozitif bilimler dediğimiz "deney"e dayanan bilimler, bugün gelinen noktada meselenin merkezine oturmuş vaziyettedir. Metafizik mefhumu, hâlâ cazibesinden birşey kaybetmiş değil, ancak bazı uygulamaların zorluğu teknoloji ile aşılırken, pozitif bilimler daha bir ön plâna çıkmakta. Bu noktanın defaatle altını çizen Mirzabeyoğlu'nun, ESATİR VE MİTOLOJİ adlı eserinde söyledikleri önemli:

    - "TELEGRAM'ı da ilgilendirir mesele:

    şaman âyini sırasında

    tekdüze davul ritmi

    trans ve hipnoz işi

    beyinde TETE dalgalarını harekete

    ayrıca kalbin ritmik atışına - benzer

    TELEGRAM'da elektromanyetik dalga ile

    gerçekleştirilen durum..." [1]

    Söylediklerimize elle tutulur bir başka misâl olması bakımından, bizim de yakından takib ettiğimiz akademisyenlerin başında gelen Doç. Dr. Sultan Tarlacı'nın bir TV programında dile getirdikleri dikkat çekici:

    - "Beş duyu organını kullanmadan, zihin yoluyla sadece düşünerek bilgi edinilebilir. Duyu dışı algılama olarak tanımlanan bu durum, 1965'ten 1995'e kadar Amerika'da kullanıldı. Amerika'da büyük paralar harcanarak yapılan bir Stargate projesi var. Pşisik istihbarat. Ruslardan öğreniyor bunu da... Dört bilimsel makaleyi Ruslardan çalıp kendi dillerine çevirip kendi bilim adamlarına soruyorlar. Ve bunun üzerine bir grup oluşturup devlet destekli olarak bu çalışmalara yöneliyorlar. Remote-viewing deniyor, uzaktan görüş yani. Devlet bütçesinden büyük fon ayrılıyor. 1995'e kadar devam eden bu çalışmaları, kullanımın sınırlı olduğunu belirtip bırakıyorlar. Teknoloji ilerliyor, gerek kalmıyor tabiî. Kullanımı çok, ancak pratik değil. Oradan ayrılanlar farklı alanlarda çalışmalara devam ediyorlar şimdi." [2]

    Bir diğer ifâdeyle, "artık TELEGRAM teknolojileri gelişti, sıradışı veya parapsikolojik kabiliyetlere o derece ihtiyaç kalmadı" demek istiyor Sultan Tarlacı.

    Bu cümleden olarak şunu ilâve etmek lâzım geliyor: TELEGRAM konusunda müsbet bilim yahud metafizikten hangisinin ağırlıklı yahud öncelikli olduğunu tartışmak anlamsızdır. Çünkü gerek bellibaşlı temel pratiklerde, gerekse kendine has özel uygulamalarda, bazen biri diğerinin ardında destekçi, bazen de diğeri önde desteklenen olagelmiştir. Birbirinden bağımsız tek başına uygulamalar hâlâ var olsa da, ağırlıklı olarak, gelişmiş teknolojiye dayalı tatbiklerle klasik metafizik uygulamaların kolkola aynı gaye için birbirlerini desteklemeleri sözkonusudur.

    Şamanist davul ritimlerinden elektromanyetik dalgalara; satanist ve ezoterist ritüellerdeki uygulamalardan bilgisayarlara ve beyin arayüzlerine; cinlerin kullanımından son teknoloji ürünü holografik görüntüleme ve SİMÜLASYONLARA, majiden sinirbilime kadar, birçok kadîm veya modern ilim, bilim ve tekniklerin beraberce kullanılabildiği, çok geniş bir alanın eseridir TELEGRAM. Böyle olunca, yüksek teknolojinin maharetleri yanında, insanlık tarihi kadar eski uygulamaların da öne çıktığı ürkütücü bir dünyanın mahsulüdür.

    TELEGRAM'ın çok geniş bir sahadan temellenişi ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, Doç. Dr. Sultan Tarlacı'nın izahatının, bugün için bilinen mevcut uygulamaların sadece bir kısmına veya bir cihetine açıklık getiren bir değerlendirme olduğu anlaşılır. Fizik, Kimya, Biyoloji gibi temel klasik bilimler, aynı şekilde NÖROLOJİ başta olmak üzere TIB , Elektrik, Elektronik, Bilgisayar Mühendisliği gibi modern bilimler bugün TELEGRAM'a şekil veren olmazsa olmazlar arasına girmişse de; büyü, sihir veya hipnoz gibi ilk Zihin Kontrolü pratiklerinden günümüzün en gelişmiş TELEGRAM pratiklerine kadar tüm bu "beyin"e yönelik saldırı, müdahale ve yönlendirme gayretlerinin hepsi, "fizikten öte" diye zarflanan metafizik'ten bağımsız değildir. Nasıl olsun ki? Beyin, ne sıradan bir elektrikli ev âletidir ne de sadece duyularla ilişkiden müteşekkil bir beden parçası. Ve ne de tüm ruhumuzun merkezi!

    Dikkat edilirse, genelleyici Batı tarifleri üzerinden gidiyoruz. Oysa biliyoruz ki, bugün Batıdaki TELEGRAM'a dair her cinsten çalışma, ister müsbet bilim merkezli olsun, ister metafizik karakter göstersin ve isterse ikisinden bir kombinasyon tarzında vücud bulsun, netice olarak amaçladığı, insanın biyolojik kontrolü veya onun bir parçası olarak beyin değil, zihnin kontrolüdür, hattâ zihin koridorundan geçerek asıl zaptedilecek hedef olarak gördüğü RUH'tur. TELEGRAM'cıların "bilim-din çatışması" olarak zarfladıkları bu mücadelede "din"den neyi kasdettikleri belli. Birbirine mutlak bir zıtlık arzetmeyen -çünkü herşey gibi "bilim" de dinin hasrındadır!- din ve bilim gibi iki kavramdan "diyalektik" peydahlatma nâfile gayretleri bir yana, RUH'a hükmetme emelleri istikametinde yürüttükleri nöroloji temelli ve ondan doğan çalışmalar, bu noktada meselenin merkezi değil, sonuç aramada destekleyici unsurlardır. RUH'a dair kendisine çok az ilim verilen insanoğlunun meselâ "ruh hastalıkları" üzerine çalışmasındaki etimoloji ve hakikat mânâsında yaşanan sakatlık ayrı bahis. Herşeyde olduğu gibi, bu meselenin halline dair cevab da Mutlak Fikir'de yatarken, onu bilimin zıdlığı mânâsında kullanma ve benimsetmeye dair yüzlerce yıl süren "kirli bir dava"nın TELEGRAM'daki parmak izlerini buluyoruz burada. Aslolan; meselenin RUHÎ temelini ortaya koyan ve ilk insandan beri süregelen ezelî mücadeleye işaret eden büyük diyalektik! Ve işte tam bu noktada öne çıkan ve "500 yıldır beklenen" büyük fikir adamı ise, şimdi en vahşi uygulamalarla kendisine saldırılan hedef olarak Salih Mirzabeyoğlu!

     

    NÖROTEOLOJİ:

    YARADANI BEYİNDE

    ARAMAK

     

    Bugün yeni yeni ortaya çıkan birçok bilim zemini veya kavramının etiketindeki "ön ek" olarak dikkati çeken "nöro-sinir", bilim literatüründeki sarsılmaz ve daha da gelişme vaadeden yerini çoktan aldı demiş ve şu örnekleri vermiştik: NÖROPSİKOLOJİ, NÖROPSİKİYATRİ, NÖROFİZYOLOJİ, NÖROKUVANTOLOJİ, NÖROTEOLOJİ gibi.

    Bunların belki en yenisi de NÖROTEOLOJİ-NEUROTHEOLOGY...

    BİYOTEOLOJİ-BİOTHEOLOGY olarak da zikredilen; beynin spritüel-ruhî tecrübeler sırasındaki nörolojik faaliyeti üzerine çalışmalar yapan bilim dalı olarak nitelendirilen Nöroteoloji, kelime mânâsı olarak, "Nöro-Sinir" ve "Teoloji-İlahiyat" kelimelerinden müteşekkil. Kabaca, Yaratıcı'yı beyin damarlarında arayan (!) pozitif bir bilim.

    Batı'nın özellikle son birkaç yüzyıldır dayattığı pozitivist ve rasyonalist bilimin tekelci saltanatı, şimdi bu kavramın niçin biraz utangaç bir edâ ile önümüze koyulmak istendiğini açıklıyor. Zaten bunu yaparken bile kuyruğu dik tutma telaşı ile "ruh"a dair fenomenler maddeleştirilmeye çalışılıyor. Oysa artık biliyoruz ki, Batı'nın "Bilim"e yaklaşımı ve sunumu, hattâ etimolojik zarflayışı dahi ikiyüzlüdür.

    Batı, bir taraftan dini sadece "kültürel" bir renk veya araç olarak yansıtıp, hedef aldığı asıl ve tek dini "Din mi, Bilim mi?" sorusunu soran kendi TELEGRAM'cısının ağzından itiraf eder ve bu sahte "diyalektik" zıtlıkla yığınları uyuturken; diğer taraftan da binlerce yıllık kadîm kültürün hasadını yapıyor sinsice.

    Batı dünyası, tarihi boyunca kasıtlı ve programlı bir biçimde pozitivizm ve rasyonalizme hapsettiği "bilim"i bu şekliyle bizlere sunarken, onun diğer yüzünü yok saydı veya aşağıladı, en çok da yağmaladı ve şuurluca gizledi. Ama artık biliyoruz ki, Newton, Da Vinci, Einstein gibi "pir"ler başta olmak üzere, tarih boyunca birçok Batılı pozitif bilimci ezoterizmin, metafiziğin, okültizmin başköşeye oturtulduğu çok güçlü oluşumların üyeleriydiler. Hattâ Einstein'ın çalışmalarına sahne olan laboratuvarının, üyesi bulunduğu ezoterik yapılanmaya âit ve sapkın ritüellerin yapıldığı binanın bir bölümü olduğu söylenir.

    "Kuantum beyin"den bahsedildiği bir dünyada; klasik fizikte maddeleri bir arada tutan bağlantılar ve yapıları bilinmesine rağmen; "zihin" dediğimiz vakıayı beyne bağlayanın ne olduğu tam mânâsıyla bilinemiyor (!).

    Nikola Tesla'nın şu sözünü hatırlama ve hatırlatmanın tam yeri sanırız:

    - "Bilim, fizikî olmayan fenomenler üzerinde çalışmaya başladığı zaman, bir on senelik zaman dilimi içinde, var olduğu bütün asırlar boyunca yapmış olduğu gelişmeden daha fazlasını yapacaktır."

    Tam bu noktada, bilvesile, kelimenin tam mânâsıyla birer ŞAHESER olan, Mütefekkir'in "ÖLÜM ODASI B-YEDİ -Giriş-" ve "MADDE NEDİR? -Maddenin Kritiği-" isimli eserlerini zikredelim ve henüz okuyamamış olanlara, bilhassa bilim adamı ve akademisyenlerimize tavsiye etmiş olalım.

     

    TELEGRAMIN OLMAZSA OLMAZI: PSİKOTRONİK

    Tesla'nın yukarıda zikrettiğimiz sözünün, Batıda özellikle "resmî" mahfillerde son haddiyle dikkate alındığını biliyoruz. Bugün artık kadîm ilimler ve pozitif bilimlerin birçok sahada kombinasyon oluşturmaya başladığını, daha doğrusu oldukça eski sayılabilecek bu tarzın yavaş yavaş fâş olmaya başladığını söyleyebiliriz ki, TELEGRAM teknolojisi ve uygulamaları buna misâl. Bu yeniliğe (!) gölgesi düşen unsurların en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz PSİKOTRONİK:

    Kabaca bir tarifle, madde, enerji ve zihin üçlüsü arasındaki etkileşimi temel alan çalışmalar bütünü diyebiliriz buna. Batı'da "parapsikoloji" kapsamında değerlendirilmesine karşılık, "Pentagon'un ASELSAN'ı" diyebileceğimiz DARPA gibi kuruluşların da bu merkezde projeler yürüttüğünden sözediliyor. Yarım asır öncesinin SSCB ve Çekoslovakya'sında başlayan pşisik çalışmaların temellendirdiği psikotronik, canlıları ve özelde insanı, kozmik enerjiyi bünyesinde toplayan ve dönüştüren bir jeneratör ve aynı zamanda bir transformatör gibi öngörmekte.

    Tam tarifi yapılamayan bu enerjiyi -biyoenerji veya psikotronik enerji- elektronik bir cihaza aktarma ve bu cihazı da bir jeneratör gibi kullanma çalışmaları, ilk kez 1960'larda Çekoslovakya'da yapılmış; nesnelerin uzaktan kontrolü de dahil birçok deney başarıyla sonuçlanmıştır. Çek Robert Pavlita'nın bu başarısından sonra; ABD'de ilk psikotronik jeneratör 1970'te Woodrow W. Ward tarafından üretilmiştir. Çek bilim adamı ellerin teması ve ŞAKRALARI merkeze koyarken; 10 yıl sonra Amerikalı meslektaşı gözlerden çıkan enerjiyi (nazar?) merkeze alan çalışmalar yapmıştır. Onun yaptığı jeneratör, gözlerden çıkan enerji dalgaları ile faaliyete geçiyordu.

    Bugün dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız Japonya'da da revaçta olan psikotronik, ilmî laboratuvar çalışmaları yanında, küçük büyük birçok şehirde faaliyet gösteren terapi merkezlerinin uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor. Kozmik enerjiyi "eller"iyle bünyesinde toplayan, fizyolojik veya psikolojik problemlerine şifa bekleyen hastalarına yahud zayıflamak isteyenlerin dertlerine yine bu elleriyle deva ulaştırmaya çalışan "usta"ların yönetimindeki çok kârlı bir sektör hâline gelmiş durumda psikotronik. Hattâ bu ustalar, bazen çok uzak ülkelere gittiklerinde dahi seanslarına ara vermiyor ve binlerce kilometre uzaktan işlerini yapmaya devam edebiliyorlar.

    Hava karardıktan sonra, kalabalık caddelerde küçük bir portatif masa, bir tabure ve mumdan ibaret dekorları, yine esrarlı görüntüleri ve bazen kuyruklar oluşturan müşterileriyle falcı kaynayan Japonya için, psikotronik ustalarının olması hiç de şaşırtıcı değil. Bahsettiğimiz merkezlerde bilhassa Çinlilerin hâkimiyeti sözkonusu. Kendi meşreblerince mistisizmle yoğrulu bu ilimlerden medet uman birçok basın ve siyaset meşhuru, ekserisi Çinli olan bu ustaların müşteri ve müdavimleri arasında.

    Çarpıcı bir örnek olarak, kilo problemi olan bir dostumuzun, "usta"nın kozmik enerji nakli ile 250 gün boyunca HİÇBİR ŞEY YEMEDEN bu seanslara devam ettiğinin ve neticede 25 kilo verdiğinin şâhidi olduk. Dostumuzun, sadece ustanın elleri vasıtasıyla kozmik enerji nakledilmiş suyu dilediği kadar içmesine izin vardı ve bazen usta, yurtdışına çıktığında binlerce kilometre öteden bile bu seanslarına devam edebiliyordu.

    Telegram cihazının literatürdeki diğer bir isminin de "psikotronik silâh" olduğunu söyleyerek bahsi şimdilik burada bitirelim.

     

     

    1) Salih Mirzabeyoğlu, ESATİR VE MİTOLOJİ -Güneş ve Ay-, İBDA Yayınları, İstanbul 2010, s. 656.

    2) http://www.cevizkabuğu.com.tr/gündem.asp?procid=240 (19 Kasım 2012)

     

     

     

    Reha Suvari, Baran Dergisi 315. sayı, sayfa 20-21


  4. Allah Yolunun Divanesi Necip Fazıl

     

    05 Ocak 2013, 21:11

    582705_3546331889967_119123436_n.jpg

    Ahmet Kocaoğlu

     

     

    1986 yılınında Üstad ın arkadaşı, şırdaşı Hilmi Oflaz ile iftar yemeği yerdik her akşam. Menümüz 2 tabak çorba ve büyükçe bir ekmek. Bir gün o, bir gün ben verirdim ücretini. Bunu duyan üstadı seven Fakir milyoner lakablı biri ile şimdilerde devlette iyi bir yer edinmiş uzunboylu biriside 'bizde bir akşam iftar edelim. Ücretini biz verelim' demişler..

     

    Yemek biterken Fakir milyoner 'Üstad ölene kadar at yarışı oynardı. Allah affetsin' dedi. Bende: Ölülerinizi hayır ile yad edin. Bu ne biçim konuşma. Ben kahvede sigarasına okey oynar çoçuk iken aşşık atardım. Oynadıysa dinine zararı mı var? İmanı mı eksildi? Gibi sorularım ile ortam bozuldu. Uzun boylu olan bir şey demeden kalkınca öbürüde kalkıp gitti.

     

    Çocuklğumdan beri üstada hakaret ederler.

    Hakikat gazetesi üstadı: Kumarhanede bir arkadaşının yanına varırken kurulan komplo gereği kumarhanede yakaladığını yazar. Kadın bacakları şiirini söyleyip biz gençleri sol ve sağ yobazlıktan kurtaran adamın önünü kesmeye çalışırlar.

     

    Müslüman günah işler. Ama yalan söylemez. Yaptığı her şeyi kendi ağzından duyduk. 1950 lerde güya islami oluşum ortaya çıkar. Destekçiside Menderestir. O Menderes CHP nin içinden çıkan yeni versiyonudur. CHP halktan kopup yeni efendiler olşunca parti oluşumu ortaya çıkar. O na dini motifler yüklenerek halk kandırılır. Oluşumda DP dir. Bütün bu sahte oluşumların önünü kesen adamında 5 çocuğu ile yaşaması gerekir. 1950 lerde otel odasında gaz ocağının üzerine teneke koyup ısınan onun ailesidir.

     

    Büyük Doğu Cemiyetini açıp insanlardaki samimiyetsizliği görünce 'Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor? Çilesiz suratlara tüküresim geliyor! ' diyacektir. 1951 deki sakarya şiiri aslında 'Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun' dizeleri ile söylenecektir.

     

    Üstad ın Menderes e yalvartan o mektubun devlet sayesinde zengin olup köşeşinde kahve içen adamların yüzünün kızartmaz. İslam deyip paralarını islam dışı kazananları rahatsız eder. Dincisi dinsizi bu adama düşmandır. Çünkü o islamın yüzyıllar boyu bütün müesseleri ile hayata ve devlete egemen olmasının gereğini aktarır.

     

    Zengin müslümanlar utanmalıdır... Üstadı 5 çocukla ortada koyup hapse atılınca. Utanmalılar onu yalvarttıklarına.

     

    Tarihi sol, dini hayatlarından kovmuş halkın yanında gibi görünmüşler. Ama halk olamamışlardır. Halkın yanında olunmaz halktan olunur. Üç kuruş para verip yalvartan utansın.

     

    Bir insanı günahsız bilmek günahtır. Ölünce hayır ile yad ederiz. 'Hatam deham çapındadır' diyen adama kim ne derse desin kendini söyler. kendine der.

     

    Bugün uyduruk kitaplarla milyarlar kazanan uyduruk yazarlardan olmayan "Necip Fazıl'ın hakkını alamadan vefat etti" diyemeyip para istediğini söyleyenlerin kendi ayıplarıdır.

     

    Ahmet Kocaoğlu / Büyük Doğu Haber

    • Like 1

  5. Garibüzzaman 25 Şubat 2012 - 05:11 ÖS tarihinde şöyle yazdı: ... Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, nasıl çıkar karan- -lıklar aydın- -lığa. ... Vay be!..

     

     

    bu şiirin "vay be" denilecek bir tarafı yok çünkü bizim inancımızda ben yanayım başkaları kurtulsun düşüncesine yer yoktur. önce ateşten kendini kurtarmaya çalışırsın ardından aileni ardından da toplumu...

     

    mum dibine ışık yermez sözü de müslümana hitap etmeyen bir sözdür...

    Bu şiirden sizin anladığınız manayı çıkarmak bir büyük beyin çabası gerektirir!

  6. BAKIR-Köy’de Bir DİVANE

     

    Eskimeyen yeniyi ve yenilmeyeni Bakır-KÖY’de gör! İnşallah BAKIR-Köy, O’na BAKIR’dan bir kalkan olur!

    22 Kasım 2012 Perşembe 19:52

    bakir_koyde_bir_divane_h1012.jpg

     

    Bundan sonra istedikleri raporu verebilirler; fark etmez. “DELİLİK KOMPLOSU” bu süre zarfında “rapor” niteliğinde verdiği eserlerle bizzat O’nun tarafından bizzat boşa çıkarılmıştır. Bu “KOMPLONUN” peşinde olanlar O’nun nasıl bir “DİVANE” olduğunu anlamış olarak, kendileri kafayı yeme durumuna gelmişlerdir.

    İstedikleri raporu versinler, istedikleri formülü uygulasınlar, fark etmez; yeter ki “ESARET” son bulsun. “Allah dilerse bu dini kâfir eliyle de yüceltir” Mutlak Ölçüsü’ne sıkı sıkıya bağlı olarak yapılan, yapılması düşünülen her şeyin, O’nun iradesiyle meydana geldiği inancını muhafaza ederek, muhtemel müsbet gelişmeleri sadece bağlı olduğumuz kapının lütfu olarak bileceğiz. Konuşulan, düşünülen gelişmeler, şayet tahakkuk ederse, “iradesi Allah’ın iradesi olmuş” büyüklerimizin haricinde hiç kimseye zırnık pay tanımayacağız.

    DİVANE’den DİVANELERİ olarak sesimiz gürleştikçe başkalarında menfi olabilecek her şey O’nda müsbet olacak ve zarif gözükecektir. BAKIR-Köy’ün etrafında DİVANE nöbeti tutmaya devam!

    Bu süreçte tek ana hedef “esaret”in bitmesi…

    Konuşulan, düşünülen hiçbir gelişme “İŞKENCEYİ” unutturmayacak! Failler bulunup, Allah’ın izniyle kesinlikle “ATEŞLE” tanıştırılacak. Mevcut süreç neticeye bağlanana kadar (inşallah netice esaretin son bulması olur) karşı tarafın elini neticeye ulaşamaz şekilde zorlaştırmayacağız. Ama bilsinler ki, artık MIZRAĞIN ÇUVALA SIĞMADIĞINI görüyoruz. Ve muhtemel müsbet bir gelişmeye vesile olabilmek için, ellerindeki son fırsatı değerlendirmelerinin kendi kaderleri için önemli olduğunu hatırlatıyoruz.

    BAKIR-Köy’ün önünde bir “DİVAN-E DEFTERİ” açılsın. Nöbetçiler, gelenler DİVAN DEFTERİNE, DİVANENİN DİVANESİ olduklarını kaydettirsinler. DİVANE’nin etrafında pervane olmuş DİVANELERİ görsünler. Ve anlaşılan verilecek raporun bir hükmü olmayacağını, diğer taraftan da bu raporun DİVANELİĞİN Allah’ın kuluna tasdik ettirdiği bir “İman Belgesi” hüviyetinde olacağını görsünler.

    Ne yaparsa yapsınlar, ne düzenlerlerse düzenlesinler, her şey Allah’ın iradesinde… Yeter ki, O çıksın!

    Beklenildiği gibi müsbet bir gelişme olursa, vesile olan ve farklı farklı cephelerden “esaret”in bitmesi için, birbirini çelmeden gayret gösteren bütün gönüldaşlardan Allah razı olsun, iki cihanda da yüzlerini “ak-pak” etsin!

    İlle de Avukatlarından, ille de Fikre Özgürlük Platformu’ndan…

    Avukat Sayın Hasan (Ağabey) Ölçer başta olmak üzere geceli-gündüzlü, yaz-kış demeden 14 yılın neredeyse her ânını O’nun esaretinin son bulması için her türlü gayret içinde olan ve çalınmadık kapı bırakmayan Avukatları, bu süreçte başrolü oynamışlar, güçleri nisbetinde yapılması gereken ne varsa yapmışlardır. Onlar, hepimizin adına bu sürecin kahramanlarıdır, kahraman olmaya da devam etmektedirler. Saygıyla selâmlanmayı hak eden bu insanlardan Allah razı olsun!

    Kadınlık hissiyatının, devrimlerin bir döneminde ne kadar belirleyici olduğunu, bizim devrimimizde de gösteren Fikre Özgürlük Platformu’nun birbirinden değerli, başta Şehid Nuray Zor olmak üzere fedakâr üyeleri, bizim nazarımızda bu süreçte her türlü takdirin üstündeler. Onların hakkı “Manevi Babaları”nın takdirinde.

    Netice alınana kadar, neticeye matuf her türlü harekete, faaliyete, sürecin insicamını bozmadan devam…

    Birlik, beraberlik duygusunu arttıran ve “toplulaşma- yoğunlaşma”ya yönelik birbirini çelmeyen her türlü faaliyetin üreticisi, yürütücüsü ve katılımcısı olmak… Bu süreçte bize bu gerek… O’nun “SELÂM” bahsinde söylediklerini unutmadan, birliğimizi dağıtıcı her türlü tavırdan uzak durarak yola devam. Tâ ki netice hâsıl olana kadar. Bu yolda “ne dur, ne durak!”

    Eskimeyen yeniyi ve yenilmeyeni Bakır-KÖY’de gör! İnşallah BAKIR-Köy, O’na BAKIR’dan bir kalkan olur!

    Allah’ın rahmeti, bereketi ve büyüklerin himmeti “durmayanların” üzerine olsun!

    DİVANE’ye divane olanlara selâm olsun!

    12 Kasım 2012

    www.aliosmanzor.com


  7. Gözlerim, Filistinli bebek için Hocaefendi'nin taziyesini arıyor

    Terörist örgüt olan PKK'yı, mazlum Filistinlilere benzetiyorlar ya.

     

    
Türkiye'nin güvenlik güçlerinin operasyonlarını da, İsrail askerinin saldırılarına benzetiyorlar ya.

     

    
Eski olayları örnekleyerek tartıştığınızda, haklılığınızı net olarak kabullendiremiyorsunuz..

     

    
Önceki günkü katliamı esas alalım..


     

    Hepimiz bire bir şahit olduk.
Uzun süredir, ne asker ne sivil, herhangi bir İsraillinin ölümüne şahit olmuş muydunuz?


     

    Yıllara varan yakın sürede, Filistinlilerin İsraillilere saldırısına ilişkin hiç haber okudunuz mu? 


     

    Hayır!
Ortada İsrail'e yönelik hiçbir eylem yok iken, durup dururken, HAMAS komutanı arabasında giderken, şehit ediliyor.


     

    İsrail askerleri tarafından.

     

    
"Ne var bunda, Türk güvenlik güçleri de, operasyonlarda PKK'lıları vuruyor" diyenlere biraz daha açayım olayı.


     

    Türk askerleri, dağdaki teröriste operasyon düzenliyor.

     

    
Her gün, bir şekilde fırsat bulup, saldırı düzenleyen teröristlere karşı yapıyor bu operasyonu..


     

    Üç ay, beş ay terörist saldırı olmadığı halde, PKK'ya karşı operasyon düzenlendiğini gördünüz mü siz hiç?..

     

    
Kaldı ki..

     

    Bir devletin hedefindeki kişi, şehirde serbestçe ve siviller arasında dolaşıyor ise...

     

    İlk planda yapılacak iş, onu füze ile vurmak değil, sağ olarak gözaltına almaktır.
İsrail bunu mu yapıyor?

     

    
Hayır.
Şehirde siviller arasında yaşayan..

     

    Hem de İsrail'in kendi devlet sınırları dışındaki kişiye, silahlı saldırı düzenliyor.


     

    Ve hedefindeki komutanın yanısıra, sivilleri de, çocukları da öldürüyor..

     

    
"Otobüsteki İsrailli çocukları katleden Filistinliler" tanımlaması, hafızamıza nakşedilmiştir.

     

    Çünkü Siyonist medya, bunu öylesine sinsice ve etraflıca yapmıştır ki, aklımızdan çıkması mümkün değildir.

     

    
Peki, Çarşamba günü yapılan İsrail saldırısında, öncesinde bahane yapılacak herhangi bir Filistin saldırısı da olmadığı halde şehit edilen Filistinli bebek, hafızalara nakşedilecek midir?
İkiz bebek bekleyen Filistinli hamile kadının can vermesi, akıllara kazınacak mıdır?


     

    Bu Siyonist aşığı medya var iken, hiç sanmıyorum.


     

    Buraya bir nokta koyup, bugünden sonraki muhtemel gelişmeleri tahmin edelim.

     

    
Filistinliler, misilleme amacıyla, öncelikle İsrail askerlerine saldıracaklar.

     

    
Belki bu arada hedef şaşacak, siviller de, kadınlar ve çocuklar da ölecekler.
Hiç istemem.
Ama bunlar muhtemel gelişmeler..

     

    
O zaman, o İsrailli kadınları ön plana çıkartıp, İsrailli çocukları ön plana çıkartıp, bu işi başlatanın İsrail askerleri olduğunu görmezden gelecek ahlaksızlara, şimdiden hatırlatayım: "Siz de en az İsrail askerleri kadar katilsiniz!" 
Bunun başka bir izahı yok..


     

    Ve İsrailli sivillerin muhtemel ölümü halinde başsağlığı dileyecek olan hocalarımıza, hassaten Fethullah Hocaefendi'ye de şimdiden hatırlatayım..

     

    
Amacınızın; sadece sivillere yönelik, kimden gelirse gelsin saldırıları kınamak olduğunu ispat etmek istiyor iseniz, geç kalıyorsunuz.


     

    Bakın Filistinli çocuğun şehadetinin üzerinden 24 saat geçti.

     

    Sizden hiçbir açıklama gelmedi.


     

    Bugün sabah ilk açacağım gazete, Zaman olacak..


     

    Gözlerim, Fethullah Hocaefendi'nin, Filistin'de şehit edilen 1 yaşındaki çocuk için yayınladığı taziyeyi arayacak..


     

    Eğer o taziyeyi bulamazsam..


     

    Yarın öbür gün bir İsrailli çocuk (Hiç arzu etmem. Doğru da bulmam. Ama amaç dışı, böyle bir ihtimal gerçekleşirse) hedeften sapan roketle, zamansız patlayan bir bomba ile öldürüldüğünde başsağlığı dilerseniz Orda durup "Acaba" dememiz de, bizim hakkımız olsa gerek..


     

    Evet, dürüst olmalıyız.

     

    
Durup dururken bu saldırıyı düzenleyen İsrail'i kınamıyorsak..

     

    Yarın Filistinlilere de itiraz etmememiz gerekir..


     

    Tabii bu arada, Hidayet Şefkat Tuksal'dan tutun, Hilal Kaplan'a kadar..

     

    İslami kıyafetli insanları bile kendi saflarına çekerek konuşturanların oyununa dikkat çekip, kompleksli dindarlara da seslenelim..


     

    Bakın, İsrail ne yapıyor?
"Eğer Türk askerlerinin PKK'lılara yönelik operasyonlarını eleştirmezsek, İsrail'in Filistinlilere yönelik operasyonlarını da eleştirmeye hakkımız olmaz" diyen dindarlara sesleniyorum.

     

    Haydi buyrun, kıyasladığınız tarafları, bir daha gözden geçirin.


     

    Türkiye'nin, K. Irak'ta bir şehirde, aracı ile gezen Osman Öcalan'ı füze ile vurduğunu, bu arada küçük çocukların da aralarında bulunduğu 9 sivilin öldüğünü varsayın.

     

    
Osman Öcalan'ı teslim alma imkanı varken, bunu yapmayıp, füze ile sivil insanları da riske atarak şehrin ortasında vuran bir eylemi kim nasıl savunabilir?
Böylesi İsrailvari operasyonları, Türkiye de yapıyormuş gibi göstererek.. Hem İsrail'in vahşet saldırılarını masumlaştırdığınızın..

     

    Hem de mazlum Filistinlileri, teröristlerle benzeştirdiğinizin farkında mısınız?

    • Like 1

  8.  

    milatanalogo.jpg

     

     

    Yazarlar Politika Güncel Dünya Ekonomi Röportaj Kültür-Sanat Spor Aile-Toplum Çeviri-Yorum Derinlik Foto Galeri Video

     

     

     

    Telegramın canlı şahidi oldum

     

     

    [/url]

     

     

     

     

    Bolu F Tipi Cezaevi’nde Telegram işkencesi devam ediyor. Bu işkenceyi yapanları tespit etmek ve cezalandırmak Salih Mirzabeyoğlu’nun iyiliğinden önce sizin iyiliğiniz içindir. Çünkü bu işkenceyle Salih Mirzabeyoğlu’nu esir alamayanlar yarın sizleri esir almak isteyebilir. Ve sizler Salih Mirzabeyoğlu gibi direnç gösteremeyebilirsiniz!

     

    01052012_5108.jpg

    Yakup Köse

    Milat

     

    10 yıl önce ‘terörist’ kimliğimle girdiğim Bolu F Tipi Cezaevi’ne, 10 yıl sonra gazeteci kimliğimle girerken, fikirleriyle hayatıma şahsiyet kazandıran Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nu görecek olmanın tarifsiz duygusu içindeydim.

     

    Adalet Bakanlığı’na yaptığım müracaat neticesinde verilen olumlu cevapla Pazartesi günü (17.09.2012) erken saatte Bolu’ya doğru yola çıktım. Bolu’ya indiğimde, görüşmeye beraber gireceğim avukat Ali Rıza Yaman henüz gelmemişti. Ben de bundan istifade, 4 yıl hapis yattığım şehri gezeyim dedim ama… Salih Mirzabeyoğlu’nu ziyaret edeceğimden sadece cezaevi yönetimi değil ‘başkaları’ da haberdar olmuş ve şehri gezerken peşimde dolanıp durdular. Peşimdekilerle birlikte avukat Yaman’la buluşup hapishanenin yolunu tuttuk.

     

    Hapishane girişindeki kayıt, arama faslını geçtikten sonra nihayet görüşme odasındaydık. Heyecanla ayakta beklerken kapı açıldı ve yıllarca görmeyi arzuladığım Mütefekkir karşımdaydı. O’na sarılırken her anlamda ayaklarım yerden kesildi! “Hoşgeldin Milat” diye beni karşıladı.

     

    Görüşmemizin ağırlığı Telegram işkencesi üzerineydi. Bilindiği üzere Telegram, zihin kontrolü işkencesinin bir çeşidi. İsim babası da, kendisine yapılan işkenceyi çözen ve bu işkenceyi isimlendiren Salih Mirzabeyoğlu. 24 saat boyunca beyninize hükmetmeye çalışılıyor, ne düşünürseniz karşılığı veriliyor ve bununla birlikte elektromanyetik silâhlarla vücudunuzda acılar meydana getiriliyor. İşte Salih Mirzabeyoğlu 12 yıldır böyle bir işkencenin altında Fikr’inin savaşını veriyor.

     

    Telegramcılar benim hakkımda da Mütefekkir’e menfi propaganda yapmışlar. Hatta görüşme sırasında da devreye girdiler. Mütefekkir Mirzabeyoğlu, “Sohbetimizin tadını kaçırmaya çalışıyorlar” dedi ve sağ böbrek tarafını gösterip, “Şu an buraya ağrı veriyorlar” dedi.

     

    Tam babamın selâmı söylemeye hazırlanırken, “Kapının önünde babandan bahsettiniz mi” diye sordu. Avukat Yaman’a şaşkın bir şekilde baktım. Çünkü kapı önünde avukat Yaman, “Babanızın da selâmını söylemeyi unutmayın” demişti. Telegramcılar bu konuşmayı kendisine aktarmışlar. Yani bu hâdiseyle de Telegram işkencesinin canlı şahidi oldum!

     

    Sohbet sırasında, “Bu yapılanlarla beni itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Ama şu unutulmasın ki, insanlar mahkemelerde deli olduklarını ispat etmek için uğraşırlarken ben akıllı olduğumu ispat etmeye çalışıyorum” dedi.

     

    Dünyadaki gelişmelerle ilgili olarak da, “Fikre bakılmalı. Bizim zamanımızda hassasiyet vardı. Hassasiyetle birlikte heyecan. Meselâ 25 asker kazaya kurban gider (Afyon hâdisesinden bahsediyor. YK) bakarsınız televizyonlara çıkılır, konuşulur. Konuşmaktan ibarettir. Fikir yok, heyecan yok. Sanki hâdiseler bunlar konuşsun diye oluyor. Genel olarak bütün meselelere bu kapsamda bakılabilinir. Fikir işlenmedikçe konuşulmaktan ibaret kalıp sonuç alınamaz.” diyerek ümmetin ihtiyacı olduğu Fikr’e dikkat çekti.

     

    Görüşmeyle ilgili olarak izlenimlerimi aktarmaya devam edeceğim inşaAllah. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’la görüşmeye izin veren Adalet Bakanlığı’na teşekkür ederken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Bolu F Tipi Cezaevi’nde Telegram işkencesi devam ediyor. Bu işkenceyi yapanları tespit etmek ve cezalandırmak Salih Mirzabeyoğlu’nun iyiliğinden önce sizin iyiliğiniz içindir. Çünkü bu işkenceyle Salih Mirzabeyoğlu’nu esir alamayanlar yarın sizleri esir almak isteyebilir. Ve sizler Salih Mirzabeyoğlu gibi direnç gösteremeyebilirsiniz!

    • Like 1

  9. Salih Mirzabeyoğlu’na “Neden” Özgürlük?

     

    İbrahim Arpacı

     

    Yaklaşık 15 yıldır cezaevinde, son 11 yıldır ise tecrit altında tutulan Mirzabeyoğlu, yaşayan dava şehitlerindendir. Kendisi İBDA-C adlı bir örgütün lideri olduğu ve örgütün hiçbir zaman ispatlanamayan silahlı eylemlerine liderlik ettiği iddiası ile müebbet hapse mahkûm edilmiştir. İşin bir diğer tarafı ise bu iddia edilen örgütün hiçbir mağduru yokken…

     

    Malumunuz, devlet kademesindeki büyüklerimiz, bir zamanlar siyasi anlayışlarına muhalif düşen tüm fikirlerin illegal örgütler olduğunu vaaz ediyorlardı; bu doğrultuda da yasalar yapıp cezalar veriyordu. Yine aynı devlet yönetici zihniyeti, günümüze gelen değin birçok insanı haksız bir şekilde yerlerinden yurtlarından edip, ailelerinden ayrı koyarak toplum içinde itibarsızlaştırma siyaseti izlemişlerdir.

     

    Bu devlet güruhu, yaptıkları yasaları kendi ideolojilerine uygun bir zemin içerisinde hazırlıyorlardı. Her aykırı sese “şucu, bucu” yaftası vurarak, illegalleştiriyordu. Uzun bir zaman bu yaptıklarında başarılı da olmuşlardı. Fakat bir vakit sonra o sırçalı köşklerinden teker teker düştüklerinde ise “vatan, millet, cumhuriyet edebiyatı” yaparak, geçmişte yaptıkları “bizden olmayan herkes bizim düşmanımızdır” sloganlarına, meşşru bir zemin aramanın derdine düştüler.

     

    Bu monşörler, toplumumun bir kısım ananelerini ve bir kısım dini hassasiyetlerini hiçe sayarak, ülkenin kendilerinin söz sahibi olabildikleri bir Cumhuriyet ütopyası olma eğilimi ile ülkeyi yönettiler. Bir zaman sonra sorulduğunda peygamberlerinin ismini tam telaffuz edemeyecekleri, nesillerinde inşasında, mimar olmuş oldular. Bununla da kalmayıp bir vakit sonra insan müteahhitliği yapmaya başladılar. Zekâsının iyi olduğunu düşündükleri çocukları ailelerinden alıp köy enstitülerine koydular, inanç ve kökleri etrafında ahlak yasalarını koyan halk sınıfının çocuklarını da İmam hatip okullarına sevk ettiler. Bir vakit sonra kendi himayelerine aldıkları Atatürk İlke İnkılâplarına bağlı yetiştirdikleri nesilleri sistemli bir şekilde devletin kadrolarına yerleştirdiler.

     

    Doğan her çocuk, hayatının ve inançlarının, yaşadığı devletin ideolojisi ile ters düştüğünü gördüğünde, kendini ya iğreti bir miskin sınıf olarak kabul etmek durumunda kaldı ya da bir cemaatin ya da tarikatın ya da fikir birliğinin kanatları altına girme ihtiyacını hissetti.

     

    Menderes hükümetinin yürütmeye gelmesi ile 1960 ve 1980’li yıllar arasında devletin amentüsü ezberletilen aydınlar ile kendi anlayış ve ideasını geliştiren ya da yaşatan sınıf, gerek televizyon gerek cemiyet içinde karşı karıya geldiler. Fikir mübadelesine girdiler. 1980 den sonra bu tartışmalar yerini felsefe menşeli akademik tartışma ve fikir eksenli sivil toplum kuruluş ve cemaat oluşumlarına kendini bıraktı.

     

    Tabi tüm bu süreçte devletin suni dogması kan kaybediyordu. Fakat devletin amentüsü kan kaybederken, halk kendi içinde, inanç anlayışı çerçevesinde cemaat ve fikir oluşumlarını iyiden iyiye kuvvetlendirmişti. Sonuç olarak, devlet bir pasta haline dönüşmüş ve bu pasta da, halkın iradesi sonucu yenilebilmesi mümkün olan bir nimet haline gelmişti. Yani devlet ve onun organları kaybettikleri kandan ötürü çekilmesi gereken sınırlarına kendilerini çekmek durumunda kalmışlardı. İdareyi eline alan ya da bugüne kadar hep mağrur ve mazlum rolünün kendisine biçildiğini düşünen darbelerle müzmin halk, geçmişte kendilerine ya da yakınlarına yapılan zulmün, zalimleri ile hesaplaşmak, onlarla yüzleşmek istedi.

     

    Kaç dumansız evdi çünkü bu bacası tütmeyen, tüttürülmeyen? Yıllarca bir hiç uğruna ailesinden koparılanlar ardından kaybolanlar… Kaydı nüfustan kaç kör kurşun yüzünden silinen silindikçe daha bir silinenler. Hepsi bu ülkenin yakın zamanda ki gerçeklerinden fazlası değildi.

     

    Fakat tüm bu hak alma safhasında kendine meşru bir zemin oluşturan mağdur bir o kadar da mağrur halk, oluşturdukları cemaat, tarikat sivil düşünce organları ile müntesiplerinin uğradıkları hak kayıplarını büyük ölçüde almışlardır almaya devam ediyorlar ve alabilmektedirler…

     

    Kimi kurduğu siyasi kanat ile bu mağduriyetini ortadan kaldırmış, kimi siyasi bir yakınlaşma çerçevesinde meşru yasasını çıkartmış. Kimisi en çok kendi fertlerinin asker kanadından ötürü mağduriyetleri olduğu için tüm askeriyeden atılmış askerlere hükümet kanadı ile dirsek teması kurarak emekli olmalarını sağlamıştır. Kimi ise tekke ve zaviye kanununa muhalif duran sohbet halkalarını vakıf ve dernekleşme adı altında meşruiyet kazandırmış durumda.

     

    Fakat gelelim 50’den fazla kitabı olan, İbda adlı, neredeyse hikmet külliyatı diyebileceğimiz bir külliyata sahip, fikir adamının mağduriyetine. Fikri bir sarnıca sahip bu düşünce adamı, aynı zamanda yazar, Mirzabeyoğlu, illeti dahi ortada olmayan bir suçtan dolayı tecrit altında. Şu ana kadar kendisi ile ilgili hiçbir resmi devlet kuruluşunda ki, bir zamanın mazlum bürokratı, siyasisi, sivil toplum kuruluşu, ellerlini kaldırıp umursamıyorlar. Sadece bazı siyasiler kendilerine Mirzabeyoğlu ile ilgili soru sorulduğunda umursar gibi yapıyorlar. O kadar.

     

    Neden mi umursamıyorlar?

     

    Çünkü bu mazlum, mağrur mütefekkir, yeteri oranda devlet bürokrasisinde, siyasetinde kendisinin fikirlerini kendisinin düşünce dünyasını paylaşan siyasiler ile ortak paydası yok.

     

    Bakın, Danıştay cinayetinde ki sanığın mahkemesi karar bağlanmasına rağmen birkaç tanığın ifadesi ile mahkeme bozularak tekrardan yargılaması yapılarak başka bir davaya bağlandı.

     

    Neden?

     

    Çünkü davanın müdavimlerinin bir siyasi partide bir ideoloji de karşılığı vardı.

     

    Pekâlâ, sormak isterim: Necip Fazıl Kısaküreğin kaburga kemiğinden fikirler damıtarak gelen bir İslam düşünce insanının, bir toplum bilimcinin, yeteri kadar cemaati ya da yeteri kadar halkta karşılığı yok diye mi bir hücre de tecrit altında tutuluyor? Geçmiş yıllarda, “bu ülkenin adalet terazisi şaşmış” diyen bazı siyasiler: Sizlerinde adalet anlayışı, kendi adaletinize kavuşncaya değin midir? Hani bir kardeşimiz dahi kalsa zulüm altında, o da çıkmadan hiç birimiz bu davayı, bu yolu hakkı ile tamamlamış olmayacaktık? Unuttuk mu yoksa?

     

    Sizler dualarınızı yasalarla destekler iken neden en iyi ihtimalle Salih Mirzabeyoğlu’nun dualarına müşterek olup, fiili eyleme geçip, yeniden yargılanmasını sağlamıyorsunuz? Yoksa Mirzabeyoğlu’nun sizlerin siyasi yaşamında bir karşılığı mı yok?

     

    Ne dersiniz?

     

    Ey adaletin cenkliğine soyunan hamiler buyurun, dersiniz adalet ve vereceğiniz sınav ortada: Olmayan hayali bir örgütten dolayı müebbet yemiş mağrur bir düşünce adamı, mütefekkirin yaşamını ve davasını ele alıp işte bu yüzden bu adam tekrar yargılanmalı demelisiniz. İşte o vakit, Allah’ın, edebiyatın ve tükenmek üzere olan insanlığın adaletine fayda sağlamış olacaksınız vesselam.

     

    www.dinihaberler.com

    • Like 1

  10. Her Bayram Acımız Ağırlaşır Bizim

     

     

    Bir bayram daha geçti.

    Her bayramda acımız daha da ağırlaşır bizim. Kurbanlarımızı, dualarla, huşu içinde dökülen birkaç damla gözyaşı ve Onun rızası için akıtılan kanlarla idrak etmeye çalışırken biz, ümmet coğrafyasında nice koç yiğitler, masum sabiler kurban oldular Hak din yolunda…

     

    Acımız her bayram daha da ağırlaşır bizim.

    Fatıma’nın mektubuyla , delirirsem vebalden kurtulurum belki diye duvarlara vurduğum kafamın sızısı gitmese de gönlümden Ebu Gureyb düşer aklıma, Cenk Kalesinde nefessiz kalan binlerce aslanın çaresizliği. Şehit Basayev’in kuşatmayı yarmak için yiğitleriyle yaptığı huruç harekatı, bir ayağını bırakarak.

     

    Her bayram daha da ağırlaşır acımız bizim.

    Tora Bora dağlarında at sırtındaki görüntüsüyle ruhumuzu şad eden şehid Usame, tekerlekli sandalyesinde Allah düşmanlarının kalbine korku salan ama Müslümanların kalbini titretemeyen Şehid Ahmet Yasin ve Üç metrekarelik hücresinde ümmetin derdiyle dertlendiği için dert çeken asil duruşuyla Kumandan Salih Mirzabeyoğlu gelir aklıma, Filistinin küçükken general gençken şehid olan

    yetimleriyle…

     

    Ah, her bayram acımız ağırlaşır bizim. Şam’dan yükselen feryatlar karışır Pataniden gelenlere… Anadolu coğrafyasıdır aslında buralar hep ve bu yüzden Anadolu işgal altında deriz biz.

    Bayram öncesi yapılırdı bize hep operasyonlar. Aynı Arakan da rahip kılıklı şeytanların Müslümanlara “kurbanda sizi kurban edeceğiz demesi “gibi Bayram sizin neyinize dercesine zulüm her bayram öncesi artardı.

     

    Acımız her bayram ağırlaşır ama biliriz ki Rıza i İlahi yolunda taşımamız gerektiği kadarı yüklenir bize ve “Ya Rabbi ümitlerimizi kayır” duasıyla ümidimizi diri tutar yürümeye çalışırız. Derdiyle dertlenerek kardeşlerimizin. Feda olsun Ya Resul senin yolunda diyebilecek şuurla yaşayabilmek duasıyla,

     

    Mü’minin bayramı kurban olduğu gündür.

     

    btayyartercan.jpg

    Tayyar Tercan


  11.  

     

     

    MARAŞ HİTABESİ

     

     

     

    4.6.1988 tarihinde Maraş’ta yapılan Üstadı anma toplantısına İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu tarafından gönderilmiştir

    Sevgili Gönüldaş'lar!

     

     

    Üstadı anmak üzere toplandığımız şu günde, aranızda bulunamamış olmaktan dolayı üzgün değilim; çünkü biz, bu tip tertipleri, İBDA remzi etrafında Büyük Doğu kavgasının vesilesi bilenleriz!... Demek ki, surat gösterme heveslisi değil de, «gerektiği yerde ve gerektiği gibi görünen» bir stratejinin tayin ve tatbikinde olan savaşçılarız!...

     

     

     

    Mücadelemizin fikir, sanat ve fiilî cepheler hâlindeki çok yönlülüğü, kısacası; bu cephe genişliği ve eski palavracı mücadele anlayışının yıkılması zarureti, hemen takdir edeceğiniz gibi her tarafı tarassut mecburiyetinde olan Merkez Kumandanlığı’nın oradan oraya hatır-gönülle taşınmasına imkân vermiyor!... Ama temsilcisi pekâlâ bu boşluğu doldurabilir ve kendisine tevdi edilen görevi ifâ edebilir!... Size, Yalçın Turgut vasıtasiyle en derin muhabbetlerimi ve selâmlarımı yolluyorum!...

     

     

     

    Benim gözümde Maraş ve Maraşlı ruhu, iki yönden dikkat çekicidir...

     

     

     

    Birincisi; her mekânın ortalama bir mânâ husisiyeti ifade ediyor olması dolayısiyle, rahmetli Üstadım’ın Maraş’lı bir kökten gelmesi... Hem onun Maraş’lı olması ve hem de bunu bizzat şeref addetmesini nasıl görmezden gelebilirim ki?...

     

     

     

    İkincisi ise; doğrudan doğruya İBDA’nın Maraş ruhunun kundağına sarınması... İBDA, ruhuna tercüman olacak en verimli maden ocaklarından birini Maraş’ta ve Maraşlı’da bulmuştur; mânâsının kurmayları arasında bizzat Maraşlıların bulunmasından gurur duyar!...

     

     

     

    Sevgili Gönüldaşlar!

     

    Rahmetli Necip Fazıl’ı anmak üzere toplandığımız şu günde, ölü ağlayıcılarına mahsus ve ölüye karşı mesul olmamanın rahatlığı içinde palavradan güzellemelerle ananlara karşılık, siz, maledilecek ve kollektif hâle getirilecek olan ulvî soydan hakikatin maliki ile fikir kelleri arasındaki farkı, ona muhatap olma haysiyeti bakımından bilhassa hatırlayınız, anlayınız, anlatınız!... «Yürüyen Büyük Doğu» ve «Yaşayan Necip Fazıl» idrakı, bunu gerektirir!...

     

    Hepinizi, atan tek bir yürek samimiyeti, dava aşkı, gönüldaş sadakati, inkılâp şuuru ve İBDA ruhuyla selâmlıyorum!... Bu selâma muhatap olanlar, elbette «Yüzsüzün Bekleyişi» isimli şiirimde işaretlediğim menfî tiplerden farklı olanlardır:

     

    Otur sen şeytanî vaatte

    Hesapsız vade ümit sahte!

    Bozulmasın keyfin ey kütük

    Haksıza karşı itaatte!

    Gözü saksı altında böcek

    Rahat kazanç istirahatte!

    Ne ektin bilmem ne biçersin

    Ümit mihrakı şefaatte!

    Aklını başına sersem kul

    Beklemek hakkı şecaatte!

    Gerçek fikir şimdide vade

    Yürek tetikte göz saatte!

     


  12. smilerdersaa.jpg

     

     

    Teodora Doni, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ile alakalı kaleme aldığı yazısında onun yıllar önce kaleme aldığı 'Moro Destanı' isimli şiiri ile yaşanan duyarsızlığa vurgu yaparak birkez daha köşesinde bu hususu dillendirmiş.

     

     

     

    24 Eylül 2012, 14:58

    kullanici.png

     

    Elbette bir anne evladının suç işleyeceğine inanamazdı. 'Yazık' dedim. Masumiyetine dair olan ısrarını anlarım, ama durduk yere de kimseye ceza vermezler ki!.. Bir anda bunları düşündüm. Ama dilim varmadı söylemeye.' Bu satırları yaklaşık bir ay önce Meral Afacan Bayrak'ın Mühür Kitaplığı'ndan çıkan 'Tarçın Çıkmazı ' isimli ilk kitabındaki 'Hastahane' adlı öyküsünden okudum. Birçok öyküde, romanda ve günlük hayatta karşılaşabileceğimiz bir cümle bu. Çünkü hepimiz bunun her zaman böyle olmadığını bilsek de böyle olduğuna inanmak isteriz. Bütün adaletsizliklere rağmen adalete olan bir inancı yaşatır dururuz bilinçaltımızda, böylece daha kolay rahatlatırız vicdanımızı.

     

    O satırları okurken hemen Salih Mirzabeyoğlu geldi aklıma. İdam cezası kaldırıldığı için idam cezası yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen Salih Mirzabeyoğlu. 28 Şubat sürecinde belki de en çok mağdur olan insan. Ne yazık ki Salih Mirzabeyoğlu için de birileri 'kimseye durduk yere ceza vermezler, vardır bir suçu' diyerek rahatlatıyorlar vicdanlarını. Birçoğunun ise hala haberi bile yok Salih Mirzabeyoğlu'nun varlığından; dolayısıyla ne şair, yazar, mütefekkir olduğunu, ne kaç eseri olduğunu, ne yıllardır cezaevinde ve neden orada olduğunu, ne de hangi şartlarda yargılandığını ve neden ceza verildiğini biliyorlar. En çok da bu yüzden, herkes haberdar olsun diye vicdan sahibi her kalem erbabının bu dehşet adaletsizliği tekrar tekrar yazmaya, SalihMirzabeyoğlu'na yapılan haksızlığı tekrar tekrar anlatmaya devam edeceğine inanıyorum.

     

    'Vardır bir suçu' diyerek vicdanlarını rahatlatanlara, olup bitenin aslını bile bile hiçbir şey yapmadan durup sadece seyredenlere ise hiçbir sözüm yok. Zira onlar için gerekeni en iyi şekilde söylemiş Salih Mirzabeyoğlu yıllar önce yazdığı 'Aydınlık Savaşçıları ? Moro Destanı' şiirindeki şu mısralarla: 'bırak haksıza boyun eğeni / sıcak odalardan seyretsin / soğuktan ciğeri delinenleri / açları, çıplakları / unutsun ipe çekilenleri / kurşunlananları.../ malı azalmasın onun / teni incinmesin tek. / bırak karışmayıp seyredeni / candan geçen gelsin safımıza / kavga kaçkını / fistan giysin dolaşsın...'

     

    Şimdi dönüp önceki yazılarıma baktığımda fark ettim ki ne zaman Salih Mirzabeyoğlu hakkında yazmışsam hep şair, yazar, mütefekkir olduğuna; elliyi aşkın kitap yazdığına vurgu yapmışım, ancak şimdiye kadar şiirlerinden bir mısra bile alıntılamamışım meğer. Bunun nedenini; 'söylenecek çok sözün olması, buna karşılık yazı alanımın sınırlı olması' diye açıklayamam elbette. Belki de Salih Mirzabeyoğlu'nun, 'Ben yıllardır şiir yazamıyorum. Bu durum, bu dilden anlayan kimseye birçok şey söylemeli' diye anlattığı halinin yüreğimde ve beynimde bıraktığı etkidendir. Zira 'Ben yıllardır şiir yazamıyorum' dediği bir hal içerisinde bırakılan, kendi deyimiyle telegram işkencesi altında en güzel yıllarını cezaevinde geçiren, haksız yere ömür boyu hapse mahkûm edilen bir şairin özgürlüğü için hiçbir şey yapamayıp teselliyi eski şiirlerinden mısralar alıntılamakta bulmak insanın içini acıtıyor. Şiir özgürlüktür, şairin özgürlüğüdür şiiri. Gönül istiyor ki artık özgür olsun şair ve yeni şiirlerini okuyalım Salih Mirzabeyoğlu'nun özgürce yazdığı. Aslında düşünenimiz, konuşanımız, yazanımız, siyasetçimiz, hukukçumuz, öğrencimiz, öğretmenimiz, emekçimiz, iş adamımız, her birimiz vicdanımızın sesini dinlesek, elimizden geleni yapsak, yetki ve imkânlarımıza göre payımıza düşen sorumluluğu yerine getirsek Salih Mirzabeyoğlu'nun özgür olmaması için hiç bir neden yok.

     

    Şimdi bu satırları yazarken kamuoyunda bilinen adıyla 'Balyoz' davasında nihayet bir karar verildiğini öğrendim. Askeri darbe yapmaya, hükümeti devirmeye teşebbüs etmekten yargılanan sanıkların büyük bir kısmı çok ağır cezalara çarptırılmış. Birçok kimse hukuk adına, adalet adına umut verici bir gelişme olarak yorumladı bu kararı. İnşallah öyledir ama artık 28 Şubat post modern darbesini yapanların davalarının da bir an önce karara bağlanması gerekmiyor mu? O darbeyle en çok mağdur edilen SalihMirzabeyoğlu'nun da bir an önce, derhal serbest bırakılması, özgürlüğüne kavuşturulması gerekmiyor mu? 'Balyoz' davasında verilen karar için hukuk adına, adalet adına umut verici bir gelişme diyenlere sormak istiyorum, peki bu gelişmeye rağmen Salih Mirzabeyoğlu'nun halen cezaevinde olması tuhaf bir durum değil mi, diye.

     

    Ne yazık ki tuhaflıklarla ve çelişkilerle dolu ülkemiz ve bir de doğru yazamamak, okuyamamak, anlatamamak, anlayamamak ve algılayamamak gibi bir sorunu var ki insanımızın; bu çelişkilerin, bu tuhaflıkların üzerine tuz, biber adeta. İşte bir örnek: Geçen hafta AK Partili olduklarını iddia eden bazı insanlar, Mehmet Ali Birand'ın Posta gazetesinde çok eski ta 19 Mayıs 2010 tarihinde yayınlanmış 'Erdoğan'ın batıdan görünüşü' başlıklı yazısını kopyalayarak, yazıdaki 'İslam'ın kendini düzeltmesi gerektiğini söylemesi...' cümlesinin ne kadar vahim olduğunu da fark edemeden, üstelik İslam'a ve Peygamber Efendimize hakaret içeren iğrenç bir filmin ve buna karşı yapılan protestoların tüm dünyanın gündeminde olduğu şu günlerde internetin sosyal medyasında 'okuyun ve mutlaka okutun' diyerek yayınlayabiliyor.

     

    Sayın Başbakan öyle vahim veya o anlamda bir söz söylemez, söylediği de asla düşünülemez. Sayın Başbakan İslam'ın değil, İslam dünyasının kendini düzeltmesi gerektiğini söylemiştir, söylüyor da. Birileri Sayın Birand'a 'yazarken biraz daha dikkatli olmalısınız' demeli ve o yazıyı çoğaltan AK Partililer için de okuma ve okuduğunu anlama kursları açılmalı, dersem kesinlikle eksik olur bu cümle ve haksızlık olur hem Sayın Birand'a hem bazı Ak Partililere. Zira 'sorun' çok yaygın ve çok vahim boyutlara vardı, benden söylemesi...

     

    Yine de umutsuz olmayalım diyorum sözü umuda bırakarak ve Salih Mirzabeyoğlu'nun 'Aydınlık Savaşçıları ? Moro Destanı' şiirindeki umut dolu mısralara: 'dehşetin soluğu er ya da geç / silinir hıncın gökgürültüsünde / ışık sütunlarından kurulur hayat / bilinir 'yaşanmaya değer hayat' / sönük kalır deyişler / ufuk açan leyla / dağlar delen ferhat...'


  13. GERÇEĞE BAKMAK

     

     

    Büyük psikolog Alfred Adler’in şöyle bir sözü var:

     

    “Beni kullanmış olan fikre müteşekkirim.”

     

    Adler, bu sözüyle ne kastetmiş bilmiyorum ama bu sözü okuduğumda bende uyandırdığı intiba şu oldu:

     

    İnsanı şahsiyet ve insan yapan, içindeki potansiyelin açığa çıkabilmesi için kişi, ne yapıp edip tesiri altına gireceği büyük bir fikir ve o fikrin ortaya koyduğu ideali arayıp bulmalı ve ona teslim olmalıdır. Teslim olduktan sonra, o fikrin tesiri ve kendi gayretiyle ruhunda potansiyel olarak bulunan mevcut kuvvetin açığa çıkması, o kişinin, kendi şahsiyet aynasında “fikrin” gerçekleşmesini seyretmesi mânâsına gelir.

     

    Bu süreçte fikrin pratiğe yakınlaşmasıyla, “şahsiyet” olma arasında paralellik olduğunu gören insan, muhakkak ki ona, misyonunuidrâk ettirecek bir tekâmül sürecine de girmiş olduğunu hissedecektir. Bu “tekâmül süreci”, şahsiyet olma sürecidir; acı içinde yaşanan bu süreçte, teslim olduğu “fikri” kendi iradî faaliyetinde seyreden insan, “üzerinde bulunduğu iş” de misyonunu her an biraz daha idrak edeceğinden, “mutluluğa” bir adım daha yaklaşmış olur. Bu insanın, “mutluluğu” hissetmesine sebep olan ve diğer taraftan da, pratiğe “yakınlaşmak” için kendisini “kullanmış” bulunan fikre “müteşekkir” olmasından daha tabii ne olabilir? Kahramanlık da, böyle büyük bir fikir karşısında, kendinde “kullandırma” istidadı bulunanlar için olsa gerek.

     

    “Damlaya Damlaya” adlı eserinde İBDA Mimarı davaya -kendisine- “neyin” lâzım olduğunu şöyle işaretliyor:

     

    “Bize, okuyan, arayan, bulan, anlayan, çırpınan, çırpınan, çırpınan insan lâzım… Kulağının işittiğini anlayan, gözü gerçeği görenler lâzım… Nefsinifedâ kılmış erler lâzım!” (sh. 60)

     

    İBDA Mimarı’nın bu “çırpınışında” açıkça görülüyor ki, dâvâ haysiyeti, gayret, feraset ve basiret duygusu ve kahramanlık ahlâkına kadar, “İslâm’a Muhatap Anlayış”ın fikrine teslimiyet iddia eden bir devrimcide olması gereken her şey var. Bu vasıfların hepsini bir arada taşıyan veya taşıma gayreti içinde olanlar ancak, istenilen seviyede örgütlenmeyi sağlayabilir ve böylece de mücadeleyi hedefine ulaştırabilir.

     

    Bütün bunların ışığında, yani, “olması gereken”e nisbetle “olan”ı değerlendirmeye çalışırsak, manzaranın arzu edilene epeyce uzak olduğu hususunda inanıyorum ki, çoğumuz hem fikirizdir. Girmemiz gereken “form”, içinde bulunduğumuz mevcut durum hakkında doğru tesbit ve teşhisler yapabilmemizi sağlayacağı gibi, yaşadığımız pratiğin ne olup olmadığını doğruya yakın tesbit ve teşhis edebilmemizde ve olmamız gereken noktaya “nasıl” varmamız gerektiği hususunda da bize yardımcı olacaktır.

     

    İçimizde yatan aslanı bir türlü “uyandırıp”, istediğimiz hâlde kahraman olamadığımız gibi, elimize ve ayağımıza vurulan adeta görünmez prangalar yüzünden esaret hayatı yaşamaktayken, bir türlü “mahkûm” olduğumuzu da hissedemiyoruz. Daha açık bir ifadeyle, ne kahraman olabiliyoruz, ne de mahkûm. Net olarak iki hâlden birini yaşayamadığımız için de-kabul etsek de, etmesek de- , tıkanıklık içinde bocalayıp duruyoruz. Mevcut durumumuz, “şok geçiren” bir insanın haline benziyor, zaman, sanki bizim için durmuş gibi… Ne ileri, ne geri gidebiliyoruz, hareket kabiliyetimizi yitirdik sanki.

     

    Siyasette, biyolojide, sosyal hadiselerde vs. hareketsizliğin beraberinde yok olmayı, ölümü getireceği malûm… “her şey akar”, akmayan kokar… Ayrıca hareketin zaruri olduğunu anlatabilmek için bazen, sadece “hareket için hareket” yapılabileceğini de biliyoruz. Hâlimizin şuurunda olamamak ve ne olması gerektiğine karar verememek, bu menfi durumun bizce en büyük sebebi.

     

    Kendi adıma ben biliyorum ki, şu ân bir çok kişi evinde, iş yerinde, sokakta dolaşırken, hattâ yatağında nefsiyle didişme hâlinde, yaşadığı sefil hayattan hiçbir “tad” alamadan devamlı olarak kendine “ ne yapmak, nasıl olmak gerekir?” sorularını yöneltip duruyor. Zihinlerini devamlı meşgul eden bu sorulara cevap verememek veya verilen cevapların gereğini yerine getirememek, bu kişilerin-bizlerin- daha çok mutsuz olmasına sebebiyet veriyor. Fakat, iradî faaliyet olmaksızın, sadece bu “didişme” ve “meşguliyetin” o kişilerin yaşadıkları mevcut durumun değişebilmesi için yeterli olamayacağı da aşikâr.

     

    Burada, karşımıza, birbiriyle bağlantılı ve cevabı verilmesi gereken iki soru çıkmakta:

    1- Bu, “şok”a benzeyen, iradenin zayıfladığı ve kararsızlığın hâkim olduğu durum nasıl oluştu?

     

    2- Bu menfî durumdan kurtulmak için yapılması gereken nedir?

     

    İkinci soruya verilecek cevap gayet basit; yapılması gereken örgütlenmek, her sahada ve her yerde örgütlenmek ve daha fazla örgütlenmek…

     

    Bugün, bu mevzuda –örgütlenmede- varolan zafiyetin hangi hususlarda baş gösterdiği, birinci soruya verilebilecek cevapta aranıp bulunabilir.

     

    Örgütlenmeyi gerçekleştirmek ve böylece mücadeleyi iktidar hedefli bir çizgide verebilmek için, “Bize okuyan, arayan, bulan, anlayan, çırpınana, çırpınan, çırpınan insan lâzım… Kulağının işittiğini anlayan, gözü gerçeği görenler lâzım… Nefsini fedâ kılmış erler lâzım!” Alıntıdaki cümlenin başında “Bize” ifadesiyle kastedilenin “davanın sahibi”, bizi ilgilendiren kısmın ise, bu ifadeden sonraki bölüm olduğuna dikkat etmekte fayda var. Aksi takdirde, bizden istenileni bizde papağan gibi tekrarlama durumuna düşebiliriz ki, bugüne kadar bunu çoğumuz yaptık.

     

    Açıkça anlaşılıyor ki, ataleti “andırır” menfî görüntünün başlıca sebebleri “anlayışsızlık”, “rahatlık”, “gerçeği görememek” ve fedâ ruhundan yani “kahramanlık ahlâkı”ndan yoksunluktur. O zaman gayet açık ki, varolan eksiklikler de buralarda aranmalı.

     

    “Yalan”, gerçeğin gizlenmesi demektir. Bununla birlikte müslümanın da “asla” yalan söylemeyeceği Peygamber buyruğuyla sabit olduğuna göre; gerçeği “görememek” ve onu “anlayamamak” dolaylı da olsa yalanın devam etmesine katkı sağlamaz mı? Hele hele gerçeği görmekten “korkmanın” veya gördüğü hâlde bile bile ona sırtını dönmenin bir mazereti olabilir mi? Gerçeği görüp, hissedip ve onun etrafında düşünmeye başladıktan sonra, onun hakkında oluşacak anlayış neticesinde insan, bir şeyler yapmak için harekete geçebilir; ancak bu süreçte, “nefsini fedâ” kılmanın şartlarına erişebilir.

     

    Gerçeğin tesbitinde ve onun görülmesinde gösterilecek zaafın doğrudan, örgütlenme faaliyetini ve bu faaliyet için zaruri motivasyonu etkileyeceğinden kimsenin şüphesi olmasın.

     

    Çoğu zaman “gerçek”, bütün azametiyle göz önünde dururken, insanlar, farklı farklı sebeblerden dolayı onu görmezler-göremezler. Bazen de, ona bakmaktan ve onu görmekten korkarlar. Çünkü, gerçeği görmek, hâlâ varolan vicdanlara mesuliyet yükler ve o vicdan sahiplerini harekete geçirmeye zorlar.

     

    Korkmalarının sebebi belki de, harekete geçtiklerinde onları bekleyen “risk”leri düşünmeleri olabilir. Fedâ ruhuna ve kahramanlık ahlâkına zıt olan bu durumda yapılması gerekeni yapmamak, düşünülmesi gerekeni düşünmemek ve söylenmesi gerekeni söylememek vardır ki, bu da “yalan”ın yaşaması ve yayılmasına hizmet etmek mânâsına gelir.

     

    Örgütlenmenin ve mücadelenin istediği seviyede örgütlü mücadele verebilmenin önündeki engelleri tartışırken, bu “risk” faktörünü kesinlikle göz ardı etmeyeceğiz. Garip olan şu ki, bu problemi aşmanın yolu yine örgütlenmekten ve örgütlü mücadeleye katılmaktan geçmekte…

     

    “Ne kahraman olabiliyoruz, ne de mahkûm olduğumuzu hissedebiliyoruz.”

     

    Evet, bu doğru. Çünkü, kahramanlığımızın ve mahkûmluğumuzun aynı unsura bağlı olduğunau anlamakta problem yaşıyoruz.

    Biz, savaşa “savaşmaya mahkûm” edilmiş bir neslin üyeleriyiz. Başka bir ifadeyle, bizim mahkûmiyetimiz kahraman olmaktır. Yaşamamız ve bütün ruhumuzu sarması gereken duygu budur.

     

    “Ya ol, ya öl!” emri bize bu mahkûmiyetimizi ihtar etmektedir.

    “Savaşa” mahkûm olduğumuzu bütün varlığımızda hissettiğimiz ân, kararsızlık belâsını da kendimizden ve çevremizden def etmiş olacağız. Bizim kahramanlığımızın da, mahkûmiyetimizin de anahtarı savaşın içinde gizli. Hakeza özgürlüğümüzün de!..

     

    Savaşa ve savaşmaya hüküm giydiğinin şuurunda olanlar gerçeğe bakmaktan ve onu görmekten korkmazlar; onu olduğu gibi tesbit ve teşhis ederken de hataya düşme ihtimalleri çok azdır.Gerçek, ne kadar “esir” statüsünde tutulursa tutulsun, ne kadar köle gibi itilip, kakılmak istenirse istensin, sayısız yalanlarla ne kadar perdelenmeye çalışılırsa çalışılsın ve kendisini göstermesine ne kadar izin verilmezse verilmesin yine de bu durum değişmez. Çünkü, “savaşa mahkûm” olduğunu his halinde yaşayanlar, ferasetten de nasibi olanlardır.

     

    “Gerçek”, bir dağ gibi dimdik bütün ihtişamıyla insanlığın önünde dururken, perdeleme faaliyetinden dolayı O değil de perdeler görülmekte; bu da ayrı bir gerçek. Perdelemeden gaye onu, hem bizden, hem de başkalarından gizlemek… Perdeleme o kadar yoğun ve çok katmanlı ki, artık, perdeleyenin kim olduğu unutuldu, sadece perdelemede kullanılan “yalan” malzeme, gerçek zannedilir oldu.

     

    Baş devrimci görevimiz, malzemesi yalan, kandırmaca, avutmaca ve oyalama olan bütün perdeleri tek bir hamlede yırtıp, gerçeğin bütün asliyetiyle görülmesini sağlamaktır.

     

    Biz, gerçeğe bakmaktan, onu görmekten ve göstermekten korkmayız. Hak ve hakikat kaygusu, devrimci disiplin ve devrimci ciddiyet bizden bunu ister.

     

    Yalanla, hileyle ve oyalamayla bezenmiş, bu perdelerin arkasında sadece bir suret yok! Bizi kullandığı için kendisine müteşekkir olacağımız büyük fikir var!

     

    Peki “GERÇEK” nedir?

     

    Ali Osman Zor

    16 Eylül 2012

     

    1 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi

    Kandıra –Kocaeli

     

     

     

    www.aliosmanzor.com

    • Like 1

  14. Vatan Sağ mı?

    17 Eylül 2012, 11:08

    pen2_1_2_1.jpg

    Ahmet Tevfik Dayan

    İSLÂM’DA VATAN

    Evvelâ vatan kavramının sözlük mânasına bakalım: Bir ulusun bağımsız ve egemen olarak üzerinde yaşadığı yeryüzü parçası ve onun havası ile karasularına denir. Lügat mânasını da kapsayan ıstılahi bir tanım yaparsak; Vatan, fikrin coğrafyasıdır, fikrin hakim olduğu toprağa vatan denir, fikir olmadı mı vatan dedikleri sade bir toprak parçası.

    İslâm’da vatan ise iki türlüdür. Darül İslâm ve darül Harp ; Darül İslâm yani İslâm vatanı, İslâm’ın hakim olduğu coğrafyaya verilen isim, darül harp, küfrün hakim olduğu beldelere verilen isim.

     

    Ehl-i Sünnetin amelde mezhep imamları, Vatan bahsinde bir kısım ihtilaf etmişlerdir. Hanefi, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre, bir belde İslâm’ın hakimiyetine geçerse darül İslâm olur, hakimiyet Müslümanların elinden giderse darül harp olur, Şafii mezhebine göre ise, bir belde bir defa olsun İslâm’ın hakimiyetine girerse, daha sonra Müslümanların hakimiyeti kaybolursa orası yine darül İslâm’dır.Yalnız Şafii mezhebine göre orası darül İslâm olsa dahi, bütün mezheplerin ittifak ettiği görüş şudur ki;

    Bir belde evvelinden İslâm hakimiyetinde idare edilmiş, daha sonra da küfrün hakimiyetine geçmiş olsa bile küfrün hakimiyetindeki bütün diyarların İslâm’ın hakimiyetine geçirilmesi, Müslümanların mükellefiyetidir. Vatan hususundaki içtihatlarda ihtilaf olsa da, hakimiyetin mahiyeti konusunda ittifak vardır.

    Bugün Müslümanların yaşadığı yerlere topyekûn İslâm coğrafyası diyoruz, ama hemen hiçbir yerde İslâmiyet’in kaideleri hakim değil. Mükellefiyetimiz icma ile sabit olarak bu beldelerde İslâm kaidelerinin hakim olması. Hakimiyet hususunda değil de keyfiyet esası itibariyle anlattığımız üzere Hanefi, Maliki ve Hanbeli fıkhından farklı olarak Şafii fıkhına göre, bütün bu diyarlar da İslâm beldesidirler.

    Bir de Türk vatanı, Arab vatanı gibi tabirler var, vatanın fikrin coğrafyası oluşu önünde fikrin bütün kavimlere hitap eden yönünü değerlendirdiğimizde yine lügat mânasının kapsanışı göze çarpıyor, arapların yaşadığı toprak üzerinde İslâm ahkamı hakimse, orası İslâm’ın vatan hudutları içerisinde, insanlığa muhatab olan İslâm’ın dairesinde bulunan arabın da vatanıdır ayrıca.

    İnsan ve ahali unsurlarının ancak fikrin hakimiyetiyle sahici soydan vatana sahip olabilmeleri mümkündür. Öte türlü herhangi bir topluluk unsurunun, ahalinin vatanı kıymet belirtmez..

     

    USÛLLER,HADLER, NİSBETLER..

    İslâm’da vatan bahsine değinince İslâm’da bir takım usûl ve hadlere de değinmemiz gerekiyor, bu usûl ve hadler; Kâinatın Mefahiri’ne ve O’nun Sahabi kadrosuna nisbet bahsi altında tek yekûn halindedir. Öyle ki, O ki o yüzden varız, Allah’ın sen olmasaydın alemleri yaratmazdım buyurduğu Sevgilisi, İnsan’dan gaye olma makamını ve fert hakikatini ferdin hakikatini temsil ederken O’nun kadrosu Sahabeler ise, “O değil O’ndan dolayısıyla O” terkibi üzere Resûl değil, Resûl’dendirler, dolayısıyla O’nun kadrosu olarak O’nu temsil etmektedirler..

     

    Bu noktada Allah’ın Resûlü Gaye İnsan- Ufuk Peygamber ve Sahabeleri İdeal kadro-örnek Ümmet, hayatın mânasını kavrayabilmenin ve hayat hakikat ve gerçekliğinin dünya ve ahrete dair bütünlüğüne verimleri, insanlığın varılamaz ufku olan Asr-ı Saadet medeniyetini yeryüzüne inkılâp ettirmişlerdir. Bu perspektiften Allah Resûlü ezelden ebede değin, eşine rastlanmayacak olan Mutlak İslâm inkılabının mimarıdır ve yeryüzüne gönderiliş memuriyeti budur..

     

    İslâm’da vatan bahsinin de mihenk noktası burasıdır, İnsan bilerek ya da bilmeyerek Allah’ı aramaktadır, iyi, doğru ve güzel ne varsa kaynağı Allah’tır. O’nun yeryüzündeki Mutlak Halifesi ise İyiden doğrudan güzelden ibaret Mutlak Fikir-İslâmiyet’in bildiricisi ve tatbikcisi. İmam Rabbani Hazretlerinden Allah’ı nisbet ederek söylediği “Hiçbir şey O değil, her şey O’ndan” hikmetinin tedai ettirdiği bir bahse de vatan bahsi üzerinde değineceğiz; Vatan fikrin coğrafyası demiştik, Sahabi’ye nisbet davası etrafında, İslâm’ın künhüne nüfuzun ve külli tatbikinin Asr-ı Saadet olması hesabıyla Mutlak Fikir keyfiyetli İslâm, Asr-ı Saadet’ten sonra mutlak mânada temsil liyâkatini bulamayacaktır,

    O hâlde İslâm’ın mukaddes ölçülerini gerçekten anlayan ve tatbik eden Sahabilerden başka bir zümre yoktur. Bu da usûl ve hadler meselesi, insanların Mukaddes Ölçüler nazariyesi etrafında “Hiç birşey O değil, her şey O’ndan “ hikmetine sımsıkı sarılarak dolaşılması gerektiğini anlayana anlatır.

     

    İslâm’ı yeryüzüne hakim kılma mükellefiyetimizden bahsetmiştik, esas olarak bu mükellefiyetimiz de usûl ve nisbet işinden ibaret..

    Darül İslâm’da yaşayan Müslümanların, bu mükellefiyeti yerine getirmeleri için, evvelâ kendilerine bir emir seçmeleri, bu harp emiri etrafında bir ordu olarak Allah’ın şeriatını kendi yaşadıkları diyarda hakim kılmak için cihad etmeleri gerekmektedir. Bu bütün Müslümanların üzerine farzdır. Hanefi mezhebine göre, Şeriat’ın memleket idaresinde hükümran olmadığı bir yerde Müslümanlara farz olan namazlar, cihad mükellefiyetlerinden dolayı nafile hükmündedir, ta ki, o memlekette Şer’i hükümler her alanda olduğu gibi idare alanında da tatbik edilene kadar.

    İSLÂM’A MUHATAP DÜNYA GÖRÜŞÜ

    Allah’ın KURAN’ında “Yaş ve kuru ne varsa bu kitapta” buyurması, bir hadisin hikmetine erenlerin bütün hadislerin hikmetine ermiş gibi olmaları, KURAN’ın külli mânasının ancak Allah tarafından bilinmesi ve Allah’tan sonra bildirdiği kadar Resûlüllah tarafından bilinebilmesi, Kuran’ı kendi aklıma tefsir ederim demenin küfür olması gibi bir çok ince usûl,nisbet ve edep çizgilerine konuşurken, düşünürken, amel ederken, kısaca hayatın her anında bağlılığımızı muhafa etmek yükümlülüğümüz olmasına nazaran;

    “Kişinin ağzına Ayeti, Hadisi pelesenk etmesi , onun dilinden düşürmediği ölçülere lâyık olduğunu değil, bilhassa lâyık olmadığını, nisbet sahibi olma, usûl bilme, hadlere riayet gibi hassas yekûnlardan yoksun olduğunu belli eder. “ O zaman ne yapacağız?

    Mutlak ve İlahi sistem olan İslâmiyet’ten anladıklarımızı sistemleştirecek, onlarla yürüyeceğiz, ki o anladıklarımızın cümlesi de, bizim anlayışımız çapınca İslâmiyet’ten bir cüz-parça hüviyetindedirler.

    Biz ahir zamanda İslâmiyet’ten anladıklarının sistem çapında ortaya koyulmuş örneği olan Büyük Doğu- İBDA fikirler manzumesine usûl sahibi olmanın ve hadlere riayetin gereği olarak İslâm’a muhatap anlayış diyoruz ki, aslında bir İmam Gazali’nin de bir çobanın da İslâm’a muhatap anlayışları var. Bu noktada, İslâm’a muhatap bir anlayış cümlesinden Büyük Doğu- İBDA fikirler manzumesine muhatab olmaktan ötürü, bu fikrin bağlıları da fert fert İslâm’a muhatap anlayışa muhatab anlayışları temsil etmektedirler. Bu kısa izahlardan sonra mevzuun vatan bahsiyle alâkasını gösterelim: Vatan İslâm’ın hakim olduğu diyara denir, lâkin İslâm’ın ulvi münezzeh keyfiyeti ancak Asr-ı Saadet döneminde kemâliyle tatbik olunmuştur, her Müslüman ferdin İslâm’dan anladıkları kendi İslâm’a muhatap anlayışı temsil ediyorsa, bu mânada Mezhep imamlarından bu yana, sistem çapında, itikad ve amel plânında İslâm’a muhatap anlayış ortaya koymanın önem ve kıymeti anlaşıldıktan ve bu işin kimlere mahsus olduğu hissedildikten sonra şu; İslâm’da vatan, hayatın her alanında insan ve toplum meselelerine getirilmiş birer çözümler manzumesi ve sistemi olan bir İslâm’a muhatap anlayışın – dünya görüşünün hakim olduğu diyara denir.

    “DÜNYA GÖRÜŞÜ-ANLAYIŞ SİSTEMİ” ETRAFINDA

    [/center]

    Kâinatın Efendisi bir hadisleri: “Vatan sevgisi imandandır” Bu hadisten imansız kimselerin vatan sevgisinin olmadığı mânası çıkmaz, çünkü insanda nefs ve ruhtan meydana gelmiş bir varlık olarak, Allah’ı aramakta, O’na özlem duymaktadır, ister mümin ister kâfir olsun bu böyle. Allah’ı arayan ruhtur, buna engel olmaya çalışan da nefs. Netice itibariyle Allah’ı arayan Ruh’un vatanı Allah yurdu olan emr Alemidir, bu münasebetle, öteki alemdeki bir şeyin bu alemde de bir benzeri var olmasından, insandaki bu vatan sevgisi zahir ve batın olmak üzere iki yönlüdür, zikrettiğimiz hadisten anladığımız; Söz konusu ölçü, Zahiren her insanın üzerinde yaşadığı toprağı sevmesi batın olarak da ruhunun Allah yurduna özleminin ifadecisi olmasıdır. Nefse ağır gelen şeyler Ruhu şad eder, nefsi şad eden şeyler ruha azap verir, bu noktada Allah’ın insan için Kuran’ında: Ben insanı eşya ve hadiselere tesir etmesi için kendime halife olarak yarattım” buyurmasından bizim anladığımız; Bağlısı olduğumuz fikirden öğrendiğimiz, bütün dünyadaki insan verimlerinin kişinin kendi öz nefsiyle mücadelesinin bir neticesi olarak görüşümüzle birlikte ele alırsak;

    “Eşya ve Hadiseler “ Mutlak Fikir mümessili KUR-AN’ın zaman ve mekân üstü diyalektiğinin, [hiçbir nefse kaldırabileceğinden fazla yük yüklemeyen] Allah’ın insana verdiği memuriyeti ifade ediş biçimidir. Eşya ve hadiselerden ne anlıyoruz? Anlamak dedik ya, İslâm’a muhatab bir anlayış mihrakı olan Büyük Doğu- İBDA’da eşya ve hadiselerden ne anlaşıldığını ve anlayışa muhatab anlayışımızla bizim de ondan ne anladığımızı aktaralım:” İnsanın, kendisi, çevresi ve tabiat hakkındaki düşünceleri, etkileri, bu etkilerin kendisi üzerindeki tesirleri; eşya ve hadiseleri tasarruf memuriyeti, bu memuriyet üzerindeki düşünceleri, nereden gelip nereye gittiğinin araştırılması, kısaca; İnsana kendini empoze eden her mesele, << insan ve toplum meseleleri>> ifadesinin içinde “[bkz: Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm’a muhatab anlayış isimli eseri]

    Bir dünya görüşü, fikir, ideoloji kendisine ait bir dile sahiptir, kendi terminolojisine ve diyalektiğine.Büyük Doğu – İbda terminolojisinde İnsan ve toplum meseleleri eşya ve hadiseleri kuşatırken, aslında bir dünya görüşüne ait olan bu ifade ve terim yine eşya ve hadiselere tasarruf memuriyeti üzerine düşünülerek, eşya ve hadiselere tasarruf için ortaya konulmuştur, iç içeliği fark edenler beri gelsin.

    İnsanı ilgilendiren, insana ait her şeyin insan ve toplum meseleleri altında ifade edilmesi bir yana, eşya ve hadiseler karşısındaki insan memuriyetinin bunun içinde olması bir yana, insan ve toplum meseleleri adı altında bir terminoloji ortaya koyan dünya görüşü bir yana, bu dünya görüşünün eşya ve hadiseleri tasarruf etmek maksatlı örgüleştirilmesi bir yana, eşya ve hadiselerin de insana ait ve insanı ilgilendiren her şeyi kapsayışı bir yana, bu durumun İslâm’a muhatap bir dünya görüşü ve İslâm’ın mutlak terminoloji ve diyalektiği arasındaki alâkayı, münasebeti gösteren bir somut örnek olması bir yana..

    İnsan benliğini oluşturan unsurlar, ruh ve nefsin ikiliğinde, insanın halifeliği, Allahın yarattığı alemi Allah’ın dininin esas, usûl ve kaideleriyle – o esas, usûl ve kaidelerden anladıklarıyla - tesir ve tasarrufu altına almak. Dünya üzerinde bunun tecelli edeceği diyarların İslâm vatanı keyfiyeti, Bu memuriyetin de Peygamberlerin alem-i emrden alıp yeryüzünde tebliğ, telkin ve tatbik ettiği iyi,doğru ve güzelin kaynağı İslâm’ın dünya yurdunda insan ruhunu Allah’a yaklaştırma misyonu..

    SEVİYESİZLİK ÇUKURU

    [/center]

    Mevzûuları istedikleri seviyeden ele almak gerekliliği , o meselenin seviyesini değil, meseleyi ele alacak şuurun ihtiyacıdır. Bu da aslında bir usûl ve hâdlere riayet meselesi..

    Şimdilerde ise memleket sathının bu yönden bir seviyesizlik çukuruyla dolu olduğunu görüyoruz, öyle ki, müslümanın mükellefiyetleri, dar’ül hârp şartları ortadayken güya İslâm adına ne cinayetler, tecavüzler, edepsizlikler, cinnet derecesinde refleksler ortaya konuyor..

    Ve hainlerle ahmaklar el ele hesabı, birbirine yol verenler kervanının her köşe başında karşımıza çıktığı günümüzde bu sürüngen sümüğü cinsi söz ve hareketlerle tertemiz, pir-u pak şeriat çarşafının ağızlarda mundar edildiği ortamlardan birkaç rezalet tablosunu hakikati yerli yerine oturtmak mesabesinde bir iş olarak mevzuu müşahhasa dökerek gösterelim:

    VATAN SAĞ MI?

    [/center]

    “Vatan sağ olsun”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” ve daha neler neler..

    Vatan?.. Şehit? ..

    Vatan, İslâm’ın hakim olduğu her yer..

    Şehit, Allah yolunda, cihad ederken öldürülen kimse..

    Vatan? .. Şehit?.. vatan, gerçek mânada sağ mıdır? Ölenler gerçekten şehit mi?

    1400 yıllık hilafet müessesi ilga edilmiş, lâik rejime geçilmiş, vatan İşgalciye peşkeş çekilmiş, İslâm alfabesi, Arap alfabesi diye kaldırılmış, halkının alfabesiyle birlikte dili, diliyle birlikte idraki uçmuş, yerine Türk alfabesi diye lâtin harfleri, Türkçe diye uydurukça yutturulmuş, düşünce yerine de şeriat düşmanlığı ve batıcılık hastalığı yerleştirilmiş…

    Lâik rejim batının çanak yalayıcısı üç bin aile ve onların çanak yalayıcıları dışında her ırka, her kesime, her topluluğa zulmetmiş, katletmiş, işkencelerden geçirmiş, asimilasyon politikalarına tabii tutmuş..

    İşin ilginci, kendi değerlerini kendi varlığı için istismar eden İslâm düşmanı rejim, dağlara kendisi çıkarttığı insanlarla müslümanların savaşmasını, onlarla savaşırken Müslümanların telef olmasını istemekte, batıl bir rejimi korumak için telef olan müslümanlara şehit demektedir, yalnız istismar sadece bu boyutta değildir, o günden bugüne bu memlekette herkes şehit olur, ama sadece Allah yolunca cihad eden Müslümanlar terörist olur…

    Müslümanlar İslâm fıkhına göre, yaşadıkları toprağın üzerinde İslâm ahkâmını hakim kılıncaya değin, laik düzenle savaşmaları gerekirken, bu her müslümanın üzerine farz-ı ayn iken.. lâik düzenin kendisinin müsebbibi olduğu bir meselede, lâik düzenin müdafiliğini yapıyor, laik düzen için ölüyor, öldürüyorlar..

    Ve bu rejim kırkbeş saniye boyunca TV’lerde aferin ey müslümanlar, benim için öldünüz, alın size benim pek de hazzetmediğim şehitlik makamı deyiveriyor..

    Bir hiçlik rejimi için ya da herhangi bir İslâm dışı gaye için ölen herhangi bir insan mundar gitmiştir. Şimdi böyle denince, ortada sıhhatli bir vatan varmış gibi, “vatanı korumak için kâfirlerle savaşırken şehit oldular”, lâik rejim Allah rızası için hareket ediyormuş gibi“ne herhangi bir gayesi, ne İslâm dışılığı, onlar dini devleti korumak için mücadele ettiler?”, ortada bir İslâm devleti varmış gibi “İslâm’da devlete itaat farzdır” gibisinden ağız ishalinden de öte, ağzından dışkı çıkartan tiplerin de yerini seviyesizlik çukurundaki hain ya da ahmaklardan diye yaftalamıştık, boşuna gevezelik edilmemesi için..

    “Balın iyiyse müşterisi, Bağdat’tan gelir” ve “Kıymetli malı olan, bağırmaz”hikmetleri çerçevesinde noktalayalım;

     

    NOT:Saf fikir, sahici soydan altun gibi az bulunur ve bir iç çamaşırcı malını satmak için bas bas bağırırken, bir kuyumcu altının satmak için sesini bile yükseltmez, fikir dediğimizin de muhatabı kitleler değildir, muhatabı fikri bulur fikir muhatabını değil.. Bu noktada,sahici fikrin bağlısı olarak, fikrin muhatabı olmayanlarla bizim hiç muhatab olmayacağımız tabiidir… Bu sözlerimin bir kısmı fikre muhatab olacaklara bir kısmı da, resmi ideoloji sözlüğünü ezberlemiş ve türlü yaftaları boynumuza asmaya yeltenen şen sıpa tipleridir, yani “bölücü, vatan haini, cumhuriyet düşmanı v.s” gibi alçaklıkların muhatabı olmadığımı evvelinden ilân ediyorum…

     

    Ahmet Tevfik Dayan / Büyük Doğu Haber

    [/left]


  15. Cihad İçinde Geçen Bir Ömür!

     

    Şehidimiz Bayram Ali Öztürk

     

     

    30 Ağustos 2012 Perşembe 18:39

     

    cihad_icinde_gecen_bir_omur_h437.jpg

     

     

    Şehidimiz Bayram Ali Öztürk Hoca, 1952'de Trabzon'nun Of İlçesi'nde doğdu. Çocukluğu Adapazarı'nda geçen Öztürk, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Farsça, Arapça, Osmanlıca, İngilizce ve Fransızca bilen Bayram Hoca, hukuk eğitimi de aldı. Büyük İslam âlimlerinden İmam Rabbani'nin mektuplarından oluşan 'Mektubat-ı Rabbani kitabını ezbere bilen ve her pazar sabahı İsmail ağa Camii'nde sohbet veren Şehit Bayram Ali Öztürk'ün bir oğlu, iki de kızı bulunuyordu.

     

    Bayram Hoca yıllarca Mahmud Efendi’nin halkasında sohbetlere katıldı; Sadreddin Yüksel, Halil Gönenç ve Mehmet Savaş gibi hoca efendilerle de teşriki mesaisi olmuştur.

    Bayram Hoca’nın hatipliği ve bir şeyi izahındaki sarihlik ilim ehli tarafından takdirle karşılanırdı.

    Mahmut Efendi Hazretleri’nin Bayram hoca’ya Mektubat-ı Rabbani’nin inceliklerinden anlamasından ötürü ayrı bir alakası vardı. İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Mektubat”ını okuyup, şerhetme işini bu sebebten ona vermişti; Mahmud Efendi minbere çıkmadığı vakitler dersleri Bayram hoca sürdürürdü.

    Mektubat üzerine konuşacak sayılı birkaç ilim adamlarından birisi idi ki, burada “Mektubat” eseri üzerine bir vurgu yapmamız lazım geliyor.

     

    Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek, sadeleştirdiği “Mektubat” isimli eserinde şöyle diyor: “Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri. … Mektubat-ı İmam-Rabbani... Eser sahibi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Şeyh Ahmed-i Faruk-i Serhendî (İmam-Rabbani) Hazretleri de, resuller, nebiler ve sahabilerden sonra ümmet kadrosunun en büyük ferdi...”

    Bayram Hoca, böyle ehemmiyetli bir eser üzerine olan vukûfiyetinden ötürü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınırdı ki bu aslında büyük ve şerefli bir lakabtır!

     

    Ayrıca Doğu ve Batı’nın nadide eserleri üzerine olan vukûfiyeti, medreselerde okutulan, takib edilen eserler üzerine de bir ilim adamı sıfatı ile derin bilgisi ile nadir hocalarımızdan idi. Öyle ki, bu devirde öyle her hocanın dersini veremeyeceği Şerhu’l-Mevakıf gibi eserlerin dersini verirdi.

    Her kitabı tavsiye etmez, her sözü herkese söylemez idi; vaazlarında ümmetin birliği için dert yanar, Siyonizme, Yahudilere şiddetli bir şekilde muhalefet ederdi; bu toprakların, Anadolu topraklarının çok ehemmiyetli olduğunun altını çizer, İslam davası’nın bu topraklardan fışkıracak bir nidâ ile kurtulacağını söylerdi. Hakikatleri söylemekten, İslâm dâvâsı neyi emrediyorsa onu söylemekten imtina etmez, bunları adetâ su içer gibi tabiî bir şekilde yapardı; bu samimi hâli sebebi ile ömrünün son yıllarında çok sıkıntılar çekmiş ve cami cami sürgüne gönderilmişti emekli olana kadar. İsmail Ağa’daki dâimi yılları emekli olmasından sonradır.

     

    Bayram Hoca’nın sözlerinden:

    “Diyalog süreci diyorlar… Diyalogun başını çekenler, Bizim ile sizin aranızdaki ortak noktaya gelin âyet-i kerîme-i duydukları zaman, ta 100 yıl evvel, biz bu âyetlere çağırdığımız zaman yanaşmadılar da şimdi siyasi ve ekonomik bakımdan çok güçlü oldukları şu zaman diyalog sürecini başlattılar. Bunlar çok mu düşkün imana, İslâm’a ki bizimle diyaloga girmek istiyorlar. İhtiyacı da yok. Silâh onda, teknoloji onda… Derdi ne? Şunu unutma: Batı, tarihin hesabını görmek istiyor! Ne gerekiyorsa yapacak. Hocaları kullanacak, onu kullanacak, bunu kullanacak… Ne taktikler, ne taktikler!..

    Fetullah Hoca’nın ilmi tam değildir. Benim hocamın da medreseden arkadaşıdır. Tamam ufku, muhakemesi, felsefesi büyük olabilir… Çok sakatları var! Hocanın yaptıklarından hesaba çekilmeyeceği kanaati o cemaati bitirmiştir. Buradan bu cemaat gidecek, kesinlikle… Hitabetiyle herkesi büyülemiştir. Siyasi ve ekonomik lobileri güçlü. O gücünü bu sefer davada da haklıyız anlamına çekiyorlar… Aynı Hıristiyanlar gibi…”

     

    Ehli Sünnet Vel Cemaat mevzuunda çok pür dikkatli davranırdı; Şehidimiz Bayram Hoca, bu hak yolun yılmaz savunucularındandı ve hassasiyetle bu meselenin üzerinde durmuştur. Ehli sünnet vel cemaat yolunun inceliklerini bilir ve Şii’ler başta olmak üzere her türlü sapık mezheb ve fırka’ya karşı şiddetle ve iman hiddeti ile bu yolda mücadele vermiş nadir hocalarımızdandı. Ehli Sünnet Vel Cemaat yolunun bayraktarlığını yapan İBDA’cılara, Şiilere karşı destek vermek maksadıyla Aylık Taraf Dergisi için Mektubat-ı Rabbani’den bu meseleyle alakalı yerleri aslından tercüme ederek yazmış, yayınlanması maksadıyla Aylık Taraf Dergisi’ne iletmişti. Bayram Ali Hocamızın tercüme ettiği bu kısımlar Aylık Taraf Dergisi’nde yazı dizisi olarak yayınlanmıştı.

     

    Cemaat içine karışmış münafık tipler Mektubat’tan parçaları okumamasına dâir Bayram Hoca’nın defalarca önünü kesmiş, o ise bunlara aldırmayarak, Şia ve benzer sapıklara karşı cihad ve gazâ etmekten geri durmamıştır; bu münafık tipler İsmailağa sokaklarından İBDA’cılar tarafından kovalanmış ve gereken dersler verilmiştir.

    İslam dâvâ’sının özünde “kendini fedâ” vardır; nitekim Abdülhakîm Arvasi hazretleri

    “Dini işlerde bid’atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de cihad ve gazâda gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alemeti olmaya kadar gider. O da şehitlik nimetinden kaçınmak… Şehitlik, İslamın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mümin fert, bu yüksek makamı kalb ve zevk yolu ile benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resul ve nebilerin birçoğu, sahabiler ekserisi ve Peygamber evladının hepsi şehadeti arzulamış ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir.” Buyuruyor.

     

    Ömrü boyunca fitne ve bid’atlere karşı mücadele vermiş şehidimiz Bayram Hoca’nın ömrü cihad ve gazâ ile geçmiş, bu yolda gevşeklik göstermemiştir. O günümüzün sıradan “Hoca tipi” nin aksine ilmini kavga ile süslemiş ve davanın saflarında nasıl durulması gerektiğini hayatı ile de göstermiştir; neticede mükafat olarak ta şehadet şerbetini içmiştir.

    Şehadetinden sonra evdeki eşyalarının arasında bulunan bir notu, cihad içinde geçen ömrünü de adeta özetliyor:

     

    “İnsan davasına ana hasretiyle şakıyan bülbül gibi olmalı, insan davasına canını öyle bir açmalı ki bedeni ruhuna ve canına yetişememeli… Dava adamı devamlı hedefe bakacak; cambazlar iplerinde marifet gösterdiğinde daima ileri bakarlar, asla yere bakmazlar… Yere bakan cambazın düşmesi çok yakındır. Vücudunun kaçta kaçı sana aid, söyler misin?”

    3 Eylül 2006 tarihinde İsmailağa Camii'nde sabah namazının ardından cemaate vaaz ederken bıçaklanarak şehid edildi hocamız; şehadetinin haberi ile İbda’cılar İsmailağa ya hareket etmişler ve sâir zamanlarda görüştükleri hocalarına sahip çıkmışlardı; ertesi günkü Hürriyet gazetesi İstanbul eski Emniyet Müdürü Celalattin Cerrah’ın fotoğrafını İBDA işaretleri arasında ve “Cerrah’ın Önünde İBDA-C Şov” diye vermiş, “tekbir getirerek intikam yeminleri” atıldığı yazılmıştı gazetelere.

     

    Sonrasında Fatih Camii’ndeki cenaze namazı esnasında 22 İBDA’cı gözaltına alınmış İstanbul Emniyet Müdürlüğünden Fatih Adliyesine sanki bir cürümleri varmış gibi sevk edilmişler, cumhuriyet savcısı tarafından sorgulanmışlardı. Suç isnadı ise ''Terör örgütü propagandası yapmak'' ve ''görevli memura mukavemet'' idi. Aslında düzenin kimden ve neden korktuğu da bu gözaltılar vesilesi ile ortaya çıkmıştı…

    “Köhne düzen”in karanlık dehlizlerinde planlanan cinayetin ardından, 11 gün sonra mezarı başında Kur’an okuyarak şehidimizi anmak isteyen bir grup İBDA’cıya 250-300 kişilik polis ile barikat kuran polis o gün G. Antepten bu eylem için gelen A. Kocaoğlan Cem Yılmaz ve beni gözaltına aldı. Bu anma eylemi sebeb gösterilerek Dönemin Genel Kurmay Başkanı Yaşar büyükanıt’ı tehdit ettiğim iddiası ve İBDA-C Örgüt propagandası Yapmak iddiası ile de iki ayrı dâva açıldı… İBDA’cılara böyle bir meseleden kanun yolunu kullanarak davalar açan, gözaltına alan emniyet yetkililerine, savcılarına onun katillerini hâlâ bulamamak ayıbı yeter.

     

    Üzerinden 6 yıl geçmesine mukabil bu cinayet hakkında bir yol alınamadığı gibi şu an dava dosyalarının da kayıp olduğu haberini gazetelerden okuyoruz; görülen o ki bu cinayetin üstü hâla örtülmeye çalışılıyor, bir türlü çözülmüyor.

    İsmailağa’da, Bayram Hocamız öncesinde Mahmut Efendi’nin damadı Hızır Ali Murat Hoca şehid edilmiş ve o hâdise de bu hâdise gibi örtbas edilmişti; Hızır Hoca’nın katili, hadiseden üç yıl sonra yakalanmış ve cinayet hakkındaki tüm karanlık noktalar ortada dururken mahkeme kararı ile “akıl hastası” olarak görüldüğünden cezâi ehliyet taşımadığına kanaat getirip serbest bırakmış ve dosyanın üstü örtülmüştür.

     

    Şimdi üzerinden seneler geçmesine mukabil bu iki cinayet hâlâ çözülmeyi bekliyor; işine gelindiğinde “koca koca” Paşaları içeri atan mevcut hükümet, İslamcılık iddiasıyla yaklaşan seçimler için kapı oy oy dilenirken, İslam dâvâsının bu iki neferinin dosyalrını çözmekten acizse, “dükkanı kapatıp” Seyşeller’de tatile gitsin; bu tavırda hiç olmazsa samimiyetten bir pay bulunur!

    Son söz olarak; Şehidlerimiz ve Bayram Hoca için “Yolu Yolumuzdur!” diye haykıran İBDA, bunu sloganik olarak ifade eden değil, fikirde ve kavgada, cemiyet meydanında bunun savaşını verendir.

     

     

    Fatih Turplu

    Baran Dergisi 294. Sayı

    • Like 1

  16. Salih Mirzabeyoğlu'nun Babası Vefat Etti !

     

    14 Senedir cezaevinde bulunan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun muhterem Baba'sı Bursa'da hak'kın rahmetine kavuştu.

     

     

    31 Ağustos 2012 Cuma 11:52

     

     

    salih_mirzabeyoglunun_babasi_vefat_etti_h840.jpg

    Mirzabeyoğlu'nun Muhterem Babası Hacı Muammer Erdiş Bursa'da Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.

    Mütefekkirin bu gün ikindi namazını müteakip Bursa'da defnedilecek olan muhterem babalarının cenazesine katılması yönünde talep Adalet Bakanlığına iletilmiştir. Daha önce'de Validesini kaybeden Mirzabeyoğlu, yaklaşık 14 senedir cezaevinde tecrit altında tutulmakta olup, Mirzabeyoğlu'nun Babası'nın Cenaze'sine katılması yönünde girişimlerin olduğu belirtilerek, en azından yıllardır tecrit şartlarında yaşayan Mirzabeyoğlu'na son görevini yapması için izin verilmesi gerekiyor...

    Bu husuta bir çok kere çeşitli Mahkumlara izin verilirken, Mirzabeyoğlu daha önce'de Annesinin cenazesine katılamamış ve Tecrit şartlarının en ağır biçimde uygulandığı görülmüştü.Mirzabeyoğlu'nun sevenleri ve gönüldaşları, baba'sının Cenazesine izin verilmesi yönünde , Adalet Bakanlığını ve Başbakanlığı mail ve telefon yağmuruna tuttuğu'da gelen haberler arasında.

     

    Merhuma Cenâb-ı Hak'dan rahmet, başta Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere ailesi ve tüm camiaya sabr-ı cemil niyaz ederiz!

     

    Kaynak : Anadoluhaberim.Com

    • Like 1

  17. Esir Vatan : Mirzabeyoğlu

     

    27 Ağustos 2012, 00:05

     

    İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun tutuklanması ve sonrasında idama mahkum edilmesi sürecindeki komedyayı tekrar tekrar belirtmeye lüzum yok. Bir çok İBDA bağlısı yapılanmanın çeşitli yollarla konuyu ele alması ve kamuoyu oluşturması neticesinde mevzudan haberdar olmayan yok gibi.

     

    Özetle; yasama, yürütme ve yargı erklerinin tahakküm altına alındığı, halk iradesine ipotek konulup, "Emir" ile yargı kararlarının alındığı bir süreçte, önceden belirlenmiş bir senaryonun mahkemede görevli "Tiyatro"cular tarafından sergilenmesi sonucu malum kararlar alınmış ve o günden bugüne yani 14 yıldır Salih Mirzabeyoğlu cezaevinde bulunmaktadır.

     

    Aslında yargılamayı her ne kadar komedya olarak adlandırsakda işin hakikati "Olması gerekenin bu olduğudur.".

     

    Kemalist zihniyetin Anadolu'yu işgal ve köklerini tüm Türk-İslam Coğrafyasına yayma çabalarının doruk noktaya ulaştığı 28 Şubat döneminde, özellikle müslümanlar üzerinde terör derecesinde estirdiği rüzgar karşısında durabilecek yegane gücün Ehli Sünnet - Anadolucu Fikir hareketi BD-İBDA ve onun mimarı Salih Mirzabeyoğlu olduğu düşünülürse, yargılama "Kemalist Adalet" açısından "Adil"dir. Aksini düşünmek kemalist zihniyeti temize çıkarmaktır.

     

    İdrakleri iğdişin müsebbibi olan Kemalizmi ifşa ederek, Anadolu insanını mazisi ile bütünleştirip yeniden cihan devletini icra ve inşa makamında bir fikir ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu'nun suçsuz olması "Kemalist Adalet" için düşünülebilir mi?

     

    Silah dahi bulundurmadığı halde tutuklanan dediğimiz Salih Mirzabeyoğlu'nun her kelamı, sözü, fikri Kemalizme sıkılan kurşun cinsinden olduğuna göre, Salih Mirzabeyoğlu, silahını her an yanında taşıyan ve hatta bugün dahi cezaevinde yazdığı eserlerle, en ağır silahlara taş çıkartacak bir "Akıl" ve "Kafa" ile en tehlikeli adam misyonunu devam ettiriyor. Hem de sadece kafada duran bir fikrin sahibi olarak değil, fikir ve aksiyon sahibi "Yürüyen Canlı Fikir Bombası" olarak.

     

    Kemalizmin halkları birbirine kırdırdığı, birbirine vurdurduğu bir dönemde, Büyük Doğu Milletinin yani Müslüman Türkün, Müslüman Arabın, Müslüman Kürdün, Müslüman Lazın, Müslüman Çerkezin ruhunda tecelli eden Anadolucu İslami Fikir Coğrafyasını müşahhas zeminde temsil makamında olan Salih Mirzabeyoğlu'na "İdam" cezasının verilmesi bize göre doğal ve bir o kadarda Kemalist Zihniyetin katliam müessesi olduğuna en büyük örnektir.

     

    Bu anlamda 28 Şubat Kemalist Yargı sürecinde alınan bu karar, kemalist hukuk anlayışına en çok yakışan karardır.

     

    Kemalizm, Anadolu'nun her yanına salınmış ruhu ile topraklarımızı hakiki ruhundan ederken, vatanı, batıya ve Amerika'ya peşkeş çekmenin adı iken, buna karşı duruşu ile Salih Mirzabeyoğlu Vatan müdafası makamındadır. Bundan ötürü esir düşen Anadolu'dur, Vatan'dır. Çünkü Salih Mirzabeyoğlu Anadolu'dur.

     

    Bugün iktidarda, 28 Şubat ile mücadele ettiği iddiasında bulunan bir siyasi parti var. Ve bu iktidar siyasi propagandalarını halkın milli ve manevi değerleri üzerinden yapmaktadır. Kemalist zihniyetin, Anadolu'ya yaşattığı buhran ve bunalımları malzeme yaparak bugünlere gelen iktidarın samimiyet testidir "Mirzabeyoğlu Davası".

     

    Peki durum nedir?

     

    Tam 14 yıl...

     

    Bu 14 yılın 4 yılı AnaSol-M, 10 yılı AKP iktidarlığı ile geçmiş durumda. Matematiksel olarak, mevcut durumun sorumluluğu hususunda %71,43 AKP, %28,57 ise AnaSol-M hükümeti mesulüyet altında. Ve her geçen gün AKP'nin yüzde hanesine yazılmakta ve sorumluluğu bu partiye yüklemektedir.

     

    Gecikmiş adalet, adalet değildir. 10 yıllık iktidarlığı havadan sudan mevzular ile geçiren, kendi yandaş, partidaş ve cemaatdaşları için her türlü yasayı çıkaran, yargı paketleri hazırlayan hükümet, Salih Mirzabeyoğlu mevzu bahis olunca, "Daha zaman var", "Hele biraz daha güçlenelim çıkaracağız" gibi oyalayıcı ve erteleyici bir tavır içine girerek Kemalist Adaletin devamını sağlamaya ortak olmaktadır.

     

    Üstte de belirttim, Salih Mirzabeyoğlu bu vatanın ta kendisidir. O esaret altında tutuldukça, bu vatan esir demektir ve bugün Salih Mirzabeyoğlu'nun özgürlüğü, Türkiye'de ki özgürlüğün önünü açıcı veya bir grup insanı memnun edici yönü ile değil, esir bir memleketin de özgürlüğüne kavuşması yolunda önemlidir.

     

    On yılda, onlarca açılım yapan hükümet, Bolu'nun kilidini açamamıştır.

     

    Demokratik açılım denilerek kürtlere ve hatta kürtlerden ötede Kürtçü PKK'ya tanınan imtiyazlara yol açan, kültürel açılım denilerek Kemal Burkay'ın, Şiwan Perwer'in yurda girişini sağlayan, Nazım Hikmet'in mezarını Türkiye'ye getiren, İbadethane açma özgürlüğü ile yurdumuzun acil ihtiyaçlarından olan çok sayıda sinagog ve kilisenin açılmasına ön ayak olan hükümet bir tek Salih Mirzabeyoğlu mevzu olunca "Ergenekon Hala Diri, Hele Şunları Bitirelim" bahanesini ortaya atmaktadır. Oysa kendi menfaatleri söz konusu olunca, ne Ergenekon, ne ordu ne de Kemalist kuyrukçuları tanımamaktalar.

     

    Bu kadar yeter... Sözün özü; Salih Mirzabeyoğlu içeride oldukça bu ülke hala Kemalist Zihniyete mahkum ve Kemalist adalet hakim demektir.

     

    Salih Mirzabeyoğlu içeride oldukça bu vatan ve Anadolu esir demektir.

     

    Salih Mirzabeyoğlu içeride oldukça, Türkiye Bağımsız değil demektir.

     

    Diktatörlük ve Demokrasi

     

    Bu husus ile alakalı kısa bir denklem verip çekileyim...

    Sene 1876... Sultan Abdulazizi boğazlayan Genç Osmanlılar, Abdulhamit Han'ı, meşrutiyetin ilanı için tahta getirir. Meşrutiyet'in Osmanlı'yı parçalayacağını bilen Abdulhamit Han, eline geçen ilk fırsatta Meşrutiyete son verir. Sonra genç Osmanlılar'ın devamı olan İttihat Terakki, "Demokrasi İsteriz" diyerek, Padişah'ın tüm yetkilerinide sınırlandırarak 2. kez meşrutiyeti ilan ettirir. Ve artık elinden tüm yetkileri alınmış "Dikdatörümüz" gitmiş, nur topu gibi bir "Demokrasimiz" olmuş.... Ve çok geçmeden 14 yıl sonra Kemalizm ülkeye hakim olmuş.... Kim ittihatçı el kaldırsın.

     

    Mehmet Kaya / Büyük Doğu Haber

    • Like 1
×
×
  • Create New...